|
|
................... |
|
|
İYİ VE KÖTÜNÜN ÖTESİNDE
TÖRE'NİN SOY KÜTÜĞÜ
PUTLARIN BATIŞI
WAGNER OLAYI
NEDEN BİR YAZGIYIM BEN |
Friedrich Nietzsche
Çeviren: Can Alkor
ECCOHOMO, İşi Nasıl Kendisi Olur |
|
|
................... |
|
................... |
İYİ VE KÖTÜNÜN ÖTESİNDE
(gelecekteki bir felsefeye giriş)
I
Bundan sonraki yıllar bana düşecek ödev, artık olabildiğince kesin
belirlenmişti. Ödevimin olumlayan bölümünü bitirmiştim; sıra sözle
ve eylemle hayır diyen yarısına gelmişti:
Şimdiye dek süregelen değerlerin yenilenmesine, büyük savaşa, son
karar gününün eriştirilmesine. Bu arada ağırdan çevreme bakıyor,
kendime yakın bulduklarımı, güçlerine dayanarak yok etme işinde
bana yardımcı olabilecekleri arıyordum. -O gün bu gün, bir oltadır
yazılarımın her biri: Kim bilir belki de herkesten ustayımdır olta
atmakta?... Hiçbir şey vurmadıysa benim değil suç. Balık yoktu....
II
Çağcıllığın eleştirilmesidir bu kitabın (1886) özü, çağcıl
bilimlerin, çağcıl sanatların eleştirilmesidir; çağcıl siyasa bile
girer bunun içine, -arada bunların tam karşıtı, olabildiğince az
çağcıl bir örnek, soylu, olumlayıcı bir örnek de verilmektedir. Bu
sonuncu yönden, kitap bir gentilhomme'lar (Soylu kişi.) okuludur
ve bu kavram hiç bu denli kökten, özlü anlamda alınmamıştır. Ona
yalnızca dayanmak için bile, insanda yürek olmalı, korku nedir
öğrenmemiş olmalı insan... Çağımızın övündüğü nesi varsa, hepsi de
bu örnekle bir çelişme olarak, nerdeyse görgü kıtlığı olarak
duyulmaktadır, örneğin şu ünlü "nesnellik", şu "herkesin acısını
paylaşmak", şu yabancı beğeniye kul köle olan, petits faits (Küçük
olgular.) önünde yerlere kapanan "tarihsel anlayış", şu
"bilimsellik", -Bu kitabın Zerdüşt'ü hemen izlediği düşünülürse,
nasıl bir perhiz düzeninden doğduğu belki anlaşılır. Korkunç bir
zorlamayla uzağa bakmaya alışıp şımarmış göz -Çardan da uzak
görüşlüdür Zerdüşt- burada en yakınları, çağı, çevremizdekini
görmeye zorlanmıştır. Kitabın tüm parçalarında, özellikle
biçiminde, Zerdüşt'ü olanaklı kılan içgüdülerden isteyerek bir
uzlaşma göze çarpar. Biçimde, niyette, susma sanatında bir inceliş
ön plana geçmiştir; psikolojibile bile sertlikle, katı
yüreklilikle kullanılmıştır, -bir tek gönül alıcı söz yoktur koca
kitapta.. Hepsi dinlemedir bunların: İnsan öyle Zerdüşt gibi avuç
dolusu iyilik saçtıktan sonra, kim bilir nasıl bir dinlenme
zorunludur ona... Tanrıbilimci ağzıyla konuşursak -iyi dinleyin,
her zaman tanrıbilimci gibi konuşmam, -günlük işini bitirince
yılan kılığında Bilgi Ağacının altında yatan, tanrının kendisiydi.
Tanrılığın yorgunluğunu böyle çıkardı... Pek güzel yapmıştı
herşeyi. Tanrının yedi günde bir aylaklığıdır şeytan, başkası
değil...
TÖRE'NİN SOYKÜTÜĞÜ
(bir tartışma yazısı)
I
Bu soykütüğü üç incelemeden kurulmuştur; hepsi de şaşırtma sanatı,
amacı ve anlatımı bakımından şimdiye dek yazılanlardın en
ürküncüdür. Bilindiği gibi, Dionysos karanlıklar tanrısıdır hem
de. Her birinde yanıltmayı amaçlayan, soğuk, bilimsel, giderek
alaycı, bile bile gösterişçi, bile bile oyalayan bir başlangıç.
Gitgide tedirginlik artar; tek tük şimşekler; hiç hoşa gitmeyecek
doğrular duyulur uzaklardan boğuk gürlemelerle, -sonunda bir tempo
feroce'ye (Yabanıl tempo.) varılır, korkunç bir gerilimle ileri
atılır her şey. Her birinin bitiminde, hepten ürkünç patlamalarla
yeni bir doğru belirir kalın bulutlar arasından. -İlk incelemedeki
doğru Hıristiyanlığın psikolojisidir: Hıristiyanlık hınç
duygusundan, o ruhtan doğmuştur, sanıldığı gibi "Kutsal Ruh"dan
değil, -bir karşı devinimdir aslında, soylu değerlerin
egemenliğine karşı büyük bir ayaklanmadır. İkinci incelemede
bulunç'un psikolojisi var: Sanıldığı gibi "insanın içindeki tanrı
sesi" değil, -dışa doğru boşalamayınca gerilere yönelen kan dökme
iç güdüsü. Kan dökücülük ilk kez burada, ekinin en eski, en
zorunlu temellerinden biri olarak aydınlığa çıkarılıyor. Şu
sorunun yanıtını veriyor üçüncü inceleme: Çilecilik, rahiplik
ülküsü, aslında zararlı mı zararlı bir ülkü, bir bitiş istemi, bir
décadence ülküsü iken, nasıl olup da böylesine sınırsız bir güç
kazanmıştır? Yanıt: Sanıldığı gibi, tanrı papazların arkasında
olduğu için değil, yalnızca faute de mieux (Daha iyisi olmadığı
için, yokluktan.), -şimdiye dek biricik ülkü o olduğu için,
yarışanı olmadığı için. "Çünkü hiçbir şey istememektense, hiçliği
istemeyi yeğ tutar insan"... Her şeyden önce, Zerdüşt'e gelinceye
dek bir karşı ülkü eksikti.- Beni anladınız. Bir psikologun tüm
değerleri yenileme işi için başlıca üç hazırlığı. -Rahibin
psikolojisi ilk olarak bu kitapta bulunur.
PUTLARIN BATIŞI
(nasıl felsefe yapılır çekiçle)
I
Yüz elli sayfa bile tutmaz bu yazı; sesi şen ve uğursuz tınlar,
gülen bir cindir, -öyle kısa zamanda yazılmıştır ki, kaç günde
olduğunu söylemeye utanırım. Öbür kitaplardan apayrıdır o: Daha
özlüsü, daha bağımsızı, daha yıkıcısı, daha... hayını
yazılmamıştır hiç. Gözlerimin önünde her şeyin nasıl başaşağı
durduğunu şöyle kabataslak anlayabilmek için, bu kitabı okumaya
girişmelidir. Başlığındaki put sözcüğü, şimdiye dek "doğru"
dedikleri şeydir düpedüz. Putların Batışı, açıkçası: Eski
doğruların sonu geldi.
II
Bir tek gerçek, bir tek ülkü yoktur ki, bu yazıda değinilmiş
olmasın (-değinmek: Amma da saygılı, edepli bir söz!...) Ölümsüz
putlar değil burada yalnız, en gençleri, dolayısıyla yanlışlıktan
en çok beli bükülmüş olanları da. Örneğin "çağcıl düşünceler".
Ağaçlar arasında büyük bir yeldir esen;
yemişler-doğrular-dökülmektedir her yanda. Pek bereketli bir güzün
har vurup harman savurmasıdır bu: Doğrulara çarpıp sendeler insan;
üstüne basıp ezer kimini de, -öylesine sebildirler... İnsanın
eline aldıklarına gelince, artık aralarında şüpheli bir şey
yoktur, kesinlemedir hepsi.
"Doğru"nun mihenk taşını ilk ben tutuyorum elimde, ben karar
verebilirim ancak. Sanki içimde ikinci bir bilinç büyüyüp
gelişmiş; sanki "istem", şimdiye dek üzerinde aşağıya yuvarlandığı
bayırı aydınlatmak istercesine bir ışık yakmış içimde... Bayır,
-doğruya giden yol koymuşlardı bunun adını... O "karanlık çaba"
(Ein guter Mensch in seinem dunklem Drange -ist sich des reschten
Weges wohl bewusst [İyi insan o karanlık çaba içinde -Bilir doğru
yolun ne olduğunu]. -Goethe, 1. Faust, Gökyüzünde önoyun.) denen
şeye artık paydos; doğru yolun en az farkında olan, o iyi insanın
kendisiydi... Şaka bir yana, doğru yolu, yokuş yukarı giden yolu
benden önce kimse bilmiyordu: Etkin üstüne umutlar, ödevler, oraya
götürecek yollar ancak benimle başladı yeni baştan -ben onların
muştucusuyum... Bir yazgıyım işte bu yüzden de.-
III
Söz konusu yapıtı bitirir bitirmez, bir gün bile geçirmeden hemen
o dev ödevime, değerleri yenileme işine giriştim; hiçbir şeye
benzemeyen yüce bir gurur içindeyim, her an ölümsüzlüğümü kesin
olarak biliyor ve tunç levhalara bir yazgı şaşmazlığıyla birbiri
ardınca imleri kazıyordum. 3 Eylül 1888'de önsöz yazıldı:
Sabahleyin, onu yazdıktan sonra açık havaya çıktığımda,
ober-Engadin'in bana gösterdiği en güzel gün vardı karşımda,
-dupduru, alev alev renkler içinde, tüm karşıtlıkları, güneyle buz
arasındaki tüm geçişleri bir araya getiren bir gün. -Ancak 20
eylülde ayrılabildim Sils-Maria'dan; seller alıkoymuştu beni,
sonunda tek konuğu ben kalmıştım o eşsiz yerin, -minnetimin
karşılığı olarak ölümsüz bir ad bağışlayacağım oraya. Olaylarla
dolu bir yolculuktan sonra, üstelik gece geç vakit vardığım seller
basmış Como'da bir de ölüm tehlikesi atlatarak, 21. günü öğleden
sonra benim denenmiş yerime, bundan böyle kalacağım Torino'ya
indim. İlkbaharda oturduğum aynı evi, Via Carlo Alberto 6, III'de,
Vittorio Emanuele'nin (-1820/1878- İtalya kralı, İtalyan
birliğinin kurucusu.) doğduğu o koca palazzo Carignano'nun
karşısında, piazza Carlo Alberto'ya ve daha uzaklarda tepeliklere
bakan evi tuttum gene. Bir an bile duraklayıp oyalanmadan, hemen
çalışmaya oturdu: Yapıtın dörtte biri kalmıştı daha tamamlanacak.
30 eylül günü büyük yengi; yedinci gün; bir tanrının gezinişi Po
kıyısında. Aynı gün "Putların Batışı"na önsözü de yazdım; bu
kitabın provalarının düzeltmek benim için dinlenme oldu eylül
ayında. -Ben böyle bir güz yaşamadım hiç, yeryüzünde böyle birşey
olabileceğini sanmazdım; sonsuza dek uzanan bir Claude Lorraine
(-1600/1682- Fransız manzara ressamı.), her günü aynı ölçüsüz
yetkinlikte.
WAGNER OLAYI
(bir
çalgıcı sorunu)
I
Bu yazının hakkını verebilmek için, insan musikinin yazgısını
kanayan bir yara gibi içinde duyup, o acıyı çekmelidir. Neden acı
çekiyorum musikinin yazgısını duyduğumda? Musikinin dünyayı
arıtıcı, olumlayıcı yanını yitirmiş olmasından, artık Dionysos'un
flütü değil, bir décadence musikisi olmasından... Ama insan
musikinin davasını öz davası gibi, kendi çektiği acırlarmış gibi
duyunca da, biraz çokça hatır gönül gözeten, aşırı derecede
yumuşak bir yazı bulur bunu. Böyle durumlarda keyfini bozmak,
kendi kendisiyle de kızmadan alay etmek -ridendo dicere severum;
verum dicere (Ridendo dicere severum: Acı doğruyu gülerek
söylemek; verum dicere: doğruyu söylemek.) her türlü sertliği
haklı gösterse bile- insanlığın ta kendisidir. İstesem, eski bir
topçu olarak, Wagner'e karşı ağır bataryalarımı da sürebilirdim;
bundan şüpheniz olmasın. -Bu işte kesin sonucu alacak herşeyi
kendime sakladım,- Wagner'i severdim. Hem benim ödevimin anlamına,
tuttuğum yola uygun düşeni, daha seçkin, "bilinmeyen" birine
saldırmaktır- musikinin o Cagliostro'suna (-1743/1795- İtalyan
soylusu, ünlü serüvenci, dolandırıcı.) varıncaya dek, maskesini
düşüreceğim daha nice "bilinmeyen"ler var-, daha da önemlisi,
düşünce işlerinde gitgide uyuklaşan, içgüdüde yoksullaşan, gitgide
dürüstleşen Alman ulusuna saldırmaktır: Karşıtlarla besleniyorlar
artık, ne bulurlarsa yiyorlar, ister "inanç" olsun, ister
"bilimsel düşünce", ister "Hıristiyanca sevgi olsun, ister Yahudi
düşmanlığı, ister güç istemi (devlet olma istemi), ister évangile
des humbles (Küçük insanların İncil'i.), hepsini yutuyorlar mide
fesadına uğramaksızın, hem de öyle bir iştahla ki, insanın
kıskanası geliyor... Karşıtlar arasında bu ne yan tutmazlık, bu ne
midesizlik, "çıkar gözetmezlik"! Alman damağının bu haktanırlığı,
herşeye eşit haklar tanıması, herşeyden bir tad alması!.. Hiç
şüphe yok, ülkücüdür Almanlar... Almanya'ya son gidişimde, Alman
beğenisini Wagner'le Saeckingen borazancısına (-Doğrusu:
Soekkingen borazancısı- Scheffel'in Almanya'da pek tanınmış bir
şiiri.) eşit haklar tanımaya uğraşır buldum; Leipzig'de en gerçek,
en Alman-sözcüğün eski anlamında Alman, yoksa o yalnızca
yurttaşlardan değil- musikicilerden birinin, usta Heinrich
Schütz'ün onuruna bir Liszt derneği kurduklarını gözlerimle
gördüm; o sinsi (Liszt ve List -hile, düzen- üzerine bir sözcük
oyunu.) kilise musikisini geliştirip yaymaktı amaç... Hiç şüphe
yok, ülkücüdür Almanlar...
II
Ama burada kabalaşmaktan ve Almanların yüzüne karşı bir kaç acı
gerçeği söylemekten kimse alıkoyamaz beni: Ben de söylemesem kim
söyleyecek! -Onların tarih konularındaki sıkılmazlıklarından söz
açacağım. Alman tarihçilerinde ekinin gidişini, değerlerini görmek
için gerekli o büyük bakış'ın hepten yitip gitmesi, topunun birden
siyasa (ya da kilise) soytarıları olması değil yalnız: O büyük
bakışı aforoz edenler de kendileridir. İnsanın yalnızca "Alman"
olması, o "ırk"tan olması yeter, tarih konusunda değer diye,
değersizlik diye ne varsa hepsi üstüne son sözü söyleyebilir,
kesinlikle belirtir onları... "Alman" olmak bir kanıttır,
"Almanya, Almanya, herşeyin üstünde" bir ilkedir, tarihteki "törel
dünya düzeni"dir Cermenler: Roma imparatorluğu karşısında
özgürlüğü ayakta tutanlar, on sekizinci yüzyıl karşısında töre'yi,
"kesin buyruğu" yeniden diriltenler... Alman devletine özgü bir
tarih yazıcılığı vardır; korkarım, Yahudi düşmanına özgü olanı
vardır bir de, -ayrıca saray tarih yazıcılığı vardır ve Bay von
Treitsschke'nin yüzü kızarmaz hiç... Geçenlerde ahmakça bir yargı,
neyse ki bu arada rahmetlik olan Suab estetikçisi Vischer'in
(-1807/1887- Alman ozanı, estetikçisi.) bir cümlesi tüm Alman
gazetelerinde bir boy gözüktü, her Alman'ın evet demesi gereken
bir "doğru"ydu bu: "Uyanış çağı ile Yenileme (Reformation) çağı,
ancak ikisi bir arada bir bütün yaparlar, -estetik yeniden doğuş
ve törel yeniden doğuş." Böyle cümleleri duyunca sabrım taşıyor;
Almanların yüzüne tüm kabahatlerini birer birer vurmak geliyor
içimden, bir görev duyuyorum bunu giderek. Dört yüz yıldır ekine
karşı işlenen tüm büyük cürümlerin sorumlusu onlardır!... Nedeni
de hiç değişmez, o iliklerine dek işlemiş gerçek korkusu -ki
doğrudan korkudur aynı zamanda-, o içgüdü edindikleri ikiyüzlülük,
"ülkücülük"... Büyük çağların sonuncusu, Uyanış çağı Almanlar
yüzünden anlamını yitirdi, o hasadı yapamadı Avrupa, hem de tam
daha yüksek bir değerler düzeni, soylu, yaşamı olumlayan,
geleceğin güvencesi olan değerler, karşı değerlerin yuvalandıkları
yerde, oralarda oturanların içgüdülerine işleyinceye dek üstün
gelmişken! Luther, o tanrının belası keşiş, kiliseyi ve -bin kez
beteri- Hıristiyanlığı, tam yenildikleri anda ayağa kaldırdı...
Hıristiyanlığı, yaşama isteminin din kılığına girmiş
yadsınmasını!... Luther, bu akıl almaz keşiş, "akıl almazlığı"
yüzünden kiliseye saldırdı ve -dolayısıyla- onu ayağa kaldırdı
yeniden... Katolikler Luther adına şenlikler kutlasalar, oyunlar
düzseler yeridir... Luther ve "törel yeniden doğuş"! Tüm
psikolojinin canı cehenneme! Hiç şüphe yok, ülkücüdür Almanlar.-
İnsanlık iki sefer korkunç bir yüreklilikle kendini aşarak özü
sözü bir, anlamı belli, yüzde yüz bilimsel bir düşünce düzenine
vardığında, Almanlar eski "ülkü"ye giden dolambaçlı yollar,
doğruyla "ülkü" arasında bir uzlaşma bulmayı başardılar; bilimi
yadsımalarını, yalanlarını bir kitabına uydurdular aslında.
Leibniz ve Kant, -düşünce dürüstlüğü alanında Avrupa'ya en büyük
iki köstek! En sonunda, iki décadence yüzyılı arasındaki köprü
üzerinde, yeryüzünü yönetmek amacıyla Avrupa'yı birleştirebilecek
güçte, deha ve istem dolu bir force majeure (Üstün güç.)
belirdiğinde, Almanlar "özgürlük savaşları"yla Napoleon'un
varoluşundaki mucizelik anlamdan yoksun bıraktılar Avrupa'yı; ne
olmuşsa, bugün ne varsa onların suçudur hep; hastalıkların,
saçmalıkların ekine en zararlı olanı, ulusalcılık, Avrupa'yı hasta
eden bu névrose nationale (Ulusal sinirce -nevroz-.), Avrupa'da
artık sürüp gidecek bu küçük devletler, bu küçük siyasa:
Anlamından, sağduyusundan yoksun bıraktılar Avrupa'yı- onu bir
çıkmaza soktular. -Buradan çıkacak bir yol bilen var mı benden
başka?... Ulusları yeniden birbirine bağlayacak büyüklükte bir
ödev?.
III
Hepsi bir yana, kuşkumu neden açığa vurmayayım? Almanlar benim
durumumda da, bu dev yazgıdan bir fare doğurtmak için ellerinden
geleni ardlarına koymayacaklar. Adlarını kötüye çıkardılar benim
yüzümden şimdiye dek; ilerde de adam olacaklarından şüpheliyim.
-Ah, burada kötü bir falcı olmayı nasıl isterdim!... Benim doğal
okuyucularım, dinleyicilerim daha şimdiden Ruslar, İskandinavlar
ve Fransızlardır, -gitgide artacak mı onların sayısı? -Almanlar
bilgi tarihine baştanbaşa şüpheli adlarla geçmişlerdir;
"bilmeyerek olmuş" kalpazanlar çıkarmışlardır yalnız (bu deyim
Kant'la Leibniz'e olduğu gibi, Fichte'ye, Schelling'e,
Schopenhauer'e, Hegel'e, Schleiermacher'e [-1768/1834- Alman
tanrıbilimcisi ve feylosofu. Schleiermacher Almanca'da "tül, peçe
vb... yapan" anlamına gelmektedir. Nietzsche sözcüğün bu anlamıyla
oynuyor.] de uygundur: perdeleyicidir hepsi de, başka birşey
değil): Düşünce tarihindeki ilk dürüst düşünürün doğruyu dört bin
yıllık kalpazanlıktan ötürü yargılayan düşünürün, kendileriyle
yanyana Alman düşüncesine sokulması şerefini hiçbir zaman elde
etmemeli onlar. "Alman düşüncesi" ağır havadır benim için:
Psikoloji konusunda artık içgüdü olmuş pisliklerini her
sözleriyle, her davranışlarıyla açığa vururlar; bunun yakınında
zor soluk alırım. On yedinci yüzyılda Fransızların geçtiği o
amansız öz sınavından geçmemişlerdir hiç, -bir Larochefoucauld,
bir Descartes, en önde gelen Almanlardan yüz kez daha
dürüsttürler, -Almanlardan bugüne dek bir tek psikolog
çıkmamıştır. Ama psikoloji nerdeyse ölçüdür bir ırkın temizliği ya
da pisliği için... İnsan daha temiz bile değilken, derinliği nasıl
olur? Kadın gibidir Alman, bir türlü bulamazsın dibini, -yoktur da
ondan: Hepsi bu. Ama sığ bile olmaya yetmez bunların hepsi.
-Almanya'da derin dedikleri şey, demin sözünü ettiğim o kendi
kendine karşı içgüdü pisliğinden başka birşey değildir: Kendi
kendilerini bir türlü oldukları gibi görmek istemezler. Yoksa
"Alman" sözcüğünü bu psikolojik sapıtmaya uluslararası bir
karşılık olarak önersem mi? -Örneğin bu anda Alman İmparatoru,
Afrika'daki köleleri kurtarmayı kendine bir Hıristiyanlık ödevi"
sayıyor: Biz, öbür Avrupalılar buna düpedüz "Almanlık" deriz
aramızda... Derinliği olan bir tek kitap çıkmış mıdır Almanlardan?
Bir kitapta derin olan nedir, onlarda bu kavram bile yoktur.
Kant'ı derin sayan bilginlere rastladım; korkarım, Prusya
sarayında Bay von Treitschke'yi derin sayıyorlar. Alman
profesörleriyle şu da geldi başıma: Bir yeri gelip de, Stendhal'i
derin psikolog olarak övdüğümde, bana hecelettiler adını.
IV
-Neden sonuna dek gitmeyeyim? Baştan herşey açık olsun isterim.
Göz koyduğum şeylerden biri de Almanların en üstün hor görücüsü
olmaktır. Alman kişiliğine karşı güvensizliğimi daha yirmi altı
yaşımda dile getirdim (Üçüncü çağdışı yazı, 6. bölüm), -Almanlar
çekilmez şeylerdir benim için. Tüm içgüdülerime aykırı gelen bir
tür insan düşündüğümde, ortaya hep bir Alman çıkar. Bir insanın
"ciğerini okurken", en önce baktığım şey, onda uzaklık duygusu
olup olmadığı, insanla insan arasında kat, değer, sıra ayrımı
gözetip gözetmediği, seçip seçmediğidir: Bununla gentilhomme'dur
insanoğlu, başka türlü, ne ederse etsin, o geniş yürekli, yumuşak
başlı ayaktakımı içindedir yeri. Ama ayaktakımıdır Almanlar, ah
öylesine aşağılamış olur kişi: Aynı düzeye indirir Alman... Birkaç
sanatçıyla, en başta da Richard Wagner'le alışverişimi bir yana
bırakırsam, tek iyi saat geçirmişimdir Almanlarla... Diyelim ki
binyılların en derin düşünürü Almanlar içinden çıktı; Kapitol'ün
kurtarıcıları (Kazlar. Galyalıların Kapitol'e yaptıkları bir gece
saldırısında, kazların bağırması üzerine nöbetçiler uyanmış,
saldırı da püskürtülmüştür.) cinsinden biri, kendi çirkin ruhunun
da en az o denli önemi olduğunu sanıverdi... Bu ırka
dayanamıyorum; kişi onların içinde hep kötü çevrededir, ayrımları
sezecek parmak yoktur onlarda, -ne yazık bir ayrımın ben de!
-ayaklarında incelik yoktur, yürümesini bile beceremezler... Zaten
ayak ne gezer Almanlarda; bacakları vardır onların yalnız...
Almanlar ne denli bayağı olduklarını hiç mi hiç bilmezler, ama
bayalığın son perdesidir bu, -yalnızca birer Alman olmalarından
bile utanmazlar... Her konuşmaya karışırlar, son söz
kendilerindedir sanırlar; korkarım benim üstüme bile son sözü
söylemişlerdir... Yaşamım baştanbaşa bu cümlelerin en kesin
kanıtıdır. Orada bana karşı düşünceli, ince bir davranışın izini
aramam boşunadır. Gördümse, Yahudilerden gördüm bunu, ama
Almanlardan hiçbir zaman. Böyledir benim huyum, herkese karşı
yumuşak davranırım, iyiliğini isterim herkesin, -ayrı gayrı
gözetmemeye hakkım vardır benim-: Ama gözlerimin açık olmasına da
engel değildir bu. Kimseyi ayrı tutmam, hele dostlarımı hiç mi
hiç, -umarım onlara karşı insanca davranmama bir zararı
dokunamamıştır bunun! Dört beş şey vardır, kendime hep onur sorunu
yapmışımdır.- Gene de şurası doğru ki, yıllardan beri elime geçen
hemen her mektubu bir sinizm olarak duydum: Benim iyiliğimi
istemek, bana karşı herhangi bir düşmanlıktan çok daha
sinikcedir... Dostlarımın teker teker yüzlerine söylerim,
hiçbirisi benim herhangi bir yazımı okuyup inceleme zahmetine
katlanmamıştır: İçlerinde ne yazılı olduğunu bile bilmediklerini
en küçük belirtiden çıkarırım hemen. Hele Zerdüşt'üme gelince,
dostlarımdan hangisi onda hoş görülmeyen, ama neyse ki hepten
zararsız bir kendini beğenmişlikten daha çoğunu buldu... Tam on
yıl: Almanya'da hiç kimse benim adımı, o içine gömüldüğü anlamsız
suskuya karşı savunmayı kendine dert edinmedi. Bu iş için
yeterince yürekli olan, burnu koku alabilen, sözde dostlarıma
karşı öfkeye kapılan, ilk kez bir yabancı, bir Danimarkalı oldu...
Psikologluğunu böylelikle bir kez daha gösteren Dr. Georg
Drandes'in (-1842/1927- Danimarkalı yazın tarihçisi, eleştirmeci.)
geçen bahar Kopenhag'da verdiği gibisinden dersler, hangi Alman
üniversitesinde olacak şeydir?- Ben kendi payıma hiç bunların
acısını çekmedim; beni yaralamaz zorunlu olan, amor fati benim
yaradılışımın özüdür. Ama bu benim alayı, hem de evrensel alayı
sevmediğimi göstermez. İşte bu yüzden, değerleri yenileyişin o
yakıp yıkıcı, yeryüzünü sarsıntıya boğacak yıldırımdan iki yıl
kadar önce, "Wagner Olayı"nı dünyaya uğurladım; Almanlar benim
üstüme bir kez daha yanılıp, adlarını bengi, ölümsüz kılsınlar
diye' Anca vakit var buna! -İstediğim oldu mu?- Hem de en alâ sı,
bay Cermenler! Hayranlıklarımı sunarım sizlere...
NEDEN BİR YAZGIYIM BEN
I
Başıma geleceği biliyorum. Bir gün korkunç birşeyin anısıyla
birlikte söylenecek benim adım, -yeryüzünde eşi görülmemiş bir
bunluğun, en derin bulunç çatışmasının , o güne dek inanılmış,
istenmiş, kutsallaştırılmış ne varsa, hepsine karşı yöneltilecek
bir son sözün anısıyla. İnsan değilim ben, dinamitim. Bütün
bunlara karşın, din kurucularını adırır bir yanım yok, -dinler
ayaktakımı işidir; dindar birine dokununca, ardından ellerimi
yıkamam gerektir. “İnananlar” istemiyorum; kendi kendime inanmak
için bile biraz çokça hayınım sanıyorum; yığınlara değil benim
konuşmam... Günün birinde beni ermişler katına koyacaklar diye
ödüm kopuyor: Anlıyorsunuz ya, bu kitabı önceden çıkarıyorum ki,
ilerde benim adıma ahmaklıklar yapmasınlar. Ermiş olmak istemem,
soytarı olayım daha iyi... Belki öyleyimdir de. Buna karşın, daha
doğrusu, daha doğrusu karşın değil -ermişlerden daha iyi
dolandırıcı gelmemiştir çünkü, -doğrular çıkıyor benim ağzımdan.
Ama benim doğrularım korkunçtur: Bugüne dek yalana doğru dediler
çünkü. -Tüm değerlerin yenilenmesi: İnsanlığın en yüce bir kendine
geliş eylemine -ki bende cisim bulmuş, deha olmuştur- taktığım ad
budur işte. Talihim böyle istiyor, ilk namuslu insan ben
olmalıyım, binlerce yıllık yalan dolana karşı durmalıyım
kendimi... Yalanın yalan olduğunu duyup... koklamakla, doğruyu ilk
bulan ben oldum... Burun deliklerimdedir benim dehâm. Şimdiye dek
hiç kimse benim durduğum gibi karşı durmamıştır ya, gene de
yadsıyan bir kafanın tam tersiyim ben. Şimdiye dek eşi gelmemiş
bir muştucuyum; şimdiye dek kavramı bile olmayan, öylesine yüksek
ödevler biliyorum; ancak benimle birlikte umut bağlanıyor gene.
Böylece, zorunlu olarak yıkım getirici bir adamım ben. Çünkü doğru
binlerce yıllık yalanla kavgaya tutuşunca, kimsenin aklından bile
geçirmediği depremler, sarsıntılar göreceğiz; dağ, koyak birbirine
karışacak. Siyasa kavramı o gün bir düşünceler savaşı içinde
hepten yitip gidecek; eski toplumun tüm siyasal kurumları havaya
uçacak, -çünkü yalan üstüne kurulmuş topu da. Yeryüzünde ilk
benimle başladı büyük siyasa.
II
İnsan kılığına girmiş böyle bir yazgı nasıl mı dile getirilir?
-Zerdüşt’ümde bulursunuz.
Her kim iyi ve kötü’de yaratıcı olmak ister, en önce bir yokedici
olmalı, değerleri parçalamalıdır.
En yüksek kötülük böylece en yüksek iyiliğe girer: Bunun da adına
yaratıcılık denir.
Gelmiş geçmiş insanların rahatça en korkuncuyum ben; hem de en çok
iyilik edeni olmayacağım anlamına gelmez bu. Yoketme gücümle
orantılı olarak varmışım yoketmenin tadına, -her ikisinde de,
yıkmayı olumlamadan ayrı tutmayan Dionysosca yaradılışıma
uyuyorum. İlk töresizciyim ben: En üstün yokediciyim böylelikle
de.-
III
Tam da benim, ilk töresizcinin ağzında Zerdüşt adı ne anlama
geliyor, sormadılar bana; sormalıydılar: çünkü o İranlının
tarihteki korkunç benzersizliğini yapan şey, benimkinin tam
tersidir. İyi ile kötü arasındaki kavganın, dünyanın gidişini
sağlayan asıl çark olduğunu Zerdüşt görmüştü ilk, -töre’nin gerçek
güç, neden, amaç olarak metafizik alana aktarılması onun işidir.
Ama zaten içinde saklıdır bu sorunun yanıtı. Zerdüşt bu en belalı
yanılgıyı, töreyi yaratmıştı: Onu ilk tanıyan da kendisi olmalı
dolayısıyla. Burada her düşünürden daha çok ve uzun görgüsü olması
değil yalnız -tarih baştanbaşa o “törel dünya düzeni” dedikleri
ilkenin deneysel çürütülmesidir-, daha da önemlisi, tüm
düşünürlerin en dürüstüdür Zerdüşt. Onun öğretisinde -ve yalnız
orada, dürüstlük en yüksek erdemdir, yani gerçek önünde tabanları
yağlayan “ülkücü” korkaklığının karşıtıdır; Zerdüşt öbür
düşünürlerin topundan daha yüreklidir. Doğruyu söylemek ve iyi ok
atmak, budur Pers erdemi. -Bilmem anlıyor musunuz?... Töre’nin,
dürüst olduğu için, kendi kendini yenmesi, törecinin ise tam
karşıtına -yani buna- dönüşmesi... Budur benim ağzımda Zerdüşt
adının anlamı.
IV
Aslında iki yadsıma girer töresizci sözcüğünün içine. Bir yandan,
şimdiye dek en yüksek sayılan bir insan türünü, iyileri, iyilik
isteyenleri, iyilik yapanları yadsıyorum; öte yandan, gerçek töre
diye geçerli ve egemen olan bir töreyi, décadence töresini, daha
somut deyimiyle Hıristiyan töresini yadsıyorum. Bu ikinci
yadsımayı daha önemlisi olarak saymakla yanılmış olmam; çünkü
toptan düşünülünce, iyiliğe, iyilikseverliğe verilen aşırı değer,
zaten décadence’ın sonucu, bir güçsüzlük belirtisi, gelişip
serpilen, olumlayan yaşamla bir uzlaşmazlık olarak görünüyor bana:
Olumlamak için yadsımak ve yoketmek gerektir. -İlk olarak iyi
insanın psikolojisi üzerinde duracağım. Bir insan türüne değer
biçmek için, onun sürüp gitmesi nelere maloluyor, bunu
hesaplamalıdır, -varoluş koşullarını bilmelidir onun. İyilerin
varoluş koşulu ile yalandır: Başka bir deyimle, gerçeğin aslında
ne türlü olduğunu her ne pahasına olursa olsun görmek
istememektir; oysa gerçek hep iyiliksever içgüdüleri gerektirecek,
hele o beceriksiz, iyi ellerin ikide bir kendi işine karışmasına
göz yumacak cinsten değildir: Genel olarak her türlü tehlike
durumunu bir itiraz, ortadan kaldırılması gereken birşey saymak ,
eşsiz bir bönlüktür: Bir yıkım, korkunç bir aptallıktır, -insanın
yoksullara acıdığı için kötü havayı ortadan kaldırmak istemesi
gibi aptalca nerdeyse... Bütünün büyük tutumluluğu içinde,
gerçeğin (tutkularda, isteklerde, güç isteminde) her türlü
korkunçluğu, küçük mutluluğun her türlüsünden ölçülmez derecede
daha zorunludur; bu sonuncusu içgüdü aldatmacasıyla
gerektirildiğinden, ona herhangi bir yaşam hakkı tanımak için,
üstelik hoş görür olmalı insan. Baştanbaşa tarih boyunca
iyimserliğin, o homines optimi doğurtmasının ölçülere sığmayan
ürkünç sonuçlarını kanıtlamak için büyük bir fırsat geçecek elime.
İyimserin de kötümser kadar décadent, belki daha bile zararlı
olduğunu ilk kavrayan Zerdüşt şöyle diyor: Doğruyu söylemez hiç
iyi insanlar. Yanlış kıyılar, yanlış güvenlikler öğretti iyiler
size; iyilerin yalanları içinde doğdunuz, oralara sığındınız.
Herşey ta köküne dek yalana boğuldu, eğretildi iyilerin eliyle.
Bereket versin, dünya yalnızca o koyun sürüsüne daracık bir
mutluluk sağlayacak içgüdüler göz önüne alınarak kurulmamıştır;
herkesin de “iyi insan”, sürüde koyun, mavi gözlü, iyiliksever,
“ince duygulu”, -ya da Bay Herbert Spencer’in dilediği üzre,
özgeci olmasını istemek, varlığın büyük yanını almak, insanlığı
iğdiş etmek, saçmasapan bir oyun derekesine indirmek olurdu. -Ve
bunu yapmaya da kalktılar!... Buydu işte töre dedikleri... Zerdüşt
iyilere bu anlamda kimi zaman “sonuncu insanlar”, kimi zaman da
“sonun başlangıcı” der; herşeyden önce de, onları en zararlı insan
türü sayar, çünkü hem doğrunun, hem de geleceğin sırtından
sürdürürler yaşamalarını.
İyiler. -bir şey yaratamaz onlar, sonun başlangıcıdırlar hep- yeni
levhalar üstüne yeni değerler yazanı çarmıha gererler, geleceği
kurban ederler kendileri için, tüm insan geleceğini çarmıha
gererler! İyiler-onlar sonun başlangıcıydılar hep...
Bu dünyaya kara çalanların ne denli zararı dokunsa da, zararların
en zararlısıdır iyilerin zararları.
V
Zerdüşt iyinin ilk psikologu, -dolayısıyla- kötünün de dostudur.
Décadence türü insan en yüksek değer katına yükseltilmişse, bu
yalnızca onun karşıt türünün, güçlü, yaşaması kesin insan türünün
zararına olmuştur. Sürü hayvanı en arık erdemin ışığı içinde
parıldıyorsa, o zaman ayrık insan değerce aşağılanmış, kötü
sayrılmış olmalıdır. Yalancılık her ne pahasına olursa olsun,
kendi görüş biçimini anlatmak için “doğru” sözcüğüne göz koymuşsa,
asıl doğru kişiyi en kötü adlar altında bulabiliriz yeniden.
Zerdüşt bu konuda hiç şüphe bırakmıyor: Söylediğine göre,
insanoğlu onu ürküye salmışsa, iyileri, “en iyileri” tanıdığı
içinmiş bu düpedüz; bu tiksinmeden doğmuş onun kanatları, “o uzak
geleceklere süzülmesi için” -açıkça söylüyor, onun insan örneği,
göreli bir üstinsan örneği, tam da iyilere oranla insanüstüdür;
iyiler ve doğrular onun üstinsan’ına şeytan derlerdi...
Siz, gözümün rastladığı en yüksek insanlar, budur benim sizden
kuşkum ve içimden gülüşüm: Benim üstinsanıma korkarım siz...
şeytan derdiniz!
Ruhunuz büyüklüğe öylesine yabancı ki, üstinsan korkunç gelirdi
size iyiliği içinde...
Zerdüşt’ün ne yapmak istediğini kavramak için, başka yerden değil,
buradan başlamalıdır işe: Onun tasarladığı türdün insan, gerçeği
olduğu gibi tasarlar: Buna yetecek güçtedir, -ona yabancılaşmış,
ondan kopmamıştır; onun ta kendisidir, en korkunç, en sorunsal
yanını da içinde taşır, -ve ancak böylelikle büyük olabilir
insan...
VI
-Ama töresizci sözcüğünü başka bir anlamda da kendime bir arma,
bir onur simgesi yaptım; beni insanlığın geri kalanından seçip
ayıran bu adımla övünüyorum. Şimdiye dek hiç kimse Hıristiyan
töresini kendinden aşağı duymamıştır: Bunun için bir yükseklik,
bir uzak görüşlülük, hiç duyulmamış, baş döndürücü bir psikolojik
derinlik gerekliydi. Hıristiyan töresi bugüne dek tüm düşünürlerin
Kirke’siydi, -onun hizmetindeydi hepsi de.- Bu tür ülkünün,
dünyada kara çalmanın o ağulu soluğu sızan mağaralara benden önce
var mı inen? Benden önce feylosofların arasında “yüksek
dolandırıcı”, “ülkücü” değil de, onların tam tersi, psikolog olan
biri var mıydı hiç? Psikoloji diye bir şey yoktu benden önce.
-Burada ilk olmak bir kargıştır belki de; ama kesin olarak bir
yazgıdır. Çünkü küçümseyenlerin de ilki olur insan... İnsandan
tiksinmedir benim tehlikem...
VII
Anladınız mı beni? -Geri kalan insanlıkla aramdaki sınırı çizen,
bana ayrı bir yer veren şey, Hıristiyan töresini bulmuş olmamdır.
Bu yüzden, teker teker herkese meydan okuma anlamını taşıyan bir
sözcük gerekiyordu bana. Bu konuda gözünü daha önce açmamış olmak,
bence insanlığın en büyük yüz karası, en büyük kabahatidir; içgüdü
olmuş bir kendini aldatma, hiçbir olayı, nedenselliği, gerçeği
görmemeyi kafaya koymak, yanlığa karşı gözleri kör olmak, cürmün
daniskasıdır; yaşama karşı işlenmiş bir cürümdür... Bin yıllar,
uluslar -en eskileri de, en yenileri de-, feylosoflar ve
kocakarılar, -tarihin dört beş ânı dışında, ki ben altıncısıyım-,
hepsi bu konuda birbirlerine pek yaraşırlar. Hıristiyan bugüne dek
“törel yaratık”dı, benzersiz bir antikaydı, -ve “törel yaratık”
olarak da, insanlığı en hor gören kimsenin bile aklından
geçirmeyeceği kadar saçma, yalancı, boş gururlu, düşüncesiz ve
kendine zararlıydı. Hıristiyan töresi, yalan isteminin en hayınca
biçimi, insanlığın gerçek Kirke’si: Onu doğru yoldan çıkaran. Bunu
gördüğümde tüylerimi diken diken eden şey, yanılgının kendisi
değil, onun üstün gelmesiyle açığa çıkmış o düşünce alanındaki
binlerce yıllık “iyi niyet”, kendini sıkıya sokma, yol yordam
bilme, yüreklilik eksikliği değil, -ama doğa eksikliği, o hepten
gülünç olgu, doğaya aykırılığın töre adıyla en yüksek saygıları
görmesi, yasa, kesin buyruk olarak insanlığın tepesine asılmış
olması!.. Bu ölçüde yanılmak, hem de kişi olarak, ulus olarak
değil, insanlık olarak!.. Yaşamın en başta gelen içgüdülerini
küçümsemeyi öğretmeleri; bedeni haklamak için bir “ruh” bir “tin”
uydurmaları; yaşamın temel koşulunu, cinselliği ayıp bir şey
olarak duymayı öğretmeleri; serpilip gelişmek için en derinden
zorunlu olan şeyi, o katı bencilliği -sözcüğün kendisi bile kara
çalıcı- kötülük ilkesi saymaları; tersine, çöküşün, içgüdü
çelişmesinin örnek belirtilerinde, “çıkar gözetmezlik”te, denge
yitiminde, “kişiliksizleşme”de, “yakınını sevmek”te (-yakınıma
düşkünlükte) daha yüksek değerleri -ne daha yükseği! -gerçek
değerleri görmeleri!.. Ne! İnsanlığın kendi de décadence içinde
mi? Hep öyle miydi? -Şurası kesin ki, ona yalnız décadence içinde
mi? Hep öyle miydi? -Şurası kesin ki, ona yalnız décadence
değerleri en en yüksek değerler olarak öğretildi. Bencil olmayan
töre en üstün anlamda bir çöküş töresidir; “Sizler de çöküp
gitmelisiniz”, -yalnız buyruk olsa gene iyi!.. Şimdiye dek
öğretilen biricik töre, bencil olmayan töre, bir bitme istemini
açığa vurur, derinden derine yadsır yaşamı. Burada bir tek açıp
kapı kalıyor, o da katına yükselen Hıristiyan töresinde
kendilerini başa geçirecek yolu sezen o asalak insan türünün,
papazların yozlaşmış olması... Gerçekten, benim görüşüm de bu:
İnsanlığın öğretmenleri, önderleri -ki topu da tanrıbilimciydi-
décadent’dılar hem de; tüm değerlerin yaşama düşman değerlere
dönüştürülmesi işte bu yüzden, töre işte bu yüzden... Töre’nin
tanımı: Töre, décadent’ların özel tepkisi, -yaşamdan öç alma ard
düşüncesiyle ve bunu başararak-. Bu tanıma önem veriyorum.
VIII
-Anladınız mı beni? Beş yıl önce Zerdüşt’ün ağzından söylemediğim
bir tek söz yok demin söylediklerim içinde. -Hıristiyan töresinin
açığa çıkarılması eşine rastlanmaz bir olaydır, gerçek bir
yıkımdır. Kim bu konuyu aydınlatmışsa, bir force majeure, bir
alınyazısıdır, insanlık tarihini ikiye böler: Ondan önce
yaşayanlar, ondan sonra yaşayanlar... Doğrunun yıldırımı, şimdiye
dek en yüksekte olan şeyin üzerine düştü tam: Orda neyin yanıp kül
olduğunu kavrayan kimse, elinde avucunda daha birşeyler kalmış mı,
bir de ona bakmalı. Bugüne dek “doğru” dedikleri ne varsa, yalanın
en zararlı, en kalleş, en sinsi biçimi olarak açığa çıkarılmıştır;
o kutsal “sözde neden”, insanlığı “düzeltmek”, aslında yaşamın
iliğini, kanını emecek bir hile olarak, töre bir vampirlik olarak
ortaya çıkarılmıştır. Töre’nin ne olduğunu bulan, onunla birlikte,
insanların inandığı, inanmış olduğunu bulan, onunla birlikte,
insanların inandığı, inanmış olduğu tüm değerlerin değersizliğini
de bulmuş demektir; insanlığın en çok saygı gören, giderek
ermişler katına yükseltilen örneklerinde, artık saygıya değer
hiçbir yan bulmaz, en uğursuz cinsinden sakat doğmuşlar olarak
görür onları: Uğursuzdular, büyüler çünkü... “Tanrı” kavramı,
yaşama bir karşıt kavram olarak uydurulmuş, yaşama zararlı, ağulu,
kara çalıcı, onun can düşmanı ne varsa hepsi o kavramda bir ürkünç
birlik olmuştur! “Öte yan”, “gerçek dünya” kavramları, bedeni hor
görmek, onu hasta -ermiş- yapmak, yaşamda önemsemeye değer ne
varsa, beslenme, konut, düşünce düzeni, hastalara bakma, temizlik,
hava vb. hepsinin karşısına ürkünç bir umursamazlık koymak için
uydurulmuş! Sağlık yerine “ruhun selâmeti”, yani tövbe
çırpınmaları ve kurtuluş isterisi arasında gidip gelen bir folie
circulaire “Günah” kavramı o kendinden ayrılmaz işkence aracıyla,
“özgür istem” kavramıyla birlikte, içgüdüleri sapıttırmak, onlara
karşı güvensizliği bizde ikinci bir yaradılış yapmak için
uydurulmuş! “Çıkar gözetmezlik” ve “kendini yadsıma” kavramları
yoluyla, o asıl décadence belirtisi, zararlı olana doğru eğilim,
kendine yarayanı artık bulamaz olmak kendi kendini yıkmak, gerçek
değerin ta kendisi, “ödev”, “ermişlik” insandaki “tanrısal yan”
katına yükseltilmiş! Son olarak -en korkuncu da bu- iyi insan
kavramıyla tüm zayıfların, hastaların, kusurluların, kendi
kendinden acı çekenlerin, yokolması gereken ne varsa hepsinin yanı
tutulmuş, -ayıklama yasası çarmıha gerilmiş; gururlu, yetkin,
olumlayan, geleceğe güvenen, geleceği doğrulayan insanın karşısına
bir ülkü çıkarılmış, -ona kötü denmiş bundan böyle... Töre diye
inanmışlar bunlara da!
Ecrasez I’nfâme!-
IX
-Anladınız mı beni?
-Çarmıhtakine karşı Dionysos… |
|
1
2
3
4
5 |
|
|
|
|
|
|
|