ÖNCEDEN
BELİRLEME doktrinini incelerken ilk yapmamız gereken bu kelimenin
anlamını açık bir şekilde kavramak olmalıdır. İşte bu noktada ilk
zorluklar ile karşılaşırız. Sık sık bu kelimeye yüklediğimiz anlam
inandığımız doktrinin izlerin taşımaktadır. Bu tanım
konusunda tarafsız bir kaynaktan faydalanırsak -Webster sözlüğü gibi bir
kaynak- bu tip bir önyargıdan arınmış bir anlama ulaşacağımızı
düşünmemiz doğru olacaktır. Ancak
gene de gerçeklerden kaçma şansımız yoktur (ya da ilahi takdir bu
kaçışı engellemiştir). Websters New Collegiate sözlüğündeki şu
karşılıklara bir bakalım:
Önceden
belirlenmiş: geleceği önceden belirlenmiş, daha önceden nasip
olunan; ilahi bir takdir ile evvelden mukadder kılınmış beşeri
veya ebedi bir yazgı.
Önceden
belirleme: Tanrı’nın, her şey üzerindeki ön bilgisinin sonucu
olarak, şaşmaz ve yanılmaz bir biçimde kurtuluş için seçilmiş
olanları yönlendirmesi doktrini.
Önceden
belirlemek: geleceği önceden belirleme, önceden hükmetme, karar
verme, saptama ya da ayarlama.
Noah
Webster’ın Lutheran olması gerektiğinden başka bu tanımlardan ne
öğrenebiliriz bilemem. Ancak, zor bela da olsa Önceden
Belirleme’nin, son durağımızla bir şekilde ilgisi olduğunu ve bu
son durak ile ilgili bazı şeylerin biz daha oraya varmadan önce
bizler için yapıldığını çıkartabiliyoruz. Önceden belirleme
ifadesindeki ‘önce’ kelimesi zamanı bağlayan bir kelimedir.
Webster önceden belirleme kelimesinin gideceğimiz yer ile alakalı
olduğu sonucuna varmıştır.
Seyahat
acenteme telefon açıp rezervasyon yaptırmak istediğim anda
karşılaştığım ilk soru: “Yolculuk nereye efendim?” sorusudur. Bazı
zamanlar bu soru daha da yalın bir hal alır: “Nereye
gidiyorsunuz?” Gitmek istediğimiz yer, bizim hedefimizdir.
Teolojide ise gidilecek iki yer vardır; ya Cennete gideriz ya da
Cehenneme. Her iki durumda da bu yolculuğu iptal etme olasılığımız
yoktur. Tanrı bizlere sadece bu iki son durağı vermiştir. Ya bir
ya da diğeri bizim gideceğimiz yerdir. Ölümden sonra Araf diye bir
yer daha olduğuna inanılan Roma Katolik inancında bile, bu üçüncü
yer son hedefe ulaşmadan önce aradaki bir duraktır. Onların
yolcuları uzun yoldan giderken, Protestanlar çevre yolundan
ilerlemeyi tercih etmişlerdir.
En basit formu
ile ele alırsak, önceden belirlemenin anlamı şudur: “Gideceğimiz
son yer olan Cennet ya da Cehennemden hangisine gideceğimizi Tanrı
biz daha oraya ulaşmadan önce değil, biz daha doğmadan önce
belirlemiştir. Yazgımız bizlerin elinde değil Tanrı’nın
elindedir”. Başka bir deyişle: “Sonsuzluklar, hatta biz daha
doğmadan önce, Tanrı insan ırkının bir kısmını kurtulması için ve
geri kalan kısmını da yok olması için seçmiştir.” Tanrı bir seçim
yapmıştır-bazı bireyleri sonsuzluklar boyunca sürecek bir bereket
içinde Cennette yaşamak için seçmiştir ve diğerlerini de seçmemeyi
seçmiştir, onları da günahlarının sonucu olarak Cehennemde azap
çekmek için belirlemiştir.
Bu konuya
nasıl yaklaşırsak yaklaşalım bu ifadeler kulağa sert gelir ve
kendi kendimize şu soruyu yöneltiriz, “Bizim bireysel hayatlarımız
Tanrı’nın seçimine bir etki yapmakta mıdır? Her ne kadar Tanrı
seçimini biz daha doğmadan önce yapmış olsa da, O bizim
hayatlarımız hakkındaki her şeyi biz daha doğmadan önceden
bilmektedir. Peki Tanrı seçimini yaparken bu önceden bilmenin
etkisini dikkate alarak mı seçimini yapar?” İkinci soruya
vereceğiniz cevap sizin önceden belirleme konusuna bakış açınızın
Reform bakış açısı ile uyuşup uyuşmadığını gösterecektir.
Hatırlamanız gereken bir nokta, daha önce de belirttiğimiz gibi
neredeyse bütün kiliselerin önceden belirleme hakkında şöyle ya da
böyle bir doktrine sahip olduğudur. Kiliselerin çoğunluğu,
“Tanrı’nın kararlarını biz daha doğmadan önceden aldığı” konusunda
hemfikirdir. Tüm mesele şu soruda odaklanmaktadır, “Tanrı karar
alırken bu kararını neye göre almaktadır?”
Bu soruya
cevap vermeden önce bir başka noktayı açığa kavuşturmamız
gerekmektedir. İnsanlar önceden belirleme konusunu düşünürken, bu
konuya genellikle trafik kazaları ya da benzeri olayları içeren
günlük bir perspektifle yaklaşırlar. Tanrı’nın Galatasaray’ın
Avrupa Kupasını kazanıp kazanmayacağı konusunda ne karar aldığını
ya da arabalarının üzerine düşen ağacın Tanrısal bir irade eseri
olarak mı düştüğünü merak ederler. Bazı sigorta şirketlerinin
poliçelerinde, bu gibi durumların “İlahi Takdir” olarak
sınıflandırıldığı görülmüştür.
Buna benzer
sorular genel olarak teolojinin büyük başlıklarından birisi olan
“İlahi Takdir” başlığı altında toplanmıştır. Bizim önceden
belirleme hakkındaki bu çalışmamızda odaklanacağımız nokta,
önceden belirlenmiş kurtuluş ya da lanetlenme hakkındaki büyük
soru işareti ile kısıtlanmıştır, ya da bizim deyişimizle
seçilmişlik ve lanetlenmişlik. Diğer noktalar da çok önemli ve
ilgi çekici olmalarına rağmen bu kitabın kapsam alanının dışında
kalmaktadır.
TANRI’NIN HAKİMİYETİ
Önceden
Belirleme hakkında yapılan tartışmaların bir çoğunda, insanlığın
saygınlığını ve özgürlüğünü koruma konusunda büyük bir endişe ile
karşı karşıya kalırız. Ancak Tanrı’nın hakimiyetinin can alıcı
önemini de dikkate almak durumundayız. Tanrı bir yaratık
olmamasına rağmen, O’nun en yüce saygınlığa ve en yüce özgürlüğe
sahip bir kişiliği vardır. Tanrı’nın hakimiyeti ve insan özgürlüğü
arasındaki ilişkiyi çevreleyen hassas problemlerin farkındayız
ancak aynı zamanda Tanrı’nın hakimiyeti ve Tanrı’nın özgürlüğü
arasındaki yakın ilişkiyi de fark etmemiz gerekir. Hükmedenin
özgürlüğü her zaman hükmettiklerininkinden daha büyüktür.
Tanrı’nın
hakimiyetinden bahsederken hem Tanrı’nın yetkisinden hem de
Tanrı’nın kudretinden de bahsederiz. Hakim ve Egemen olan Tanrı,
gökler ve yer arasındaki en üstün otoritedir. Diğer tüm yetkiler
O’nun otoritesinin altındadır. Evrende var olan bütün yetkiler
Tanrı’nın otoritesinden gelmiştir ve Tanrı’nın otoritesine
bağlıdır. Yetkinin diğer bütün formları ya Tanrı’nın buyruğu ile
ya da Tanrı’nın izni ile var olmaktadırlar.
Otorite
kelimesi yapısal olarak içerisinde author (yazar) kelimesini
içerir. Tanrı, üzerinde yetkisi olduğu her şeyin yazarıdır. Evreni
O yaratmıştır. Evrenin sahibi O’dur. Sahip olmasından kaynaklanan
hakları vardır. Sahibi olduğu evrene, kutsal iradesinin isteği
olan her şeyi yapabilir.
Aynı şekilde,
evrendeki tüm güçler, Tanrı’nın gücünden kaynaklanmaktadır.
Evrendeki bütün diğer güçler, O’nun gücünün astıdır. Tanrı’nın
hükmedici izni olmadan Şeytan bile tamamen güçsüzdür.
Hıristiyanlık
iki başlı bir inanç değildir. Bizler, birbirine denk iki gücün,
üstünlüğü kazanmak için kendi aralarında ebedi bir mücadelede
olduklarına inanmayız. Eğer Şeytan, Tanrı’ya eşit olsaydı, iyinin
kötüye karşı zafer kazanması için ne ümidimiz ne de güvenimiz
olurdu. İki eşit ve karşıt gücün arasındaki sonsuz mücadelenin
ortasında kalmaya mahkum olurduk.
Şeytan bir
yaratıktır. Kötü olduğu kesindir, ancak bizim kendi kötülüğümüz
gibi onun kötülüğü de Tanrı’nın hakimiyetine tabidir. Tanrı’nın
otoritesi mutlaktır; O’nun kudreti sınırsızdır. O her şeye
Egemendir.
Seminerde
çalışmakta olan bir profesör olarak görevlerimden bir tanesi de
Westminster İnanç Açıklaması’nın teolojisini öğretmektir.
Westminster İnanç Açıklaması, tarihsel Presbiteryenizmin
merkezindeki inanç metni olmuştur. Presbiteryen Kilisesinin klasik
doktrinlerini ortaya koymaktadır.
Bu seminerdeki
akşam derslerinin bir tanesinde, bir sonraki hafta inanç
açıklamasının önceden belirlemeyi içeren bölümü hakkında bir
çalışma yapacağımızı duyurdum. Akşam derslerinin halka açık
olduğunu bilen öğrencilerim ise büyük bir hevesle bu ilgi çeken
tartışmaya katılmaları için arkadaşlarını davet ettiler. Bir
sonraki hafta ders vakti geldiği zaman sınıf öğrenciler ve
misafirlerle ağzına kadar dolmuştu.
Derse
Westminster İnanç Açıklaması Bölüm III’ün giriş cümlelerini
okuyarak başladım:
Tanrı, tüm
sonsuzluktan beri kendi isteğinin en bilge ve kutsal
doğrultusunda, tüm olayların akışını değişmez bir şekilde önceden
belirlemiştir.
Bu noktada
okumayı durdurdum ve şu soruyu sordum, “Bu odada biraz önce
okuduğum cümleye inanmayan birisi var mı?” Bir kaç el havaya
yükseldi. Arkasından şu soru ile devam ettim, “Bu odada hiç ikna
olmuş bir ateist var mı?” Kimse elini havaya kaldırmadı. İşte o
anda öfkeleri uyandıracak bir ithamda bulundum: “İlk soruma elini
kaldıran her kez, ikinci sorumada elini kaldırmak zorundadır.”
Bu ifademin
hemen ardından sınıftan homurtular ve itiraz sesleri yükselmeye
başladı. Tanrı’nın tüm olayların akışını önceden belirlediğine
inanmayan birisini nasıl olurda Ateistlik ile suçlayabilirdim? Bu
ifademi protesto eden kişiler ne Tanrı’nın varlığına ne de
Hıristiyanlığa karşı idiler, onlar Kalvinizme karşı çıkıyorlardı.
Tanrı’nın tüm
olayların akışını önceden belirlediği fikrinin, Kalvinizme, hatta
Hıristiyanlığa ait bir fikir olmadığını sınıfa açıklamaya
çalıştım. Bu fikir, tek tanrılı inançların basit bir
prensibidir(-ve de gerekli bir prensibidir-)
Tanrı’nın tüm
olayların akışını bir şekilde önceden belirlemesi, O’nun
Hakimiyetinin mecburi bir sonucudur. Bu fikri kendi başına ele
alırsak, Kalvinizm’in savunması olmadığı görülür. Bu fikir,
Tanrı’nın yarattıkları üzerinde Mutlak bir Hakimiyeti olduğunun
yalın bir ifadesidir. Beyan ettiği tek gerçek budur. Tanrı her
şeyi farklı şekillerde önceden belirleyebilir. Ancak vuku bulan
her şeyin, en azından O’nun izni ile gerçeklemesi bir
mecburiyettir. Eğer O bir şeye izin verirse, demek ki bu şeyin
gerçekleşmesine izin vermeyi kararlaştırmıştır. Eğer O bir şeyin
gerçekleşmesine izin vermeyi kararlaştırmış ise o zaman mantık
çerçevesinde bu gerçekleşecek şeyi önceden belirlemiş olmaktadır.
Tanrı’nın bu dünya daki her hangi bir şeyin gerçekleşmesini
durduramayacağını hangi Hıristiyan iddia edebilir? Eğer Tanrı
isterse, tüm evreni durduracak kudrete sahiptir.
Tanrı’nın tüm
olayların akışını önceden belirlediğini söylemek demek basit bir
şekilde, Tanrı’nın yarattıkları üzerinde mutlak bir hakimiyeti
olduğunu söylemek demektir. Eğer her hangi bir şey kendisine
egemen olandan bağımsız bir şekilde gerçekleşirse bu durum hakim
olanın egemenliğini bozmuş olur. Eğer Tanrı bir şeyin
gerçekleşmesini reddeder ve bu şey gene de gerçekleşirse, bu
durumda bu şeyin gerçekleşmesine sebep olan her ne ise, bu şeyin
Tanrı’dan daha büyük bir yetkisi ve kudreti vardır. Eğer Tanrı’nın
hakimiyetinin dışında kalan her hangi bir yaratılış var ise bu
durumda Tanrı her şeye egemen olan değildir. Eğer Tanrı, her şeye
egemen olan değil ise bu durumda Tanrı’da değildir.
Eğer evrende
kendi başına hareket eden, Tanrı’nın hakimiyetinden tamamen özgür
tek bir bağımsız molekül olsaydı bile, Tanrı’nın en ufak bir
vaadinin gerçekleşeceğine dair hiç bir garantimiz olamazdı. Bu bir
adet bağımsız molekül, Tanrı’nın bizler için yaptığı ve bizlere
vaat ettiği bütün muhteşem ve görkemli planları alt üst
edebilirdi. Eğer Oliver Cromwell’in böbreğindeki bir kum taneciği
İngiliz tarihinin akışını değiştirebiliyor ise, bahsettiğimiz
bağımsız molekülde kurtuluş tarihinin akışını değiştirebilirdi.
Belki de bu bir adet bağımsız molekül, Mesih’in geri gelmesini
engelleyecek sebep olabilirdi.
Hepimizin
bildiği bir hikaye vardır: bir mıh bir nal kaybettirir, bir nal
bir at kaybettirir, bir at bir süvari kaybettirir ve bir süvari
ise bir savaş kaybettirir. Bir mıh bir savaşı
kaybettirebilmektedir. Kendi döneminin en müthiş araba
yarışçılarından birisi olan Bill Vukovich’in Indianapolis 500
yarışmalarında bir kazada canını vermiş olmasını her
hatırladığımda üzülürüm. Kazanın sebebi ise, 10 centlik bir
kopilyadaki yalıtım hatası olmuştur.
Bill
Vukovich’in yarış arabaları üzerinde inanılmaz bir hakimiyeti
vardır. Müthiş bir sürücüdür. Fakat, her şeye egemen değildir. 10
cent değerindeki bir parçaya hakim olmamasından dolayı canını
vermiştir. Tanrı, 10 centlik bir kopilyanın, planlarını alt üst
etmesi hakkında endişe etmez. Etrafımızda bağımsız olarak hareket
eden bir tane bile bağımsız molekül yoktur. Tanrı her şeye hakim
ve egemendir. Tanrı, Tanrı’dır.
Öğrencilerim,
tanrısal hakimiyetin Kalvinizme özgü hatta Hıristiyanlığa özgü bir
konu olmadığını anlamaya başladılar. Hakimiyeti olmayan bir Tanrı,
Tanrı olamaz. Eğer tanrısal bir hakimiyeti reddedeceksek aynı
zamanda ateizmi kucaklamamız gerekmektedir. Bu hepimizin
karşısında dikilen bir sorundur. Tanrı’nın hakimiyetine sımsıkı
sarılmamız şarttır. Ancak bunu insan özgürlüğünü yok etmeyecek bir
şekilde yapmamız gerekmektedir.
Bu noktada
sizlere akşam sınıfındaki öğrencilerim ile yaptığımı yapmalı yani
Westminster İnanç Açıklamasındaki ifadenin tümünü okumalıyım. Bu
maddenin devamı şöyledir:
Tanrı, tüm
sonsuzluktan beri kendi isteğinin en bilge ve kutsal
doğrultusunda, tüm olayların akışını değişmez bir şekilde önceden
belirlemiş olmasına rağmen, ne günahın yazarıdır, ne şiddet
(davranışları) yaratıkların istemine zorlanır, ne de ikincil
sonuçların doğallığı ve bağımlılığı ortadan kaldırılır fakat
tersine o şekilde olmaları kesinleştirilir. İnanç Açıklamasında
dikkat etmeniz gereken husus, Tanrı’nın her şey üzerindeki
hakimiyeti belirtilirken aynı zamanda Tanrı’nın kötülük
yapmayacağı ya da insan özgürlüğünü yok etmeyeceği de
vurgulanmaktadır. İnsan özgürlüğü ve şeytanda Tanrı’nın
egemenliğinin altında bulunmaktadır.
TANRI’NIN HAKİMİYETİ VE KÖTÜLÜK SORUNU
Şüphesiz
cevaplaması en zor soru olsa gerek; tamamen Kutsal, Hakim ve
Egemen olan Tanrı’nın var olduğu bir durumda şeytan nasıl var
olabilir? Korkarım bir çok Hıristiyan bu problemin derin
ciddiyetini fark etmemektedir. Şüpheciler (Septikler) bu konuya
“Hıristiyanlığın Aşil Kirişi” ismini vermişlerdir.
Bu dikenli
problemin acısını ilk çektiğim anı çok iyi bir şekilde
hatırlıyorum. Üniversitede birinci sınıfta okuyan bir öğrenci idim
ve sadece birkaç hafta önce iman etmiş bir Hıristiyan’dım. Erkek
yurdunun salonunda Ping-Pong oynuyordum, tam topa vururken aklıma
gelen şu soru ile irkildim,
Eğer Tanrı
tamamen adil ise, Şeytan’ın da içinde var olduğu bir evreni nasıl
yaratabilir {syf 29}? Eğer her şey Tanrı’dan geliyor ise, o zaman
şeytan da O’ndan gelmiyor mudur?
Şu an olduğu
gibi kötülüğün, Tanrı’nın hakimiyeti için bir sorun olduğunu fark
ettim. Tanrı’nın hakimiyetine rağmen kötülük nasıl var olmuştur?
Eğer öyle ise, Tanrı tamamen egemen değildir. Eğer öyle değil ise,
kötülüğün Tanrı tarafından önceden belirlendiği sonucunu kabul
etmemiz gerekmektedir.
Yıllar boyunca
teologların ve filozofların çalışmalarına gömülüp bu sorunun
çözümünü aradım durdum. Bu problemi çözmek için atılmış zekice
adımları keşfetmeme rağmen ne yazık ki tatminkar bir cevaba
ulaşamadım.
Bu ikileme
için ortaya sunulan en bilinen çözüm ise, insanın özgür iradesine
yapılan basit atıflardır. Şu tip ifadeleri duymuşsunuzdur,
“Kötülük, insanın özgür iradesi sonucu dünyaya gelmiştir. Günahın
yaratıcısı insandır, Tanrı değil.”
Tabi ki bu
ifade Kutsal Kitap’ta ki günahın orijini ile ilgili olarak
anlatılanlar ile uyuşmaktadır. İnsanın özgür bir irade ile
yaratıldığını ve günah işlemeyi özgürce seçtiğini biliyoruz.
Günaha düşen Tanrı değildi, insandı. Buna rağmen yine de insanın
aklını meşgul eden bir soru vardır. İnsanın günaha olan en ufak
eğiliminin bile kaynağı ne olmuştur? Eğer insan günahı arzular bir
şekilde yaratılmış ise Yaratıcının güvenilirliğine bir gölge
düşmüş demektir. Eğer insan günahı arzulamaz bir şekilde
yaratılmış ise o zaman sormamız gereken soru bu arzunun nereden
geldiğidir.
Günahın gizemi
bizlerin özgür iradeden, insanın yaratılış esnasında ki durumundan
ve Tanrı’nın hakimiyetinden ne anladığımız ile yakın bir bağlam
içerisindedir. Özgür irade bizlerin önceden belirleme anlayışımız
için hayati bir önem taşımaktadır, bu yüzden bu kitabın bir bölümü
sadece bu konuya ayrılmıştır. Bu noktada çalışmamızı ilk günah
konusu ile sınırlamak durumundayız.
Adem ve Havva
günaha nasıl düşmüşlerdir? İkisi de iyi olarak yaratılmışlardır.
Bu sorunlara çözüm olarak Şeytanın ustalığını öne sürebiliriz.
Şeytan onları aldatmıştır. Onları yasak meyveden yemeleri için
kandırmıştır. Yılanın, ilk ebeveynlerimizi halis ve eksiksiz bir
şekilde kandıracak kadar kurnaz olduğunu var sayabiliriz.
Bu cevap,
birkaç meseleden dolayı yetersiz kalmaktadır. Eğer Adem ve Havva
ne yaptıklarını fark etmediler ise ve eğer gerçekten tamamen
kandırıldılar ise o zaman bu günah tamamen Şeytan’a ait bir günah
olurdu. Ancak Kutsal Kitap, yılanın kurnazlığına rağmen Tanrı’nın
emrine karşı çıkar bir şekilde konuştuğunu açık ve net olarak
göstermektedir. Adem ve Havva, Tanrı’nın bu konudaki yasaklamasını
ve uyarısını açıkça duymuşlardır. Aynı zamanda Şeytan’ın, Tanrı
ile çeliştiğini de duymuşlardır. Verdikleri karar önlerinde açıkça
bir şekilde durmakta idi. Kendilerini haklı çıkartmak için
Şeytan’ın kurnazlığını bahane edemezlerdi.
Eğer Şeytan
Adem ve Havva’yı hem kandırmış hem de günaha düşmeye zorlamış
olsaydı bile içinde olduğumuz ikilemden gene kurtulamazdık. Eğer,
haklı olarak, “bizi buna şeytan zorladı deselerdi,” bile şeytanın
günahının sorunu ile karşı karşıya kalırdık. Şeytan nereden
gelmiştir? İyi olmaktan nasıl oldu da düşmeyi başarmıştır? İster
insanın düşüşü ister Şeytanın düşüşü hakkında konuşalım, her iki
durumda da iyi yaratıkların kötü olması problemi ile karşı karşıya
kalırız.
Bir kez daha
bu problemlerin en “kolay” açıklaması olan, kötülüğün yaratıkların
özgür iradesinden doğduğunu duyarız. Özgür irade güzel bir şeydir.
Tanrı’nın bizlere özgür irade vermiş olması, O’nu suçlu çıkartmaz.
Yaratılış esnasında insanlara günah işleme ve işlememe kabiliyeti
verilmiştir. İnsan günah işlemeyi tercih etmiştir. Sorumuz şudur,
“Neden?”
Bu yazının
içinde problemin kendisi bulunmaktadır. Bir insanın günah
işleyebilmesi için öncelikle bu günahı işlemek için bir arzusu
olması gerekmektedir. Kutsal Kitap bizlere kötü işlerin, kötü
arzulardan kaynaklandığını ifade etmektedir. Ancak kötü bir
arzunun varlığı zaten kendi başına bir günahtır. Bizler günah
işleriz çünkü bizler günahkarlarız. Günahkar bir doğa ile dünyaya
geldik. Bizler düşmüş yaratıklarız. Ancak Adem ve Havva düşmüş
yaratıklar olarak yaratılmamışlardır. Doğalarında günah yoktu.
Onlar özgür iradeye sahip iyi yaratıklardı. Ancak buna rağmen
günah işlemeyi tercih ettiler. Niçin? Bilemiyorum. Şu ana kadar da
bilen birisini bulamadım.
Bu acı veren
probleme rağmen, Tanrı’nın günahın yaratıcısı olmadığına inanmamız
gerekmektedir. Kutsal Kitap, tüm sorularımıza cevaplar
sunmamaktadır. Kutsal Kitap, Tanrı’nın doğasını ve karakterini
açıklamaktadır. Kesinlikle düşünülmemesi gereken bir şey varsa o
da Tanrı’nın günahı yarattığı ya da günahkar olduğudur.
Bu bölümün
konusu, Tanrı’nın hakimiyetidir. Karşımızda dikilen soru ise
insanın günahı gerçeği ile Tanrı’nın hakimiyetinin nasıl bir
ilişkisi vardır? Tanrı’nın tüm olayların akışını önceden
belirlediği bir gerçektir, bu durumda mantıksal olarak şüphe
duyamayacağımız bir diğer gerçek ise Tanrı’nın dünyaya günahın
girmesini de önceden belirlediğidir. Bunu anlamı Tanrı’nın bunu
gerçekleşmesini zorladığı ya da kötülüğü yarattıklarına empoze
ettiği değildir. Tüm bunların anlamı, Tanrı’nın bütün bunların
gerçekleşmesine izin vermiş olması gerektiğidir. Eğer Tanrı egemen
olan ve bunların gerçekleşmesine izin vermemiş olsaydı o zaman
bunlar gerçekleşmezdi, eğer buna rağmen gerçekleşirse de bu
durumda egemen olan olmazdı.
Tanrı’nın her
şeye egemen olduğunu biliyoruz çünkü Tanrı’nın Tanrı olduğunu
biliyoruz. Bu yüzden Tanrı’nın günahın varlığını önceden
belirlediği sonucuna varmamız gerekir. Başka varabileceğimiz
sonuç var mıdır? Tanrı’nın dünyaya günahın girmesine izin verme
kararının iyi bir karar olduğu sonucuna varmamız gerekmektedir.
Burada kastettiğimiz, günahın iyi bir şey olduğu değil, sadece
Tanrı’nın kötü olan günahı işlememize izin vermiş olmasının iyi
bir şey olduğudur. Tanrı’nın kötülüğe izin vermesi iyi bir şeydir
ancak O’nun izin verdiği kötülüğün kendisi kötüdür. Tüm bunlar ile
Tanrı’nın alakası tamamen adaletlidir. Bizlerin günah ile olan
ilişkimiz ise kötüdür. Tanrı’nın bizlerin günah işlemeye olanaklı
kılması gerçeği, bizleri günahın sorumluluğundan maruz
bırakmamaktadır.
Sık sık
karşılaştığımız itirazların bir tanesi de, eğer Tanrı önceden
bizim günah işleyeceğimizi bilmekte ise neden ilk başta bizi
yarattığı sorusudur. David Hume bu problemi şöyle ifade etmiştir:
“Eğer Tanrı bizlerin günah işleyeceğini bilmekte ancak bunu
durduramamakta ise bu durumda Tanrı ne gücü sınırsız olan ne de
her şeye hakim olandır. Eğer Tanrı bunu durdurabilme gücüne sahip
olduğu halde ancak durdurmamayı tercih ediyorsa, bu durumda O ne
seven bir Tanrı’dır ne de iyi olandır.” Bu yaklaşım sonucunda, ne
tür bir cevap verirsek verelim, Tanrı kötü olarak
gösterilmektedir.
Tanrı’nın,
insanın günaha düşeceğini önceden bildiğini kabul etmek
zorundayız. Aynı zamanda kabul etmememiz gereken bir gerçekte
Tanrı’nın bunu durdurmak için müdahale edebilme ya da hiç birimizi
yaratmamayı tercih edebilme kudretinin olduğudur. Tüm bu varsayıma
dayalı olasılıkları kabul etmekteyiz. Sonuç olarak bildiğimiz şey,
Tanrı’nın bizlerin günaha düşeceğini bildiği; ancak buna rağmen
bizi yarattığıdır. Neden bu O’nun bizi seven bir Tanrı olmadığı
anlamına gelsin ki? Aynı şekilde Tanrı önceden, bu düşmüş
yaratıkları için, O’nun adaletini mükemmel bir şekilde beyan eden,
sevgisini ve merhametini en mükemmel bir şekilde ifade eden bir
kurtuluş planını tamamlayacağını da bilmekteydi. Halkının, ya da
Kutsal Kitab’ın isimlendirdiği gibi “seçilmiş” olanların,
kurtuluşunu önceden belirlemesi tamamen Tanrı’nın sevgisinden
kaynaklanmaktadır.
Problem
olanlar ise seçilmemiş olanlardır. Eğer bazı kişiler kurtuluş için
seçilmemişler ise Tanrı, onlara karşı hiç de sevgi dolu gibi
gözükmemektedir. Onlar için hiç doğmamış olmak Tanrı sevgisinin
daha iyi bir ifadesi olmaktadır.
Belki onlar
için durum böyle olabilirdi ancak gerçekten çok zor bir soru olan
şu soruyu sorma durumundayız: Adaletli bir Tanrı’nın, kendisinden
nefret eden, devamlı bir şekilde Kendisinin ilahi otoritesine ve
kutsallığına karşı isyan eden bir yaratığa sevgi göstermesi için
bir mecburiyeti var mıdır? Bir filozofun ileri sürdüğü itiraza
göre ise “Tanrı’nın günahkar yaratıklarına karşı sevgi borcu
vardır.” Bu durumda tam olarak ifade edilmeyen tez, Tanrı’nın
günahkarlara karşı lütufkar olma mecburiyeti olduğudur. Ancak
filozofun atladığı nokta şudur: Eğer lütuf mecburi olursa, buna
daha fazla lütuf denemez. Lütfun en önemli özelliği hakkedilmemiş
olmasıdır. Tanrı her zaman merhamet göstereceği kişilere merhamet
gösterme hakkını kendisinde saklar. Tanrı’nın belki insanlara
adalet borcu olabilir ama asla merhamet borcu olamaz.
Bu
problemlerin, egemen olan bir Tanrı’ya inanan tüm Hıristiyanların
karşısına çıkacağına bir kez daha işaret etmek çok önemlidir. Bu
sorular sadece önceden belirlemeye dair belli bir görüşe ait
sorular değildir.
İnsanlar,
Tanrı’nın bütün günahkarlar için bir kurtuluş yolu sunacak kadar
sevgi dolu olduğunu öne sürerler. Kalvinizm ise kurtuluşu sadece
seçilmişlerle sınırladığı için sanki daha az seven bir Tanrı’ya
inanıyormuş gibi görünmektedir. En azından yüzeysel olarak
bakarsak Kalvinist olmayan bir görüş, Kalvinist olan görüşe göre
insana daha fazla kurtuluş imkanı sağlıyor gibi gözükmektedir.
Bir kez daha
bu sorunun cevabı ileri bölümlerde derinlemesine açıklanacak olan
konularla daha çok aydınlanacaktır. Şu an için yalın bir ifade ile
özetlemem gerekirse, eğer günaha düşenlerin kurtuluşu için
verilecek son karar, günaha düşenlerin ellerine bırakılsaydı, bir
kişinin bile kurtulacağına olan ümidimizi yitirirdik.
Her şeye
egemen olan Tanrı ile günaha düşmüş bir dünya arasındaki ilişkiyi
düşündüğümüz zaman temel olarak dört opsiyonla karşı karşıya
kalırız:
1)
Tanrı, hiç kimseye kurtuluş için fırsat vermemeye karar verebilir.
2) Tanrı, herkese kurtuluş için fırsat sunabilir.
3) Tanrı, dolaysız bir şekilde müdahale ederek bütün
insanların kurtulmasını güvence altına alabilir.
4) Tanrı, dolaysız bir şekilde müdahale ederek bazı
insanların kurtulmasını güvence altına alabilir.
Hıristiyanların çoğunluğu anında birinci olasılığın üzerini
çizeceklerdir. Birçok Hıristiyan'da üçüncü olasılığın üzerini
çizeceklerdir. Karşımızdaki problem, Tanrı’nın herkesi değil
bazılarını kurtarmasıdır. Kalvinizm, dördüncü olasılığı kabul
etmektedir. Önceden belirleme konusundaki Kalvinist görüş
Tanrı’nın aktif bir şekilde seçilmişlerin kurtuluşlarının güvence
altında olması için hayatlarına müdahale ettiğini öğretir. Tabi ki
geri kalan insanlarda Mesih’e davet edilirler ve eğer isterlerse
kurtuluş için bir “fırsata” sahiptirler. (Tittus 2:11) Ancak
Kalvinizm Tanrı’nın müdahalesi olmadan kimsenin Mesih’i
isteyemeyeceğine inanmaktadır. (Efesliler 1:4-5) Eğer kendilerine
bırakılsaydı, hiç kimse, hiçbir zaman Mesih’i seçemezdi.
İşte
tartışmaların koptuğu nokta tam olarak bu noktadır. Reformcu
olmayanların önceden belirleme hakkındaki görüşleri, her düşen
insanda Mesih’i seçme kapasitesinin mevcut olduğu inancını
içermektedir. Bu görüşe göre insanlar, Kalvinizmin inandığı gibi
Tanrı’nın müdahalesine ihtiyaç duyacak kadar düşmemişlerdir.
Reformcu olmayan görüşler insanların ebedi yazgılarının hükmünü,
insanların ellerine bırakmaktadır. Bu görüşlere göre en iyi
olasılık iki numaralı yani Tanrı’nın herkese kurtuluş için fırsat
sunduğu olasılığıdır. Ancak nedense bu fırsatlar çok adaletli
değildir ne de olsa milyarlarca insan İncil’i duymadan ölmüştür ve
ölmektedirler.
Reformcu
görüşe sahip olmayan bir insan, kurtuluşu Tanrı’nın seçmiş
oldukları ile sınırladığı için dördüncü olasılığa itiraz eder.
Reformcu görüşe sahip olan bir insan ise ikinci olasılığı herkesi
kurtaracak kadar sunulmadığı için reddeder. Kalvinist görüşe sahip
olan bir insan Tanrı’nın düşen insan ırkı için dördüncü
olasılıkta, ikinci olasılığa göre çok daha fazlasını yaptığına
inanır. Kalvinist görüşe sahip olmayan bir insan ise tam zıttını
görür. Bu kişiye göre her ne kadar hiç kimsenin kurtuluşunu
güvence altına alacak bir kudrete sahip olmasa da, evrensel bir
fırsat verilmesi sadece seçilmişlerin kurtuluşunun güvence altında
olmasından daha iyidir.
Kalvinist
görüşe sahip olan bir insan için en kötü problem ise üç ve dört
nolu olasılıklar arasındaki ilişkidir. Eğer Tanrı bazı insanların
kurtuluşunu güvence altına almayı seçebiliyor ve seçiyor ise neden
bütün herkesin kurtuluşunu güvence altına almamaktadır?
Bu soruyu
cevaplamaya çalışmadan önce belirtmem gereken nokta bu problemin
sadece Kalvinistlerin değil tüm Hıristiyanların karşısında tüm
ağırlığı ile durduğudur. Her Hıristiyan da bu problemin ağırlığını
hissetmelidir. İlk karşılaştığımız soru şudur, “Tanrı’nın herkesin
kurtuluşunu güvence altına almaya kudreti var mıdır?” Şüphesiz
Tanrı her katı yürekli günahkarın yüreğini değiştirebilecek ve bu
günahkar kişiyi kendisine çekebilecek kudrete sahiptir. Eğer bu
kudrete sahip olmasaydı, o zaman Her Şeye Hakim Olan da olamazdı.
Eğer bu kudrete sahip ise, neden bu kudretini herkes için
kullanmamaktadır?
Reformcu
olmayan düşünür genellikle, Tanrı’nın kudretini isteksiz insanlar
üzerine empoze etmesini insanın özgürlüğüne bir müdahale olarak
görür. Bir insanın özgürlüğüne müdahale etmek ise günahtır. Tanrı
günah işleyemeyeceğine göre isteksiz günahkarlar üzerine tek
taraflı bir şekilde kurtuluş lütfunu empoze edemez. İsteksiz olan
bir günahkarı istekli yapmak, bu günahkarın özgürlüğüne
müdahaledir. Kısaca ileri sürülen fikir şunu ifade etmektedir:
Tanrı, Müjdenin lütfunu sunarak, bir günahkarın kurtulması için
elinden geleni yapmış olur. İnsana baskı yapacak mutlak güce
sahiptir ancak bu gücün kullanımı Tanrı’nın adaletliliğine karşı
bir davranış olur.
Bu düşünüş
cehennemdeki günahkarın içini ferahlatmamaktadır. Cehennemdeki
günahkar haklı olarak şu soruyu sorar, “Tanrım, eğer beni
gerçekten sevdiysen, niçin bana inanmam için baskı yapmadın?
Sonsuz gazabın varolduğu bu yerde olmaktansa özgür irademe
müdahale etmiş olmanı yeğlerdim.” Eğer gerçektende Tanrı’nın
insanın özgür iradesine kendisini empoze etmesi kötü olsaydı bile,
lanetlilerin bu yakarışları Tanrı’nın adalet anlayışını
belirlemezdi. Kalvinist düşüncede olan birisinin yönelteceği soru
ise şöyledir, “Tanrı’nın günahkar bir kişinin yüreğinde iman
oluşturmasının ne gibi bir kötü yanı olabilir ki?”
Tanrı,
günahkar bir kişiye ne yapacağı konusunda bu kişinin iznini almak
zorunda değildir. Günahkar kişi ne doğacağı ülkeyi, ne
ebeveynlerini seçmiştir bunlardan öte, doğup doğmamayı bile
seçememiştir. Aynı şekilde günahkar olan bir kişi günaha düşkün
bir doğa ile doğmayı da seçmemiştir. Bunların hepsi Tanrı’nın her
şeye egemen olan kudretinden gelen kararlarıdır. Eğer Tanrı, bir
günahkarın sonsuz istikametini etkileyecek bu kararları alıyor ise
bir adım daha öteye gidip bu kişinin kurtuluşunu güvence altına
almasında ne gibi bir kötülük vardır? Yeremya, Tanrı’ya, “Bana
üstün geldin, beni yendin” (Yer. 20:7) diyerek ağlarken ne demek
istemiş olabilir? Kesin olan bir şey, Yeremya’nın Tanrı’ya
kendisine üstün gelmesi için yalvarmadığıdır.
Niçin Tanrı
sadece bazı kişileri kurtarmaktadır? Eğer Tanrı insanların özgür
iradelerine müdahale ederek onları kurtarabiliyorsa, niçin
herkesin özgür iradelerine müdahale ederek onları kurtuluşa
getirmemektedir? Gibi sorular hala daha karşımızda dim dik
durmaktadır. (Bu yazıda müdahale kelimesinin kullanılmasının
sebebi benim kötü bir müdahale olduğuna olan inancım değil,
Kalvinist olmayan kişilerin bu kelimenin kullanımında ısrar
etmesidir.)
Bu soruya ise
verebileceğim tek cevap bilmiyorum olacaktır. Tanrı’nın neden bazı
kişileri kurtarıp bazılarını kurtarmadığı hakkında bir fikrim yok.
Bir an için bile olsun Tanrı’nın herkesi kurtaracak kudrete sahip
olmadığını düşünmem ancak herkesi kurtarmak için seçmediğini
bilirim. Bunun neden böyle olduğunu ise bilmiyorum.
Ancak emin
olduğum bir şey vardır. Eğer bazı kişileri kurtarıp, diğerlerini
kurtarmamak Tanrı’yı hoşnut ediyor ise, bu durumun hiçbir kötü
yanı yoktur. Tanrı’nı herkesi kurtarmak gibi bir mecburiyeti
yoktur. Eğer bazı kişileri kurtarmayı tercih ediyorsa, bu O’nu
diğerlerini de kurtarma yükü altında bırakmaz. Kutsal Kitap
defalarca, Tanrı’nın merhamet göstereceğine merhamet göstermek
gibi bir Tanrısal imtiyazı olduğunu belirtir. (Romalılar 9:15
Çıkış 33:19)
Kalvinist kişi
bu noktada “Bu haksızlık!” itiraz ve çığlıklarını duyar. Ancak
burada haklılıktan kast edilen nedir? Eğer haklılıktan kast
ettiğimiz eşitlik ise tabi ki bu itirazlar yerinde ve doğrudur.
Tanrı tüm insanlara eşit davranmaz. Kutsal Kitap’ta bundan daha
açık başka bir konu yoktur. Tanrı, Musa’ya Hammurabi’ye gözüktüğü
gibi gözükmemiştir. Tanrı, Pers ülkesini İsrail’i bereketlediği
gibi bereketlememiştir. Mesih kendisini Pilatus’a, Şam yolundaki
Pavlus’a beyan ettiği gibi beyan etmemiştir. Kısaca Tanrı tarih
boyunca bütün insanlara aynı davranış üslubu ile yaklaşmamıştır.
Bu çok açık olan bir gerçektir.
Büyük bir
olasılıkla bu itirazlarda “haklılık” olarak kast edilen şey
“adalettir.” Tanrı’nın bazı kişileri merhametini alması için
seçerken diğerlerini bunun faydalarından uzak tutması adaletsiz
gibi gözükmektedir. Bu problem ile başa çıkabilmek için biraz
sınırlı ama çok önemli olarak düşünmemiz gerekir. İlk olarak
Tanrı’nın gözünde tüm insanların günahlarından dolayı suçlu
olduğunu kabul edelim. Tüm insanlığın kitleler halinde, günah
yüzünden suçlu bir şekilde beklerken her şeye egemen olan Tanrı bu
insanlardan bazılarına merhamet göstermeye karar vermektedir. Peki
diğerleri ne elde eder? Onlarda adalet alır. Kurtulmuş olanlar
merhameti ve kurtulmamış olanlar ise adaleti elde eder. Böylece
hiç kimse haksızlığa uğramaz. (Tanrı’nın Adaleti ile ilgili kısa
bir açıklama; Tanrı’yı Tanımak: Sf. 123-133, Prof. Dr. J.I. Packer)
Adaletsiz olan içine adaletli olanın kategorisinde bulunmayan her
şeyi almak durumundadır. Adaletsiz bölümünde iki adet alt-konsept
ile karşılaşırız; merhamet ve haksızlık. Merhamet, adaletsizliğin
güzel bir unsuru iken, haksızlık adaletsizliğin barındırdığı kötü
bir unsurdur. Kurtuluş planında Tanrı kötü hiçbir şey yapmaz.
Hiçbir adaletsiz davranışta bulunmaz. Bazı kişilere merhamet
sunulurken diğerleri hakkettikleri adalet ile karşılaşırlar.
Tekrar belirtmemiz gerekirse bir kişiye merhametin lütfedilmesi
diğerlerine de bunun sunulmasını mecburi kılmaz. Tanrı merhametini
sunma yetkisini kendisinde saklamıştır.
Bir insan
olarak Tanrı’nın herkese eşit olarak merhametini sunmasını tercih
edebilirim ancak bunu talep edemem. Eğer Tanrı kurtarıcı
merhametini bütün insanlığa dağıtmaktan hoşnut olmuyor ise benim,
O’nun kutsal ve adaletli kararına boyun eğmem gerekir. Tanrı’nın
günahkarlara karşı asla, asla, asla merhametli olmak gibi bir
mecburiyeti yoktur. Ancak bizlerin, Tanrı’nın lütfunu tam olarak
kavrayabilmemiz için bu noktayı çok iyi anlamaya mecburiyetimiz
vardır.
Gerçek sorumuz
ise, “Niçin Tanrı herkese karşı merhametli olma eğilimindedir”
sorusudur. O’nun merhameti hakkedilmese de O, seçtiklerine bu
merhametini karşılıksız olarak vermektedir. Merhametini Esav’a,
Yakup’a verdiği gibi vermemiştir. Yahuda İskariyot’a, Petrus’a
verdiği gibi vermemiştir. Tanrı’yı hem merhameti hem de
adaletinden dolayı yüceltmeyi öğrenmemiz gerekmektedir. Adaletini
uyguladığı zaman yanlış bir şey yapmamaktadır. Adaletini
doğruluğundan dolayı uygulamaktadır.
TANRI’NIN HAKİMİYETİ VE İNSAN ÖZGÜRLÜĞÜ
Her
Hıristiyan, büyük bir memnuniyet ile Tanrı’nın her şeye egemen
olduğuna inanır. Tanrı’nın hakimiyeti bizler için bir huzur ve
rahatlık kaynağıdır. Bu hakimiyet bizlere, Tanrı’nın vaat
ettiklerinin gerçekleşeceğine dair sağlam bir güvencedir. Ancak
Tanrı’nın hakimiyetinin çıplak gerçeği bir büyük soru işaretinin
daha ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Tanrı’nın hakimiyeti ile
insan özgürlüğü, birbiri ile nasıl bağdaşır?
Tanrı’nın
hakimiyeti ve insan özgürlüğü sorusu ile karşılaştığımızda
karşımıza, “ya savaş ya da kaç” ikilemi çıkmaktadır. Mantıksal bir
çözüm bulmak için didinip durabilir ya da bu konu karşımıza
çıktığı zaman o mekandan en hızlı şekilde uzaklaşabilirisiniz.
Bir çok kişi
bu konudan uzak durmaya çalışmıştır. Bu konudan kaçışın değişik
güzergahları mevcuttur. En bilineni ise, Tanrı’nın hakimiyeti ve
insan özgürlüğünün çeliştiğini belirtmek ve bu konuyu bu şekilde
kabul etme eğiliminde olduğumuzu belirtmektedir. Bu konuyu
anlayabilmek ve karışan kafalarımızı sakinleştirebilmek için
çeşitli benzetmeler kullanırız.
Bir üniversite
öğrencisi iken duyduğum iki benzetme, aynen aspirin gibi bana
geçici bir rahatlama vermişti:
Benzetme 1-
“Tanrı’nın hakimiyeti ve insan özgürlüğü sonsuzlukta birbirine
kavuşan paralel çizgilerdir.”
Benzetme 2-
“Tanrı’nın hakimiyeti ve insan özgürlüğü kuyuya sarkıtılmış iki
halat gibidir. Kuyunun tepesinde birbirinden ayrı duran bu
halatlar, kuyunun karanlık derinliklerinde birbirleri ile
birleşmektedirler.”
Bu
benzetmeleri ilk duyduğumda çok rahatlamıştım. Cümleler yalın
gözükse de, aslında derin ve etkileyici gibiydiler. Sonsuzlukta
birbirine kavuşan iki paralel çizgi fikri beni tatmin etmişe
benziyordu. Artık elimde, Tanrı’nın hakimiyeti ve insan özgürlüğü
arasındaki ilişki sorulduğu zaman verebileceğim zekice bir
benzetme vardı.
Ancak bu
rahatlama dönemi geçici olmuştu. Kısa bir süre sonra daha güçlü
bir aspirine ihtiyacım olduğunu keşfettim. Bu rahatsız edici soru
kafamdan uzaklaşmayı reddediyordu. Nasıl?, dedim kendi kendime,
ister sonsuzlukta olsun ister her hangi bir yerde, paralel
çizgiler birleşebilir ki? Eğer çizgiler birleşirse zaten bu
çizgiler mükemmel paralel çizgiler değildirler ki. Zaten mükemmel
paralel çizgiler olsalardı asla birleşemezlerdi. Bu benzetme
hakkında ne kadar fazla düşündüysem, bu problemin çözümüne o kadar
uzak olduğumu fark ettim. Sonsuzlukta bir birine kavuşan paralel
çizgiler ifadesi baştan sona saçma bir ifade olduğu gibi aynı
zamanda haddini bilmez bir çelişkiyi de içermekteydi.
Çelişkilerden
hiç hoşlanmam. Çelişkilerin olduğu yerde çok az huzur bulabilirim.
Aynı zamanda bir çok Hıristiyan’ın çelişkiler ile rahatsız
olmadan huzur içinde yaşamalarına da hayret etmekten asla
vazgeçemeyeceğim. Teolojide, çelişkilerin faydasını savunmak için,
“Tanrı mantıktan daha yücedir!” ya da “İman, sağduyudan daha
uludur!” gibi ifadeler duymuşsunuzdur.
Tanrı’nın
mantıktan daha yüce ve imanın sağduyudan daha ulu olduğuna
kesinlikle katılıyorum. Hem de tüm yüreğim ve mantığım ile. Ancak
benim kaçmak istediğim, mantıktan küçük olan Tanrı ve sağduyudan
küçük olan imandır. Mantıktan küçük olan bir tanrı mantığa
yenilmeye mahkumdur. Sağduyudan uzak olan bir iman mantıksız ve
gülünçtür.
Tanrı’nın
hakimiyeti ve insan özgürlüğü arasındaki çekişmenin, bir çok
Hıristiyan’ı çelişkilerin imanın en meşru unsuru olduğunu iddia
etmelerine sebep olan konu olduğunu tahmin etmekteyim. Bu fikre
göre mantık, Tanrı’nın hakimiyeti ve insan özgürlüğünü birbiri ile
bağdaştıramaz. Bu ikili mantıksal uyuma aykırı davranır. Eğer
Kutsal Kitap bizlere bu çelişki sopasının iki ucunu da öğretiyor
ise bizleri de her ne kadar çelişkili olsalar da her ikisine de
inanmamız gerekir.
Tanrı korusun!
Hıristiyanlar için haddini aşan bir çelişkinin iki ucunu da kabul
etmek hem entelektüel bir intihar hem de Kutsal Ruh’a hakarettir.
Kutsal Ruh, karmaşaların yazarı değildir. Tanrı, çatallı bir dil
ile konuşmaz.
Eğer,
Tanrı’nın hakimiyeti ve insan özgürlüğü arasında gerçek bir
çelişki var ise bu durumda birisinden birisinin var olmaması
gerekir. Eğer hakimiyet, özgürlüğü eliyor ve özgürlük, hakimiyeti
eliyor ise, bu durumda ya Tanrı hakim olan değildir ya da insan
özgür değildir.
Ne mutlu ki,
bir alternatif daha mevcuttur. Eğer Tanrı’nın hakimiyeti ile insan
özgürlüğünün birbiri ile çelişmediğini anlayabilirsek bu durumda
ikisine de sarılma imkanımız olur.
Olaya beşeri
bir açıdan bakarsak, insanların gerçek anlamda bir özgürlükten
mutlu olabilmeleri için her şeye egemen tek bir yönetici
tarafından yönetilen bir ülkede yaşamaları gerekmektedir. Bu
hakimiyet, özgürlüğü yok etmez; hakimiyetin olduğu yerde var
olamayacak tek şey otonomidir.
Otonomi
(özerklik) nedir? İki kelimenin birleşmesinden oluşan bu
kelimenin, ilk kelimesi auto kelimesinden, ikinci kelimesi isenomos
kelimesinden gelmiştir. Auto kelimesinin anlamı
“kendi”dir. Otomobil, kendi kendine hareket eden bir araçtır.
“Otomatik” kelimesi, kendi başına eylem yapabilmeyi tanımlar.
İkinci kelime
olan nomos ise the
Yunanca’daki “kanun” kelimesidir. Otonomi kelimesinin bu durumdaki
anlamı ise, “kendi- kanun”, otonomi yönetimi ise kendi kendine
kanun olmak anlamındadır. Otonomiye sahip bir yaratık, hiç kimseye
hesap vermek durumunda değildir. Üzerinde herhangi bir yönetici ya
da egemen bir güç olmaz. Otonomiye sahip bir yaratığın olduğu
yerde ise her şeye egemen olan bir Tanrı’nın var olması mümkün
değildir. Bu iki konsept istisnasız olarak birbirine zıttır.
İkisinin bir arada olmasını düşünmek, asla hareket etmeyecek bir
obje ile, karşısında dayanılmaz olan bir gücün aynı yerde olması
demektir. Bu durumda ne olurdu? Eğer bu obje hareket ederse bu
durumda artık bu objeye hareketsiz denmezdi. Eğer bu obje hareket
etmez ise o zaman karşısında dayanılmaz olan bir güç, artık
dayanılmaz güçlülüğünü yitirirdi.
Aynı durum
hakimiyet ve otonomi için geçerlidir. Eğer Tanrı her şeye hakim
ise, insanın otonomiye sahip olması mümkün değildir. Eğer insan
otonomiye sahip ise bu durumda da Tanrı’nın her şeye hakim olan
olması mümkün değildir. İkisinin aynı yerde olduğu fikri
çelişkilidir.
Bir kişinin
özgür olması için otonomiye sahip olması gerekmez. Otonominin
sunduğu özgürlük mutlak bir özgürlüktür. Bizlerde özgürüz ancak
bizim sahip olduğumuz özgürlüğün belirli sınırları vardır. En
büyük sınır, Tanrı’nın hakimiyetidir.
Bir zamanlar,
bir Hıristiyan’ın şöyle bir ifade de bulunduğunu okumuştum,
“Tanrı’nın hakimiyeti, insan özgürlüğünü asla kısıtlayamaz.”
Hıristiyan bir düşünürün böyle bir ifadede bulunduğunu
düşünebiliyor musunuz? Bu katıksız bir hümanizmdir. Tanrı’nın
yasası insan özgürlüğüne sınır koymuş mudur? Tanrı’nın, seçeceğim
her şeye limitler koymaya izni yok mudur? Tanrı hem benim
özgürlüğüme ahlaki sınırlamalar koyabilir hem de beni kötü
seçimlerimi uygulamaktan alıkoymak için şu an canımı alabilir.
Eğer Tanrı’nın zorlama hakkı yok ise, bu durumda yarattıklarına
hükmetme hakkı da yok demektir.
Yukarıdaki
ifadeyi tam tersine çevirmek daha yerinde olacaktır: “İnsan
özgürlüğü, Tanrı’nın hakimiyetini asla kısıtlayamaz” İşte
hakimiyet konusu, tamamen bu kadardır. Eğer İnsan özgürlüğü,
Tanrı’nın hakimiyetini kısıtlayabilseydi, bu durumda egemen olan
Tanrı değil, insan olurdu.
Tanrı
özgürdür. Ben özgürüm. Tanrı benden daha özgürdür. Eğer benim
özgürlüğüm, Tanrı’nın özgürlüğüne karşı gelmek isterse, ben
kaybederim. O’nun özgürlüğü benimkini sınırlar, benimki O’nunkini
kısıtlayamaz. Bir aile ile ilgili bir benzetme vardır: Benim özgür
bir iradem vardır ve küçük çocuklarımın da özgür iradeleri vardır.
Ancak iradelerimiz çatıştığı zaman benim, onların iradelerine
hükmedecek otoritem vardır. Onların iradeleri benim irademin
astıdır, benim iradem onlarınkinin üstüdür. Tabi ki bu bir
benzetmedir ve burada bahsedilen hüküm, mutlak bir hüküm değildir.
Tanrı’nın
hakimiyeti ve insanın özgürlüğü, genellikle birbiri ile çelişkili
olarak görülür çünkü yüzeysel olarak baktığımızda aynen öyle
gözükmektedir. Eğer içinden çıkamayacağımız bir karmaşa yaşıyor ve
bu karmaşadan kurtulmak istiyorsak, bu konuya istikrarlı bir
şekilde yaklaşmalı ve bilinmesi gerekli olan bazı ayrımları
gözönünde bulundurmamız gerekmektedir.
Kelime
haznemizde bulunan ve çoğu kez bir biri ile bağdaştırıldığı için
karıştırılan aşağıdaki üç kelimeyi ele alalım:
1)
Çelişki
2) Paradoks
3) Gizem
1) Çelişki
Çelişkinin mantık çerçevesindeki işleyişine göre, bir şey aynı
anda ve aynı ilişkide iken hem kendisi hem de kendisi olmayan bir
şey olamaz. Bir insan aynı anda hem baba hem de oğul olabilir
ancak aynı anda hem insan hem de insan olmayan olamaz. Bir insan
aynı anda hem baba hem de oğul olabilir ancak aynı ilişkide ikisi
birden olamaz. Hiç kimse kendi babası olamaz. Bizler İsa’nın
Tanrı/insanlığından bahsederken bile hassas bir şekilde O’nun aynı
anda hem Tanrı hem de insan olduğunu ancak aynı ilişkide hem Tanrı
hem de insan olmadığını söyleriz. O’nda hem tanrısal hem de beşeri
bir doğa mevcuttur ve bunların birbiri ile karıştırılmaması
gerekir. Tanrı’nın zihninde bile olsa, çelişkiler aynı anda var
olamazlar. Eğer Tanrı’nın zihnindeki orijinal bir çelişkinin iki
unsuru da doğru olsaydı, bu durumda Tanrı’nın bizlere açıklamış
olduğu hiçbir şeyin geçerliliğinin olması mümkün olmazdı. Eğer
Tanrı’nın zihninde, iyi ve kötü, adil ve adil olmayan, erdemli
olan ve erdemli olmayan, Mesih ve Mesih-karşıtı ve bunun gibi zıt
olan şeylerin hepsi aynı anlamı ifade ediyor olsaydı, bir şeyin
doğruluğundan bahsetmek tamamen imkansız olurdu.
2) Paradoks
Dikkatli bir inceleme ile çözülebilinecek olan açık bir çelişkiye
Paradoks denir. Bir çok eğitmenin, Hıristiyanlıktaki Üçlü Birlik
inancının bir çelişki olduğunu ifade ettiğine tanık oldum. Üçlü
Birlik inancı kesinlikle bir çelişki değildir. Hiçbir mantık
kuralı ile ters düşmemektedir. Tarafsız çelişki kanunu sınavından
başarı ile geçmektedir. Tanrı, özünde tek, kişi olarak üçtür. Bu
konuda çelişkili bir nokta yoktur. Eğer Tanrı, özünde tek, hem de
kişi olarak ta tekdir deseydik, işte bu durumda kimsenin
çözemeyeceği bir çelişki çukuruna düşerdik. Hıristiyanlık ümitsiz
bir şekilde mantıksız ve saçma bir inanç olurdu. Üçlü Birlik bir
paradokstur ancak çelişki değildir.
Bu konuyu
biraz daha kurcaladığımda karşıma çıkan kelime ise antinomi
olmuştur. Bu kelime genel olarak çelişkinin eş anlamlısı olarak
kullanılsa da, ikinci kullanımı paradoksun eşanlamı olacaktır. Bu
kelimeyi incelediğimizde otonomi ile aynı kökten yani “kanun”
anlamına gelen nomos kelimesinden geldiğini görmekteyiz. burada
kullanılan ön ek ise anti dir ki anlamı, “karşı olmak” ya da
“yerine olmak” demektir. Böylece antinomi kelimesinin anlamının
“kanuna karşı” olduğunu görmekteyiz. Peki, burada bahsettiğimiz
kanun hangi kanundur? Çelişki kanunu. Bu kelimenin orijinal anlamı
ise “çelişki kanununu çiğneyen”dir. Bundan dolayı, orijinal
kullanımda ve normal bir felsefi tartışmada, antinomi kelimesi,
çelişki kelimesinin tam dengi olarak kullanılır.
Karmaşanın
başladığı nokta ise insanların antinomi kelimesini orijinal bir
çelişki için değil paradoks ya da açık bir çelişki için kullandığı
noktadır. Hatırlarsanız paradoks, çelişkiye benzer bir kelime olsa
da aslında çelişki değildir. Özellikle İngiltere’de antinomi
kelimesi, paradoks kelimesinin eş anlamlısı olarak kullanılır.
Bu ince
ayrımlar üzerinde çalışmamın iki sebebi vardı. Birinci sebep; eğer
bir karmaşadan kaçınmak istiyorsak, gerçek bir çelişki ile çelişki
gibi görünenin arasındaki hayati fark hakkında kesin bir fikre
sahip olmamız şarttır. Bu fark, mantıklı ile mantıksız, gerçek ve
saçma arasındaki farktır.
İkinci sebep;
günümüz dünyasında önceden belirlenmişlik doktrininin en büyük
savunucularından birisinin antinomi kelimesini kullanmasından
dolayı, bu ifadenin kesin anlamını ortaya koymak gereklidir.
Burada bahsettiğim kişi, meşhur teolog, Dr. J. I. Packer’dır.
Packer, sayısız insanın Tanrı’nın karakterini ve özellikle
Tanrı’nın hakimiyeti konusunu daha derinden kavramalarına yardımcı
olmuş bir kişidir.
Dr. Packer’ın
antinomi terimini kullanışını kendisi ile şahsen tartıştım ve
kendisinin bu terimi kullanışının İngiltere’de ki gibi paradoks
anlamı olduğunu gördüm. Zaten kendisinin Tanrı’nın Söz’ünde
gerçekten çelişkiler olduğunu iddia etmesini asla düşünemezdim.
Aslında kendisi, Müjdecilik ve Tanrı’nın Hakimiyeti, isimli
kitabında Tanrı’nın gerçeğinde asla çelişki olmayacağı konusunda
çalışma yapmıştır. Dr. Packer hem Hıristiyan teolojisinin yorulmaz
bir savunucusudur hem de aynı derecede başarılı bir savunma ile
Kutsal Kitab’ın kusursuzluğunu ortaya koymaktadır. Eğer Kutsal
Kitap, gerçek çelişki anlamında antinomiler içerse idi bu durumda
kusursuzluğunu kaybederdi.
Bazı kişiler
Tanrısal gerçekte, ciddi çelişkiler olduğunu savunmaktadır. Onlara
göre bu çelişkiler ve kusursuzluk birarada olabilir. Bu durumda da
kusursuzluğun anlamı, Kutsal Kitab’ın Tanrı’nın gerçeğindeki
çelişkileri kusursuz bir şekilde açıkladığı olurdu. Bu konu
hakkında bir dakika bile düşünen bir insan, açık olarak Tanrı’nın
gerçeğinde çelişki olması durumunda, bu gerçeğin daha fazla gerçek
olamayacağını anlayacaktır. Bunun sonucu olarak ise gerçek
kelimesi bile anlamını yitirecektir. Eğer çelişkiler, gerçekler
olabilir ise gerçek ve yalan arasındaki farkı tespit etme
olanağımız tamamen ortadan kalkardı. İşte bu yüzden, Dr. Packer’ın
antinomi terimini paradoks olarak kullanıp çelişki olarak
kullanmadığını açıklamak durumunda idim.
3) Gizem
Gizem kelimesinin anlamı, gerçek olan ancak bizim anlamadığımız
olandır. Örneğin, Üçlü Birlik gizemi. Sahip olduğum kısıtlı zekam
ile ne Üçlü Birlik gizemini nede Mesih’in beden almasını
açıklayabiliyorum. Bu gerçekler beni aşmaktadır. İsa’nın iki ayrı
doğası olduğunu biliyorum ama bunu nasıl gerçekleştiğini
bilemiyorum. Bu tip konular etrafımızda da mevcuttur. Yer
çekiminin veya hareketin doğasını kim açıklayabilir? Yaşam
hakkındaki tüm gizemleri kim çözebilir? Hangi filozof insanın
kendisinin derin anlamını ortaya çıkarabilmiştir ki? Tüm bunlar
çelişki değil, gizemdir.
Gizem ve
çelişkiyi karıştırmak çok kolaydır. İkisini de tam olarak
anlayamayız. Kimse çelişkileri anlamaz çünkü çelişkiler aslında
açıklanamazlar. Tanrı bile bir çelişkiyi anlayamaz. Çelişkiler
saçmalıktır. Hiç kimse bir çelişkiden sonuca varamaz.
Gizemlerin ise
anlaşılabilme eğilimi vardır. Yeni Antlaşma’da Eski Antlaşma
zamanında gizli olan ve açıklanamayan bir çok şey açıklanmıştır.
Bir zamanlar bizler için gizemli olan bir çok şey artık
anlaşılabilinir olmuştur. Buradan çıkarmamız gereken anlam, bugün
bizler için gizem olan her şeyin bir gün açıklanabilinir olacağı
değil, şu an gizem olan bir çok şeyin açıklanmayacağıdır. Bunların
bazıları bu dünya da çözümlenebilinir. Beşeri keşiflerin
sınırlarını hala daha zorlamış değiliz. Ancak, bizden şu an
gizlenen bazı gizemlerin, bizlere cennette açıklanacağını
biliyoruz. Ancak cennette bile sonsuzluğun tüm anlamını
kavrayamayacağız. Bir kişinin bunu tamamen anlaması için
kendisinin de sonsuz olması gerekmektedir. Tanrı, sonsuzluğu
anlayabilir; bunun sebebi kendisinin cennetsel bir zaman kavramı
ile düşünmesi değil, Kendisinin sonsuz olmasıdır. O’nun görüş
açısında hiçbir sınır yoktur.
Başka bir
şekilde anlatmam gerekirse: Bütün çelişkiler, gizemlidir ama tüm
gizemler, çelişkili değildir. Hıristiyanlık, bir çok gizemi
içermektedir ancak hiçbir çelişkiyi içermemektedir. Gizemler doğru
olabilir ancak çelişkiler ne bizim ne de Tanrı’nın anlayışında,
asla doğru olamazlar.
Büyük sorun
ise karşımızda dikilmektedir. Tartışma kazanının altındaki ateşi
körükleyen soru ise, “Önceden belirlenmişliğin, özgür irademiz ile
ne gibi bir ilişkisi vardır?” sorusudur.
Bu konuyu bir
sonraki bölümde inceleyeceğiz.
BÖLÜM 2’NİN ÖZETİ
1)
Önceden belirlemenin tanımı. “Önceden Belirleme, daha biz
doğmadan, gideceğimiz son yer olan Cennet ya da Cehennem'in, Tanrı
tarafından seçilmesi demektir.”
2) Tanrı’nın hakimiyeti. Tanrı, cennet ve dünya üzerindeki
en yüce otoritedir.
3)
Tanrı, en yüce kudrete sahip olandır.
Tüm diğer
otoriteler ve güçler Tanrı’dan gelir.
4) Eğer
Tanrı her şeye hakim olan değil ise tanrı değildir.
5)
Tanrı hakimiyetini, kötülük yapmayacak ve insan özgürlüğünü yok
etmeyecek bir şekilde uygular.
6)
İnsanın işlediği ilk günah bir gizemdir. Tanrı’nın, insanın günah
işlemesine izin vermesi, Tanrı’yı kötü yapmaz.
7)
Teorik olarak herkesi kurtarabilen Tanrı, neden bazılarını
kurtarmak için seçerken, diğerlerini seçmez sorusu tüm
Hıristiyanların karşısındaki zor bir sorudur.
8)
Tanrı’nın kimseye kurtuluş borcu yoktur.
9)
Tanrı’nın merhameti, gönüldendir. Merhametli olma zorunluluğu
yoktur. Merhamet göstereceğine, merhamet gösterme hakkını
Kendisinde tutar.
10)
Tanrı’nın hakimiyeti ve insanın özgürlüğü, birbiri ile çelişmez. |