...................
ÖNCEDEN BELİRLENME VE TANRI’NIN HAKİMİYETİ

Rc Sproul
Çeviri: Hasan Can Külahcıoğlu
TANRININ SEÇİMİ
Kaynak:
www.hristiyan.net

                         
...................
...................

ÖNCEDEN BELİRLENME kulağımıza, insan özgürlüğünün kalbine saplanmış bir hançer gibi gelmektedir. Eğer Tanrı, sonsuzluğun başlangıcında her birimizin son istikametini belirlediyse bu durum, bizim özgürce yaptığımız tercihlerin boşuna bir çaba, hayatlarımızın ise sadece önceden saptanmış rollerin boşuna tekrarlanması olduğu fikrini vermektedir. Sanki Tanrı bizler için taş levhalar üzerine bir senaryo yazmıştır ve bizler de bu senaryoya uygun şekilde davranmakta olan oyuncularızdır.

Önceden belirlenme ve özgür irade arasındaki kafa karıştıran ilişkiyi ele almadan önce ilk olarak özgür iradeyi tanımlamamız gerekmektedir. Bu terimin sadece tanımı bile büyük tartışmaları başlatan kıvılcım gibidir. En yaygın olarak bilinen tanım özgür iradeyi; önyargısız ve eğilimsiz seçim yapabilme yeteneği olarak ifade eder. İradenin özgür olabilmesi için salt bir tarafsızlığa sahip olmalı ve asla ön yargı ile hareket etmemelidir.

Yüzeysel olarak bakıldığında çok çekici gelmektedir. Etkisi ile kararımızı etkileyecek içsel ve dışsal baskı unsuru yoktur. Ancak yüzeydeki bu hoş cilanın altında iki adet sorun çıkıntısı durmaktadır.

Birinci sorun şudur; eğer seçimlerimizi her hangi bir eğilime sahip olmadan tamamen tarafsız bir doğa ile yapıyor isek bu durumda seçimlerimizin bir sebebi yoktur. Eğer tercihlerimiz sebepsiz ise ve bu seçimler tamamen kendi kendine gelişmekte ise bu durumda da bu tercihlerin ahlaki bir anlamı kalmamaktadır. Eğer bir tercih bir anda yapılmış ise—bu tercihin altında yatan ne bir sebep ne de bu tercihi oluşturan geçmiş etkenler vardır—bu durumda ise bu tercih iyi ya da kötü olarak değerlendirilemez, yargılanamazlar. Tanrı, seçimlerimizi değerlendirirken bizim niyetlerimizi ve motivasyonlarımızı göz önünde bulundurur.

Örneğin Yusuf ve kardeşlerinin durumunu ele alalım. Yusuf köle olarak satıldığı zaman Tanrı’nın ilahi takdiri işlemekteydi. Yıllar sonra, Yusuf kardeşleri ile Mısır’da tekrar bir araya geldiği zaman  onlara şunları söyledi: “Siz bana kötülük düşündünüz, ama Tanrı bugün olduğu gibi birçok halkın yaşamını korumak için o kötülüğü iyiliğe çevirdi” (Yar. 50:20). Bu eylemin iyi ya da kötü olduğunun belirlenmesindeki yegane unsur, eylemi yaptıran niyetler, motivasyonlardır. Yusuf ikilemindeki Tanrı’nın müdahalesi iyi bir niyet, motivasyon ile gerçekleşmiştir; kardeşlerinin Yusuf’un hayatına müdahalesi ise kötü bir niyete dayanmaktadır. Kardeşlerinin, Yusuf’u köle olarak satmalarının altında bir sebep bulunmaktadır. Onlar kötü bir motivasyon ile bu eylemde bulunmuşlardır. Onların seçimi ne tarafsızdır ne de aniden ortaya çıkmıştır. Onlar kardeşleri olan Yusuf’u kıskanmışlardır ve onu köle olarak satma tercihleri onların kötü niyetleri tarafından kışkırtılmıştır.

Bu yaygın tanımın karşısındaki ikinci sorun ise ahlaki değil rasyonel bir sorundur. Eğer bir tercih eyleminde önceden oluşmuş bir eğilim, arzu, istek, emel, niyet, motivasyon, amaç ya da sebep mevcut değil ise, bir seçim nasıl yapılabilinir ki? Eğer irade tamamen özgür olsaydı, bu ya da şu diye bir tercih asla yapılamazdı. Bu problemin bir benzerini Alice Harikalar Diyarında adlı kitapta, Alice’in bir yol ayrımına geldiği zaman görmekteyiz. Ne tarafa gideceği hakkında hiçbir fikri olamayan Alice bir ağaçtan kendisine sırıtan bir kedi görür ve kediye “Ne tarafa dönmeliyim?” diye sorar. Kedi, “Nereye gidiyorsun?” sorusu ile cevap verir, Alice “Bilmiyorum” deyince, sırıtkan kedinin cevabı, “Bu durumda hiç fark etmez” olur.

Alice’in içinde bulunduğu ikilemi ele alırsak aslında önünde dört adet seçenek olduğunu görürüz.Bu seçenekler Alice, sağdaki yola sapabilir, soldaki yola sapabilir, geldiği yoldan geriye dönebilir ya da ölene kadar kararsızlık durumu içinde orada öylece kalabilir. Alice’in herhangi bir seçim yapabilmesi için bir motivasyona ya da eğilime ihtiyacı vardır. Motivasyonsuz ya da önceden oluşmuş bir eğilim olmaksızın yapabileceği tek seçim orada öylece durup ölmek olacaktır.

Aynı problemi, özgür bir iradeye sahip olan bir katırın hikayesinde de görmek mümkündür. Özgür bir iradeye sahip olan katırın nötr, tarafsız, eğilimsiz ve iç ve dış etkenlerden uzak bir iradesi vardır. Bu katırın sahibi, katırın sağına bir sepet yulaf, soluna bir sepet buğday koyar. Eğer bu katır, yulaf ve buğday arasında tercih yapmak için gelişmiş bir eğilimi yok ise bu katır ikisini de seçmez ve aç kalır. Eğer ikisini de besin olarak görüp eşit ve nötr bir arzu beslerse iki eşit seçim arasında donup kalır ve yine aç kalır. Her iki durumda da bir motivasyon yoktur. Motivasyon olmadığı için bir seçimde olmayacaktır. Seçim olmadan besinde olmayacaktır. Besin olmazsa bir süre sonra katırda olmayacaktır.

Bizler, nötr-irade teorisini hem irrasyonel olduğu hem de radikal bir şekilde Kutsal Kitap’a aykırı olduğu için reddetmeliyiz.

Hıristiyan düşünürler bizlere özgür iradenin iki önemli tanımını sunmuşlardır. Biz, İradenin Özgürlüğü isimli klasik eserin sahibi Jonathan Edwards’ın sunduğu birinci tanımı gözden geçireceğiz.

- Edwards iradeyi “mantığın seçimi” olarak tanımlamıştır. Bizlerin ahlaki seçimler yapabilmemiz için ilk olarak seçtiğimiz şey hakkında bilgi sahibi olmamız gerekir. Seçimlerimiz, mantığımızın reddetmesi ya da kabul etmesi üzerine kuruludur. Seçim eyleminde, bizlerin değerlere bakış açımız hayati bir rol oynar. Seçimlerin kendisi kadar, şahsi eğilimlerim, motivasyonlarım ve niyetlerim benim zihnim, mantığım ile şekillenmiş unsurlardır. Sonuç olarak, mantığın müdahalesinin olmadığı bir seçim sebepsiz yere yapılmıştır ve hiçbir amacı yoktur. Bu durumda bu seçim keyfi ve ahlaki açıdan da anlamsız bir seçimdir. Güdü ve seçim çok farklı iki kavramdır.

- Özgür iradenin ikinci tanımı ise “istediğini seçebilme yeteneğidir”. Bu tanım ise insan arzuları denilen çok önemli bir temel üzerine kurulmuştur. Özgür iradeye sahip olmak demek arzularımıza göre seçim yapmak demektir. Bu durumda motivasyon sağlayan ve seçim yapmak için sebepler sunan hayati etken arzularımızdır.

Kurnazca olan nokta ise şudur: Edwards’a göre bir insan arzuladığını seçmekte özgürdür ancak seçim yapmış olabilmek için arzuladığını seçmek zorundadır. Benim Edward’ın Seçim Kanunu olarak adlandırdığım ifade şudur: “İrade istisnasız bir şekilde, o esnadaki en güçlü eğilimine göre seçimini yapar.” Bunun anlamı ise her seçim özgürdür ve her seçim belirlenmiştir.

Kurnaz bir tanım olduğunu belirtmiştir. Her seçimin özgür ve her seçimin belirlenmiş olduğunu söylemek, kulağa cüretkar bir çelişki gibi gelebilir. Ancak burada kullanılan “belirlenmiş” kelimesi, dışarıdan bir gücün zorla yaptığı bir baskı anlamında değil bir kişinin içsel motivasyonu ya da arzusu anlamında kullanılmaktadır. Kısaca bu kanun şunu anlatmaktadır: Seçimlerimiz, kendi arzularımız tarafından belirlenir. Bu seçimler hala daha bizim seçimlerimizdir çünkü bizim arzularımız tarafından motive edilmişlerdir. Özgürlüğün özü olan bu duruma kişisel–belirleme adı verilmiştir.

Bir dakika için kendi seçimlerinizi gözünüzün önüne getirin. Bu seçimler neden ve nasıl meydana gelmiştir? Sizler şu an bu kitabın bu satırını okumaktasınız, peki neden? Bu kitabı okuma sebebiniz önceden belirleme konusuna olan kişisel merakınız mı? Bu karışık konuda daha fazla bilgi edinmek için mi bu kitabı okuyorsunuz? Belki. Belki de bu kitabı okumanız sizlere bir ödev olarak verildi ve belki de şu an aklınızdan şunlar geçmek te: “Bu kitap her neden bahsediyorsa bahsetsin, bu kitabı okumayı hiç istemiyorum ancak bir başkasının benim bu kitabı okumam için olan kendi arzusundan dolayı hiç zevk almadan, sürüne sürüne de olsa bu kitabı okumak zorundayım. Eğer her şey benim istediğim gibi olsaydı, bu kitabı okumayı asla seçmezdim.”

Ancak her şey sizin istediğiniz gibi gelişmiyor değil mi? Eğer siz bu kitabı mecburiyetten ya da verilen bir ödev yüzünden okumakta olsanız bile, yine de size verilen ödevi yapmak ya da yapmamak arasında bir seçim yapmaktasınız. Kesin olan bir şey varsa o da sizin bu kitabı okumayı, okumamış olmaktan daha çekici veya sizin için daha yararlı bulduğunuz ve okumakta olduğunuzdur. En azından bundan emin olabilirim aksi takdirde şu an bu satırları okuyor olmazdınız.

Yaptığınız her seçimin bir sebebi vardır. Bir daha ki sefere topluma açık bir yere gittiğiniz zaman (sınıf, kilise, otobüs vb..) oturmayı seçtiğiniz koltuğa dikkat edin ve kendinize neden bu oturma yerini seçtiğinizi sorun. Belki de tek boş koltuk buydu ve sizde ayakta durmak yerine oturmayı tercih ettiniz. Belki de, bu sayede oturma seçiminde bilinç altında yaptığınız bir muhakeme olduğunu keşfettiniz. Belki de eğer şartlar elverişli ise odanın arkasında, önünde, sağında ya da solunda oturmayı tercih ettiğinizi fark ettiniz. Niçin? Belki de gözlerinizde bir bozukluk var? Belki de utangaç ya da dışa dönük bir mizaca sahipsiniz. Oturma yeri seçiminde hiçbir sebep olmadığını düşünebilirsiniz ancak sizin seçtiğiniz koltuk her zaman için o seçim anında sahip olduğunuz en güçlü eğilim tarafından seçilecektir. Belki de bu seçim, o an durduğunuz yere en yakın boş koltuğun o olması ve sizin koltuk bulmak için yürümek istememe eğiliminizin seçimi olacaktır.

Karar-alma karışık bir işlemdir çünkü karşımızdaki opsiyonlar genellikle çeşitlidir ve sayıca çoktur. Birde bu karışıklığa bizlerin değişik ve sayıca arzuları çok olan yaratıklar olduğumuzu da eklerseniz çok çeşitli hatta çelişkili motivasyonlarımızın olduğunu fark edersiniz.

Dondurma külahları meselesini ele alırsak ki benim için en büyük problem külahı değil dondurmanın kendisidir. Eğer dondurmakolik diye birisi varsa o da emin olun ki benim. Şu an en azından on beş kilo fazlalığım var ki inanın bedenimi oluşturan kiloların en azından yirmisi dondurmalar yüzündendir. Eğer her şey benim istediğim gibi olsaydı zayıf bir bedene ve dümdüz bir karına sahip olmak isterdim. Pantolonlarıma zorla girmekten hoşlanmasam da en dayanamadığım şey, ninelerin göbeğime fiske atmalarıdır. Fazla kilolarımdan kurtulmam için  dondurma yemeği kesmem gerektiğinin bilincindeyim. Bu yüzden diyet yapmaya başlarım, diyet yapma sebebim diyet yapmayı istememdir çünkü kilo vermek ve  daha iyi bir görünüme sahip olmak istiyorum. Birisi beni Swenson isimli, dünyanın en müthiş dondurmalarını yapan yere çağırana kadar  her şey mükemmeldir. Swenson’a gitmemem gerektiğinin bilincindeyim ama gitmeyi çok istiyorum. Seçim yapma anı geldiğinde ise çelişen arzular arasında sıkışıp kalıyorum. Hem zayıflamak istiyorum hem de Swenson’un süper dondurmasından yemek istiyorum. Karar verme esnasında hangi arzum daha güçlü ise bende seçimimi ona göre yapacağım. İşte bu kadar basit.

Birde eşimi ele alalım. Evliliğimizin gümüş yıldönümünü kutlamaya hazırlanırken eşimin evlendiğimiz günkü kilosunu aynen muhafaza ettiğinin bilincindeyim. Gelinliği üzerine hala daha tıpa tıp oturmakta. Onun dondurma problemi yok. Bir çok dondurma vanilya, çikolata ve çilekten oluşur ki bunların ismi bile benim ağzımı sulandırırken karım için bu yiyecekler eşimin ayartı kategorisinde asla yer almazlar. Aha! Birde Baskin Robbins dondurmaları vardır ki, cevizli ve kremalı çeşitleri mevcuttur. Alış veriş merkezine gittiğimizde Baskin Robbins mağazasının önünden geçeriz ve işte o an eşim garip bir değişim yaşamaya başlar. Adımları yavaşlar, avuçları ıslanır ve neredeyse ağzının suyunun akmaya başladığını fark ederim. İşte kısa bir an için bile olsa eşim kendisini, benim her gün yaşadığım arzular çatışmasının tam ortasında bulmuştur.

Seçimlerimiz her zaman, o anki en güçlü arzumuz tarafından belirlenir. Dışarıdan gelecek olan baskı unsurları bile özgürlüğü tamamen elimizden alamaz. Kendi başlarına seçmeyecekleri seçimleri insanlara empoze eden baskı bir tür güç kullanımı içermektedir. Örneğin ben Amerikan hükümetinin bana ödettiği gelir vergisini ödemek için kesinlikle hiç bir arzu duymuyorum. Bu vergiyi ödemeyi reddedebilirim ancak bunun sonuçları ile vergi ödemeyi kıyasladığım zaman vergiyi ödemek daha arzulanabilir gelmektedir. Beni hapse atmak ile tehdit eden bu hükümet, bana vergi ödenmesi konusunda ki isteklerini empoze edebilme yeteneğine sahiptir.

Silahlı bir soygun olayını ele alalım. Elinde silah olan bir adam bana doğru ilerlemekte ve bana “ya paran ya canın” demekte. Bu kişi benim seçeneklerimi ikiye indirgemiştir ve eğer her şey benim kontrolümde olsaydı ona para vermeyi arzulamazdım. Bu soyguncuya para vermektense herhangi bi vakfa bağışlamayı tercih ederdim. Ancak bu dışsal baskının sonucu olarak benim bu konudaki arzum ani bir değişikliğe uğramıştır. Bu birey benim içimdeki bazı arzuları uyandırmak için güç kullanmıştır. Bu durumda ben, yaşama arzum ve para vermeme arzum arasında bir seçim yapmak durumunda kalırım. Benim tercihim bu parayı vermek yolunda olacaktır çünkü aksi halde beni öldürdükten sonra da bu parayı benden alacaktır ancak bazı kişiler bu olaya “silahlı birisine teslim olmaktansa ölürüm daha iyi, parayı da ölü vücudumdan alır” tepkisini gösterip, farklı bir seçim yapabilirler.

Her iki durumda da bir seçim yapılmaktadır ve bu seçim o esnadaki en güçlü eğiliminize göre yapılmaktadır. Bir an için yaptığınız her hangi bir seçimin, o esnadaki en güçlü eğiliminiz tarafından belirlenmediğini farz edelim. Peki ya günah? Bütün Hıristiyanların yüreğinde İsa Mesih’e itaat etme arzusu vardır. İsa Mesih’i seviyoruz ve O’nu hoşnut etmek istiyoruz. Buna rağmen her bir Hıristiyan günah işler. Acı gerçek ise şudur; günah işlediğimiz andaki günah işleme arzumuz, İsa Mesih’e itaat etme arzumuzdan daha güçlüdür. Eğer her zaman Mesih’e itaat etme arzumuz, günah işleme arzumuzdan daha güçlü olabilseydi asla günah işlemezdik.

Elçi Pavlus, aynı şeyi öğretmiyor mu? Bizleri, Mesih’te ki arzularına ters olanı yaptığı bir durum ile karşı karşıya bırakmıyor mu? Romalılara Mektup’ta şöyle yazmıştır: “İstediğim iyi şeyi yapmıyorum, istemediğim kötü şeyi yapıyorum” (Rom. 7:19). Buradaki ayetler bize Tanrı olan Kutsal Ruh’un esinlemesi altında olan Pavlus’un bazı zamanlar en güçlü eğilime karşı davranıldığının açık öğretişi gibi gelebilir.

Elçi’nin burada iradenin teknik işleyişi hakkında bir esinlemede bulunmamaktadır aksine bu ayet daha çok hepimizin tecrübe ettiği bir durumun açık ifadesidir. Her birimizin günahtan kaşınmak gibi bir arzusu vardır. “Her şeyin kontrolümüzün altında olması” sendromu ile bir kez daha karşı karşıyayızdır. Eğer her şey benim kontrolümde olsaydı, ben mükemmel olmak isterdim. Günahlarımdan ve fazla kilolarımdan bir anda kurtulmak isterdim. Ancak benim arzularım istikrarlı arzular değil, dalgalı arzulardır. Karnım tok iken, diyete başlama kararı almak çok kolay bir seçimdir ancak acıktığım zaman arzu ibrelerim sapmaya başlar. Benim arzularımın ve iştahımın yaşadığı değişimler ayartıları ortaya çıkartır ve eğer her şey benim elimde olsaydı asla yapmayacağım şeyleri yapmaya başlardım.

Pavlus önümüze insan arzularının gerçek çelişkisini ortaya koymaktadır ki bu arzular kötü seçimlere eğilimlidir. Hıristiyan bir birey çelişkili arzuların yarattığı meydan savaşının ortasında kala kalmıştır. Hıristiyan bir kişinin Rab’de büyümesi demek, Mesih’i hoşnut edecek arzularının güçlenmesi, günah işleme arzusunun azalması demektir. Pavlus, bunu ruh ve bedenin savaşı olarak adlandırmıştır.

Seçimlerimiz her zaman, o anki en güçlü arzumuz tarafından belirlenir demek her zaman istediğimizi seçeriz demektir. Hayatımızda ki her seçim anında özgürüzdür ve bu kararı kendimiz veririz. Kararı bizim vermemiz ile determinizm aynı şey değildir. Determinizm demek bir bireyin bir şey yapması için dış bir etken tarafından zorlanması ya da baskı altında kalması demektir. Daha önce bahsettiğimiz gibi dış güçler bizim seçeneklerimizi ciddi bir şekilde azaltmaktadır ancak bütün seçenekleri yok etme gücüne sahip değildirler. Bizlere nefret ettiğimiz şeylerden zevk almamızı empoze edemezler. Eğer bir nefretin, zevke dönüşmesi gerçekleşir ise bu bir dış baskı meselesi değil bir ikna meselesidir. Bir kişi zaten çok zevk aldığı bir şeyi yapmaya zorlanamaz.

Tarafsız, nötr bir özgür irade kavramı tamamen imkansızdır. Bu kavram, arzu içermeyen seçmeyi içermektedir. Bu bir bakıma sebepsiz bir sonuç elde etmek gibi bir iddiadır. Hiçbir şeyden bir şey elde etmeyi öne sürer ve bu da mantıksız ve irrasyonel bir iddiadır. Kutsal Kitap, açıkça seçimlerimizi arzularımıza göre belirlediğimizi ifade eder. Kötü bir arzu, kötü seçimleri ve kötü işleri doğurur. İyi bir arzu ise iyi işleri doğurur. İsa, kötü ağacın kötü meyveler vereceği benzetmesi ile bize bunu anlatmıştır.  Bir incir ağacı, elma vermez, aynı şekilde bir elma ağacı da incir vermez. Kutsal arzular, kutsal seçimler doğurur ve kötü arzular, kötü seçimleri doğurur.

DOĞAL VE MANEVİ YETENEKLER

Jonathan Edwards, özgür iradeyi, Kutsal Kitap’a uygun bir şekilde anlayabilmemiz için bir farkın daha altını çizmiştir. Jonathan Edwards, doğal yetenekler ve manevi yetenekler arasındaki farkı ortaya koymuştur. Doğal yetenekler, bizlerin, insan olduğumuz için sahip olduğumuz güçler ile ilgilidir. Ben, bir insanım ve düşünmek, yürümek, görmek, duymak ve hepsinden öte seçim yapmak gibi doğal yeteneklere sahibim. Benim sahip olmadığım bazı doğal yetenekler de vardır, mesela bazı insanlar tek başlarına bir makineyi idare ederek uçabilme yeteneğine sahipken ben bu yetenekten mahrum bir insanım. Ben aynen Süpermen gibi gökyüzünde süzülme arzusuna sahibim ancak bu yeteneğe sahip değilim. Benim uçamama sebebimse, benim  karakterimin manevi eksikliği değil, Yaratıcımın bana uçmam içim gerekli olan doğal uzuvları vermemesidir. Benim kanatlarım yoktur.

İrade bize Tanrı tarafından verilen doğal bir yetenektir. Bizler, bir seçim yapabilmek için gerekli olan her türlü doğal yeteneğe sahibiz. Bir zihne ve iradeye sahibiz. Arzuladığımız bir şeyi seçebilmek için  gerekli olan doğal yeteneklere sahibiz. Peki, problem nerededir? Kutsal Kitap’a göre problemimizin yeri çok açıktır. Problem arzularımızın doğasındadır. İşte, düşmüşlüğümüzün merkez noktası burasıdır. Kutsal Yazılar bize şunu anlatır: “RAB baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte” (Yar. 6:5).

Kutsal Kitap, insanın yüreği hakkında çok şey belirtmektedir. Kutsal Yazılar, yürekten kan pompalayan bir organ olarak değil ruhun çekirdeği, insan duygularının en derin yuvası olarak bahseder. İsa, bir insanın hazineleri ile kalbinin arzuları arasındaki yakın bağlantıyı belirtmiştir. Eğer bir kişinin hazinesinin haritasını bulursanız, onun kalbine giden yolu da bulmuş olursunuz.

Edwards, insanlığın günah ile ilgili sorununun manevi yetenekleri ya da bu yeteneklerin yetersiz olmasına dayandırmıştır. Bir bireyin, Tanrı’yı hoşnut edecek bir seçim yapabilmesi için ilk önce Tanrı’yı hoşnut etme arzusuna sahip olması gerekmektedir. Tanrı’yı bulabilmesi için ilk önce O’nu arama arzusuna sahip olması gerekmektedir. İyi olanı seçebilmesi için ilk önce iyi olanı arzulaması gerekmektedir. Mesih’i seçebilmesi için Mesih arzusuna sahip olması gerekmektedir. Önceden belirleme hakkındaki tartışmaların tümü ve özü şu soruda toplanmıştır: Günahkar bir insanın içinde Mesih’e karşı doğal bir arzu var mıdır?

Edwards, bu soruya samimi bir “Hayır!” cevabını vermektedir ve Düşüş esnasında insanlığın Tanrı için olan orijinal arzusunu kaybettiği üzerinde ısrar etmektedir. Arzusunu kaybettiği anda, insanın özgürlüğüne de bir şeyler olmuştur. Mesih’i seçmek için gerekli olan manevi yeteneklerini de kaybetmiştir. Mesih’i seçebilmek için bir günahkarın ilk olarak Mesih’i seçmek için bir arzusu olması lazımdır. Bir bireyde bu arzu ya zaten vardır ya da bu arzuyu Tanrı’dan almak durumundadır. Edwards ve Reform teolojisinin önceden belirleme hakkındaki görüşünü benimseyen herkes, bir insanın yüreğine Tanrı bu arzuyu koymadan hiç kimsenin, kendi başına özgürce Mesih’i seçemeyeceği konusunda hem fikirdir. Bu kişiler, hiçbir şekilde müjdeye karşı bir arzu beslemedikleri için her zaman ve her yerde müjdeyi reddedeceklerdir. Bu kişiler, hiçbir şekilde Mesih’e karşı bir arzu beslemedikleri için her zaman ve her yerde Mesih’i red edeceklerdir. Bu bireyler, arzularına göre hareket ettikleri için özgürce Mesih’i reddedeceklerdir.

Ben burada Edwards’ın görüşünün gerçekliğini ispatlamaya çalışmıyorum çünkü bunu yapmak demek, Kutsal Kitap’ın insanın manevi yeteneklerine veya yeteneksizliğine bakışını derinden incelemek demektir. Bunu ilerde yapabiliriz ancak şu soruyu da cevaplamamız gerekmektedir, “Eğer bir insanın Mesih’i seçmek için manevi yetenekleri mevcut değil ise Tanrı bu insanı nasıl Mesih’i seçmesi konusunda sorumlu tutabilir? Eğer insan manevi bir yeteneksizlik içinde ve Mesih’e karşı arzu beslemeyecek bir doğa ile doğmakta ise bu durumda insanların Mesih’i seçmemesi Tanrı’nın suçu değil midir?” Bir kez daha okuyucularımı, ilerleyen sayfalarda bu önemli soruların cevaplarını vereceğime söz vererek, sabır etmeye davet etmek istiyorum.

AZİZ AGUSTİN’İN ÖZGÜRLÜĞE BAKIŞ AÇISI

Edwards’ın, doğal yetenekler ve manevi yetenekler arasındaki hayati farkı ortaya koymasından önce Agustin, buna benzer bir ayrımı yapmıştır. Agustin’in, günahkar bir insanın özgür iradesi olduğunu ancak özgürlüğü olmadığını belirtmesi, onun bu probleme yaklaşımını da ortaya koymuştur. Yüzeysel olarak bakarsak bu çok garip bir ayrım gibi gözükmektedir. Bir bireyin nasıl olurda özgür iradesi varken özgürlüğü mevcut olmayabilir?

Agustin ve Edwards aynı noktaya benzer bir yoldan ulaşmışlardır. Düşüşten sonra insanlık seçim yapma yeteneğini kaybetmemiştir. Günahkar birey hala daha istediğini seçme ve arzularına göre hareket etme özgürlüğüne sahiptir. Yine de, arzuları kötü olduğu için doğruluğa özgür kılınmışların sahip olduğu o muhteşem özgürlükten yoksundurlar. Düşüşten sonra insanlık ciddi bir ahlaki tutsaklık durumuna girmiştir. Bu tutsaklık durumuna orijinal günah denmektedir.

Orijinal günah gerçeği, her Hıristiyan mezhebinin yüzleşmesi gereken çok zor bir konudur. İnsanın düşüşü, Kutsal Yazılar’da o kadar açık bir şekilde öğretilmiştir ki bu öğretiyi dikkate almadan insanlık hakkında bir görüşe sahip olmak imkansızdır. Hıristiyanlar arasında insanın düşmemiş olduğunu iddia eden bazıları, -eğer mevcut ise- olabilir. Düşmüş olduğumuzun bilgisinden yoksun isek, günahkar olduğumuz bilgisinden de mahrumuz demektir. Eğer günahkar olduğumuz bilgisinden uzak isek Mesih’i Kurtarıcımız olarak kabul etmemiz biraz zor gözükmektedir. Bizleri Mesih’e götüren ön koşul düşüşümüzü kabul etmemizdir.

Orijinal günah öğretişini inkar ederek düşmüş olduğumuzu kabul etmemiz olasıdır ancak bu süreç çok ciddi sorunları içermektedir. Neredeyse bütün Hıristiyan bedeninin üyelerinin orijinal günah hakkında bir doktrin oluşturmuş olmaları bir tesadüf değildir.

Bu noktada bir çok Hıristiyan aynı fikirde değildir. Hepimiz, orijinal günah konusunda bir doktrin sahibi olmamız konusunda hemfikirde olsak da bu doktrinin içeriği ve kapsamı konusunda bir uzlaşmaya ulaşılamamıştır.

Başlangıç olarak orijinal günahın ne olmadığını belirtelim. Orijinal günah, ilk günah değildir. Orijinal günah, özellikle Adem ve Havva’nın günahına bir gönderme değildir. Orijinal günah, Adem ve Havva’nın günahının sonuçlarına yapılan bir göndermedir. Orijinal günah, Tanrı’nın ilk günaha verdiği cezadır. Şu şekilde gelişmiştir: Adem ve Havva günah işledi. Bu ilk günahtır. Onların günahının bir sonucu olarak insanlık ahlaki bir yıkım içine girmiştir. İnsan doğası ahlaki bir düşüş ile yeniden şekillenmiştir. İlk günah işlendikten sonra bizler için bir çok şey değişmiştir. İnsan ırkı bozulmuştur. Kilisenin orijinal günah olarak adlandırdığı, sonradan ortaya çıkan bu bozulmuşluktur.

Orijinal günah, özel bir günah eylemi değildir. Bu bir günah durumudur. Orijinal günah, belirli günahkar eylemlerin doğduğu, günahkar bir doğa ile ilgilidir. Bizlerde bu günahkar doğaya sahip olduğumuz için günah işleriz. İnsanın orijinal doğası günahkar değildi, ancak Günaha Düşüşten sonra, ahlaki doğası değişmiştir. Sonuç olarak, orijinal günah yüzünden bizlerin düşmüş ve bozulmuş bir doğamız vardır.

Kutsal Kitap’ın beyan ettiği gibi düşmüş olan insan günahkar olarak doğar. Kendisi günah “altındadır”. Doğamızdan ötürü bizler gazap çocuklarıyız ve bu dünyaya masum olarak doğmayız.

John Gerstner, bir gün yöresel bir Presbiteryan Kilisesinde vaaz vermek için davet edilmiş. Kilisenin kapısında, kendisine tapınma düzeni hakkında bilgi veren ve o gün gerçekleşecek olan çocuk vaftizi törenini idare etmesi İiçin ricada bulunan yaşlılar heyeti tarafından karşılanmış. Dr. Gerstner, bu görevi kabul etmiş. Arkasından, yaşlılar heyetinin bir üyesi, kendisine kiliselerinin özel bir geleneğini anlatmış ve Dr. Gerstner’den vaftiz töreninden önce çocukların ebeveynlerine birer beyaz gül takdim etmesini rica etmiş. Dr. Gerstner, bu beyaz gülün anlamı hakkında bilgi almak istediği zaman, yaşlılar heyetinin üyesinden, “Bu beyaz gülü bebeğin, Tanrı’nın önündeki masumiyetini sembolize etmek için sunuyoruz” cevabını almış.  

“Peki,” demiş Dr. Gerstner. “bu durumda vaftiz suyu neyi sembolize ediyor?”

Bu üyenin, masum bebeklerin günahının arınmasının sembolik amacını açıklamaya çalışırken yaşadığı şaşkınlığı düşünsenize. Bu topluluğun yaşadığı öğreti karmaşası tek örnek değildir. Çocukların, belirli konularda işledikleri günahlardan sorumlu olmadıklarını kabul ettiğimiz anda, bu çocukların günahsız oldukları kanaatine varmamız çok kolaydır. Bu ilahiyat açısından yılan dolu bir çuvala tıkılmak gibi bir şeydir. Çocuklar, belirli günah eylemleri konusunda masum olsalar bile, orijinal günahı taşımaktadırlar.

Önceden belirleme konusundaki Reform görüşünü anlamak için, orijinal günah konusundaki Reform görüşünü de anlamak kesinlikle şarttır. Bu iki görüş, ya beraberce ayakta kalırlar ya da beraberce yıkılırlar.

Reform görüşü, Agustin’in düşünüşünü takip etmektedir. Agustin’in izlerini taşımakta ve O’nun teolojisini takip etmektedir. Düşüşten önce Adem’in içinde olduğu durumu ve Düşüşten sonra insanlığın içinde olduğu durumu açıklamıştır. Düşüşten önce Adem’e iki olasılık sunulmuştur: Günah işleme ve günah işlememe yeteneğine sahip olma. Düşüşten sonra ise Adem’in günah işleme yeteneği yerinde kalırken, bir de günah işleyememe yeteneğini kazanmıştır. “İşleyememe” kelimesi sizlerin kafasını karıştırıyorsa, bir de bu durumu Agustin’in Latince ifadesi ile iletelim; non posse non peccare. Başka bir ifade ile açıklarsak, Düşüşten sonra insanlık günahsız yaşama konusunda ahlaki açıdan yeteneksizleşmiştir. Günahsız yaşama yeteneği, Düşüş esnasında kaybolmuştur. Bu ahlaki yetersizlik ise, bizlerin Orijinal Günah olarak adlandırdığımız durumun özünü oluşturmaktadır.

Yeniden doğduğumuzda ise, bizlerin günaha olan tutsaklığımız biter. Mesih’te yeniden doğduğumuzda, tekrar günah işleme ve günah işlememe yeteneklerine kavuşuruz. Cennetteki hayatımıza başladığımızda ise günah işleme yeteneğimizi kaybederiz.

Bir de bu duruma aşağıdaki tablo ile bakalım:   

DÜŞÜŞTEN ÖNCEKİ İNSAN

DÜŞÜŞTEN SONRAKİ İNSAN

YENİDEN DOĞMUŞ İNSAN

YÜCELTİLMİŞ İNSAN

Günah işleme yeteneğine sahiptir

Günah işleme yeteneğine sahiptir

Günah işleme yeteneğine sahiptir

 

Günah işlememe yeteneğine sahiptir

 

Günah işlememe yeteneğine sahiptir

Günah işlememe yeteneğine sahiptir

 

Günah işlememe yeteneğine sahip değildir

 

 

 

 

 

Günah işleme yeteneğine sahip değildir

Grafikten de görüleceği gibi insan Düşüşten önce, düşüşten sonra ve yeniden doğduktan sonra günah işleme yeteneğine sahiptir. Düşüşten önce, günah işlememe yeteneğine sahiptir. Günah işlememe yeteneği, Düşüş esnasında kaybedilmiştir. Bu yeteneğe tekrar kavuşmamız ise, yeniden doğma ile mümkündür ve bu yeteneğin varlığı cennette de devam eder. Yaratılış esnasında, insanlık ahlaki yetersizlik gibi bir sorunla karşı karşıya değildi. Ahlaki yetersizlik, Düşüşün bir sonucudur. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, Düşüşten önce insan, günah işlemekten kaçınabilirdi; Düşüşten sonra ise insan günah işlemekten kaçamaz duruma gelmiştir. Orijinal günah dediğimiz şey işte budur. Bu ahlaki yetersizlik ya da ahlaki tutsaklık, ruhsal olarak yeniden doğma ile alt edilebilmektedir. Yeniden Doğma, bizleri orijinal günahtan özgür kılar. Yeniden Doğma’dan önce ise hala daha özgür iradeye sahip olsak ta günahın bu gücünden özgür değilizdir, Agustin bu duruma “özgürlük” adını vermiştir.

Yeniden doğan bir kişi de günah işleyebilir. Günah işleme yeteneğimiz bizden cennette yüceltildiğimiz zaman alınmaktadır. Yeniden Doğan bireyler olan bizlerin günah işleme yeteneğimiz vardır ancak bizler artık orijinal günahın esareti altında değiliz. Bizler artık hürüz. Tabi ki bu artık mükemmel hayatlar yaşamaya başladığımız anlamına gelmemektedir, bizler bu hür yaşamın içerisinde dahi günah işlemeye devam etmekteyiz. Ancak asla bizler günah işliyoruz çünkü bizim bozuk doğamızın yapabileceği tek şey bu diyemeyiz.

MANEVİ YETERSİZLİK KONUSUNDA İSA’NIN GÖRÜŞÜ

Jonathan Edwards ve Aziz Agustin’nin manevi yetersizlik konularındaki görüşlerini açıkça belirttik. Bence bu görüşler hem faydalıdır hem de kendi kanaatimce doğrudurlar. Ancak, büyük teologların yetkinliğine rağmen bu görüşlerden hiç birisi bizlere, kendi öğretişlerine kayıtsız şartsız bir itaati buyuracak yetkiye sahip değillerdir. Bu kişileri ve öğretilerini yadsıyabiliriz. Bir Hıristiyan için İsa’nın öğretişleri ise çok farklı bir konumdadır. O’nun öğretişleri, vicdanımızı ve kanaatlerimizi bağlayıcı bir yetkiye sahiptir. İsa’nın, insanın manevi yetersizliği konusundaki öğretişi kesin ve nihaidir. 

İsa’nın, insanın manevi yetersizliği konusundaki en önemli öğretişlerinden bir tanesini Yuhanna kitabında okumaktayız “Sizlere, `Baba'nın bana yöneltmediği hiç kimse bana gelemez dememin nedeni budur” (Yuhanna 6:65).

Bu ayeti yakından incelersek, bu öğretişin birinci unsurunun evrensel olumsuzluk olduğunu görürüz. “Kimse” kelimesi, herkesi kapsamaktadır. İsa’nın belirttiği istisna (Baba'nın bana yöneltmediği) hariç kimseyi dışarıda bırakmaz. Bir sonraki kelime ise daha can alıcıdır, gelemez kelimesi bir yetersizlik ifadesidir.

(Ç.N.: Bu cümlelerde İngilizce de, kullanılan “can” ve “may” kelimelerinin ayrımı vurgulanmakta, ancak Türkçe’de bir anlam ifade etmemektedir.)

Bu ayette İsa, “kimse bana gelmeye izinli değildir” ya da “herkesin bana gelmesi yasaktır” değil, “kimse bana gelemez ….” demektedir.

Baba'nın bana yöneltmediği cümlesinde ise bir koşul durumu mevcuttur. Koşul durumunda, bir şeyin gerçekleşmesi için önceden gerçekleşmesi gereken başka bir durum vardır.

İsa’nın sözlerinin anlamı çok açıktır. Bir insanın Mesih’e gelmesini mümkün kılan bir durum gerçekleşmeden hiçbir insan, kendi çabası ile Mesih’e gelemez. Bu koşul ise  İsa’nın “Baba'nın bana yöneltmediği” ifadesinde açıklanmaktadır. İsa, bizlere burada Kendisine gelme yeteneğinin Tanrı’dan bir hediye olduğunu, bir lütuf olduğunu bildirmektedir. İnsanın içinde ve kendisinde Mesih’e gelme yeteneği yoktur. Bu yeteneğin oluşması için ilk olarak Tanrı’nın yöneltmesi gerekmektedir.

Bu ayet en azından bizlere şunları öğretmektedir: Düşmüş olan insanlığın doğal yetenekleri arasında, Tanrı’dan bir yönlendiriş olmadan kendi başına, kendi gücü ile Mesih’e gelme yeteneği yoktur. Rab’bimizin bu öğretişi ile Edwards ve Agustin’nin görüşleri tam ve sağlam bir şekilde uyuşum içindedir. Bu durumda karşımıza çıkan soru ise şudur: Tanrı, bütün insanlığa İsa Mesih’e gelme yeteneğini vermiş midir? Önceden belirleme konusundaki Reform görüşünün bu soruya cevabı ise hayırdır. Önceden belirleme konusundaki başka görüşler ise bu soruya evet cevabını vermektedir. Ancak kesin olan tek bir şey varsa o  da; bir insanın Tanrı’nın yönlendirişi olmadan İsa’ya kendi gücü ile gelemeyeceğidir.

Tanrı’nın bu konudaki yardımı neyi içermektedir? İnsanların, Mesih’e gelmesini engelleyen yetersizliğine müdahale konusunda Tanrı ne kadar ileri gitmelidir? Aynı bölümün başka bir ayetinde bu konuda bir ipucu bizleri beklemektedir. Aslında bu sorunun direkt  cevabı olarak İsa’nın iki sözü vardır.

Yuhanna’nın kitabının 6. bölümünün daha önceki kısımlarında da İsa Mesih benzer ifadelerde bulunmuştur. “Beni gönderen Baba bir kimseyi bana çekmedikçe, o kimse bana gelemez” (Yuhanna 6:44). “Çekmek”, bu ayetteki anahtar kelimedir. Baba’nın insanları Mesih’e çekmesinin anlamı nedir? Bu ayet hakkında sık sık duyduğum yorumlar, Baba’nın insanları Mesih’e doğru ayarttığı ya da insanlara Mesih’i çekici kıldığı şeklinde idi. Bu çekici kılış oluşmadıkça kimse Mesih’e gelemeyecekti. Ancak bu yoruma göre, insanların bu çekici kılmaya karşı koyma ve yani bir nevi ayartılmaya kapılmama yetenekleri vardır. Bu çekici kılma her ne kadar gereklide olsa zorlayıcı değildi. Felsefe dilinde bu durumu şöyle ifade edebiliriz: Tanrı’nın insanları çekmesi zorunlu bir koşuldur ancak insanları Mesih’e çekmek için yeterli bir koşul değildir. Yalın bir ifade ile Tanrı bizi çekmeden Mesih’e gelemeyiz ancak bu çekme bizim Mesih’e geleceğimizi kesinleştirmez.

Ben, yukarda ifade edilen ve yaygın olan bu anlayışın hatalı olduğu kanaatindeyim. Bu anlayış Kutsal Yazılar’ı çiğnemektedir ve Kutsal Kitap’ta kullanılan çekmek kelimesinin anlamını çarpıtmaktadır. Bu ayette kullanılan Yunanca kelime  elkô kelimesidir. Kittel’ın Yeni Antlaşma İlahiyat Sözlüğü bu kelimeyi ‘karşı konulamaz bir üstünlük tarafından zorlanmak’ olarak açıklar. Dil bilimine ve sözcük anlamına göre bu kelime, “zorlamak” anlamındadır.

Zorlamak, çekici kılmaktan çok daha güçlü bir kavramdır. Bunu daha açık bir şekilde anlayabilmemiz için Yeni Antlaşma’da aynı Yunanca kelimenin kullanıldığı diğer iki ayete bakalım. Yakup 2:6’da şu sözleri okumaktayız: “Ama siz yoksulun onurunu kırdınız. Sizi sömüren zenginler değil mi? Sizi mahkemelere sürükleyen onlar değil mi?” Türkçe de sürüklemek olarak kullanılan kelime, orijinal Yunanca metinde çekmek olarak kullanılan  elkô kelimesidir. Şimdi isterseniz bu kelimeyi, bahsettiğimiz yorumcuların kullandığı gibi çekici kılmak olarak kullanalım:  “Ama siz yoksulun onurunu kırdınız. Sizi sömüren zenginler değil mi? Size mahkemeleri çekici kılan onlar değil mi?”

Aynı Yunanca kelimeye Elçilerin İşleri 16:19’da da rastlamaktayız. “Kızın efendileri, kazanç umutlarının yok olduğunu görünce Pavlus'la Silas'ı yakalayıp çarşı meydanına, yetkililerin önüne sürüklediler..” Bir kez daha bu yorumcuların anladığı şekilde metne bakarsak Pavlus ve Silas’ın çarşı meydanına sürüklenmediklerini, onlara çarşı meydanının çekici kılındığını iddia etmiş oluruz. 

Arminiyan seminerinde, Önceden belirleme doktrini hakkında yapılan ve  halka açık bir forumda tartışmalara katılmam benden istenmişti. Karşımda ki isim ise bu seminerdeki Yeni Antlaşma bölüm başkanı idi. Tartışmanın çok önemli bir noktasında Baba’nın insanları çekmesi konusuna odaklanmıştık. Karşımdaki kişi bu ayeti bana, Tanrı’nın bir kişiyi Mesih’e gelmek için asla seçmeyeceğine ve zorlamayacağına dair iddiasını kanıtlayan bir delil olarak sunmuştu. Düşmüş insanlar üzerindeki ilahi etkinin çekmek ile sınırlı olduğu ve bu çekmeninde cezbetmek anlamında olduğu konusunda ısrar ediyordu. 

Tartışmanın bu noktasında ben hemen Kittel’in sözlüğündeki açıklamayı ve Yeni Antlaşma’da ki çekmek kelimesinin kullanıldığı ayetleri referans olarak gösterdim. Onun iddiasını çürüttüğüme eminken, beni şaşırtan bir ifadede bulundu ve beni savunmasız bıraktı. Şaşkınlık ve acı içinde kaldığım o anı asla unutamadım. Bana tanınmayan bir Yunan şairin aynı Yunanca kelimeyi kuyudan su çekmek eylemi olarak kullandığı bir şiirinden alıntı yaptı. Gözlerini bana kaldırıp, “Peki Profesör Sproul, bir insan bir kuyudaki suyu zorla hareket ettirebilir mi?” dedi. O esnada seyirciler, bu Yunanca kelimenin alternatif anlamının şaşırtıcı açıklaması karşısında kahkaha tufanına gömüldüler. Bende aptal gibi görünerek kahkahaların dinmesini bekledikten sonra şu cevabı verdim: “Hayır efendim. İtiraf etmeliyim ki bizler, kuyudaki suyu zorlayamayız. Ancak, kuyudaki suyu nasıl elde ederiz? Su, yukarı gelsin diye yukarıyı çekici hale mi getiririz? Ya da suyu cezbedermiyiz? Kuyunun başında bekleyip, ‘Hey, su, su, su’ diye bağırır mıyız?” Bizleri Mesih’e döndürmek için Tanrı’nın kalplerimize gelmesi ne kadar gerekli ise bir şeyler içmek istiyorsak kovayı kuyuya atıp suyu çekmemiz de o kadar gereklidir. Su, dışsal bir davete uyup kendi kendine yukarı çıkmayacaktır.

İsa’nın, insanın manevi yetersizliği konusunda söyledikleri hakkında, Yuhanna’nın kitabındaki bu hayati önem taşıyan ayetler kadar, değerli başka ayetler de vardır. Yuhanna 3. bölümde İsa’nın Nikodim ile yaptığı meşhur tartışma bunlardan birisidir. İsa Mesih, Nikodim’e şu sözleri söylemiştir: “Sana doğrusunu söyleyeyim, bir kimse yeniden doğmadıkça Tanrı'nın Egemenliğini göremez” (Yuhanna 3:3). İki ayet sonra, İsa Mesih, bu konuda ki öğretişine devam etmektedir: “Sana doğrusunu söyleyeyim, bir kimse sudan ve Ruh'tan doğmadıkça Tanrı'nın Egemenliğine giremez.”

Bir kez daha karşımızda bir zorunlu koşul dikilmektedir. İsa Mesih, herhangi bir insanın Tanrı’nın Egemenliğini görebilmesi ve girebilmesi için gerekli olan önemli bir zorunlu önkoşulu ifade etmektedir. Bu zorunlu önkoşul ise ruhsal olarak yeniden doğmadır. Önceden belirleme konusundaki Reform görüşü, bir insanın Mesih’i seçmeden önce yüreğinin değişmiş olması gerektiğini öğretmektedir. Bu kişi yeniden doğmalıdır. Reform karşıtı görüşler ise ilk önce düşmüş insanların Mesih’i seçtiğini arkasından yeniden doğduklarını savunur. Bu karşıt görüşe göre yeniden doğmamış insanlar, Tanrı’nın Egemenliğini görebilmekte ve girebilmektedir, çünkü bir kişi Mesih’i aldığı an egemenliğe girmektedir. Reformist görüşe göre ise bir kişi ilk önce iman edip, arkasından yeniden doğup sonrada egemenliğe girmez. Bir kişi görmediği bir egemenliği nasıl seçebilir ki? Bir kişi önce yeniden doğmadan nasıl egemenliğe girebilir ki? İsa, bu ayetlerde Nikodim’in Ruhta doğmaya olan mecburiyetini işaret etmekteydi çünkü o bedendendi ve bedenden doğan bedendendir. İsa Mesih’in dediği gibi beden bir yarar sağlamaz (Yuh. 6:63). Luther’in de savunduğu gibi, “Bu, beden azda olsa bir yarar sağlar demek değildir.” Reform karşıtı görüşler, yeniden doğmamış insanların Mesih’in çağrısına karşılık verebileceklerini öne sürmektedirler. Bu insanlar hala daha bedendendir. Reform karşıtı görüşlere göre beden bir kazanç getirebilir hatta bir insan için en önemli kazancı bile; Mesih’e iman ederek egemenliğe girmeyi. Eğer beden de olan, ama Kutsal Ruh’un kudreti ile yeniden doğmamış bir kişi, kendisini Mesih’e yöneltebiliyor ya da iman edebiliyor ise yeniden doğmanın ne gibi bir faydası kalmıştır? Reform karşıtı görüşlerin en ölümcül hataları bu noktadadır. Karşıt görüştekiler, insanın manevi yetersizliğini, bedenin güçsüzlüğünü ciddiye almamaktadırlar.

Reform teolojisinin en önemli noktası, şu özdeyişte ifade edilmiştir: “Yeniden doğum, imanı doğurur.” Bizlerin doğası o kadar bozuktur ve günah o kadar güçlüdür ki Tanrı, ruhlarımızda doğadışı bir eylemde bulunmadıkça Mesih’i asla seçemeyiz. Bizler, yeniden doğmak için iman etmeyiz; bizler iman edelim diye yeniden doğarız.

Rab’bimizin, egemenliğe girmeyi seçmeyi bir tarafa bırakın, görmek için bile yeniden doğmanın kesin bir gereklilik olduğunu öğrettiği bu bölümün hatta bu bölümlerde ki bir ayetin, Reform karşıtlarının düşmüş insanın yüreğinde Mesih’i seçmek için bir yeterlilik adacığı kaldığına dair tezlerinin kanıtı olarak iddia ettikleri ayetlerden bir tanesi olması tam bir hicivdir. Bu ayet Yuhanna 3:16’dır: “Çünkü Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik Oğlunu verdi. Öyle ki, O'na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın, ama hepsi sonsuz yaşama kavuşsun.”

Bu meşhur ayetin düşmüş insanın yüreğinde Mesih’i seçmek için bir yeterlilik adacığı kaldığına dair ne öğrettiğini sorabilir miyim? Cevap çok basittir, hiçbir şey. Reform karşıtı görüşü savunanların tezine göre, bu ayet dünya da ki herkesin Mesih’i reddetme ya da seçme yeteneği olduğunu öğretmektedir. Bu ayete dikkatlice bakarsak, bu sözlerde bu öğretişi göremeyiz. Ayetin öğrettiği ise Mesih’e iman eden herkesin kurtulacağıdır. İman edenlerin hepsi, (A) sonsuz yaşama kavuşur (B).Bu ayette, Mesih’i seçme ve düşmüş olan bir insanın doğal manevi yetenekleri ile ilgili hiç bir bilgi bulunmamaktadır. Reform görüşündeki insanların ve Reform görüşüne karşı olan insanların hepsi yürekten iman edenlerin kurtulacağı konusunda hem fikirdir. Ancak iki grup da, kimlerin yürekten iman etmeye yeteneği olduğu konusunda ayrı ayrı fikirleri savunmaktadırlar.

Bazı kişiler, “İki tarafta haklı. Bu ayet apaçık bir şekilde düşmüş olan insanın yeniden doğmadan Mesih’i seçme kabiliyetini olduğunu öğretmiyor ama kesinlikle bunu ima ediyor” diyebilirler. Ben bu ayetin bu tip bir öğretiyi ima ettiği fikrine değer verme konusunda hiçbir eğilime sahip değilim ancak bu ayet eğer bu tip bir imayı içerseydi bile bu fikir çatışmasında hiçbir değişiklik yaratmazdı. Neden yaratsın ki? Kutsal Yazılar’ın tefsirinde uygulanılan kural, Kutsal Yazılar’dan elde edilen imalar her zaman Kutsal Yazılar’ın açık öğretilerine göre ikinci plandadır, astıdır, altındadır. Bu kuralı tersine çevirip, Kutsal Yazılar’ın açık öğretişleri asla ama asla Kutsal Yazılar’dan elde edilen olası imalara göre ikinci plana atamayız. Reform görüşündeki düşünürler ve Reform görüşüne karşı düşünürler bu kural konusunda hemfikirdirler.

Eğer Yuhanna 3:16, Mesih’i seçmenin, evrensel ve doğal olarak düşmüş insanın bir yeteneği olduğunu ima etseydi bile bu ima, İsa’nın tam aksi yönde ki açık öğretişleri sayesinde geçersiz kılınırdı. İsa’nın, Tanrı’nın, bir insana bu yeteneği veren bir eylemde bulunmadan ya da daha açık bir ifade ile çekmediği hiçbir kimsenin kendi çabası ve yeteneği ile Kendisine gelemeyeceği açık ve şüpheye yer vermeyen bir biçimde öğrettiğini daha önce belirtmiştik.

Düşmüş insan benliktedir. Benlikteki bir insan Tanrı’yı hoşnut edecek hiçbir şey yapamaz. Pavlus’un belirttiği gibi, “Çünkü benliğe dayanan düşünce Tanrı'ya düşmandır; Tanrı'nın Yasasına boyun eğmez, eğemez de... Benliğin denetiminde olanlar Tanrı'yı hoşnut edemezler” (Rom. 8:7, 8).

Arkasından şu soruyu sorabiliriz, “‘Benlikte olanlar kimlerdir?” Pavlus, şöyle devam etmiştir: “Ne var ki, Tanrı'nın Ruhu içinizde yaşıyorsa, siz benliğin değil, Ruh'un denetimindesiniz. Ama bir kişide Mesih'in Ruhu yoksa, o kişi Mesih'in değildir” (Rom. 8:9). Bu ayetteki can alıcı kelime ama kelimesidir. Benlikte olanlar ile olmayanları ayıran unsur, Tanrı’nın Ruhu’nun içimizde ki yaşayışıdır. Yeniden doğmamış olan hiçbir kimsenin içinde Kutsal Ruh olan Tanrı yaşamaz. Benlikte olan kişiler, yeniden doğmamışlardır. Bu kişiler, yeniden doğmadıkça, Kutsal Ruh’tan doğmadıkça, Tanrı’nın Yasasına itaat edemezler ve Tanrı’yı hoşnut edemezler. 

Tanrı, bize Mesih’e iman etmeyi buyurmaktadır. Mesih’te yaşayanlardan hoşnuttur. Eğer yeniden doğmamış insanlar Mesih’i seçebilselerdi, bu kişiler en azından Tanrı’nın bir buyruğunu yerine getirmeye boyun eğebilirlerdi ve Tanrı’yı hoşnut edecek bir şey yapma olasılıkları olurdu. Eğer bu doğru olsaydı, bu durumda Elçi, “Benliğin denetiminde olanlar Tanrı'yı hoşnut edemezler ve Yasasına boyun eğemezler” diyerek hata yapmış, Tanrı’nın Kutsal Sözü yanlış yazılmış olurdu.

Sonuç olarak, düşmüş insan arzularına göre seçim yapmakta özgürdür ancak arzuları bozuk olduğu için Mesih’e gelmek gibi bir manevi yetenekten yoksundur. Düşmüş insan benlikte kaldıkça ve yeniden doğmadıkça Mesih’i asla ve asla seçemez. Mesih’i kesinlikle seçemez çünkü kendi arzusuna karşı seçim yapamaz, davranamaz. Mesih için bir arzusu yoktur. Arzulamadığı bir şeyi seçemez. Onun düşüşü o kadar derindir ki sadece Tanrı’nın etkin lütfunun onun yüreğinde işlemesi ile bu kişiyi iman ettirebilir.


BÖLÜM 3’ÜN ÖZETİ

1) Özgür irade “arzularımıza göre seçim yapabilme yeteneği” olarak tanımlanmıştır.

2) “Nötr, tarafsız ve etki altında olmayan bir özgür irade,” öncelikli eğilimler içermeyen bir irade kavramı, özgür irade hakkında yanlış bir anlayıştır. Bu iddia hem mantık hem de Kutsal Kitap dışıdır.

3) Gerçek özgür irade, kendi kendine bir karar verme sürecini içerir ki bu dışsal baskılardan farklıdır.

4) Seçim yapma konusunda devamlı bir mücadele içinde oluruz çünkü kısmen birbiri ile çelişen ve değişen arzuları barındırırız.

5) Düşmüş olan insanın seçim yapmak için gerekli olan doğal yetenekleri mevcutken, ilahi seçimler yapmak için manevi yetenekleri mevcut değildir.

6) Aziz Agustin’nin dediği gibi düşmüş olan insanın “özgür iradesi” varken, “özgürlüğü” yoktur.  

7) Orijinal günah, ilk günah değil, Adem’in ve Havva’nın günahının sonucu olan günahlılık durumudur.

8) Düşmüş olan insanın “günah işlememe yeteneği” yoktur.

9) İsa, Tanrı’nın yardımı olmadan insanların kendisine gelme gücü olmadığını öğretmiştir.

10) Bir kişinin İsa’yı seçebilmesi için ilk olarak yeniden doğması gerekmektedir.

 

1      2      3      4      5      6      7      8      9