ÖNCEDEN
BELİRLENME kulağımıza, insan özgürlüğünün kalbine saplanmış bir
hançer gibi gelmektedir. Eğer Tanrı, sonsuzluğun başlangıcında her
birimizin son istikametini belirlediyse bu durum, bizim özgürce
yaptığımız tercihlerin boşuna bir çaba, hayatlarımızın ise sadece
önceden saptanmış rollerin boşuna tekrarlanması olduğu fikrini
vermektedir. Sanki Tanrı
bizler için taş levhalar üzerine bir senaryo yazmıştır ve bizler
de bu senaryoya uygun şekilde davranmakta olan oyuncularızdır.
Önceden
belirlenme ve özgür irade arasındaki kafa karıştıran ilişkiyi ele
almadan önce ilk olarak özgür iradeyi tanımlamamız gerekmektedir.
Bu terimin sadece tanımı bile büyük tartışmaları başlatan kıvılcım
gibidir. En yaygın olarak bilinen tanım özgür iradeyi; önyargısız
ve eğilimsiz seçim yapabilme yeteneği olarak ifade eder. İradenin
özgür olabilmesi için salt bir tarafsızlığa sahip olmalı ve asla
ön yargı ile hareket etmemelidir.
Yüzeysel
olarak bakıldığında çok çekici gelmektedir. Etkisi ile kararımızı
etkileyecek içsel ve dışsal baskı unsuru yoktur. Ancak yüzeydeki
bu hoş cilanın altında iki adet sorun çıkıntısı durmaktadır.
Birinci sorun
şudur; eğer seçimlerimizi her hangi bir eğilime sahip olmadan
tamamen tarafsız bir doğa ile yapıyor isek bu durumda
seçimlerimizin bir sebebi yoktur. Eğer tercihlerimiz sebepsiz ise
ve bu seçimler tamamen kendi kendine gelişmekte ise bu durumda da
bu tercihlerin ahlaki bir anlamı kalmamaktadır. Eğer bir tercih
bir anda yapılmış ise—bu tercihin altında yatan ne bir sebep ne de
bu tercihi oluşturan geçmiş etkenler vardır—bu durumda ise bu
tercih iyi ya da kötü olarak değerlendirilemez, yargılanamazlar.
Tanrı, seçimlerimizi değerlendirirken bizim niyetlerimizi ve
motivasyonlarımızı göz önünde bulundurur.
Örneğin Yusuf
ve kardeşlerinin durumunu ele alalım. Yusuf köle olarak satıldığı
zaman Tanrı’nın ilahi takdiri işlemekteydi. Yıllar sonra, Yusuf
kardeşleri ile Mısır’da tekrar bir araya geldiği zaman onlara
şunları söyledi: “Siz bana kötülük düşündünüz, ama Tanrı bugün
olduğu gibi birçok halkın yaşamını korumak için o kötülüğü iyiliğe
çevirdi” (Yar. 50:20). Bu eylemin iyi ya da kötü olduğunun
belirlenmesindeki yegane unsur, eylemi yaptıran niyetler,
motivasyonlardır. Yusuf ikilemindeki Tanrı’nın müdahalesi iyi bir
niyet, motivasyon ile gerçekleşmiştir; kardeşlerinin Yusuf’un
hayatına müdahalesi ise kötü bir niyete dayanmaktadır.
Kardeşlerinin, Yusuf’u köle olarak satmalarının altında bir sebep
bulunmaktadır. Onlar kötü bir motivasyon ile bu eylemde
bulunmuşlardır. Onların seçimi ne tarafsızdır ne de aniden ortaya
çıkmıştır. Onlar kardeşleri olan Yusuf’u kıskanmışlardır ve onu
köle olarak satma tercihleri onların kötü niyetleri tarafından
kışkırtılmıştır.
Bu yaygın
tanımın karşısındaki ikinci sorun ise ahlaki değil rasyonel bir
sorundur. Eğer bir tercih eyleminde önceden oluşmuş bir eğilim,
arzu, istek, emel, niyet, motivasyon, amaç ya da sebep mevcut
değil ise, bir seçim nasıl yapılabilinir ki? Eğer irade tamamen
özgür olsaydı, bu ya da şu diye bir tercih asla yapılamazdı. Bu
problemin bir benzerini Alice Harikalar Diyarında adlı kitapta,
Alice’in bir yol ayrımına geldiği zaman görmekteyiz. Ne tarafa
gideceği hakkında hiçbir fikri olamayan Alice bir ağaçtan
kendisine sırıtan bir kedi görür ve kediye “Ne tarafa dönmeliyim?”
diye sorar. Kedi, “Nereye gidiyorsun?” sorusu ile cevap verir,
Alice “Bilmiyorum” deyince, sırıtkan kedinin cevabı, “Bu durumda
hiç fark etmez” olur.
Alice’in
içinde bulunduğu ikilemi ele alırsak aslında önünde dört adet
seçenek olduğunu görürüz.Bu seçenekler Alice, sağdaki yola
sapabilir, soldaki yola sapabilir, geldiği yoldan geriye dönebilir
ya da ölene kadar kararsızlık durumu içinde orada öylece
kalabilir. Alice’in herhangi bir seçim yapabilmesi için bir
motivasyona ya da eğilime ihtiyacı vardır. Motivasyonsuz ya da
önceden oluşmuş bir eğilim olmaksızın yapabileceği tek seçim orada
öylece durup ölmek olacaktır.
Aynı problemi,
özgür bir iradeye sahip olan bir katırın hikayesinde de görmek
mümkündür. Özgür bir iradeye sahip olan katırın nötr, tarafsız,
eğilimsiz ve iç ve dış etkenlerden uzak bir iradesi vardır. Bu
katırın sahibi, katırın sağına bir sepet yulaf, soluna bir sepet
buğday koyar. Eğer bu katır, yulaf ve buğday arasında tercih
yapmak için gelişmiş bir eğilimi yok ise bu katır ikisini de
seçmez ve aç kalır. Eğer ikisini de besin olarak görüp eşit ve
nötr bir arzu beslerse iki eşit seçim arasında donup kalır ve yine
aç kalır. Her iki durumda da bir motivasyon yoktur. Motivasyon
olmadığı için bir seçimde olmayacaktır. Seçim olmadan besinde
olmayacaktır. Besin olmazsa bir süre sonra katırda olmayacaktır.
Bizler,
nötr-irade teorisini hem irrasyonel olduğu hem de radikal bir
şekilde Kutsal Kitap’a aykırı olduğu için reddetmeliyiz.
Hıristiyan
düşünürler bizlere özgür iradenin iki önemli tanımını
sunmuşlardır. Biz, İradenin Özgürlüğü isimli klasik eserin sahibi
Jonathan Edwards’ın sunduğu birinci tanımı gözden geçireceğiz.
- Edwards
iradeyi “mantığın seçimi” olarak tanımlamıştır. Bizlerin ahlaki
seçimler yapabilmemiz için ilk olarak seçtiğimiz şey hakkında
bilgi sahibi olmamız gerekir. Seçimlerimiz, mantığımızın
reddetmesi ya da kabul etmesi üzerine kuruludur. Seçim eyleminde,
bizlerin değerlere bakış açımız hayati bir rol oynar. Seçimlerin
kendisi kadar, şahsi eğilimlerim, motivasyonlarım ve niyetlerim
benim zihnim, mantığım ile şekillenmiş unsurlardır. Sonuç olarak,
mantığın müdahalesinin olmadığı bir seçim sebepsiz yere
yapılmıştır ve hiçbir amacı yoktur. Bu durumda bu seçim keyfi ve
ahlaki açıdan da anlamsız bir seçimdir. Güdü ve seçim çok farklı
iki kavramdır.
- Özgür
iradenin ikinci tanımı ise “istediğini seçebilme yeteneğidir”. Bu
tanım ise insan arzuları denilen çok önemli bir temel üzerine
kurulmuştur. Özgür iradeye sahip olmak demek arzularımıza göre
seçim yapmak demektir. Bu durumda motivasyon sağlayan ve seçim
yapmak için sebepler sunan hayati etken arzularımızdır.
Kurnazca olan
nokta ise şudur: Edwards’a göre bir insan arzuladığını seçmekte
özgürdür ancak seçim yapmış olabilmek için arzuladığını seçmek
zorundadır. Benim Edward’ın Seçim Kanunu olarak adlandırdığım
ifade şudur: “İrade istisnasız bir şekilde, o esnadaki en güçlü
eğilimine göre seçimini yapar.” Bunun anlamı ise her seçim
özgürdür ve her seçim belirlenmiştir.
Kurnaz bir
tanım olduğunu belirtmiştir. Her seçimin özgür ve her seçimin
belirlenmiş olduğunu söylemek, kulağa cüretkar bir çelişki gibi
gelebilir. Ancak burada kullanılan “belirlenmiş” kelimesi,
dışarıdan bir gücün zorla yaptığı bir baskı anlamında değil bir
kişinin içsel motivasyonu ya da arzusu anlamında kullanılmaktadır.
Kısaca bu kanun şunu anlatmaktadır: Seçimlerimiz, kendi
arzularımız tarafından belirlenir. Bu seçimler hala daha bizim
seçimlerimizdir çünkü bizim arzularımız tarafından motive
edilmişlerdir. Özgürlüğün özü olan bu duruma kişisel–belirleme adı
verilmiştir.
Bir dakika
için kendi seçimlerinizi gözünüzün önüne getirin. Bu seçimler
neden ve nasıl meydana gelmiştir? Sizler şu an bu kitabın bu
satırını okumaktasınız, peki neden? Bu kitabı okuma sebebiniz
önceden belirleme konusuna olan kişisel merakınız mı? Bu karışık
konuda daha fazla bilgi edinmek için mi bu kitabı okuyorsunuz?
Belki. Belki de bu kitabı okumanız sizlere bir ödev olarak verildi
ve belki de şu an aklınızdan şunlar geçmek te: “Bu kitap her neden
bahsediyorsa bahsetsin, bu kitabı okumayı hiç istemiyorum ancak
bir başkasının benim bu kitabı okumam için olan kendi arzusundan
dolayı hiç zevk almadan, sürüne sürüne de olsa bu kitabı okumak
zorundayım. Eğer her şey benim istediğim gibi olsaydı, bu kitabı
okumayı asla seçmezdim.”
Ancak her şey
sizin istediğiniz gibi gelişmiyor değil mi? Eğer siz bu kitabı
mecburiyetten ya da verilen bir ödev yüzünden okumakta olsanız
bile, yine de size verilen ödevi yapmak ya da yapmamak arasında
bir seçim yapmaktasınız. Kesin olan bir şey varsa o da sizin bu
kitabı okumayı, okumamış olmaktan daha çekici veya sizin için daha
yararlı bulduğunuz ve okumakta olduğunuzdur. En azından bundan
emin olabilirim aksi takdirde şu an bu satırları okuyor
olmazdınız.
Yaptığınız her
seçimin bir sebebi vardır. Bir daha ki sefere topluma açık bir
yere gittiğiniz zaman (sınıf, kilise, otobüs vb..) oturmayı
seçtiğiniz koltuğa dikkat edin ve kendinize neden bu oturma yerini
seçtiğinizi sorun. Belki de tek boş koltuk buydu ve sizde ayakta
durmak yerine oturmayı tercih ettiniz. Belki de, bu sayede oturma
seçiminde bilinç altında yaptığınız bir muhakeme olduğunu
keşfettiniz. Belki de eğer şartlar elverişli ise odanın arkasında,
önünde, sağında ya da solunda oturmayı tercih ettiğinizi fark
ettiniz. Niçin? Belki de gözlerinizde bir bozukluk var? Belki de
utangaç ya da dışa dönük bir mizaca sahipsiniz. Oturma yeri
seçiminde hiçbir sebep olmadığını düşünebilirsiniz ancak sizin
seçtiğiniz koltuk her zaman için o seçim anında sahip olduğunuz en
güçlü eğilim tarafından seçilecektir. Belki de bu seçim, o an
durduğunuz yere en yakın boş koltuğun o olması ve sizin koltuk
bulmak için yürümek istememe eğiliminizin seçimi olacaktır.
Karar-alma
karışık bir işlemdir çünkü karşımızdaki opsiyonlar genellikle
çeşitlidir ve sayıca çoktur. Birde bu karışıklığa bizlerin değişik
ve sayıca arzuları çok olan yaratıklar olduğumuzu da eklerseniz
çok çeşitli hatta çelişkili motivasyonlarımızın olduğunu fark
edersiniz.
Dondurma
külahları meselesini ele alırsak ki benim için en büyük problem
külahı değil dondurmanın kendisidir. Eğer dondurmakolik diye
birisi varsa o da emin olun ki benim. Şu an en azından on beş kilo
fazlalığım var ki inanın bedenimi oluşturan kiloların en azından
yirmisi dondurmalar yüzündendir. Eğer her şey benim istediğim gibi
olsaydı zayıf bir bedene ve dümdüz bir karına sahip olmak
isterdim. Pantolonlarıma zorla girmekten hoşlanmasam da en
dayanamadığım şey, ninelerin göbeğime fiske atmalarıdır. Fazla
kilolarımdan kurtulmam için dondurma yemeği kesmem gerektiğinin
bilincindeyim. Bu yüzden diyet yapmaya başlarım, diyet yapma
sebebim diyet yapmayı istememdir çünkü kilo vermek ve daha iyi
bir görünüme sahip olmak istiyorum. Birisi beni Swenson isimli,
dünyanın en müthiş dondurmalarını yapan yere çağırana kadar her
şey mükemmeldir. Swenson’a gitmemem gerektiğinin bilincindeyim ama
gitmeyi çok istiyorum. Seçim yapma anı geldiğinde ise çelişen
arzular arasında sıkışıp kalıyorum. Hem zayıflamak istiyorum hem
de Swenson’un süper dondurmasından yemek istiyorum. Karar verme
esnasında hangi arzum daha güçlü ise bende seçimimi ona göre
yapacağım. İşte bu kadar basit.
Birde eşimi
ele alalım. Evliliğimizin gümüş yıldönümünü kutlamaya
hazırlanırken eşimin evlendiğimiz günkü kilosunu aynen muhafaza
ettiğinin bilincindeyim. Gelinliği üzerine hala daha tıpa tıp
oturmakta. Onun dondurma problemi yok. Bir çok dondurma vanilya,
çikolata ve çilekten oluşur ki bunların ismi bile benim ağzımı
sulandırırken karım için bu yiyecekler eşimin ayartı kategorisinde
asla yer almazlar. Aha! Birde Baskin Robbins dondurmaları vardır
ki, cevizli ve kremalı çeşitleri mevcuttur. Alış veriş merkezine
gittiğimizde Baskin Robbins mağazasının önünden geçeriz ve işte o
an eşim garip bir değişim yaşamaya başlar. Adımları yavaşlar,
avuçları ıslanır ve neredeyse ağzının suyunun akmaya başladığını
fark ederim. İşte kısa bir an için bile olsa eşim kendisini, benim
her gün yaşadığım arzular çatışmasının tam ortasında bulmuştur.
Seçimlerimiz
her zaman, o anki en güçlü arzumuz tarafından belirlenir.
Dışarıdan gelecek olan baskı unsurları bile özgürlüğü tamamen
elimizden alamaz. Kendi başlarına seçmeyecekleri seçimleri
insanlara empoze eden baskı bir tür güç kullanımı içermektedir.
Örneğin ben Amerikan hükümetinin bana ödettiği gelir vergisini
ödemek için kesinlikle hiç bir arzu duymuyorum. Bu vergiyi ödemeyi
reddedebilirim ancak bunun sonuçları ile vergi ödemeyi
kıyasladığım zaman vergiyi ödemek daha arzulanabilir gelmektedir.
Beni hapse atmak ile tehdit eden bu hükümet, bana vergi ödenmesi
konusunda ki isteklerini empoze edebilme yeteneğine sahiptir.
Silahlı bir
soygun olayını ele alalım. Elinde silah olan bir adam bana doğru
ilerlemekte ve bana “ya paran ya canın” demekte. Bu kişi benim
seçeneklerimi ikiye indirgemiştir ve eğer her şey benim
kontrolümde olsaydı ona para vermeyi arzulamazdım. Bu soyguncuya
para vermektense herhangi bi vakfa bağışlamayı tercih ederdim.
Ancak bu dışsal baskının sonucu olarak benim bu konudaki arzum ani
bir değişikliğe uğramıştır. Bu birey benim içimdeki bazı arzuları
uyandırmak için güç kullanmıştır. Bu durumda ben, yaşama arzum ve
para vermeme arzum arasında bir seçim yapmak durumunda kalırım.
Benim tercihim bu parayı vermek yolunda olacaktır çünkü aksi halde
beni öldürdükten sonra da bu parayı benden alacaktır ancak bazı
kişiler bu olaya “silahlı birisine teslim olmaktansa ölürüm daha
iyi, parayı da ölü vücudumdan alır” tepkisini gösterip, farklı bir
seçim yapabilirler.
Her iki
durumda da bir seçim yapılmaktadır ve bu seçim o esnadaki en güçlü
eğiliminize göre yapılmaktadır. Bir an için yaptığınız her hangi
bir seçimin, o esnadaki en güçlü eğiliminiz tarafından
belirlenmediğini farz edelim. Peki ya günah? Bütün Hıristiyanların
yüreğinde İsa Mesih’e itaat etme arzusu vardır. İsa Mesih’i
seviyoruz ve O’nu hoşnut etmek istiyoruz. Buna rağmen her bir
Hıristiyan günah işler. Acı gerçek ise şudur; günah işlediğimiz
andaki günah işleme arzumuz, İsa Mesih’e itaat etme arzumuzdan
daha güçlüdür. Eğer her zaman Mesih’e itaat etme arzumuz, günah
işleme arzumuzdan daha güçlü olabilseydi asla günah işlemezdik.
Elçi Pavlus,
aynı şeyi öğretmiyor mu? Bizleri, Mesih’te ki arzularına ters
olanı yaptığı bir durum ile karşı karşıya bırakmıyor mu?
Romalılara Mektup’ta şöyle yazmıştır: “İstediğim iyi şeyi
yapmıyorum, istemediğim kötü şeyi yapıyorum” (Rom. 7:19). Buradaki
ayetler bize Tanrı olan Kutsal Ruh’un esinlemesi altında olan
Pavlus’un bazı zamanlar en güçlü eğilime karşı davranıldığının
açık öğretişi gibi gelebilir.
Elçi’nin
burada iradenin teknik işleyişi hakkında bir esinlemede
bulunmamaktadır aksine bu ayet daha çok hepimizin tecrübe ettiği
bir durumun açık ifadesidir. Her birimizin günahtan kaşınmak gibi
bir arzusu vardır. “Her şeyin kontrolümüzün altında olması”
sendromu ile bir kez daha karşı karşıyayızdır. Eğer her şey benim
kontrolümde olsaydı, ben mükemmel olmak isterdim. Günahlarımdan ve
fazla kilolarımdan bir anda kurtulmak isterdim. Ancak benim
arzularım istikrarlı arzular değil, dalgalı arzulardır. Karnım tok
iken, diyete başlama kararı almak çok kolay bir seçimdir ancak
acıktığım zaman arzu ibrelerim sapmaya başlar. Benim arzularımın
ve iştahımın yaşadığı değişimler ayartıları ortaya çıkartır ve
eğer her şey benim elimde olsaydı asla yapmayacağım şeyleri
yapmaya başlardım.
Pavlus önümüze
insan arzularının gerçek çelişkisini ortaya koymaktadır ki bu
arzular kötü seçimlere eğilimlidir. Hıristiyan bir birey çelişkili
arzuların yarattığı meydan savaşının ortasında kala kalmıştır.
Hıristiyan bir kişinin Rab’de büyümesi demek, Mesih’i hoşnut
edecek arzularının güçlenmesi, günah işleme arzusunun azalması
demektir. Pavlus, bunu ruh ve bedenin savaşı olarak
adlandırmıştır.
Seçimlerimiz
her zaman, o anki en güçlü arzumuz tarafından belirlenir demek her
zaman istediğimizi seçeriz demektir. Hayatımızda ki her seçim
anında özgürüzdür ve bu kararı kendimiz veririz. Kararı bizim
vermemiz ile determinizm aynı şey değildir. Determinizm demek bir
bireyin bir şey yapması için dış bir etken tarafından zorlanması
ya da baskı altında kalması demektir. Daha önce bahsettiğimiz gibi
dış güçler bizim seçeneklerimizi ciddi bir şekilde azaltmaktadır
ancak bütün seçenekleri yok etme gücüne sahip değildirler. Bizlere
nefret ettiğimiz şeylerden zevk almamızı empoze edemezler. Eğer
bir nefretin, zevke dönüşmesi gerçekleşir ise bu bir dış baskı
meselesi değil bir ikna meselesidir. Bir kişi zaten çok zevk
aldığı bir şeyi yapmaya zorlanamaz.
Tarafsız, nötr
bir özgür irade kavramı tamamen imkansızdır. Bu kavram, arzu
içermeyen seçmeyi içermektedir. Bu bir bakıma sebepsiz bir sonuç
elde etmek gibi bir iddiadır. Hiçbir şeyden bir şey elde etmeyi
öne sürer ve bu da mantıksız ve irrasyonel bir iddiadır. Kutsal
Kitap, açıkça seçimlerimizi arzularımıza göre belirlediğimizi
ifade eder. Kötü bir arzu, kötü seçimleri ve kötü işleri doğurur.
İyi bir arzu ise iyi işleri doğurur. İsa, kötü ağacın kötü
meyveler vereceği benzetmesi ile bize bunu anlatmıştır. Bir incir
ağacı, elma vermez, aynı şekilde bir elma ağacı da incir vermez.
Kutsal arzular, kutsal seçimler doğurur ve kötü arzular, kötü
seçimleri doğurur.
DOĞAL VE MANEVİ YETENEKLER
Jonathan
Edwards, özgür iradeyi, Kutsal Kitap’a uygun bir şekilde
anlayabilmemiz için bir farkın daha altını çizmiştir. Jonathan
Edwards, doğal yetenekler ve manevi yetenekler arasındaki farkı
ortaya koymuştur. Doğal yetenekler, bizlerin, insan olduğumuz için
sahip olduğumuz güçler ile ilgilidir. Ben, bir insanım ve
düşünmek, yürümek, görmek, duymak ve hepsinden öte seçim yapmak
gibi doğal yeteneklere sahibim. Benim sahip olmadığım bazı doğal
yetenekler de vardır, mesela bazı insanlar tek başlarına bir
makineyi idare ederek uçabilme yeteneğine sahipken ben bu
yetenekten mahrum bir insanım. Ben aynen Süpermen gibi gökyüzünde
süzülme arzusuna sahibim ancak bu yeteneğe sahip değilim. Benim
uçamama sebebimse, benim karakterimin manevi eksikliği değil,
Yaratıcımın bana uçmam içim gerekli olan doğal uzuvları
vermemesidir. Benim kanatlarım yoktur.
İrade bize
Tanrı tarafından verilen doğal bir yetenektir. Bizler, bir seçim
yapabilmek için gerekli olan her türlü doğal yeteneğe sahibiz. Bir
zihne ve iradeye sahibiz. Arzuladığımız bir şeyi seçebilmek için
gerekli olan doğal yeteneklere sahibiz. Peki, problem nerededir?
Kutsal Kitap’a göre problemimizin yeri çok açıktır. Problem
arzularımızın doğasındadır. İşte, düşmüşlüğümüzün merkez noktası
burasıdır. Kutsal Yazılar bize şunu anlatır: “RAB baktı,
yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte”
(Yar. 6:5).
Kutsal Kitap,
insanın yüreği hakkında çok şey belirtmektedir. Kutsal Yazılar,
yürekten kan pompalayan bir organ olarak değil ruhun çekirdeği,
insan duygularının en derin yuvası olarak bahseder. İsa, bir
insanın hazineleri ile kalbinin arzuları arasındaki yakın
bağlantıyı belirtmiştir. Eğer bir kişinin hazinesinin haritasını
bulursanız, onun kalbine giden yolu da bulmuş olursunuz.
Edwards,
insanlığın günah ile ilgili sorununun manevi yetenekleri ya da bu
yeteneklerin yetersiz olmasına dayandırmıştır. Bir bireyin,
Tanrı’yı hoşnut edecek bir seçim yapabilmesi için ilk önce
Tanrı’yı hoşnut etme arzusuna sahip olması gerekmektedir. Tanrı’yı
bulabilmesi için ilk önce O’nu arama arzusuna sahip olması
gerekmektedir. İyi olanı seçebilmesi için ilk önce iyi olanı
arzulaması gerekmektedir. Mesih’i seçebilmesi için Mesih arzusuna
sahip olması gerekmektedir. Önceden belirleme hakkındaki
tartışmaların tümü ve özü şu soruda toplanmıştır: Günahkar bir
insanın içinde Mesih’e karşı doğal bir arzu var mıdır?
Edwards, bu
soruya samimi bir “Hayır!” cevabını vermektedir ve Düşüş esnasında
insanlığın Tanrı için olan orijinal arzusunu kaybettiği üzerinde
ısrar etmektedir. Arzusunu kaybettiği anda, insanın özgürlüğüne de
bir şeyler olmuştur. Mesih’i seçmek için gerekli olan manevi
yeteneklerini de kaybetmiştir. Mesih’i seçebilmek için bir
günahkarın ilk olarak Mesih’i seçmek için bir arzusu olması
lazımdır. Bir bireyde bu arzu ya zaten vardır ya da bu arzuyu
Tanrı’dan almak durumundadır. Edwards ve Reform teolojisinin
önceden belirleme hakkındaki görüşünü benimseyen herkes, bir
insanın yüreğine Tanrı bu arzuyu koymadan hiç kimsenin, kendi
başına özgürce Mesih’i seçemeyeceği konusunda hem fikirdir. Bu
kişiler, hiçbir şekilde müjdeye karşı bir arzu beslemedikleri için
her zaman ve her yerde müjdeyi reddedeceklerdir. Bu kişiler,
hiçbir şekilde Mesih’e karşı bir arzu beslemedikleri için her
zaman ve her yerde Mesih’i red edeceklerdir. Bu bireyler,
arzularına göre hareket ettikleri için özgürce Mesih’i
reddedeceklerdir.
Ben burada
Edwards’ın görüşünün gerçekliğini ispatlamaya çalışmıyorum çünkü
bunu yapmak demek, Kutsal Kitap’ın insanın manevi yeteneklerine
veya yeteneksizliğine bakışını derinden incelemek demektir. Bunu
ilerde yapabiliriz ancak şu soruyu da cevaplamamız gerekmektedir,
“Eğer bir insanın Mesih’i seçmek için manevi yetenekleri mevcut
değil ise Tanrı bu insanı nasıl Mesih’i seçmesi konusunda sorumlu
tutabilir? Eğer insan manevi bir yeteneksizlik içinde ve Mesih’e
karşı arzu beslemeyecek bir doğa ile doğmakta ise bu durumda
insanların Mesih’i seçmemesi Tanrı’nın suçu değil midir?” Bir kez
daha okuyucularımı, ilerleyen sayfalarda bu önemli soruların
cevaplarını vereceğime söz vererek, sabır etmeye davet etmek
istiyorum.
AZİZ AGUSTİN’İN ÖZGÜRLÜĞE BAKIŞ AÇISI
Edwards’ın,
doğal yetenekler ve manevi yetenekler arasındaki hayati farkı
ortaya koymasından önce Agustin, buna benzer bir ayrımı yapmıştır.
Agustin’in, günahkar bir insanın özgür iradesi olduğunu ancak
özgürlüğü olmadığını belirtmesi, onun bu probleme yaklaşımını da
ortaya koymuştur. Yüzeysel olarak bakarsak bu çok garip bir ayrım
gibi gözükmektedir. Bir bireyin nasıl olurda özgür iradesi varken
özgürlüğü mevcut olmayabilir?
Agustin ve
Edwards aynı noktaya benzer bir yoldan ulaşmışlardır. Düşüşten
sonra insanlık seçim yapma yeteneğini kaybetmemiştir. Günahkar
birey hala daha istediğini seçme ve arzularına göre hareket etme
özgürlüğüne sahiptir. Yine de, arzuları kötü olduğu için doğruluğa
özgür kılınmışların sahip olduğu o muhteşem özgürlükten
yoksundurlar. Düşüşten sonra insanlık ciddi bir ahlaki tutsaklık
durumuna girmiştir. Bu tutsaklık durumuna orijinal günah
denmektedir.
Orijinal günah
gerçeği, her Hıristiyan mezhebinin yüzleşmesi gereken çok zor bir
konudur. İnsanın düşüşü, Kutsal Yazılar’da o kadar açık bir
şekilde öğretilmiştir ki bu öğretiyi dikkate almadan insanlık
hakkında bir görüşe sahip olmak imkansızdır. Hıristiyanlar
arasında insanın düşmemiş olduğunu iddia eden bazıları, -eğer
mevcut ise- olabilir. Düşmüş olduğumuzun bilgisinden yoksun isek,
günahkar olduğumuz bilgisinden de mahrumuz demektir. Eğer günahkar
olduğumuz bilgisinden uzak isek Mesih’i Kurtarıcımız olarak kabul
etmemiz biraz zor gözükmektedir. Bizleri Mesih’e götüren ön koşul
düşüşümüzü kabul etmemizdir.
Orijinal günah
öğretişini inkar ederek düşmüş olduğumuzu kabul etmemiz olasıdır
ancak bu süreç çok ciddi sorunları içermektedir. Neredeyse bütün
Hıristiyan bedeninin üyelerinin orijinal günah hakkında bir
doktrin oluşturmuş olmaları bir tesadüf değildir.
Bu noktada bir
çok Hıristiyan aynı fikirde değildir. Hepimiz, orijinal günah
konusunda bir doktrin sahibi olmamız konusunda hemfikirde olsak da
bu doktrinin içeriği ve kapsamı konusunda bir uzlaşmaya
ulaşılamamıştır.
Başlangıç
olarak orijinal günahın ne olmadığını belirtelim. Orijinal günah,
ilk günah değildir. Orijinal günah, özellikle Adem ve Havva’nın
günahına bir gönderme değildir. Orijinal günah, Adem ve Havva’nın
günahının sonuçlarına yapılan bir göndermedir. Orijinal günah,
Tanrı’nın ilk günaha verdiği cezadır. Şu şekilde gelişmiştir: Adem
ve Havva günah işledi. Bu ilk günahtır. Onların günahının bir
sonucu olarak insanlık ahlaki bir yıkım içine girmiştir. İnsan
doğası ahlaki bir düşüş ile yeniden şekillenmiştir. İlk günah
işlendikten sonra bizler için bir çok şey değişmiştir. İnsan ırkı
bozulmuştur. Kilisenin orijinal günah olarak adlandırdığı,
sonradan ortaya çıkan bu bozulmuşluktur.
Orijinal
günah, özel bir günah eylemi değildir. Bu bir günah durumudur.
Orijinal günah, belirli günahkar eylemlerin doğduğu, günahkar bir
doğa ile ilgilidir. Bizlerde bu günahkar doğaya sahip olduğumuz
için günah işleriz. İnsanın orijinal doğası günahkar değildi,
ancak Günaha Düşüşten sonra, ahlaki doğası değişmiştir. Sonuç
olarak, orijinal günah yüzünden bizlerin düşmüş ve bozulmuş bir
doğamız vardır.
Kutsal
Kitap’ın beyan ettiği gibi düşmüş olan insan günahkar olarak
doğar. Kendisi günah “altındadır”. Doğamızdan ötürü bizler gazap
çocuklarıyız ve bu dünyaya masum olarak doğmayız.
John Gerstner,
bir gün yöresel bir Presbiteryan Kilisesinde vaaz vermek için
davet edilmiş. Kilisenin kapısında, kendisine tapınma düzeni
hakkında bilgi veren ve o gün gerçekleşecek olan çocuk vaftizi
törenini idare etmesi İiçin ricada bulunan yaşlılar heyeti
tarafından karşılanmış. Dr. Gerstner, bu görevi kabul etmiş.
Arkasından, yaşlılar heyetinin bir üyesi, kendisine kiliselerinin
özel bir geleneğini anlatmış ve Dr. Gerstner’den vaftiz töreninden
önce çocukların ebeveynlerine birer beyaz gül takdim etmesini rica
etmiş. Dr. Gerstner, bu beyaz gülün anlamı hakkında bilgi almak
istediği zaman, yaşlılar heyetinin üyesinden, “Bu beyaz gülü
bebeğin, Tanrı’nın önündeki masumiyetini sembolize etmek için
sunuyoruz” cevabını almış.
“Peki,” demiş
Dr. Gerstner. “bu durumda vaftiz suyu neyi sembolize ediyor?”
Bu üyenin,
masum bebeklerin günahının arınmasının sembolik amacını açıklamaya
çalışırken yaşadığı şaşkınlığı düşünsenize. Bu topluluğun yaşadığı
öğreti karmaşası tek örnek değildir. Çocukların, belirli konularda
işledikleri günahlardan sorumlu olmadıklarını kabul ettiğimiz
anda, bu çocukların günahsız oldukları kanaatine varmamız çok
kolaydır. Bu ilahiyat açısından yılan dolu bir çuvala tıkılmak
gibi bir şeydir. Çocuklar, belirli günah eylemleri konusunda masum
olsalar bile, orijinal günahı taşımaktadırlar.
Önceden
belirleme konusundaki Reform görüşünü anlamak için, orijinal günah
konusundaki Reform görüşünü de anlamak kesinlikle şarttır. Bu iki
görüş, ya beraberce ayakta kalırlar ya da beraberce yıkılırlar.
Reform görüşü,
Agustin’in düşünüşünü takip etmektedir. Agustin’in izlerini
taşımakta ve O’nun teolojisini takip etmektedir. Düşüşten önce
Adem’in içinde olduğu durumu ve Düşüşten sonra insanlığın içinde
olduğu durumu açıklamıştır. Düşüşten önce Adem’e iki olasılık
sunulmuştur: Günah işleme ve günah işlememe yeteneğine sahip olma.
Düşüşten sonra ise Adem’in günah işleme yeteneği yerinde kalırken,
bir de günah işleyememe yeteneğini kazanmıştır. “İşleyememe”
kelimesi sizlerin kafasını karıştırıyorsa, bir de bu durumu
Agustin’in Latince ifadesi ile iletelim; non posse non peccare.
Başka bir ifade ile açıklarsak, Düşüşten sonra insanlık günahsız
yaşama konusunda ahlaki açıdan yeteneksizleşmiştir. Günahsız
yaşama yeteneği, Düşüş esnasında kaybolmuştur. Bu ahlaki
yetersizlik ise, bizlerin Orijinal Günah olarak adlandırdığımız
durumun özünü oluşturmaktadır.
Yeniden
doğduğumuzda ise, bizlerin günaha olan tutsaklığımız biter.
Mesih’te yeniden doğduğumuzda, tekrar günah işleme ve günah
işlememe yeteneklerine kavuşuruz. Cennetteki hayatımıza
başladığımızda ise günah işleme yeteneğimizi kaybederiz.
Bir de bu
duruma aşağıdaki tablo ile bakalım:
DÜŞÜŞTEN ÖNCEKİ İNSAN |
DÜŞÜŞTEN SONRAKİ İNSAN |
YENİDEN DOĞMUŞ İNSAN |
YÜCELTİLMİŞ İNSAN |
Günah
işleme yeteneğine sahiptir |
Günah
işleme yeteneğine sahiptir |
Günah
işleme yeteneğine sahiptir |
|
Günah
işlememe yeteneğine sahiptir |
|
Günah
işlememe yeteneğine sahiptir |
Günah
işlememe yeteneğine sahiptir |
|
Günah
işlememe yeteneğine sahip değildir |
|
|
|
|
|
Günah
işleme yeteneğine sahip değildir |
Grafikten de
görüleceği gibi insan Düşüşten önce, düşüşten sonra ve yeniden
doğduktan sonra günah işleme yeteneğine sahiptir. Düşüşten önce,
günah işlememe yeteneğine sahiptir. Günah işlememe yeteneği, Düşüş
esnasında kaybedilmiştir. Bu yeteneğe tekrar kavuşmamız ise,
yeniden doğma ile mümkündür ve bu yeteneğin varlığı cennette de
devam eder. Yaratılış esnasında, insanlık ahlaki yetersizlik gibi
bir sorunla karşı karşıya değildi. Ahlaki yetersizlik, Düşüşün bir
sonucudur. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, Düşüşten önce
insan, günah işlemekten kaçınabilirdi; Düşüşten sonra ise insan
günah işlemekten kaçamaz duruma gelmiştir. Orijinal günah
dediğimiz şey işte budur. Bu ahlaki yetersizlik ya da ahlaki
tutsaklık, ruhsal olarak yeniden doğma ile alt edilebilmektedir.
Yeniden Doğma, bizleri orijinal günahtan özgür kılar. Yeniden
Doğma’dan önce ise hala daha özgür iradeye sahip olsak ta günahın
bu gücünden özgür değilizdir, Agustin bu duruma “özgürlük” adını
vermiştir.
Yeniden doğan
bir kişi de günah işleyebilir. Günah işleme yeteneğimiz bizden
cennette yüceltildiğimiz zaman alınmaktadır. Yeniden Doğan
bireyler olan bizlerin günah işleme yeteneğimiz vardır ancak
bizler artık orijinal günahın esareti altında değiliz. Bizler
artık hürüz. Tabi ki bu artık mükemmel hayatlar yaşamaya
başladığımız anlamına gelmemektedir, bizler bu hür yaşamın
içerisinde dahi günah işlemeye devam etmekteyiz. Ancak asla bizler
günah işliyoruz çünkü bizim bozuk doğamızın yapabileceği tek şey
bu diyemeyiz.
MANEVİ YETERSİZLİK KONUSUNDA İSA’NIN GÖRÜŞÜ
Jonathan
Edwards ve Aziz Agustin’nin manevi yetersizlik konularındaki
görüşlerini açıkça belirttik. Bence bu görüşler hem faydalıdır hem
de kendi kanaatimce doğrudurlar. Ancak, büyük teologların
yetkinliğine rağmen bu görüşlerden hiç birisi bizlere, kendi
öğretişlerine kayıtsız şartsız bir itaati buyuracak yetkiye sahip
değillerdir. Bu kişileri ve öğretilerini yadsıyabiliriz. Bir
Hıristiyan için İsa’nın öğretişleri ise çok farklı bir konumdadır.
O’nun öğretişleri, vicdanımızı ve kanaatlerimizi bağlayıcı bir
yetkiye sahiptir. İsa’nın, insanın manevi yetersizliği konusundaki
öğretişi kesin ve nihaidir.
İsa’nın,
insanın manevi yetersizliği konusundaki en önemli öğretişlerinden
bir tanesini Yuhanna kitabında okumaktayız “Sizlere, `Baba'nın
bana yöneltmediği hiç kimse bana gelemez dememin nedeni budur” (Yuhanna
6:65).
Bu ayeti
yakından incelersek, bu öğretişin birinci unsurunun evrensel
olumsuzluk olduğunu görürüz. “Kimse” kelimesi, herkesi
kapsamaktadır. İsa’nın belirttiği istisna (Baba'nın bana
yöneltmediği) hariç kimseyi dışarıda bırakmaz. Bir sonraki kelime
ise daha can alıcıdır, gelemez kelimesi bir yetersizlik
ifadesidir.
(Ç.N.: Bu
cümlelerde İngilizce de, kullanılan “can” ve “may” kelimelerinin
ayrımı vurgulanmakta, ancak Türkçe’de bir anlam ifade
etmemektedir.)
Bu ayette İsa,
“kimse bana gelmeye izinli değildir” ya da “herkesin bana gelmesi
yasaktır” değil, “kimse bana gelemez ….” demektedir.
Baba'nın bana
yöneltmediği cümlesinde ise bir koşul durumu mevcuttur. Koşul
durumunda, bir şeyin gerçekleşmesi için önceden gerçekleşmesi
gereken başka bir durum vardır.
İsa’nın
sözlerinin anlamı çok açıktır. Bir insanın Mesih’e gelmesini
mümkün kılan bir durum gerçekleşmeden hiçbir insan, kendi çabası
ile Mesih’e gelemez. Bu koşul ise İsa’nın “Baba'nın bana
yöneltmediği” ifadesinde açıklanmaktadır. İsa, bizlere burada
Kendisine gelme yeteneğinin Tanrı’dan bir hediye olduğunu, bir
lütuf olduğunu bildirmektedir. İnsanın içinde ve kendisinde
Mesih’e gelme yeteneği yoktur. Bu yeteneğin oluşması için ilk
olarak Tanrı’nın yöneltmesi gerekmektedir.
Bu ayet en
azından bizlere şunları öğretmektedir: Düşmüş olan insanlığın
doğal yetenekleri arasında, Tanrı’dan bir yönlendiriş olmadan
kendi başına, kendi gücü ile Mesih’e gelme yeteneği yoktur.
Rab’bimizin bu öğretişi ile Edwards ve Agustin’nin görüşleri tam
ve sağlam bir şekilde uyuşum içindedir. Bu durumda karşımıza çıkan
soru ise şudur: Tanrı, bütün insanlığa İsa Mesih’e gelme
yeteneğini vermiş midir? Önceden belirleme konusundaki Reform
görüşünün bu soruya cevabı ise hayırdır. Önceden belirleme
konusundaki başka görüşler ise bu soruya evet cevabını
vermektedir. Ancak kesin olan tek bir şey varsa o da; bir insanın
Tanrı’nın yönlendirişi olmadan İsa’ya kendi gücü ile
gelemeyeceğidir.
Tanrı’nın bu
konudaki yardımı neyi içermektedir? İnsanların, Mesih’e gelmesini
engelleyen yetersizliğine müdahale konusunda Tanrı ne kadar ileri
gitmelidir? Aynı bölümün başka bir ayetinde bu konuda bir ipucu
bizleri beklemektedir. Aslında bu sorunun direkt cevabı olarak
İsa’nın iki sözü vardır.
Yuhanna’nın
kitabının 6. bölümünün daha önceki kısımlarında da İsa Mesih
benzer ifadelerde bulunmuştur. “Beni gönderen Baba bir kimseyi
bana çekmedikçe, o kimse bana gelemez” (Yuhanna 6:44). “Çekmek”,
bu ayetteki anahtar kelimedir. Baba’nın insanları Mesih’e
çekmesinin anlamı nedir? Bu ayet hakkında sık sık duyduğum
yorumlar, Baba’nın insanları Mesih’e doğru ayarttığı ya da
insanlara Mesih’i çekici kıldığı şeklinde idi. Bu çekici kılış
oluşmadıkça kimse Mesih’e gelemeyecekti. Ancak bu yoruma göre,
insanların bu çekici kılmaya karşı koyma ve yani bir nevi
ayartılmaya kapılmama yetenekleri vardır. Bu çekici kılma her ne
kadar gereklide olsa zorlayıcı değildi. Felsefe dilinde bu durumu
şöyle ifade edebiliriz: Tanrı’nın insanları çekmesi zorunlu bir
koşuldur ancak insanları Mesih’e çekmek için yeterli bir koşul
değildir. Yalın bir ifade ile Tanrı bizi çekmeden Mesih’e
gelemeyiz ancak bu çekme bizim Mesih’e geleceğimizi
kesinleştirmez.
Ben, yukarda
ifade edilen ve yaygın olan bu anlayışın hatalı olduğu
kanaatindeyim. Bu anlayış Kutsal Yazılar’ı çiğnemektedir ve Kutsal
Kitap’ta kullanılan çekmek kelimesinin anlamını çarpıtmaktadır. Bu
ayette kullanılan Yunanca kelime
elkô kelimesidir. Kittel’ın Yeni Antlaşma İlahiyat Sözlüğü
bu kelimeyi ‘karşı konulamaz bir üstünlük tarafından zorlanmak’
olarak açıklar. Dil bilimine ve sözcük anlamına göre bu kelime,
“zorlamak” anlamındadır.
Zorlamak,
çekici kılmaktan çok daha güçlü bir kavramdır. Bunu daha açık bir
şekilde anlayabilmemiz için Yeni Antlaşma’da aynı Yunanca
kelimenin kullanıldığı diğer iki ayete bakalım. Yakup 2:6’da şu
sözleri okumaktayız: “Ama siz yoksulun onurunu kırdınız. Sizi
sömüren zenginler değil mi? Sizi mahkemelere sürükleyen onlar
değil mi?” Türkçe de sürüklemek olarak kullanılan kelime, orijinal
Yunanca metinde çekmek olarak kullanılan
elkô kelimesidir. Şimdi
isterseniz bu kelimeyi, bahsettiğimiz yorumcuların kullandığı gibi
çekici kılmak olarak kullanalım: “Ama siz yoksulun onurunu
kırdınız. Sizi sömüren zenginler değil mi? Size mahkemeleri çekici
kılan onlar değil mi?”
Aynı Yunanca
kelimeye Elçilerin İşleri 16:19’da da rastlamaktayız. “Kızın
efendileri, kazanç umutlarının yok olduğunu görünce Pavlus'la
Silas'ı yakalayıp çarşı meydanına, yetkililerin önüne
sürüklediler..” Bir kez daha bu yorumcuların anladığı şekilde
metne bakarsak Pavlus ve Silas’ın çarşı meydanına
sürüklenmediklerini, onlara çarşı meydanının çekici kılındığını
iddia etmiş oluruz.
Arminiyan
seminerinde, Önceden belirleme doktrini hakkında yapılan ve halka
açık bir forumda tartışmalara katılmam benden istenmişti. Karşımda
ki isim ise bu seminerdeki Yeni Antlaşma bölüm başkanı idi.
Tartışmanın çok önemli bir noktasında Baba’nın insanları çekmesi
konusuna odaklanmıştık. Karşımdaki kişi bu ayeti bana, Tanrı’nın
bir kişiyi Mesih’e gelmek için asla seçmeyeceğine ve
zorlamayacağına dair iddiasını kanıtlayan bir delil olarak
sunmuştu. Düşmüş insanlar üzerindeki ilahi etkinin çekmek ile
sınırlı olduğu ve bu çekmeninde cezbetmek anlamında olduğu
konusunda ısrar ediyordu.
Tartışmanın bu
noktasında ben hemen Kittel’in sözlüğündeki açıklamayı ve Yeni
Antlaşma’da ki çekmek kelimesinin kullanıldığı ayetleri referans
olarak gösterdim. Onun iddiasını çürüttüğüme eminken, beni
şaşırtan bir ifadede bulundu ve beni savunmasız bıraktı. Şaşkınlık
ve acı içinde kaldığım o anı asla unutamadım. Bana tanınmayan bir
Yunan şairin aynı Yunanca kelimeyi kuyudan su çekmek eylemi olarak
kullandığı bir şiirinden alıntı yaptı. Gözlerini bana kaldırıp,
“Peki Profesör Sproul, bir insan bir kuyudaki suyu zorla hareket
ettirebilir mi?” dedi. O esnada seyirciler, bu Yunanca kelimenin
alternatif anlamının şaşırtıcı açıklaması karşısında kahkaha
tufanına gömüldüler. Bende aptal gibi görünerek kahkahaların
dinmesini bekledikten sonra şu cevabı verdim: “Hayır efendim.
İtiraf etmeliyim ki bizler, kuyudaki suyu zorlayamayız. Ancak,
kuyudaki suyu nasıl elde ederiz? Su, yukarı gelsin diye yukarıyı
çekici hale mi getiririz? Ya da suyu cezbedermiyiz? Kuyunun
başında bekleyip, ‘Hey, su, su, su’ diye bağırır mıyız?” Bizleri
Mesih’e döndürmek için Tanrı’nın kalplerimize gelmesi ne kadar
gerekli ise bir şeyler içmek istiyorsak kovayı kuyuya atıp suyu
çekmemiz de o kadar gereklidir. Su, dışsal bir davete uyup kendi
kendine yukarı çıkmayacaktır.
İsa’nın,
insanın manevi yetersizliği konusunda söyledikleri hakkında,
Yuhanna’nın kitabındaki bu hayati önem taşıyan ayetler kadar,
değerli başka ayetler de vardır. Yuhanna 3. bölümde İsa’nın
Nikodim ile yaptığı meşhur tartışma bunlardan birisidir. İsa
Mesih, Nikodim’e şu sözleri söylemiştir: “Sana doğrusunu
söyleyeyim, bir kimse yeniden doğmadıkça Tanrı'nın Egemenliğini
göremez” (Yuhanna 3:3). İki ayet sonra, İsa Mesih, bu konuda ki
öğretişine devam etmektedir: “Sana doğrusunu söyleyeyim, bir kimse
sudan ve Ruh'tan doğmadıkça Tanrı'nın Egemenliğine giremez.”
Bir kez daha
karşımızda bir zorunlu koşul dikilmektedir. İsa Mesih, herhangi
bir insanın Tanrı’nın Egemenliğini görebilmesi ve girebilmesi için
gerekli olan önemli bir zorunlu önkoşulu ifade etmektedir. Bu
zorunlu önkoşul ise ruhsal olarak yeniden doğmadır. Önceden
belirleme konusundaki Reform görüşü, bir insanın Mesih’i seçmeden
önce yüreğinin değişmiş olması gerektiğini öğretmektedir. Bu kişi
yeniden doğmalıdır. Reform karşıtı görüşler ise ilk önce düşmüş
insanların Mesih’i seçtiğini arkasından yeniden doğduklarını
savunur. Bu karşıt görüşe göre yeniden doğmamış insanlar,
Tanrı’nın Egemenliğini görebilmekte ve girebilmektedir, çünkü bir
kişi Mesih’i aldığı an egemenliğe girmektedir. Reformist görüşe
göre ise bir kişi ilk önce iman edip, arkasından yeniden doğup
sonrada egemenliğe girmez. Bir kişi görmediği bir egemenliği nasıl
seçebilir ki? Bir kişi önce yeniden doğmadan nasıl egemenliğe
girebilir ki? İsa, bu ayetlerde Nikodim’in Ruhta doğmaya olan
mecburiyetini işaret etmekteydi çünkü o bedendendi ve bedenden
doğan bedendendir. İsa Mesih’in dediği gibi beden bir yarar
sağlamaz (Yuh. 6:63). Luther’in de savunduğu gibi, “Bu, beden azda
olsa bir yarar sağlar demek değildir.” Reform karşıtı görüşler,
yeniden doğmamış insanların Mesih’in çağrısına karşılık
verebileceklerini öne sürmektedirler. Bu insanlar hala daha
bedendendir. Reform karşıtı görüşlere göre beden bir kazanç
getirebilir hatta bir insan için en önemli kazancı bile; Mesih’e
iman ederek egemenliğe girmeyi. Eğer beden de olan, ama Kutsal
Ruh’un kudreti ile yeniden doğmamış bir kişi, kendisini Mesih’e
yöneltebiliyor ya da iman edebiliyor ise yeniden doğmanın ne gibi
bir faydası kalmıştır? Reform karşıtı görüşlerin en ölümcül
hataları bu noktadadır. Karşıt görüştekiler, insanın manevi
yetersizliğini, bedenin güçsüzlüğünü ciddiye almamaktadırlar.
Reform
teolojisinin en önemli noktası, şu özdeyişte ifade edilmiştir:
“Yeniden doğum, imanı doğurur.” Bizlerin doğası o kadar bozuktur
ve günah o kadar güçlüdür ki Tanrı, ruhlarımızda doğadışı bir
eylemde bulunmadıkça Mesih’i asla seçemeyiz. Bizler, yeniden
doğmak için iman etmeyiz; bizler iman edelim diye yeniden doğarız.
Rab’bimizin,
egemenliğe girmeyi seçmeyi bir tarafa bırakın, görmek için bile
yeniden doğmanın kesin bir gereklilik olduğunu öğrettiği bu
bölümün hatta bu bölümlerde ki bir ayetin, Reform karşıtlarının
düşmüş insanın yüreğinde Mesih’i seçmek için bir yeterlilik
adacığı kaldığına dair tezlerinin kanıtı olarak iddia ettikleri
ayetlerden bir tanesi olması tam bir hicivdir. Bu ayet Yuhanna
3:16’dır: “Çünkü Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik
Oğlunu verdi. Öyle ki, O'na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın,
ama hepsi sonsuz yaşama kavuşsun.”
Bu meşhur
ayetin düşmüş insanın yüreğinde Mesih’i seçmek için bir yeterlilik
adacığı kaldığına dair ne öğrettiğini sorabilir miyim? Cevap çok
basittir, hiçbir şey. Reform karşıtı görüşü savunanların tezine
göre, bu ayet dünya da ki herkesin Mesih’i reddetme ya da seçme
yeteneği olduğunu öğretmektedir. Bu ayete dikkatlice bakarsak, bu
sözlerde bu öğretişi göremeyiz. Ayetin öğrettiği ise Mesih’e iman
eden herkesin kurtulacağıdır. İman edenlerin hepsi, (A) sonsuz
yaşama kavuşur (B).Bu ayette, Mesih’i seçme ve düşmüş olan bir
insanın doğal manevi yetenekleri ile ilgili hiç bir bilgi
bulunmamaktadır. Reform görüşündeki insanların ve Reform görüşüne
karşı olan insanların hepsi yürekten iman edenlerin kurtulacağı
konusunda hem fikirdir. Ancak iki grup da, kimlerin yürekten iman
etmeye yeteneği olduğu konusunda ayrı ayrı fikirleri
savunmaktadırlar.
Bazı kişiler,
“İki tarafta haklı. Bu ayet apaçık bir şekilde düşmüş olan insanın
yeniden doğmadan Mesih’i seçme kabiliyetini olduğunu öğretmiyor
ama kesinlikle bunu ima ediyor” diyebilirler. Ben bu ayetin bu tip
bir öğretiyi ima ettiği fikrine değer verme konusunda hiçbir
eğilime sahip değilim ancak bu ayet eğer bu tip bir imayı
içerseydi bile bu fikir çatışmasında hiçbir değişiklik yaratmazdı.
Neden yaratsın ki? Kutsal Yazılar’ın tefsirinde uygulanılan kural,
Kutsal Yazılar’dan elde edilen imalar her zaman Kutsal Yazılar’ın
açık öğretilerine göre ikinci plandadır, astıdır, altındadır. Bu
kuralı tersine çevirip, Kutsal Yazılar’ın açık öğretişleri asla
ama asla Kutsal Yazılar’dan elde edilen olası imalara göre ikinci
plana atamayız. Reform görüşündeki düşünürler ve Reform görüşüne
karşı düşünürler bu kural konusunda hemfikirdirler.
Eğer Yuhanna
3:16, Mesih’i seçmenin, evrensel ve doğal olarak düşmüş insanın
bir yeteneği olduğunu ima etseydi bile bu ima, İsa’nın tam aksi
yönde ki açık öğretişleri sayesinde geçersiz kılınırdı. İsa’nın,
Tanrı’nın, bir insana bu yeteneği veren bir eylemde bulunmadan ya
da daha açık bir ifade ile çekmediği hiçbir kimsenin kendi çabası
ve yeteneği ile Kendisine gelemeyeceği açık ve şüpheye yer
vermeyen bir biçimde öğrettiğini daha önce belirtmiştik.
Düşmüş insan
benliktedir. Benlikteki bir insan Tanrı’yı hoşnut edecek hiçbir
şey yapamaz. Pavlus’un belirttiği gibi, “Çünkü benliğe dayanan
düşünce Tanrı'ya düşmandır; Tanrı'nın Yasasına boyun eğmez, eğemez
de... Benliğin denetiminde olanlar Tanrı'yı hoşnut edemezler”
(Rom. 8:7, 8).
Arkasından şu
soruyu sorabiliriz, “‘Benlikte olanlar kimlerdir?” Pavlus, şöyle
devam etmiştir: “Ne var ki, Tanrı'nın Ruhu içinizde yaşıyorsa, siz
benliğin değil, Ruh'un denetimindesiniz. Ama bir kişide Mesih'in
Ruhu yoksa, o kişi Mesih'in değildir” (Rom. 8:9). Bu ayetteki can
alıcı kelime ama kelimesidir. Benlikte olanlar ile olmayanları
ayıran unsur, Tanrı’nın Ruhu’nun içimizde ki yaşayışıdır. Yeniden
doğmamış olan hiçbir kimsenin içinde Kutsal Ruh olan Tanrı
yaşamaz. Benlikte olan kişiler, yeniden doğmamışlardır. Bu
kişiler, yeniden doğmadıkça, Kutsal Ruh’tan doğmadıkça, Tanrı’nın
Yasasına itaat edemezler ve Tanrı’yı hoşnut edemezler.
Tanrı, bize
Mesih’e iman etmeyi buyurmaktadır. Mesih’te yaşayanlardan
hoşnuttur. Eğer yeniden doğmamış insanlar Mesih’i seçebilselerdi,
bu kişiler en azından Tanrı’nın bir buyruğunu yerine getirmeye
boyun eğebilirlerdi ve Tanrı’yı hoşnut edecek bir şey yapma
olasılıkları olurdu. Eğer bu doğru olsaydı, bu durumda Elçi,
“Benliğin denetiminde olanlar Tanrı'yı hoşnut edemezler ve
Yasasına boyun eğemezler” diyerek hata yapmış, Tanrı’nın Kutsal
Sözü yanlış yazılmış olurdu.
Sonuç olarak,
düşmüş insan arzularına göre seçim yapmakta özgürdür ancak
arzuları bozuk olduğu için Mesih’e gelmek gibi bir manevi
yetenekten yoksundur. Düşmüş insan benlikte kaldıkça ve yeniden
doğmadıkça Mesih’i asla ve asla seçemez. Mesih’i kesinlikle
seçemez çünkü kendi arzusuna karşı seçim yapamaz, davranamaz.
Mesih için bir arzusu yoktur. Arzulamadığı bir şeyi seçemez. Onun
düşüşü o kadar derindir ki sadece Tanrı’nın etkin lütfunun onun
yüreğinde işlemesi ile bu kişiyi iman ettirebilir.
BÖLÜM 3’ÜN ÖZETİ
1)
Özgür irade “arzularımıza göre seçim yapabilme yeteneği” olarak
tanımlanmıştır.
2)
“Nötr, tarafsız ve etki altında olmayan bir özgür irade,”
öncelikli eğilimler içermeyen bir irade kavramı, özgür irade
hakkında yanlış bir anlayıştır. Bu iddia hem mantık hem de Kutsal
Kitap dışıdır.
3)
Gerçek özgür irade, kendi kendine bir karar verme sürecini içerir
ki bu dışsal baskılardan farklıdır.
4)
Seçim yapma konusunda devamlı bir mücadele içinde oluruz çünkü
kısmen birbiri ile çelişen ve değişen arzuları barındırırız.
5)
Düşmüş olan insanın seçim yapmak için gerekli olan doğal
yetenekleri mevcutken, ilahi seçimler yapmak için manevi
yetenekleri mevcut değildir.
6) Aziz
Agustin’nin dediği gibi düşmüş olan insanın “özgür iradesi”
varken, “özgürlüğü” yoktur.
7)
Orijinal günah, ilk günah değil, Adem’in ve Havva’nın günahının
sonucu olan günahlılık durumudur.
8)
Düşmüş olan insanın “günah işlememe yeteneği” yoktur.
9) İsa,
Tanrı’nın yardımı olmadan insanların kendisine gelme gücü
olmadığını öğretmiştir.
10)
Bir kişinin İsa’yı seçebilmesi için ilk olarak yeniden doğması
gerekmektedir. |