ÖNCEDEN
BELİRLEME doktrininin kefeni olmaya hazırlanan diğer bir zor soru
ise günahkar doğamızı nasıl oldu da Adem’den miras aldık mı
sorusudur. Eğer bizler, düşmüş bir doğa ile dünyaya geliyor isek,
günah içerisinde doğuyor isek, eğer manevi yetersizlik konumu
içinde doğmakta isek; Tanrı, bizleri nasıl olurda günahlarımızdan
ötürü sorumlu tutabilir? Hatırlarsanız
orijinal günah, birinci günah demek değildir, orijinal günah
birinci günahın sonucudur. Kutsal Yazılar, istikrarlı bir şekilde
günah ve ölümün dünyaya “bir adamın itaatsizliği” yüzünden
girdiğini söyler. Adem’in günahının bir sonucu olarak, bütün
insanlık günahkardır. Düşüş çok büyük bir düşüş olmuş ve yan
etkisinin tüm insanlık ırkı üzerinde radikal bir yan etkisi
olmuştur.
Adem’in düşüşü
ile insan ırkı arasındaki ilişkiyi açıklamak üzere bir çok
girişimde bulunulmuştur. Öne sürülen teorilerin bazıları karışık
ve hayal ürünü olmalarına rağmen, bu listedeki üç teori geniş
kitleler tarafından kabul görmüştür. Bu teorilerden birincisi,
benim Düşüş Hakkındaki Efsane Teorisi adını verdiğim teoridir.
DÜŞÜŞ HAKKINDAKİ EFSANE TEORİSİ
Düşüş
Hakkındaki Efsane Teorisi, isminden de anlaşılabilineceği gibi
gerçek anlamda ve tarihsel olarak böyle bir düşüşün olmadığını
savunur. Adem ve Havva’nın tarihte hiç varolmadıklarını, bu
kişilerin insanlığın bozulmuşluğunu açıklamak ya da tasvir etmek
için kullanılan mitolojik semboller olduğunu iddia eder. Kutsal
Kitap’taki Düşüş hikayesi ise ahlaki bir ders öğreten bir meselden
ibarettir.
Bu teoriye
göre, Yaratılış kitabının ilk bölümleri mitolojiktir. Hiçbir zaman
bir Adem ya da Havva var olmamıştır. Bu hikayenin yapısı bile bir
mesele ya da efsaneye çok yatkındır çünkü yılanla konuşma gibi
unsurların yanı sıra iyi ve kötüyü bilme ağacı gibi çok belirgin
sembolik unsurlar içermektedir.
Bu efsane ile
iletilen ahlaki gerçek ise insanların günaha düşmeye olan
eğilimleridir. Günah, evrensel bir problemdir. her kez günah
işler; hiç kimse mükemmel değildir. Efsane daha büyük bir gerçeğe
işaret etmektedir: herkes bir Ademdir ve herkesin kendi kişisel
bir düşüşü vardır. Günah, evrensel bir insan durumudur çünkü
herkes kendi kişisel ayartılmasına yenik düşmektedir.
Bu teorinin
çekici unsurları oldukça önemlidir. İlk olarak bu görüş Tanrı’yı,
gelecek kuşakları bir çiftin yaptığından dolayı sorumlu tutmaktan
temize çıkarmaktadır. Bu durumda hiç kimse, kendi günahı yüzünden
ebeveynlerini ya da Yaratıcı’yı suçlayamayacaktır. Bu teorinin
sunduğu düzene göre benim düşmüşlüğüm, başkasının değil benim
kişisel düşüşümün direk bir sonucudur.
Bu görüşün
ikinci bir avantajı ise Kutsal Kitap’ın başlangıç bölümlerindeki
tarihsel karakteri savunma ihtiyacından bizi tamamen özgür
kılmasıdır. Bu görüş, bazı evrim teorilerinin saldırılarına ya da
yaratılışın doğası ile ilgili bilimsel itirazlara maruz kalma
endişesinden uzaktır çünkü bir efsanede anlatılanların
gerçekliğini savunmaya asla gerek duyulmaz.
Bu görüşün
dezavantajları ise her nasılsa daha ciddidir. Bu görüşün en zayıf
noktası, günahın evrenselliğini açıklama biçimi ile hiçbir şey
sunmamasıdır. Eğer hiç kimse günahkar bir doğa ile doğmamakta ise,
günahın evrenselliğine nasıl inanabilir ve itibar gösterebiliriz
ki? Eğer dünya üzerindeki milyarlarca insan günaha bir eğilim
beslemeden, doğalarında hiçbir bozukluk olmadan dünyaya gelmekte
iseler mantıken en azından bir kaçının günaha düşmekten
kurtulmasını beklememiz gerekir. Eğer bizlerin doğal manevi
durumumuz günahsız ve tamamen nötr olsa idi, istatiksel olarak
insan ırkının en azından yarısının mükemmel durumda kalması
gerekirdi. Bence bu görüşün ortaya koyduğu duruma göre tek bir
günahsız insanın günah işlemesi bile çok büyük bir entelektüel
problem teşkil ederdi. Ancak bu bağlamda bir değil, milyarlarca
insanın günah işlemekte olması, bu problemin çapını milyarlarca
kez büyütecektir. Bu görüşe göre varsaydığımız bir başka unsur
ise, Tanrı benzerliğinde yaratılmış olan bir kişinin günaha
düşebilmesi demek aynı şekilde bu benzerlikte yaratılmış
milyarlarında günaha düşebilmesi demektir. Burada şaşırtıcı olan
nokta, istatiksel olasılıklardır. Bir kişinin günaha düşmesi bir
sorundur ancak istisnasız herkesin günaha düşmesi sonucunda,
Niçin? sorusu zihinlerimizi meşgul etmeye başlar. İnsanın doğal
durumunun gerçektende nötr olup olmadığını sorgulamaya başlarız.
Efsane
görüşünü savunanların standart cevabı ise bütün insanların
Cennetteki Aden bahçesi gibi şiirsel, saf ve sevimli bir ortamda
doğmadıkları, toplumun bozuk olduğudur. Bizler, bozuk bir ortama
doğmaktayız. Rousseau’nun, uygarlığın olumsuz etkileri ile bozulan
“masum yabani”si gibiyiz.
Bu görüşe, şu
sorunun sorulması mecburidir. Toplum ya da uygarlık ilk olarak
nasıl bozuldu? Eğer herkes masum, kişisel bir bozulmuşluğun izini
taşımadan doğsa idi, nüfusunun yarısı bozulmamış, günaha düşmemiş
toplumlar görmemiz gerekirdi. Belki de aynı türdeki kuşların sürü
oluşturması gibi sadece kötü insanların beraber olduğu toplumlar
ve kötülüğün hiç bilinmediği diğer toplumların var olması
gerekirdi. Toplumun bozucu bir etken olması için ilk olarak
kendisinin bozulması gerekmektedir. Ancak bir kişinin tüm
uygarlığın ya da toplumun günaha düşüşünü açıklaması için bir az
önce belirttiğimiz sorulara cevap vermesi gerekmektedir.
Jonathan
Edwards, tanınmış eserlerinden bir diğerinde orijinal günah
konusunu şöyle ele almıştır: İnsanın günahkarlığı o kadar
evrenseldir ki, Kutsal Kitap, insan ırkının orijinal düşüşü
hakkında hiçbir şey söylememiş olsaydı bile mevcut durum bu konuda
bir açıklamayı talep edecekti. Bizlerin bozuk bir doğa ile doğmuş
olmamız ve herkesin günah işlemesi gerçeği kadar ortada olan ve
şüphe duyulmaz başka bir gerçek yoktur.
Günah ve
ölümün ilişkisi hakkında dikenli bir başka soru daha akıllara
gelmektedir. Kutsal Kitap, ölümün insan için “doğal” olmadığı
konusunu açıklığa kavuşturmuştur. Ölümün dünyaya günahın bir
sonucu olarak geldiği defalarca belirtilmiştir. Eğer durum
gerçekten böyle ise çocukların ölümü konusunda nasıl bir bakış
açısına sahip olabiliriz? Eğer bütün insanlık masum olarak
doğmakta ise ve doğasındada bir bozukluk yok ise Tanrı, günah
işlememiş bebeklerin ölümüne izin vererek adaletsiz
davranmaktadır.
Düşüşün
mitolojik bir hikaye olduğunu savunan görüş, Kutsal Yazılar’ın
öğretişine karşı radikal bir saldırıda bulunduğu gerçeği ile
yüzleşmek zorundadır. Bu görüş, Kutsal Kitap’ın açılış bölümlerini
gerçek dışı olarak yorumlamaktan çok daha fazlasını yapmaktadır ve
bunu yapmakla Yeni Antlaşma’nın Düşüş görüşüne açıkça muhalefet
etmektedir. Elçi Pavlus’un tarihsel bir Düşüş öğretisini
bildirmediği iddiasında bulunmak için entelektüel sınırlarımızı
zorlamamız gerekir. Pavlus’un birinci Adem ve ikinci Adem arasında
çizdiği paralel çizgiler o kadar sağlamdır ki onun zihnindeki
İsa’nın da mitolojik bir karakter olduğu inancına sırtınızı
dayamadan bu görüşü savunma olasılığınız yoktur.
Yaratılış
kitabında bulunan Düşüş hakkındaki metinlerin alışılmamış sonsuz
unsurlar içerdiğini kabul etmekteyiz. Bahsi geçen ağacın varlığı,
şiir edebiyatında ağaçların çağrıştırdığı resimlerin çizdiği
kalıba uymamaktadır. Doğru bir tutum, bir şiiri tarihsel bir
anlatım değil şiir olarak yorumlamaktır. Diğer taraftan Yaratılış
kitabının 3.bölümünde tarihsel anlatım edebiyatının önemli
unsurları mevcuttur. Bölüm 2’de Aden’in konumu, isimleri Pişon,
Gihon, Hiddekel (ya da Dicle) ve Fırat olan dört ırmağın doğduğu
yer olarak belirtilmiştir.
Aktarılan
mesellerin gerçek tarihsel ortamlar içinde yeralabileceğini
biliyoruz. Örneğin İyi Samiriyeli hakkındaki meselin anlatıldığı
coğrafi içerik, Eriha’ya giden yoldur. Bu örnekten de
anlayabileceğimiz gibi sadece tarihsel olarak var olan nehirlerin
isimlerinin verilmiş olması, Yaratılış’ın bahsi geçen bölümüne
tarihsel bir anlatım etiketini yapıştırma isteğimizi haklı
çıkarmamaktadır.
Ancak
metindeki bir başka unsur, bizlerin bu etiketi yapıştırma
hakkımızı güçlendirmektedir. Adem ve Havva hakkındaki kayıtlar,
önemli bir soy kütüğünü içermektedir. Romalıların mitolojiye olan
tutkuları düşünüldüğü zaman kendi soy kütüklerini mitolojik
kahramanlar olan Romulus ve Remus’a dayandırmaları şaşırtıcı bir
durum değildir, ancak Yahudiler bu tip konularda şüphesiz çok daha
titiz davranmışlardır. Yahudilerin doğru bir tarih bilgisi
konusunda güçlü bir tutkuları, adanmışlıkları vardı. Yahudi tarih
görüşü ile Yunan tarih görüşü arasındaki engin farklılığın ışığı
altında bakıldığı zaman, Yahudi halkının kendi soy kütüklerine
mitolojik unsurlar eklemiş olmaları düşünülemez bir iddia olduğu
açıkça görülür. Yahudi yazım sanatında, bir metne soy kütüğünün
eklenmesi, o metnin tarihsel bir anlatım olduğunu belirtmekte olan
bir unsurdur. Bu uygulamaya örnek olarak, Yeni Antlaşma tarihçisi
Luka’nın yazdığı İncil kitabında İsa’nın soy kütüğüne Adem’i de
dahil etmiş olmasını gösterebiliriz.
Gerçek bir
ağacın işlevini, bir ahlak sınavının merkez noktası olarak
göstermek ve bunun sonucu olarak o ağacı iyiliği ve kötülüğü bilme
ağacı olarak adlandırmak, aktarılmış bir soy kütüğünü bir öyküyle
ya da efsaneyle bağdaştırmaktan çok daha kolaydır. Eğer bunu
yapmamızı gerektiren faktörler mevcut olsaydı bu talebe uymak
zorunda kalırdık, ancak bu şekilde bir faktör mevcut değildir.
Yaratılış kitabının 3. bölümünün tarihsel bir anlatım olarak
yorumlanmaması için mantıklı bir sebep mevcut değildir, ancak bu
bölümün bir öykü ya da efsane olarak kabul edilmemesini gerektiren
bir çok sebep mevcuttur. Yaratılış kitabının 3. bölümünün tarihsel
bir anlatım olarak kabul etmek demek, Pavlus ve İsa Mesih’te dahil
olmak üzere tüm Yahudiler gibi kabul etmek demektir. Bu konuyu
aksi yönde ele almak ise genellikle o günün getirdiği akımlar ile
motive olunmuş bir tutumdur ve Yahudi tarihi ile uzaktan yakından
alakası yoktur.
DÜŞÜŞ HAKKINDAKİ REALİST GÖRÜŞ
1950’lerde
Amerika’da “Orada mısın?” adında meşhur bir televizyon dizisi
vardı. İzleyicilerini, büyülü bir televizyon sayesinde, tarihteki
meşhur olaylara götürmekte idi. Gerçekte hepimizin de bildiği
gibi, insanları zaman cetvelinde geçmişe götürebilecek bir
elektronik cihazın icadı hala gerçekleşmemiştir ve bizler şu anda
yaşarız. Bizleri geçmişe ulaştırabilecek unsurlar kitaplar,
arkeolojik eserler, eşyalar, bizlerin ve başkalarının
hatıralarıdır.
Kutsal Kitap
hakkında verdiğim dersler arasında, işlenilen konunun Roma
askerleri hakkında titiz bir çalışmayı içermekte olduğu bir dönemi
hatırlıyorum. Üzerinde SPQR harfleri bulunan Roma Takının bahsi
geçince, sınıftakilere “bu harflerin ne anlama geldiğini bilen var
mı?” diye sorduğumda, yetmiş yaşlarındaki sevgili bir dostum
dikilip, “Senatus Populus Que Romanus, ‘Senato ve Roma Halkı.’”
cevabını verdi. Arkadaşıma gülümseyip, “Bu sınıfta, bu harflerin
anlamını hatırlayacak kadar en yaşlı olan kişi sensin!” dedim.
Hiç birimiz
Adem’in düşüşünü hatırlayacak kadar yaşlı değiliz. Yoksa öyle
miyiz? Düşüş hakkındaki realist görüş, hepimizin bu düşüşü
hatırlayacak yaşta olduğumuzu iddia eder. Bu görüşe göre
hatırlamamız gerekir çünkü gerçek anlamda orada olduğumuzu iddia
etmektedir.
Realizm,
Bridey-Murphy tarzı bir reenkarnasyon uygulaması değildir. Tam
aksine realizm, Düşüş problemine cevap verebilmek için yapılan
ciddi bir teşebbüstür. Dayandığı nokta şudur: Başkasının işlediği
günahtan, ahlaken sorumlu olamayız. Bir günahtan sorumlu
olabilmemiz için bu günah eyleminde aktif bir iştirakçi olmamız
gerekir. Bizlerde bir şekilde Düşüş esnasında orada
bulunmaktaydık. Gerçektende orada olmamız gerekmektedir çünkü bu
görüşün ismi Realizmdir (Gerçekçilik).
Düşüş
hakkındaki realist görüş, insan ruhunun bir şekilde önceden var
olduğu tarzında bir konsepte inanmayı talep etmektedir. Buna göre,
bizler doğmadan önce ruhlarımız gerçekten de vardılar ve düşüş
esnasında Adem ile beraber orada mevcut durumda idiler ve
beraberce düştüler. Bu görüşe göre, Adem’in günahı bizi etkileyen
bir günah değil; bizimle beraber işlenen bir günahtır ve bizler,
günahın işlendiği esnada gerçekten de oradaydık.
Bu teori,
tahminsel olduğu kadar tuhaftır da. Ancak bu görüşün savunucuları,
bu görüşü ispatlayıcı olarak, birbiri etrafında dönen iki, Kutsal
Kitap metnine baş vurmaktadırlar. Bunlardan birincisi, Hezekiel
18:2-4’dir:
"İsrail için,
'Babalar koruk yedi,
Çocukların
dişleri kamaştı' diyorsunuz.
Bu deyişle ne
demek istiyorsunuz?
"Varlığım
hakkı için diyor Rab Yahve, İsrail'de artık bu deyişi ağzınıza
almayacaksınız.
Her yaşayan
can benimdir. Babanın canı da, çocuğun canı da benimdir. Ölecek
olan, günah işleyen candır.”
Bölüm
ilerledikçe, Hezekiel şunları kaleme almıştır:
"Ama siz,
'Oğul neden babasının işlediği suçlardan sorumlu tutulmasın?'
dersiniz.
Bu oğul adil
ve doğru olanı yapmış, bütün kurallarımı dikkatle izlemiştir.
Böyle biri
kesinlikle yaşayacaktır. Ölecek olan günah işleyen kişidir.
Oğul babasının
suçundan sorumlu tutulamaz, baba da oğlunun suçundan sorumlu
tutulamaz. Doğru kişi doğruluğunun, kötü kişi kötülüğünün
karşılığını alacaktır. (Hezekiel 18:19, 20).
Realist
görüşün savunucuları bu ayetlerde kendi iddiası için mükemmel bir
destek bulmaktadır. Tanrı, çok açık bir şekilde oğlun, babasının
suçundan sorumlu tutulamayacağını beyan etmektedir. Bu ayetlere
bakıldığı zaman insanların Adem’deki düşüş fikrinin tümü için
ciddi sorunlar uyandırmakta olduğu gözükmektedir.
Aynı eksendeki
ikini metin ise Yeni Antlaşma’da, İbraniler kitabında
bulunmaktadır:
Denilebilir
ki, ondalık alan Levi bile İbrahim aracılığıyla ondalık vermiştir.
Çünkü
Melkisedek İbrahim'i karşıladığı zaman, Levi hâlâ atasının
bedenindeydi. (İbraniler 7:9, 10).
Bu ayetler,
İbraniler kitabının yazarı tarafından, Mesih’in Baş Kahinimiz
olarak üstlendiği rolün ele alındığı uzun bir anlatımdan
alınmıştır. Yeni Antlaşma, Kralımız ve Kahinimiz olarak İsa
Mesih’i işaret etmiştir. İsa’nın, krallığın vaat edildiği
Yahuda’nın soyundan geldiği gerçeğini ele almıştır. İsa,
Yahuda’nın soyundan gelmekte olan Davut’un soyundan gelmiştir.
Eski
Antlaşma’da ki kahinlik düzeni Yahuda’ya değil Levi oğullarına
verilmiştir. Levililer, kahinlik soyunu oluşturdular. Bundan
dolayı ya Levili kahinliğinden ya da Haruni kahinliğinden
bahsederiz ki Harun’da bir Levidir. Düzenin bu şekilde olduğunu
düşünürsek, Levi soyundan olmayan İsa, nasıl olurda Başkahin
olabilir?
Bu problem,
bazı eski Yahudilerin canını oldukça sıkmıştır. İbraniler
kitabının yazarı, Eski Antlaşma’da bahsi geçen bir başka kahinlik
düzeni olduğundan, bununda kendisi gizemli bir karakter olan
Melkisedek’in düzeni olduğunu bildirmiştir. İsa Mesih’in
kahinliği, Melkisedek düzeninden gelmektedir.
İbraniler’de
ki bu uzun bölümün tek amacı Eski Antlaşma’da Levililer düzeninden
başka bir kahinlik düzeni daha olduğunu anlatmak olsaydı, bu
bölümün çok tatminkar olmadığını düşünebilirdik ancak bu bölümün
yazarının asıl amacı, Melkisedek kahinliğinin, Levi kahinliğine
üstün olduğunu ortaya koymaktır.
İbraniler
kitabının yazarı, bu noktayı ortaya koymak için Eski Antlaşma
tarihinden ufak bir alıntı yapmıştır. Yazarın vurguladığı nokta,
Melkisedek’in İbrahim’e değil, İbrahim’in Melkisedek’e ondalık
ödemesidir. Melkisedek aynı zamanda İbrahim’i kutsamıştır;
İbrahim, Melkisedek’i kutsamamıştır. Varılan bu noktayı
özetlersek: İbrahim ve Melkisedek arasındaki ilişkide, kahinlik
görevini üstlenen kişi İbrahim değil Melkisedek olmuştur.
Yahudilere bu
konuda öğretilen kilit nokta 7. ayette bulunmaktadır: “Hiç
kuşkusuz, kutsayan kişi kutsanandan üstündür.”
İbraniler
kitabının yazarı, öğretişini bir birine bağlayarak bina etmeye
devam etmektedir. Bu kitabın öğretişine göre, etkinlik açısından
baba, oğuldan üstündür. Bunun sonucunda kahinlik düzenine göre
İbrahim’in, İshak’tan üstün olduğunu, aynı şekilde İshak’ın,
Yakup’tan üstün olduğunu ve Yakup’un oğlu Levi’de dahil olmak
üzere oğullarından üstün olduğunu görmekteyiz. Daha kısa bir ifade
ile anlatmamız gerekirse bu ayetin anlamı, İbrahim’in, torununun
torunlarından olan Levi’den üstün olduğudur.
Eğer İbrahim,
Levi’den üstün ve İbrahim, Melkisedek’in astı ise bu durumda kahin
Melkisedek, Levi’den ve Levi’nin bütün soyundan üstündür. Varılan
sonuç çok açıktır. Melkisedek’in kahinlik düzeni, Levi’nin
kahinlik düzeninden üstündür. Bu gerçekler Mesih’in kahinlik
ünvanının yüceliğini, üstünlüğünü ve önemini ortaya koymaktadır.
İbraniler
kitabının yazarının kaygılandığı temel konu, Adem’in düşüşünün
gizemi veya bahsettiklerimizin hiç birisi değildir. Ancak yazar
ifadelerinin arasında konunun ana fikri olmayan bir ayet
bildirmiştir. Bu ayet Realist görüşü benimseyenlerin teorilerini
ispatlamak için ellerindeki tek dayanak olmuştur. Ayet şöyledir,
“Levi bile İbrahim aracılığıyla ondalık vermiştir.” Bu
gerçekleşirken Levi, “....hâlâ atasının bedenindeydi.”
Realist
görüşünü benimseyenler bu referansa bakarak, Levi’nin doğmadan
önce bir eylemde bulunduğunu ve bu ayetinde insan ruhunun daimi
var oluşu konseptinin, Kutsal Kitap’a dayalı bir ispatı olduğunu
kabul etmektedirler. Eğer Levi, atasının bedeninde iken gerçekten
de ondalık verebilseydi, bu Levi’nin o esnada var olduğunu iddia
etmemiz gerekir.
İbraniler
kitabının bu bölümünün bu görüşe göre ele alınması, bazı soruların
ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Metin, Levi’nın o esnada
gerçekten de orada olduğu ya da atasının bedeninde önceden beri
var olduğu hakkında çok açık ve belirgin bir öğretişi
içermemektedir. 9. Ayet, “Denilebilir ki” ifadesi ile
başlamaktadır. Metnin kendisi, Levi’nin “gerçektende” önceden var
olduğu sonucuna varmamızı bizden talep etmemektedir. Realist
görüşünü benimseyenler, bu metne, anlatılmak istenenden farklı bir
teori ile silahlanarak yaklaşıp, arkasından bu teoriyi, metne
uyarlamaktadırlar.
Hezekiel’in
ayetlerinin üzerine bina etmeye çalıştıkları tezleri de aynı
şekilde hata içermektedir. Hezekiel, bu ayetlerde Adem’in
düşüşünün aleyhinde bir bildiride bulunmamaktadır hatta burada ele
alınan konu, Düşüş üzerine işlenmemiştir. Tam aksine, Hezekiel’in
işaret ettiği mevzu, insanların günahları için yaygın bir şekilde
bahaneler bulması ve kendi kötü davranışlarının suçunu başkaları
üzerine atmaya çalışmalarıdır. Bu bölümün Düşüş ile ilgili olan
tek bağlantısı, insanların bu davranış şeklini Düşüş anından beri
benimsemiş olmalarıdır. Düşüş anında Havva, yılanı suçlamıştır,
Adem ise kendi günahından dolayı hem Tanrı’yı, hem de Havva’yı
suçlamıştır. “Adem, "Yanıma koyduğun kadın ağacın meyvesini bana
verdi, ben de yedim" diye yanıtladı” (Yaratılış. 3:12).
O andan
itibaren, insanlar kendi günahlarının sorumluluklarını başkalarına
yüklemeye çalışmışlardır. Günümüzde ise realistler, Hezekiel 18’de
bir prensibin ortaya koyulduğunu ve insanların başkalarının
günahlarından sorumlu tutulamayacağını savunan bu prensibin, bu
konu ile ilişkisi olduğunu iddia etmektedirler.
Emin
olabileceğimiz bir şey varsa o da Hezekiel’de gerçektende bir
prensibin ortaya konulduğudur. Bu yüce prensip, Tanrı’nın adaletli
olduğudur. Buna rağmen bu metinden elde ettiğimiz prensibi, kati
bir prensip olarak kabul etme cüretini gösteremeyiz. Eğer bu
cüreti gösterirsek, bu durumda Hezekiel’in bu metninden, aşırı bir
dayanak elde etmiş olurduk. Hatta bu metnin, İsa Mesih’in ödediği
bedelin anlamının yok olduğunun ispatladığını iddia ederdik. Eğer,
bir kişinin başkalarının günahları yüzünden cezalandırılması
mümkün değil ise, ve bu doğru ise, bizlerinde bir Kurtarıcıya
ihtiyacımız yoktur. İsa Mesih, bizim günahlarımızdan dolayı
cezalandırılmıştır. Bu müjdenin özüdür. İsa Mesih, sadece bizim
günahlarımızdan dolayı cezalandırılmamıştır. Aynı zamanda, O’nun
doğruluğu kurtuluşumuzun temelini oluşturan haklılığı olmuştur.
Bizler, bize yabancı olan bir doğruluğun sonucunda kurtulduk, bize
ait olmayan bir doğruluk sayesinde. Eğer Hezekiel’in ifadesini
mutlak bir anlayışla ele alıp, en uç limitleri zorlarsak ve “Doğru
kişi doğruluğunun, kötü kişi kötülüğünün karşılığını alacaktır,”
ayetini okursak, kendimizi kurtarmamız gereken günahkarlar
olduğumuzu anlamamız gerekir. Bu hepimizin dikenler arasına
atılmamız gibidir.
Kesin olarak
bildiğimiz bir şey, Kutsal Kitap’ın, Tanrı’nın insanların
kötülüklerinin hesabını üçüncü ve dördüncü kuşaklardan bile
“soracağını” bildirmiş olduğudur. Bu noktada karşımıza çıkan
durum, günahın “yayılması” ya da sonuçlarıdır. Bir çocuk,
babasının günahının sonuçlarından dolayı acı çekebilir, ancak
Tanrı bir çocuğu babasının günahından dolayı sorumlu tutmaz.
Hezekiel’in
prensibi, iki istisnaya müsaade etmektedir: Haç ve Düşüş. Nedense
Haç’ın istisnalığı hakkında bir rahatsızlık duymazken, Düşüş’ün
istisnalığı bizleri rahatsız etmektedir. Günahlarımızın İsa
Mesih’e ve O’nun doğruluğunun bize aktarılmış olması bizler için
bir sorun teşkil etmezken; Adem’in günahının bizi etkilemesi,
bizleri üzüntüyle inletir. Bizim iddiamız ise şudur: Eğer Adem’in
günahı bizleri etkilemiyor ise İsa Mesih’in çarmıhta yaptıklarına
asla gerek yoktu.
DÜŞÜŞ HAKKINDAKİ FEDERAL YA DA VEKİL GÖRÜŞÜ
Çoğunluğa
bakarsak, Düşüş hakkındaki federal görüşün, önceden belirleme
hakkındaki Reform görüşü savunanların arasındaki en popüler olanı
olduğunu söyleyebiliriz. Bu görüş, Adem’in tüm insan ırkının
vekili görevini üstlendiğini öğretmektedir. Tanrı, Adem ve
Havva’nın önlerine koyduğu deneme ile aslında tüm insanlığı
sınamaktaydı. Adem’in isminin anlamı, “adam” veya “insandır.”
Adem, yaratılmış olan birinci insandır. Kendisi insan ırkının
başıdır. Bu bahçeye sadece kendisinin yaşaması için değil, gelecek
olan tüm nesli adına yerleştirilmiştir. Federal bir hükümette,
ülkenin başında bir başbakanın bulunduğu gibi Adem’de insanlığın
başbakanlığını yapmıştır.
Federalizmin
ana fikri şudur: Adem günah işlediği zaman, bu günahı hepimizin
adına işlemiştir. Onun düşüşü, bizim düşüşümüz olmuştur. Tanrı,
Adem’den orijinal doğruluğunu alarak onu cezalandırırken, aynı
şekilde bizleride cezalandırmıştır. Düşüş’ün laneti, hepimizi
etkilemektedir. Alın teri ile hayatını sağlamak zorunda kalan kişi
sadece Adem değildir, bu hepimiz için geçerli bir durumdur. Doğum
esnasında acı çeken tek kadın Havva değildir, nesiller boyunca her
kadın aynı gerçek acı ile karşı karşıya kalmıştır. Aden
bahçesindeki, kafa karıştırıcı yılan, kendi soyu içerisinde, karnı
üzerinde sürünmek zorunda kalan tek yılan değildir.
Yaratıldıkları
anda, Adem ve Havva’ya, tüm yaratılmışlar üzerinde yönetim hakkı
verilmiştir. Ancak onların günahı sonucunda tüm dünya acı
çekmektedir. Pavlus, bu olayı şöyle ifade etmektedir:
“Çünkü
yaratılış amaçsızlığa teslim edilmiştir. Bu da yaratılışın
isteğiyle değil, onu amaçsızlığa teslim eden Tanrı'nın isteğiyle
oldu. Çünkü yaratılışın, yozlaşmaya olan köleliğinden kurtarılıp
Tanrı çocuklarının yüce özgürlüğüne kavuşturulması ümidi vardı.
Şimdiye dek bütün yaratılışın birlikte inleyip doğum ağrısı
çektiğini biliriz.” (Romalılar 8:20-22).
Bütün
yaratılış, Tanrı çocuklarının kurtuluşunu beklerken inlemektedir.
İnsan günah işlediği zaman, bu günahın kötü etkileri, insanın
egemenliğindeki tüm yaratıklar tarafından hissedilmiştir. Adem’in
günahından dolayı acı çekenlere baktığımızda sadece kendimizi
değil, (aslanlar, filler, kelebekler ve köpekler gibi) tüm
yaratılışı da görmekteyiz. Bu yaratıklar böyle bir acıyı çekmek
istememişlerdir ancak yöneticilerinin düşüşünden dolayı acı
çekmektedirler.
Bizlerin,
Adem’in günahından dolayı acı çekiyor olmamız, Yeni Antlaşma’da
yer alan çok açık bir öğretiştir. Örneğin, Romalılar kitabının 5.
bölümünde, Pavlus, bizlere şu ayetleri iletmiştir:
“Günah bir
insan yoluyla, ölüm de günah yoluyla dünyaya girdi. Böylece ölüm
bütün insanlara yayıldı. Çünkü hepsi günah işledi” (ayet. 12).
“Ama Tanrı'nın
armağanı Âdem'in suçu gibi değildir. Çünkü birinin suçuyla
birçokları öldüyse, Tanrı'nın lütfu ve bir tek adamın, yani İsa
Mesih'in lütfuyla verilen bağış birçokları yararına daha da
çoğaldı” (ayet. 15).
“İşte, tek bir
suç bütün insanların mahkûmiyetine yol açtığı gibi, bir doğruluk
eylemi de bütün insanlara yaşam veren aklanmayı sağladı” (ayet.
18).
“Bir adamın
söz dinlemezliği yüzünden birçoğu günahkâr kılındığı gibi, yine
bir adamın söz dinlemesiyle birçoğu doğru kılınacaktır” (ayet.
19).
Kutsal
Yazılar’da ki, Adem’in günahının korkunç sonuçlarının soyunu
etkileyeceğine dair açık öğretileri görmezlikten gelmek için
hiçbir mazeretimiz yoktur. Bu öğretiş o kadar açıktır ki, Kutsal
Kitap’ta bu konudaki ayetlerin bolluğu sonucunda, bilinen her
Hıristiyan bedeninin üyesi, Adem’in düşüşüne dayandırılmış bir
orijinal günah doktrini geliştirmiştir.
Ancak
karşımızda, büyük bir soru işareti hala daha durmaktadır. Eğer
Tanrı, tüm insanlığı Adem’in günahından dolayı yargıladıysa, bunun
ne kadar adil olduğunu kabul edebiliriz? Adem yüzünden, sadece
insan ırkının değil bütün yaratılışın acı çekmesine izin vermesi,
Tanrı’nın adaletsizliğini beyan etmekte gibi gözükmektedir.
Federalist
görüş, Tanrı’nın adaletliliği sorusuna cevap verme durumundadır.
Federalist görüşe göre, Adem’in Tanrı’nın önünde bizi temsil etme
sorumluluğu vardır ve bu vekillik konumu hem adil hem de
eksiksizdir. Bu görüşe göre, Adem’in vekilliği kusursuzdur.
Amerikan hukuk
sisteminde, bu vekalet kavramına tıpatıp olmasa da yaklaşık olarak
paralel konseptler olduğunu görmekteyiz. Eğer ben bir kiralık
katil tutup birisini öldürtürsem ve bu katil görevini başarılı bir
şekilde yerine getirirse ve bu gerçekler ortaya çıkartılır ise
ben, şahsen tetiği çekmediğim halde birinci derecede cinayetten
yargılanırım. “Evet ama bizler Adem’i bizim adımıza günah işlesin
diye kiralamadık ki?” Bu doğrudur ancak bu örnek sadece bazı
durumlarda bir kişinin işlediği eylemden dolayı başkasının da
yargılanabileceğini göstermek için verilmiştir.
Tüm bunlara
rağmen, Düşüş hakkındaki federal görüş, diktatörlük kokusunu
sızdırmaktadır. İnsanlar, “Orada bizi temsil eden birisi olmadan
lanetlenme olamaz!” diye haykırmaktadır. Bir ülkedeki halkın,
despot bir diktatörlüğe karşı kendilerini güvenceye almak için
vekiller tayin etmesi gibi bizlerin de Tanrı karşısında bir
vekilimizin olması doğal ve adildir. Federal görüş, Adem bizim
haklı ve doğal vekilimiz olduğu için onun günahından dolayı suçlu
bulunduğumuzu ifade etmektedir.
Bir dakika!
Adem, bizim vekilimiz olabilir ancak bizler onu vekil olarak
atamadık ki? Eğer Amerika Cumhuriyetinin kurucuları Kral
George’dan vekillik hakkı talep etseydi ve kral “Tabi ki
vekilleriniz olabilir. Sizin vekiliniz benim erkek kardeşimdir!”
cevabını verseydi isyancıların Boston Limanına daha fazla çay
yüklerinin dökmelerine sebep olurdu.
Bizler, kendi
vekillerimizi seçme hakkını talep etmekteyiz. Bizler oy
pusulalarımızı başkasının değil, kendimiz kullanabilmeyi isteriz..
Oy kelimesinin Latince’si olan votum, kelimesinin anlamı, “dilek”
ve “tercih”tir. Bizler oy verirken, dileğimizi ifade eder,
isteklerimizi öne süreriz.
Bir an için
Aden’deki vekilimizi seçebilmek için tam bir özgürlüğe sahip
olduğumuzu düşünelim. Bu bizi tatmin edecek mi? Neden vekilimizi
seçme hakkını istiyoruz? Kral ya da başımızdaki yönetici bizler
adına vekil tayin etmeye kalkarsa neden buna itiraz ederiz? Cevap
çok açıktır. İsteklerimizin yerine getirileceğinden emin olmak
istediğimiz için. Eğer benim vekilimi kral atarsa, benim
isteklerimin yerine geleceğine dair çok küçük bir güven duyarım.
Kral tarafından atanmış bir vekilin, benim isteklerimden daha çok,
kralın isteklerinin gerçekleşmesi konusunda daha azimli olmasından
çekinirim. Kendimi adil ve tam olarak temsil ediliyor gibi
hissetmem.
Kendi
vekillerimizi kendimiz seçme hakkına sahip olsak bile
isteklerimizin yerine geleceği konusunda bir garantimiz yoktur.
Hangi birimiz şu ana kadar seçim kampanyası esnasında vaatlerde
bulunan ama seçildikten sonra vaatlerinin aksini yapan
politikacılar tarafından kandırılmadık ki? Kısaca tekrar edersek,
kendi vekillerimizi seçme hakkını talep etmemizin altında doğru ve
tam bir şekilde temsil edildiğimizden emin olma isteğimiz
yatmaktadır.
Aden
bahçesindeki vekilimize baktığımız zaman, insanlık tarihinin
tümünde onun kadar adil bir başka vekil olmadığını görürüz. Ancak
kesin olan bir şey varsa o bahçedeki vekilimizi bizim
seçmediğimizdir. Vekilimiz, bizim için seçilmiştir. Bununla
birlikte bizim vekilimizi seçen, Kral George değil, yüce
Tanrı’dır.
Tanrı, bizim
vekilimizi seçerken, bunu en mükemmel şekilde yapmıştır. O’nun
seçimi kusursuz bir seçimdir. Ben kendi vekillerimi seçerken,
hatalı seçimlerde bulunabiliyorum. Bazı durumlarda yanlış bir
vekil seçip, yetersiz bir şekilde temsil ediliyorum. Adem ise beni
kusursuz bir şekilde temsil etmiştir çünkü Tanrı, kusursuzdur.
Eğer Tanrı’nın kusursuzluğuna inanıyorsam, bu durumda Adem’in
benim vekilim olarak kusurlu bir tercih olduğunu asla iddia
edemem.
Düşüş
konusunda bir çoğumuzun aklındaki varsayım ise, eğer oradaki kişi
biz olsaydık, farklı bir seçim yapar, bu dünyayı yıkıma sürükleyen
bir tercihte bulunmazdık, varsayımıdır. Bu tip bir varsayım,
Tanrı’nın karakteri ile çelişmektedir. Tanrı hata yapmaz. O’nun
benim için seçtiği vekil, benim seçeceğimden daha yücedir.
Adem
tarafından gerçektende mükemmel bir şekilde temsil edildiğimizi
kabul etsek bile, riskin bu kadar yüksek olduğu bir durumda,
temsil edilmiş olmanın ne kadar adil olduğunu sorgulamamız
gerekir. Benim bu soruya verebileceğim tek cevap ise, böyle olması
Tanrı’yı hoşnut etmiştir. Dünyanın, Adem aracılığı ile düştüğünü
biliyoruz. Adem’in bir şekilde bizi temsil ettiğini biliyoruz.
Bizlerin, Adem’i vekilimiz olarak atamadığımızı biliyoruz.
Tanrı’nın, Adem’i seçiminde kusursuz olduğunu biliyoruz. Peki tüm
bu sürecin adil olduğunu düşünüyor muyuz?
Bu soruyu,
başka bir soru ile cevaplandıracağım—Elçi Pavlus’un sorduğu bir
soru: “Öyleyse ne diyelim? Tanrı'da adaletsizlik mi var?” Bu
soruya verilmiş olan elçisel cevap, hem açık hem de zorunlu bir
cevaptır: “Kesinlikle hayır!”
Eğer Tanrı’nın
karakteri hakkında bir şeyler biliyor isek o da, O’nun adil olduğu
ve zorba olmadığıdır. İnsanlığı denemesi konusundaki yapısı,
Tanrı’nın kendi doğruluğundan kaynaklanmaktadır. Bu da bizi tatmin
etmek için yeterli olmalıdır.
Ancak, bizler
tartışmalara devam eder, Tanrı ile çekişmeye çalışırız. Tanrı’nın
bizlere bir şekilde haksızlık yaptığını varsayarız ve kendimizi
Tanrı’nın yargısı karşısında acı çekmekte olan masum kurbanlar
olarak görürüz. Bu tip hisler aslında bizim düşüşümüzün radikal
derecesini ispatlamaktadır. Bu tip düşüncelere kapıldığımızda,
Adem’in çocukları gibi davranmaktayızdır. Din karşıtı olan bu
düşünceler, Adem tarafından ne kadar düzgün ve yerinde temsil
edildiğimiz olgusunun altını kırmızı kalemle çizer.
Düşüş
hakkındaki federal görüşün, yeterli derecede doğru olduğu
kanaatindeyim. Bu kitapta incelediğimiz üç görüş içerisinde,
insanlığın düşüşü hakkındaki Kutsal Kitap öğretisinin hakkını
veren bu görüştür. Tanrı’nın, keyfi davranan bir zorba olmadığına
dair tatminkar cevaplar vermektedir. Ben düşük bir yaratık
olduğumu biliyorum. Bunun anlamı şudur: Ben bir yaratılmış
olduğumu ve düşmüş olduğumu kabul ediyorum. Bildiğim bir başka
olgu ise, benim bir günahkar olmam, Tanrı’nın “suçu” değildir.
Tanrı’nın benim için yaptığı, beni O’nun günahından değil, benim
günahımdan arındırmaktır.
Düşüş
hakkındaki, temsil edilmişliği ortaya koyan federal görüş, bir çok
Kalvinist tarafından kabul görse de, Adem’in düşüşü ile ilişkimize
dair problem, sadece Kalvinizm’in cevap bulması gereken bir konu
değil, tüm Hıristiyanların uğraşması gereken bir konudur.
önceden
belirleme konusunu, Düşüş olgusu ile ele almanın hayati bir önemi
vardır. Tüm Hıristiyanlar Tanrı’nın önceden belirleme hükmünü
Düşüşten önce verdiği konusunda hem fikirdir. Bazı kişiler ise
Tanrı’nın ilk önce bazı insanları kurtuluş bazı insanları
lanetlenme için seçtiğini arkasından da lanetlenmiş olanların yok
olmasını garanti altına almak için Düşüş hükmünü verdiğini iddia
ederler. Ne yazık ki, bu korkunç iddianın Kalvinizme atfedildiği
dönemler olmuştur. Bu tip bir iddia hem Kalvin için
tiksindiricidir hem de aynı şekilde tüm Ortodoks Kalvinistlere
hakarettir. Daha da ötesi bu iddiaya “hiper-Kalvinizm” diyenler
bile vardır, ki bu bile çok büyük bir hakarettir. Bu görüşün
Kalvinizmle en ufak bir alakası bile yoktur. Hiper-Kalvinizm bir
yana bu düpe düz anti-Kalvinizmdir.
Kalvinizm,
önceden belirleme hakkındaki diğer görüşlerinin yanında ,
Tanrı’nın hükmünü, hem Düşüş’ten önce hem de Düşüşün ışığında
yaptığını öğretmektedir. Peki bu neden önemlidir? Önceden
belirleme hakkındaki Kalvinist görüş, her zaman Tanrı’nın
kurtarışının lütufkar karakterini vurguladığı için önemlidir.
Tanrı, insanları kurtuluş için önceden belirler. Tanrı, insanları
kurtuluşa gerçekten muhtaç olduklarını bildiği için seçmektedir.
İnsanların kurtulmaya ihtiyaçları vardır çünkü insanlar Adem’den
dolayı günahkarlardır, insanlar Tanrı’nın zorlaması ile günahkar
olmamışlardır. Kalvinizme göre Adem, Tanrı’dan gelen bir baskıyla
değil kendi özgür iradesi ile günah işlemiştir.
Emin
olabileceğimiz bir şey varsa o da Tanrı’nın Düşüşü önceden bildiği
ve bazılarını kurtarmak için eylemde bulunduğudur. Düşüş hükmünü
vermesi daha çok bunun olmasına izin vermesi şeklindedir. Ancak bu
izin verme, gerçekleşmesi için baskı yapma anlamında değildir.
Tanrı’nın önceden belirleyen lütfunun lütufkarlığı, ruhsal olarak
ölü olacaklarını önceden bildiği insanları önceden seçmesinden
gelmektedir.
Bu konuda
vereceğimiz son bir betimlemenin faydası olabilir. Orijinal günaha
maruz kalmış iken, Tanrı’nın bizleri doğruluğa davet etmesi fikri
tüylerimizi diken diken etmektedir. “Ancak Tanrım, bizler doğru
olamayız. Bizler zaten düşmüş yaratıklarız. Bizlerin orijinal
günah ile doğduğumuzu çok iyi biliyor iken, nasıl olurda bizi
sorumlu tutabilirsin?” diye inleriz.
Betimleme
şöyle devam etmektedir. Tanrı’nın, “Bugün saat üçe kadar bu otları
kesmeni istiyorum ancak çok dikkatli ol, tarlanın kıyısında geniş
ve ağzı açık bir çukur var ve eğer o çukura düşersen, kendi
kendine oradan çıkman mümkün değil. Bu yüzden ne yaparsan yap, o
çukurdan uzak dur” dediğini farz edelim.
Farz edelim
ki, Tanrı tarladan gittikten sonra, bu kişi gidip o çukura
düşmüştür. Saat üçte, Tanrı tarlaya geri dönmüş ancak otların
kesilmemiş olduğunu görmüştür. Bahçıvana seslendiğinde ise,
tarlanın ucundan iniltili bir çığlık duymuştur. Tarlanın ucundaki
çukurun kenarına gittiğinde ise bahçıvanı çukurun dibinde
ümitsizce debelenirken bulmuştur. “Niçin sana kesmeni söylediğim
otları kesmedin?” diye sormuştur, ancak bahçıvan kızgınlık
içerisinde, “Bu çukurun içerisinde mahsur kalmış iken nasıl olurda
otları kesmemi beklersin ki? Eğer bu içi boş çukuru burada
bırakmasaydın, bende bu zor durumda kalmazdım” cevabını vermiştir.
Adem bu çukura
balıklama dalmıştır. Tanrı, bizleri bu çukura atmamıştır. Adem, bu
çukur konusunda açık bir şekilde uyarılmıştır. Tanrı, ona uzak
durmasını söylemiştir. Adem’in çukurda olmasının sonucu olarak
tecrübe ettikleri, bu çukura atlamanın bedeliydi.
Tıpkı orijinal
günahta olduğu gibi. Orijinal günah, hem Adem’in günahının
sonuçları hem de Adem’in günahının cezasıdır. Bizler günahkarlar
olarak doğarız çünkü Adem’de herkes düşmüştür. Düşme kelimesi bile
yumuşatılmış bir kelimedir. Bu olaya pembe gözlüklerle bakıldığı
zaman kullanılabilecek bir kelimedir. Düşme kelimesi bir tür
kazayı çağrıştırmaktadır. Adem’in günahı ise bir kaza değildir.
Adem sakar ya da sakat bir yaratık değildir. Adem, basit bir
şekilde günaha düşmemiş, iki ayağı üzerinde durup aşağıya
atlamıştır. Bizler ise onunla beraber aşağı düştük. Tanrı, bizi
aşağıya itmemiş, bizlere çelme çakmamıştır. Bizleri adil ve
yeterli bir şekilde uyarmıştır. Bu hata sadece ve sadece bize
aittir.
Adem koruk
yediği için bizim dişlerimiz kamaşmamıştır. Kutsal Kitap
öğretişine göre, Adem’de hepimiz bu koruktan yedik. İşte bu yüzden
hepimizin dişleri kamaşmıştır.
BÖLÜM 4’ÜN ÖZETİ
1)
İnsan günahının yaygın ve evrensel varlığı, bir efsane ile
açıklanmaya müsaade etmemektedir.
2)
İnsanın günahkarlığı, “toplum” ile açıklanamaz.
3)
Toplumlar bireylerden oluşur. Bir toplumun, top yekün bozuk olması
için her bireyinin tek tek günahkar olması gerekmektedir.
4)
Düşüş hakkındaki Realist görüş, Kutsal Yazılar’a hayal mahsulü
olarak baktığı için bu konuya bir açıklama getirmekten acizdir.
5)
Düşüş hakkındaki Federal görüş, Adem’in bizim vekilimiz olarak
üslendiği rolü ciddiye almaktadır.
6)
Adem’in bizi mükemmel bir şekilde temsil etmesinin sebebi kendi
mükemmelliğinin fazileti değil, Tanrı’nın mükemmel seçim
erdemidir.
7) Tüm
Hıristiyanların, Düşüş hakkında bir görüş sahibi olması gerekir.
8)
Tanrı’nın kurtaran lütfu, Tanrı’nın düşmüş olduğunu bildiği
yaratıklar olduğunu bildiklerini yönlendirmesidir. |