REFORM
teolojisinin en bilinen unsurlarının bir tanesi, “Kalvinizmin Beş
İlkesi” ismindeki öğreti grubudur.
1) Mutlak Ahlaksızlık
2) Koşulsuz Seçim
3) Sınırlı Ödenmiş Bedel
4) Karşı Konulamaz Lütuf
5) Azizlerin Sabrı
Bu beş ilke,
bir çok kişiye Reform teolojisinin farkını anlamalarında yardımcı
olmaktadır. Ne yazık ki, bu ilkeler aynı zamanda bir çok kafanın
karışmasına ve yanlış anlamalara da sebep olmuştur.
Birinci
problem, hemen ilk ilkede kendini göstermektedir. Mutlak
ahlaksızlık, yanlış anlamalara yol açmaya çok müsait bir terimdir.
Mutlak ahlaksızlık konsepti, genellikle saf ahlaksızlık fikri ile
karıştırılmaktadır. Reform teolojisine göre mutlak ahlaksızlık,
tüm insanlığın düşmüş olduğu fikrine dayanmaktadır. Reform
teolojisinin mutlak ahlaksızlık öğretişine göre, benim içimde,
düşüşten etkilenmemiş tek bir parçacık bile kalmamıştır. Günah,
benim irademi, yüreğimi, zihnimi ve bedenimi etkilemektedir. Eğer
Adem, asla günah işlemese idi, tahminimce orta yaşlarına
geldiğinde gözlük takma ihtiyacı hissetmeyecekti. Gerçeği söylemek
gerekirse, orta yaş kavramının kendisi için bir anlamı
olmayacaktı. Eğer Adem günah işlemeseydi, asla ölmeyecekti. Bir
kişi sonsuza kadar yaşıyor ise orta yaş diye bir şey olamazdı.
Mutlak
ahlaksızlık aynı zamanda günahın bizlerin özümüze işlediği
gerçeğini vurgulamaktadır. Günah, önemsiz bir şey, mükemmel bir
yaratığın üzerindeki ufacık bir leke değildir. Günah,
yaşamlarımızı kökten (radix) etkilediği için radikal bir etkendir.
Mutlak
ahlaksızlık, saf ahlaksızlık değildir. Halis ahlaksızlığa göre,
bizler olabileceğimiz kadar günahkarızdır. Bizler bunun doğru
olmadığını biliyoruz çünkü her birimiz ne kadar günah işlerse
işlesin, işleyebileceğimiz korkunç günahlar aklımızdan geçmeye
devam etmektedir. Adolf Hitler, kendi öz annesini öldürmekmek için
kendisini zor tutmuştur.
Mutlak
ahlaksızlık, sık sık saf ahlaksızlık ile karıştırıldığı için ben
bu duruma “radikal çürümüşlük” demeyi tercih ediyorum. Günahın
radikal karakteri konsepti, belki de Kutsal Kitap’ta öğretilen
önceden belirleme doktrinini anlamamız için öğrenmemiz gereken en
önemli konsepttir. Daha önce belirttiğim gibi insanın ahlaki
yetersizliği üzerine yaptığımız tartışmada, bu konsept, tüm
tartışmanın odak noktası olmuştur.
Üniversitede
ilahiyat üzerine ders veriyordum ve dersi alan sınıfta değişik
mezheplerden tam yirmi beş öğrenci vardı. Seçilmişlik hakkındaki
derse başlamadan önce sınıfa, “bu sınıfta bu konu hakkında
kendisine Kalvinist diyebilecek kaç öğrenci var?” sorusunu
yönelttim ve havaya kalkan el sayısı bir adetti.
Derse insanın
günahkarlığı konusu ile başladık. İnsanın çürümüşlüğü hakkında bir
kaç ders verdikten sonra bir oylamada daha bulundum ve şu soruyu
yönelttim: “Bu sınıftaki kaç kişi, öğrendiklerinizin insanın
günahkarlığı üzerine bir Kutsal Kitap doktrini olduğuna ikna
oldu?” Tüm eller havaya kalktı. “Emin misiniz?” diye sorduğumda,
ısrarla emin olduklarını belirttiler. Onlara şöyle bir uyarıda
bulundum: “Dikkatli olun çünkü bu kararınız sizleri ilerleyen
derslerde zor durumda bırakabilir.” Bu uyarıma rağmen, öğrenciler
ısrarla ellerini indirmediler.
Dersin bu
noktasında, tahtanın sol üst köşesine günün tarihini attım ve
yanına kocaman bir 25 yazıp onu çember içine aldım. Temizlik
görevlilerini, tahtadaki bu yazıyı silmemeleri konusunda uyardım.
Birkaç hafta
sonra önceden belirleme hakkındaki çalışmamıza başladık. İnsanın
ahlaki yetersizliği noktasına geldiğimizde ise sınıftan itiraz
sesleri yükselmeye başladı. Tahtaya yürüyüp kendilerine daha önce
yaptığımız oylamayı hatırlattım. Öğrencileri, eğer Kutsal Kitap’ta
ki insanın temelden, tamamen çürümüşlüğü öğretisini gerçekten
kabul ediyorlar ise önceden belirleme hakkında yapmayı
planladığımız tartışmanın amacını ve anlamını yitirdiğine ikna
etmem iki haftamı almıştı.
Kısa ve öz bir
şekilde aynı uygulamayı burada da yapmak istediğimden dolayı aynı
prosedür ile ilerleyeceğim.
İNSANLIĞIN
BOZULMUŞLUĞUNA KUTSAL KİTAP’IN BAKIŞ AÇISI
İnsanlığın ne
dereceye kadar bozulduğu üzerine olan bu çalışmamamıza başlamadan
önce Romalılar 3’e bir bakalım. Elçi Pavlus’un kaleme aldığı bu
ayetler şunları söylemektedir:
“Doğru olan
kimse yok,
bir kişi bile
yoktur.
Anlayan kimse
yok,
Tanrı'yı
arayan kimse yok.
Hepsi yoldan
saptılar, birlikte yararsız oldular.
İyilik eden
yok, bir kişi bile yoktur.”
(Romalılar
3:10-12).
İnsanlığın
bozulmuşluğunun evrenselliğini, bu ayetlerde açıkça görmekteyiz.
Günah, her taraftadır ve ağına yakaladığı herkesi tutsak alır.
Pavlus, düşmüş insanlığın arasında bu ithama dahil olmayan tek bir
kişi bile olmadığını vurgulamak için bu kelimeleri kullanmıştır.
Doğru olan kimse yok; iyilik eden yok, bir kişi bile yoktur.
“Doğru olan
kimse yok, bir kişi bile yoktur” ifadesi, bizlerin kültürel
öğretilerimizin içerisine sinmiş durumdadır. Hiç kimsenin mükemmel
olmadığını duyarak büyürüz. Hiç birimizin mükemmel olmadığını,
kabullenme konusunda ayrı bir hevese sahibizdir. Hepimizin
günahkarlar olduğunu kabul etmek çok kolaydır; ancak iyilik eden
tek bir kişi yok ifadesi bize biraz fazla gelmektedir. Bin kişiden
bir kişi bile günahın bu kadar ciddi olduğunu kabul etmeyecektir.
İyilik eden
bir kişi bile yok mu? Bu nasıl mümkün olabilir? Her gün kitle
kitle paganların iyi işler yaptıklarını görmekteyiz. Bazı
paganların kahramanca kendilerini feda ettiklerini, çalışkan,
mantıklı ve dürüstlük sembolleri olabildiklerini görmekteyiz.
Hıristiyan olmayan kişilerin vicdanlarının seslerini
dinlediklerini, hız limitlerine uyduklarını görürken bazı
kişilerin arabalarının tamponlarında, “İsa’yı seviyorsan kornana
bas” gibi çıkartmalarda görebilmekteyiz.
Pavlus, burada
biraz aşırıya kaçmamış mıdır? Pavlus, vermek istediği mesajı
güçlendirmek için kasıtlı bir abartmamı yapmıştır? Tabi ki iyilik
yapanlar vardır. Hayır! Tanrı’nın bu konudaki yakın ve sert
yargısı, hiç kimsenin iyilik yapmadığı, bir kişinin bile
yapmadığıdır.
Buradaki
tökezleme sebebimiz, iyi kavramı hakkındaki nispi anlayışımızdır.
İyilik, göreceli bir kavramdır. Bir şeyin iyi olduğu yargısına
verebilmemiz için elimizde bir standart olması gerekir. İnsanlar
arsında sık sık kıyaslama yapılmaktadır. Bizler, bir insan için
iyi bir kişi diyor isek, bu kişiyi başka insanlar ile
kıyasladıktan sonra bu sıfatı bu kişiye layık görmüşüzdür. Ancak,
iyilik için en yüce standart, herkezin yargılanacağı standarttır;
Tanrı’nın Yasası. Bu Yasanın kendisi Tanrı değildir ancak
Tanrı’dan gelmektedir ve Tanrı’nın mükemmel karakterini
yansıtmaktadır. Bu standart ile ölçüldüğü zaman iyi olan tek bir
kişi bile yoktur.
Kutsal Kitap’a
göre iyi işler iki şekilde kategorize edilir. Birinci olarak bu
iyi işlere dıştan bakıldığı zaman, gördüklerimizin Tanrı’nın
yasası ile olan uyumu. Açıklamamız gerekirse, eğer Tanrı
hırsızlığı yasaklamış ise, hırsızlık kötüdür. Dürüst olmak iyi bir
şeydir, faturaları zamanında ödemek de öyle. Muhtaç olanlara
yardımcı olmak da iyi bir iştir. Bu erdemlerin, her gün
uygulandığını kendi gözlerimiz ile görmekteyiz ve gördüğümüz an
tez bir yargı ile bu kişinin iyi işler yaptığına kanaat getiririz.
İkinci
kategori ise bizlerin başını belaya sokan türdendir. Tanrı, bir
işi “iyi” olarak yargılamadan önce sadece bu işin dış ya da dışsal
görünüşünün yasa ile uyumuna bakmaz. Aynı zamanda bu iş
yapılırken, içinde bulunulan motivasyona da bakar. Bizler, sadece
dış görünüşlere göre yargılara ulaşırken, Tanrı yüreğe bakar. Bir
işin iyi olarak kabul edilmesi için hem dış görünüşünün yasa ile
uyumu hem de bu iş yapılırken yürekten gelen bir Tanrı sevgisi ile
yapılıp yapılmadığı önemlidir.
En Büyük
Buyruğu hatırlayalım: “Tanrın olan Rab'bi bütün yüreğinle, bütün
canınla ve bütün aklınla sev … ve komşunu kendin gibi sev.”
Yaptığımız her şey, Tanrı’yı tamamen seven bir yürekten
kaynaklanmalıdır.
Bu
perspektiften bakınca hiç kimsenin iyilik etmediğini görmek çok
kolaydır. Bizlerin en büyük iyilik dediğimiz işlerimiz bile,
saflıktan uzak motivasyonlarımız ile lekelenmiştir. Aramızdaki hiç
kimse, Tanrımız olan Rab'bi bütün yüreğimizle, bütün canımızla ve
bütün aklımızla sevmeyi başaramaz. Tüm işlerimizde, bedenimizden
gelen bir unsur vardır ve bu iyiliklerimizin mükemmeliyetini
zedelemektedir.
Jonathan
Edwards, aydınlanmış şahsi-çıkar konseptinden bahsetmiştir.
Aydınlanmış şahsi-çıkar, hepimizin hissettiği etrafa karşı iyilik
yapma motivasyonu ve içimizdeki kötülük yapma isteğimizi
dizginlememiz ile ilgilidir. Kötülük yapmanın, suç işlemenin
çekici olmadığı durumlar vardır. Kötü eylemlerimizden elde
edeceğimiz kazançların, cezalandırma riskini kaldırmadığı
durumlarda, bu eylemlerden vazgeçeriz ve kendimizi dizginleriz.
Diğer yandan, erdemli davranışlar sayesinde, toplumun beğenisini
hatta alkışlarını kazanabiliriz. Bazı doğru hareketlerimizin
karşılığı olarak hepimiz öğretmenlerimizden ekstra bir desteği,
ebeveynlerimizin güvenini ve saygısını kazanmışızdır.
Etiyopya’da ki
açlık için yardım konseri düzenleyen ve bunun için özel bir albüm
yayınlayan sanatçıları bütün dünya alkışlamaktadır. Bu tip iyi
niyetli davranışları, “iş ve ahlaki yardım bir birine
karıştırılamaz” diyen eleştirici kişilere rağmen alkışlar, çok
ender olarak bir sahne sanatçısının kariyerine zarar verir. Bu
eleştirilerin tam aksine, bir çoğumuz ahlaki davranışların iş
dünyasındaki şöhretimizi olumlu yönde geliştirdiğini kabul ederiz.
Ethopya için
yapılan bu jestin, şarkıcıların şahsi alkışlanma ihtiyaçlarını
tatmin etmek ya da halkla ilişkilerini geliştirmek için yapılmış
ustaca bir manevra olarak değerlendirecek kadar şüpheci bir
eleştirmen değilim. Açlıktan ölmekte olan insanlar için herkesin
acıma ve güçlü bir yardım etme isteği olabilir. Diğer taraftan, bu
şarkıcıların motivasyonunda şahsi-bir çıkar olmadığını düşünecek
kadar da saf değilim. Acıma ve yardım etme duygusu büyük bir
olasılıkla şahsi çıkar duygusunu ezip geçmektedir. Ancak zerre
kadar bile olsa var olan şahsi-çıkar, bu mükemmelliği bozmaya
yetecektir. Hepimizin içerisinde kendini düşünme hissi vardır.
Eğer bunu reddetmeye kalkarsanız, ne yazık ki bu reddedişin bile
şahsi çıkarlarını ve kimliğini koruma motivasyonu ile yapıldığını
söyleyebilirim.
Bahsi geçen
iddiaları reddetmek isteriz. Yüreğimizde bazı zamanlar dayanılmaz
güçte bir iyilik yapma isteği hissederiz. Kendimizin gerçekten
fedakar ve iyilik sever olduğunu düşünmekten haz alırız. Ancak,
kendimize karşı yaptığımız dalkavukluğu bize karşı kimse
yapmamıştır. Motivasyonlarımızın ağırlığının fedakarlık yönünde
olacağı zamanlar olacaktır ancak bu motivasyonun kusursuz olduğu
bir durum asla olmayacaktır.
Tanrı, bizleri
çan eğrisi sistemine göre değerlendirmez. (Ç.N: sınavdaki en
yüksek notun, her ne olursa olsun 100 kabul edildiği bir
değerlendirme sistemi) Tanrı mükemmellik talep eder. Hiç birimizin
işleri o seviyeye ulaşamaz. Bizler, Tanrı’nın buyruklarını yerine
getiremeyiz. Asla! Bu yüzden diyebiliriz ki Elçi, abartı sanatına
kendisini kaptırmamıştır. Vardığı sonuç doğrudur. İyilik eden
yok, bir kişi bile yoktur. İsa Mesih, bu görüşü, zengin bir
yönetici ile yaptığı tartışmada da bildirmiştir: “İyi olan tek
biri var, O da Tanrı'dır” (Luka 18:19).
İsa Mesih’in
bu ithamı kadar sorun çıkartan bir başka ayet ise Romalılar
kitabında yer almaktadır. Bu ayetlerin etkisi özellikle de tam
zıttını düşünen ve söyleyen Müjdeci (evangelical) Hıristiyanlar
için dehşet vericidir. Pavlus, “Tanrı'yı arayan kimse yok”
demiştir.
“Şu ve şu
Hıristiyan değil ama arayış içerisinde,” ifadesini kaç kere
kullandınız ya da başka Hıristiyanlardan duydunuz? Bu ifade
Hıristiyanlar arasında sık sık kullanılmaktadır. Bu fikre göre her
tarafta Tanrı’yı arayan insanlar vardır. Bu kişilerin problemi,
Tanrı’yı henüz bulamamış olmalarıdır çünkü Tanrı saklambaç
oynamaktadır ve O’nu yakalamak çok zordur?
Günahın
dünyaya geldiği Aden bahçesinde, kim saklanmaktaydı? İsa Mesih,
dünyaya kaybolanları aramaya ve kurtarmaya gelmiştir. Saklanan
kişi İsa Mesih değildir. Tanrı, bir kaçak değildir. Kaçmakta
olanlar ise bizleriz. Kutsal Yazılar’da şunlar yazılmıştır:
“Kovalayan yokken bile kaçacaksınız.” Luther’in de belirttiği
gibi, “Kafirler, yaprakların hışırtısından bile korkuyla
titrerler.” Kutsal Yazılar’ın ortak öğretisi, düşmüş insanların
Tanrı’dan kaçtıklarıdır. Tanrı’yı arayan kimse yoktur.
Madem böyle,
Kutsal Kitap’ın tam aksine bir öğretisi varken, neden tüm
Hıristiyanlar ısrarla Tanrı’yı arayan ama daha bulamayan kişiler
tanıdıklarını iddia ediyorlar? Aziz Thomas Aquinas, şu sözleri ile
bu konuya açıklık getirmiştir: “Birbirine benzer gibi görünse de
aslında çok farklı iki insan eylemini birbirine karıştırmaktayız.
Umutsuz bir şekilde huzur, suçluluk duygusundan kurtuluş,
yaşamlarına anlam, amaç ve sevgi dolu bir kabulleniş arayan
kişileri görmekteyiz. Bizler, bunların bulunabileceği nihai ve tek
kaynağın Tanrı olduğunu biliyoruz. Bundan dolayı, bunları arayan
bu kişilerin aslında Tanrı’yı aradıkları sonucuna varıyoruz.”
İnsanlar,
Tanrı’yı aramaz. İnsanlar, sadece Tanrı’nın kendilerine
verebileceği kazanımları isterler. Düşmüş insanlığın günahı şudur:
İnsanlar hem Tanrı’nın kendilerine verebileceği kazanımları
ararlar hem de Tanrı’nın kendisinden kaçarlar. Bizler, doğamızdan
dolayı kaçaklarızdır.
Kutsal Kitap,
bizlere tekrar tekrar Tanrı’yı aramamızı söylemektedir. Eski
Antlaşma’da şu ayetle bize seslenmektedir, “Bulma fırsatı varken
RAB'bi arayın” (Yeş. 55:6). İsa, “Dileyin, size verilecek; arayın,
bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır” (Matta 7:7)
demiştir. Bu metinlerden elde ettiğimiz sonuç şudur: Bizler
Tanrı’yı aramaya çağırılıyor isek bunun tek bir anlamı vardır,
bizler düşmüş durumlarımızda bile bu arayışı gerçekleştirecek
ahlaki kapasiteye sahibizdir? Peki bu ayetler kimlere hitap
etmektedir? Eski Antlaşma’da ki bu ayetler, RAB'bi aramaya
çağırılan İsrail halkına seslenmekteydi. Yeni Antlaşma’da ise
krallığı araması emredilen kişiler imanlılardır.
Evangelistler,
Esinleme’den şu alıntıyı yapmaktadırlar: “İşte kapıda durmuş,
kapıyı çalıyorum. Eğer biri sesimi işitir ve kapıyı açarsa, onun
yanına gireceğim, ben onunla ve o da benimle, birlikte yemek
yiyeceğiz” (Esin. 3:20). Evangelistler, bu ayetleri Hıristiyan
olmayanlar için kullanmaktadır ve “İsa Mesih, kalbinizin kapısını
çalmaktadır. Eğer bu kapıyı açarsanız, içeri girecektir” derler.
Ancak bu ayetlerin orijinal söyleminde İsa bu sözlerini kendi
Kilisesine, imanlılara söylemektedir. Bu ayetlerin evangelistik
(İncilsel) içeriği yoktur.
Peki sonuç? En
önemli nokta şudur, Hıristiyan olmayan kişiler kendi başlarına
Tanrı’yı arayamazlar. İmansız olan aramayacaktır. İmansız olan
kapıyı çalmayacaktır. Arama, imanlıların yaptığı bir eylemdir.
Edwards, “Tanrı’nın krallığını arama, Hıristiyan yaşamanın ana
eylemidir” demiştir. Arama, imanın bir ürünüdür, imanın sebebi
değildir.
İsa Mesih’in
benzeyişine dönüştürüldüğümüzde, bu değişimi ifade edebilmek için
keşif lisanı kullanmaya başlarız, Mesih’i bulmaktan bahsederiz.
Bir arabanın arka camında BULDUM diye bir çıkartma görmüştüm.
Aslında bu tip ifadeler doğrudur ancak hiciv şu noktada
başlamaktadır: Mesih’i bulduğumuz zaman, aramamız sonuçlanmaz
aksine yeni başlar. Normal bir durumda aradığımız bir şeyi
bulduğumuzda, bu arayış biter. Ancak Mesih’i “bulduğumuzda”, bu
aslında arayışımızın başlangıcıdır. Hıristiyan yaşamı, iman
ettiğimiz an başlar, başlangıç noktamız bitiş noktamız değildir.
Gelişir, imandan imana, lütuftan lütufa, yaşamdan yaşama devam
eder. Bu büyüme hareketi sürekli bir Tanrı arayışı ile ivme
kazanır.
Romalılar 3’de
dikkatli bir şekilde incelememiz gereken önemli bir nokta daha
vardır. Elçi hem kimsenin Tanrı’yı aramadığını bildirmektedir hem
de, “Hepsi yoldan saptılar, birlikte yararsız oldular” ifadesinde
bulunmuştur. Burada aklımızdan çıkartmamamız gereken en önemli
nokta Pavlus’un düşmüş, benlikte ki, İsa’ya dönüştürülmemiş
insandan bahsettiğidir. Bedende olan insanların tarifi
verilmiştir.
Yararsız
derken, Pavlus ne kast etmiştir? İsa Mesih, yararsız
hizmetçilerden bahsetmiştir. Yarardan bahsetmemiz için pozitif
değerlere sahip olmamız gerekmektedir. İsa’ya iman etmemiş bir
kişi bedendendir ve geçici değerlere sahip başarılara ulaşabilir.
Bedendeki kişi, tüm dünyayı kazanabilir ancak kendisinde bulunan
en değerli şeyi, ruhunu kaybedebilir. Bir kişinin sahip
olabileceği en değerli hazine, Mesih’tir. O eşi olmayan bir
incidir, O’na sahip olan kişi olası en büyük kazanca sahiptir.
Ruhsal açıdan
ölü olan bir insan, kendi bedeni ile Mesih’i kazanması mümkün
değildir. Bu kişi, Kutsal Kitap’ta, “Gözlerinde Tanrı korkusu
yoktur” olarak tasvir edilmektedir (Rom. 3:18). Adaletli
olmayanlar, iyilik yapmayanlar, Tanrı’yı asla aramayanlar, tamamen
yararsız olanlar, gözlerinde Tanrı korkusu olmayanlar, kendi
yüreklerini asla Mesih’e yöneltemezler.
RUHSAL ÖLÜMDEN
CANLANMA
Ruhsal ölümün
tek tedavisi, ruhlarımızda Tanrı olan Kutsal Ruh’un ruhsal yaşamı
yaratımasıdır. Bu lütuf eylemi hakkında ayetleri Efesliler’de
bulmaktayız:
Sizler bir
zamanlar, içinde yaşadığınız suç ve günahlarınızdan ötürü
ölüydünüz. Bu dünyanın gidişine ve havadaki hükümranlığın
egemenine, yani söz dinlemeyen insanlarda şimdi etkin olan ruha
uymaktaydınız. Bir zamanlar hepimiz böyle insanların arasında,
doğal benliğin ve aklın isteklerini yerine getirerek benliğimizin
tutkularına göre yaşıyorduk. Ötekiler gibi doğal olarak gazap
çocuklarıydı. Ama merhameti bol olan Tanrı bizi çok sevdiği için,
suçlarımızdan ötürü ölü olduğumuz halde, bizi Mesih'le birlikte
yaşama kavuşturdu. O'nun lütfuyla kurtuldunuz. Tanrı bizi Mesih
İsa'da, Mesih'le birlikte diriltip göksel yerlerde oturttu. Bunu,
Mesih İsa'da bize gösterdiği iyilikle, lütfunun sonsuz
zenginliğini gelecek çağlarda sergilemek için yaptı. İman yoluyla,
lütufla kurtuldunuz. Bu sizin başarınız değil, Tanrı'nın
armağanıdır. Kimsenin övünmemesi için iyi işlerin ödülü değildir.
Çünkü biz, Tanrı'nın önceden hazırladığı iyi işleri yapmak üzere
Mesih İsa'da yaratılmış olarak Tanrı'nın eseriyiz. (Efesliler
2:1-10).
Bu ayetlerde,
Tanrı’nın İlahi Takdirinin en mükemmel bir biçimde ifade edilişini
görmekteyiz. Pavlus’un kaleme aldığı bu ayetlerde, Tanrı’nın
lütfunun zenginliği vurgulanmıştır. Bizlerin bu vurgulamaya ayrı
bir dikkat göstermemiz ve bu lütfu asla küçümsememiz gerekir. Bu
bölüm, Kutsal Ruh’un bizlerde yarattığı yeni yaşamın
kutlamasıdır.
Bazı kişiler
Ruh’un bu işini canlanma olarak tasvir ederler. İngilizce’de
günlük lisanda az kullanılan bu kelimenin en sık kullanıldığı
olay, bir bebeğin anne rahminde ilk kıpırtısının, anne tarafından
hissedilmesi olayıdır. Kısaca “canlanma” kelimesi İngilizce’de bir
bebeğin ilk yaşam belirtisi anlamındadır.
Burada
kullanılan canlanma ya da yaşama kavuşturma ifadeleri, genel
olarak yeniden doğma ya da yeniden yaratılma olarak kullanılır.
Yeniden doğma, kelime anlamlarının da ileri sürdüğü gibi, “tekrar
doğmayı” ifade etmektedir. Yaratmak (generate), bir şeyi başlatmak
onun var olmasını sağlamaktır. Kutsal Kitap’ın birinci kitabına
bakarsanız ismini Yaratılış (Genesis) olduğunu görürsünüz. Yeniden
doğma ya da yeniden yaratılma, bir şeyin tekrar başlatılması
anlamına gelmektedir. Bizi ilgilendiren anlam ise yeni bir
hayatın, ruhsal bir hayatın başlamasıdır.
Bu ayetlerde
şu an ki hayatımızı tasvir etmek için ölü ifadesi kullanılmıştır.
Düşmüş olan insan, bu ayetlerde şöyle tasvir edilmiştir:
“günahlarınızdan ötürü ölüydünüz.” Tanrı’ya ölü olan bir kişinin
Tanrı’ya dirilmesi için ya ona bir şey yapılmalıdır ya da onun
için bir şey yapılmalıdır. Ölü olan bir kişi kendi kendine, kendi
içinde ruhsal yaşam yaratamaz. Pavlus, yeniden doğmayı bizlere
veren kişinin Tanrı olduğunu açıkça belirtmiştir. Bizleri ruhsal
ölümden, yeni bir yaşam vererek canlandıran Tanrı’dır.
Düşmüş olan
insan günahları içinde ölüdür. Bu ayetlerde, düşmüş olanlardan
“benliğinin tutkularına göre yaşayan, doğal olarak gazap
çocukları” olarak bahsedilmektedir. Bu kişilerin doğal yapısı, “bu
dünyanın gidişine” uymaya mecburdur. Bu kişilerin izlediği Egemen
Tanrı değildir, havadaki hükümranlıktır. Pavlus, bu durumu sadece
en kötü günahkarlar için geçerli olmadığını, kendisi ve İsa
Mesih’teki kardeşleri içinde eskiden geçerli olduğunu
belirtmektedir. (“Bir zamanlar hepimiz böyle insanların arasında,
doğal benliğin ve aklın isteklerini yerine getirerek benliğimizin
tutkularına göre yaşıyorduk … .”)
önceden
belirleme hakkındaki Reform karşıtı görüşlerin bir çoğu, düşmüş
olan adamın ruhsal ölü olduğu gerçeğini ciddiye alma konusunda
yetersiz kalmaktadır. Diğer Müjdeci (evangelical) görüşler,
insanın düşmüşlüğünü ve bu durumun ciddiyetini kabul ederler.
Günahın ne kadar radikal bir problem olduğunu görmüşlerdir.
İnsanın sadece hasta olmadığı, ölesiye hasta olduğunu kabul etme
konusunda hevesli ve acelecidirler ancak insanın ruhsal olarak
daha ölmediğini, bedeninde hala daha küçücük bir ruhsal yaşam
nefesi olduğuna inanmışlardır. Yüreklerinde hala daha küçük bir
doğruluk adacığı olduğunu ve düşmüşlüğüne rağmen güçsüz ve ufak
ahlaki yeteneklerinin o ada da direndiğini düşünürler.
Kendilerini
dinleyenlerin tövbe edip, iman etmelerini isteyen
Evangelistler’den iki hikaye duymuştum. Birinci hikaye, ölümcül
bir rahatsızlık geçiren bir kişi ile ilgili bir benzetmeydi.
Günahkar kişinin ölesiye hasta olduğu, hatta ölüm döşeğinde olduğu
belirtilir. Bu kişide, kendisini bu hastalıktan kurtarma gücü
yoktur. Yatakta neredeyse felç olmuş bir şekilde ölümü
beklemektedir. Tanrı’nın sunacağı, kendisine iyi gelecek şuruptan
içene kadar da iyileşmeyecektir. Ancak bu adam o kadar hastadır ki
elini uzatıp bu şurubu içecek gücü bile yoktur, neredeyse komaya
girmiştir. Tanrı’nın sadece bu kişiye şurubu tedarik etmesi
yetmemiştir, bir de bu şurubu alıp bir kaşığa döküp, ölmekte olan
kişinin ağzına koyması gerekmektedir. Eğer Tanrı bunları yapmaz
ise bu kişi kesinlikle ölecektir. Ancak Tanrı’nın yapacakları, bu
tedavinin %99’unu oluşturmaktadır, bu kişiye düşen %1’lik bir pay
vardır. Bu kişinin bu şuruptan içebilmesi için ağzını açması
gerekmektedir. Bu kişinin geleceğinde ulaşacağı yerin cennet veya
cehennem olmasını belirleyecek olan yapılması mecburi özgür irade
eylemidir. Ağzını açıpta bu şuruptan içecek olan her adam, bu
ilacın lütufkar hediyesine kavuşacak ve kurtulacaktır ancak
dudaklarını aralamayan adam yok olacaktır.
Bu benzetme
neredeyse Kutsal Kitap öğretişlerine ve Pavlus’un bildirdiği
yeniden doğmanın lütfu öğretişine uymaktadır. Tamamen uymakta
mıdır? Hayır. Kutsal Kitap, ölümcül biçimde hasta olan insanlardan
bahsetmemektedir. Pavlus’un kaleme aldığı gibi insanlar ruhsal
olarak ölüdürler. İnsanların içinde bir zerre kadar bile ruhsal
yaşam kalmamıştır. Eğer bu insanlar yaşama kavuşturulacaklar ise
Tanrı’nın bu insanlara ilaç sunmaktan fazlasını yapması
gerekmektedir. Ruhsal olarak ölü olanlar ağızlarını açıp hiçbir
şeyi içemezler. Onların çeneleri ölesiye kilitlenmiştir. Bedenleri
hareketsizdir. Bu kişilerin ölümden diriltilmeleri gerekir. Bu
kişiler, yeni yaratıklar olmalı, Mesih tarafından işlenmeli ve
Ruh’ta yeniden doğmalıdırlar.
Kendilerini
evangelizme adamış olanlar için ikinci bir benzetme en az
birincisi kadar popülerdir. Bu benzetmede düşmüş insan, yüzmeyi
bilmeyen ve boğulmakta olan adama benzetilmektedir. İki kez su
altına gömülmüş ancak son kez su üstüne çıkabilmiştir. Eğer suyun
altında bir kez daha kalırsa boğularak ölecektir. Onun tek ümidi
Tanrı’nın kendisine can simidi atmasıdır. Tanrı tekneden can
simidinin atmıştır ve sudaki insanın tam parmak uçlarına değecek
bir şekilde bu can simidin ipini sallandırmaktadır. Bu adamın
yapacağı tek şey bu can simidine tutunmaktır. Eğer, bu adam bu can
simidine tutunursa, Tanrı kendisini tekneye çekecek ve
kurtaracaktır. Eğer bu adam can simidini redederse, kesinlikle
mahvolacaktır.
Bir kez daha
bu benzetmede, günahkar adamın Tanrı’nın yardımı olmadan çaresiz
bir durumda olduğu vurgulanmaktadır. Boğulmakta olan insan ciddi
bir durumla karşı karşıyadır. Kendisini kurtaracak gücü yoktur.
Ancak, hala daha hayattadır; hala daha parmaklarını uzatıp can
simidini tutması gerekmektedir. Onun parmakları, onun kurtuluşu
için hayati bir anlam taşımaktadır. Onun kurtuluşu tamamen
parmakları ile yapacağına bağlıdır.
Pavlus,
insanın ölü olduğunu söylemiştir. Bahsettiği insan, boğulmakta
olan bir insan değil, suyun dibini çoktan boylamıştır. Ölü olan
birisine can simidi atmak boşu boşuna yapılan bir eylemdir. Eğer
Pavlus’un kaleme aldığı bu ayetleri doğru anlıyor isem, Tanrı suya
bizzat atlamakta, ölü adamı denizin dibinden yukarı çekmekte, su
yüzüne çıkardığı zamanda suni teneffüs yapmaktadır. Tanrı, ölü
adama nefesini üfleyerek yeni bir yaşam vermiştir.
Yeniden
doğmanın, yeni bir yaşam ile olan bağlantısını unutmamanın ayrı
bir önemi vardır. Buna Yeni Doğuş ya da Yeniden Doğmak
denmektedir. Ne yazık ki bu konu hakkında bir çok yanlış anlama
mevcuttur. Yeniden Doğuş, Kutsal Kitap’a göre, Mesih’te bizim olan
yeni yaşama sıkı bir şekilde bağlıdır. Doğa biliminde olduğu gibi
doğum olmadan yaşam da olamaz. Doğa üstü ifadeler kullandığımızda
diyebiliriz ki, yeniden doğuş olmadan yeni bir yaşamda
olmayacaktır.
Doğuş ve
yaşam, birbirine çok sıkı bir şekilde bağlı olsalar da aynı şey
değildirler. Doğuş, yeni bir yaşamın başlangıcıdır. Bu doğa
biliminin ifade ettiği kesin bir gerçektir. Her sene yaş günümüzü
kutlarız. Bizler, Alice Harikalar Diyarında’ki her yaş gününü
olmayan günde kutlayan kraliçe gibi değiliz. Doğuş, bir-kerelik
bir tecrübedir. Doğuş kutlanabilinir ancak tekrarlanamaz. Doğuş,
yeni bir geçiş esnasındaki kesin bir andır. Bir kişi ya doğmuştur
ya da daha doğmamıştır.
Aynı kurallar
ruhsal yeniden doğma içinde geçerlidir. Yeniden Doğma, yeni bir
yaşam üretir. Yeni bir yaşamın başlangıcıdır ancak yeni yaşamın
tümü değildir. Ruhsal ölümden, ruhsal yaşama geçerken yaşadığımız
hayati bir andır. Bir insan kısmen de olsa asla yeniden doğamaz.
Bir insan ya yeniden doğmuştur ya da doğmamıştır.
Yeniden Doğma
hakkındaki açık ve kesin olan Kutsal Kitap öğretisi, bunun
Tanrı’nın işi olduğunu ve sadece Tanrı’nın bunu
gerçekleştirebileceği yönündedir. Bizler kendimizin yeniden
doğmasını sağlayamayız. Beden, ruh doğuramaz. Yeniden doğma, bir
yaratılış eylemidir. Yaratma, Tanrı’nın işidir.
İlahiyatta
kullanılan monergizm diye bir teknik terim vardır ve şu an ki
konumuzda bu terimi kullanmanın faydası vardır. Bu kelimenin iki
kökü vardır. Mono yani “tek.” Monopol, tüm pazarı ele geçirmiş ya
da sahip bir işletim sistemidir (tekel). Monoplane, tek kanatlı
bir uçak çeşididir. Erg, okul döneminizden hatırlayabileceğiniz
gibi, bir ünite iş anlamına gelmektedir. herkesin kullandığı ve
bildiği enerji kelimesinin köküdür.
Parçaları
birleştirdiğimiz zaman, “tek-iş”, “tek taraflı eylem” şeklinde bir
anlam elde ederiz. Eğer, yeniden doğma monergistiktir dersek,
burada kastettiğimiz anlam, bu eylemin bir taraf tarafından
gerçekleştirildiğidir. Bu eylemi gerçekleştiren ise Tanrı olan
Kutsal Ruh’tur. Bizleri yeniden O doğurur; biz bu işi kendimiz
yapamayız hatta bu eylem esnasında O’na yardımcı bile olamayız.
Bu yazıları
okuyunca, insanları birer kukla gibi gördüğümüzü düşünebilirsiniz.
Kuklalar tahtadan yapılırlar. Tepki vermek gibi bir yetileri
yoktur. Kuklalar, hareketsiz, cansız objelerdir ve iplerle kumanda
edilirler. Bizim bu kitapta ele aldığımız varlıklar kuklalar
değil, ruhsal olarak ölü olan insanlardır. Bu insanların yürekleri
talaş tozundan değil, taştandır. İnsanlar iplerle yönetilmezler.
Biyolojik olarak canlıdırlar ve eylemlerde bulunurlar, kararlar
alırlar ancak Tanrı’ya yönelme konusunda bir karar alamazlar.
Tanrı, insan
ruhunu yeniden doğurduğu zaman, bizleri ruhsal olarak canlı
yaptığı zaman, bizler kararlar alırız, inanırız, imanımız olur,
Mesih’e bağlanırız. Tanrı, bizim adımıza inanmaz. İman,
monergistik değildir.
Daha önceki
bölümlerde, düşmüş insanın içinde bulunduğu kötü durum ve onun
beşeri iradesinin statüsü hakkında konuşmuştuk. Bu insanın her ne
kadar düşmüş olsa da, tercih yapabilme yetisi açısından hala daha
özgür iradesinin mevcut olduğunu belirtmiştir. Düşmüş insanın
manevi yetersizlik adını verdiğimiz sorununun bir sonucu ise bu
kişinin Mesih için bir arzu besleyememesidir. Düşmüş insan,
Mesih’e karşı gönülsüz ve isteksizdir. Bir kişi Mesih’e
çekilmedikçe ya da çekilene kadar Mesih’i seçemez. İlk olarak
Mesih’i arzulamadıkça, asla Mesih’e kavuşamayacaktır.
Yeniden doğma
esnasında Tanrı, yüreklerimizi değiştirir. Bizlere yeni bir eğilim
yeni bir karakter verir. Yüreklerimize Mesih için bir arzu eker.
İlk olarak Mesih’i arzulamadan, O’na kurtuluşumuz için
güvenebilmemiz olanaksızdır. Daha önce yeniden doğma imandan önce
yer alır dememizin sebebi budur. Yeniden doğma olmadan, Mesih için
bir arzumuz olamaz. Mesih için bir arzumuz olmadan, asla Mesih’i
seçemeyiz. Vardığımız sonuç şudur: Bir kişi inanmadan önce hatta
bir kişinin inanabilmesi için ilk olarak bu kişinin yüreğinin
Tanrı tarafından değiştirilmesi lazımdır.
Tanrı, bizleri
yeniden doğurduğunda, bu bir lütuf eylemi olarak gerçekleşir.
Efesliler 2’ye tekrar bakalım: “Ama merhameti bol olan Tanrı bizi
çok sevdiği için, suçlarımızdan ötürü ölü olduğumuz halde, bizi
Mesih'le birlikte yaşama kavuşturdu. O'nun lütfuyla kurtuldunuz.”
Bir zamanlar
hizmet ettiğim bir kilisedeki bir bayan nakış işleme ile bir yazı
yazmıştı ki bu yazı hala daha masamın üzerinde durmaktadır. Bu
nakış işlemede sadece “ama” yazılıdır. Pavlus’un, düşmüş insanın
ruhsal konumunu sayıp dökmesi bile bizleri umutsuzluğa itmeye
yetmektedir. Ama ayetin son cümleleri bizleri rahatlatmaktadır.
“Ama” Eğer bu ‘ama’ olmasaydı bizler yok olmaya mahkumduk. “Ama”,
müjdenin özünü yansıtmaktadır.
Pavlus’un
kaleme aldığı ayetlerde, “Ama merhameti bol olan Tanrı … .”
ifadesini görmekteyiz. Dikkat ederseniz ayetlerde, “Ama iyi işleri
bol olan insan” denmemiştir. Bizleri yaşama kavuşturan Tanrı ve
sadece Tanrı’dır. Peki, Tanrı bunu ne zama gerçekleştirir? Pavlus,
bu konuyu tahmine bırakmamıştır. Ayetler de derki, “. . . ,
suçlarımızdan ötürü ölü olduğumuz halde.” İşte, bizler ruhsal
olarak ölüyken bizlere verilen lütfun hayrete düşürücü kısmı
budur.
Pavlus’un
ilettiği bu ayetlerde kurtuluşun iyi işlere değil, lütufa bağlı
olduğu açıkça belirtilmektedir. Bu öğretiyi ayetlerin şu bölümünde
görmekteyiz, “İman yoluyla, lütufla kurtuldunuz. Bu sizin
başarınız değil, Tanrı'nın armağanıdır. Kimsenin övünmemesi için
iyi işlerin ödülü değildir..” Bu ayetler bu konuyu sonsuza kadar
açılmayacak bir şekilde kapatmakta ve mühürlemektedir. Bizlerin
kurtuluşunu sağlayan yol olan iman bir hediyedir, lütuftur. Elçi,
bu bizim başarımız değil derken, bu bizim imanımızla değil
dememektedir. Tekrar etmemiz gerekirse, Tanrı bizler için inanma
eylemini gerçekleştirmez. Bu bizim kendi imanımızdır ancak bu iman
içimizden oluşmamakta, bize verilmektedir. Bu hediye kazanılmaz ya
da hakkedilmez. Bu hediye salt bir lütuf eseridir.
Protestan
Reformasyonu esnasında meşhur olan üç slogan vardır. Bu sloganlar
Latin’cedir: sola fide, sola gratia, ve soli deo gloria. Bu üç
slogan beraberce kullanılır. Birbirinden asla ayrılmamaları
gerekir. Anlamları şöyledir: “sadece iman ile,” “sadece lütuf
ile,” ve “sadece Tanrı’nın yüceliği ile.”
KARŞI
KONULAMAZ LÜTUF?
Tanrı’nın
yeniden doğma eyleminin bir lütuf işi olduğu konusunda bir çok
Hıristiyan aynı fikirdedir. Fikir ayrılıkları ise bu lütfun karşı
konulamaz olup olmadığı mevzusundadır. Bir kişinin yeniden doğuş
lütfunu alıp imana gelmemesi mümkün müdür?
Kalvinist
görüş bu soruya kesinlikle “Hayır!” cevabını vermektedir, bunun
tek sebebi Tanrı’nın kurtarıcı lütfunun söylev olarak karşı
konulamaz olduğuna olan inancı değildir.
Karşı
konulamaz lütuf terimi yanlış anlaşılmalara yol açabilen bir
terimdir. Tüm Kalvinistler, Tanrı’nın lütfuna direnebilirler ve
direnmektedirler inancını paylaşmaktadırlar. Sorun şu noktadadır,
“Yeniden doğma lütfu hedefine ulaşmada başarısız olabilir mi?”
Unutmamanız gereken nokta ruhsal olarak ölü olan insanların
biyolojik olarak canlı olmalarıdır. Kendilerinde hala Tanrı’nın
aksine doğru bir eğilime bağlı bir irade vardır. Lütufa karşı
koymak için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır. İsrail
tarihi, Tanrı’nın lütfunu defalarca reddetmiş olan taş kafalı ve
boyun eğmez insanların tarihidir.
Tanrı’nın
lütfu, karşı koyduğumuz ve koyabileceğimiz için karşı konulabilir.
Aynı zamanda karşı konulamaz çünkü amacına ulaşır. Tanrı’nın lütfu,
Tanrı’nın arzuladığı etkiyi yaratır. Ben bu yüzden karşı
konulamaz lütuf yerine etkili lütuf ifadesini tercih ediyorum.
Burada ele
aldığımız lütuf, yeniden doğma lütfudur. Yeniden doğma esnasında
Tanrı içimizde kendisi için bir arzu yaratmaktadır. Ancak içimizde
bu arzu ekilmiş bile olsa, bizler her zaman ki gibi yaşamaya devam
eder, seçimlerimizi o an ki en güçlü motivasyonumuza göre yapmaya
devam ederiz. Eğer Tanrı, bizlere Mesih için bir arzu verirse,
bizlerde bu arzuya göre hareket ederiz. Kesinlikle içimizde var
olan bu arzunun amacını yerine getiririz ve Mesih’i seçeriz. Tanrı
bizleri ruhsal olarak canlandırdığı zaman, bizler ruhsal olarak
yaşamaya başlarız. Sadece Tanrı’nın yaratabileceği ruhsal yaşama
kendi başımıza kavuşma olasılığımız yoktur. İçimizdeki ruhsal
yaşamı o başlatır. O, bir şeye ol derse o olur.
Tanrı’nın iç
çağrısından bahsetmiştik. Tanrı’nın iç çağrısı, Tanrı’nın dünyayı
yaratmak için yaptığı çağrı kadar güçlü ve etkilidir. Tanrı,
dünyayı var olmaya davet etmemiştir. Tanrısal bir buyruk
vermiştir, “Işık olsun!” ve ışık olmuştur. Bu buyruktan sonra
başka bir şeyin gerçekleşme olasılığı yoktur. Işık parlamak
zorundadır.
İsa, Lazar’ı
dışarı çağırdığında mezarında kalabilir miydi? İsa seslendi,
“Lazar, dışarı çık!” Ölü, elleri ayakları sargılarla bağlı, yüzü
bezle sarılmış olarak dışarı çıktı. Tanrı yaratırken, sadece
kendisinde olan bir gücü kullanır. Yoktan var etme ve ölümden
yaşam çıkarma sadece O’nda olan güçlerdir.
Bu noktada da
bir çok karmaşa mevcuttur. John Gerstner’dan aldığım ilk derste
söylediklerini hiç unutamıyorum. Dersin konusu önceden
belirlemeydi. Dersin başlamasından kısa bir süre geçtikten sonra
Dr. Gerstner’ın ilgisi elini devamlı havada sallayan bir öğrenci
tarafından dağıldı. Gerstner durdu ve öğrenciye söz verdi.
Öğrencinin sorusu şöyleydi, “Dr. Gerstner, sizin bir Kalvinist
olduğunuzu söylememizde bir mahsur var mı?” Gerstner, “hayır” diye
cevaplayıp derse kaldığı yerden devam etti. Birkaç dakika sonra
Gerstner’ın gözlerine bir şeylerin farkına varmadan dolayı bir
parlama geldi ve dersi kesip öğrenciye şu soruyu sordu, “Bir
Kalvinisti nasıl tanımlarsın?”
Öğrenci,
“Kalvinist, Tanrı’nın bazı insanları Mesih’i seçmek için
zorladığına ve bazı insanları da Mesih’i seçmekten mahrum ettiğine
inanan bir kişidir” cevabını verdi. Gerstner, dehşete düşmüştü.
“Eğer bir Kalvinist bu ise, benim Kalvinist olmadığıma
inanabilirsiniz” dedi.
Öğrencinin
karşı konulamaz lütuf hakkındaki yanlış anlaması çok yaygın bir
hatadır. Bir keresinde bir Presbiteryan seminerinin başkanının,
“Ben bir Kalvinist değilim çünkü ben Tanrı’nın bazı insanların tüm
iradeleri ile karşı koymalarına rağmen zorla ve bağıra bağıra
krallığa sokmasına ve orada olmak için can atanları içeri
almamasına inanmıyorum” dediğini duymuştum.
Bu ifadeyi
duyduğum zaman küçük dilimi yutacak gibi olmuştum. Bir
Presbiteryan seminerinin başkanının, kendi kilisesinin teolojisi
hakkında bu kadar iğrenç bir yanlış anlamada bulunmasının mümkün
olmadığını düşünmüştüm. Seminer başkanı, Kalvinizm’e olabilecek en
uzak karikatürü çizmekte idi.
Kalvinizm,
Tanrı’nın bazı insanların tüm iradeleri ile karşı koymalarına
rağmen zorla ve bağıra bağıra krallığa soktuğunu ve orada olmak
için can atanları içeri almadığını öğretmemiştir ve
öğretmemektedir. Hatırlarsanız, önceden belirleme hakkındaki
Reform doktrinin denge noktası insanın ruhsal ölü olması
hakkındaki Kutsal Kitap öğretisine dayanmaktadır. Doğal benliğinde
olan insan Mesih’i isteyemez. Mesih’i sadece Tanrı yüreğine Mesih
için bir arzu koyarsa isteyebilir. Bu arzu, yüreğe konduktan sonra
Mesih’e gelenler bunu iradelerinin çığlıklar ve göz yaşlarıyla
karşı koymasına rağmen yapmaz. Mesih’e gelirler çünkü gelmek
isterler. Artık bu kişiler İsa’yı arzulamaktadırlar. Kurtarıcıya
doğru koşmaktadırlar. Karşı konulamaz lütfun en önemli noktası
şudur: Yeniden Doğma bir insanın ruhsal yaşamını öyle bir şekilde
canlandırır ki, bu kişi İsa Mesih’in karşı konulamaz gerçek
sevgisini anlar. Tanrı’nın işlerine canlandırılanlar için İsa
Mesih karşı konulamaz olandır. Tanrı’nın verdiği yeni yaşam ile
çarpan her yüreğe sahip ruh, içerisinde yaşayan Mesih’e karşı bir
özlem duyar. “Baba'nın bana verdiklerinin hepsi bana gelecek ve
bana geleni ben asla kovmam.” (Yuhanna 6:37).
“Etkili
lütuf” terimi, bazı karıştırmaları engellemeye yardımcı olabilir.
Etkili lütuf, Tanrı’nın arzularını gerçekleştiren bir lütuftur.
Yeniden doğuş
hakkındaki Reform karşıtı görüşler ile bu görüşün farkı nerdedir?
En popüler alternatif görüş ise önceki lütuf konseptidir.
ÖNCEKİ LÜTUF
İsminden de
anlaşılabilineceği gibi, önceki lütuf, “bir şeyde önce gelen”
lütuftur. Genel olarak, Tanrı’nın herkes için yaptığı eylem olarak
bilinir. Bu görüşe göre Tanrı herkese İsa’ya cevap verecek kadar
yeterli lütuf vermiştir. Bu lütuf insanların Mesih’i seçmelerine
imkan vermeye yetecek miktardadır. Bu lütuf ile beraber olmayı
kabul eden ve uyum gösterenler “seçilmiş olanlardır.” Bu lütuf ile
beraber olmayı reddedenler ise kaybolmuş olanlardır.
Bu görüşün
pozitif yanı, düşmüş insanın ruhsal durumunun, kurtulmak için
Tanrı’nın lütfuna ihtiyacı olacak kadar ciddi olduğunu kabul
etmesidir. Bu görüşün iki adet negatif yönünü gösterebiliriz. Eğer
bu önceki lütuf, insanlara dışardan gelmekte ise ilaç ve can
simidi örneklerinin düştüğü hatanın aynısına düşmektedir. Eğer bu
önceki lütuf ruhsal açıdan ölü yaratıklara dışardan yaklaşmakta
ise ne faydası vardır ki?
Diğer
taraftan, eğer önceki lütuf, Tanrı’nın düşmüş insanların yüreğinde
yaptığı bir şey ile alakalı ise, o zaman neden bu lütfun her zaman
etkili olmadığını sormak zorundayız. Neden bazı düşmüş insanlar bu
lütuf ile beraber olmayı kabul edip, ona uyum gösterirken, bazı
insanlar bunu istemez? herkese bu lütuftan aynı derecede
verilmemekte midir?
Birde bu
görüşe, kişisel olarak bakalım. Eğer siz bir Hıristiyan iseniz,
etrafınızda Hıristiyan olmayan kişilerin varlığının farkına
varmışsınızdır. Niçin siz Mesih’e iman ederken, onlar iman
etmemektedir? Niçin siz iddia edilen bu önceki lütufa evet derken,
onlar bu lütufa hayır demişlerdir? Bunun sebebi sizin diğer
insanlardan daha düzgün bir kişi olmanız mıdır? Eğer durum
böyleyse, o zaman gerçekten gurur duymanız gereken bir özel
durumunuz vardır. Bu sizin kendi başarınız olan içinizdeki üstün
doğruluk mudur ya da Tanrı’nın bir lütfu mudur? Eğer bu sizin
başarınız ise demek ki sizin kurtuluşunuz, kendi doğruluğunuza
dayanmaktadır. Eğer doğruluk bir hediye ise niçin Tanrı aynı
hediyeden herkese vermemiştir?
Belki de sizin
Hıristiyan olmanızın sebebi daha iyi bir insan olmanızdan daha çok
daha zeki bir insan olmanızdır. Peki siz neden daha zekisiniz?
Çünkü daha mı çalışkansınız (ki bunun anlamı sizin daha düzgün bir
kişi olduğunuz mudur)? Ya da siz daha zekisinizdir çünkü Tanrı,
başkalarına ölçülü dağıttığı zekayı size daha fazla mı vermiştir?
Size zekilik hediyesini mi sunmuştur?
Emin olduğumuz
bir şey varsa o da önceki lütuf görüşünü benimsemiş birçok
Hıristiyan, bu sorulardan şiddetle kaçınmaktadırlar çünkü bu
soruların cevaplarında saklanan kibir ve kendini beğenmişliğin
farkındadırlar. Genellikle verdikleri cevap şu olmaktadır, “Hayır,
ben Mesih’i seçtim çünkü O’na olan dayanılmaz ihtiyacımı fark
ettim.”
Bu cevap tabi
ki kulağa daha alçak gönüllü gelmektedir. Ancak ben bu sorulara
bir az daha devam etmek istiyorum. Siz Mesih’e olan dayanılmaz
ihtiyacınızı fark ederken, komşunuz neden bu ihtiyacını fark
etmedi? Bunun sebebi, sizin komşunuzdan daha iyi ya da daha zeki
bir insan olmanız mı?
Önceki lütfu
savunanlara 100 milyon değerindeki sorumuz şudur: Niçin bazı
insanlar bu lütufa cevap verirken diğerleri vermezler? Bu soruya
vereceğimiz cevap kurtuluşumuzun lütufa ne kadar dayalı olduğuna
olan gerçek inancımızı da ortaya koyacaktır.
500 milyarlık
soru ise, “Kutsal Kitap’ta önceki lütuf doktrininin öğretisi var
mıdır? Eğer var ise, nerededir?”
Bizler
kurtuluşumuzun Tanrı’dan geldiğine inanırız. Bizlerin yeniden
doğması sağlayan O’dur. O’nun yeniden doğuşu verdikleri Mesih’e
gelirler. Yeniden doğuş olmadan hiç kimse Mesih’e gelemez. Yeniden
doğmuş olan hiç kimse Mesih’i reddedemez. Tanrı’nın kurtaran
lütfunun göstereceği etki, Tanrı’nın tasarladığı etkidir.
BÖLÜM 5’İN
ÖZETİ
1. Bizlerin
kurtuluşu, Tanrı’dan gelen bir inisiyatiften kaynaklanmaktadır.
Esir olanları özgür kılan, Tanrı olan Kutsal Ruh’tur. Bizlere
ruhsal yaşam üfleyen ve bizleri ruhsal ölümden dirilten O’dur.
2. Bizlerin
Tanrı tarafından yaşama kavuşturulmadan önceki durumu, ruhsal ölüm
durumudur. Bu durum, ölümcül hastalık durumundan çok daha ciddi
bir durumdur. Tanrı bizleri canlandırana kadar içimizde bir
zerrecik bile ruhsal yaşam yoktur.
3. Yeniden
doğmadan kimse Mesih’e gelemez. Yeni doğanların hepsi Mesih’e
gelir. Tanrı’nın yollarına ölü olanlar, Tanrı onları diriltene
kadar bu yollara ölü kalırlar. Tanrı’nın dirilttikleri ise yaşama
kavuşurlar. Kurtuluş, Tanrı’dandır. |