...................
RUHSAL ÖLÜM VE RUHSAL YAŞAM: YENİDEN DOĞMA VE İMAN

Rc Sproul
Çeviri: Hasan Can Külahcıoğlu
TANRININ SEÇİMİ
Kaynak:
www.hristiyan.net

                         
...................
...................

REFORM teolojisinin en bilinen unsurlarının bir tanesi, “Kalvinizmin Beş İlkesi” ismindeki öğreti grubudur.

1) Mutlak Ahlaksızlık
2) Koşulsuz Seçim
3) Sınırlı Ödenmiş Bedel
4) Karşı Konulamaz Lütuf 
5) Azizlerin Sabrı

Bu beş ilke, bir çok kişiye Reform teolojisinin farkını anlamalarında yardımcı olmaktadır. Ne yazık ki, bu ilkeler aynı zamanda bir çok kafanın karışmasına ve yanlış anlamalara da sebep olmuştur.

Birinci problem, hemen ilk ilkede kendini göstermektedir. Mutlak ahlaksızlık, yanlış anlamalara yol açmaya çok müsait bir terimdir. Mutlak ahlaksızlık konsepti, genellikle saf  ahlaksızlık fikri ile karıştırılmaktadır. Reform teolojisine göre mutlak ahlaksızlık, tüm insanlığın düşmüş olduğu fikrine dayanmaktadır. Reform teolojisinin mutlak ahlaksızlık öğretişine göre, benim içimde, düşüşten etkilenmemiş tek bir parçacık bile kalmamıştır. Günah, benim irademi, yüreğimi, zihnimi ve bedenimi etkilemektedir. Eğer Adem, asla günah işlemese idi, tahminimce orta yaşlarına geldiğinde gözlük takma ihtiyacı hissetmeyecekti. Gerçeği söylemek gerekirse, orta yaş kavramının kendisi için bir anlamı olmayacaktı. Eğer Adem günah işlemeseydi, asla ölmeyecekti. Bir kişi sonsuza kadar yaşıyor ise orta yaş diye bir şey olamazdı.  

Mutlak ahlaksızlık aynı zamanda günahın bizlerin özümüze işlediği gerçeğini vurgulamaktadır. Günah, önemsiz bir şey, mükemmel bir yaratığın üzerindeki ufacık bir leke değildir. Günah, yaşamlarımızı kökten (radix) etkilediği için radikal bir etkendir.

Mutlak ahlaksızlık, saf ahlaksızlık değildir. Halis ahlaksızlığa göre, bizler olabileceğimiz kadar günahkarızdır. Bizler bunun doğru olmadığını biliyoruz çünkü her birimiz ne kadar günah işlerse işlesin, işleyebileceğimiz korkunç günahlar aklımızdan geçmeye devam etmektedir. Adolf Hitler, kendi öz annesini öldürmekmek için kendisini zor tutmuştur.

Mutlak ahlaksızlık, sık sık saf ahlaksızlık ile karıştırıldığı için ben bu duruma “radikal çürümüşlük” demeyi tercih ediyorum. Günahın radikal karakteri konsepti, belki de Kutsal Kitap’ta öğretilen önceden belirleme doktrinini anlamamız için öğrenmemiz gereken en önemli konsepttir. Daha önce belirttiğim gibi insanın ahlaki yetersizliği üzerine yaptığımız tartışmada, bu konsept, tüm tartışmanın odak noktası olmuştur. 

Üniversitede ilahiyat üzerine ders veriyordum ve dersi alan sınıfta değişik mezheplerden tam yirmi beş öğrenci vardı. Seçilmişlik hakkındaki derse başlamadan önce sınıfa, “bu sınıfta bu konu hakkında kendisine Kalvinist diyebilecek kaç öğrenci var?” sorusunu yönelttim ve havaya kalkan el sayısı bir adetti.

Derse insanın günahkarlığı konusu ile başladık. İnsanın çürümüşlüğü hakkında bir kaç ders verdikten sonra bir oylamada daha bulundum ve şu soruyu yönelttim: “Bu sınıftaki kaç kişi, öğrendiklerinizin insanın günahkarlığı üzerine bir Kutsal Kitap doktrini olduğuna ikna oldu?” Tüm eller havaya kalktı. “Emin misiniz?” diye sorduğumda, ısrarla emin olduklarını belirttiler. Onlara şöyle bir uyarıda bulundum: “Dikkatli olun çünkü bu kararınız sizleri ilerleyen derslerde zor durumda bırakabilir.” Bu uyarıma rağmen, öğrenciler ısrarla ellerini indirmediler.

Dersin bu noktasında, tahtanın sol üst köşesine günün tarihini attım ve yanına kocaman bir 25 yazıp onu çember içine aldım. Temizlik görevlilerini, tahtadaki bu yazıyı silmemeleri konusunda uyardım.

Birkaç hafta sonra önceden belirleme hakkındaki çalışmamıza başladık. İnsanın ahlaki yetersizliği noktasına geldiğimizde ise sınıftan itiraz sesleri yükselmeye başladı. Tahtaya yürüyüp kendilerine daha önce yaptığımız oylamayı hatırlattım. Öğrencileri, eğer Kutsal Kitap’ta ki insanın temelden, tamamen çürümüşlüğü öğretisini gerçekten kabul ediyorlar ise önceden belirleme hakkında yapmayı planladığımız tartışmanın amacını ve anlamını yitirdiğine ikna etmem iki haftamı almıştı.

Kısa ve öz bir şekilde aynı uygulamayı burada da yapmak istediğimden dolayı aynı prosedür ile ilerleyeceğim.

 

 

İNSANLIĞIN BOZULMUŞLUĞUNA KUTSAL KİTAP’IN BAKIŞ AÇISI 

İnsanlığın ne dereceye kadar bozulduğu üzerine olan bu çalışmamamıza başlamadan önce Romalılar 3’e bir bakalım. Elçi Pavlus’un kaleme aldığı bu ayetler şunları söylemektedir:

 

“Doğru olan kimse yok,

bir kişi bile yoktur.

Anlayan kimse yok,

Tanrı'yı arayan kimse yok.

Hepsi yoldan saptılar, birlikte yararsız oldular.

İyilik eden yok, bir kişi bile yoktur.”

(Romalılar 3:10-12).

İnsanlığın bozulmuşluğunun evrenselliğini, bu ayetlerde açıkça görmekteyiz. Günah, her taraftadır ve ağına yakaladığı herkesi tutsak alır. Pavlus, düşmüş insanlığın arasında bu ithama dahil olmayan tek bir kişi bile olmadığını vurgulamak için bu kelimeleri kullanmıştır. Doğru olan kimse yok; iyilik eden yok, bir kişi bile yoktur.

“Doğru olan kimse yok, bir kişi bile yoktur” ifadesi, bizlerin kültürel öğretilerimizin içerisine sinmiş durumdadır. Hiç kimsenin mükemmel olmadığını duyarak büyürüz. Hiç birimizin mükemmel olmadığını, kabullenme konusunda ayrı bir hevese sahibizdir. Hepimizin günahkarlar olduğunu kabul etmek çok kolaydır; ancak iyilik eden tek bir kişi yok ifadesi bize biraz fazla gelmektedir. Bin kişiden bir kişi bile günahın bu kadar ciddi olduğunu kabul etmeyecektir.

İyilik eden bir kişi bile yok mu? Bu nasıl mümkün olabilir? Her gün kitle kitle paganların iyi işler yaptıklarını görmekteyiz. Bazı paganların kahramanca kendilerini feda ettiklerini, çalışkan, mantıklı ve dürüstlük sembolleri olabildiklerini görmekteyiz. Hıristiyan olmayan kişilerin vicdanlarının seslerini dinlediklerini, hız limitlerine uyduklarını görürken bazı kişilerin arabalarının tamponlarında, “İsa’yı seviyorsan kornana bas” gibi çıkartmalarda görebilmekteyiz. 

Pavlus, burada biraz aşırıya kaçmamış mıdır? Pavlus, vermek istediği mesajı güçlendirmek için kasıtlı bir abartmamı yapmıştır? Tabi ki iyilik yapanlar vardır. Hayır! Tanrı’nın bu konudaki yakın ve sert yargısı, hiç kimsenin iyilik yapmadığı, bir kişinin bile yapmadığıdır.

Buradaki tökezleme sebebimiz, iyi kavramı hakkındaki nispi anlayışımızdır. İyilik, göreceli bir kavramdır. Bir şeyin iyi olduğu yargısına verebilmemiz için elimizde bir standart olması gerekir. İnsanlar arsında sık sık kıyaslama yapılmaktadır. Bizler, bir insan için iyi bir kişi diyor isek, bu kişiyi başka insanlar ile kıyasladıktan sonra bu sıfatı bu kişiye layık görmüşüzdür. Ancak, iyilik için en yüce standart, herkezin yargılanacağı standarttır; Tanrı’nın Yasası. Bu Yasanın kendisi Tanrı değildir ancak Tanrı’dan gelmektedir ve Tanrı’nın mükemmel karakterini yansıtmaktadır. Bu standart ile ölçüldüğü zaman iyi olan tek bir kişi bile yoktur. 

Kutsal Kitap’a göre iyi işler iki şekilde kategorize edilir. Birinci olarak bu iyi işlere dıştan bakıldığı zaman, gördüklerimizin Tanrı’nın yasası ile olan uyumu. Açıklamamız gerekirse, eğer Tanrı hırsızlığı yasaklamış ise, hırsızlık kötüdür. Dürüst olmak iyi bir şeydir, faturaları zamanında ödemek de öyle. Muhtaç olanlara yardımcı olmak da iyi bir iştir. Bu erdemlerin, her gün uygulandığını kendi gözlerimiz ile görmekteyiz ve gördüğümüz an tez bir yargı ile bu kişinin iyi işler yaptığına kanaat getiririz.

İkinci kategori ise bizlerin başını belaya sokan türdendir. Tanrı, bir işi “iyi” olarak yargılamadan önce sadece bu işin dış ya da dışsal görünüşünün yasa ile uyumuna bakmaz. Aynı zamanda bu iş yapılırken, içinde bulunulan motivasyona da bakar. Bizler, sadece dış görünüşlere göre yargılara ulaşırken, Tanrı yüreğe bakar. Bir işin iyi olarak kabul edilmesi için hem dış görünüşünün yasa ile uyumu hem de bu iş yapılırken yürekten gelen bir Tanrı sevgisi ile yapılıp yapılmadığı önemlidir.

En Büyük Buyruğu hatırlayalım: “Tanrın olan Rab'bi bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün aklınla sev … ve komşunu kendin gibi sev.” Yaptığımız her şey, Tanrı’yı tamamen seven bir yürekten kaynaklanmalıdır.

Bu perspektiften bakınca  hiç kimsenin iyilik etmediğini görmek çok kolaydır. Bizlerin en büyük iyilik dediğimiz işlerimiz bile, saflıktan uzak motivasyonlarımız ile lekelenmiştir. Aramızdaki hiç kimse, Tanrımız olan Rab'bi bütün yüreğimizle, bütün canımızla ve bütün aklımızla sevmeyi başaramaz. Tüm işlerimizde, bedenimizden gelen bir unsur vardır ve bu iyiliklerimizin mükemmeliyetini zedelemektedir. 

Jonathan Edwards, aydınlanmış şahsi-çıkar konseptinden bahsetmiştir. Aydınlanmış şahsi-çıkar, hepimizin hissettiği etrafa karşı iyilik yapma motivasyonu ve içimizdeki kötülük yapma isteğimizi dizginlememiz ile ilgilidir. Kötülük yapmanın, suç işlemenin çekici olmadığı durumlar vardır. Kötü eylemlerimizden elde edeceğimiz kazançların, cezalandırma riskini kaldırmadığı durumlarda, bu eylemlerden vazgeçeriz ve kendimizi dizginleriz. Diğer yandan, erdemli davranışlar sayesinde, toplumun beğenisini hatta alkışlarını kazanabiliriz. Bazı doğru hareketlerimizin karşılığı olarak hepimiz öğretmenlerimizden ekstra bir desteği, ebeveynlerimizin güvenini ve saygısını kazanmışızdır.

Etiyopya’da ki açlık için yardım konseri düzenleyen ve bunun için özel bir albüm yayınlayan sanatçıları bütün dünya alkışlamaktadır. Bu tip iyi niyetli davranışları, “iş ve ahlaki yardım bir birine karıştırılamaz” diyen eleştirici kişilere rağmen alkışlar, çok ender olarak bir sahne sanatçısının kariyerine zarar verir. Bu eleştirilerin tam aksine, bir çoğumuz ahlaki davranışların iş dünyasındaki şöhretimizi olumlu yönde geliştirdiğini kabul ederiz.

Ethopya için yapılan bu jestin, şarkıcıların şahsi alkışlanma ihtiyaçlarını tatmin etmek ya da halkla ilişkilerini geliştirmek için yapılmış ustaca bir manevra olarak değerlendirecek kadar şüpheci bir eleştirmen değilim. Açlıktan ölmekte olan insanlar için herkesin acıma ve güçlü bir yardım etme isteği olabilir. Diğer taraftan, bu şarkıcıların motivasyonunda şahsi-bir çıkar olmadığını düşünecek kadar da saf değilim. Acıma ve yardım etme duygusu büyük bir olasılıkla şahsi çıkar duygusunu ezip geçmektedir. Ancak zerre kadar bile olsa var olan şahsi-çıkar, bu mükemmelliği bozmaya yetecektir. Hepimizin içerisinde kendini düşünme hissi vardır. Eğer bunu reddetmeye kalkarsanız, ne yazık ki bu reddedişin bile şahsi çıkarlarını ve kimliğini koruma motivasyonu ile yapıldığını söyleyebilirim.

Bahsi geçen iddiaları reddetmek isteriz. Yüreğimizde bazı zamanlar dayanılmaz güçte bir iyilik yapma isteği hissederiz. Kendimizin gerçekten fedakar ve iyilik sever olduğunu düşünmekten haz alırız. Ancak, kendimize karşı yaptığımız dalkavukluğu bize karşı kimse yapmamıştır. Motivasyonlarımızın ağırlığının fedakarlık yönünde olacağı zamanlar olacaktır ancak bu motivasyonun kusursuz olduğu bir durum asla olmayacaktır.

Tanrı, bizleri çan eğrisi sistemine göre değerlendirmez. (Ç.N: sınavdaki en yüksek notun, her ne olursa olsun 100 kabul edildiği bir değerlendirme sistemi) Tanrı mükemmellik talep eder. Hiç birimizin işleri o seviyeye ulaşamaz. Bizler, Tanrı’nın buyruklarını yerine getiremeyiz. Asla! Bu yüzden diyebiliriz ki Elçi, abartı sanatına kendisini kaptırmamıştır. Vardığı sonuç doğrudur.  İyilik eden yok, bir kişi bile yoktur. İsa Mesih, bu görüşü, zengin bir yönetici ile yaptığı tartışmada da bildirmiştir: “İyi olan tek biri var, O da Tanrı'dır” (Luka 18:19).

İsa Mesih’in bu ithamı kadar sorun çıkartan bir başka ayet ise Romalılar kitabında yer almaktadır. Bu ayetlerin etkisi özellikle de tam zıttını düşünen ve söyleyen Müjdeci (evangelical) Hıristiyanlar için dehşet vericidir. Pavlus, “Tanrı'yı arayan kimse yok” demiştir.

“Şu ve şu Hıristiyan değil ama arayış içerisinde,” ifadesini kaç kere kullandınız ya da başka Hıristiyanlardan duydunuz? Bu ifade Hıristiyanlar arasında sık sık kullanılmaktadır. Bu fikre göre her tarafta Tanrı’yı arayan insanlar vardır. Bu kişilerin problemi, Tanrı’yı henüz bulamamış olmalarıdır çünkü Tanrı saklambaç oynamaktadır ve O’nu yakalamak çok zordur?

Günahın dünyaya geldiği Aden bahçesinde, kim saklanmaktaydı? İsa Mesih, dünyaya kaybolanları aramaya ve kurtarmaya gelmiştir. Saklanan kişi İsa Mesih değildir. Tanrı, bir kaçak değildir. Kaçmakta olanlar ise bizleriz. Kutsal Yazılar’da şunlar yazılmıştır: “Kovalayan yokken bile kaçacaksınız.” Luther’in de belirttiği gibi, “Kafirler, yaprakların hışırtısından bile korkuyla titrerler.” Kutsal Yazılar’ın ortak öğretisi, düşmüş insanların Tanrı’dan kaçtıklarıdır. Tanrı’yı arayan kimse yoktur.

Madem böyle, Kutsal Kitap’ın tam aksine bir öğretisi varken, neden tüm Hıristiyanlar ısrarla Tanrı’yı arayan ama daha bulamayan kişiler tanıdıklarını iddia ediyorlar? Aziz Thomas Aquinas, şu sözleri ile bu konuya açıklık getirmiştir: “Birbirine benzer gibi görünse de aslında çok farklı iki insan eylemini birbirine karıştırmaktayız. Umutsuz bir şekilde huzur, suçluluk duygusundan kurtuluş, yaşamlarına anlam, amaç ve sevgi dolu bir kabulleniş arayan kişileri görmekteyiz. Bizler, bunların bulunabileceği nihai ve tek kaynağın Tanrı olduğunu biliyoruz. Bundan dolayı, bunları arayan bu kişilerin aslında Tanrı’yı aradıkları sonucuna varıyoruz.” 

İnsanlar, Tanrı’yı aramaz. İnsanlar, sadece Tanrı’nın kendilerine verebileceği kazanımları isterler. Düşmüş insanlığın günahı şudur: İnsanlar hem Tanrı’nın kendilerine verebileceği kazanımları ararlar hem de Tanrı’nın kendisinden kaçarlar. Bizler, doğamızdan dolayı kaçaklarızdır.

Kutsal Kitap, bizlere tekrar tekrar Tanrı’yı aramamızı söylemektedir. Eski Antlaşma’da şu ayetle bize seslenmektedir, “Bulma fırsatı varken RAB'bi arayın” (Yeş. 55:6). İsa, “Dileyin, size verilecek; arayın, bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır” (Matta 7:7) demiştir. Bu metinlerden elde ettiğimiz sonuç şudur: Bizler Tanrı’yı aramaya çağırılıyor isek bunun tek bir anlamı vardır, bizler düşmüş durumlarımızda bile bu arayışı gerçekleştirecek ahlaki kapasiteye sahibizdir? Peki bu ayetler kimlere hitap etmektedir? Eski Antlaşma’da ki bu ayetler, RAB'bi aramaya çağırılan İsrail halkına seslenmekteydi. Yeni Antlaşma’da ise krallığı araması emredilen kişiler imanlılardır.

Evangelistler, Esinleme’den şu alıntıyı yapmaktadırlar: “İşte kapıda durmuş, kapıyı çalıyorum. Eğer biri sesimi işitir ve kapıyı açarsa, onun yanına gireceğim, ben onunla ve o da benimle, birlikte yemek yiyeceğiz” (Esin. 3:20). Evangelistler, bu ayetleri Hıristiyan olmayanlar için kullanmaktadır ve “İsa Mesih, kalbinizin kapısını çalmaktadır. Eğer bu kapıyı açarsanız, içeri girecektir” derler. Ancak bu ayetlerin orijinal söyleminde İsa bu sözlerini kendi Kilisesine, imanlılara söylemektedir. Bu ayetlerin evangelistik  (İncilsel) içeriği yoktur.

Peki sonuç? En önemli nokta şudur, Hıristiyan olmayan kişiler kendi başlarına Tanrı’yı arayamazlar. İmansız olan aramayacaktır. İmansız olan kapıyı çalmayacaktır. Arama, imanlıların yaptığı bir eylemdir. Edwards, “Tanrı’nın krallığını arama, Hıristiyan yaşamanın ana eylemidir” demiştir. Arama, imanın bir ürünüdür, imanın sebebi değildir. 

İsa Mesih’in benzeyişine  dönüştürüldüğümüzde, bu değişimi ifade edebilmek için keşif lisanı kullanmaya başlarız, Mesih’i bulmaktan bahsederiz. Bir arabanın arka camında BULDUM diye bir çıkartma görmüştüm. Aslında bu tip ifadeler doğrudur ancak hiciv şu noktada başlamaktadır: Mesih’i bulduğumuz zaman, aramamız sonuçlanmaz aksine yeni başlar. Normal bir durumda aradığımız bir şeyi bulduğumuzda, bu arayış biter. Ancak Mesih’i “bulduğumuzda”, bu aslında arayışımızın başlangıcıdır. Hıristiyan yaşamı, iman ettiğimiz an başlar, başlangıç noktamız bitiş noktamız değildir. Gelişir, imandan imana, lütuftan lütufa, yaşamdan yaşama devam eder. Bu büyüme hareketi sürekli bir Tanrı arayışı ile ivme kazanır.

Romalılar 3’de dikkatli bir şekilde incelememiz gereken önemli bir nokta daha vardır. Elçi hem kimsenin Tanrı’yı aramadığını bildirmektedir hem de, “Hepsi yoldan saptılar, birlikte yararsız oldular” ifadesinde bulunmuştur. Burada aklımızdan çıkartmamamız gereken en önemli nokta Pavlus’un düşmüş, benlikte ki, İsa’ya dönüştürülmemiş insandan bahsettiğidir. Bedende olan insanların tarifi verilmiştir. 

Yararsız derken, Pavlus ne kast etmiştir? İsa Mesih, yararsız hizmetçilerden bahsetmiştir. Yarardan bahsetmemiz için pozitif değerlere sahip olmamız gerekmektedir. İsa’ya iman etmemiş bir kişi bedendendir ve geçici değerlere sahip başarılara ulaşabilir. Bedendeki kişi, tüm dünyayı kazanabilir ancak kendisinde bulunan en değerli şeyi, ruhunu kaybedebilir. Bir kişinin sahip olabileceği en değerli hazine, Mesih’tir. O eşi olmayan bir incidir, O’na sahip olan kişi olası en büyük kazanca sahiptir.

Ruhsal açıdan ölü olan bir insan, kendi bedeni ile Mesih’i kazanması mümkün değildir. Bu kişi, Kutsal Kitap’ta, “Gözlerinde Tanrı korkusu yoktur” olarak tasvir edilmektedir (Rom. 3:18). Adaletli olmayanlar, iyilik yapmayanlar, Tanrı’yı asla aramayanlar, tamamen yararsız olanlar, gözlerinde Tanrı korkusu olmayanlar, kendi yüreklerini asla Mesih’e yöneltemezler.

 

 

RUHSAL ÖLÜMDEN CANLANMA

Ruhsal ölümün tek tedavisi, ruhlarımızda Tanrı olan Kutsal Ruh’un ruhsal yaşamı yaratımasıdır.  Bu lütuf eylemi hakkında ayetleri Efesliler’de bulmaktayız:

 

Sizler bir zamanlar, içinde yaşadığınız suç ve günahlarınızdan ötürü ölüydünüz. Bu dünyanın gidişine ve havadaki hükümranlığın egemenine, yani söz dinlemeyen insanlarda şimdi etkin olan ruha uymaktaydınız. Bir zamanlar hepimiz böyle insanların arasında, doğal benliğin ve aklın isteklerini yerine getirerek benliğimizin tutkularına göre yaşıyorduk. Ötekiler gibi doğal olarak gazap çocuklarıydı. Ama merhameti bol olan Tanrı bizi çok sevdiği için, suçlarımızdan ötürü ölü olduğumuz halde, bizi Mesih'le birlikte yaşama kavuşturdu. O'nun lütfuyla kurtuldunuz. Tanrı bizi Mesih İsa'da, Mesih'le birlikte diriltip göksel yerlerde oturttu. Bunu, Mesih İsa'da bize gösterdiği iyilikle, lütfunun sonsuz zenginliğini gelecek çağlarda sergilemek için yaptı. İman yoluyla, lütufla kurtuldunuz. Bu sizin başarınız değil, Tanrı'nın armağanıdır. Kimsenin övünmemesi için iyi işlerin ödülü değildir. Çünkü biz, Tanrı'nın önceden hazırladığı iyi işleri yapmak üzere Mesih İsa'da yaratılmış olarak Tanrı'nın eseriyiz. (Efesliler 2:1-10).

 

Bu ayetlerde, Tanrı’nın İlahi Takdirinin en mükemmel bir biçimde ifade edilişini görmekteyiz.  Pavlus’un kaleme aldığı bu ayetlerde, Tanrı’nın lütfunun zenginliği vurgulanmıştır. Bizlerin bu vurgulamaya ayrı bir dikkat göstermemiz ve bu lütfu asla küçümsememiz gerekir. Bu bölüm,   Kutsal Ruh’un bizlerde yarattığı yeni yaşamın kutlamasıdır.

Bazı kişiler Ruh’un bu işini canlanma olarak tasvir ederler. İngilizce’de günlük lisanda az kullanılan bu kelimenin en sık kullanıldığı olay, bir bebeğin anne rahminde ilk kıpırtısının, anne tarafından hissedilmesi olayıdır. Kısaca “canlanma” kelimesi İngilizce’de bir bebeğin ilk yaşam belirtisi anlamındadır.

Burada kullanılan canlanma ya da yaşama kavuşturma ifadeleri, genel olarak yeniden doğma ya da yeniden yaratılma olarak kullanılır. Yeniden doğma, kelime anlamlarının da ileri sürdüğü gibi, “tekrar doğmayı” ifade etmektedir. Yaratmak (generate), bir şeyi başlatmak onun var olmasını sağlamaktır. Kutsal Kitap’ın birinci kitabına bakarsanız ismini Yaratılış (Genesis) olduğunu görürsünüz. Yeniden doğma ya da yeniden yaratılma, bir şeyin tekrar başlatılması  anlamına gelmektedir. Bizi ilgilendiren anlam ise yeni bir hayatın, ruhsal bir hayatın başlamasıdır.

Bu ayetlerde şu an ki hayatımızı tasvir etmek için ölü ifadesi kullanılmıştır. Düşmüş olan insan, bu ayetlerde şöyle tasvir edilmiştir: “günahlarınızdan ötürü ölüydünüz.” Tanrı’ya ölü olan bir kişinin Tanrı’ya dirilmesi için ya ona bir şey yapılmalıdır ya da onun için bir şey yapılmalıdır. Ölü olan bir kişi kendi kendine, kendi içinde ruhsal yaşam yaratamaz. Pavlus, yeniden doğmayı bizlere veren kişinin Tanrı olduğunu açıkça belirtmiştir. Bizleri ruhsal ölümden, yeni bir yaşam vererek  canlandıran Tanrı’dır.

Düşmüş olan insan günahları içinde ölüdür. Bu ayetlerde, düşmüş olanlardan “benliğinin tutkularına göre yaşayan, doğal olarak gazap çocukları” olarak bahsedilmektedir. Bu kişilerin doğal yapısı, “bu dünyanın gidişine” uymaya mecburdur. Bu kişilerin izlediği Egemen Tanrı değildir, havadaki hükümranlıktır. Pavlus, bu durumu sadece en kötü günahkarlar için geçerli olmadığını, kendisi ve İsa Mesih’teki kardeşleri içinde eskiden geçerli olduğunu belirtmektedir. (“Bir zamanlar hepimiz böyle insanların arasında, doğal benliğin ve aklın isteklerini yerine getirerek benliğimizin tutkularına göre yaşıyorduk … .”)

önceden belirleme hakkındaki Reform karşıtı görüşlerin bir çoğu, düşmüş olan adamın   ruhsal ölü olduğu gerçeğini ciddiye alma konusunda yetersiz kalmaktadır. Diğer Müjdeci (evangelical) görüşler, insanın düşmüşlüğünü ve bu durumun ciddiyetini kabul ederler. Günahın ne kadar radikal bir problem olduğunu görmüşlerdir. İnsanın sadece hasta olmadığı, ölesiye hasta olduğunu kabul etme konusunda hevesli ve acelecidirler ancak insanın ruhsal olarak daha ölmediğini, bedeninde hala daha küçücük bir ruhsal yaşam nefesi olduğuna inanmışlardır. Yüreklerinde hala daha küçük bir doğruluk adacığı olduğunu ve düşmüşlüğüne rağmen güçsüz ve ufak ahlaki yeteneklerinin o ada da direndiğini düşünürler.   

Kendilerini dinleyenlerin tövbe edip, iman etmelerini isteyen Evangelistler’den iki hikaye duymuştum. Birinci hikaye, ölümcül bir rahatsızlık geçiren bir kişi ile ilgili bir benzetmeydi. Günahkar kişinin ölesiye hasta olduğu, hatta ölüm döşeğinde olduğu belirtilir. Bu kişide, kendisini bu hastalıktan kurtarma gücü yoktur. Yatakta neredeyse felç olmuş bir şekilde ölümü beklemektedir. Tanrı’nın sunacağı, kendisine iyi gelecek şuruptan içene kadar da iyileşmeyecektir. Ancak bu adam o kadar hastadır ki elini uzatıp bu şurubu içecek gücü bile yoktur, neredeyse komaya girmiştir. Tanrı’nın sadece bu kişiye şurubu tedarik etmesi yetmemiştir, bir de bu şurubu alıp bir kaşığa döküp, ölmekte olan kişinin ağzına koyması gerekmektedir. Eğer Tanrı bunları yapmaz ise bu kişi kesinlikle ölecektir. Ancak Tanrı’nın yapacakları, bu tedavinin %99’unu oluşturmaktadır, bu kişiye düşen %1’lik bir pay vardır. Bu kişinin bu şuruptan içebilmesi için ağzını açması gerekmektedir. Bu kişinin geleceğinde ulaşacağı yerin cennet veya cehennem olmasını belirleyecek olan yapılması mecburi özgür irade eylemidir. Ağzını açıpta bu şuruptan içecek olan her adam, bu ilacın lütufkar hediyesine kavuşacak ve kurtulacaktır ancak dudaklarını aralamayan adam yok olacaktır.

Bu benzetme neredeyse Kutsal Kitap öğretişlerine ve Pavlus’un bildirdiği yeniden doğmanın lütfu öğretişine uymaktadır. Tamamen uymakta mıdır? Hayır. Kutsal Kitap, ölümcül biçimde hasta olan insanlardan bahsetmemektedir. Pavlus’un kaleme aldığı gibi insanlar ruhsal olarak ölüdürler. İnsanların içinde bir zerre kadar bile ruhsal yaşam kalmamıştır. Eğer bu insanlar yaşama kavuşturulacaklar ise Tanrı’nın bu insanlara ilaç sunmaktan fazlasını yapması gerekmektedir. Ruhsal olarak ölü olanlar ağızlarını açıp hiçbir şeyi içemezler. Onların çeneleri ölesiye kilitlenmiştir. Bedenleri hareketsizdir. Bu kişilerin ölümden diriltilmeleri gerekir.  Bu kişiler, yeni yaratıklar olmalı, Mesih tarafından işlenmeli ve Ruh’ta yeniden doğmalıdırlar.

Kendilerini evangelizme adamış olanlar için ikinci bir benzetme en az birincisi kadar popülerdir. Bu benzetmede düşmüş insan, yüzmeyi bilmeyen ve boğulmakta olan adama benzetilmektedir. İki kez su altına gömülmüş ancak son kez su üstüne çıkabilmiştir. Eğer suyun altında bir kez daha kalırsa boğularak ölecektir. Onun tek ümidi Tanrı’nın kendisine can simidi atmasıdır. Tanrı tekneden can simidinin atmıştır ve sudaki insanın tam parmak uçlarına değecek bir şekilde bu can simidin ipini sallandırmaktadır. Bu adamın yapacağı tek şey bu can simidine tutunmaktır. Eğer, bu adam bu can simidine tutunursa, Tanrı kendisini tekneye çekecek ve kurtaracaktır. Eğer bu adam can simidini redederse, kesinlikle mahvolacaktır.

Bir kez daha bu benzetmede, günahkar adamın Tanrı’nın yardımı olmadan çaresiz bir durumda olduğu vurgulanmaktadır. Boğulmakta olan insan ciddi bir durumla karşı karşıyadır. Kendisini kurtaracak gücü yoktur. Ancak, hala daha hayattadır; hala daha parmaklarını uzatıp can simidini tutması gerekmektedir. Onun parmakları, onun kurtuluşu için hayati bir anlam taşımaktadır. Onun kurtuluşu tamamen parmakları ile yapacağına bağlıdır.

Pavlus, insanın ölü olduğunu söylemiştir. Bahsettiği insan, boğulmakta olan bir insan değil, suyun dibini çoktan boylamıştır. Ölü olan birisine can simidi atmak boşu boşuna yapılan bir eylemdir. Eğer Pavlus’un kaleme aldığı bu ayetleri doğru anlıyor isem, Tanrı suya bizzat atlamakta, ölü adamı denizin dibinden yukarı çekmekte, su yüzüne çıkardığı zamanda suni teneffüs yapmaktadır. Tanrı, ölü adama nefesini üfleyerek yeni bir yaşam vermiştir.

Yeniden doğmanın, yeni bir yaşam ile olan bağlantısını unutmamanın ayrı bir önemi vardır.   Buna Yeni Doğuş ya da Yeniden Doğmak denmektedir. Ne yazık ki bu konu hakkında bir çok yanlış anlama mevcuttur. Yeniden Doğuş, Kutsal Kitap’a göre, Mesih’te bizim olan yeni yaşama sıkı bir şekilde bağlıdır. Doğa biliminde olduğu gibi doğum olmadan yaşam da olamaz. Doğa üstü ifadeler kullandığımızda diyebiliriz ki, yeniden doğuş olmadan yeni bir yaşamda olmayacaktır.

Doğuş ve yaşam, birbirine çok sıkı bir şekilde bağlı olsalar da aynı şey değildirler. Doğuş, yeni bir yaşamın başlangıcıdır. Bu doğa biliminin ifade ettiği kesin bir gerçektir. Her sene yaş günümüzü kutlarız. Bizler, Alice Harikalar Diyarında’ki her yaş gününü olmayan günde kutlayan kraliçe gibi değiliz. Doğuş, bir-kerelik bir tecrübedir. Doğuş kutlanabilinir ancak tekrarlanamaz. Doğuş, yeni bir geçiş esnasındaki kesin bir andır. Bir kişi ya doğmuştur ya da daha doğmamıştır.

Aynı kurallar ruhsal yeniden doğma içinde geçerlidir. Yeniden Doğma, yeni bir yaşam üretir. Yeni bir yaşamın başlangıcıdır ancak yeni yaşamın tümü değildir. Ruhsal ölümden, ruhsal yaşama geçerken yaşadığımız hayati bir andır. Bir insan kısmen de olsa asla yeniden doğamaz. Bir insan ya yeniden doğmuştur ya da doğmamıştır.

Yeniden Doğma hakkındaki açık ve kesin olan Kutsal Kitap öğretisi, bunun Tanrı’nın işi olduğunu ve sadece Tanrı’nın bunu gerçekleştirebileceği yönündedir. Bizler kendimizin yeniden doğmasını sağlayamayız. Beden, ruh doğuramaz. Yeniden doğma, bir yaratılış eylemidir. Yaratma, Tanrı’nın işidir.

İlahiyatta kullanılan monergizm diye bir teknik terim vardır ve şu an ki konumuzda bu terimi kullanmanın faydası vardır. Bu kelimenin iki kökü vardır. Mono yani “tek.” Monopol, tüm pazarı ele geçirmiş ya da sahip bir işletim sistemidir (tekel). Monoplane, tek kanatlı bir uçak çeşididir. Erg, okul döneminizden hatırlayabileceğiniz gibi, bir ünite iş anlamına gelmektedir. herkesin kullandığı ve bildiği enerji kelimesinin köküdür.

Parçaları birleştirdiğimiz zaman, “tek-iş”, “tek taraflı eylem” şeklinde bir anlam elde ederiz. Eğer, yeniden doğma monergistiktir dersek, burada kastettiğimiz anlam, bu eylemin bir taraf tarafından gerçekleştirildiğidir. Bu eylemi gerçekleştiren ise Tanrı olan Kutsal Ruh’tur. Bizleri yeniden O doğurur; biz bu işi kendimiz yapamayız hatta bu eylem esnasında O’na yardımcı bile olamayız.

Bu yazıları okuyunca, insanları birer kukla gibi gördüğümüzü düşünebilirsiniz. Kuklalar tahtadan yapılırlar. Tepki vermek gibi bir yetileri yoktur. Kuklalar, hareketsiz, cansız objelerdir ve iplerle kumanda edilirler. Bizim bu kitapta ele aldığımız varlıklar kuklalar değil, ruhsal olarak ölü olan insanlardır. Bu insanların yürekleri talaş tozundan değil, taştandır. İnsanlar iplerle yönetilmezler. Biyolojik olarak canlıdırlar ve eylemlerde bulunurlar, kararlar alırlar ancak Tanrı’ya yönelme konusunda bir karar alamazlar.

Tanrı, insan ruhunu yeniden doğurduğu zaman, bizleri ruhsal olarak canlı yaptığı zaman, bizler kararlar alırız, inanırız, imanımız olur, Mesih’e bağlanırız. Tanrı, bizim adımıza inanmaz. İman, monergistik değildir.

Daha önceki bölümlerde, düşmüş insanın içinde bulunduğu kötü durum ve onun beşeri iradesinin statüsü hakkında konuşmuştuk. Bu insanın her ne kadar düşmüş olsa da, tercih yapabilme yetisi açısından hala daha özgür iradesinin mevcut olduğunu belirtmiştir. Düşmüş insanın manevi yetersizlik adını verdiğimiz sorununun bir sonucu ise bu kişinin Mesih için bir arzu besleyememesidir. Düşmüş insan, Mesih’e karşı gönülsüz ve isteksizdir. Bir kişi Mesih’e çekilmedikçe ya da çekilene kadar Mesih’i seçemez. İlk olarak Mesih’i arzulamadıkça, asla Mesih’e kavuşamayacaktır.

Yeniden doğma esnasında Tanrı, yüreklerimizi değiştirir. Bizlere yeni bir eğilim yeni bir karakter verir. Yüreklerimize Mesih için bir arzu eker. İlk olarak Mesih’i arzulamadan, O’na kurtuluşumuz için güvenebilmemiz olanaksızdır. Daha önce yeniden doğma imandan önce yer alır dememizin sebebi budur. Yeniden doğma olmadan, Mesih için bir arzumuz olamaz. Mesih için bir arzumuz olmadan, asla Mesih’i seçemeyiz. Vardığımız sonuç şudur: Bir kişi inanmadan önce hatta bir kişinin inanabilmesi için ilk olarak bu kişinin yüreğinin Tanrı tarafından değiştirilmesi lazımdır.

Tanrı, bizleri yeniden doğurduğunda, bu bir lütuf eylemi olarak gerçekleşir. Efesliler 2’ye tekrar bakalım: “Ama merhameti bol olan Tanrı bizi çok sevdiği için, suçlarımızdan ötürü ölü olduğumuz halde, bizi Mesih'le birlikte yaşama kavuşturdu. O'nun lütfuyla kurtuldunuz.”

Bir zamanlar hizmet ettiğim bir kilisedeki bir bayan nakış işleme ile bir yazı yazmıştı ki bu yazı hala daha masamın üzerinde durmaktadır. Bu nakış işlemede sadece “ama” yazılıdır. Pavlus’un, düşmüş insanın ruhsal konumunu sayıp dökmesi bile bizleri umutsuzluğa itmeye yetmektedir. Ama ayetin son cümleleri bizleri rahatlatmaktadır. “Ama” Eğer bu ‘ama’ olmasaydı bizler yok olmaya mahkumduk. “Ama”, müjdenin özünü yansıtmaktadır.

Pavlus’un kaleme aldığı ayetlerde, “Ama merhameti bol olan Tanrı … .” ifadesini görmekteyiz. Dikkat ederseniz ayetlerde, “Ama iyi işleri bol olan insan” denmemiştir. Bizleri yaşama kavuşturan Tanrı ve sadece Tanrı’dır. Peki, Tanrı bunu ne zama gerçekleştirir? Pavlus, bu konuyu tahmine bırakmamıştır. Ayetler de derki, “. . . , suçlarımızdan ötürü ölü olduğumuz halde.” İşte, bizler ruhsal olarak ölüyken bizlere verilen lütfun hayrete düşürücü kısmı budur.

Pavlus’un ilettiği bu ayetlerde kurtuluşun iyi işlere değil, lütufa bağlı olduğu açıkça belirtilmektedir. Bu öğretiyi ayetlerin şu bölümünde görmekteyiz, “İman yoluyla, lütufla kurtuldunuz. Bu sizin başarınız değil, Tanrı'nın armağanıdır. Kimsenin övünmemesi için iyi işlerin ödülü değildir..” Bu ayetler bu konuyu sonsuza kadar açılmayacak bir şekilde kapatmakta ve mühürlemektedir. Bizlerin kurtuluşunu sağlayan yol olan iman bir hediyedir, lütuftur. Elçi, bu bizim başarımız değil derken, bu bizim imanımızla değil dememektedir. Tekrar etmemiz gerekirse, Tanrı bizler için inanma eylemini gerçekleştirmez. Bu bizim kendi imanımızdır ancak bu iman içimizden oluşmamakta, bize verilmektedir. Bu hediye kazanılmaz ya da hakkedilmez. Bu hediye salt bir lütuf eseridir. 

Protestan Reformasyonu esnasında meşhur olan üç slogan vardır. Bu sloganlar Latin’cedir: sola fide, sola gratia, ve soli deo gloria. Bu üç slogan beraberce kullanılır. Birbirinden asla ayrılmamaları gerekir. Anlamları şöyledir: “sadece iman ile,” “sadece lütuf ile,” ve “sadece Tanrı’nın yüceliği ile.”

 

 

 

KARŞI KONULAMAZ LÜTUF?

Tanrı’nın yeniden doğma eyleminin bir lütuf işi olduğu konusunda bir çok Hıristiyan aynı fikirdedir. Fikir ayrılıkları ise bu lütfun karşı konulamaz olup olmadığı mevzusundadır. Bir kişinin yeniden doğuş lütfunu alıp imana gelmemesi mümkün müdür?

Kalvinist görüş bu soruya kesinlikle “Hayır!” cevabını vermektedir, bunun tek sebebi   Tanrı’nın kurtarıcı lütfunun söylev olarak karşı konulamaz olduğuna olan inancı değildir.

Karşı konulamaz lütuf terimi yanlış anlaşılmalara yol açabilen bir terimdir. Tüm Kalvinistler, Tanrı’nın lütfuna direnebilirler ve direnmektedirler inancını paylaşmaktadırlar. Sorun şu noktadadır, “Yeniden doğma lütfu hedefine ulaşmada başarısız olabilir mi?” Unutmamanız gereken nokta ruhsal olarak ölü olan insanların biyolojik olarak canlı olmalarıdır. Kendilerinde hala Tanrı’nın aksine doğru bir eğilime bağlı bir irade vardır. Lütufa karşı koymak için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır. İsrail tarihi, Tanrı’nın lütfunu defalarca reddetmiş olan taş kafalı ve boyun eğmez insanların tarihidir.

Tanrı’nın lütfu, karşı koyduğumuz ve koyabileceğimiz için karşı konulabilir. Aynı zamanda karşı konulamaz çünkü amacına ulaşır. Tanrı’nın lütfu, Tanrı’nın arzuladığı etkiyi yaratır. Ben bu yüzden  karşı konulamaz lütuf yerine etkili lütuf ifadesini tercih ediyorum.

Burada ele aldığımız lütuf, yeniden doğma lütfudur. Yeniden doğma esnasında Tanrı içimizde kendisi için bir arzu yaratmaktadır. Ancak içimizde bu arzu ekilmiş bile olsa, bizler her zaman ki gibi yaşamaya devam eder, seçimlerimizi o an ki en güçlü motivasyonumuza göre yapmaya devam ederiz. Eğer Tanrı, bizlere Mesih için bir arzu verirse, bizlerde bu arzuya göre hareket ederiz. Kesinlikle içimizde var olan bu arzunun amacını yerine getiririz ve Mesih’i seçeriz. Tanrı bizleri ruhsal olarak canlandırdığı zaman, bizler ruhsal olarak yaşamaya başlarız.  Sadece Tanrı’nın yaratabileceği ruhsal yaşama kendi başımıza kavuşma olasılığımız yoktur. İçimizdeki ruhsal yaşamı o başlatır. O, bir şeye ol derse o olur.

Tanrı’nın iç çağrısından bahsetmiştik. Tanrı’nın iç çağrısı, Tanrı’nın dünyayı yaratmak için yaptığı çağrı kadar güçlü ve etkilidir. Tanrı, dünyayı var olmaya davet etmemiştir. Tanrısal bir buyruk vermiştir, “Işık olsun!” ve ışık olmuştur. Bu buyruktan sonra başka bir şeyin gerçekleşme olasılığı yoktur. Işık parlamak zorundadır.

İsa, Lazar’ı dışarı çağırdığında mezarında kalabilir miydi? İsa seslendi, “Lazar, dışarı çık!” Ölü, elleri ayakları sargılarla bağlı, yüzü bezle sarılmış olarak dışarı çıktı. Tanrı yaratırken, sadece kendisinde olan bir gücü kullanır. Yoktan var etme ve ölümden yaşam çıkarma sadece O’nda olan güçlerdir.

Bu noktada da bir çok karmaşa mevcuttur. John Gerstner’dan aldığım ilk derste söylediklerini hiç unutamıyorum. Dersin konusu önceden belirlemeydi. Dersin başlamasından kısa bir süre geçtikten sonra Dr. Gerstner’ın ilgisi elini devamlı havada sallayan bir öğrenci tarafından dağıldı. Gerstner durdu ve öğrenciye söz verdi. Öğrencinin sorusu şöyleydi, “Dr. Gerstner, sizin bir Kalvinist olduğunuzu söylememizde bir mahsur var mı?” Gerstner, “hayır” diye cevaplayıp derse kaldığı yerden devam etti. Birkaç dakika sonra Gerstner’ın gözlerine bir şeylerin farkına varmadan dolayı bir parlama geldi ve dersi kesip öğrenciye şu soruyu sordu, “Bir Kalvinisti nasıl tanımlarsın?”

Öğrenci, “Kalvinist, Tanrı’nın bazı insanları Mesih’i seçmek için zorladığına ve bazı insanları da Mesih’i seçmekten mahrum ettiğine inanan bir kişidir” cevabını verdi. Gerstner, dehşete düşmüştü. “Eğer bir Kalvinist bu ise, benim Kalvinist olmadığıma inanabilirsiniz” dedi.

Öğrencinin karşı konulamaz lütuf hakkındaki yanlış anlaması çok yaygın bir hatadır. Bir keresinde bir Presbiteryan seminerinin başkanının, “Ben bir Kalvinist değilim çünkü ben Tanrı’nın bazı insanların tüm iradeleri ile karşı koymalarına rağmen zorla ve bağıra bağıra krallığa sokmasına ve orada olmak için can atanları içeri almamasına inanmıyorum” dediğini duymuştum.

Bu ifadeyi duyduğum zaman küçük dilimi yutacak gibi olmuştum. Bir Presbiteryan seminerinin başkanının, kendi kilisesinin teolojisi hakkında bu kadar iğrenç bir yanlış anlamada bulunmasının mümkün olmadığını düşünmüştüm. Seminer başkanı, Kalvinizm’e olabilecek en uzak karikatürü çizmekte idi.

Kalvinizm, Tanrı’nın bazı insanların tüm iradeleri ile karşı koymalarına rağmen zorla ve bağıra bağıra krallığa soktuğunu ve orada olmak için can atanları içeri almadığını öğretmemiştir ve öğretmemektedir. Hatırlarsanız, önceden belirleme hakkındaki Reform doktrinin denge noktası insanın ruhsal ölü olması hakkındaki Kutsal Kitap öğretisine dayanmaktadır. Doğal benliğinde olan insan Mesih’i isteyemez. Mesih’i sadece Tanrı yüreğine Mesih için bir arzu koyarsa isteyebilir. Bu arzu, yüreğe konduktan sonra Mesih’e gelenler bunu iradelerinin çığlıklar ve göz yaşlarıyla karşı koymasına rağmen yapmaz. Mesih’e gelirler çünkü gelmek isterler. Artık bu kişiler İsa’yı arzulamaktadırlar. Kurtarıcıya doğru koşmaktadırlar.  Karşı konulamaz lütfun en önemli noktası şudur: Yeniden Doğma bir insanın ruhsal yaşamını öyle bir şekilde canlandırır ki, bu kişi İsa Mesih’in karşı konulamaz gerçek sevgisini anlar. Tanrı’nın işlerine canlandırılanlar için İsa Mesih karşı konulamaz olandır. Tanrı’nın verdiği yeni yaşam ile çarpan her yüreğe sahip ruh, içerisinde yaşayan Mesih’e karşı bir özlem duyar. “Baba'nın bana verdiklerinin hepsi bana gelecek ve bana geleni ben asla kovmam.” (Yuhanna 6:37).

 “Etkili lütuf” terimi, bazı karıştırmaları engellemeye yardımcı olabilir. Etkili lütuf, Tanrı’nın arzularını gerçekleştiren bir lütuftur.

Yeniden doğuş hakkındaki Reform karşıtı görüşler ile bu görüşün farkı nerdedir? En popüler alternatif görüş ise önceki lütuf konseptidir.

 

 

ÖNCEKİ LÜTUF

İsminden de anlaşılabilineceği gibi, önceki lütuf, “bir şeyde önce gelen” lütuftur. Genel olarak, Tanrı’nın herkes için yaptığı eylem olarak bilinir. Bu görüşe göre Tanrı herkese İsa’ya cevap verecek kadar yeterli lütuf vermiştir. Bu lütuf insanların Mesih’i seçmelerine imkan vermeye yetecek miktardadır. Bu lütuf ile beraber olmayı kabul eden ve uyum gösterenler “seçilmiş olanlardır.” Bu lütuf ile beraber olmayı reddedenler ise kaybolmuş olanlardır.

Bu görüşün pozitif yanı, düşmüş insanın ruhsal durumunun, kurtulmak için Tanrı’nın lütfuna ihtiyacı olacak kadar ciddi olduğunu kabul etmesidir. Bu görüşün iki adet negatif yönünü gösterebiliriz. Eğer bu önceki lütuf, insanlara dışardan gelmekte ise ilaç ve can simidi örneklerinin düştüğü hatanın aynısına düşmektedir. Eğer bu önceki lütuf ruhsal açıdan ölü yaratıklara dışardan yaklaşmakta ise ne faydası vardır ki?

Diğer taraftan, eğer önceki lütuf, Tanrı’nın düşmüş insanların yüreğinde yaptığı bir şey ile alakalı ise, o zaman neden bu lütfun her zaman etkili olmadığını sormak zorundayız. Neden bazı düşmüş insanlar bu lütuf ile beraber olmayı kabul edip, ona uyum gösterirken, bazı insanlar bunu istemez? herkese bu lütuftan aynı derecede verilmemekte midir?

Birde bu görüşe, kişisel olarak bakalım. Eğer siz bir Hıristiyan iseniz, etrafınızda Hıristiyan olmayan kişilerin varlığının farkına varmışsınızdır. Niçin siz Mesih’e iman ederken, onlar iman etmemektedir? Niçin siz iddia edilen bu önceki lütufa evet derken, onlar bu lütufa hayır demişlerdir? Bunun sebebi sizin diğer insanlardan daha düzgün bir kişi olmanız mıdır? Eğer durum böyleyse, o zaman gerçekten gurur duymanız gereken bir özel durumunuz vardır. Bu sizin kendi başarınız olan içinizdeki üstün doğruluk mudur ya da Tanrı’nın bir lütfu mudur? Eğer bu sizin başarınız ise demek ki sizin kurtuluşunuz, kendi doğruluğunuza dayanmaktadır. Eğer doğruluk bir hediye ise niçin Tanrı aynı hediyeden herkese vermemiştir?

Belki de sizin Hıristiyan olmanızın sebebi daha iyi bir insan olmanızdan daha çok daha zeki bir insan olmanızdır. Peki siz neden daha zekisiniz? Çünkü daha mı çalışkansınız (ki bunun anlamı sizin daha düzgün bir kişi olduğunuz mudur)? Ya da siz daha zekisinizdir çünkü Tanrı, başkalarına ölçülü dağıttığı zekayı size daha fazla mı vermiştir? Size zekilik hediyesini mi sunmuştur?

Emin olduğumuz bir şey varsa o da önceki lütuf görüşünü benimsemiş birçok Hıristiyan, bu sorulardan şiddetle kaçınmaktadırlar çünkü bu soruların cevaplarında saklanan kibir ve kendini beğenmişliğin farkındadırlar. Genellikle verdikleri cevap şu olmaktadır, “Hayır, ben Mesih’i seçtim çünkü O’na olan dayanılmaz ihtiyacımı fark ettim.”

Bu cevap tabi ki kulağa daha alçak gönüllü gelmektedir. Ancak ben bu sorulara bir az daha devam etmek istiyorum. Siz Mesih’e olan dayanılmaz ihtiyacınızı fark ederken, komşunuz neden bu ihtiyacını fark etmedi? Bunun sebebi, sizin komşunuzdan daha iyi ya da daha zeki bir insan olmanız mı?

Önceki lütfu savunanlara 100 milyon değerindeki sorumuz şudur: Niçin bazı insanlar bu lütufa cevap verirken diğerleri vermezler? Bu soruya vereceğimiz cevap kurtuluşumuzun lütufa ne kadar dayalı olduğuna olan gerçek inancımızı da ortaya koyacaktır.

500 milyarlık soru ise, “Kutsal Kitap’ta önceki lütuf doktrininin öğretisi var mıdır? Eğer var ise, nerededir?”

Bizler kurtuluşumuzun Tanrı’dan geldiğine inanırız. Bizlerin yeniden doğması sağlayan O’dur. O’nun yeniden doğuşu verdikleri Mesih’e gelirler. Yeniden doğuş olmadan hiç kimse Mesih’e gelemez. Yeniden doğmuş olan hiç kimse Mesih’i reddedemez. Tanrı’nın kurtaran lütfunun göstereceği etki, Tanrı’nın tasarladığı etkidir. 

BÖLÜM 5’İN ÖZETİ

1. Bizlerin kurtuluşu, Tanrı’dan gelen bir inisiyatiften kaynaklanmaktadır. Esir olanları özgür kılan, Tanrı olan Kutsal Ruh’tur. Bizlere ruhsal yaşam üfleyen ve bizleri ruhsal ölümden dirilten O’dur.

2. Bizlerin Tanrı tarafından yaşama kavuşturulmadan önceki durumu, ruhsal ölüm durumudur. Bu durum, ölümcül hastalık durumundan çok daha ciddi bir durumdur. Tanrı bizleri canlandırana kadar içimizde bir zerrecik bile ruhsal yaşam yoktur.

3. Yeniden doğmadan kimse Mesih’e gelemez. Yeni doğanların hepsi Mesih’e gelir. Tanrı’nın yollarına ölü olanlar, Tanrı onları diriltene kadar bu yollara ölü kalırlar. Tanrı’nın dirilttikleri ise yaşama kavuşurlar. Kurtuluş, Tanrı’dandır.

 

1      2      3      4      5      6      7      8      9