...................
ÖNCEDEN BELİRLENME HAKKINDAKİ SORULAR VE İTİRAZLAR

Rc Sproul
Çeviri: Hasan Can Külahcıoğlu
TANRININ SEÇİMİ
Kaynak:
www.hristiyan.net

                         
...................
...................

En azından deyinmemiz gereken ve önceden belirleme doktrinini çevreleyen bazı sorunlar, noktalar vardır.

ÖNCEDEN BELİRLEME, KADERCİLİK MİDİR?

Önceden Belirlemenin, kaderciliğin dini bir şekli olduğu iddiası sık sık yükselen itiraz seslerinin arasında yer almaktadır.

Kaderciliği incelediğimiz zaman bir benzetme ile anlatmamız gerekirse, Batı, Doğu’dan ne kadar uzaksa, bu konunun da, Kutsal Kitap’ta ki önceden belirleme doktrininden uzak olduğunu görürüz. Kaderciliğin sözlük anlamına bakarsak, insanların yaşamlarının garip isteklere sahip yarı-tanrılar (Kader) ya da daha popüler bir inanç olan şansın kişisel olmayan kudreti ile yönetildiğinin iddia edildiğini görürüz.

Önceden Belirleme, ne tanrıların hayatlarımız ile oynadığına dair efsanevi bir inanca ne de atomların şans eseri  çarpışmaları ile yönetilen kadere, bağlı değildir. Önceden Belirleme, Tanrı’nın kişisel ve adaletli karakterinden kaynaklanmaktadır ve Tanrı Egemen Olan Rab’dir. Yazgımın sonsuza dek ilgisiz ya da düşman bir güç elinde olma fikri tüyler ürperticidir ancak adaletli ve seven Tanrı’nın ellerinde olması çok farklı bir durumdur. Atomların içinde doğruluk yoktur; onların ahlaki bir konumu yoktur ama Tanrı tamamen kutsal olandır. Yazgımın O’nun ellerinde olmasını tercih ederim.

Modern zamanların en büyük batıl inancı, insan ilişkilerinde şansın rolüne odaklanmıştır. Şans, modern zihinlerimize hükmeden yeni bir ilahi güç olmuştur. Şans, tanrıların şatosuna yerleşmiştir. Şansa evreni yaratma ve insanı evrim ile balçıktan yaratma güçleri atfedilmiştir.  

Şans, bir shibboleth’dir. Bu bilinmeyeni tanımlamak için kullanılan, büyülü bir kelimedir. Tanrı’dan başka her şeye ya da herhangi birisine güç atfetmek isteyenlerin en popüler kudreti şans olmaktadır. Şansa karşı beslenen bu batıl inançsal tutum yeni değildir. Şansa karşı duyulan bu ilgiyi, Kutsal Kitap tarihinin en başlarından itibaren görmekteyiz.

Kutsal Ahit Sandığı’nın Filistiler tarafından ele geçirilmesi hadisesinin Yahudi tarihindeki yerini hatırlıyoruz. Ölümün Eli’nin kapısını çaldığı gün, Kudret ve Zafer, İsrail’i terk etti. Filistiler, zafer sarhoşluğu içerisinde idiler ancak kısa bir süre sonra zafer gününü kederle anmaya başladılar. Rab’bin Sandığı’nı götürdükleri her yerde felaket onları karşıladı. Dagon’un tapınağı lekelendi, halk tümörler ile helak oldu. Yedi ay boyunca Rab’bin Sandığı, Filistilerin büyük şehirleri arasında gitti geldi ancak gittiği her yerde aynı yıkım ve felaket yaşanmaya devam etti. 

Ümitsizliğe kapılan Filistiler’in kralları toplanıp, Rab’bin Sandığı’nı Yahudilere geri gönderme kararı aldılar. Gazap Tanrı’sını sakinleştirmek için bu sandıkla beraber fidyede gönderme kararı aldılar. Bu toplantının son sözleri çok dikkat çekicidir:

RAB'bin Sandığı'nı alıp arabaya koyun; suç sunusu olarak O'na göndereceğiniz altın nesneleri de bir kutuya koyup yanına yerleştirin. Sonra bırakın arabayı yoluna gitsin. Ama ardından gözetleyin. Eğer kendi ülkesine, Beyt-Şemeş'e giden yoldan ilerlerse, demek ki, üzerimize bu büyük yıkımı getiren O'dur. Yoksa bu yıkımın O'ndan gelmediğini, bize bir raslantı olduğunu anlayacağız." (1 Samuel 6:8, 9). 

Şansın hiçbir gücü olmadığını çünkü şans diye bir şey olmadığını daha öncede belirtmiştik. Biraz daha detaylara girmemiz gerekirse, şans kelimesini matematiksel olasılıkları tanımlamak için kullanırız. Örneğin, yazı tura atarız ve  yazı gelme şansının yüzde elli olduğunu söyleriz. Eğer yazı beklerken tura gelirse, bu durumu şanssızlık ya da kaçırılmış bir şans olarak değerlendiririz. 

Yazı tura atmamızda şansın ne kadar etkisi vardır? Metal bir paranın yazı ya da tura gelmesini belirleyen nedir? Eğer bu objenin fırlatılışında hangi tarafın yukarda hangi tarafın aşağıda olduğunu, parmağın yüzeyde oluşturduğu baskı birimini, fırlatış esnasında ortamdaki atmosferin yoğunluğunu, basıncını ve objenin yere temas edene kadar kaç kere döneceğini hesaplasaydık bu olasılık oranı değişir miydi? Bu bilgiler ışığında, fırlatışın sonucunun tespit edilmesi yüzde elli oranının çok daha yukarısında olacaktır.

Ancak elimiz gözümüzden hızlıdır ve sıradan bir yazı tura atışında bu faktörlerin hepsini hesaplayamayız. Elimizde iki adet olasılık olduğu için, en basit bir şekilde bu sonucu şansa bırakırız. Ancak hatırlamamız gereken bir nokta vardır, atılmış bir yazı turanın sonucunda şansın en ufak bir etkisi yoktur. Niçin yoktur? Şansın hiçbir şey yapamayacağını çünkü şans diye bir şey olmadığını daha öncede belirtmiştik. Şans hiçbir şeydir. Bir şeyin, gücünü ifade edebilmesi ya da bu güce sahip olabilmesi için ilk olarak varolması gerekir. Fiziksel ya da fiziksel olmayan bir formda mevcut olması şarttır. Şans bu özelliğe sahip olmadığı gibi, hiçbir kudrete de sahip değildir çünkü var olmamıştır. Sadece zihinsel bir kavramdır. Şans diye bir şey yoktur.

Bir şeyin şans eseri olduğunu söylemek, bunun tesadüfi olduğunu söylemektir. Bu aslında, bir olayda etken olan tüm güçleri ve sıradan etkileri kavrayamadığımızın basit bir itirafıdır. Yazı tura atarken olan biten her şeyi, çıplak gözümüzle inceleyemediğimiz gibi hayatın içerisindeki karışık ilişkileri ve etkileri, kavrama gücümüzün üstünde oldukları için algılayamayız. Böylece benzer durumları açıklayabilmek için şans denilen terimi kullanırız. Şans, aslında hiçbir açıklama getirememektedir. Şans sadece bilgi eksikliğimizi ya da cehaletimizi ifade ederken kullandığımız bir kısaltmadır. 

Kısa bir süre önce sebep ve sonuç üzerine bir yazı yazdım. Bir felsefe profesörü, benim sebep ve sonuç ilişkisi hakkındaki saf anlayışımdan dolayı yakınmalarla dolu bir mektup yazıp bana gönderdi. Bu yazısında beni, “kendiliğinden oluşan olayları” hesaba katmadığım için  azarlıyordu. O beni azarlasa da ben ona mektubundan dolayı teşekkür ettim ve kendisinden bana geri yazıp, kendiliğinden oluşmuş bir olay örneği verebilirse, itirazını memnuniyetle ciddiye alıp müzakere edeceğimi belirttim. Hala daha bir cevap alamadım. Sonsuza kadar da beklemek zorundayım çünkü Tanrı’nın kendisi bile kendiliğinden oluşan olay yaratmaz. Kendiliğinden oluşan bir olayı beklemek kare şeklindeki bir daireyi beklemeye benzer.

Yazgılarımız, şans tarafından kontrol edilemez! Bu ifademi olabilecek en sert dogmatik üslupla belirtiyorum. Ben yazgımın şans tarafından kontrol edilmediğini biliyorum çünkü şans ile hiçbir şeyin kontrol edilemeyeceğini biliyorum. Şans, hiçbir şeyi kontrol edemez çünkü şans hiçbir şeydir. Evrenin şans eseri yaratılmış olmasının ya da yazgılarımızın şans tarafından kontrol edilmesinin şansı nedir? Hiçbir şansı yoktur!

Kadercilik, en popüler ifadesini astrolojide bulmuştur. Günlük horoskoplarımız, yıldızların hareketlerine göre derlenmektedir. Yaşadığımız toplumların insanları zodyağın (burçların) on iki işaretini, İsrail’in on iki oymağından daha iyi bilmektedirler. Benim geleceğim için Ruben, Aquarius’dan, Yahuda’da Gemini’den çok daha önemlidir. 

KUTSAL KİTAP, “TANRI, HİÇ KİMSENİN MAHVOLMASINI İSTEMİYOR” DEMİYOR MU?

Elçi Petrus, açıkça Tanrı’nın hiç kimsenin mahvolmasını istemediğini belirtmiştir.

Bazılarının gecikmiş saydığı gibi Rab, vaadini yerine getirmekte gecikmez; ama size karşı sabrediyor. Çünkü hiç kimsenin mahvolmasını istemiyor, herkesin tövbe etmesini istiyor. (2 Petrus 3:9).

Bu ayet ile önceden belirlemeyi nasıl bağdaştırabiliriz? Eğer Tanrı’nın isteği hiç kimsenin mahvolması değil ise Kutsal Kitap bu ayeti nasıl içerebilir?

İlk olarak anlamamız gereken nokta, Kutsal Kitap’ın Tanrı’nın isteğini birden farklı şekillerde ilettiğidir. Örneğin Kutsal Kitap, Tanrı’nın her şeye hakim olan etkin isteğinden bahseder. Tanrı’nın Her Şeye Hakim Olan isteği, Tanrı’nın isteğinin salt bir kesinlik ile gerçekleşmesi demektir. Bu anlamda, Tanrı’nın isteğine hiçbir şey karşı koyamaz. Tanrı, her şeye egemen olan isteği ile dünyayı yaratmıştır. Işığın, parlamayı reddetme olasılığı mümkün değildir.

Kutsal Kitap’ın bahsettiği Tanrı’nın isteğini ilettiği ikinci şekil ise O’nun prensip isteğidir. Tanrı’nın prensip isteği, O’nun emirleri, buyrukları ve Yasa’sı ile ilgilidir. Tanrı’nın buyurduklarını yapmamız, O’nun isteğidir. Bizlerin bu isteğe itaat etmeme yeteneğimiz vardır. Hatta biz bu buyrukları çiğneriz. Cezalanmayacağından emin olmadan bunu yapamayız. Bizler bunları yaparken O’nun izni veya onayı olmadan yinede yaparız ve günah işleriz. 

Kutsal Kitap’ın bahsettiği Tanrı’nın isteğini ilettiği üçüncü şekil ise O’nun doğası ile ilgilidir, O’nu hoşnut eden şeyler ile alakalıdır. Tanrı, kötü olanların ölümünden zevk almamaktadır. Kötü olanların cezalandırılmasının Tanrı’ya neşe vermemesinin bir mantığı vardır. Tanrı bunu yapmayı seçer çünkü kötülüğü cezalandırmak iyidir. Tanrı, yargısının doğruluğundan mutluluk duyar ancak bu adaletli yargının yapılmasının zorunluluğundan dolayı da “mutsuz” olur. Bu bir bakıma, bir babanın yargıç kürsüsünde oturup, kendi öz oğlunu hapishaneye gönderme kararı alması gibidir.

Bu üç değişik istek tanımını 2. Petrus’daki ayetlere uygulayalım. “Tanrı, hiç kimsenin mahvolmasını istemiyor,” ifadesini aradan çıkartıp alırsak ve bu isteğe Tanrı’nın her şeye hakim olan etkin isteğini uygularsak, ulaşacağımız sonuç çok açıktır. Kimse mahvolmayacaktır. Eğer hükmeden Tanrı, kimsenin mahvolmamasını buyurursa ve Tanrı gerçekten tanrı ise, kesin olan bir şey varsa o da kimsenin mahvolmayacağıdır. Bu şekilde bakıldığı zaman bu ayetler Arminiyanizm için değil Üniversalizm (evrenselcik) için destek oluşturur. Bu durumda metin Arminiyanlar için gereğinden fazlasını ispatlayacaktır.

Bu ayete Tanrı’nın prensip isteğini uyguladığımızı farz edelim. Bu durumda ayetler, Tanrı, kimsenin mahvolmasına izin vermiyor olacaktır. Başka bir deyişle, insanların mahvolmasını yasaklamıştır. Bu, O’nun yasasına aykırıdır. Eğer insanlar ileri gidip mahvolurlarsa, Tanrı’nın bu mahvolanları cezalandırması gerekir. O’nun, mahvolanlar için vereceği cezanın sonunda bu kişiler gene mahvolacaklardır. Peki bir kişi nasıl olurda mahvolduğu için daha da mahvedilir? Bu uygulama, bu ayetler için geçerli değildir çünkü akla yatkın bir anlama kavuşamamaktadır.

Üçüncü alternatif ise Tanrı’nın insanların mahvolmasından hoşnut olmamasıdır. Bu aynı zamanda Kutsal Kitap’ta bahsedilen Tanrı’nın kaybolanlara olan isteği ile de ilişkilidir. Bu tanım, bu parça ile uyum içerisindedir. Petrus bu ayetlerde basit bir ifade ile Tanrı’nın insanların mahvolmasından hoşnut olmadığını belirtmektedir.

Üçüncü tanım olası ve Kutsal Kitap’ın önceden belirleme hakkındaki öğretişleri ile ilişkilendirmek açısından çekici olmasına rağmen dikkate almamız gereken başka bir unsur mevcuttur. Ayetler, Tanrı’nın insanların mahvolmasından hoşnut olmadığından daha fazlasını belirtmektedir. Ayetin tümü, büyük bir önem içermektedir: “ama size karşı sabrediyor. Çünkü hiç kimsenin mahvolmasını istemiyor, herkesin tövbe etmesini istiyor.”

Bu ayetlerde herkese karşı sabrediyor denmemiştir, size karşı denmiştir. Siz kelimesi ile, bütün insanlığı mı kast etmektedir? Ya da, Tanrı’nın halkı olan Hıristiyanlar’ı mı kast etmektedir? Petrus, seçilmiş olanlardan, özel bir grup insan olarak bahsetmekten ayrı bir zevk alırdı. Bence Petrus’un burada söylediği, Tanrı’nın hiç kimsenin (seçilmiş olanların) mahvolmasını istemediğidir. Eğer Petrus’un kast ettiği anlam bu ise bu durumda bu ayetlerin, Tanrı’nın isteğinin birinci tanımına uyduğu ve önceden belirlemeyi destekleyen önemli bir bölüm olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bu ayetler, iki değişik yöntem ile kolaylıkla önceden belirleme ile ilişkilendirilebilmektedir. Bu ayetler hiçbir şekilde Arminiyanizme destek olmamaktadır. Bu ayetlerin destekleyebileceği olası bir başka görüş ise üniversalizm görüşüdür ancak bu durumda Kutsal Kitap’ta üniversalizme karşı olarak belirtilen her ayet ile çelişki oluşturacaktır.

BAĞIŞLANMAYACAK OLAN GÜNAH NEDİR?

Hıristiyanların kurtuluşunun güvencesinden ve imanlarını kaybetmeyeceklerinden bahsederken  bağışlanamaz günaha da deyinmeliyiz. Aslında, İsa’nın bağışlanmayacak olan günahın işlenmemesi konusunda yaptığı uyarı hiçbir tartışmaya mahal vermeyecek kadar açıktır. Bu durumda karşımızda dikili duran sorular şunlardır: Bağışlanmayacak olan günah nedir? Hıristiyanlar, bu günahı işleyebilirler mi?

İsa, bağışlanmayacak olan günahı, Kutsal Ruh’a karşı yapılan küfür olarak tanımlamıştır:

Bunun için size diyorum ki, insanların işlediği her günah, ettiği her küfür bağışlanacak; ama Ruh'a karşı yapılan küfür bağışlanmayacak. İnsanoğlu'na karşı bir söz söyleyen, bağışlanacak; ama Kutsal Ruh'a karşı bir söz söyleyen, ne bu çağda, ne de gelecek çağda bağışlanacaktır (Matta 12:31, 32).

Bu ayetlerde İsa Mesih, bu korkunç günahın doğasının detaylı bir açıklamasını vermemektedir. Bu tür bir günah olduğunu bildirmiştir ve bu günah hakkında kötü bir sonuç içeren bir uyarıda bulunmuştur. Yeni Antlaşma’nın geri kalan bölümlerinde, bu günah hakkında fazla bir açıklamada bulunulmamaktadır. Bu sessizliğin bir sonucu olarak, bağışlanmayacak olan günah hakkında bir çok spekülasyon ortaya çıkmıştır. 

Bağışlanmayacak olan günah olarak en sık gösterilen iki aday: Zina ve cinayet. Zina’nın seçilme sebebi bedenimizin Kutsal Ruh’un tapınağı olması ve bu yüzden de Kutsal Ruh’a karşı bir suç işleniyor olmasıdır. Zina, Eski Antlaşma’da en büyük günahlardan birisi olarak gösterilmekteydi. Bunun sebebi ise cezasının idam olması ve Kutsal Ruh’un tapınağının çiğnenmesini içermekteydi, bu yüzden bağışlanmayacak olan günah bu olmalıydı.

Cinayet’te benzer sebeplerden dolayı seçilmiştir. İnsan, Tanrı’nın benzerinde yaratılmıştı, insana yapılan bir saldırı aynı zamanda Tanrı’ya yapılmış sayılmaktaydı. Benzeri öldürmek, benzeri alınana karşı bir hakaretti. Aynı şekilde cinayette en büyük günahlardan birisi olarak gösterilmekteydi. Bunların üzerine birde cinayetin, yaşamın kutsallığına karşı işlenilen bir günah olmasını ekleyince ve Kutsal Ruh’un da tek “yaşam gücü” olduğunu düşününce, bir insanı öldürmek, Kutsal Ruh’a hakaretten başka bir şey olamazdı.

Spekülatörler için bu teoriler her ne kadar çekici gelse de bir çok Kutsal Kitap uzmanının onayını alamamışlarıdır. Daha popüler bir görüş, Mesih’in arındırıcı eyleminin Kutsal Ruh tarafından uygulanmasına karşı gösterilen son direnme ile ilgilidir. Bu durumda nihai inançsızlık, bağışlanmayacak günah olarak görülmektedir. Bu görüşe göre, eğer bir kişi arka arkaya, tamamen ve nihai bir şekilde müjdeyi reddederse bu kişinin gelecekte bağışlanmasına dair bir ümit yoktur.

Bu üç teorinin hepsinin en büyük eksikliği, Ruh’a küfrün anlamının üzerinde durulmaması olmaktadır. Küfretmek, ağızlarımızla yaptığımız bir eylemdir. Ağzımızdan çıkan sözlerle alakalıdır. Muhakkak, kalemle yapılması da mümkündür ama sonuç olarak Tanrı’ya ve kutsal şeylere küfretmek sözel bir günahtır.

On Emir, bunu yasaklamıştır. Tanrı’nın ismini boş yere ve özellikle inanca karşı bir şekilde kullanmamız yasaktır. Tanrı’nın gözünde, O’nun kutsal isminin sözel olarak kötüye kullanılması çok ciddi bir suç olduğu için, bunun yapılmamasını en önemli on buyruğunun arasına almıştır. Bu bizlerin, Tanrı’nın gözünde bu günahın ne kadar ciddi olduğunu anlamamız için yeterli olmalıdır. Üçlü birliğin herhangi bir üyesine küfretmek tiksindirici bir günahtır.

Bunun anlamı, Tanrı’nın ismini kötü amaçlı kullanan her hangi birisi, şimdi ve sonsuza kadar bağışlanma ümidini yitirmiş midir? Bunun anlamı eğer bir insan bir kere bile olsa Tanrı’nın ismini kullanarak lanet ederse, sonsuza kadar lanetlenmiş mi olur? Bence hayır.  

Ayet içerisinde İsa Mesih’in kendisine (İnsanoğlu) karşı yapılan günah ile Kutsal Ruh’a karşı yapılan günahı ayırmasının can alıcı bir önemi vardır. Bunun anlamı, Üçlü birliğin birinci üyesine küfretmenin ve Üçlü birliğin ikinci üyesine küfretmenin değil ama bağışlanma sınırını aşan günahın Üçlü birliğin üçüncü üyesine küfretmek mi olduğudur? Gerçektende kulağa mantıksız gelmektedir.

Peki o zaman neden İsa Mesih, kendisine küfredilmesi ile Kutsal Ruh’a küfredilmesi arasında bir ayırım yapmıştır ki? Bence bu sorunun cevap anahtarı, aynı zamanda Kutsal Ruh’a küfretme sorusunun cevap anahtarıdır. Bu anahtar ise İsa Mesih’in bu ciddi uyarıyı aslından verdiği bağlamda  bulunmaktadır.

Matta 12:24’de şunları okumaktayız: “Ferisiler bunu duyunca, «Bu adam cinleri, ancak cinlerin reisi Beelzebub'un gücüyle kovuyor» dediler.’” İsa, kendi içinde bölünmüş ev ve Şeytan’ın Şeytan’ı kovma fikrinin saçmalığı üzerine vaazını vererek cevabını vermiştir. Bu tartışma, İsa’nın bağışlanmayacak olan günah hakkındaki uyarısı ile sonuçlanmıştır. İsa, ciddi uyarısına, bunun için sözleriyle başlamıştır. 

Bu olay şöyle gelişmiştir: Ferisiler, İsa hakkında devamlı eleştirilerde bulunuyorlardı. Sözlü saldırıları her gün daha gaddarlaşmaktaydı. İsa, cinleri “Tanrı’nın Eli” ile kovmaktaydı ki bu Kutsal Ruh’tur. Ferisiler o kadar batmışlardı ki, İsa Mesih’i yaptığı kutsal işi Şeytan’ın gücü ile yapmakla suçladılar. İsa Mesih, bunun üzerine onları uyarır. Sanki onlara şöyle seslenmiştir: “Dikkatli olun. Çok çok dikkatli olun. Bağışlanamayacağınız bir günahı işlemeye çok yaklaştınız. Bana saldırmanız başka bir şey ama dikkatli olun çünkü kutsal toprağı çiğnemektesiniz.”

İsa Mesih’in, İnsanoğlu’na karşı günah işlemek ile Kutsal Ruh’a karşı günah işleme arasında neden bir ayırım yaptığını hala daha merak ederiz. İsa Mesih’in haç üzerinde ölürken bile kendisini çarmıha gerenlerin bağışlanması için yalvarması dikkatlerimi çekmektedir. Pentekost gününde, Petrus haç üzerinde Mesih’e karşı işlenilen korkunç günahtan bahsetse de, bu suça iştirak edenlerin bağışlanması için bir umut beslemeye devam etmiştir. Pavlus şöyle demiştir: “Biz, Tanrı'nın gizli, saklı kalmış bilgeliğinden söz ediyoruz. Tanrı'nın, zamanın başlangıcından önce bizim yüceliğimiz için belirlediği bu bilgeliği bu çağın önderlerinden hiçbiri anlamadı. Anlasalardı, yüce Rab'bi çarmıha germezlerdi” (1 Kor. 2:7, 8).

Bu ayetler, insanlığın anlayışsızlığına müsamaha gösterildiğini işaret etmektedir.Ferisiler İsa’yı Şeytan’ın gücüyle mucizeler yapmakla suçladıklarında Mesih’in gerçek kimliğini bilebilme ayrıcalıkları yoktu. Çünkü, Tanrı Mesih’in gerçek kimliğini tam olarak onlara göstermemişti. Ferisiler bu suçlamaları, İsa’nın ölümden dirilmesinden önce yapmıştı. Emin olduğumuz bir şey varsa o da Ferisiler’in Mesih’i tanımaları gerektiğidir ancak bunu yapmamışlardır. İsa’nın haç üzerindeki şu sözlerinin ayrı bir anlamı vardır: “Baba, onları bağışla, çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar.”

İsa Mesih, uyarısını verip aynı anda İnsanoğlu’na karşı günah işlemek ile Kutsal Ruh’a karşı günah işleme arasında bir ayrım yaptığında, daha kendi kimliğini tam olarak beyan etmemiştir. Bu ayırımın ölümden dirilme, Pentekost, ve göğe alınma ile yavaş yavaş kaybolduğunu görmekteyiz. İbraniler Kitabında beyan edilenlere dikkat edersek:

Gerçeği öğrenip benimsedikten sonra bile bile günah işlemeye devam edersek, günahlar için artık kurban yoktur; sadece yargının dehşetli beklenişi ve düşmanları yiyip bitirecek olan kızgın ateş vardır. Musa'nın yasasını hiçe sayan bir kimse, iki ya da üç tanığın sözü üzerine acımasızca öldürülür. Eğer bir kimse Tanrı Oğlunu ayaklar altına alır, kendisini kutsal kılan antlaşma kanını bayağı sayar ve lütufkâr Ruh'a hakaret ederse, bundan ne kadar daha şiddetli bir cezaya layık görülecek sanırsınız? (İbraniler 10:26-29).

Bu ayetlerde Mesih’e karşı günah işleme ile Kutsal Ruh’a karşı günah işleme arasındaki fark iyice yok olmuştur. Burada Mesih’e karşı günah işlemek demenin, lütufkâr Ruh'a hakaret etmek anlamına geldiği bildirilmiştir. Bu ayetlerin kilit noktası Gerçeği öğrenip benimsedikten sonra bile bile günah işlemeye devam etmektir.

Eğer bu ayetlerin sadece birinci satırını dikkate alsaydık, hiç birimizin cennete gitmesi için bir ümidi olmazdı çünkü hepimiz gerçeği öğrenip benimsedikten sonra bile bile günah işlemeye devam ederiz. Burada bildirilen belirli bir günahın ismi olmadığı gibi bütün günahlarda kast edilmemiştir. Ben bu ayetlerde bahsedilen günahın Kutsal Ruh’a küfür olduğuna inanmaktayım.

Ben, bağışlanmayacak olan günahın, gerçeği bildiği halde İsa’nın şeytan olduğunu söyleyerek Mesih’e ve Kutsal Ruh’a yapılan küfür olduğu sonucuna varan Yeni Antlaşma alimleri ile aynı fikirdeyim. Bu yüzden bağışlanmayacak olan günahın bilgisiz bir şekilde yapılma olasılığı yoktur. Eğer bir kişi kesin olarak İsa’nın, Tanrı Oğlu olduğunu biliyor ise ve ağzıyla İsa’nın şeytan olduğunu ikrar ederse, bu kişi bağışlanmayacak olan günahı işlemiş olur.

Bu tip bir günaha kim düşer? Bu cinler ve tamamen düşmüş insanlar için doğal bir günahtır. Şeytan, İsa’nın kim olduğunu bilmektedir. Şeytanın, bilgisizliğini mazeret olarak gösterme şansı yoktur.

Tarihin şaşırtıcı detaylarından bir tanesi, Hıristiyan olmayanların İsa hakkında ki ilginç söylev biçimleridir. Hıristiyan olmayanların büyük bir çoğunluğu İsa’dan büyük bir saygı ile bahsetmektedir. Bu kişiler kiliseye karşı düşmanca saldırıda bulunmakta çekinmezken, İsa’dan “yüce bir insan” olarak bahsederler. Yaşamım boyunca ağzıyla İsa’nın şeytan olduğunu haykıran tek bir kişi ile karşılaştım. Sokağın ortasında durmuş, yumruklarını cennete doğru sallayan ve ciğerleri patlayacak gibi haykıran bu insanı görünce şok geçirmiştim. Bu kişi önce Tanrı’ya lanet okudu, arkasından aklına gelen bütün müstehcen kelimeler ile İsa’ya sövdü. Aynı şoku, birkaç saat sonra bu kişinin göğsünde kurşun deliği,  bir sedyenin üzerinde yatarken gördüğüm zaman yaşamıştım. Silahı kendisi ateşlemişti ve sabah olmadan öldü. 

Bu korkunç olaya şahit olmak bile bu insanın gerçektende bağışlanmayacak olan günahı işlediğini düşünmeme sebep olamamıştı. Bu kişinin gerçekten İsa’nın gerçek kimliğini bilip bilmediğini öğrenme olasılığım olmamıştı.

İsa’nın şeytan olduğu söylemek etrafımızda çok rastlamadığımız bir günahtır. Buna rağmen, insanların İsa Mesih hakkındaki gerçeği bilmeleri ve bu kadar günaha batmaları mümkündür. Bir kişinin İsa’nın gerçek kimliği hakkında entelektüel bilgi sahibi olabilmesi için yeniden doğmasına gerek yoktur. Aynı şekilde, tövbekar olmayan cinlerde İsa’nın kim olduğunu bilmektedirler. 

Peki ya Hıristiyanlar? Hıristiyan olanların bağışlanmayacak olan günaha düşmeleri ve kurtuluşlarını kaybetmeleri mümkün müdür? Bence hayır. Tanrı’nın lütfu bunu imkansız hale getirmiştir. Bizler, her türlü günaha düşebiliriz ki bu günahların arasında Kutsal Ruh’a karşı küfürde dahildir. Ancak, Tanrı bizi bu günaha düşmekten korumaktadır. Tanrı bizi tam ve kesin bir düşüşten korumakta, bu korkunç günaha düşmemesi için dudaklarımızı muhafaza etmektedir. Bizler diğer günahlara düşeriz ve başka şekillerde kutsal şeylere hakaret eyleminde bulunuruz ancak Tanrı’nın lütfu bizlerin en büyük küfürde bulunmamızı engeller.   

İSA ÇARMIHTA HERKES İÇİN Mİ ÖLMÜŞTÜR?

Reform teolojisinin en tartışmalı konularından bir tanesi, Sınırlı Ödenmiş Bedel konusudur. Bu madde, doktrin için o kadar büyük bir sorun olmuştur ki Kalvinizmin hemen hemen bütün doktrinlerini kucaklayan ancak bu noktada farklı düşünen büyük Hıristiyan kitleleri mevcuttur. Bu grup kendilerine “dört-maddeli Kalvinistler” ismini takmıştır. Sınırlı Ödenmiş Bedel maddesi işte bu grubun tahammül edemedikleri maddedir.

Ben her zaman dört-maddeli Kalvinist olabilmek için beş maddeden bir tanesini yanlış anlaşılmasının gerekli olduğunu düşünmüşümdür. Benim için bir insanın Kalvinizmin diğer dört maddesini anlayıp Sınırlı Ödenmiş Bedel maddesini reddetmesi gerçekten anlam veremediğim bir durum olmuştur. Ancak her zaman, insanların birbirine zıt görüşleri aynı anda kabul ettiği komik bir çelişki durumu mevcut olmuştur.

Sınırlı Ödenmiş Bedel doktrini, o kadar karışık bir konudur ki, bu konunun kendi başına bir kitapta açıklanması gerekmektedir. Ben bu konuya bu kitapta bir bölüm bile ayıramadım. Çünkü bu konuyu açıklamak için bir bölüm yetersiz kalacaktır. Ben bu konuya değinmekten de kaçınıyorum çünkü bu konu hakkında az bir şey söylemek bu konuda hiçbir şey söylememekten daha tehlikelidir. Buna rağmen okuyucunun en azından bu doktrinin özetini hakkettiğini düşündüğüm için şu bilgileri dikkat içerisinde verirken bu konunun burada sunacaklarımdan çok daha fazlasını hakkettiğini belirtmek durumundayım.

Sınırlı Ödenmiş Bedel konusu şu soru üzerine yoğunlaşmıştır: “Mesih kim için çarmıhta canını vermiştir? Mesih, herkes için mi yoksa sadece seçilmiş olanlar için mi çarmıhta canını vermiştir?” Bizler hepimiz İsa’nın ödediği bedelin değerinin tüm insanlığın günahını karşılayacak kadar büyük olduğu konusunda hemfikiriz. Aynı şekilde ödediği bedelin tüm insanlara sunulduğu konusunda da hemfikiriz. İsa Mesih’in ölümü ile ödediği bedele güvenen herkes kesinlikle o ödenen bedelin bütün nimetlerinden faydalanacaktır. Aynı zaman da müjdenin evrensel çağrısına karşılık veren herkesin kurtulacağı konusunda da şüphe duymamaktayız.

Kafalardaki soru şudur: “Bu ödenen bedel (kefaret) kimler için tasarlanmıştır?” Tanrı, İsa’yı dünyaya sadece insanların kurtuluşunu mümkün kılmak için mi göndermiştir? Yoksa Tanrı’nın aklında daha belirgin bir plan mı vardır? (Baptist ilahiyatçı, Roger Nicole, Sınırlı Ödenmiş Bedel yerine “Belirli Ödenmiş Bedel” demektedir.)

Bazı kişiler Sınırlı Ödenmiş Bedelin tek anlamının, ödenmiş bedelin nimetlerinin sadece iman koşulu yerine getirmiş Hıristiyanlarla sınırlı olduğunu iddia ederler. Buna göre, Mesih’in ödediği bedel, tüm insanlığın günahlarını karşılamaya ve Tanrı’nın bütün günahlara karşı göstereceği yargıyı tatmin edecek kadar büyük olmasına rağmen sadece imanlıların kurtuluşu için etkindir. Bu formülü şöyle özetleyebiliriz: Herkes için yeterli ama sadece seçilmiş olanlar için etkin.

Bu görüş, bizleri en basit bir şekilde, ödenen bedel ile herkesin kurtuluşunun garanti altına alındığına inanan universalizmcilerden (evrenselcilerden) ayırmaya yardımcı olmaktadır. Sınırlı Ödenmiş Bedel doktrini, bundan biraz daha öteye gitmektedir. Baba’nın ve Oğul’un haç üzerindeki niyeti sorusunu derinlemesine ele almaktadır. Bu doktrin, Mesih’in hizmetinin ve ölümünün sınırlı bir gruba—halkına, koyunlarına ait olduğunu beyan etmektedir. İsa’nın ismi “İsa”’dır çünkü halkını günahlarından kurtaracak olan O'dur. (Matta 1:21). “Ben iyi çobanım. Benimkileri tanırım. Baba beni tanıdığı, ben de Baba'yı tanıdığım gibi, benimkiler de beni tanır. Ben koyunlarımın uğruna canımı veririm” (Yuhanna 10:15). Buna benzer ayetler Yeni Antlaşma’da bol bol bulunmaktadır. 

Mesih’in görevi seçilmiş olanları kurtarmaktır. “Beni gönderenin isteği şudur: bana verdiklerinden hiçbirini yitirmeyeyim, ama son günde hepsini dirilteyim” (Yuhanna 6:39). Eğer Tanrı, Mesih’i ölüme gönderdiğinde tasarlamış olduğu kesin bir adet olmasaydı bu durumda Mesih’in ölümünün etkisi önceden kestirilemezdi. Hatta Mesih’in görevinin başarısızlıkla sonuçlanıp üzücü bir durumun oluşması olasılığını ortaya çıkardı. 

İsa’nın bedel ödemesi ve O’nun dua etmesi, O’nun başkahinliğinin bir birine bağlı eylemleridir. İsa çok açık ve kesin bir şekilde başkahinlik duasından seçilmiş olmayanları çıkartmıştır: “Onlar için istekte bulunuyorum. Dünya için değil, bana verdiğin kimseler için istekte bulunuyorum. Çünkü onlar senindir” (Yuhanna 17:9). Mesih, duasından özellikle mahrum ettiği kişiler için mi canını vermiştir?

Buradaki en temel konu, bedel ödemenin doğasının ele alınmasıdır. İsa’nın bedel ödemesi hem kefaret hem de tazmin etmeyi içermektedir. Kefaret, İsa Mesih’in günahlarımızı bizden “uzaklaştırmasıdır.” Teskin etmek ise Tanrı’nın huzurunda ya da önünde günahları tazmin etmektir. Arminiyanist bedel ödeme görüşünün sınırlı bir değeri vardır. İnançsızlığın günahını ödeyememektedir. Eğer İsa, tüm insanlığın bütün günahları için canını vermiş ise eğer tüm günahlarımızın kefaretini ödemiş ve tüm günahlarımızı tazmin etmiş ise her kezin kurtulması gerekirdi. Potansiyel bir bedel ödeme, gerçek bir bedel ödeme değildir. İsa gerçekten koyunlarının günahlarının bedelini ödemiştir.

Kesin ya da sınırlı ödenmiş bedelin en büyük sorunu Kutsal Yazılar’da Mesih’in “herkes” ya da “tüm dünya” için ölümüne dair ifadeler içeren ayetlerinden kaynaklanmaktadır. Mesih’in uğruna öldüğü dünya, tüm insanlık ırkını kapsamamaktadır. Bu ayetlerde işaret edilen husus, seçilmiş olanların evrensel kimliğini  (her oymak ve ulustan insanlar) ya da Yahudilerin yanına bir de yabancı ulusların da dahil edilmesidir. İsa’nın sadece bizlerin günahları için değil, bütün dünyanın günahları için öldüğünü ifadesini kaleme alan kişi bir Yahudi’ydi. Bizim kelimesi imanlıları mı yoksa imanlı Yahudileri mi kast etmektedir?

Yeni Antlaşma’nın en önemli noktalarından bir tanesinin, yabancı ulusların da Tanrı’nın kurtuluş planına dahil edilmesi ile ilgili olduğunu hatırlamamız gerekir. Kurtuluş, Yahudilerdendi ancak sadece Yahudiler ile kısıtlanmamıştı. Mesih herkes için ölmüştür denirse ya bazı sınırlamaların eklenmesi ya da varılan sonucun üniversalizm olması ya da sadece potansiyel bir bedel ödeme olduğuna inanmak gerekir.

Mesih’in ödediği bedel gerçektir. Tanrı’nın ve İsa’nın kast ettiği her kişiyi etkilemiştir. Tanrı’nın tasarısı, insanların inançsızlığı yüzünden boşa çıkmamıştır ve çıkamaz. Her Şeye Egemen Olan Tanrı, kendi İlahi Takdiri ile Oğlu’nu kendi halkının günahlarının bedelini ödemesi için göndermiştir. 

Bizim seçilmişliğimiz Mesih’tendir. Bizler O’nun aracılığı ile kurtulduk, bizler O’nun için varız. Bizim kurtuluşumuzun motivasyonunu sadece Tanrı’nın bizler için beslediği sevgi oluşturmamaktadır. Bu motivasyon özellikle Baba’nın Oğul’a beslediği sevgi üzerine oluşmuştur. Tanrı, Oğlu’nun Ruhu’nun acı çekmesi konusunda ısrar etmiştir ve bundan hoşnut olmuştur. Mesih’in boşuna öldüğüne dair en ufak bir olasılık yoktur. Eğer insan gerçekten de günahlarında ölü  ve günaha tutsak ise, potansiyel ya da koşullu bir bedel ödeme sadece başarısızlıkla sonuçlanma olasılığını içermez, kesinlikle başarısızlıkla sonuçlanır. Arminianların, İsa’nın boşuna ölmediğine dair bir inançları olduğuna dair mantıklı bir sebep bulunmamaktadır. Arminianların inançları doğrultusunda ellerindeki Mesih, herkesi kurtarmaya çalışmış ama aslında kimseyi kurtaramamıştır. 

ÖNCEDEN BELİRLEMENİN MÜJDECİLİK EYLEMİ İLE İLİŞKİSİ NEDİR?

Bu soru kilisenin görevi hakkında endişeler doğurmaktadır. Özelliklede müjdeci Hıristiyanlar için ayrı bir ciddiyeti vardır. Endişeler şu soru ile ortaya çıkmıştır: Eğer kişisel kurtuluş, Tanrı’nın değişmez hükmü ile önceden belirleniyor ise müjdecilik eyleminin anlamı ya da ivediyeti nedir?

Seminer sınıfında iken Dr. John Gerstner tarafından bu konu üzerine sözlü sınava çekildiğim zaman yaşadığım felaket tecrübemi asla unutamam. Sınıfta yirmi kadar öğrenci yarım çember şeklinde oturmuştuk. Dr. John Gerstner, sorusunu yöneltmiştir: “Peki baylar, eğer Tanrı Her Şeye Egemen Hükmü ile sonsuzluğun başında seçilmiş olanları ve olmayanları belirlemiş ise müjdecilik yapmanın anlamı nedir?” Dr. John Gerstner, cevapları almaya sol taraftan başlayınca bir rahat bir nefes almıştım çünkü ben en sağda oturmaktaydım. Bana cevap verme sırasının gelmeyeceğini düşünerek rahatlamıştım. 

Ancak bu rahatlama çok kısa sürdü. Birinci öğrenci, Gerstner’ın sorusuna  “Bilmiyorum efendim. Bu soru zaten beni her zaman rahatsız etmiştir” cevabını verdi. İkinci öğrenci ise, “bu soru beni aşıyor” cevabını verirken, üçüncü sadece kafasını sallayıp gözlerini yere kaydırdı. Benzer davranışlar tüm öğrenciler cevap verme sıralarını savdılar. Tüm dominolar benim üzerime doğru yıkılmaya başlamış gibiydi.

“Peki, Mr. Sproul, sizin cevabınız nedir?” dediği zaman keşke dedim havaya karışabilsem ya da yer yarılsa da içine girsem ancak kaçış yolu yoktu. Kekeleye kekeleye bir cevap mırıldandım. Dr. Gerstner, “seni duyamıyorum!” dedi. Bende öneri niteliğinde şu cümleleri sarf ettim, “Dr. Gerstner, biliyorum sizin aradığınız cevap bu değil ancak hepimizin müjdecilik yapmasının gerekliliği konusunda ufak da olsa bir sebep var, ne de olsa sizinde bildiğiniz gibi Mesih, bizlere müjdecilik yapmayı buyurmuştur.”

Gerstner’in gözleri ateşlenmeye başlamıştı. “ Evet Mr. Sproul, bulduğunuz ufak sebep Kurtarıcınız olan, Görkemli Rab, Kralların Kralı bunu buyurmuş olması mı? Sizce bu ufak bir sebep mi Mr. Sproul? Sizce, Her Şeye Egemen Olan Tanrı’nın sizi seçtiği gibi aynı zamanda sizin müjdecilik eylemine katılmanızı buyurması yeterince açık değil mi?” O gün ufak kelimesini kullanmamış olmayı dilerdim. Ancak Gerstner’ın işaret ettiği noktayı anlamıştım.

Müjdecilik bizim görevimizdir. Tanrı bunu buyurmuştur. Bu konuyu noktalamak için bu gerçek yeterli olmalıdır. Ancak bir husus daha vardır. Müjdecilik sadece görev değil aynı zamanda bir ayrıcalıktır. Tanrı, bizlere insanlık tarihinin en büyük eylemine, kurtarma eylemine katılma iznini vermiştir. Bu konuda Pavlus’un kaleme aldığı ayetlerde söyledikleri çok önemlidir. Romalılar kitabının meşhur 9. bölümünden hemen sonra bu ayetleri görmek mümkündür: 

«Rab'be yakaran herkes kurtulacaktır.» Ama iman etmedikleri kişiye nasıl yakaracaklar? Duymadıkları kişiye nasıl iman edecekler? Tanrı sözünü yayan olmazsa, nasıl duyacaklar? Sözü yaymaya gönderilmezlerse, sözü nasıl yayacaklar? Yazılmış olduğu gibi, «İyi haber müjdeleyenlerin ayakları ne güzeldir!»  (Romalılar 10:13-15).

Pavlus’un ortaya koyduğu süreçte belli bir mantık vardır. İnsanların kurtulması ile ilgili birbirini takip eden gerekli durumlar listelemiştir. Gönderme olmadıkça, vaizler olmayacaktır. Vaizler olmadan, vaaz olmayacaktır. Vaaz olmadan, müjde duyulmayacaktır. Müjde duyulmadan, müjdeye inanç olmayacaktır. Müjdeye inanç olmadan, kurtuluş için Tanrı’nın çağrısı olmayacaktır. Kurtuluş için Tanrı’nın çağrısı olmadan, kurtuluş olmayacaktır.

Tanrı, seçilmiş olanların kurtuluşa varan sonunu önceden belirlediği gibi bu sona ulaşmanın yolunu da hazırlamıştır. Tanrı, faydasız gibi gözüken insanların paylaşımını, kurtuluşun tamamlanması için kullanmaktadır. Tanrı’nın amacına ulaşmak için bizlere ihtiyacı yoktur, isterse kutsal kendi el yazısı ile gökyüzüne bütün İncil’i bulutları kullanarak yazabilir, cennetten kendi sesi ile bizlere seslenip müjdeyi vaaz edebilir. Ancak Tanrı’nın seçimi bu olmamıştır.

Tanrı’nın kurtuluş planı için kullanılmak, tarifi imkansız bir ayrıcalıktır.  Pavlus, esenlik duyuran ve iyilik müjdesi getiren müjdecinin ayakları ne güzeldir ifadesinde bulunurken Eski Antlaşma ayetlerinden alıntı yapmıştır.

Dağları aşıp gelen müjdecinin ayakları ne güzeldir!
O müjdeci ki, esenlik duyuruyor.
İyilik müjdesi getiriyor, kurtuluş haberi veriyor.
Siyon halkına, "Tanrınız egemenlik sürüyor!" diye ilan ediyor.
Dinleyin! Bekçileriniz seslerini yükseltiyor,
Hep birlikte sevinçle haykırıyorlar.
Çünkü RAB'bin Siyon'a dönüşünü gözleriyle görmekteler!
Ey Yeruşalim yıkıntıları,
Hep birlikte sevinçle haykırıp bağırın!
Çünkü RAB halkını avuttu,
Yeruşalim'i fidyeyle kurtardı (Yeşaya 52:7-9).

Antik zamanlarda, savaş haberleri veya diğer önemli haberler, koşan haberciler tarafından yayılırdı. Günümüzün modern maraton müsabakası,   halkına Maraton Savaşının sonucunu ileten habercinin dayanıklılığından dolayı bu ismi almıştır.

Gözcüler, yaklaşan habercileri izlemek için yerleştirilirdi. Bu kişilerin gözleri hem keskindi hem de yaklaşan habercilerin uzun adımlarının güç algılanan farklılıklarını algılamak üzere eğitilmişlerdi. Kötü haber taşıyan haberciler ağır adımlarla gelirken iyi haber taşıyan haberciler hızla yaklaşırlar ve tabana kuvvet koşarlardı. Onların adımları, duygularının ifadesi olmuştur. Bir gözcü için, hızla yaklaşan ve dağları koşa koşa aşan bir haberci   muhteşem bir haberin işaretiydi.

Böylece, Kutsal Kitap’ta iyilik müjdesi getiren müjdecinin ayakları ne güzeldir diye yazılmıştır. Kızım doğduğunda ve doktor bekleme odasına haberi vermek için geldiğinde, ben ona sarılmak istemiştim. Bizlere iyi haber getiren kişilere karşı değişik bir sevgi besleriz. Bana ilk olarak Mesih’i paylaşan kişiye karşı yüreğimde her zaman ayrı bir sevgi olacaktır. Beni kurtaranın insan değil Tanrı olduğunu biliyorum ancak bu insanın benim kurtuluşumda aldığı rolden dolayı minnettarım.

İnsanlarla Mesih’i paylaşmak yaşayabileceğimiz en müthiş kişisel bereketlenmelerden birisidir. Kalvinist olmak bu tecrübenin tadından bizi mahrum etmez. Tarihsel olarak Kalvinistler, müjdecilik ve dünya misyonlarında güçlü bir şekilde aktif olmuşlardır. Kalvinistlerin İncil’de kş müjdeyi dünyanın dört bir köşesinde anlattıklarını ve birçok misyon hareketinin öncüleri olduklarını anlamak için Jonathan Edwards, George Whitefield ve Charles Spurgeon gibi kişilerin misyon hareketlerine bakmamız yeterli olur. Aynı zamanda, ABD’de “Büyük Uyanış” olarak bilinen ve milyonlarca kişinin Mesih’e iman etmeleriyle sonuçlanan hareketin Kalvinistler tarafından başlatıldığını bilmemiz de Kalvinistlere karşı yapılan saldırıların asılsız olduğunu kanıtlar.

Müjdecilik konusunda üstlenmemiz gereken anlamlı bir sorumluluk vardır. Bizler müjdeyi paylaşmalı ve beyan etmeliyiz. Bu bizim hem görevimiz hem de ayrıcalığımızdır. Ancak ürünü oluşturan Tanrı’nın kendisidir. Amacını tamamlamak için bize ihtiyacı yoktur ama bizi bu görevde kullanmaktan hoşnuttur.

Tanıdığım gezgin bir müjdeci bana şu ifadede bulunmuştur: “Bana bir insan ile yalnız başıma geçireceğim on beş dakika verin, bende size bu insanı iman ettireyim.” Ne yazık ki bu kişi gerçekten bu sözlerinde samimiydi ve bir insanın iman etmesinin tamamen kendi ikna gücüne dayandığı konusunda bir kanıya kapılmıştı. 

Bu kişinin iddialarını, geçmiş tecrübelerine dayandırdığı konusunda bir şüphem yok. Bu kişi o kadar kendinden emin konuşuyordu ki, eminim bir çok kişi bu insanla tek başına on beş dakika geçirip Mesih konusunda bir karar beyan etmiştir. Tabi ki, bu kişi söylediğini başarabilir ve on beş dakikada bir insanı karar aşamasına getirebilir. Ancak bu kişinin garanti edemeyeceği bir şey varsa o da on beş dakika sonra bu kişinin gerçekten iman etmesi olacaktır. İnsanlar sadece bir kişiden kurtulmak için bile sözde kararlar alabilirler.

Müjdecilik konusunda ki rolümüzü asla küçümsememeliyiz. Aynı şekilde bu rolümüzü gözümüzde büyütmemeliyiz de. Bizler paylaşırız. Bizler tanıklık yaparız. Bizler dışsal bir çağrı sunarız. Ancak sadece Tanrı’da bir kişiye içsel çağrı sunma kudreti vardır. Bundan dolayı kendimi aldatılmış gibi hissetmiyorum aksine bundan dolayı rahatlıyorum. Bizler görevimizi yerine getirmeliyiz, Tanrı’nın da kendi isteğini yapacağına güvenmeliyiz.

SONUÇ

Bu kitabın başında, az da olsa önceden belirleme doktrini hakkındaki kişisel yolculuğuma değinmiştim. Bu konunun içerdiğinin, uzun vadeli ve samimi mücadeleyi talep ettiğini söylemiştim. Bu doktrine en sonunda isteksizce de olsa itaat ettiğimden bahsetmiştim. Ben bu öğretişten esenlik almadan önce bu doktrinin doğruluğu konusunda ikna oldum. 

Bu kitabı bitirken belirtmek istediğim nokta, önceden belirleme gerçeğine uyandıktan kısa bir süre sonra bu lütfun güzelliğini görmeye ve tadını almaya başladım. Bu doktrini sevmeye başladım. Bu doktrin sayesinde huzur buldum ve rahatladım. Bu doktrin, Tanrı’nın bizlere bahşettiği bu mertebenin altını çizmektedir. Bu lütuf ile başlayan ve biten bir teolojidir. Bu şükran ile başlayan ve biten bir teolojidir. Bizleri ruhsal ölümden kaldırıp yüksek yerlerde oturtan Tanrı’yı yüceltiyoruz. Tanrı’mız “bizden” yanadır ve bize karşı olanlara göğüs germe cesaretini bizlere sunmaktadır. Her şeyin bizim iyiliğimizi için olduğunu bilmek ruhumuza neşe katar. Bizleri gerçekten kurtaran, koruyan ve bizler için dua eden Kurtarıcımızdan mutluluk duyarız. O’nun eserlerini yaratmadaki ustalığı karşısında hayranlık duyarız. Bizde başladığını, bitireceğine dair verdiği vaadi keşfettiğimizi zaman mutluluktan dans ederiz. O’nun gizemlerini düşünüp secde ederken, O’nun bizlere açıkladığı lütfunun zenginliği karşısında şükrederiz. 

Tanrı'nın zenginliği, bilgeliği ve bilgisi ne derindir! O'nun yargıları ne denli akıl ermez, yolları ne denli anlaşılmazdır! Her şeyin kaynağı O'dur; her şey O'nun aracılığıyla ve O'nun için var oldu. Sonsuza dek O'na yücelik olsun. Amin.

(Romalılar 11:33, 36)

 

1      2      3      4      5      6      7      8      9