İbni Haldun’un orijinalliği konusu, bütün İbni Haldun
inceleyicileri için başta gelen bir sorun olmuştur. İbni Haldun’un
orijinalliği muhtelif açılardan ele alınmaktadır. Yazarın düşünce
yapısındaki nedensellik tarih görüşüne sahip olabilmesinde İslam
dininin etkisi, etkilendiği kaynaklar, etkileri, düşünürün hangi
felsefi katagoriye oturtulabileceği vs. gibi sorunlar esasında
sözü geçen “orijinallik” sorununun doğal uzantıları olarak kabul
edilmelidir.
İbni Haldun’un tarihsel, sosyal, siyasal, felsefi görüşlerini
ayrıntılı bir biçimde inceleyen eserler sergilendiğinde, düşünür
üzerindeki farklı görüşler bazı noktalarda oluşmaktadır. İbni
Haldun’un, düşüncesinin ne ölçüde kendine yaraşır bir kavrayışın
ürünü olduğu sorunu bu işlerin başında gelir. İkinci oluşum
noktası İbni Haldun’un orijinalliği ve felsefe temelidir.
İBNİ HALDUN’UN ÖZGÜNLÜĞÜ VE İSLAM
Bazı düşünürler; İbni Haldun’u orijinal bir araştırıcı olarak
görür. Düşünürün sosyal olaylara gerçekçi bakışı gözlemci
yöntemleri gerçekleştirdiği ifade edilir. İbni Haldun’un
Peygamberlik hakkındaki görüşleri ise, İslam ilahiyatçılarına
kesinlikle karşı çıkışının bir ifadesi olarak görülmektedir.
Rosenthal, İbni Haldun’u incelemelerinde İslam’ı aştığını,
devlet yönetiminin genel esaslarını ortaya koyacak bir düzeye
eriştiğini, aslında İslam’ı da teorisinin genel çerçevesi içersine
oturttuğunu belirtiyor. Düşünürün kendine özgü yaklaşımını ön
palana çıkarmaktadır. Böylelikle E. Rosenthal ve benzeri
araştırıcılar İbni Haldun’u, dinin etkisine kapılmamış bir düşünür
olarak görürler. Sünni İslam’ın “Hilafet,” teorisini bilmekle
birlikte, orijinal bir teori kuran kişi olarak görürler. İbni
Haldun’un geleneksel öğretimden geçmiş olması olaylara gerçekçi
bir biçimde yaklaşımını engellememiştir. İbni Haldun, dindar bir
Müslüman olduğu halde dünyayı dinden ayırmayı bilmiştir. Gibbi
ise, İbni Haldun’un Sünni İslami görüşün bir takipçisi olduğunu
ileri sürmektedir. Gibb, İbni Haldun’da sosyolojik değil moral ve
dini bir temel aramaktadır. Gibb’e göre İbni Haldun’da İslama
aykırı düşünce bulunmaz. Böylece Gibb İbni Haldun’un metodunun
yeniliğine karşı çıkmaktadır. Bunu da, İbni Haldun’dan önce
İslam’da varolan bazı kavramların İbni Haldun’da benzer şekilde
yeraldığını söyleyerek yapmaktadır. Gibbi, ayrıca; İbni Haldun’un
tarihi gerçekler ile şeriatı uzlaştırma çabasında olduğunu iddia
etmektedir. Örneğin Gibb’e göre, İbni Haldun’un tüketimi
“medeniyetin ve devletin gelişiminin kaçınılmaz bir göstergesi
olduğunu saptamış olması” tüketimi aslında İslamiyet’te günah
sayıldığı dikkate alınırsa bir çelişmenin söz konusu olduğu ifade
edilmektedir.(12)
Sorunun can damarı İbni Haldun’un gerçekçi ve gözlemci olup
olmadığında düğümlenmektedir. Yüzeyde din faktörü ve bunun etkisi
gibi görünen tartışma aslında, İbni Haldun’un metodunun esasını
oluşturmaktadır.
İBNİ HALDUN’UN ÖZGÜNLÜĞÜ VE FELSEFE
Bazı düşünürler; İbni Haldun’un yeni bir bilim kurarken, bilimsel
araştırmasının ilkelerinin bir yenilik getirmek amacını
taşımadığını, aksine eski Yunan filozoflarının geliştirdiği ilke
ve normlar doğrultusunda düşündüğünü ileri sürmektedir. Mahdi’ye
göre, İbni Haldun tarihin ve toplumbilimin siyaset felsefesi ile
ilişkisini görmüş, fakat geleneksel felsefe çerçevesi içinde
felsefenin ilkelerine dayanan bir toplum bilimini geliştirmeye
girişmiştir. Mahdi, bazı düşünürlerin tersine, İbni Haldun’un bu
girişimini Farabi ya da İbni Sina takipçiliği şeklinde
yorumlamıştır. Mahdi; İbni Haldun’u, Grek Felsefesi’nin takipçisi
olarak görür. Mahdi öncelikle İbni Haldun’un amacını
keşfetmektedir. Mahdi, İbni Haldun’un hem Şeriatı hem de felsefeyi
tehlikede görmekte olduğunu ve her ikisini de kurtarmayı
amaçlamaktadır. İbni Haldun’un Grek filozoflarının takipçisi
olduğunu iddia eden Mahdi, bu görüşünü düşünürün şu anlayışından
çıkarmaktadır: “Aristoteles’in öğretileri hiç olmamışcasına
terkedilmiştir. Halbuki bu öğretiler mantık ürünleri ile doludur.”
İbni Haldun bu satırları ile belirli bir düşünce içersinde belli
bir olaya dikkati çekmekten başka bir şey yapmamaktadır.
Toplumların gelişmesini, toplumları konu alan olayları incelemiş
olması, Mahdi’ye göre, İbni Haldun’un takipçilikten kurtulması
için yeterli bir sebep değildir. Bu iş “soylu bir bilimin inceleme
alanına girmediği için” Eski Yunan filozofları tarafından
gerçekleştirilememiştir. Mahdi’ye göre, İbni Haldun’un,
gerçekleştirmiş bulunduğu araştırmaların ve kurduğu teorilerin
filozofların tasarlamış olduklarına benzememesi bu sebeple ortaya
çıkmaktadır. Görüldüğü gibi, Mahdi, İbni Haldun’un düşüncesini
böyle açıklamaktadır.(13)
İBNİ HALDUN’DAN ÖNCE; İSLAM’DA
DİN-FELSEFE İLİŞKİSİ ÜSTÜNE DÜŞÜNCELER
İslam’da düşünce hayatının merkezleri arasındaki fikir
farklılıkları, çok yönlü bir görünüm arzeder. Bu görünümü
incelemek, açıklığa kavuşturmak yüzlerce yıl süren dev bir çabanın
konusu olmuştur. Burada doğrudan İbni Haldun’un metoduna geçmeden
önce İslam düşüncesinin iç ilişkilerine ana çizgileri ile bakmak
gerekir. Bu çaba İbni Haldun’un metodunun iyi anlaşılmasında
önemli bir zemin oluşturacaktır.
İslam düşüncesine bakıldığında ilk dikkati çeken olgu,
mezhepler, tarikatler, ekoller arasındaki fikir
ayrılıklarıdır. İster Sünni anlayış içinde olsun, ister batini bir
ekol arasında olsun yüzeydeki ilişki ve çelişkiler hep bu merkez
etrafında döner. Söz konusu sürecin nasıl oluştuğunun anlaşılması
yönünde gösterilecek bir çaba, bizi, düşünce planındaki daha derin
bir ilişki-çelişki sürecinin nasıl oluştuğunun kavranmasına
götürür. Bu da din ile felsefe kavrayışı arasındaki ilişkilerin
ortaya çıkarılmasıdır. Felsefenin İslam’a doğrudan girmesi ile
İslam düşüncesinde din ile felsefe arasında uzlaşma ya da
çelişmeler adı geçen ekoller arası ilişkilerden daha derinde
işleyen düşünce oluşumları haline gelmişlerdir.
Bu da özgür düşünce ile ön yargılı düşüncenin birbiri karşısındaki
çatışmasıdır. Böylelikle yüzeyde, ister vahiyci-ilhamcı şeriat
ekolleri arasında, ister batıni ekoller arasındaki çelişkiler
olsun, hep, düşünce planında din temeli ile felsefe temeli
arasındaki çelişkilerin birer dışavurumudur. Prof. Dr. Neşet
Çağatay’ın dediği gibi; Kuran’ı Kerim’de insanın aklını kullanması
emrediliyor, aklını kullanmayan insandan daha şer mahluk
olmayacağına dair ayet iniyor.
Oysa dinamik bir yenilikçilik biçiminde ortaya çıkan İslam’ın
eşitlikçi yanları karşısında resterasyon çabaları sürgit devam
edecektir.(14)
Fakat zamanla bu anlayış tahrif edilmeye başlandı. Böylece süreç
içinde şeriat, hilafet yerine saltanat aracı, olarak kullanılmaya
başlandı. Bu duruma karşı çeşitli muhalefetler doğmuştur. Temel
siyasi muhalefetler olan Alevilik, Şia vb. gibi ayrı tutulsalar
bile diğer doktrinler İslam’a yeni düşünceler getirmişlerdir.
Özgür düşünceye açık ekoller zaman zaman getirdikleri düşüncelerle
yetinmeyip kendilerini geliştirmişlerdir. Örneğin Kaderiyye
ekolü böyle doğdu. Kaderiyyeciler şöyle düşünüyorlar: “Allah,
Kur’anı Kerim’de gösterdiği gibidir. Yaratıklar tam olarak
“halk” edilmişlerdir. Dıştan bir gücün, kaza ve kaderin
neticesi değildir, fiil ve hareketler önceden takdir olunmamıştır.
Bunlar beşerin istek ve kudretine tabiidir. Cenabı Hak kullarının
işlerine karışmaz ve kötülüğü yapmaz. Herkes tutacağı yolu bizzat
tayin eder.Daha sonra Cebriye ekolü oluştu. Bunlar
görünürde Kaderiye’cilere karşı idi. Cebriyeciler’e göre “Günah ve
isyan vehim ve hayaldir”, “fiil Hakkın muradına muvafıktır”
denerek “laik” çıkışlı esaslar getiriyorlardı.
Daha sonra Camiye adlı bir ekol doğdu. Bunlar Kur’anı Kerimin
yaratıldığını, yani sonradan yazıldığını ileri sürüyorlardı.
Bunlara göre ancak cisim görünebilirdi. “Arş” bir mekan
olduğundan orada ancak cisim bulunabilirdi. Böylece materyalist
yöntem denilecek bir yaklaşım oluşuyordu. Bu arada Mutezile
ekolü ortaya çıktı. Bu da aklı esas alan bir ekoldür.(15)
DİN-FELSEFE İLİŞKİSİ AÇISINDAN
TOPLUMSAL GELİŞMELER
Emeviler döneminde deneysel fen bilimlerde fizik-tıp-astronomi ve
felsefe konusunda dikkate değer bir gelişme olmamıştır. Abbasiler
Döneminde 8. yy. ortasından başlayarak önce tıp’ta Grek
eserlerinin okuma ve incelenmesine girişilmiştir. Din-tıp
çatışması yok sayılır. Oysa Abbasi halifesi Me’mun zamanında,
özellikle Mutezile mezhebinin güç kazanması ile din-felsefe
ilişkisi başlamıştır.(16) Felsefe ile Sünni İslam çatışmaya
başladı. Kur’an’ı Kerim ve diğer dini kaynaklar karşısında
felsefeden kaynaklanan Mutezile okulu sosyal bir güç olarak ilk
kez üstünlük sağladı. Memun’un bizzat Mutezile’den oluşu söz
konusu gidişe önemli bir destek olmuştur. Bu destek kendisini daha
çok Grek eserlerinin çevrilmesi ve yayımlanmasında gösterecektir.
Bu devrin ikili bir önemi vardır. Bu dönem; hem daha sonraki
orijinal felsefe akımlarını hazırladı, hem de İslam’da din
felsefesi, hukuk felsefesi, mistik felsefe (Kelâm, Fıkıh,
Tasavvuf) hareketlerinin gelişmesini sağladı.
Böylece İslam düşüncesinde
a) felsefi hareketler,
b)
sufi hareketleri,
c) felsefe ve ilahiyat arasındaki orta
yolda bulunanlar olmak üzere temel ayrımlar belirlenmeğe
başladı.
Mutezile, Eş’ariye, Maturidiye gibi ekoller Şehabbel-Din,
İbni Arabi, Kindi, Razi, Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd, Gazali
vs. gibi düşünürler kendini gösterdi. Bu gelişmelerle felsefe bir
koldan doğrudan doğruya İslam’a giderken bir yandan da İslam
ekollerine sızarak fonksiyonunu yerine getirdi. Alevi (Şia) ve
Haricilik dışında İslam’da iki büyük fikir “Mutezile” ile
“Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat” olarak ortaya çıktı.
(17)
İbni Haldun’a kadar yaşanan dönemi biraz da felsefi düşünürlerin
düşünceleri itibariyle izleyelim.
Aristo
ismi Farabi ve İbni Sina isimlerini akla getirir.
Endülüs'te ise İbni Rüşd din felsefesinin doruğuna çıkar.
Gazali ise metafizik, mistisizm anlayışı dolayısıyla kendine
özgü bir yol çizer. Ama, Gazali esasında felsefeye
karşıdır.
Kindi,
İslam felsefesini, daha doğrusu felsefe ile dini uzlaştırmaya
çalışan ilk filozoftur. Eski Yunan Filozoflarının fikirlerini
Arap diline kazandırmak Kindi’nin temel amacı olmuştur. Farabi
ise, felsefenin bir birim, bir okul, tek bir düşünce olduğu
fikrindedir. Farabi, teorik ve etik felsefede
Aristoteles’in baş takipçisi ve adeta ondan sonra ikinci
öğretmendir. Farabi’nin en belirgin özelliği akıl’ı ön plana
çıkarmasıdır. Bununla birlikte Farabi, siyaset teorisinde
Platon’un bakışını benimser. Bilimi ve deneyi öğütleyen Farabi
metafiziğe karşıdır. Nedenselliğe inanır. Böyle düşünen diğer bir
Türk filozof da İbni Sina’dır. İbni Sina, gerek batıda,
gerek İslam'da yaşadığı dönemde, büyük etkiler yapmış bir
düşünürdür. İbni Sina’nın temel problemi, Allah düşüncesine varma
yolunda en üst aşamayı oluşturan “İnsanın mutluluğu ve
mükemmelliği”dir. Farabi; saf aklın üzerinde durmasına karşın
İbni sina nefsi ön plana çıkarır. İbni Sina’da; felsefenin esas
problemi, “İlm’ü Nefs” yani psikolojidir. Düşünürün siyasal
görüşleri Plato’nun yasaklarının izlerini taşır.
İbni Haldun’dan önceki düşünürlerden söze edince üzerinde durulması
gereken bir düşünür de İbni Rüşt’tür. İbni Rüşt, kendi
düşüncesini sistematik bir biçimde formüle etmemesine karşın,
felsefedeki üstünlüğünü kabul ettirmiştir. Felsefe ile din
ilişkisi problemini felsefe akımı içinde en yetkin biçimde İbni
Rüşt ifade etmiştir. Filozoflara karış fıkıhcılar ve ilahiyatçılar
tarafından yürütülen sert hücumlara Gazali’de katılmıştır. İbni
Rüşt bir filozof olarak felsefeyi savunma görevini üstlenmiştir.
İbni Rüşt; eserlerinde, din ile felsefenin tam bir uyum halinde
olduğunu gösterme gayreti güder.
Filozofların din dışı, dinsiz, kafir olmaları nedeni ile
kendilerinin yok edilmeleri, fakihlerin ve ilahiyatçıların
savundukları düşünceler idi. İbni Rüşt de bu güvensiz ortamda
bulunuyordu. İbni Rüşt; “Fasl-ül Mekaal”de bilim, felsefe
ve din arasındaki ilişkiden söz etmektedir. Ona göre, felsefe ile
mantık ilmindeki akılcı bakışın şeriattaki yaklaşımı gereklidir.
İbni Rüşd bazı Ayetlere gönderme yaparak akılcı yaklaşımın kıyas
yolu ile olabileceğine işaret eder. Kıyasın en mükemmel biçiminin
de delil-ispat yolu olduğunu vurgulamaktadır. İbni Rüşt’ün bu
muhakemesinde başlıca dayanağı Kıyas müessesinin şeriat nazarında
geçerli oluşudur. İbni Rüşt’ün bütün çabası; bilimle din arasında
bir savaşın bulunmadığı Müslüman olmayan milletler arasındaki
din-felsefe ilişkisini örnek vererek anlatmak istemesidir. İbni
Rüşt bu konuda şöyle diyor: “İslam dinine göre akıl ile nakil
arasında taarruz olamaz. Nas’a dayanmayan nakil akıla karşıt
görünse akıl esas tutulur.”(18)
İbni Rüşt’ün felsefesi ile dini uzlaştırma görünümü, düşüncesinin
aydınlığı çıkarılabilmesi için kaçınılmaz olan çerçeveyi
oluşturur. Düşünürün getirmek istediği anlayış bu çerçeve içinde
yer almakla birlikte, tamamı çerçeve ile sınırlı değildir. Çünkü
İbni Rüşt’ün eserlerinin dinsel nitelikte oluşu O’nu sadece
felsefe ile din arasında bir arabulucu olarak görülmemeli. İbni
Rüşd’ü akıl ile inancın uzlaştırıcısı olarak görmek O’nu tanımak
için yeterli değildir. İbni Rüşd’ün din ve felsefe problemini
incelemesi O’nu çağının şartları içersinde mevcut olan konuların
hemen tamamına eğilmesini sağlamıştır. Fakat akıl kavramının
yerine tabiat-toplum-insan kavramını koyması için İbni Haldun’u
beklemek gerekiyordu.
(19)
DİPNOTLAR
12) HASSAN Ümit: age, s. 56-58.
13) HASSAN Ümit: age, s. 58-60.
14) ÇAĞATAY Neşet: İslam Tarihi, İstanbul, 1972, s. 390 vd.
15) HASSAN Ümit:age, s. 78-79.
16)ADIVAR A. Adnan:Tarih boyunca İlim ve Din, 2. Bası, İstanbul
1969, s. 105.
17) HASSAN Ümit: age, s. 80-87.
18) AYASBEYOĞLU Nevzat:İbni Rüşdün Felsefesi “Önsöz” s. IX-X.
19) HASSAN Ümit: age, s. 92-93.
|