...................
İBNİ HALDUN HAKKINDA FARKLI DÜŞÜNCELER
Cemal Şener
İBNİ HALDUN’UN HAYATI VE DÜŞÜNCELERİ
Aydüşü Yayınları, Ocak 2002, İstanbul
                         
...................
...................

İbni Haldun’un orijinalliği konusu, bütün İbni Haldun inceleyicileri için başta gelen bir sorun olmuştur. İbni Haldun’un orijinalliği muhtelif açılardan ele alınmaktadır. Yazarın düşünce yapısındaki nedensellik tarih görüşüne sahip olabilmesinde İslam dininin etkisi, etkilendiği kaynaklar, etkileri, düşünürün hangi felsefi katagoriye oturtulabileceği vs. gibi sorunlar esasında sözü geçen “orijinallik” sorununun doğal uzantıları olarak kabul edilmelidir. İbni Haldun’un tarihsel, sosyal, siyasal, felsefi görüşlerini ayrıntılı bir biçimde inceleyen eserler sergilendiğinde, düşünür üzerindeki farklı görüşler bazı noktalarda oluşmaktadır. İbni Haldun’un, düşüncesinin ne ölçüde kendine yaraşır bir kavrayışın ürünü olduğu sorunu bu işlerin başında gelir. İkinci oluşum noktası İbni Haldun’un orijinalliği ve felsefe temelidir.
 

İBNİ HALDUN’UN ÖZGÜNLÜĞÜ VE İSLAM

Bazı düşünürler; İbni Haldun’u orijinal bir araştırıcı olarak görür. Düşünürün sosyal olaylara gerçekçi bakışı gözlemci yöntemleri gerçekleştirdiği ifade edilir. İbni Haldun’un Peygamberlik hakkındaki görüşleri ise, İslam ilahiyatçılarına kesinlikle karşı çıkışının bir ifadesi olarak görülmektedir. Rosenthal, İbni Haldun’u incelemelerinde İslam’ı aştığını, devlet yönetiminin genel esaslarını ortaya koyacak bir düzeye eriştiğini, aslında İslam’ı da teorisinin genel çerçevesi içersine oturttuğunu belirtiyor. Düşünürün kendine özgü yaklaşımını ön palana çıkarmaktadır. Böylelikle E. Rosenthal ve benzeri araştırıcılar İbni Haldun’u, dinin etkisine kapılmamış bir düşünür olarak görürler. Sünni İslam’ın “Hilafet,” teorisini bilmekle birlikte, orijinal bir teori kuran kişi olarak görürler. İbni Haldun’un geleneksel öğretimden geçmiş olması olaylara gerçekçi bir biçimde yaklaşımını engellememiştir. İbni Haldun, dindar bir Müslüman olduğu halde dünyayı dinden ayırmayı bilmiştir. Gibbi ise, İbni Haldun’un Sünni İslami görüşün bir takipçisi olduğunu ileri sürmektedir. Gibb, İbni Haldun’da sosyolojik değil moral ve dini bir temel aramaktadır. Gibb’e göre İbni Haldun’da İslama aykırı düşünce bulunmaz. Böylece Gibb İbni Haldun’un metodunun yeniliğine karşı çıkmaktadır. Bunu da, İbni Haldun’dan önce İslam’da varolan bazı kavramların İbni Haldun’da benzer şekilde yeraldığını söyleyerek yapmaktadır. Gibbi, ayrıca; İbni Haldun’un tarihi gerçekler ile şeriatı uzlaştırma çabasında olduğunu iddia etmektedir. Örneğin Gibb’e göre, İbni Haldun’un tüketimi “medeniyetin ve devletin gelişiminin kaçınılmaz bir göstergesi olduğunu saptamış olması” tüketimi aslında İslamiyet’te günah sayıldığı dikkate alınırsa bir çelişmenin söz konusu olduğu ifade edilmektedir.(12)
 

Sorunun can damarı İbni Haldun’un gerçekçi ve gözlemci olup olmadığında düğümlenmektedir. Yüzeyde din faktörü ve bunun etkisi gibi görünen tartışma aslında, İbni Haldun’un metodunun esasını oluşturmaktadır.
 

İBNİ HALDUN’UN ÖZGÜNLÜĞÜ VE FELSEFE
 

Bazı düşünürler; İbni Haldun’un yeni bir bilim kurarken, bilimsel araştırmasının ilkelerinin bir yenilik getirmek amacını taşımadığını, aksine eski Yunan filozoflarının geliştirdiği ilke ve normlar doğrultusunda düşündüğünü ileri sürmektedir. Mahdi’ye göre, İbni Haldun tarihin ve toplumbilimin siyaset felsefesi ile ilişkisini görmüş, fakat geleneksel felsefe çerçevesi içinde felsefenin ilkelerine dayanan bir toplum bilimini geliştirmeye girişmiştir. Mahdi, bazı düşünürlerin tersine, İbni Haldun’un bu girişimini Farabi ya da İbni Sina takipçiliği şeklinde yorumlamıştır. Mahdi; İbni Haldun’u, Grek Felsefesi’nin takipçisi olarak görür. Mahdi öncelikle İbni Haldun’un amacını keşfetmektedir. Mahdi, İbni Haldun’un hem Şeriatı hem de felsefeyi tehlikede görmekte olduğunu ve her ikisini de kurtarmayı amaçlamaktadır. İbni Haldun’un Grek filozoflarının takipçisi olduğunu iddia eden Mahdi, bu görüşünü düşünürün şu anlayışından çıkarmaktadır: “Aristoteles’in öğretileri hiç olmamışcasına terkedilmiştir. Halbuki bu öğretiler mantık ürünleri ile doludur.” İbni Haldun bu satırları ile belirli bir düşünce içersinde belli bir olaya dikkati çekmekten başka bir şey yapmamaktadır. Toplumların gelişmesini, toplumları konu alan olayları incelemiş olması, Mahdi’ye göre, İbni Haldun’un takipçilikten kurtulması için yeterli bir sebep değildir. Bu iş “soylu bir bilimin inceleme alanına girmediği için” Eski Yunan filozofları tarafından gerçekleştirilememiştir. Mahdi’ye göre, İbni Haldun’un, gerçekleştirmiş bulunduğu araştırmaların ve kurduğu teorilerin filozofların tasarlamış olduklarına benzememesi bu sebeple ortaya çıkmaktadır. Görüldüğü gibi, Mahdi, İbni Haldun’un düşüncesini böyle açıklamaktadır.(13)
 

İBNİ HALDUN’DAN ÖNCE; İSLAM’DA DİN-FELSEFE İLİŞKİSİ ÜSTÜNE DÜŞÜNCELER
 

İslam’da düşünce hayatının merkezleri arasındaki fikir farklılıkları, çok yönlü bir görünüm arzeder. Bu görünümü incelemek, açıklığa kavuşturmak yüzlerce yıl süren dev bir çabanın konusu olmuştur. Burada doğrudan İbni Haldun’un metoduna geçmeden önce İslam düşüncesinin iç ilişkilerine ana çizgileri ile bakmak gerekir. Bu çaba İbni Haldun’un metodunun iyi anlaşılmasında önemli bir zemin oluşturacaktır.
 

İslam düşüncesine bakıldığında ilk dikkati çeken olgu, mezhepler, tarikatler, ekoller arasındaki fikir ayrılıklarıdır. İster Sünni anlayış içinde olsun, ister batini bir ekol arasında olsun yüzeydeki ilişki ve çelişkiler hep bu merkez etrafında döner. Söz konusu sürecin nasıl oluştuğunun anlaşılması yönünde gösterilecek bir çaba, bizi, düşünce planındaki daha derin bir ilişki-çelişki sürecinin nasıl oluştuğunun kavranmasına götürür. Bu da din ile felsefe kavrayışı arasındaki ilişkilerin ortaya çıkarılmasıdır. Felsefenin İslam’a doğrudan girmesi ile İslam düşüncesinde din ile felsefe arasında uzlaşma ya da çelişmeler adı geçen ekoller arası ilişkilerden daha derinde işleyen düşünce oluşumları haline gelmişlerdir.
 

Bu da özgür düşünce ile ön yargılı düşüncenin birbiri karşısındaki çatışmasıdır. Böylelikle yüzeyde, ister vahiyci-ilhamcı şeriat ekolleri arasında, ister batıni ekoller arasındaki çelişkiler olsun, hep, düşünce planında din temeli ile felsefe temeli arasındaki çelişkilerin birer dışavurumudur. Prof. Dr. Neşet Çağatay’ın dediği gibi; Kuran’ı Kerim’de insanın aklını kullanması emrediliyor, aklını kullanmayan insandan daha şer mahluk olmayacağına dair ayet iniyor.
 

Oysa dinamik bir yenilikçilik biçiminde ortaya çıkan İslam’ın eşitlikçi yanları karşısında resterasyon çabaları sürgit devam edecektir.(14) Fakat zamanla bu anlayış tahrif edilmeye başlandı. Böylece süreç içinde şeriat, hilafet yerine saltanat aracı, olarak kullanılmaya başlandı. Bu duruma karşı çeşitli muhalefetler doğmuştur. Temel siyasi muhalefetler olan Alevilik, Şia vb. gibi ayrı tutulsalar bile diğer doktrinler İslam’a yeni düşünceler getirmişlerdir.

Özgür düşünceye açık ekoller zaman zaman getirdikleri düşüncelerle yetinmeyip kendilerini geliştirmişlerdir. Örneğin Kaderiyye ekolü böyle doğdu. Kaderiyyeciler şöyle düşünüyorlar: “Allah, Kur’anı Kerim’de gösterdiği gibidir. Yaratıklar tam olarak “halk” edilmişlerdir. Dıştan bir gücün, kaza ve kaderin neticesi değildir, fiil ve hareketler önceden takdir olunmamıştır. Bunlar beşerin istek ve kudretine tabiidir. Cenabı Hak kullarının işlerine karışmaz ve kötülüğü yapmaz. Herkes tutacağı yolu bizzat tayin eder.Daha sonra Cebriye ekolü oluştu. Bunlar görünürde Kaderiye’cilere karşı idi. Cebriyeciler’e göre “Günah ve isyan vehim ve hayaldir”, “fiil Hakkın muradına muvafıktır” denerek “laik” çıkışlı esaslar getiriyorlardı.
 

Daha sonra Camiye adlı bir ekol doğdu. Bunlar Kur’anı Kerimin yaratıldığını, yani sonradan yazıldığını ileri sürüyorlardı. Bunlara göre ancak cisim görünebilirdi. “Arş” bir mekan olduğundan orada ancak cisim bulunabilirdi. Böylece materyalist yöntem denilecek bir yaklaşım oluşuyordu. Bu arada Mutezile ekolü ortaya çıktı. Bu da aklı esas alan bir ekoldür.(15)
 

DİN-FELSEFE İLİŞKİSİ AÇISINDAN TOPLUMSAL GELİŞMELER
 

Emeviler döneminde deneysel fen bilimlerde fizik-tıp-astronomi ve felsefe konusunda dikkate değer bir gelişme olmamıştır. Abbasiler Döneminde 8. yy. ortasından başlayarak önce tıp’ta Grek eserlerinin okuma ve incelenmesine girişilmiştir. Din-tıp çatışması yok sayılır. Oysa Abbasi halifesi Me’mun zamanında, özellikle Mutezile mezhebinin güç kazanması ile din-felsefe ilişkisi başlamıştır.(16)  Felsefe ile Sünni İslam çatışmaya başladı. Kur’an’ı Kerim ve diğer dini kaynaklar karşısında felsefeden kaynaklanan Mutezile okulu sosyal bir güç olarak ilk kez üstünlük sağladı. Memun’un bizzat Mutezile’den oluşu söz konusu gidişe önemli bir destek olmuştur. Bu destek kendisini daha çok Grek eserlerinin çevrilmesi ve yayımlanmasında gösterecektir. Bu devrin ikili bir önemi vardır. Bu dönem; hem daha sonraki orijinal felsefe akımlarını hazırladı, hem de İslam’da din felsefesi, hukuk felsefesi, mistik felsefe (Kelâm, Fıkıh, Tasavvuf) hareketlerinin gelişmesini sağladı.
 

Böylece İslam düşüncesinde
a) felsefi hareketler
,
b) sufi hareketleri,

c) felsefe ve ilahiyat arasındaki orta yolda bulunanlar
olmak üzere temel ayrımlar belirlenmeğe başladı.

Mutezile, Eş’ariye, Maturidiye gibi ekoller Şehabbel-Din, İbni Arabi, Kindi, Razi, Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd, Gazali
vs. gibi düşünürler kendini gösterdi. Bu gelişmelerle felsefe bir koldan doğrudan doğruya İslam’a giderken bir yandan da İslam ekollerine sızarak fonksiyonunu yerine getirdi. Alevi (Şia) ve Haricilik dışında İslam’da iki büyük fikir “Mutezile” ile “Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat” olarak ortaya çıktı.
(17)
 

İbni Haldun’a kadar yaşanan dönemi biraz da felsefi düşünürlerin düşünceleri itibariyle izleyelim.
 

Aristo ismi Farabi ve İbni Sina isimlerini akla getirir. Endülüs'te ise İbni Rüşd din felsefesinin doruğuna çıkar. Gazali ise metafizik, mistisizm anlayışı dolayısıyla kendine özgü bir yol çizer. Ama, Gazali esasında felsefeye karşıdır.
 

Kindi, İslam felsefesini, daha doğrusu felsefe ile dini uzlaştırmaya çalışan ilk filozoftur. Eski Yunan Filozoflarının fikirlerini Arap diline kazandırmak Kindi’nin temel amacı olmuştur. Farabi ise, felsefenin bir birim, bir okul, tek bir düşünce olduğu fikrindedir. Farabi, teorik ve etik felsefede Aristoteles’in baş takipçisi ve adeta ondan sonra ikinci öğretmendir. Farabi’nin en belirgin özelliği akıl’ı ön plana çıkarmasıdır. Bununla birlikte Farabi, siyaset teorisinde Platon’un bakışını benimser. Bilimi ve deneyi öğütleyen Farabi metafiziğe karşıdır. Nedenselliğe inanır. Böyle düşünen diğer bir Türk filozof da İbni Sina’dır. İbni Sina, gerek batıda, gerek İslam'da yaşadığı dönemde, büyük etkiler yapmış bir düşünürdür. İbni Sina’nın temel problemi, Allah düşüncesine varma yolunda en üst aşamayı oluşturan “İnsanın mutluluğu ve mükemmelliği”dir. Farabi; saf aklın üzerinde durmasına karşın İbni sina nefsi ön plana çıkarır. İbni Sina’da; felsefenin esas problemi, “İlm’ü Nefs” yani psikolojidir. Düşünürün siyasal görüşleri Plato’nun yasaklarının izlerini taşır.
 

İbni Haldun’dan önceki düşünürlerden söze edince üzerinde durulması gereken bir düşünür de İbni Rüşt’tür. İbni Rüşt, kendi düşüncesini sistematik bir biçimde formüle etmemesine karşın, felsefedeki üstünlüğünü kabul ettirmiştir. Felsefe ile din ilişkisi problemini felsefe akımı içinde en yetkin biçimde İbni Rüşt ifade etmiştir. Filozoflara karış fıkıhcılar ve ilahiyatçılar tarafından yürütülen sert hücumlara Gazali’de katılmıştır. İbni Rüşt bir filozof olarak felsefeyi savunma görevini üstlenmiştir. İbni Rüşt; eserlerinde, din ile felsefenin tam bir uyum halinde olduğunu gösterme gayreti güder.
 

Filozofların din dışı, dinsiz, kafir olmaları nedeni ile kendilerinin yok edilmeleri, fakihlerin ve ilahiyatçıların savundukları düşünceler idi. İbni Rüşt de bu güvensiz ortamda bulunuyordu. İbni Rüşt; “Fasl-ül Mekaal”de bilim, felsefe ve din arasındaki ilişkiden söz etmektedir. Ona göre, felsefe ile mantık ilmindeki akılcı bakışın şeriattaki yaklaşımı gereklidir. İbni Rüşd bazı Ayetlere gönderme yaparak akılcı yaklaşımın kıyas yolu ile olabileceğine işaret eder. Kıyasın en mükemmel biçiminin de delil-ispat yolu olduğunu vurgulamaktadır. İbni Rüşt’ün bu muhakemesinde başlıca dayanağı Kıyas müessesinin şeriat nazarında geçerli oluşudur. İbni Rüşt’ün bütün çabası; bilimle din arasında bir savaşın bulunmadığı Müslüman olmayan milletler arasındaki din-felsefe ilişkisini örnek vererek anlatmak istemesidir. İbni Rüşt bu konuda şöyle diyor: “İslam dinine göre akıl ile nakil arasında taarruz olamaz. Nas’a dayanmayan nakil akıla karşıt görünse akıl esas tutulur.”(18)

İbni Rüşt’ün felsefesi ile dini uzlaştırma görünümü, düşüncesinin aydınlığı çıkarılabilmesi için kaçınılmaz olan çerçeveyi oluşturur. Düşünürün getirmek istediği anlayış bu çerçeve içinde yer almakla birlikte, tamamı çerçeve ile sınırlı değildir. Çünkü İbni Rüşt’ün eserlerinin dinsel nitelikte oluşu O’nu sadece felsefe ile din arasında bir arabulucu olarak görülmemeli. İbni Rüşd’ü akıl ile inancın uzlaştırıcısı olarak görmek O’nu tanımak için yeterli değildir. İbni Rüşd’ün din ve felsefe problemini incelemesi O’nu çağının şartları içersinde mevcut olan konuların hemen tamamına eğilmesini sağlamıştır. Fakat akıl kavramının yerine tabiat-toplum-insan kavramını koyması için İbni Haldun’u beklemek gerekiyordu. (19)



DİPNOTLAR

12) HASSAN Ümit: age, s. 56-58.

13) HASSAN Ümit: age, s. 58-60.

14) ÇAĞATAY Neşet: İslam Tarihi, İstanbul, 1972, s. 390 vd.

15) HASSAN Ümit:age, s. 78-79.

16)ADIVAR A. Adnan:Tarih boyunca İlim ve Din, 2. Bası, İstanbul 1969, s. 105.

17) HASSAN Ümit: age, s. 80-87.

18) AYASBEYOĞLU Nevzat:İbni Rüşdün Felsefesi “Önsöz” s. IX-X.

19) HASSAN Ümit: age, s. 92-93.

 

1      2      3      4      5      6