İbni Haldun bugünkü sosyolojik anlayışa uygun olarak toplum ve
devleti birbirinden ayrı varlıklar olarak ele alır. O’na göre
cemiyet, insanların birbirine muhtaç olması gibi, doğal bir
zorunluluktan doğduğu halde, devlet, ferdi diğer fertlerin saldırı
ve zulmünden korumak için kurulmuş bir kurumdur. Kişinin
silahları onu yabani hayvanlara karşı korur. Fakat o, aynı silaha
sahip kendi cinsine karşı ne yapacaktır?
Bu durumda toplum
düzenini sağlayan hükümlere ve kanunlara ihtiyaç vardır. İnsan
için kendi cinsinden bir yasakçıya sahip olma ve ona uyma da bir
zorunluluk olmuştur. İbi Haldun’a göre; toplu halde yaşıyan arı ve
çekirgelerde hükmetme ve emre uyma özelliği görülürse de, bu
tamamen bir içgüdünün eseridir. İnsanlardaki ise aklın ve onların
siyasi kabiliyetlerinin sonucudur.
İbni Haldun; “Mülk” kelimesi ile “Devlet” kelimesini
Mukaddime’de aynı manada kulanmış gibi görülmektedir. Mülk
kelimesi, hükümdarlık, hükümdarlık onuru, hükmetme, yönetme,
yürütme karşılıklarını taşımaktadır. Prof. Dr. Ümit Hassan; İbni
Haldun’da mülk-devlet ilişkisini şöyle tanımlıyor: Mukaddime’de
mülk terimi temel kurumu, temel örgütü belirtmektedir. Zaten İslam
kültüründe; din ve devlet, din ve mülk, din ve sultan terimlerinin
böyle birlikte olarak sık sık kullanılması mülk ve devlet
terimlerinin etimolojik açıdan aynı köke varan yakınlığını ortaya
koymaktadır. Mukaddime’de mülk kelimesinden başka devlet kelimesi
de geçmektedir.(58)
İBNİ HALDUN’DA DEVLET VE
EGEMENLİK İLİŞKİSİ
İbni Haldun, devletin meydana gelişini bir bakıma idare
edenlerle idare edilenler farklılaşması olarak izah etmektedir.
Devletler, göçebe toplulukların zamanla gelişerek,
zenginleşerek yerleşik hayata yönelmeleri ve kendi başlarına
siyasi bir teşkilat kurmaları sonucu oluşur. “Asabiyye” bağı
kuvvetli, cesur ve savaşçı göçebe cemiyetlerin zengin ve gevşemiş
yerleşik cemiyetleri yenip, onların yerlerine geçmeleri sonucu
ortaya çıkmaktadır.(59)
İbni Haldun’a göre devletin kurulması hükümdarın “Asabiyye” bağı
kuvvetli bir soyun desteğini de gerektirmektedir. Buna karşın, her
“Asabiyye” sahibi devlet kurarak hükümdar olamaz. Cemiyeti
kendisine boyun eğdiren, vergiler toplayan, kendini saydıran ve
sınırları koruyan hükümdar olabilir. İbni Haldun, yazılarında,
“egemenlik” kavramına değinmekte, egemenliği içten en üstün
otorite, dışarıya karşı da bağımsızlığı gerektirdiğini, devlet
için zorunlu bir uygulama olduğunu ortaya koymuştur. İbni Haldun;
egemenliğin niteliği ile ilgili bu düşünceleri modern devletin
ayırıcı özelliği olarak savunan Jean Bodin’den 300 yüzyıl
önce savunmuştur.
İbni Haldun’a göre devlet normal olarak birbiri ile rekabet
halindeki değişik kabilelerden birinin diğerine üstün gelmesi ve
onları yönetimi altına alması ile başlar. Başlangıçta bu üstünülk
yönetici durumuna geçen kabiledeki asabiyye bağının diğer
kabilelerden çok daha kuvvetli olmasından ileri gelir. Bu yüzden
devlet ilk kuruluş döneminde yabancı bir kuvvet olup, halkı sırf
kuvvet ve baskı üstünlüğüne dayanarak idare eder. İbni Haldun’a
göre, devlet başkanlığı bir soyda karar kılıp, hükümdarlık düzeni
içinde birinden diğerine geçmeye başlayınca insanlar devletin
kuruluş safhasını unutur ve onu benimsemeye başlar. Bundan sonra
hükümdarlık; o soydan gelenlerin tabii bir hakkı ve onlara boyun
eğmenin dini bir görev ve inanç olduğu fikri yerleşir. Toplumda bu
inanç yerleştikten sonra, insanlar inançları için savaştıkları
gibi devletin ve yöneticilerinin düşmanları için de savaşırlar.
İbni Haldun; devletin kuruluşunda, psikolojik bir etkenin de
rolüne işaret eder. İnsan çoğu kere yenilgisinin kuvvet noksanlığı
gibi tabii bir sebebe dayandığını kabul etmez. Yenenin üstün
niteliklere sahip olduğuna yorumlar. Bundan sonra kişi bütün iş ve
haraketlerinde kendisini yeneni örnek alır. Onu kendine model
alır. Veya kendisine üstün gelen kimsenin “Asabiyyet”ten ve
kuvvetten önce mezhep ve mesleğinden ileri geldiği sonucuna varır.
Yenilgiye uğrayan kabile kendisini yenen soyun giyim ve
kuşamlarını olduğu kadar din, mezhep, örf ve adetlerini de
benimser ve ona benzemeye çalışır. İşte bütün bu gelişmelerden
sonra, başlangıçta sevilmeyen soy ile halk arasında “Asabiyye”
bağını gereksiz kılan yeni bir dayanışma türü oluşur. İbni
Haldun’un toplumu bu tür analiz yöntemi günümüzdeki; sosyal
psikoloji ve hukuk sosyolojisi yöntemlerine tamamen uygundur.
De Facto (fiili) yönetimden De Jure (Hukuki-meşru)
yönetmeye geçiş olgusunu 19. yy.ın sosyologları bile bu kadar açık
bir şekilde ifade edememişlerdir, dersek İbni Haldun’u abartmış
sayılmayız.
İbni Haldun; devletin iki temel üzerinde kurulduğunu, bunların
“Asabiye” ve ekonomi olduğunu vurgulamaktadır. Bu iki kurucu unsur
devleti yalnızca kurmakla kalmaz, devleti hayatı boyunca etkileyen
ve ondan etkilenen güçleri oluşturmaktadır.(60) Ekonomik güç ile
“Asabiyyet” arasında sıkı bir ilişki olduğunu, İbni Haldun,
Mukaddime’de; “kazançla, istihsallerin ve çalışmaların azalması
ile “Asabiyyet”in kaybolması ve neticede acze doğru gidileceği
unutulmamalıdır.” Satırları ile açıkca belirtmektedir.(61)
İbni Haldun’a göre; egemen olan siyasi iktidara da sahiptir. Ancak
belirli bir siyasi iktidara sahip olmak egemenlik kurmak için
hükümdarlık etmek yeterli değildir. İktidar; egemenliğin zorunlu
koşuludur, fakat yeterli koşulu değildir. Belirli bir iktidara
sahip olduğu halde hükümdarlık düzeyine erişememiş örgütlenmelere
tarihte rastlanılmaktadır.(62) İbni Haldun, bu durumu eserinde
şöyle örnekliyor “Berberi Hükümdarlarından birçoğu Kayrevan’da
Ağleb Oğulları hükümet sürdüğü çağda ve Abbasiler devletinin ilk
günlerinde hükümet süren Arap kavminden olmayan İranlı hükümdarlar
gerçek manası ile hükümdar değildiler. Çünkü bunların hepsi de
devletlere mahsus olan şeyleri yapacak kudrette değillerdir.”(63)
İbni Haldun, iktidar olmak için; “uyruklarına boyun eğdirme” vergi
toplama,temsilci heyet yollama, sınırları koruyabilme
koşullarınıda yeterli bulmuyor. Siyasi örgütlenmenin nicelik
nitelik yönünden belirli bir güce erişmiş olması şartını
aramaktadır. Yurdundaki bütün asabiyyetleri yenerek, bu asabiyyet
sahiplerini yönetimi altına alamayan ve her muhalif kuvveti
ortadan kaldıramayan, kendi egemenliğinin üstünde başka bir kuvvet
ve egemenlik bulunan siyasi örgüt, düşünüre göre hükümdarlık
değildir. Bu yönetim biçimleri; hükümet süren bey ve eşrafın
başkanları olup, başka bir devletin hükmü altında toplanmışlardır.
Bu tarz emirlikler (derebeylikler, feodaliteler) memleketi geniş
olan devletlerde görülür.(64)
İbni Haldun devletin egemenliği ile ilgili açıklamalarını değişik
boyutlarda değerlendirmektedir. Örneğin; egemenlik sahibi mülk ile
yalnızca sınırlı bir coğrafi bölgedeki belirli bir grup üzerindeki
siyasi iktidar ilişkisini karşılaştırarak; “gerçek mülk” ile
“sınırlı mülk” ya da (nakıs mülk) ayrımı ile ifade etmektedir.
İbni Haldun “nakıs mülk” kavramını delvet içi iktidar ve
devletlerarası bağımlılık-bağımsızlık ilişkisi bağlamında
kullanmaktadır. İbni Haldun’a göre delvet içi iktidarın
egemenliğin sahibi hükümdardan diğer bir unsura kaymış olması
örneğin “Hâcib”in (Vezir) iktidarı ele geçirmiş bulunması,
hükümdarlıktaki tamlığı noksan kılmış demektir. İktidarı kazanan
bu kişi mevcut hükümdarla aynı asabiyyeti taşıyor olabileceği
gibi, vezir, köle, azatlı ya da himaye altında buunan kimselerden
biri de olabilir. Bu şekilde iktidarın hükümdardan başka kişi ve
merkezlere kayması, “devlet içi”, yöntemle ilgili bir gelişmedir.
Bu gelişme “hükümdarın” yönetimden uzaklaştırılması ve hükümdarın
denetim altına alınması” halinde ortaya çıkar. (65)
İbni Haldun, devletin hakiki mülk olduğunu belirtmiştir.
Hükümdarın iktidardan uzak bırakılması düşünüre göre
devletinbünyesine ilişkin bir durumdur. Ama bu, devletin bütünüyle
egemenlik ve bağımsızlığı ile ilgili bir siyasi değişme değildir.
Devletin bağımsızlık ve egemenlik acısından “nakıs” mülk
haline düşmüş bulunması, iki halde olmaktadır. İlki; iktidara
sahip olduğu halde hükümdarlık düzeyine ulaşmıyan
örgütlenmelerdir. Örneğin; Kayrevandaki Ağleb Oğlullarından birçok
Berberi Hükümdar ile Abbasi devletine bağlı Arap olmayan
hükümdarların durumu Düşünür’e göre böyledir. İkinci durum;
devlette yine “nakıs” mülk derecesinde olan emirliklerdir.
Bağımsız ve bağımlı devlet tipleri İbni Haldun’un devlet
niteliklerinin üzerinde durduğu ve “nakıs” gördüğü siyasi
yapılanmalardır. Diğer bir yönetim biçimi ise; “devlet içi
iktidarın el değiştirmesi ile ilgili gelişim”dir. Bu; hükümdarın
yönetimden uzaklaştırılması veya “hükümdarın denetim altına
alınması” biçiminde oluşmaktadır.(66)
İbniHaldun;Devlet içi iktidar ilişkileri ile devletin bütününe ait
durumları birbirinden dikkatli bir biçimde ayırmaktadır. İbni
Haldun’un neden, bağımsızlık şartları bakımından yetersiz kalan
devletlere “Nâkıs mülk”, devlet içi iktidar paylaşımı ile ilgili
gelişmeler sonucu ortaya çıkan ve hükümdarın iktidardan uzak
düşürüldüğü devletlere “nakıs mülk” terimini kullandığı
düşündücüdür. Bu oluşumun çözümü; İbni Haldun’un siyasi yapı ve
örgüte ilişkin görüşlerinin açığa çıkarılmasına önemli ölçüde
yardımcı olabilir. İbni Haldun’un iktidara ilişkin gelişmeleri
devletin yapısı için kullandığı terimle açıklaması bilinçli bir
yaklaşımdan kaynaklanıyor. O’na göre; devletin bağımsızlık
koşulları yönünden kayba uğraması devleti nasıl zayıf düşürecekse,
iktidarı devletin kurucusundan uzaklaşarak yeni unsurların eline
geçmesi de bu kez bağımsız bir devleti zayıflığa
sürükliyebilecektir. O, konuya normatif bir yaklaşımda
bulunmaktadır. Yani düşünürü ilgilendiren temel sorun devlet
olgusudur. Siyasi otorite (hükümdar) ile siyasi iktidar (vezir,
yardımcı vs.) ayrımı olduğunda devletin gücünden kayba uğraması
söz konusudur. Böylece devlet gittikçe zayıf düşebilecek, durum
yalnızca bir iktidar sorunu olmaktan çıkabilecek, devletin
egemenliğine gölge düşüren gelişmeleri doğurabilecektir.(67)
İbni Haldun’un Devlet-mülk egemenlik ile ilgilibu görüşleri, genel
kabul görün düşüncelerdir. İslam boyutları çerçevesindeki bilgi ve
gözlemlerine dayanarak geliştirdiği bu teori, sonuçta
kendiliğinden genel kabul gören (evrensel) düşünceler olmuştur.
Prof. Dr. Ümit Hassan diyor ki, “Sağlıklı veri ve bulgularına
dayanarak ortaya koyduğu görüşleri, vardığı sentez ve bu sentezi
belirli bir sistematik altında işlemesi evrensel siyasi olguların
ipuçlarını veren bir teorinin meydana gelmesine ön ayak olmuştur.
İbni Haldun’un verilerini derlediği mekan-zaman için ortaya
koyduğu siyasi görüşler, bu gün için bile tarih değil sonuçları
bakımından, tartışma götürmiyecek bir değer taşımaktadır.(68)
DEVLET ŞEKİLLERİ
Devletin gelişmişlik düzeyine ulaşmış cemiyetlerde yerleşik
hayatın ortaya çıkardığı karmaşık meseleleri çözmek, hükümdarın
yetkilerini belirtip sınırlamak için devletlerin belirli bir
siyaset izlemeleri gerekmektedir. Yoksa, devlette düzen kalmaz,
hakimiyet yerleşmez ve sonunda devlet yokoluşa gider. Göçebe
topluluklarda nüfus azlığı herkesin birbirini tanıması, nesebin
açıkca belli oluşu asabiye bağından kaynaklanmaktadır.
Bu bağın sağladığı doğal gelenekler yeterlidir. Fakat, gerek
muhtelif kabileler arası savaş, gerekse yerleşik cemiyetler haline
geçme sonunda bu ilk kabile halindeki yapı eski birlik ve
dirliğini kaybeder. Nüfus artar, neseb karışır, toplumda belirli
bir servet birikimi olur, mülkiyet artar. Böylece asabiyyet bağı,
bu karmaşık toplumu düzenleyecek kuvvetini kaybeder. Bu aşamada
soyları, yaşam tarzları, meslekleri birbirinden farklı
heterojen(karışık) bir insan toplumunu aynı düzen altında
yaşatabilmek için örgütlü, merkezi ve zorlayıcı gücün varlığı
zorunludur. İşte siyasi iktidar budur. Devlet budur.
İBNİ HALDUN’DA SİYASET ÇEŞİTLERİ
1) Akli siyaset, 2) Medeni siyaset, 3) Dini siyaset.
Akl-i Siyaset:
Akli siyaset, insanların akılları ile bulunup koydukları
kanunların devleti yönetme türüdür. Bilgiye ve akla dayanan bir
yönetme söz konusudur. Kamu yararına çalışır. İslami devletler,
akıl dışı ilahi emirlerle yönetildiklerinden özel bir durum
gösterirler, bu tip bir yönetim şeklinin dışında kalırlar. Şeriat
hükümleri genel ve özel bütün menfaatleri gözetmiş ve devlet
idaresi için gerekli bütün kaideleri koymuştur. Akli siyasetin bir
başka çeşidi ise,devlet idaresi cebir ve şiddete dayandığıdır.
Kamu yararı hükümdar yararına çıkarılan kanunlara tabidir. İbni
Haldun ikinci tip siyaseti, akli siyasetin kötü bir örneği
olduğu halde birçok devletler tarafından kullanıldığını ifade
etmektedir.(69)
Medeni Siyaset:
İbni Haldun’a göre, bu tip bir siyaset filozofların bahsettikleri
ideal siyasettir. Gerçekle ilgisi yok gibidir. Medeni siyasetin
esası, insanların idare olmaksızın barış ve huzur içinde
yaşamalarını hedef alır. Bu durum için her ferdin fazilet ve bilgi
sahibi olması gerekir. Gerçekleşmesi uzak bir olasılıktır.
Düşünür, filozofların bu gerçeği açıkca kabul ettiklerini ifade
eder.(70)
Dini Siyaset:Burada
ise, Allah’ın elçisinin haber verdiği şer’i kanunlar dairesinde
devletin idare edilmesidir. Dini kurallar insanın dünyevi ve dini
davranışlarını düzenlediği kadar devlet hayatında tutulması
gereken yolu da gösterir. İbni Haldun, İslam hükümdarları devleti
yönetirken, önce şeriat hüküm ve kaidelerine, sonra filozofların
ortaya koydukları etik prensiplere uymaya çalıştıklarını
yazıyor.(71)
DEVLETİN AMACI
Devletin faydası, toplumun her sınıfına şevkatle muamele
etmesindedir. Devletin kurulması insanların her türlü saldırıdan
uzak, barış içinde yaşamaları amacına yöneliktir. Düşünürün kendi
deyişi ile “hükümdarlık ve saltanat uyruğa hasıl olan izafi bir
vasıf olup devlet ile sultan ile uyruk arasında manevi bir bağ
olduğundan, uyruk hükümdara, hükümdar uyruğa nisbet edilir.”(72)
Yani, devletin ve hükümdarın varlık sebebi halkın yararına
oluşudur. Bundan dolayı hükümdar toplumunu koruma, onun
menfaatlerini gözetme, geçimini sağlama ve her sınıfına iyi
muamele etmek zorundadır. Düşünüre göre hükümdar demek, toplumu
olan ve toplumuna hükmü geçen kişi demektir. Bu ilişki yöneten ile
yönetilen arasında dostane ilişkiler gerektirdiğinden, halka
zulmetmek ve siyasi kudreti kötüye kullanmak bizzat devlet
kurumunu sona erdirebilir. İbni Haldun; çok zeki ve fevkalade
akıllı olmanın bir hükümet için pek aranır bir özellik olmaması
gerektiğini savunur. Şeytani bir zekaya sahip devlet
yöneticilerinin halkı daima istismar edeceğini, onu
katlanamıyacağı yükleri taşımaya zorlayacağını da ileri
sürmektedir.
İbni Haldun, devletin vakti gelmeden sona ermemesi için
iktisadi faaliyetlerden uzak kalmasını, hükümdarın ticari ve
iktisadi faaliyetlerin cazibesine fazla kapılmamasını, toplumunun
refahını düşünmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Sonuç olarak
İbni Haldun devletin ve bilhassa hükümdarın ana vazifesini
asabiyyet denen birlik kudretini daima diri tutması gerektiği
yönündedir.
İBNİ HALDUN’DA DEVLETİN DÖNEMLERİ
İbni Haldun, devleti statik (durgun) olarak değil dinamik değişme
halinde değerlendiriyor. Kuruluş, gelişme ve yıkılma safhalarını
inceden inceye gözleyerek sebeplerini araştırıyor.
O’na göre, devlet bir kere kurulup, hakimiyetini sağlam temellere
oturttuktan sonra, yani kendini meşrulaştırmayı başardıktan sonra
gittikçe kuvvetini ve kudretini geliştirir. Devletin fonksiyonları
değişik sahalara kadar yayılır. Böylece güven ve refah artar. Bu
durum bir taraftan toplumda bilim, sanat, gibi kültürel
kıymetlerin yerleşip gelişmesini sağlarken, öte yandan bu rahat
yaşam koşulları toplumun bir kesiminin yozlaşmasına da neden
olabilir.
İbni Haldun, devletlerin yozlaşıp gerilemesinde ve çökmesinde
hükümdar ailelerinin rol oynadığını belirtiyor. O, soyluluğu ve
asaleti hiçbir biyolojik temele dayandırmıyor. O bu tür
özelliklerin doğuştan olmayıp sonradan kazanılan özellikler
olduğunu belirtiyor. Ona göre, asalet, devlet kuran ataların
kahramanlık ve cesaretinde aranmalıdır. Böyle doğan soyluluk
ise,dört kuşaktan sonra tükenmektedir. Şöyle diyor: “Her zafer ve
şerefi kazanan o şerefi kazanmak için ne kadar çok emek sarfetmiş
olduğunu bilir. Bu şerefi kazandıktan sonra da bu şerefi
kazanmanın sebep ve vasıtası olan üstünlük ve özellikleri korumaya
ve devamını sağlamaya çalışır.(73)
Devleti kurucu kuşak ve onu izleyen kuşak; şeref, asalet gibi
değerlerin bilgisine sahiptir. Babanın kazandığı şeref ve asaleti
korumağa ve yaşatmaya çalışır. Üçüncü kuşak, kazanılmış olan şan,
şeref ve asaleti atalarını taklit yoluyla sürdürmeğe çalışır.
Sonraki yerleşik hayatın verdiği, zenginlikten uyuştuğundan,
devleti başka ikinci eller yönetmeye başlar. Dördüncü kuşak ise,
atalarının bütün çabalarını küçümser, asaletin kan yoluyla
geçtiğine inanarak kendisini herkesten üstün tutar. Halkın devlete
itaatini yanlış yorumlayıp onları hor görmeye başlayınca da halk
ayaklanır, neticede ya o soydan birini hükümdar yapar, ya da
sevilip sayılan başka bir soyun başa geçmesine çalışır. Yani İbni
Haldun’a göre; devlet kurucu, sürdürücü, taklitçi ve yıkıcı
olmak üzere dört kuşaktan sonra yıkılır.
Bu yaşanan süreç; bazen bir soyun erken bozulması ile
çabuklaşabilir. Veya; altıncı, yedinci kuşaklara kadar uzadığından
devlet hayatı daha uzun sürebilir.(74) Devletin ömrünü uzatan en
önemli sebeplerden biri de uzun süre başta bulunan hükümdar soyuna
ve yerleşmiş düzene karşı halkta yönetilme alışkanlığının
yerleşmesidir.
İbni Haldun’a göre devletlerin diğer çöküş nedenleri şunlar
olabilir:Yerleşik yaşam zamanla hükümdar ailesinde israf ve kötü
yönetim alışkanlıkları oluşturur. Hükümdar halktan uzaklaşmaya
işlerini aracılar vasıtasıyla gördürmeye başlar. Kötü yönetim ve
israf, iltimas sonucu ülkenin iktisadi dengesi bozulur.
Masraflarını karşılamıyan devlet yeni ağır vergiler koymaya, asker
sayısını azaltarak tasarruf da bulunmak gibi yanlış tedbirler
almaya başlar. Bu durumda toplum fakirleşir ve hükümdara olan
güven sarsılır. Devletin bu gerileyişi yönetim mekanizmasını ele
geçiren kişilerde iktidar hırsı ve çatışmalarını körükler.
Sarsılmış, zayıflamış merkezi otoritenin sınır illerini
koruyamaması, oralara asker gönderememesi üstüne bölgelerdeki
valiler ve beyler kendi bağımsızlıklarını ilan ederler.
Böylece yıpranan devlet ya parçalanma ya da bölünme sonucu
yıkılır. Bu durumlarda, çevrede daha güçlü, asabiyyet bağı
kuvvetli savaşçı, göçebe bir toplum tarafından devlet ele
geçirilir. Bu yeni devlet de aynı sondan kendini kurtaramaz.
İbni Haldun; devlet hayatını canlı bir organizmanın yaşantısına
benzetmektedir.
İbni Haldun’a göre, devlet, doğan, büyüyen ve ölen bir
organizma kimliğindedir. Canlı varlıklar için zorunlu olan bu
yasa dışında bir yasa yoktur. Toplumlar için gelişme devresini
tamamlamak ve yeniden başlamak zorunluluktur. Onlar hiçbir zaman
sürekli gelişme gösteremezler. Her toplum aynı gelişmeyi yaşamak
zorundadır. İbni Haldun, “tarihi kadercilik” anlayışı getirmiştir.
Düşünüre göre ferdi organizma ile devlet organizasyonu benzer
değil aynıdır.
Devleti, doğan, büyüyen ve ölen bir organizma olarak kabul eden
İbni Haldun, ferdi organizmanın yaşama safhaları olarak kabul
ettiği safhaları devlet için de düşünmektedir. Örneğin; İbni
Haldun; zamanındaki doktor ve müneccimlerin normal insan hayatının
120 yıl olduğunu iddia etmeleri üstüne, devletin de normal yaşam
süresinin 120 yılı aşamıyacağını düşünür. İnsan ömrünü her biri 40
yaş olmak üzere 3 döneme ayırır. Bu dönemler “tezayyüt yaşı”
(gelişme), “vakuf yaşı”, ve “rücu yaşı”dır. İbni Haldun; insan
yaşamı ile devlet yaşamı arasında bazı benzetmeler yaptıktan sonra
sonunda devleti üç döneme ayırarak inceler.
Bunlar: 1) Kuruluş
dönemi, 2) Yükselme Dönemi, 3) Gerileme ve Çöküş Dönemi.
1) KURULUŞ DÖNEMİ:
Toplumun kuruluş dönemini kapsamaktadır. İbni Haldun devletin bu
döneminde, devletin kaynağına ilişkin teorilerden yana
gözükmektedir. O’na göre her toplumun başlangıç noktasında bir şef
ve onunla aynı kandan gelen akraba yeralmaktadır. Fakat bu sadece
bir başlangıçtan ibarettir. Bu başlangıcın hemen ardından toplumda
devamlı bir mücadele başlar. İbni Haldun, devletin bu mücadele
sonunda oluştuğunu ileri sürmektedir.
Kuruluş döneminde, muhalefet edenler sindirilir ve yenilgiye
uğratılır. Bu devre amaca ulaşmak için; karşı koyanları boğma,
devlet ve tahta sahip olma ve önce hükümet sürmüş olanların
elinden devleti çekerek alma dönemidir. Bu dönemde, devlet
örgütlenmesinin bütün şartları tam anlamı ile yerine getirilemez.
Bu dönemde sosyal dayanışma aynı kandan gelme gibi, bir maddi
olguya dayanmaktadır. Daha sonraları bu kabile diğer aşiretlerden
katılmalar sonucunda, kandaşlık özelliğini yitirmektedir.(75)
İbni Haldun’a göre, kuruluş döneminde henüz toprağa tam bağlanma
yoktur. Yöneten ve yönetilenler ayrımı tamamen birbirinden
ayrılmamıştır. Kollektif bir karakterdedir.
Devletler, kuruluş döneminde hükümdarlığın gereklerinden uzak
bulunurlar. Devlet bu dönemde teşkilat işini tamamlamak için
yardımcı uruk ve boylara muhtaçtır. Devletin mutlak yetkilerinden
olan işlerde bile tam bir hükümdar davranışına rastlanmaz.
Devletin mutlak yetkilerinden olan işlerde bile tam bir hükümdar
davranışına rastlanmaz. Devletin başında bulunan kimse ululuk
göstermek; vergi toplamak, askeri güvenlik sağlamak hususlarında
kavmi için bir örnek teşkil etmeye çalışır. Özetle şunu
söyliyebiliriz ki; kuruluş döneminde, ekonominin yürütülmesi,
siyasi davranış ve sosyal biçimlenme yönünden devlet henüz
uygarlık kazanamamıştır.(76)
2) YÜKSELİŞ DÖNEMİ:
Yerleşik toplumu işgal ederek kuruluş dönemine başlayan göçebe
toplumun bu dönemi uzun süre devam etmemektedir. Göçebe toplum
hazeriliğin yani yerleşik hayatın koşularına göre değişikliğe
uğramaktadır. Yükseliş dönemi, yıkılışa değin bu dönemdedir. İbni
Haldun’a göre bu dönemde toplumu, “istibdat” ve “ferağ” olmak
üzere iki tavır karakterize etmektedir.
İstibdat dönemi iktidarın tamamı ile bireyselleştiği devredir.
İbni Haldun, etnolojik terminoloji bakımından bu devreye “Medine”
sözcüğünü kullanmıştır. Medine sözcüğü Arapçada “Site”
karşılığındadır. Bu devrede toprağa yerleşme söz konusudur. Toplum
göçebelik karakterini tamamen yitirmiş yerleşik bir kimlik
kazanmıştır. Düşünürün değimi ile “medeni” uygar, civil
olmuştur.
Baskı devresi her şeyden önce, hükümdarın kavmini baskı altına
alarak devleti kendi başına idare etmeye başladığı dönemdir. Bu
dönemde bile eski asabiyyet tamamı ile çözülmez. Baskı yönetiminin
kuruluşuna rağmen, hükümdarın kandaşları hala bir güç olarak
mevcut bulunurlar. Hükümdar gerçek bir hükümdardır. Devlet başkanı
bu dönemde köleler edinmeğe ve adamlar besleyerek onları kendisine
yardımcı yapmaya çalışır. Burada amaç; devleti kendisi ile
paylaşan ve devlette hükümdarın kendi hissesi nisbetinde payları
bulunan mensup olduğu uruğ ve boyları fakir düşürmektir. Bu
dönemde hükümdarı devletin kuruluş çağından daha güç engeller
beklemektedir. Kuruluş döneminde kollektif bir eylemle yabancıları
koğmuşlar, hasımlarına karşı birlikte çalışmış ve çarpışmış
bulunurlar. Halbuki hükümdar bu ikinci devrede, akrabalarını
uzaklaştırmakla uğraşmaktadır. Yardımcısı azdır, bunlarda
yabancılardır.(77)
Burada İbni Haldun’un sözünü ettiği baskı (istibdat) dönemi özel
bir dikta hali olarak anlaşılmamalıdır. Devletin devlet olması
için gerekli olan yönetimin gereğidir. Yani devlet ve hükümdarlık
politikası mahiyeti icabı devleti idare eden hükümdarın şiddet
kullanmasını icap ettirmektedir.(76)
Yükseliş döneminin ikinci aşaması olan ferağ tavrı, taklit yolunun
sosyal yaşantıyı tümüyle etkisi altına aldığı devreyi ifade eder.
yani Bedevilik, Hazeriliğe dönüşmekte başka bir deyimle göçebe
toplum, geleneksel kimliğinden tamamı ile sıyrılarak kendini
taklit yoluyla işgal ettiği uygar toplumun yaşantısına
uydurmaktadır. Askeri “militer” güç itibariyla üstün bulunan
göçebe toplum, uygarlık bakımından üstün bulunan yerleşik toplumu
taklit etmekte ve onun içinde eriyip gitmektedir. Burada ilginç
olan yön, militer gücün en yüksek erdem sayıldığı dönemde İbni
Haldun’un, göçebe toplumlara özgü meziyetlere hayranlığını
belirtmekle birlikte taklit sürecinin, yüksek uygarlıktan aşağı
uygarlığa doğru işleme tarzına işaret etmiş olmasıdır.(77)
Hükümdarın mutlak iktidarının yerleşmiş bulunduğu bu döneminde,
artık iktidarı pekiştirmekten çok iktidarın nimetlerinden
faydalanmak sözkonusuur. Rahatlık çağı başlamıştır. Rahatlık
gösterişe, şatafata dönük bir rahatlıktır. Hükümdarlar bu devrede
para ve servet toplayarak büyük binalar, köşkler, kaleler, büyük
şehirler ve heybetli heykeller inşa ederler. Kavimlerinin ileri
gelenlerinden huzuruna gelen heyetlere bağışlarda, ihsanlarda
bulunurlar. Maiyetinde bulunanların sayılarını çoğaltır, onlara
para verir, derece ve rütbelerini yükseltirler. Sonuçta; devleti
kuran asabiyye çözülür. Devlet yönetiminde yeni bir “seçkin
zümre” oluşur. Hükümdarın gücü doruğuna ulaşır.
Çevresidekilerin şeref ve kuvvetleri artar. Bunlar para ve servet
toplarlar.
3) GERİLEME VE ÇÖKÜŞ DÖNEMİ:
İbni Haldun gerileme ve çöküş dönemini, hayatın son iki aşamasını
içine alan “müsalemet” (barış) ve “israf” (gereksiz harcama) olmak
üzere iki madde olarak ifade etmektedir.
Barış (Müsalemet) dönemi:Bu
aşamayı ifade eden özellik, kanaat ve barışçılıktır. Yani
pasifliktir. Göçebe toplumun taklit yoluyla uygarlığa kavuşması,
kendisine savaşçılığını unutturmuş, askeri karakterini
yitirmiştir. Bu duruma girmiş toplumlarda artık ilk çekişmeler
başlar. Uç beyleri, merkezi hükümete kafa tutmaya başlar. İşgal
hevesleri belirir. Devletin sınırları içinde taze asabiyyet sahibi
aşiretler harekete geçebilir. İbni Haldun gerileme olgusunu sadece
askeri gücün çökmesine değil,sosyal sebeplere de bağlamıştır.
Gerileme; uygarlık açısından, askeri gücün azalması, iç ve dış
güvenliği yıpratarak yıkılışa yol açabilir.
Barışın hakim olduğu dönemde önceki hükümdarlar örnek alınır,
onlara benzer bir yaşam sürdürmek istenir. Hükümdarların
seleflerinin yolunu takip etmenin en doğru yol olduğuna ve onların
izinden ayrılmanın devlet ve yurdun düzeninin bozulması ile
sonuçlanacağına inanılır. Seleflerinin kendilerinden daha isabetli
fikir sahibi olduklarına ve bu isabetli düşünceleri sayesinde
devlete ululuk ve şeref kazandırmış bulunduklarına inanırlar.
Rahatlık ve sukunet sosyal hayatın tabii bir hali olur. Bu dönem,
devletin eriştiği doruğun, mütevazi olmayan inişini de yaşatır.
İsraf (Gereksiz Harcama) Dönemi:Bu
dönemde; israf, saçıp-dağıtma temel davranış biçimi olur.
Hükümdarlar ve çevreleri bu dönemde, kendilerinden önce hükümette
bulunanların topladıklarını şehvet, arzu ve zevkleri uğrunda
harcarlar. Askere ayrılan masrafları kendi arzuları için
sarfederler. Hükümdar ordu örgütü ile ilgilenmez. Ordu teftiş
edilmez. Böylece askeri güçlerde bozulmuş olur.(78)
İsraf döneminde; hanedanın bozulması son demine varmıştır. Saray
mensupları işi tamamen zevk ve eğlenceye vururlar. Bunun sonucu
ise ağır vergiler olur. Yaşam halk için çekilmez hale gelir.
Genel özellikleri verilen bu döneme; İbni Haldun can çekişme
dönemi adı vermektedir. Düşünüre göre, ölüm bireysel
organizmalar için olduğu gibi toplumsal organizmalar için de
geçerlidir. Her doğan canlı sonunda ölecektir. Bu süreç toplumda
ise, bir diğer toplumun kendi yerini alması biçiminde
gerçekleşmektedir. Yani toplum dışarıdan gelen bir darbe ile son
bulacaktır. Düşünüre göre, yeni bir göçebe toplum bu darbeyi
yapacak ve yukarıda ifade edilmeye çalışılan süreç yeniden
yaşanacaktır. İbni Haldun, bu sürecin müddetini de belirtmiştir,
toplumsal organizmalara her biri 40 yıl süren 3 kuşak yani 120
yıllık bir ömür tanımıştır.
SONUÇ YERİNE
İbni Haldun; tarihsel öneme sahip önemli eseri “Mukaddime”de tarih
ve toplum metodolojisini şöyle açıklıyor: “Mukaddime’nin
hedefi, sosyal kaide ve kanunları, kavimlerin,
asırların,ülkelerin, hallerini, olayların değişmek olduğunu, bu
değişmenin tesirlerini bilmek, sebep ve sonuçların
incelemek,devletlerin başlangıç ve değişmelerini icap ettiren
amirleri, bu devletleri yönetenlerin hallerini incelemektir.”(78)
demektedir.
İbni Haldun; “İlmül-Ümran” adın verdiği kuramında dönemine
göre,toplumbilimin adeta yeniden yapılanması denebilecek savlar
içeriyor. Tarihçi ve bir İbni Haldun araştırmacısı Prof. Dr. Ümit
Hassan, İbni Haldun için şöyle yazıyor:
“Olayları, toplum olayları olarak ele almış ve toplumları bağımlı
oldukları üretim biçimlerine göre değerlendirmiştir. Devlet ve
iktidar olgularına objektif karakteri itibariyla incelemiştir. Bu
kavrayış, düşünürün tarihe ve bilime objektif ve bağımsız olarak
yaklaşmasını mümkün kılmıştır. İbni Haldun “zahiri” ve
“batıni” tarih ayrımı ile bunu ispatlamıştır.(79) O dönemde
Batıda bile; öykücü tarih anlayışından kendini kurtaramamıştır.
İbni Haldun ise, batıni tarih anlayışı ilebütün öyküleri bir
tarafa iterek zaman içinde etkili olmuş, olaylar üzerinde durarak,
olayların ışığında, sosyal gerçekçiliği açıklamaya
çalışmıştır. Bu bakış açısı günümüz tarihçilerine,
topumbilimcilerine yön verecek öneme sahiptir.
Toplumbilimde gözlem metodunu hiç kimseden etkilenmeden uygulayan
İbni Haldun, çeşitli alanlarda Batılı düşünürlerin öncüsü
olmuştur.
Düşünceleri; Machivellio, Comte, Vico, Bodin, Montesguieu’nun
fikirleri ile karşılaştırılarak aynı seviyede kabul edilmiştir.
Batı devletlerinin yükseliş ve yıklış sebeplerini yapılarındaki
coğrafi şartlara göre araştıran ilk düşünür, Montesguieu’dur. İbni
Haldun’la arasında benzerlik vardır. Montesguieu; çeşitli
devirlerin tarihine ait gözlemlere dayandığı ve değişik toplumsal
şartların ürünü olan bir düşünür olduğu için kaderci değil,
ilericidir. İbni Haldun’un, Vico ile de münasebeti vardır.
İbni Haldun’dan 400 yıl sonra Vico toplumların asla
yükselmediğini, yükselip alçalmak üzere kavisini tamamlayıp yine
eski vaziyetine geldiğini iddia etmiştir. Vico, Descartes’in
rasyonalizmine dayandığı halde, İbni Haldun sırf kendi
gözlemlerine dayanmaktadır. İbni Haldun’la J. J. Rousseau
arasında da bir bakıma fikir münasebeti vardır. Rousseau,
“Toplum Sözleşmesi” adlı eserinde bir tür medeniyet karşıtlığı
fikrini yaymaktadır. Rousseau, genel kanının tersine olarak
sanayii ve edebiyatın insanları mutsuz ettiği görüşündedir. İbni
Haldun’da devletin yıkılışının sebebini ve bütün ahlaksızlığın
kökenini şehir ve sanayi hayatında bulmaktadır.(80)
XIV. yy’da toplum ve devlet ayrımını yapan İbni Haldun bu
yapılanmaları modern sosyologlar düzeyinde açıklamıştır. Toplum
yaşamının ve hukukun devletten önce olduğu, henüz teşkilatlanmamış
toplumların yazılı olmayan örf hukuku ile düzeni sağladığını
saptamıştır. Devleti gerçek sosyal yapısı ile ele alan İbni
Haldun, onu Aristo gibi “Müşterek hayrı sağlama” gayesi ile
kurulmuş bir topluluk olarak tanımlamakla yetinmemiştir. Ona göre
devletin gerisinde çeşitli sosyal olaylar ve olgular vardır.
Sosyal ve cemiyetler arası rekabet, savaş, iktidar hırsı, korunma
arzusu, vs. devletin kurulma sebeplerinden birini veya birkaçını
oluşturmaktadır. İbni Haldun, Aristo’nun aksine, devlette ortaya
çıkan değer ile devletin kurulmasına sebep olan olay ve olguları
birbirinden ayırabilmiştir.(81) İbni Haldun’un devleti sosyal
gerçeklik içersinde tüm çıplaklığı ile ele aldığını
göstermektedir. Bu bakımdan Machivelli ile İbni Haldun
arasında da benzerlik kurulabilinir.
Her ikisi de devletin siyasi ve tarihi temelleri üzerinde
durmuştur. Devlete yararlı olduğu ölçüde siyasete değinmişlerdir.
Her ikisinin de birleştikleri en önemli noktalar araştırma ve
incelemelerinde gözleme dayanmalarıdır.(82)
İbni Haldun, doğup gelişen devletlerin gelişmelerinin en yüksek
noktasında çökmeye başladıklarını söylemektedir. Bu görüşü
eleştirilmektedir. Bu düşüncenin, İbni Haldun’un gözlem alanının
sınırlı ve dar olmasından ileri geldiği söylenmektedir.
Prof. Dr. Tarık Özbilgen “İbni Haldun çok gezmiş ve gezdiği
yerleri tarihi yönden incelemekte de geri kalmamış, fakat bütün
bunlar sosyal rolativizmi kavramasına yetmemiştir. Henüz
endüstriyel çağın başlamamış ve ferdiyetçiliğin ortaya çıkmamış
olduğu bir dönemde yaşamış olması, teknik ve ferdi katkıların
sağladığı sürekli evrimi görebilmesini engellemiş ve onu
klimatolojik bölgeciliğe dayalı bir coğrafyacı fatalizme
götürmüştür” (83) demektedir.
Bugün bile tarihçiler ve toplumbilimciler arasında İbni Haldun’un
düşünceleri eleştirildiğinden fazla haklılık payı verilmektedir.
İbni Haldun’u değerlendirirken yaşadığı dönem gözardı edilmeden
hakkında yargılara varılması daha nesnel görülmektedir. O’nun bir
çok tesbiti kendisinden sonra gelen sosyologlar tarafından hatta
günümüzde bile önemli ölçüde haklılık payı bulmaktadır.
Denir ki; İbni Haldun, bütün araştırmasını bir hanedan
idaresindeki sultanlıklara yönlendirmiştir. Kendi zamanındaki
Hıristiyan devletlerinden ve Yunan-Roma medeniyetlerindeki devlet
tiplerinden bahsetmemiştir.
İbni Haldun’a yöneltilen bir eleştiri de “iklimin” devlet
yaşamı üzerindeki ekisi ile ilgilidir. O, “ılımlı iklimin hakim
olduğu Akdeniz bölgesi dışındaki bütün halkları barbar sayan Antik
Yunan’ın coğrafyacılık anlayışına benzediği için
eleştirilmektedir. Daha sonra Montesguieu’da soğuk iklimin
üstünlüğü görüşünü savunmuştur. Bugün kabul edilen gerçek ise,
geri toplumlarda tabiatın uygarlığa, ileri toplumlarda uygarlığın
tabiata egemen bulunduğu merkezindedir.(84)
İbni Haldun’la ilgili olarak yapılan övgüler ve eleştiriler her
toplumbilimci gibi O’nunla ilgili olarak da yapılmıştır. Bu olağan
bir durumdur. Eleştirilerin her biri bir başka kültür
çevresinin, bir başka tarihsel dönemin ürünüdür. Doğru
yaklaşım İbni Haldun’u yaşadığı dönem içinde ele almak ve
anlamaya çalışmaktır. O’nun önemi bundan kaynaklanmaktadır.
Bilimde ve doğal olarak toplumbilimde son durak yoktur. Bu süreç
sürgit yaşayacaktır. Bu durumu, en nesnel olarak kendisi şöyle
ifade ediyor:
“Allah’ın doğru düşünce ve açık bilgi bağışladığı kulları bizden
sonra yetişerek bizim bu eserde yazdığımızdan ve anlattığımızdan
daha geniş ve daha derin surette bu bilginin meselelerini inceler
ümidindeyiz. Bir bilgiyi ilk önce ortaya koyan kimsenin vazifesi o
bilginin konularını tayin etmek, kısımlarına ayırmak, o bölümlerde
incelenen konular hakkında söz söylemektir. O kimseden sonra
yetişenler ise o bilgi ile ilgili olan meseleleri azar azar o
bilgiye eklerler ve onu bu yolda ilerletirler.”(85)
Bir dünya mirası olan bilgi denizi böyle oluşuyor. Ne mutlu o
denize damlayanlara...
DİPNOTLAR
57) Mukaddime:C. I, s. 320-330.
58) HASSANÜmit: age, s. 256-257.
59) Mukaddime:C. I, s. 370-371.
60) HASSANÜmit: age, s. 242.
61) Mukaddime:C. I, s. 372.
62) HASSANÜmit: age, s. 258.
63) Mukaddime: C. I. s. 473.
64) HASSANÜmit: age, s. 259.
65) Mukaddime: C. I, s. 467.
66) HASSANÜmit: age, s. 262-263.
67) HASSANÜmit: age, s. 263.
68)HASSAN, Ümit: age, s. 265-266.
69)Mukaddime:C. II, s. 131
70) Mukaddime:C. II, s. 39
71) Mukaddime: C. II, s. 131-132.
72) Mukaddime:C. I, s. 503-504.
73)
Mukaddime:C. I, s. 365.
74) Mukaddime, C.I, s. 438-441.
75) HASSAN, Ümit:age, s. 280.
76) HASSAN, Ümit:age, s. 280.
77) HASSAN Ümit:age, s. 282.
76) Mukaddime: C. I, s. 386.
77) ÖZBİLGEN, Tarık:age, s. 216-217.
78) Mukaddime: C. I, s. 64-65.
79) HASSANÜmit: age, s. 297.
80) ÜLKEN H. Ziya: İslam Düşüncesi, s. 342, İstanbul, 1993.
81) İbni Haldun, age, s. 359.
82) ÜLKEN, H. Ziya: age, s. 343.
83) ÖZBİLGEN, Tarık:age, s. 219.
84) ÖZBİLGEN, Tarık:age, s. 224-225.
85) Mukaddime:C. III. s. 352.
BİBLİYOGRAFYA
ABADAN Yavuz:Devlet Felsefesi, Ankara, 1959
ADIVAR A. Adnan:Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul, 1979.
AYASBEYOĞLU Nevzat:İbni Rüştün Felsefesi
ÇAĞATAY Neşet:İslam Tarihi, İstanbul, 1992.
DAVER Bülent: Siyasal Bilme Giriş, Ankara, 1968.
FINDIKOĞLU Z. Fahri: İbni Haldun’un Hayatı ve Fikirleri,
GÜRKAN Ülker: Hukuk Sosyolojisi Açısından İbni Haldun, Ankara
1967.
HASSAN Ümit: İbni Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi, Ankara,
1988.
HASSAN Ümit:Mukaddime Metninin Yagınlık Kazanması Üzerine Notlar,
SBFD, CXXVIII s. 3-4, 1973, Ankara, 1975.
NAİMA Mustafa:Naima Tarihi (Çeviren Zuhuri Danışman) C. I.
İstanbul, 1967.
ÖZBİLGEN Tarık: Hukuk Sosyolojisi Dersleri, İstanbul, 1971.
TOPÇUOĞLU Hamide: Hukuk Sosyolojisi Dersleri, İstanbul, 1965.
TUNAYA T. Zafer:Türkiye’nin Siyasi Gelişmeleri, İstanbul, 1990
UÇAN K. Zakiri:Mukaddime Çevirisi, C. I-II-III, İstanbul, 1954, 2.
ÜLKEN H. Ziya:İslam Düşüncesi, İstanbul, 1993
HALDUN İbni:Mukaddime, Çeviren Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları,
İstanbul 1988.
İBNİ Haldun:Mukaddime, Çeviren:Turan Dursun, Sol Yayınları, 1977,
Ankara.
İBNİ Haldun:Mukaddime; Çeviri Zakir Kadiri, Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları.
YAYINLANMIŞ YAPITLARI
- ÇERKES ETHEM OLAYI
- ALEVİLİK OLAYI
- ALEVİ TÖRENLERİ
- ALEVİLİK ÜSTÜNE NE DEDİLER
- ATATÜRK VE ALEVİLER
- TOPAL OSMAN OLAYI
- YAŞAYAN ALEVİLİK
- ALEVİ SORUNU ÜSTÜNE DÜŞÜNCELER
- ŞERİAT VE ALEVİLİK
- BİHATAYIK, EVLADI
-
KERBELAYIK
-
ANADOLU’DA ALEVİ-BEKTAŞİ DERGAHLARI
- ŞAHA DOĞRU GİDEN KERVAN
- BENİM KABEM İNSANDIR
-
ALEVİLER NE YAPMALI
-
ŞAMANİZM
- ANADİLDE İBADET |