Bu
konuşma tümü bir defada okunmak için çok uzun görülürse altı
bölüme ayrılabilir. Birincide bilimlerle ilgili çeşitli
belirlemeler, ikincide yazarın aradığı yöntemin başlıca kuralları,
üçüncüde bu yöntemden çıkardığı ahlak kurallarından bazıları,
dördüncüde metafiziğinin temellerini oluşturan Tanrı'nın ve insan
ruhunun varlığını kanıtlamasını sağlayan nedenler, beşincide
fizikle ilgili olarak araştırdığı sorunların düzeni ve özellikle yüreğin deviniminin ve
hekimlikle ilgili bazı başka güçlüklerin açıklaması, sonra da
ruhumuzla hayvanların ruhu arasındaki ayrım ve sonuncuda doğanın
araştırılmasında şimdikinden daha ileri gitmek için gerekli
olduğuna inandığı şeyler ve bu konuşmayı hangi nedenlerle yazdığı
bulunacaktır. (1)
BİRİNCİ BÖLÜM
Sağduyu dünyanın en iyi paylaşılmış şeyidir: çünkü her kişi ondan
çok iyi pay almış olduğunu düşünür, her şeyden çok güç hoşnut
olanlar bile kendilerinde bulunan sağduyudan daha çoğunu istemeye
alışık değildirler. Bu konuda herkesin yanılması olası değildir:
ama bu daha çok aslında sağduyu ya da us denilen iyi yargılama ve
doğruyla yanlışı ayırt edebilme gücünün doğal olarak tüm
insanlarda eşit olduğuna tanıklık eder; böylece görüşlerimizdeki
çeşitlilik kimilerinin öbürlerinden daha ussal olmasından gelmez,
düşüncemizi değişik yollardan götürüyor ve aynı şeyleri düşünmüyor
olmamızdan gelir. Çünkü iyi bir zihne sahip olmak yetmez, önemli
olan onu iyi kullanmaktır. En büyük ruhlar en büyük erdemlere
olduğu kadar en büyük kötülüklere yatkındırlar; ancak çok yavaş
yürüyenler her zaman doğru yolu izliyorlarsa koşanlardan ve doğru
yoldan uzaklaşanlardan daha çok ilerleyebilirler.
Kendi payıma ben zihnimin başkalarının zihninden daha yetkin
olabileceğini düşünmedim, hatta çok zaman düşüncem başkalarınınki
kadar keskin, imgelemim başkalarınınki kadar açık ve seçik,
belleğim başkalarınınki kadar geniş ve aydınlık olsun istedim.
Zihnin yetkinliğini sağlayan daha başka nitelikler bilmiyorum;
çünkü usun ya da sağduyunun bizi insan kılan ve hayvanlardan
ayıran tek şey olduğu kadar onun tümüyle her kişide varolduğuna
inanmak ve bu yolda aynı tür'ün bireylerinin biçim'leri ya da
doğaları arasında değil, ancak raslant'ıları
(2) arasında çokluk ve azlık bulunduğunu söyleyen
filozofların ortak görüşünü izlemek istiyorum.
Ama gençliğimden beri beni bir takım belirlemelere ve kurallara
ulaştıran bazı yollar üzerinde bulunmuş olmakla çok şanslı
olduğumu düşündüğümü söylemekten çekinmeyeceğim; bu
belirlemelerden ve kurallardan giderek bir yöntem oluşturdum ve
onunla bilgimin düzeyini artırmanın ve onu, zihnimin
sıradanlığının ve yaşamımın kısalığının ulaşmama elverdiği en
yüksek noktaya, yavaş yavaş yükseltmenin yolunu buldum sanırım.
Çünkü bu yöntemin meyvelerini çoktan topladım, öyle ki kendi
üzerime verdiğim yargılarda kendine güven doğrultusunda olmaktan
çok güvensizlikten yana olmaya çalışmama karşın, tüm insanların
çeşitli eylemlerine ve girişimlerine filozof gözüyle baktığımda
bana boş ve yararsız görünmeyen hemen hemen hiçbir şey görmedim;
doğrunun araştırılmasında yapmış olduğumu düşündüğüm ilerlemeden
son derece hoşnut olmaktan ve gelecek için bu gibi umutları
beslemekten geri kalmıyorum, öyle ki insan adına yaraşır
insanların (3) uğraşları arasında tam
tamına iyi ve önemli olanın benim seçtiğim şey olduğuna inanmaktan
çekinmiyorum.
Bununla birlikte yanılmış olabilirim, altın ve elmas diye aldığım
belki de yalnızca biraz bakır ve camdır. Bizi ilgilendiren
şeylerde yanılmaya ne kadar yatkın olduğumuzu ve dostlarımızın
yargıları bizden yana olduğunda da bu yargıların ne kadar kuşku
götürür olması gerektiğini biliyorum. Ama bu konuşmada her kişi
yargılayabilsin diye hangi yolları izlediğimi ve yaşamımı bir
tablo gibi göstermekten ve böylece ortak söylentilerden benimle
ilgili edinilen görüşleri öğrenmekten hoşnut olacağım; bu, kendimi
öğrenmemin yeni bir aracı olacak, onu da yararlanma alışkanlığında
olduğum araçlara ekleyeceğim.
Böylece amacım burada her kişinin usunu iyi kullanması için
izlemesi gereken yöntemi öğretmek değil, ama yalnızca benimkini
hangi biçimde kullanmaya çalıştığımı göstermektir. Öğütler vermeye
kalkışanlar öğüt vermeye kalktıkları kişilerden daha usta
olduklarını sanıyor olmalılar; en küçük başarısızlıklarında
eleştirilesi olan onlardır. Ama içinde öykünülebilecek birkaç
örnek, belki de izlememekte haklı olacakları bazı başka şeyler
bulacakları bu yazıyı, yalnızca bir öykü gibi ya da dilerseniz
masal gibi sunmakla, kimseye zararlı olmaksızın kimilerine yararlı
olacağını ve herkesin açık yürekliliğime teşekkür edeceğini
umarım.
Çocukluğumdan beri bilimlerle beslenmiştim; onlarla, yaşama
yararlı olan tümüyle aydınlık ve güvenlik bir bilginin
kazanılabileceğine inandırıldığım için, onları öğrenmeye son
derece istekliydim. Ama tüm dersleri tamamlayıp alışıldığı üzere
bilginler arasına alınınca tümüyle görüş değiştirdim. Çünkü
kendimi öylesine kuşku ve yanılgıyla sarılmış buluyordum ki
öğrenmeye çabalamaktan kazancım ancak giderek bilgisizliğimi
ortaya çıkarıyor olmamdı gibi görünüyordu bana. Bununla birlikte
Avrupa'nın en ünlü okullarından birindeydim, dünyanın herhangi bir
yerinde bilgin insanlar varsa o insanların burada olduğunu
düşünüyordum. Orada başkalarının öğrendiği her şeyi öğrenmiştim;
yine de bize öğretilen bilimler bana yeterli görünmediğinden en
ilginç ve en az bulunur bilimleri (4)
inceleyen tüm kitapları elime geçtikçe okumuştum. Bununla birlikte
başkalarının benimle ilgili yargılarını biliyordum ve okul
arkadaşlarımdan bazıları hocalarımızın yerini doldurmak için
öngörülmüş olsalar da beni onlardan aşağı değerlendirdiklerini hiç
düşünmüyordum. Sonunda yüzyılımız bana önceki yüzyıllarda olduğu
kadar verimli ve iyi zihinlerle dolu görünüyordu. Bu da tüm öbür
yüzyılları yargılama ve dünyada bana önceden umut ettirildiği gibi
hiçbir öğreti olmadığını düşünme özgürlüğünü veriyordu.
Bununla birlikte okullarda yapılan uygulamaları beğenmekten geri
kalmıyordum. Orada öğretilen dillerin eski kitapların kavranılması
için gerekli olduklarını, masallardaki inceliğin zihinleri
açtığını, tarihin anılmaya değer eylemlerinin zihni geliştirdiğini
ve istekle okunduklarında yargının oluşmasına yardımcı
olduklarını, tüm iyi kitapların okunmasının onların yazarları olan
geçmiş yüzyılların en onurlu insanlarıyla bir konuşma,
düşüncelerinin en iyilerini ortaya koydukları düzenlenmiş bir
konuşma gibi olduğunu, güzel konuşmanın eşsiz güçleri ve
güzellikleri bulunduğunu, şiirin çok çekici incelikleri ve
hoşlukları olduğunu, matematiklerin çok ince buluşları olduğunu ve
bunların meraklıları hoşnut etmekte olduğu kadar tüm sanatları
kolaylaştırmakta ve insanların emeğini azaltmakta da çok yararlı
olabildiğini, görenekleri inceleyen yazıların erdem için çok
yararlı olan birçok bilgi ve birçok esin içerdiğini, dinbilimin
cennete gitmeyi öğrettiğini, felsefenin her şeyden söz edebilme
aracı olduğunu ve daha az bilenlerde hayranlık yaratmayı
sağladığını, hukukun, hekimliğin ve öbür bilimlerin onlarla
uğraşanlara onurlar ve zenginlikler getirdiğini ve sonunda tümünü
hatta en boş ve en karşılıksız olanlarını gerçek değerleriyle
tanımak ve onların bizi yanıltmalarından kaçınmak için incelemek
gerektiğini biliyordum.
Ama dillere, hatta eski kitapları okumaya, onların tarihlerine ve
masallarına yeterince zaman ayırmış olduğuma inanıyordum. Çünkü
öbür yüzyılların yazarlarıyla konuşmak hemen hemen yolculuk
yapmakla aynı şeydir. Göreneklerimizi daha sağlıklı
yargılayabilmemiz için ve hiçbir şey görmemiş olanların
yapageldiği gibi bizim alışkanlıklarımıza ters düşen her şeyin
gülünç ve usdışı olduğunu düşünmememiz için çeşitli halkların
görenekleriyle ilgili bir şeyler bilmek iyidir. Ama yolculukta çok
zaman harcadığımızda kendi ülkemize yabancı düşeriz, geçmiş
yüzyıllarda olup biten şeylere çok ilgi duyduğumuzda doğal olarak
bu yüzyılda olup biten şeyleri iyi bilemeyiz. Üstelik masallar hiç
de öyle olmayan birçok olayı olası gibi düşündürür; en doğru
tarihler bile okunmaya daha değer kılmak için olguların değerini
değiştirmeseler ya da artırmasalar da hemen her zaman en azından
onların en sıradan ve en az bilinir olanlarını dışlarlar: bu
yüzden geriye kalanlar olduğu gibi görünmez ve onlardan
çıkardıkları örneklerle göreneklerini düzenleyenler romanlarımızın
kahramanlarının garipliklerine düşerler ve güçlerini aşan amaçlar
ortaya koyarlar.
Güzel konuşmayı çok önemsiyordum ve şiire tutkundum; ama her
ikisinin de araştırmanın meyvaları olmaktan çok ruhun armağanları
olduklarını düşünüyordum. Usavurmaları en güçlü olanlar ve
düşüncelerini aydınlık ve kolay kavranılır kılmak için en iyi
düzenleyenler yalnızca kaba Breton dilini konuşsalar da, güzel
konuşmayı hiç öğrenmemiş olsalar da önerdikleri şeyi her zaman en
iyi biçimde kanıtlayabilirler. En hoş buluşları ortaya koyanlar,
bu buluşları en süslü ve en tatlı bir biçimde anlatmayı bilenler,
şiir sanatından hiç haberli olmasalar da en iyi şairler
olacaklardır.
Nedenlerinin kesinliği ve apaçıklığı yüzünden özellikle
matematiklere hayrandım; ama henüz onların tam olarak ne işe
yaradığını bilmiyordum, ancak mekanik sanatlara yararlı
olduklarını düşünerek (5) bu kadar
kesin ve sağlam temeller üzerinde daha yüksek bir yapı kurulmamış
olmasına şaşıyordum. Öyle ki, tersine, görenekleri inceleyen eski
pagan yazılarını yalnızca kum ve çamur üzerine kurulmuş çok ince
ve çok görkemli saraylarla karşılaştırıyordum. Onlar erdemleri çok
yüceltirler ve dünyadaki her şeyin üzerinde değerli gösterirler
ama onları tanıtmak için yeterli öğretim yapmazlar ve çok defa bu
kadar çok güzel andıkları şey bir duyarsızlıktan, bir gururdan,
bir umutsuzluktan, bir anababa öldürmekten başka bir şey değildir.
(6)
Dinbilimimize saygı, gösteriyordum ve herhangi biri kadar cennete
gitme hakkını istiyordum; ama çok güvenli şeyler öğrenmiş olarak,
yolun daha bilgisiz olanlara daha bilgili olanlardan daha az açık
olmadığını ve bizi oraya götüren tanrısal kaynaklı doğruların
kavrayışımızı aştığını bilerek, onları usavurmalarımın zayıflığına
bırakmaya cesaret edemezdim; düşünüyordum ki onları incelemeye
girişmek ve bunu başarmak için Tanrı'nın olağanüstü bazı
yardımlarına sahip olmak ve insandan daha çok bir şey olmak
gerekiyordu.
Yüzyıllardır yaşamış olan en üstün zihinlerce işlenmiş olmasına
karşın felsefede hemen hemen tartışılır olmayan ve bu nedenle
kuşku götürür olmayan hiçbir şeyin bulunmadığını ve başkalarından
daha iyi şeyler başarmayı ummam için yeterli özgüvene sahip
olmadığımı görerek felsefe için hiçbir şey söylemeyeceğim; böylece
aynı konuda bilgin insanlarca savunulan, birden çoğunun doğru
olmaması gereken çeşitli görüşlerin varolduğunu düşünerek, olası
olmaktan öteye geçmeyen her şeyi yanlış diye belirliyordum.
Sonra öbür bilimlere gelince, onlar ilkelerini felsefeden
aldıklarından, çok kesin olmayan temeller üzerine sağlam olan
hiçbir şeyin kurulmuş olamayacağı yargısına varıyordum. Onların
söz verdiği onur da kazanç da onları öğrenmeye yönelmem için
yeterli değildi; çünkü Tanrı'ya şükür, yazgımı kolaylaştırmak için
beni bilimden bir meslek edinmeye zorlayacak koşullarda
duymuyordum kendimi; her ne kadar kinikler gibi ünü hor görmeyi
meslek durumuna getirmediysem de, sahte unvanlarla elde edebilmeyi
umacağım onura da önem vermiyordum. Sonunda kötü öğretilere
gelince, ne bir simyacının verdiği sözlerle, ne bir astrologun
kehanetleriyle, ne bir büyücünün aldatmacalarıyla, ne de
bildiğinden çoğunu bilmeyi meslek edinenlerden birinin
düzenleriyle ya da övünmeleriyle aldanmayacak kadar onların
değerini yeterince bildiğimi düşünüyordum.
(7)
Bu nedenle, yaşım öğretmenlerime bağımlılıktan çıkmama elverir
olunca bilimsel araştırmaları tümüyle bıraktım. Kendimde ya da
dünyanın koca kitabında bulunabilecek olandan daha başka bir bilim
aramamaya karar vererek gençliğimin geri kalanını yolculuk
yaparak, sarayları ve orduları görerek, çeşitli mizaç ve
koşullarda insanlarla görüşerek, çeşitli deneyimler kazanarak,
yazgının bana sunduğu rastlantılarda kendi kendimi sınayarak ve
her yerde kendini sunan şeyler üzerine onlardan bazı yararlı
sonuçlar çıkarabilmek için düşünerek geçirdim. Çünkü bana öyle
geliyordu ki her kişinin kendisini ilgilendiren ve kişi yanlış
yargı verdiğinde sonucun hemen onu cezalandıracağı işlerle ilgili
olarak ortaya koyacağı usavurmalarda, odasında çalışarak hiçbir
sonuç getirmeyen kurgulamalar yapan ve böylece düşüncesini doğru
göstermek için kullandığı zekâ ve ustalık ölçüsünde kendisine olsa
olsa genel görüşten uzaklaşmış olmanın boş övüncünü sağlayacak
olan bir bilim adamının ortaya koyduğu usavurmalardakinden daha
çok doğruyla karşılaşabilirdim. Her zaman eylemlerimi apaçık
görebilmek ve bu yaşamda güvenle yürüyebilmek için doğruyu
yanlıştan ayırt edebilmeyi öğrenmeye aşırı bir istek duyuyordum.
(8)
Gerçekten, öbür insanların göreneklerini incelerken, onlarda bana
güven verecek hiçbir şey bulamıyordum ve daha önce filozofların
görüşleri arasında bulduğum kadar değişiklik gözlemliyordum. Öyle
ki bundan çıkardığım en büyük yarar şuydu: bize çok garip ve
gülünç gelen birçok şeyin genellikle öbür büyük halklarca
benimsenmekten ve onaylanmaktan geri kalmadıklarını görerek, ancak
örneklemeyle ve alışkıyla inandırılmış olduğum hiçbir şeye tam
tamına inanmamayı öğreniyordum ve böylece doğal ışığımızı
karartabilen ve bizi doğruyu anlamaya daha az yatkın kılabilen pek
çok yanlıştan kendimi yavaş yavaş kurtarıyordum. Ama dünyanın
kitabında böyle incelemelerle ve birkaç deney kazanmaya uğraşmakla
birkaç yıl geçirdikten sonra, bir gün kendi kendimi de incelemeye
ve zihnimin tüm güçlerini izlemem gereken yolu seçmek için
kullanmaya karar verdim. Bence bu benim için ülkeme ve kitaplarıma
kapanıp kalmaktan çok daha yararlı oldu.
DİPNOTLAR
1. Değişik zamanlarda yazılmış olan bu denemeler toplamının
temel özelliği her bir bölümün ya da her bir denemenin ayrı
kaygılarla, ayrı amaçlarla yazılmış olmasıdır, bu yüzden parçalar
arasında belli bir bütünlük aramak boşunadır.Her parça ayrı konuyu
işler: birinci bölüm tarihsel bir araştırmadır, ikinci bölüm
mantıkla ilgilidir, üçüncü bölüm ahlak sorunlarını ele alır,
dördüncü bölüm metafiziğin sorunlarına yönelir, beşinci bölüm
bilimsel bir araştırmadır, altıncı bölüm filozofun genel
kavrayışını özetler. Bölümler arasında çelişkiler de vardır;
örneğin birinci bölümde eleştirilen Stoacılık üçüncü bölümde
benimsenir.
2. Platon'cu bir filozof olan, daha doğrusu Aristoteles
felsefesinin Platoncu yorumuna yönelen Porphyrios (234-305) bir
soyut kavramın bir özneye bağlanma biçimini şu beş evrensele göre
belirlemişti: Cins, tür, özgül ayrım, özgü, rastlantı.
Porphyrios'un bu belirlemesi tüm skolastiklerce benimsenmiştir.
Cins ve tür sınıfı belirler: tür, cins'in kapsamına girer. Özgül
ayrım bir türü bir türden ayıran özellikleri belirler (insan
düşünen hayvandır). Özgü yalnızca bir türe özgü olanı gösterir:
gülmek insana özgüdür. Türün bireylerinin her birinde öbürlerine
uymayan özellikler vardır. Raslantı bireyin özünde bulunmayan,
geçici olarak bireyde olandır. Descartes skolastiğin bu
terimlerini kullanarak insanın ussal bir varlık olduğunu
belirlemeye yöneliyor. Skolastik felsefeye tam anlamında karşıt
bir tutum alan Descartes bu felsefenin içinde yetişmiş bir kişi
olarak ondan tam olarak kendini kurtaramaz.
3. Descartes "insan adına yaraşır insanlar"dan söz ederken
insanları seçkin ya da sıradan, önemli ya da önemsiz diye ikiye
ayırmayı elbette düşünmüyor. Burada çağdaşımız Heidegger'in
"gerçek olan varoluş" ve "gerçek olmayan varoluş"u gibi bir ayrım
yaptığını söylemek elbette yanlış olur. Descartes bu belirlemeyi
yaparken, Ferdinand Alquie'nin deyişiyle, "Bilgiyi yalnızca usun
ışığıyla arayanları açınlanmış doğrulara dayanarak tam tamına
Hıristiyancı bir erdem diye temellendirenlerin ya da öğretenlerin
karşısına koyar." Yoksa Descartes uşaklarından birine "kardeşim"
diye seslenecek kadar alçak gönüllüdür. Filozof, Guez de Balzac'a
yolladığı 5 Mayıs 1631 tarihli mektupta şunları yazar: "Ben her
gün bir halk kalabalığının ortasında dolaşıyorum, sizin
gezilerinizde olduğu gibi özgürlük ve dinginlik içinde. Rasladığım
insanlar bana ormanlarımızdaki ağaçların ve kırlarımızdaki
sürülerin verdiği duyguyu veriyor. Satıcıların gürültüsü kulağıma
bir ırmağın gürültüsü gibi geliyor, düşlerim bozulmuyor hiç. Hatta
bazen onların davranışları üzerine düşündüğüm zaman haz bile
duyuyorum. Tarlalarımızı eken köylüleri bir göreceksiniz.
Anlıyorum, tüm çabaları oturduğumuz yerleri güzelleştirmek
içindir, tüm çabaları hiçbir şeyimiz eksik kalmasın diyedir."
4. "İlginç ve az bulunur bilimler" sözü o zamanlar bazı
kişilerin uğraştığı ve çok az kişinin bilimsellik değeri verdiği
bazı bilgi alanlarıyla ilgilidir. Bu bilgi alanları daha çok
Ortaçağ'ın yaşam ve düşünce koşullarına bağlı olarak gelişmiştir,
o dönemin doğaüstüne her anlamda eğilimli tutumlarını ortaya
koyar. Sözkonusu bilimlerin başlıcaları şunlardır: yasal
gökbilgisi (astrologie), elfalı (chiromance), toprakfalı (géomance),
cincilik (cabale), büyücülük (magie). Descartes bu bilgilerle
ilgilenmiş ama hiçbirini ciddiye almamıştır, her alanla ilgili
bilgi edinmek isterken o alanları da dışta tutmak istememiştir.
5. Cizvitlerin La Flèche okulunda Descartes daha çok
uygulamalı matematik çalışmaları yapmıştır. Skolastiklerin
matematikten anladığı şey plan yapmak adına, "müstahkem mevki"
kurmak adına, toprağı ölçmek adına aritmetiği ve geometriyi
kullanmaktır. Descartes matematik gibi kesinlikli bir bilimin bu
kadar basit işlerde kullanılıp başka işe yaratılamamasından son
derece kaygılıdır. Descartes'ın bu belirlemesini yanlış anlarsak
onun kurgusal bilgiyi öne alıp uygulamalı bilgiye yukarıdan
baktığı gibi bir izlenime kapılabiliriz.
6. "Duyarsızlık", "gurur", "umutsuzluk" gibi terimler bizi
özellikle Eskiçağ'ın başlıca ahlak anlayışlarından olan ve düşünce
dünyasını bugüne kadar derinden etkilemiş bulunan Stoa düşüncesine
götürüyor. Stoa filozofları doğaya uygun yaşam formülüne uygun
olarak katı ussal belirlenimcilik anlayışı içinde kurdukları ahlak
görüşlerinde bireyi yalnızca kendinden değil bu arada bütün bir
insanlıktan sorumlu sayıyorlar, en uygun yaşamı tutturabilmek
tasarısı içinde gerektiğinde intiharı kaçınılmaz görüyorlardı.
Descartes'ın burada belirlediği "duyarsızlık" onların katı
usçuluğuyla, "gurur" ona bağlı olarak gelişen aşırı güven
duygusuyla, "umutsuzluk" da intiharın bir yaşam biçimi olarak
benimsenişiyle ilgili olmalıdır. İmparatorluk Stoasının ünlü
filozofu İmparator Marcus Aurelius şöyle diyordu: "Ölüm doğanın
bir isteminden başka bir şey değildir, doğanın isteminden korkan
da çocuktur." İmparatorluk Stoasının öbür ünlü filozofu azatlı
köle Epiktetos da şöyle diyordu: "Biliyorum, doğan her şey ölmek
zorunda, bu bir doğa yasası. Öyleyse ben de ölmeliyim. Ben
ölümsüzlük değilim. Ben bir insanım, bütünün bir parçasıyım, saat
nasıl günün bir parçasıysa. Saat gelir ve geçer. Ben gelir ve
geçerim. Geçiş biçimi önemli değil. Ateşle ya da suyla. Hepsi bu."
Descartes'ın Stoacılar karşısındaki görüşleri değişkendir ve genel
ahlak anlayışında onların izinden gider. O, kendi deyişiyle, dünya
malından kaçan, aç ve acılı da olsa mutluluğu tanrılarda arayan bu
filozofları önemsiyor, onların hep kendi üstüne dönen, kendini
araştıran, yetinmeyi bilen insanlar olduğunu söylüyordu. Stoa
filozofları, Descartes'a göre, yalnızca kendilerine yani
düşüncelerine egemen oldukları zaman mutlu olacaklarına inanan
insanlardır. Lukacs şöyle der: "Onların istediği şey o çağdaki
yaşamın gerçek seçenekleri değildi, insanlık evriminin
seçenekleriydi, bu da genel olarak çok yeni zamanlara kadar,
Fransız Devrimi'ne ve daha sonrasına kadar Stoacı fikirlerin etkin
olarak kalışının nedenini açıklar". Descartes'ın "duyarsızlık",
"gurur", "umutsuzluk" yanında kullandığı "ana-baba öldürme"
Brutus'un Sezar'ı öldürmesini anıştırıyor olmalıdır.
7. Kuşku Descartesçı yöntemin özünü oluşturur. Kuşkuyla
araştırmak, kuşkuyla ilerlemek Descartes için gerçek düşünen
insanın temel tutumu olacaktır. Filozof cogito ergo sum gerçeğine
de kuşkuyla ya da kuşkudan giderek varır. Ancak onun burada
çizdiği tablo, kuşkunun yalnızca bir yöntem sorunu ortaya
koymadığını duyuruyor, onun yaşamının gelişim koşullarını da
gözler önüne seriyor. Belli ki Descartes gençliğinden beri
düşüncesini kuşkuyla, her şeyi ince ince tartarak kurmuştur.
8. "Yaşamda güvenle yürüyebilmek" Descartes'ın başka
metinlerinde de gördüğümüz temel bir kaygıyı belirler. Burada
filozofun kuramda sınırlanıp kalmaya eğilimli olmayan bakış açısı
ortaya çıkar.Dercartes için kuram yalnızca yaşam için vardır
diyebiliriz. Bu da ilgisini doğaüstünden doğaya yöneltmiş bir çağ
için son derece olağandır.
|