Eski
Yunanca özel adların yazılışı hakkında not
Yunan eserlerinin çevirisinde tanrı,
insan ve ülke adlarını, asıllarındaki gibi yazmayı uygun bulduk;
bunun için de bugün Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde kullanılan
çevriyazı yöntemini aldık. Yunanca'nın her harfi, aşağıdaki
cetvelde gösterildiği gibi, tek veya çift harfle karşılanmıştır. "Th"
ve "kh" gibi çift harfleri kullanmaya gerek vardı. Çünkü
Yunanca'nın Q'sını
da, T 'ını da "t" ile gösteremezdik, ikisini ayırmak zorunluydu.
"X" için de yalnızca "h" harfini alsaydık Yunanca'da bazen sesli
harflerin önüne gelen (') işareti ile karışabilecekti. "Ph" çift
harfine gelince, Yunanca'nın F harfini Avrupalılar öteden beri
böyle gösterirler; eski Romalılar da öyle göstermişler; demek ki o
harfin söylenişi Romalıların "ƒ" harfinin söylenişine tümüyle
uymuyormuş.
Romalılar ve bugünkü Avrupa ülkeleri, Yunanca'nın X harfini de "x"
ile gösterirler; ancak "x" harfi bizim alfabemizde yok; bu yüzden
"x" yerine "ks" çift harfini kullanmayı daha uygun bulduk.
Yunanca'da "y" harfi sessiz değil, sesli harftir ve "ü" okunması
gerekir. Ancak bu söyleyiş kesin de değil. Bugünkü Yunanlılar onu
"i" diye okuyorlar.
Çift sesli harfleri de gene çift olarak gösterdik. Ancak (ou)
yerine tek bir "u" koyduk; bu şimdiki uluslararası çevriyazıda da
böyledir.
Yunan Alfabesi:
A A H E N N T T
B B Q Th X Ks Y Y
G G I İ O O F Ph
D D K K P P X Kh
E E ? L P R Y Ps
Z Z M M S S W O
DEVLET 1
"DEVLET"İN 1. KİTABI HAKKINDA
Çevirisine başladığımız eser, Symposion ve Phaidon'la birlikte
Platon'un bütün eserlerinin en yüksek noktasını oluşturur.
Platon'un hemen hemen hiçbir gençlik dönemi diyalogu yoktur ki,
herhangi bir yönüyle "Devlet"i hazırlamış olmasın; son diyaloglar
arasında hemen hemen hiçbiri yoktur ki kökleri Devlet'te
bulunmasın, ya da hiç olmazsa onunla ilgili olmasın. V'inci
kitabın sonlarına doğru, yani bütün eserin tam ortasında okunan
ana cümle şunu ileri sürmektedir: "Ya hükümdarlar filozof, yahut
da filozoflar hükümdar olmalıdırlar; böyle olmazsa, devlet ve
insanlık için mutluluk beklenemez. "Bu söz, felsefe tarihinin son
derece önemli olaylarından biri olan Sokrates'in ölümüne Platon'un
verdiği son yanıttan başka bir şey değildir.
Devlet, elimizde bulunan el yazmalarında 10 kitaba ayrılmıştır.
Fakat bu ayırma Platon'un kendisinden değil, İmparator Tiberius
zamanında yaşamış olan astrolog ve filozof Trasyllos'tan kalmadır.
Platon'un, eseri nasıl böldüğünü bilmiyoruz. Eserin 10 kitaba
ayrılmış olması, onun kuruluşuna iyi uymuyor. Yalnızca I'inci ve
X'uncu kitaplar, fikir bakımından, bir bütün meydana
getirmektedir.
I'inci kitap, örneğin Lakhes ve Lysis gibi, aporetik yani çıkmazlı
denen diyaloglara pek benzer. Bu gibi diyalogları ötekilerden
ayıran taraf, bunlarda bazı kavramlara, -Lakhes'te cesarete,
Lysis'te dostluğa- ait birtakım tanımların arka arkaya gözden
geçirilmesi, fakat ele alınan sorunun özünün bununla ortaya
çıkarılamamasıdır. Bu diyalogların sonucu olumsuzdur; bir
Aporia'ya, bir çıkmaza varılır. Bunun gibi, devletin 1'inci
kitabında da doğruluğun bazı tanımları arka arkaya ele
alınmaktadır. Hepsi için şu anlaşılmaktadır ki, bunlar, doğruluğun
özünü tam olarak kavramıyorlar. Böylece 1'inci kitap, doğruluğun
özünün ortaya çıkarılamadığı gibi olumsuz bir saptamayla sona
ermektedir. Devletin 1'inci kitabıyla çıkmazlı diyaloglar
arasındaki bu benzerlik hiç de rasgele değildir. 1'inci kitabın
öteki kitaplardan epey zaman önce, yani ona benzer diyaloglar
yazıldığı sıralarda tasarlanmış olduğuna şüphe yoktur. Platon'un,
bu diyaloğa "Thrasymakhos yahut doğruluk" adını vermiş olması
pekala düşünülebilir. Sonraları Platon bu diyaloğu, Devlet'e giriş
olarak kullanmıştır.
Hem yalnızca bütününün kuruluşunda değil, sanat bakımından
işlenişinde de, çıkmazlı diyaloglarla devletin 1'inci kitabı
arasında büyük bir benzerlik vardır. Konuşmanın içinde geçtiği
çevre, konuşmada payı olan kişiler büyük bir zarafetle ve göze
çarpacak biçimde canlandırılmışlardır.
Platon, doğruluk hakkındaki konuşmayı Pire'ye koyuyor; bunun ne
demek olduğunu araştırmalıyız. Bir kere konuşmanın çıkış noktası,
doğruluğun tüccarca kavranmasıdır. İşte ticaret limanının havası
bu kavrama tümüyle uymaktadır. Ama bununla kalmıyor: Platon'un
kendi siyasal gelişmesi için pek önemli olan 404-3 yılları
olaylarında, oligarkhlığın (oligarşinin) yerleşmesiyle
demokratlığın yeniden kabulünde, bu kent önemli bir rol
oynamıştır. Bu bakımdan burası Platon'a doğruluk ve Devlet üzerine
yürütülen bir konuşma için ayrıca anlamlı bir yer olarak görünmüş
olabilir. Fakat Platon'u buna karar verdiren başka bir neden, özel
bir neden olsa gerek. Konuşma, Polemarkhos'un evinde oluyor.
Bununla Platon, bu kişiye adeta bir anıt dikmek istemiştir. Çünkü
Polemarkhos, bir eğrilik ( haksızlık) kurbanı olmuştur: Büyük
servetini ellerine geçirmek için, oligarkhlar, yani Otuzlar, onu
öldürtmüşlerdir. Böylece, Polemarkhos'un ölümü ile, haksızlık
bakımından oligarkhlardan farkı olmayan demokrasinin kurbanı
Sokrates'in ölümü arasında bir benzerlik beliriyor. Onun içindir
ki Platon, Polemarkhos'u Sokrates'le hep yan yana gösteriyor ve
ona, ancak her ikisinin alın yazısı göz önünde tutulunca
anlaşılabilen şu sözleri söyletiyor: Ben seninle birlikte
savaşmaya hazırım.
Birinci kitaptaki konuşmayı iyice anlamak için, konuşan kişileri
gözümüzde canlandırmalıyız. Burada, birbiriyle ilişkiye giren üç
grup insan vardır; birinci grubu Sokrates'le iki öğrencisi:Glaukon
ve Adeimantos; ikinci grubu, ihtiyar Kephalos'la oğlu Polemarkhos;
üçüncüsünü ise sofist Thrasymakhos'la onun peşinden gelen
öğrenciler meydana getirmektedir.
Glaukon'la Adeimantos, Ariston'un oğulları ve Platon'un
kardeşleridir. Bunlar, II'nci kitabın başından hemen sonra
konuşmanın başlıca kişileri oluyorlar; durmadan Sokrates'in,
konuyu daha etraflıca ele almasını istiyor ve kanıtın güçlükleri
karşısında kaçamak yollara sapmasına göz yummuyorlar; doğruluğun
özünü kesin olarak meydana çıkarmak için Sokrates'in görüşünün tam
karşıtını, büyük bir kararlılıkla savunuyorlar. Sokrates'le düşüp
kalkma sayesinde diyalektikte elde ettikleri ustalık, onlara, bu
görüşü asıl benimseyenlerden daha keskin düşünce ile, fikirlerinde
daha büyük tutarlılıkla ilerlemek imkanını veriyor. 2'nci kitabın
başında Glaukon'la Adeimantos'un konuşmaları, adeta heybetli birer
kapıdır; Okuyucu bu kapılardan girince, Sokrates-Platon
felsefesinin iç yapısına girmiş oluyor. Acaba Platon haklarında
hemen hemen hiçbir şey bilmediğimiz bu iki kardeşine Devlet'te
neden bu kadar önemli bir rol vermiştir? Onları, unutulmaktan
kurtarmak istemiştir, dendi. Fakat bu iki kişi aracılığıyla kendi
öz varlığının başka başka yönlerini gösterdiğini söylemek daha
doğru olur. O, kendi adını ileri sürmemek için böyle davranıyor.
Şu da belli ki, II'nci kitapla konu, Platon'a özgü bir biçimde ele
alınmaktadır; burada artık Platon'un kendisi Sokrates'e sorular
soruyor, Sokrates de Platon'un sanısına göre, yaşasaydı nasıl
cevap verirse öyle cevaplar veriyor.
İkinci grubu, dediğimiz gibi, Sokrates'ten pek büyük bir saygı
gören ihtiyar Kephalos'la oğlu Polemarkhos oluşturuyor.
Polemarkhos'un kardeşi ünlü hatip Lysias konuşmada hazır, ama söze
karışmıyor. Kephalos, doğuştan Atinalı değil, Siracusalı zengin
bir silah tüccarıdır. Perikles onu Atina'ya çağırmıştı: Attika'nın
o zamanki yüksek kültürünün çekiciliğine dayanamayan bu adam,
daveti kabul etmiş, Pire'ye yerleşmişti. Çocuklarına bıraktığı
büyük servet, onların felaketlerine sebep olmuştur: Polemarkhos'a
Otuzlar zehir içirmişler, Lysias ise kaçabilmiştir. Platon,
Polemarkhos'a 1'inci kitabın başında Kephalos'un varisi olma
konusunda şakalar yaptırarak, bu konuya, yanlış anlaşılmayacak
kadar açık bir şekilde değinmektedir.
Sokrates'in bu grupla olan bağları dostçadır. Bu gruptakiler
filozofça düşünmeyen kimselerdir. Ama felsefeye henüz ihtiyacı
olmayan, bilmeden doğru davranan, doğru duyan, hayatın bütün
temellerinin sofistler tarafından çürütülmesini henüz yaşamamış
olan bir kuşaktandırlar. Onun için bu adamlarla tartışılamıyor.
Kephalos, konuşma filozofça olmaya başlar başlamaz kurbanlarına
gidiyor. Polemarkhos ise konuşmada bir parça rol alıyor; ama
Sokrates'in asıl hasımları ortaya çıkınca çekiliyor. Miras
sözcüğü, aynı zamanda Polemarkhos'un, babasının namusunun mirasına
da konmuş olmasıyla ilgilidir. Fakat Platon'un açıkça göstermek
istediği şudur ki: dünün insanlarının anladığı gibi namuslu olmak,
yani neden iyilik ettiğini bilmeden iyilik etmek, artık yetmez;
Sokrates'in döneminde gerçek hayattan pay almak isteyen,
Glaukon'la Adeimantos gibi filozofça düşünmelidir.
Üçüncü ve sonuncu grubu sofist Tharsymakhos'la öğrencileri
oluşturmaktadır. Öğrencilerden Kleitophon tek bir defa söze
karışıyor; Kharmantides baştan sona kadar sessiz duruyor.
Khalkedon'lu (şimdiki Kadıköy) Thrasymakhos en önemli sofistlerden
biridir. 430'da Atina'ya gelmiş ve 5'inci yüzyıl sonuna kadar
orada çalışmıştır. Bu adamın önemi, retorik sanatı ile bu sanat
üzerindeki derslerinden ileri gelmektedir; "period"lu cümleler
yazışı ve onları ritimli sonlarla bitirişinin Hellen sanat
düzyazını üzerinde büyük etkisi olmuştur. Bu zatın ahlak
alanındaki görüşlerini, hemen hemen sadece Platon'dan aktarıldığı
kadarıyla biliyoruz. Onun için, Platon'un onun hakkındaki
betimlemesinin nesnel olup olmadığını bilmiyoruz. Doğruluğu
güçlünün hakkı olarak tanımlayan, doğruluk hakkındaki en ileri
görüş, Gorgias'ta Kallikles tarafından savunulmaktadır. Zaten
Devlet'te de Thrasymakhos'un kişiliği ve görevi, Kallikles'in
Gorgias'taki kişiliğine ve görevine pek benzemektedir. Bununla
beraber, her ikisinin savunduğu görüşlerin incelikleri arasında
önemli farklar vardır: Böylece, Platon'un, Devlet'in 1'inci
kitabında, tarihteki Thrasymakhos'un gerçek görüşlerini bildirmiş
olması olasıdır. Şu var ki, bunlarda, Kallikles'in görüşlerinin
keskinliği ve bütünlüğü hiç yoktur. Bunlar, Sokrates'in diyalektik
sanatı ile ortaya çıkarılması güç olmayan çelişkilerle doludur. Bu
durum, kitabın ana fikrine çok iyi uymaktadır; biliyoruz ki,
kitapta doğruluk hakkında bilinen görüşlerin birer birer gözden
geçirilmesi isteniyor. Bu görüşler arasında sofistlerinki de
vardır. Thrasymakhos'un düşünceleri, iç bütünlük bakımından
kusurları dolayısıyla bu işe pek elverişlidir. Onun içindir ki
Thrasymakhos'la yürütülen tartışma, Kallikles'le olan tartışma
kadar ciddi değildir ve hep "şundan bundan konuşma" olarak sürüp
gider. Bu alanda sofistler, sonuna kadar mücadeleyi beceremezler;
bunu ancak Akademia'da yetişmiş genç filozofların kendileri
yapabilir.
Platon, Kephalos'un evindeki konuşmayı belli bir yıla koymuş ve o
yılı diyaloğun başında tam olarak bildirmiştir. Bu yıl, Pire'de
Tanrıça Bendis şerefine ilk kez büyük bir alayla, atlı ve fenerli
bir koşuyla geceleyin kutlanan büyük bayramın yapıldığı yıldır.
Bayramın hangi yıl Atina'ya alındığını, ne yazık ki bilmiyoruz.
Bununla birlikte, Alkibiades'in zaferleriyle Atina ticaretinin ve
Pire Limanı'nın yeni bir gelişme yaşadıkları 410 ve 409 yıllarını
düşünebiliriz. Yeni bir bayramın kabulü, umutla dolu bir zamana
iyi uyuyor. 408 yılında Olympia oyunlarında kazanan atlet
Pulydamas'ın adının geçmesi de bu zamana işarettir.
Devlet'in ne zaman kaleme alındığı kesin olarak söylenemez; zaten
Platon'un diyaloglarının yazılma tarihleri için elimizde birtakım
çıkarsamalardan başka araç bulunmuyor. Bununla birlikte, eserin
372'de bitmiş olduğunu kabul edebiliriz. O yıl Platon 56
yaşındaydı. Tabii, Devlet gibi bir eser kısa zamanda yazılmış
değildir. Platon'un eseri ne zaman tasarladığını, ne zaman işe
başladığını da bilmiyoruz. Çalışmaları on yıla, yahut daha uzun
bir zamana yayılmıştır diyelim; o zaman, Devlet'teki başka
diyaloglarla olan birçok kesişme noktası kolayca anlaşılabilir.
Profesör Dr. GEORG ROHDE
SOKRATES anlatıyor:
Dün Ariston'un oğlu Glaukon'la Pire'ye indim. Niyetim tanrıçaya
(1) dua etmek hem de ilk defa kutlanan bayramının nasıl olacağını
görmekti. Yerlilerin düzenledikleri alayı pek güzel buldum, ama Thrak'larınki de parlaklıktan yana onlarınkinden aşağı kalmadı.
Dualarımızı bitirmiş, alayı seyretmiş, şehre dönüyorduk. O anda
Kephalos'un oğlu Polemarkhos eve dönmek üzere yola çıktığımızı
uzaktan görmüş, bizi durdurmak için çocuğu önden koşturdu. Çocuk
arkamdan elbisemi yakalayarak "Polemarkhos kendisini beklemenizi
diliyor" dedi. Döndüm. "Efendin nerede?" diye sordum. "İşte,
arkadan size doğru geliyor, lütfen bekleyiniz" dedi.Glaukon da
"Peki, bekleriz" dedi.
Biraz sonra Polemarkhos bize yetişti; yanında Glaukon'un kardeşi
Adeimantos, Nikias'ın (2) oğlu Nikeratos ve alaydan dönen daha
birkaç kişi vardı.
Polemarkhos "Sokrates, yanılmıyorsam, şehre dönmek üzere yola
çıktınız" dedi.
"Hayır, hiç yanılmıyorsun" dedim.
"Bizi görüyor musun kaç kişiyiz?" diye sordu.
"Görmez olur muyum?"
"Öyleyse ya bizimle başa çıkarsınız, ya burada kalırsınız" dedi.
"Peki, bunun başka bir yolu daha yok mu? Ya biz sizi ikna eder de,
siz bizi serbest bırakırsanız?..." dedim.
"Dinlemesek de, gene ikna edebilir misiniz?" diye sordu.
Glaukon "Edemeyiz" dedi.
"Öyleyse sizi dinlemeyeceğimizi aklınıza koyun!"
Adeimantos da "Akşama tanrıçanın şerefine atlı bir meşale koşusu
olacağından da mı haberiniz yok?" diye sordu.
"Atlı mı?" dedim, "Bu da yeni birşey; yani koşucular meşaleleri
elden ele geçirerek at üzerinde yarışacak; bunu mu demek
istiyorsun?"
Polemarkhos "Evet" dedi, "Bundan başka görülmeye değer gece
şenlikleri de olacak. Zaten biz yemekten sonra çıkacak, şenlikleri
seyredeceğiz; orada birçok gençle buluşacak, konuşacağız. Haydi
vazgeçin de kalın."
Glaukon da "Anlaşılan, kalmak gerekiyor" dedi.
"Öyle istersen, öyle olsun" dedim.
Bunun üzerine Polemarkhos'un evine gittik; Polemarkhos'un
kardeşleri Lysias'la Euthydemos'tan başka Kalkhedon'lu
Thrasymakhos, Paiania'lı Kharmantides, Aristonymos'un oğlu
Kleitophon da oradaydı. Polemarkhos'un babası Kephalos da evdeydi.
Onu pek ihtiyarlamış buldum; kendisini görmeyeli çok olmuştu.
Sandalye üzerinde bir minderde oturuyordu; az önce avluda kurban
kestiği için başında hala bir çelenk vardı. Yanına oturduk; orada
çepeçevre sandalyeler diziliydi.
Kephalos beni görür görmez selamladı, "Sokrates, Pire'ye inip bize
uğradığın yok" dedi, "Halbuki gelmeliydin; çünkü ben şehre kolayca
gidebilseydim, buna gücüm yetseydi, sen buraya gelmesen de olurdu;
biz sana gelirdik. Ama şimdi bize daha sık gelmelisin. Belki bende
bedenin hazları azaldıkça, konuşma isteği ve ondan aldığım zevk o
ölçüde artıyor: Beni dinle: Sen gene şu gençlerle buluş, ama biz
de senin candan dostlarınız, bize de sık sık uğra."
"Doğrusu Kephalos, yaşı çok ilerlemiş insanlarla sohbet etmeyi
severim" dedim. "Bence onlar, belki bizim de yürüyeceğimiz bir
yolda epeyce ilerlemişlerdir, onun için, onlardan bu yolun nasıl
olduğunu öğrenmeliyiz. Acaba çetin ve yorucu mu, yoksa rahat ve
düz mü? İşte senden de bu konuda ne düşündüğünü öğrenmek isterim;
çünkü şairlerin 'ihtiyarlığın eşiği (3)' dedikleri bir çağ vardır;
senin ömrün de bu noktaya vardı. Bana söyler misin, bu çağ sence
ömrün sıkıntılı, güç bir dönemi midir, değil midir, ne dersin?"
"Zeus hakkı için! Ben sana ne düşündüğümü söyleyeyim, Sokrates"
dedi. "Bazen biz, aşağı yukarı yaşıt ihtiyarlar, eski ata sözünün
(4) doğruluğuna örnek olarak bir araya geliyoruz. Toplandığımız
zaman arkadaşlarımızın çoğu ağlaşır durur, gençliğin zevklerini,
aşkı, şarabı, cümbüşleri, o çağın buna benzer daha başka hazlarını
hatırlar, özlerler. Sanki büyük nimetlerden mahrum kalmışlar,
vaktiyle pek iyi yaşadıkları halde, şimdi hiç yaşamıyorlarmış gibi
kederlenirler. Kimi, yaşlı olduğu için yakınlarından kötü muamele
gördüğüne üzülür, bunca acılara neden olan yaşlılıktan ötürü
sızlanıp durur. Ama bana öyle geliyor ki gösterdikleri neden asıl
neden değildir, Sokrates; çünkü bütün bunlar yaşlılık yüzünden
olsaydı, ben de, ben yaşta olan herkes de, yaşlandığımız için aynı
acıları çekerdik. Oysa aynı acıları çekmeyen başka yaşlılar da
gördüm. Bir gün şair Sophokles'le beraberdim, biri gelip ona
'Aşkla aran nasıl? Hala kadınlarla ilişkide bulunabiliyor musun?'
diye sordu. O da 'Sus, arkadaş! Ondan kurtulduğuma bilsen ne kadar
seviniyorum!' dedi, 'Sanki deli ve zalim bir efendiden yakamı
sıyırmışım.' Sophokles'in bu sözünü o gün doğru bulduğum gibi,
bugün de doğru buluyorum. Gerçekten, yaşlılık bu şeylerde büyük
bir rahatlık ve erkinlik verir; çünkü hırslar, istekler
gerginliklerini kaybedip gevşeyince, tam Sophokles'in dediği olur.
İnsan kendini birçok deli zorbadan kurtarır. Ama bu dertlerin, hiç
değilse yakınlardan çekilen dertlerin bir tek nedeni var Sokrates,
o da yaşlılık değil, insanların kendi huyudur. Ölçülü, uysal
olsalar, yaşlılık da o kadar zorlarına gitmez. Halbuki öyle
olmayanlara yaşlılık da gençlik de ağır gelir."
Ben de, Kephalos'un bu sözleri çok hoşuma gittiği için, devam
etmesini istiyor, onu kışkırtıyordum "Kephalos, dedim, bence seni
dinleyenlerin çoğu bu sözlerini doğru bulmayacak; huyundan dolayı
değil, büyük bir servet sahibi olduğun için yaşlılık yükünü
kolayca taşıyorsun, diyecekler; çünkü zenginler kendilerine birçok
avuntu bulurlarmış."
"Haklısın, dedi, sözlerimi doğru bulmayacaklar. Onlar da haklı,
ama sandıkları kadar değil. Bak, Themistokles'in şu sözü ne kadar
yerindedir! Themistokles'e hakaret etmek için, 'Şan ve şerefini
kendine değil, yurduna borçlusun' diyen Seriphos'luya, o şu cevabı
verdi: 'Evet, ben Seriphos'lu
olsaydım, ünlü olamazdım; ama sen Atinalı olsaydın, ne olurdun?'
(5) İşte bu söz, gerçekten, zengin olmayan, yaşlılığın yüküne de
zor dayanan kimselere çok uygundur; çünkü uslu akıllı bir adam,
yoksullukla birlikte yaşlılık yükünü pek kolay taşıyamayacağı
gibi, uslu akıllı olmayan biri de, zenginleşse bile, gönlünde
huzur bulamayacaktır."
Ben de "Kephalos, dedim, şimdiki servetinin çoğu miras yoluyla mı
eline geçti, yoksa onu sen kendin mi kazandın?"
"Ne kazandım ki?... dedi. Ben Sokrates, para işlerinde büyük
babamla babam arasında bir yerdeyim; çünkü adını taşıdığım büyük
babam, tutarı benim bugünkü servetim kadar olan bir mirası birkaç
katına çıkarmışken, babam Lysanias servetini şimdi elimde
bulunandan da aşağı düşürmüştü. Ben ise kalan mirası şu oğullarıma
daha küçülmüş değil, biraz daha büyümüş bıraksam memnun olurum."
"Bak bunu sana niye sormuştum: Sen paraya hiç düşkün görünmüyorsun
da ondan" dedim, "Halbuki parayı kendileri kazanmayanlar çoğu
zaman böyle olurlar; kazananlara gelince, onlar parayı iki katı
severler; çünkü şairler şiirlerini, babalar oğullarını nasıl
severlerse, kendi emekleriyle servet edinmiş olan kimseler de
paraya kendi eserleri imiş gibi düşkündürler; bir de, herkes gibi
işlerine yaradığı için severler parayı. Bu yüzden onlarla bir
araya gelmek bile hoşa gitmez; çünkü zenginliği övmekten başka bir
şey bilmezler."
"Hakkın var" dedi.
"Öyledir; dedim, ama sen bana bir de şunu söyle: Zengin olmakla
elde ettiğin en büyük nimet sence nedir?"
"Bunu söylersem, birçokları inanmayacaktır; sen şunu bil ki
Sokrates, öleceğini aklına getiren insanın içine, önceleri hiç
aklından geçmeyen şeylerin korkusu, kaygısı girer. Çünkü o zamana
kadar 'Bu dünyada kötülük edenler Hades'te cezalarını çekecekler'
gibi, Hades'te olup bitenler hakkında söylenen sözlere
gülerlerken, zaman gelir, ya bu sözler doğruysa diye onları bir
korku alır, ruhlarında azap duyarlar. İnsanlar ya yaşlılığın
verdiği dermansızlık yüzünden, yahut kendilerini öteki dünyaya
daha yakın gördüklerinden, orada olup bitenler üzerinde daha fazla
kafa yorarlar. Böylece içleri kuşku ve korkuyla dolar, artık
birine haksızlık edip etmediklerini hesaplar, araştırırlar.
Hayatlarını gözden geçirip birçok haksızlık ettiklerini gören
kimseler çocuklar gibi sık sık uykudan uyanır, ürker, kötü bir
bekleyiş içinde yaşarlar. Halbuki hiçbir zaman haksızlık
etmediklerini bilenlerde daima tatlı bir umut, Pindaros'un
(6)
dediği gibi, 'yaşlılığı besleyen' iyi bir umut vardır. Gerçekten,
Sokrates, bu şair ne güzel söylemiş; ömrünün sonuna kadar doğru,
dinli bir insan olarak yaşamış olana, 'Gönül hoşlandıran,
yaşlılığı besleyen umut yoldaşlık eder. O umut ki, insanların hiç
durmadan sağa sola sapan aklının dümenini tutmakta her şeyden önce
gelir' der. Ne doğru, ne hayran olunacak bir söz! İşte bunun
içindir ki ben servet edinmenin çok önemli bir şey olduğunu iddia
ediyorum; ama herhangi bir kimse için değil, ancak uslu akıllı ve
dengeli bir insan için. Çünkü, istemeyerek de olsa, hiç kimseyi
aldatmamak veya kimseye yalancı çıkmamak, tanrıya kurban, insana
para borçlu olup Hades'e korka korka gitmemek... İşte elde bulunan
para buna çok yardım eder. Sonra daha başka yararları da vardır.
Ama Sokrates, her şeyi tarttıktan sonra ben şunu diyebilirim ki,
aklı başında bir insan için zenginlik en çok bu işe yarar."
"Çok güzel söylüyorsun, Kephalos! dedim; "Ama, şu senin dediğin
şeyi, doğruluğu (7-8), nasıl anlatacağız? Sadece, gerçeği söylemek
ve bir kimseden alınan bir şeyi geri vermek diye mi? Yoksa böyle
davranmak bazan doğru, bazan eğri sayılabilir mi? Örneğin biri,
aklı başında bir arkadaşının silahlarını emanet alsa, sonra
arkadaşı çıldırıp emanetini geri istese, bu gibi emanetlerin geri
verilmemesi gerektiğini, geri verenin de doğru adam olmadığını
herkes söyler; bir çılgına gerçeği tam olarak söylemek isteyen de
doğru adam değildir."
"Haklısın" dedi.
"Demek oluyor ki doğruluk 'gerçeği söylemek, emaneti geri vermek'
le sınırlı değildir" dedim.
Polemarkhos söze atılarak, "Hayır, bununla sınırlıdır Simonides'e
(9) inanmak gerekirse, tam bu sınırlara girer, Sokrates!" dedi.
Kephalos da "Evet, evet" dedi. "Ben sözü size bırakıyorum. Şimdi
kurbanlarla (10) uğraşmam lazım."
Polemarkhos, "Öyleyse senin varisin benim, değil mi?" diye sordu.
O da gülerek,
"Evet" dedi ve kurbanlarına gitti.
"Madem ki sözün varisi sensin, söyle bakalım" dedim. "Simonides
doğruluk üzerine ne diyor da, sen onu haklı buluyorsun?"
"Herkese borç olanı vermek doğrudur, diyor ve bence böyle
söylemekle iyi söylemiş oluyor" dedi.
"Evet, Simonides'e inanmamak kolay değil", dedim; "çünkü o tanrı
gibi akıllı uslu bir insandır. Ama onun sözlerini belki sen
Polemarkhos anlıyabilirsin; ben anlayamıyorum. Demin, biri birine
bir şey emanet eder de, öteki artık aklı başında değilken
emanetinin geri verilmesini isterse, o şeyi vermeli mi vermemeli
mi diye konuşmuştuk; belli ki Simonides bunu kastetmiştir. Bununla
birlikte bu emanet bir borçtur, değil mi?"
"Evet."
"Emanetini aklı başında olmayan biri geri isteyecek olursa, o
zaman asla vermemeli, değil mi?"
"Evet" dedi.
"O halde, borcun geri verilmesi doğrudur, demekle; anlaşılan
Simonides başka bir şey söylemek istiyor."
"Zeus hakkı için! Gerçekten, başka bir şey söylemek istiyor" dedi.
"Çünkü onun fikri şudur: Doğruların borcu dostlara iyilik
etmektir, kötülük etmek değil?"
"Anlıyorum" dedim. "Alanla veren dostsa, vermekle almak da zararlı
olursa, altınını emanet etmiş olana geri veren, borçlu olduğu şeyi
geri vermiş olmaz. Sence Simonides'in demek istediği bu değil mi?"
"Tam da bu."
"Peki, düşmana bir şey borçluysak, geri vermeli miyiz?"
"Şüphesiz, ne borçluysak, onu vermeliyiz" dedi. "Düşman düşmana,
bence ancak kötülük borçludur; ona düşen de budur."
"Görülüyor ki Simonides doğruluğun ne olduğunu bir bilmece
şeklinde şairce söyledi; çünkü besbelli ki o, doğruluk herkese
hakkını vermektir demek istiyor; buna da 'borç' diyor" dedim.
"Peki, buna bir diyeceğin var mı?" diye sordu.
"Ey Zeus!" dedim, "biri şöyle sorsaydı: 'Simonides, bir sanat,
hekimlik adını almak için, neye neyi borç ve hak olarak
vermelidir?' Simonides ne cevap verirdi sanırsın?"
"Şüphesiz, 'bedenlere ilaç ve yiyecek, içecek vermelidir' derdi."
"Bir sanat, aşçılık adını almak için, neye neyi borç ve hak olarak
vermelidir?"
"Katıklara tuz, biber vermelidir."
"Peki, öyleyse, kimlere ne veren sanata doğruluk denebilir?"
"Önce dediklerimize uymak gerekirse Sokrates, dosta fayda, düşmana
zarar veren sanata."
"O halde Simonides, 'doğruluk dosta iyilik, düşmana kötülük
etmektir' demek istiyor değil mi?"
"Öyle sanırım."
"Peki, hastalık sağlık konularında, hastalıklarında dosta iyilik
düşmana kötülük etmek en çok kimin elinden gelir?"
"Hekimin."
"Ya deniz yolculuklarında, tehlike baş gösterince, dosta iyilik,
düşmana kötülük en çok kimin elinden gelir?"
"Dümencinin."
"Doğru adama gelince, onun hangi işte, hangi başarılarda dosta
faydası, düşmana zararı dokunabilir?"
"Savaşta, düşmana saldırmak, dosta yardım etmekte, sanırım."
"Peki ama, azizim Polemarkhos, hasta olmayanlara hekim
faydasızdır, değil mi?"
"Doğru."
"Deniz yolculuğuna çıkmayanlara da dümenci faydasızdır, değil mi?"
"Evet."
"Savaşmayanlara da doğru adam faydasızdır, değil mi?"
"Hiç de bu fikirde değilim."
"O halde doğruluk barışta da faydalıdır, değil mi?"
"Evet, barışta da faydalıdır."
"Çiftçilik de faydalıdır, değil mi?"
"Evet."
"Ürün elde etmek bakımından, değil mi?"
"Evet."
"Ya ayakkabıcılık, o da faydalıdır, değil mi?"
"Evet."
"Bize ayakkabı sağladığı için mi dersin?"
"Şüphesiz."
"Doğruluğa gelince, sence o, barış zamanında neyin kullanılmasında
veya sağlanmasında faydalıdır?"
"Ticaret sözleşmelerinde Sokrates."
"Ticaret sözleşmelerinden ortaklığı mı anlıyorsun, yoksa başka bir
şeyi mi?"
"Şüphesiz, ortaklığı."
"Peki, tavla oyununda hangisi daha iyi, daha faydalı ortaktır?
Doğru adam mı, yoksa iyi oyuncu mu?"
"İyi oyuncu."
"Ya tuğlaları ve taşları yerine koymakta doğru adam duvarcıdan
daha faydalı, daha iyi iş ortağı mıdır dersin?"
"Şüphesiz hayır."
"Kitharacı mızrabı iyi kullanmakta doğru adamdan üstün olduğuna
göre, doğru adam bir ortakla yapılan hangi işte kitharacıdan daha
iyi bir ortaktır?"
"Para işleri ortaklığında, sanırım."
"Yalnız, Polemarkhos, parayı harcamakta, mesela parayla ortaklaşa
bir at almak veya satmak gerektiği zaman, doğru adam iyi bir ortak
değildir; o zaman, bence iyi ortak attan anlayandır. Öyle değil
mi?"
"Söylediklerimizden bu çıkıyor."
"Bir gemi almak veya satmak gerekirse, en iyi ortak gemi yapıcısı
veya dümencisidir, değil mi?"
"Öyle."
"Gümüşün veya altının ortaklaşa işlerde kullanılması gerekirse, bu
işlerin hangilerinde doğru adam başkalarından daha faydalı
olacaktır?"
"Paranın bir yana konup emniyette bulunması gerektiği zaman
Sokrates."
"Yani para hiç kullanılmayınca, işlemeyince demek istiyorsun, öyle
mi?"
"Şüphesiz öyle."
"Demek ki doğruluk, paranın bir işe yaramadığı zaman faydalıdır."
"Öyle olacak."
"O halde bir bağ bıçağını saklamak gerekirse, doğruluk hem
ortaklığa, hem de bireye faydalıdır, ama bıçağı kullanmak
gerekirse bağcılık faydalıdır, değil mi?"
"Söylediklerimizden bu çıkıyor."
"Bir kalkan veya bir lyrayı saklamak, hiç kullanmamak
gerektiğinde, doğruluk faydalıdır diyeceksin; ama onları kullanmak
gerekirse hoplit sanatı (11) veya müzik faydalıdır, değil mi?"
"Öyle olmak gerek."
"Diğer bütün işlerde de doğruluk bir şey kullanıldığı zaman
faydasız, o şey kullanılmadığı zaman faydalıdır, değil mi?"
"Öyle olacak."
"Demek ki dostum, doğruluk, kullanılmayan şeylerde faydalıysa,
onun bir değeri olmasa gerek. Şimdi şunu araştıralım: Yumruk
döğüşünde veya başka bir döğüşte vurmasını çok iyi bilen, kendini
korumasını da çok iyi bilir, değil mi?" (12)
"Şüphesiz."
"Ya hastalıktan korunmasını bilen, onu başkalarına gizlice
aşılamasını herkesten iyi bilmez mi?"
"Bilir sanırım."
"Sonra, düşmanın niyetlerini gizlice öğrenen, bütün sırlarını
çalan kimse, aynı zamanda ordunun iyi bir koruyucusudur, değil
mi?"
"Şüphesiz öyledir."
"O halde bir şeyin usta koruyucusu, bekçisi, aynı zamanda o şeyin
usta hırsızıdır."
"Evet."
"Öyleyse, doğru adam, paraya bekçilik etmesini biliyorsa,
çalmasını da bilir."
"Ne diyeyim? Söylediklerimizden bu çıkıyor" dedi.
"O halde, sonunda doğru adamın bir hırsız olduğu ortaya çıkıyor.
Bunu Homeros'tan öğrenmişe benziyorsun; çünkü o da Odysseus'un ana
tarafından dedesi Autolykos'u (13) över, hırsızlıkta, yalan yere
yemin etmekte bütün insanlardan üstün olduğunu söyler. Anlaşılıyor
ki hem sana, hem Homeros'a, hem Simonides'e göre doğruluk bir tür
hırsızlık sanatıdır, tabii dosta faydalı, düşmana zararlı olmak
şartıyla... Öyle demek istiyordun, değil mi?"
"Hayır, Zeus hakkı için! Ne dediğimi artık bilmiyorum. Bir
bildiğim varsa o da, doğruluğun dosta yaradığı, düşmana zarar
verdiğidir."
"Peki, sen kime dost dersin? Sana iyi adam görünenlere mi, yoksa
öyle görünmeseler de gerçekten iyi olanlara mı? Bunun gibi, kime
düşman dersin?"
"Tabii, insan iyi sandığı adamları sever, kötü sandığı kimselerden
nefret eder" dedi.
"Peki, birçok kimseyi iyi olmadıkları halde iyi sanmakla;
birçoklarını da aksine, kötü olmadıkları halde kötü bilmekle
insanlar yanılmıyorlar mı?"
"Yanılıyorlar."
"Demek ki, onlar iyiyi düşman, kötüyü dost sanıyorlar, değil mi?"
"Evet."
"İş tersine döndü; demek ki şimdi doğruluk kötüye iyilik, iyiye
kötülük etmek oluyor."
"Öyle anlaşılıyor."
"Ama iyiler doğrudurlar, haksızlık edemeyecek yaratılıştadırlar,
değil mi?"
"Evet"
"Hah! Senin sözlerine göre, doğruluk hiç haksızlık etmeyenlere
kötülük etmektir."
"Hiç de değil, Sokrates! Çünkü bu sözler besbelli ki yanlıştır."
"O halde, dedim, doğru olmayanlara zarar vermek, doğru olanlara
faydalı olmak doğrudur."
"Bu söz bence deminkinden daha güzel."
"Demek ki, Polemarkhos, birçokları için, insanlar hakkında yanılan
herkes için, doğruluk dosta zararlı, düşmana faydalı olmaktır;
çünkü birçokları gerçek dostlarını kötü, düşmanlarını ise iyi adam
sanırlar. Böylece Simonides'in demin söylediğimiz sözünün tam
tersini ileri sürmüş oluyoruz."
"Evet, şüphesiz öyle oluyor" dedi.
"O halde değiştirelim. Anlaşılan, dostu düşmanı iyi anlatamadık."
"Nasıl anlatmıştık, Polemarkhos?"
"Dost, hem iyi görünen, hem iyi olan insandır; iyi görünen ama iyi
olmayan insan ise dost görünür, ama dost değildir diyelim. Düşmanı
da tıpkı böyle anlatabiliriz."
"Bu sözümüzden iyi adamın dost, kötü adamın düşman olduğu
çıkıyor."
"Evet."
"Demek doğruluk üzerine demin söylediklerimize bir şey katmamızı
istiyorsun. Önceden 'doğruluk dosta iyilik, düşmana kötülük
etmektir' demiştik; şimdi şunu, yani 'dosta, iyiyse iyilik etmek;
düşmana, kötüyse kötülük etmek doğrudur' dememizi istiyorsun."
"Bana kalırsa, böyle söylenince, pek güzel söylenmiş olur."
"Peki, herhangi bir insana kötülük etmek doğru adama yakışır mı?"
"Evet, hem kötü, hem düşman olanlara tabii kötülük edilmelidir."
"Ama atlara kötülük edersek, daha iyi mi olurlar, daha kötü mü?"
"Daha kötü"
"Köpeğin iyiliği (14) bakımından mı, yoksa atın iyiliği bakımından
mı?"
"Atın iyiliği bakımından daha kötü olurlar."
"O halde, kötülük görürlerse, köpekler atın iyiliği bakımından
değil, köpeğin iyiliği bakımından daha kötü olurlar, değil mi"
"Diyecek yok."
"İnsanlara gelince, dostum, aynı şeyi söyleyemez miyiz? Kötülük
görürlerse, onlar da insanın iyiliği bakımından daha kötü
olurlar."
"Şüphesiz."
"Peki, doğruluk insanın iyiliği değil midir."
"Buna da bir diyecek yok."
"O halde, dostum insanlardan kötülük görenlerin doğruluklarından
bir şey kaybetmeleri kaçınılmaz."
"Öyle görünüyor."
"Peki, müzikle uğraşanlar, sanatlarını kullanarak birini müzikten
anlayamaz hale getirebilirler mi?"
"Getiremezler."
"Ya biniciler, binicilikte, birini ata binemez kılabilirler mi?"
"Olamaz."
"Peki, doğrulukta doğru insanlar birini doğruluktan ayırabilir mi?
Yahut, sözün kısası, herhangi bir iyilikle iyiler birini kötü
edebilirler mi?"
"Yoo... edemezler."
"Çünkü bence soğutmak sıcaklığın değil, karşıtının işidir."
"Evet."
"Islatmak kuruluğun değil, karşıtının işidir."
"Şüphesiz."
"Kötülük etmek iyinin değil, karşıtının işidir."
"Öyle."
"Ama doğru adam iyidir, değil mi?"
"Şüphesiz."
"Demek ki, Polemarkhos, dostuna ve başka birine kötülük etmek
doğru adamın değil, karşıtının, yani doğru olmayan adamın işidir"
dedim.
"Sözlerini her bakımdan doğru buluyorum, Sokrates!" dedi.
"O halde biri, doğruluk herkese verilmesi gerekeni, yani borç
olanı vermektir, der de, bundan doğru adamın düşmana kötülük,
dosta iyilik borçlu olduğunu anlarsa, bu sözü söyleyen uslu
değildir, çünkü gerçeği söylemiş olmaz; nitekim bir kimseye
kötülük etmenin hiçbir durumda doğru olmadığını gördük."
"Bu konuda sana hak veriyorum" dedi.
"Demek ki biri Simonides'in, Bias'ın, Pittakos'un
(15) veya uslu,
mutlu adamlardan birinin böyle bir şey söylediğini iddia ederse,
seninle ben yanyana ona karşı savaşırız, değil mi?"
"Ben, kendi hesabıma, seninle birlikte savaşmaya hazırım" dedi.
"Fakat bu söz, yani 'doğruluk dostlara faydalı olmak, düşmanlara
kötülük etmektir' diyen söz kimindir, biliyor musun?" dedim.
"Kimin?"
"Bence ya Periandros'un, ya Perdikkas'ın, ya Kserkses'in, ya
Thebaili Ismenias'ın (16) ya da kendini çok güçlü sanan zengin
adamlardan birinindir."
"Çok doğru" dedi.
"Peki, dedim, madem ki doğruluğun da doğrunun da, bu son dediğimiz
olmadığı ortaya çıktı, o halde doğruluk başka ne olabilir?"
Biz daha konuşurken Thrasymakhos (17) birkaç defa atılıp söze
karışmak istemiş, yanında oturanlar sözü sonuna kadar dinlemek
istedikleri için buna engel olmuşlardı. Benim sözlerimden sonra,
biz konuşmamıza ara verince, kendini artık tutamadı, vahşi bir
hayvan gibi toparlanıp bizi parçalayacakmış gibi üzerimize
saldırdı.
Polemarkhos'la ben korkudan irkildik. O, herkese dönerek "Ey
Sokrates!" dedi, "nedir bu sizin deminden beri içine daldığınız
boş sözler? Hem birbirinizin karşısına geçip gösterdiğiniz bu
saflıklar, bu karşılıklı eğilmeler de ne oluyor? Doğruluğun ne
olduğunu gerçekten öğrenmek istiyorsan, yalnızca sormakla kalma;
biri bir cevap verirse, alkış toplamak için onun sözünü çürütme.
Bilirsin ki sormak, cevap vermekten kolaydır; sen de cevap ver
bakalım! Söyle: Doğruluk sence nedir? Bak ama bana, doğruluk yok
görevmiş, yok faydaymış, yok işe yarayan şeymiş, yok kazançmış,
yok insanın işine gelenmiş falan demeyeceksin. Bir söyleyeceğin
varsa, açıkça ve tam söyle; çünkü böyle saçma sözler söylersen,
ben kabul etmem."
Bunları duyunca şaşakaldım, yüzüne korka korka baktım; hem
sanıyorum ki benim bakışım o bana bakmadan önce üzerine
düşmeseydi, dilim tutulacaktı (18). İyi ki sözlerimiz onu çileden
çıkarmaya başladığı zaman, ilk olarak ben ona baktım da cevap
verebildim. Hafifçe titreyerek, "Thrasymakhos", dedim, "bize
kızma; bu meseleyi araştırırken biz ikimiz yanılıyorsak, bil ki
istemeyerek yanılıyoruz. Altın arasaydık, araştırmamızda
birbirimizin karşısında eğilmeye, böylece onu bulmak fırsatını
elden kaçırmaya razı olur muyduk? Aradığımız doğruluk -değeri
birçok altın külçesinden yüksek olan doğruluk- olunca, ezilip
büzülerek birbirimize böylesine aptalca yol verdiğimizi, doğruluğu
elimizden geldiği kadar ortaya çıkarmaya uğraşmadığımızı sanma.
Uğraştığımızdan emin ol dostum! uğraşıyoruz, ama anlaşılan
elimizden gelmiyor. Onun için sizin gibi yaman adamların bize
darılması değil, acıması çok daha doğru olur."
Bu sözlerim üzerine alaylı bir kahkaha attı, dedi ki: "Aman
Herakles! İşte Sokrates'in o her zamanki ironisi!
(19) Ama ben
bunu biliyordum ve buradakilere önceden söylemiştim ki sen cevap
vermek istemeyeceksin, işi ironiye dökeceksin. Bir soru karşısında
cevap vermektense her şeyi yapacaksın."
Ben de "Sen çok kurnazsın da ondan, Thrasymakhos!" dedim. "Birine
on iki nedir, diye sorsaydın, sorduktan sonra da 'Ama bak,
arkadaş, on iki iki kere altıdır, yok üç kere dörttür, yok altı
kere ikidir, yok dört kere üçtür demeyeceksin; çünkü böyle boş
sözler söylersen, ben kabul etmem' diye ona önceden ihtar
etseydin, böyle bir soruya kimsenin cevap veremeyeceğini herhalde
bilirdin!Ama ya sana 'Ey Thrasymakhos, ne demek istiyorsun? Önce
yasak ettiğin cevaplardan hiçbirini vermeyeyim mi? Ya doğru cevap
onlardan biriyse ne yapayım, ey acayip adam? Doğruyu değil de
başka bir şeyi mi söyleyeyim? Yoksa ne buyuruyorsun?' diye
sorsaydı, sen onun bu sözlerine ne derdin?"
"Bırakalım bunu, bu dediklerinle benimkiler arasında bir benzerlik
var mı ki" dedi.
"Niçin olmasın? dedim, ama bir benzerlik olmasa da soruya cevap
verecek adam varsa, yasak etsek de etmesek de bildiğini
söylemekten çekinecek mi sanırsın?"
"Demek ki sen de böyle yapacaksın", dedi. "Sana yasak ettiğim
cevaplardan birini vereceksin, değil mi?"
"Olur a!" dedim, "Düşünüp taşınır, doğru olduğunu görürsem."
"Peki, ya ben doğruluk hakkında bütün bunlardan başka bir cevap,
bunlardan üstün bir cevap çıkarırsam, kendine hangi cezayı layık
görürsün?" (20)
"Bilmeyene yaraşan cezadan başka bir cezayı değil herhalde!"
dedim. "Ona yaraşan ceza da bilen birinden öğrenmektir; işte ben
kendime bunu layık görüyorum."
"Ne ömür adamsın!" dedi, "Bil ki öğrenmekten başka bir de para
cezası vermelisin."
"Yeter ki param olsun" dedim.
Glaukon "Para var, para var!" dedi, "Haydi Thrasymakhos, iş
paradaysa konuş! Hepimiz payımıza düşeni Sokrates'e vereceğiz."
"Tabii, tabii...Siz bunu, Sokrates adetine bağlı kalsın, kendi
cevap vermesin, ama biri cevap verince, ortaya atılan sözü eline
alsın, çürütsün diye istiyorsunuz."
"A dostum!" dedim,"insan sana nasıl cevap versin? Bir kere bildiği
bir şey yoksa, bilmediğini de itiraf ediyorsa; sonra bir fikri
varsa, değersiz olmayan bir adam da ona düşündüklerini söylemeyi
yasaklıyorsa, nasıl cevap versin? Doğrusu söz sana düşer; çünkü
sen bildiğini, söyleyecek sözlerin olduğunu iddia ediyorsun. Haydi
buyur! Hatırım için cevap ver! Glaukon'un da, ötekilerin de
öğrenmesini çok görme!"
Bu sözlerim üzerine Glaukon ve ötekiler razı olmasını dilediler.
Zaten Thrasymakhos'un alkış toplamak için konuşmaya can attığı
besbelliydi. Elinde çok güzel bir cevap bulunduğunu düşünüyor;
sadece cevapları bana verdirmek için inat eder gibi tavırlar
takınıyordu. Sonunda razı oldu ve "İşte Sokrates'in hüneri!" dedi,
"kendisi öğretmek istemez, ona buna gider, öğrenir, kimseye
minnettarlık göstermez."
"Başkalarından öğrendiğimi söylüyorsun, Thrasymakhos! Haklısın.
Ama minnettarlık göstermediğime gelince bunda yanılıyorsun; ben
elimden geldiği kadar minnet borcumu ödüyorum. Elimden de sadece
övmek gelir.. Param yok ki! Ama bunu candan yaptığımı, birinin iyi
konuştuğunu görürsem, onu candan övdüğümü, sen hele bir konuş
hemen görürsün; çünkü eminim, iyi konuşacaksın" dedim.
"Dinle öyleyse!" dedi. "İşte benim fikrim: Doğruluk güçlünün işine
gelen şeydir, başka bir şey değil. Ee, niçin övmüyorsun! Tabii
övmek istemezsin!"
"Ne demek istediğini bir anlayayım da öyle", dedim. "Şimdilik daha
anlamadım. Sen, doğruluk güçlünün işine gelen şeydir diyorsun?
Peki Thrasymakhos, bunu söylerken acaba ne demek istiyorsun?
Örneğin pankration pehlivanı Pulydamas (21) bizden güçlü olduğuna
ve sığır eti gücünü korumak için ona yaradığına göre, bu besin
onun kadar güçlü olmayan bizler için de hem yararlı, hem de
doğrudur; bunu mu demek istiyorsun?"
"Sen insanı iğrendiriyorsun, Sokrates!" dedi. "Sözümü ne kadar
yanlış anlamak mümkünse, o kadar yanlış anlıyorsun."
"Hiç de öyle değil, dostum"; dedim. "Yalnız ne demek istediğini
daha açık söyle!"
"Sokrates, sen kentlerde tiranlık, demokrasi, aristokrasi gibi
değişik hükümet şekilleri olduğunu gerçekten bilmiyor musun?"
"Bilmez olur muyum?"
"Her kentte iktidar, hüküm süren unsurun elindedir; öyle değil
mi?"
"Şüphesiz."
"Her hükümet yasalarını kendi işine geldiği gibi yapar: Demokrasi
demokratlığa uygun yasalar, tiranlık tiranlığa uygun yasalar
koyar, diğerleri de tıpkı böyledir. Bu yasaları koyarak, kendi
işlerine gelenin yönetilenler için de doğru olduğunu söylerler;
kendi işlerine gelenden ayrılanı da, yasaya, hakka karşı geliyor
diye cezalandırırlar. İşte dostum, benim dediğim şudur: Doğruluk
her yerde birdir, yani oradaki hükümetin işine gelen şeydir; güç
onun elindedir. Doğru dürüst akıl yürütmesini bilen bir adam,
bundan şunu çıkarır: Doğru olan hep aynıdır, yani güçlünün işine
gelen neyse, odur."
"Ne demek istediğini şimdi anladım. Ama işin gerçekten böyle olup
olmadığını öğrenmeye
çalışacağım. Demek Thrasymakhos, sen de 'doğruluk işe gelen
şeydir' cevabını verdin; halbuki bana böyle bir cevap vermeyi
yasaklamıştın; ama doğrusu, sözüne bir de 'güçlünün' sözcüğünü
kattın."
"Anlaşılan önemsiz bir sözcük katmışım!" dedi.
"Önemli mi, önemsiz mi bu henüz belli değil; fakat belli olan bir
şey varsa, o da söylediğinin gerçeğe uygun olup olmadığını
araştırmak gerektiğidir. Madem ki sen doğrunun işe gelen bir şey
olduğunu söylüyorsun, ben de bu fikirdeyim; ama sen bir şey daha
katıyor, güçlünün işine gelen şeydir, diyorsun. Ben bunu
bilmiyorum; onun için araştırmak gerekiyor."
"Araştır" dedi.
"Hepsi olacak", dedim. "Sen yalnız şuna cevap ver: Tabii,
yönetenleri dinlemenin de doğru olduğu fikrindesin, değil mi?"
"Evet."
"Peki, acaba kentlerin başında bulunanlar hiç yanılmazlar mı?
Yoksa onların da yanıldığı olur mu?"
"Onlar da bazen yanılabilirler" dedi.
"Demek ki, yasa koymaya giriştiler mi, bazılarını doğru,
bazılarını yanlış koyabilirler, değil mi?"
"Öyle sanırım?"
"Tabii, doğru yasa koymak kendi işlerine geleni, yanlış yasa
koymak da kendi işlerine gelmeyen yasaları koymaktır diyeceksin;
değil mi?"
"Öyle."
"Ama nasıl bir yasa koyarlarsa koysunlar, yönetilenler ona
uymalıdır, doğru olan budur."
"Kuşku yok."
"Demek ki, sözlerine bakılırsa, doğru olan şey yalnızca güçlünün
işine geleni yapmak değil, karşıtını da, yani işine gelmeyeni de
yapmaktır."
"Ne? Ne diyorsun sen?"
"Senin söylediklerini sanırım. Ama konuyu daha iyi araştıralım.
Söyle, anlaşmamış mıydık? Yönetenlerin yönetilenlere, şunu bunu
yapmayı buyururken, bazan kendi gerçek çıkarlarının ne olduğunda
yanıldıkları, fakat yönetilenlerin baştakilerin emrini yerine
getirmelerinin doğru olduğu üzerinde anlaşmamış mıydık."
"Anlaşmıştık sanıyorum" dedi.
"Öyleyse şunu da bil ki, yönetenler kendilerine zararlı olan
şeyler buyururlarsa, sen de bu buyrukların yerine getirilmesini
doğru buluyorsan, demek ki yönetenlerin ve güçlülerin işine
gelmeyeni de yapmanın doğru olduğunu kabul etmiş oluyorsun. İşte o
zaman bundan şöyle bir sonucun çıkması gerekmez mi? Senin
söylediklerinin karşıtını yapmak doğru olmaz mı? Çünkü görüyorsun
ki güçsüzlerin zararına olan bir şey emrediliyor."
Polemarkhos "Zeus hakkı için doğru! İş meydanda Sokrates" dedi.
Kleitophon da, "Tabii, sen ona tanıklık edersen" diye söze atıldı.
Polemarkhos "Tanığa neden ihtiyacı olsun?" dedi. "Yönetenlerin
bazan kendilerine zararlı olan şeyler buyurduklarını,
yönetilenlerinse bu buyrukları yerine getirmelerinin doğru
olduğunu Thrasymakhos kendisi kabul etmedi mi?" diye sordu.
"Evet, Polemarkhos, doğrudur; ama Thrasymakhos yalnızca
'yönetenlerin buyruklarının yerine getirilmesi doğrudur' demişti."
"İyi ama, Kleitophon; o, şunu da, yani güçlünün işine gelenin
doğru olduğunu da söylemişti. Bu iki sözle, güçlülerin bazan
kendileri için zararlı olan şeyleri güçsüzlere, yönetim altında
olanlara buyurduklarını da kabul etmişti. Bunları kabul ettiğine
göre, güçlünün işine gelmeyen şey de güçlünün işine gelen şey
kadar doğrudur."
Kleitophon "İyi ama, Thrasymakhos 'güçlünün işine gelen şey'
demekle güçlünün işine gelir sandığı şey demek istiyordu;
güçsüzler bunu yapmalıdır, doğruluk da budur, diye iddia etmişti"
dedi.
Polemarkhos da "Peki ama, daha önce böyle bir şey söylenmedi"
dedi.
"Zararı yok, Polemarkhos! Thrasymakhos bunu böyle söylüyorsa,
böyle kabul edelim" dedim.
"Söyle bakalım, Thrasymakhos! Senin demek istediğin bu mudur? Yani
doğruluk, güçlünün işine gelsin gelmesin, işine geldiğini sandığı
şey midir? Fikrin budur, diyebilir miyiz?"
"Yok, yok! dedi. Ben yanılana, tam yanıldığı anda güçlü der
miyim?"
"Doğrusu, yönetenlerin yanılmaz kimseler olmadıklarını, bazan
yanıldıklarını kabul ettiğin zaman, ben bunu demek istediğini
sanmıştım."
"Sen, Sokrates, insanın sözlerini çarpıtıyorsun. Bak, örneğin sen,
hastaları hakkında yanılan bir hekime, yanıldığı için mi hekim
dersin? Yahut da hesabında yanılan bir muhasebeciye, yanıldığı
zaman, böyle yanıldığı için mi muhasebeci dersin? Bence 'hekim
yanıldı, muhasebeci yanıldı, öğretmen yanıldı' birer deyiş
tarzıdır. Bence onların hiçbiri, eğer verdiğimiz ada layıksa
yanılmaz. Düşüncemi daha tam söylemem gerekirse -sen de zaten tam
sözlerden hoşlanıyorsun- şöyle diyeceğim: Sanat sahiplerinin
hiçbiri yanılmaz; yanılan, bilgisi yetmeyince yanılır, ama o zaman
zaten sanat sahibi değildir. Sonunda hiçbir sanat sahibi, hiçbir
bilgin, hiçbir yönetici -yönetici oldukça- yanılmaz; ama alem
'hekim yanıldı, yönetici yanıldı' diyebilir. İşte şimdi verdiğim
cevabı sen böyle anlamalısın; en tam şekliyle düşüncem şudur:
Yönetici, yönetici oldukça yanılmaz, yanılmadığı için de kendine
en faydalı olanı buyurur; yönetilene de bunu yapmak düşer.
Görüyorsun ya, daha baştan söylediğim gibi, doğruluk, güçlünün
işine geleni yapmaktır."
"Öyle mi, Thrasymakhos? Sözlerini çevirdiğimi mi düşünüyorsun?"
dedim.
"Elbette" dedi.
"Demek ki sen, sorularımı, sana tartışmada bir oyun oynamak için
kötü niyetle sordum sanıyorsun, öyle mi?"
"Eminim, öyledir"; dedi, "ama bir şey elde edemeyeceksin; çünkü ne
oyununu benden gizleyebiliyorsun, ne de -gizleyemediğin için- beni
sözünün gücüyle yenebiliyorsun."
"Ey mutlu Thrasymakhos!" dedim, "ben buna girişmem bile. Ama,
böyle bir şey bir daha başımıza gelmesin diye şunu söyle: Hem
yönetici, hem güçlü olan insanı ne anlamda anlıyorsun? Herkesin
anladığı gibi mi, yoksa tam anlamıyla mı? Tam anlamıyla
anlıyorsan, o, demin dediğin gibi, öyle bir adamdır ki, güçlü
olduğu için, güçsüzün onun işine geleni yapması doğrudur."
"Tam anlamında, tam anlamıyla bir yönetici demek istiyorum", dedi.
"Bunun üzerinde oyna, sözlerimi çevir. Senden aman dilemiyorum;
ama bir şey yapamayacaksın?"
"Sen beni o kadar deli mi sanıyorsun? Ben hiç aslanı kırkmaya
(22), Thrasymakhos'a oyun oynamaya kalkışır mıyım?"
"Demin kalkıştıydın ya! Ama bunu yine başaramadın!"
"Yeter", dedim, "bu konuyu kapatalım. Şimdi sen söyle bana: O
senin daha önce sözünü ettiğin 'tam anlamıyla hekim nedir? Para
toplayan biri mi, yoksa hastalara bakan biri mi? Ama gerçekten
hekim olan hekimi anlat!"
"Hekim hastalara bakan biridir."
"Ya kaptan nedir? Gerçek anlamda bir kaptan, gemicilerin başı
mıdır, yoksa bir gemici midir?"
"Gemicilerin başıdır."
"Demek gemide seyahat ettiği hesaba katılmamalı, ona 'bir gemici'
dememeli; çünkü ona, denizde seyrettiğinden değil, sanatından ve
gemicilerin başında olduğundan ötürü kaptan denir."
"Doğru."
"Bunların her birinin işine yarayan bir şey yok mudur dersin?"
"Var tabii."
"Hatta sanat da herkesin işine yarayanı arayıp onu sağlamak için
doğmuş değil midir?"
"Evet, bunun için doğmuştur."
"Peki, her sanatın, mükemmel olmanın dışında, işine yarayan başka
bir şey var mıdır?"
"Bu soruyla ne demek istiyorsun?"
"Şunu: Örneğin bana, 'bedene beden olmak yeter mi, yoksa başka
şeye ihtiyacı var mı?' diye sorsan, şöyle bir cevap veririm:
'Herhalde başka şeye ihtiyacı var ki hekimlik sanatı bulunmuş;
çünkü beden aciz bir şeydir ve ona yalnızca beden olmak yetmez.
İşte bu sanat onun işine gelenleri, yani ona yarayan şeyleri
sağlamak için meydana getirilmiştir.' Böyle söylemekle sence doğru
mu söylüyorum, yoksa yanlış mı?"
"Doğru" dedi.
"Peki sonra, hekimliğin kendisi de aciz midir? Yahut başka
herhangi bir sanatın ayrıca bir güce ihtiyacı olabilir mi? Örneğin
göze görme, kulağa işitme gücü gereklidir; bu yüzden de gözün ve
kulağın, kendilerine yararlı olanı araştıracak ve sağlayacak bir
sanata ihtiyaçları vardır. Peki sanatlarda da öyle midir? Sanatın
kendisinde bir eksiklik var mı? Her sanatın kendi işine geleni
araştıracak başka bir sanata, bu araştıranın da bir ötekine
ihtiyacı var mıdır? Bunun sonu gelmez mi? Yoksa kendine yararlı
olanı kendi mi sağlar? Yetersizliğini gidermek için kendine de,
başka bir sanata da ihtiyacı yoktur, çünkü sanatta hiçbir
yetersizlik, hiçbir kusur yoktur, değil mi? Sanatın da, kendi
alanındaki şeyden başka bir şeyin yararına olanı araştırması
gerekmez mi? Bir sanat, sağlam oldukça, yani bütün olarak özünü
korudukça, kusursuz ve saf değil midir? Sorunu demin konuştuğumuz
'tam anlama' göre araştır da söyle: Böyle midir, yoksa değil
midir?" (23)
"Böyledir sanıyorum."
"O halde hekimlik hekimliğin yararına olanı değil, bedenin
yararına olanı gözetir" dedim.
"Evet" dedi.
"Binicilik biniciliğin yararına olanı değil, atların yararına
olanı gözetir. Bir sanat da, kendi hiçbir ihtiyacı olmadığından,
kendinin değil, sanatı olduğu şeyin yararına olanı gözetir."
"Öyle olacak" dedi.
"Fakat, Thrasymakhos, sanatlar, sanatı oldukları alanda egemen ve
üstündürler..." dedim.
Bunun üzerine istemeye istemeye "evet" dedi.
"... O halde hiçbir bilgi üstün olanın işine geleni değil, kendi
yönetimi altında bulunanın, yani güçsüzün yararına olanı gözetir
ve emreder" dedim.
Sonunda dediğime geldi, ama önce karşı gelmek istemişti. Razı
olunca, "O halde hiçbir hekim, hekim oldukça, hekimin yararını
gözetmez, hastanın yararını gözetir, emreder; değil mi? Nitekim
gerçek anlamda hekim olanın, bir tüccar olmayıp bedenlere bakan
bir insan olduğunda anlaşmıştık; yoksa anlaşmamış mıydık?" dedim.
"Anlaşmıştık."
"Gerçek kaptan tayfa değil, tayfaların başıdır demiştik, değil
mi?"
"Evet."
"O halde böyle bir kaptan, yani yöneten biri, kaptanın yararını
değil, tayfanın, yani yönetilenin yararını gözetecek,
emredecektir."
Bu fikre güçlükle yanaştı.
"Demek ki, Thrasymakhos, hiçbir kimse, yönetici oldukça hiçbir
yönetimde kendi yararını gözetmez. Uğrunda çalıştığı, yönetilen
kişilerin yararını gözetir ve emreder. Ve bu adam ne söylerse, ne
yaparsa, bu hedefle -yani yönetilenin yararına uygun olanı
gözeterek- söyler ve yapar."
Tartışmamız bu noktaya gelince ve herkes doğrunun ne olduğunda da
tam ters bir sonuca varıldığını görünce, Thrasymakhos cevap vermek
yerine, "Sokrates söyle bana, senin bir sütninen var mı?" diye
sordu.
"Bu da ne!" dedim. "Bunları soracağına, cevap vermen daha iyi
olmaz mıydı?"
"Olmazdı, çünkü sütninen senin sümüğünü göremiyor, çok ihtiyacın
olduğu halde, burnunu silmiyor. Beğendin mi, işte koyunlarla
çobanı ayırt edemiyorsun."
"Ne demek istiyorsun?" dedim.
"Şunu demek istiyorum: Sana göre, çobanlarla sığırtmaçlar
koyunlarla öküzlerini efendilerinin ve kendilerinin yararı için
değil, sadece koyunlarla öküzlerin yararı için besler, onların
yararını göz önünde tutarak bakarlar. Tıpkı bunun gibi, sen öyle
sanıyorsun ki, kentlerde gerçekten egemen olan yöneticilerin
yönetilenler hakkında gece gündüz düşündükleri, sürünün başındaki
çobanın düşündüğü gibi, nelerinden yararlanacakları değildir.
Sence onlar başka türlü düşünürler. Sen doğru ile doğruluğu, eğri
ile eğriliği tanımaktan o kadar uzaksın ki, şunu bilmiyorsun:
Doğrulukla doğru gerçekten bir başkası için yararlı olan, yani
güçlünün, egemen olanın işine gelen şeydir; itaat edenin, hizmet
görenin zararınadır. Eğrilikse tam tersinedir; gerçekten saf ve
doğru olanlara hükmeder.
Güçlü üstün olduğu için, yönetilenler de
güçlünün yararına olanı yaparlar; hizmetleriyle kendi
mutluluklarını değil, ancak onun mutluluğunu sağlarlar. Ey
Sokrates, saf adam, şuna dikkat etmelisin ki, doğru adam her işte,
doğru olmayanın karşısında zararlı çıkar. İnsanların, aralarında
yaptıkları anlaşmaları ele alalım: Ortaklar böyle iki insan
oldukça, ortaklık dağıldığı zaman, doğrunun doğru olmayandan daha
çok kazandığını hiç göremezsin; zarar ettiğini görürsün. Devletle
olan işlerinde, vergi vermek gerekirse, ikisinin malı eşit olduğu
halde, doğru adam çok, öteki az verir; ama almaya gelince, biri
hiç kazanmaz, öteki çok kazanır. Çünkü yönetime gelince, doğru,
başka bir zarar görmese de, en azından ihmali yüzünden evi, ailesi
kötü bir duruma düşer; doğruluğu, onun devlet malından
faydalanmasına engel olur; üstelik doğruluğa aykırı bir iş yapmak
istemediği zaman, hısımlarının, akrabalarının nefretini kazanır.
Doğru olmayan insan için durum tam tersinedir. Biraz önce de
söylediğim gibi, ben eğri insan demekle pek büyük kazançlar elde
edebilen kimseyi anlıyorum. İşte sen, doğru olmaktansa doğru
olmamanın insanın kendisi için ne kadar kazançlı olduğunu anlamak
istiyorsan, böyle bir adamı göz önünde tutmalısın. Bunu öğrenmek
içinde en kolay yol eğriliğin sonuna kadar gitmektir; o eğrilik ki,
yapanı son derecede mutlu, haksızlık görüp eğrilik etmek
istemeyeni son derecede sefil eder. Eğriliğin son aşaması
tiranlıktır. O, başkalarının mallarını azar azar değil,
düzenbazlık ve şiddet yollarıyla birden zapteder; bu malların
tanrılara veya insanlara, devlete veya bireye ait olup
olmadıklarına bakmaz. Oysa herhangi bir kişi bu türden eğrilikler
yaparken yakalanacak olursa, cezasını görür, pek çok da ayıplanır;
çünkü çeşitli yolsuzluklarda bulunanlar, tapınak soyan, insan
tüccarlığı yapan, duvar delen, soygunculuk, hırsızlık edenler,
işledikleri suçlara göre ad alırlar. Ama yurttaşlarının mallarına
el sürmekle kalmayıp onları köleliğe de sürükleyenlere bu çirkin
adlar verilmez.
Yalnızca kendi vatandaşları değil, eğrilik
yaptığını bilenlerin hepsi ona mutlu derler; çünkü eğriliği
ayıplayanlar eğrilik etmekten değil, ona uğramaktan korktukları
için eğriliği ayıplarlar. Böylece, Sokrates, oldukça ileri giden
bir eğrilik hür adama doğruluktan daha çok yakışır; böylece daha
güçlü, daha efendi olur; ve başlangıçta söylediğim gibi, doğruluk
güçlünün işine gelendir, eğrilikse kendine yararlı olan, kendi
işine gelendir."
Thrasymakhos bunları söyleyerek, bir yığın sözü bir natır gibi
kulaklarımıza bol bol döktükten sonra, çekilip gitmek
niyetindeydi; ama orada bulunanlar onu bırakmadılar, kalmaya ve
söylediklerinin incelenmesini kabule zorladılar. Ben de çok rica
ettim ve "Ulu Thrasymakhos," dedim, ortaya böyle bir sorun
attıktan sonra, bu sorunun senin iddia ettiğin gibi mi, yoksa
başka türlü mü olduğunu yeterince öğretmeden veya öğrenmeden mi
gitmek istiyorsun? Yaşadıkça izlememiz gereken, izlediğimizde bize
iyi bir yaşam sağlayacak olanın ne olduğunu anlatmaya girişmekle
basit bir iş mi ele aldın sanıyorsun?"
Thrasymakhos "Ben basit mi diyorum?" dedi.
"Öyle dermiş gibi görünüyorsun," dedim. "Ya da bize aldırmıyorsun
ve o senin bilirim dediğin şeyleri biz bilmediğimiz için, iyi mi
yaşayacağız, kötü mü yaşayacağız, bu seni ilgilendirmiyor. Haydi,
dostum, razı ol, bizi de aydınlat! Biz o kadar çoğuz ki, bize
edeceğin iyilik senin için hiç de kazançsız bir iş olmayacak. Ben
sana kendi fikrimi söyliyeyim: Eğriliğe engel olmayıp onun her
istediğini yapmasına izin versek bile, eğriliğin doğruluktan daha
kazançlı olduğuna ben akıl erdiremem, inanamam. Bak dostum, biri
haksız olsun, gizliden gizliye yahut açıkça ve zorla eğrilik
yapabilsin, yine beni eğriliğin doğruluktan daha kazançlı olduğuna
inandıramaz. Zaten, belki de yalnız değilim, içimizde böyle
düşünen bir başkası da var; onun için, mutlu adam, doğruluğu
eğrilikten üstün tutmakla yanlış düşündüğümüzü yeterince ispat et,
bizi inandır."
"Peki, seni nasıl inandırayım?" dedi. "Madem ki deminden beri
söylediklerime inanmıyorsun, artık ne yapabilirim? Yoksa sözlerimi
kafana zorla mı sokayım?"
"Zeus hakkı için! Bunu yapma. Ama her şeyden önce sözlerini
değiştirme, değiştireceksen de, bunu açıkça yap ve bizi aldatma.
Şimdi, biraz önceki sözler üzerinde duralım: Görüyorsun ki ilkin
gerçekten hekim olanı anlattığın halde, Thrasymakhos, sonradan
gerçek çoban hakkında verdiğin tanıma bağlı kalmaya gerek
görmedin. Çoban olmak sıfatıyla çobanın, koyunlarının iyiliğini
düşünen bir çoban gibi değil de, boğazına düşkün bir adam gibi
ziyafette iyi yiyebilmek için, yahut da bir ticaret adamı gibi
koyunlarını satabilmek için onları gözettiğini sanıyorsun. Oysa
çoban, başında bulunduğu sürüye en büyük iyiliği nasıl
sağlayacağını düşünür, başka tasası da yoktur; çünkü çobanlık
sanatı, özünden bir şey kaybetmedikçe kendi ihtiyaçlarını kusursuz
olacak kadar, yeterince sağlamıştır. Bunun gibi şu nokta üzerinde
de anlaşmamız gerektiğini sanıyordum: Her yönetim, yönetim olarak
ister devlet yaşamında olsun, ister tek insanın yaşamında olsun,
bir başkasının iyiliğini değil, ancak yönettiği ve bakımını
üzerine aldığı şeyin iyiliğini gözetir. Sen kentleri yönetenlerin,
gerçekten yönetenlerin bu işi seve seve yaptıklarını mı
sanıyorsun?"
"Zeus hakkı için! Sanmakla kalmıyorum, eminim."
"Ne söylüyorsun, Thrasymakhos," dedim. "Kimsenin yönetim
görevlerini isteyerek üzerine almadığını, aksine, onların bu
yönetim görevlerinden kendilerine değil, yönetilenlere bir fayda
çıkacağı için ücret istediklerini görmüyor musun? Sen yalnız şuna
cevap ver: Biz daima 'her sanatı diğerinden farklı kılan şey, her
birinin diğerinden farklı bir başarma gücü olmasıdır' demedik mi?
Hem düşündüğüne aykırı cevap verme de biraz ilerleyelim, olmaz mı
mutlu Thrasymakhos?"
"Evet, fark budur" dedi.
"Öyleyse, her bir sanatın bize sağladığı yarar aynı değil, başka
başkadır. Örneğin hekimlik sağlığımızı korur, kaptanlık denizlerde
güvenliğimizi sağlar; ötekiler için de böyle değil midir?"
"Evet."
"Öyleyse ücret alma sanatı (24) da ücret sağlar, değil mi? çünkü
onun başarısı bundadır; yoksa sence hekimlikle kaptanlık bir
midir? Ya da, demin önerdiğin gibi, biri kaptanlık yapar da,
denizlerde sefere çıkmak ona yaradığı için sağlığı yerine gelirse,
sen bu yüzden onun sanatına hekimlik demeyi daha doğru mu
bulacaksın?"
"Hayır."
"Biri ücret alırken sağlığı düzelirse, gene de ücret alma sanatına
hekimlik diyemezsin, sanırım."
"Tabii diyemem."
"Ya sonra? Biri hastaya bakar da ücret alırsa, hekimliğe ücret
alma sanatı mı dersin?"
"Hayır."
"Demek her sanat kendine göre ayrı bir yarar sağlar. Bunda
anlaştık mı?"
"Öyle olsun" dedi.
"O halde bütün sanat sahiplerinin ortak bir yararı varsa, kuşkusuz
bunu ayrıca ortak bir şeyi kullanmakla edinirler."
"Öyle görünüyor."
"İşte biz de diyoruz ki, sanat sahiplerinin ücret alarak yarar
sağlamaları, kendilerinin ayrıca ücret sanatıyla uğraşmalarından
ileri geliyor."
Bunu güçlükle kabul etti.
"Demek oluyor ki, her sanat sahibi o yararı, yani ücret almayı,
kendi sanatından çıkarmaz. Noktası noktasına araştıracak olursak
hekimlik sağlık, ücret alma sanatı ise ücret sağlar. Ev kurma
sanatı, ev; ücret alma sanatı ise ona eş olarak ücret sağlar;
ötekiler de böylece kendi işini görür ve başında bulunduğu şeye
yararlı olur. Ama sanat sahibine ayrıca bir ücret verilmeyecek
olursa, o sanatından faydalanabilir mi?"
"Sanmam" dedi.
"Ama o parasız iş gördüğü zaman da faydalı olmaz mı?"
"Bence olur."
"Şimdi, Thrasymakhos, şu belli oluyor ki hiçbir sanat, hiçbir
yönetim kendine yarayanı sağlamaz. Deminden beri söylediğimiz
gibi, güçlünün yararını değil, güçsüz olduğu için, küçüğün
yararını gözeterek, yönetilenin yararına olanı sağlar ve buyurur.
İşte dostum Thrasymakhos bunun içindir ki ben demin, kimsenin
yönetmeyi gönülden istemediğini, başkalarının kötü durumlarını
düzeltmek için uğraşmaya razı olmadığını, ücret isteyeceğini ileri
sürüyordum. Çünkü sanatıyla başarılar elde etmek isteyen kimse
sanatına uygun şekilde davrandıkça, kendine en iyi olanı değil,
daima yönetilene en iyi olanı yapar ve buyurur. İşte, bu şekilde
yönetmeyi göze alacak olanlara bir ücret verilmelidir: Para veya
şeref; yönetimden kaçınırlarsa, ceza."
Glaukon, "Sokrates ne demek istiyorsun," dedi. "Saydığın
ücretlerin ikisini tanıyorum, ama bu ceza nedir? Hem nasıl oluyor
da onu ücretten sayıyorsun, anlayamadım."
"Sen en iyi insanların ücreti nedir bilmiyorsun," dedim. "En
değerli kimseler yöneticiliğe razı oldukları zaman, işte o ücret
için yönetirler. Yoksa şerefe, paraya düşkün olmanın ayıp
sayıldığını, gerçekten de öyle olduğunu bilmiyor musun?"
"Tabii biliyorum" dedi.
"İşte bu yüzden iyiler, ne para için yönetmeye razı olurlar, ne de
şeref için; çünkü yönetmelerine karşılık ücret isteyecek
olurlarsa, kendilerine ' ücret kölesi' derler diye korkarlar.
Yönetim mevkiinden faydalanarak gizlice para çekecek olurlarsa,
'hırsız' derler diye korkarlar. Şeref için de razı olmazlar; çünkü
şerefe düşkün değildirler. Bu yüzden yönetimi üzerlerine almak
için karşılarında bir zor, bir ceza bulunması gerekir. Belki bu
yüzden, bir insanın yöneticilik işine kendiliğinden, zorlanmayı
beklemeden atılması ayıp sayılmıştır. Cezanın en büyüğü de,
kendimiz yönetmek istemediğimiz zaman, daha kötü biri tarafından
yönetilmemizdir. Bence değerli insanlar yönettikleri zaman,
içlerinde bu korkuyla yönetirler. İşte o zaman bir nimete konmak,
rahatlarını sağlamak için değil, yönetimi emanet edecek
kendilerinden daha iyi veya kendilerine eş kimseler
bulamadıklarından ister istemez yönetimi üzerlerine alırlar; çünkü
sadece iyi insanlarla dolu bir kent kurulabilseydi, insanlar
herhalde şimdiki gibi yönetmek için değil, yönetmemek için
uğraşırlardı. Hem o zaman gerçek yöneticinin gerçekte kendi işine
geleni değil, yönetilenin işine geleni gözeten bir adam olduğu
belli olurdu. Öyle ki, akıllı bir adam başkasına yararlı olmak
için zahmete
katlanmaktansa, başkasından yarar görmeyi yeğlerdi. Kısaca,
Thrasymakhos, 'doğru güçlünün işine gelendir' sözünü hiç de kabul
etmem. Fakat bunu bir dahaki sefere de inceleyebiliriz. Hem
Thrasymakhos'un az önce söylediği söz bana çok daha önemli
görünüyor: Doğru olmayanın hayatı doğrununkinden daha iyiymiş.
Sen, Glaukon, iki fikirden hangisini seçiyorsun? Hangisini gerçeğe
daha uygun buluyorsun?"
"Ben, doğru kişinin yaşamı daha iyidir, diyorum" dedi.
"Az önce Thrasymakhos'un, doğru olmayan kişinin yaşamında nice
nimetler sayıp sıraladığını işittin mi?"
"Evet, işittim, ama inanmıyorum."
"Elimizden gelirse, bir yolunu bulalım da, söylediğinin doğru
olmadığına onu inandıralım, ister misin?"
"İstemez olur muyum."
"Şimdi bak," dedim. "Onun sözüne karşılık olarak, doğru olmanın
bütün nimetlerini sayıp uzun sözler söylersek, o da bir daha söz
alır; biz de gene uzun sözlere girişirsek, o zaman nimetleri
saymak ve her birimizin ne kadar saydığını ölçmek gerekecek; hem
de karar verecek hakemlere ihtiyacımız olacak. Ama konuyu deminki
gibi, birbirimizle uyuşarak araştırırsak, aynı zamanda hem hakem,
hem avukat oluruz."
"Doğrudur" dedi.
"Öyleyse bu araştırmaların hangisini beğeniyorsun" diye sordum.
"İkincisini" dedi.
"Haydi öyleyse, Thrasymakhos," dedim. "Baştan başlayalım, sen de
cevap ver. Gerçek eğrilik, gerçek doğruluktan daha elverişli midir
dersin?"
"Tabii, dedi; sebebini de söyledim."
"Peki, doğrulukla eğrilik konusunda ne dersin? Birine iyilik,
ötekine kötülük mü dersin?"
"Elbette."
"Doğruluğa iyilik, eğriliğe kötülük, öyle değil mi?"
"A iki gözüm, öyle olsaydı, eğrilik elverişlidir, doğruluk
elverişli değildir der miydim?"
"Peki, öyleyse ne diyorsun?"
"Tam tersini" dedi.
"Doğruluk kötülük müdür?"
"Hayır, ama doğru insana çok saf ve iyi yürekli derim."
"O halde eğri insana kötü yürekli mi dersin?"
"Hayır, işini bilen bir insan derim."
"Sence, Thrasymakhos, doğru olmayanlar uslu ve iyi insan
mıdırlar?"
"Evet, tam anlamıyla eğrilik edebilenler; kentleri de, ulusları da
altetmeye gücü yetenler uslu ve iyidirler; halbuki sen belki
yankesicilerden söz ettiğimi sanıyorsun. Elbette bu gibi işler de
gizli kaldıkça yarar sağlar. Ama demin söylediklerimin yanında
onlardan söz etmeye değmez" dedi.
"Evet, evet," dedim. "Ne demek istediğini anlamıyor değilim, ama
bir şeye şaşıyorum: Eğriliğe iyiliğin, usluluğun; doğruluğa da
karşıtlarının yanında yer vermene."
"Şaşsan da şaşmasan da, benim verdiğim yer budur."
"İş çetinleşiyor dostum" dedim. "Buna verilecek cevap artık kolay
bulunamaz; çünkü eğriliğin elverişli olduğunu ileri sürmekle
beraber başka bazı kimseler gibi sen de onun kötü ve ayıp olduğunu
kabul etseydin, söyleyecek söz bulur, diğerlerinin kanısına
başvururdum. Ama şimdi madem ki eğriliği iyiliğin, usluluğun
sırasına koymaktan bile çekinmedin, besbelli ki onun hem güzel,
hem güçlü olduğunu söyleyeceksin ve bizim doğruluğa yüklediğimiz
özelliklerin hepsini ona yükleyeceksin."
"Senin de her şey içine doğuyor" dedi.
"Bununla birlikte, asıl düşünceni söylediğine inanabildikçe konuyu
sonuna kadar araştırmaktan kaçınmamalı; çünkü görüyorum ki,
Thrasymakhos, sen bu anda gerçekten şaka etmiyor, asıl düşünceni
söylüyorsun."
"Asıl düşüncem olsun olmasın, sana ne," dedi. "Sen yalnız sözü
çürütmeye bak."
"Evet, bana ne, dedim. Ama sen bir de şuna cevap vermeye çalış;
doğru adam sence herhangi bir işte doğru adamı aşmak ister mi?"
"İstemez, yoksa şimdi olduğu gibi kibar ve iyi yürekli olmazdı."
"Ya doğru bir işte doğruluğu aşmak ister mi?"
"Onu da istemez" dedi.
"Doğru olmayanı aşmak isteyebilir mi, onu aşmayı doğru bulur mu,
yoksa bulmaz mı?"
"Bulur, dedi, ister; ama elinden gelmez."
"Ben bunu sormuyorum ki... dedim. Doğruyu değil, doğru olmayanı
aşmak ister mi, onu aşmayı doğru bulur mu diye soruyorum."
"Evet, doğru bulur" dedi.
"Ya doğru olmayan adam, doğruyu ve doğru işte doğruluğu aşmak
ister mi?
"Hiç istemez olur mu! O herkesi aşmak ister!"
"Demek ki doğru olmayan, hem doğru olmayan adamı, hem de doğru
olmayan işte eğriliği aşacak ve kendisi herkesten fazla şey elde
etsin diye uğraşacak, öyle mi?"
"Öyledir" dedi.
"O halde şöyle diyelim," dedim. "Doğru olan kendine benzeyeni
değil, benzemeyeni aşmak ister; doğru olmayan ise, hem kendine
benzeyeni, hem de benzemeyeni aşmaya çalışır."
"Çok iyi söyledin" dedi.
"Doğru olmayan iyi ve ustadır, doğru olan değildir."
"Bu da iyi" dedi.
"Doğru olmayan iyiye, ustaya benzer; doğru olan benzemez, değil
mi?"
"Kuşkusuz, öyle olan kendisi gibi olanlara benzer; öyle olmayan
benzemez.
"Güzel; demek her birinin benzediği kimseler ne ise, kendisi de
odur. (25)"
"Başka ne olacak" dedi.
"Neyse, Thrasymakhos, sen bazı kimselere müzikten anlar,
bazılarına anlamaz der misin?"
"Derim."
"Hangisine usta, hangisine acemi dersin?"
"Tabii, müzikten anlayan ustadır, anlamayan acemidir."
"Biri usta olduğu işlerde iyidir, öteki acemi olduğu işlerde
kötüdür, değil mi?"
"Evet."
"Peki, sence dostum, müzikten anlayan adam lyrasının sesini
düzeltirken müzikten anlayan başka birini tellerin gerilmesi veya
gevşetilmesinde aşmak ister mi? Daha çok şey elde ederim der mi?"
"Hayır, sanmam."
"Ya müzikten anlamayanı aşmak ister mi?"
"Evet, herhalde."
"Peki, hekim hastanın yiyeceğini, içeceğini seçerken hekimi veya
hekimliği bir şeyde aşmak ister mi?"
"İstemez."
"Ya hekim olmayanı?"
"Onu aşmak ister."
"Bak bakalım, her bilgi ve her bilgisizlik alanında bir bilgili
yaptığında veya söylediğinde başka bir bilgiliyi aşmak ister mi,
yoksa aynı işte benzerinin elde ettiğini elde etmekten memnun olur
mu?"
"Evet, belki öyle olması gerekiyor."
"Ya bilgisiz adam, bilgiliyi de bilgisizi de aşmak istemez mi?"
"Belki ister."
"Ama bilgili uslu değil midir?"
"Usludur."
"Uslu olan iyi değil midir?"
"İyidir."
"O halde iyi ve uslu olan, kendine benzeri değil, benzemeyeni,
karşıt olanı aşmak isteyecek."
"Öyle görünüyor" dedi.
"Ama kötü ve bilgisiz olan, hem benzerini, hem de karşıtını aşmak
isteyecek."
"Besbelli" dedi.
"Doğru olmayan adam bizce kendine benzeyeni de, benzemeyeni de
aşmak ister, değil mi, Thrasymakhos? Yoksa öyle demedin mi?"
"Öyle söyledim" dedi.
"Ama doğru adam kendine benzeyeni değil, kendine benzemeyeni aşmak
isteyecek değil mi?"
"Evet."
"Öyleyse doğru adam usluya, iyiye; eğri adam kötüye, bilgisizliğe
benzer."
"Olabilir."
"Peki ama her ikisinin de benzerleri ne ise, kendilerinin de o
olduğu sözünde uyuşmuştuk."
"Evet."
"En sonda doğrunun iyi ve uslu, eğrinin bilgisiz ve kötü olduğu
meydana çıktı."
Thrasymakhos bütün bunları kabul etti, ama öyle benim şimdi
anlattığım gibi kolayca değil; ancak onu sürüklediğim için,
güçlükle kabul etti. Koca koca ter damlaları döküyordu; zaten hava
da pek sıcaktı. Hem o gün ben, önce hiç görmediğim bir şeyi,
Thrasymakhos'un kıpkırmızı kesildiğini gördüm. Biz böylece,
doğruluk, iyilik ve usluluktur; eğrilikse kötülük ve
bilgisizliktir diye anlaştıktan sonra:
"Peki," dedim, "biz bunu böyle bağlamış olalım; ama eğriliğin
güçlü olduğunu söylemiştik, hatırlıyorsun ya, Thrasymakhos?"
"Hatırlıyorum," dedi, "ama şimdi söylediklerin de hoşuma gitmiyor:
Bu konuda söyleyeceğim var. Fakat konuşsam, iyi biliyorum ki nutuk
atıyor diyeceksin. Onun için, bırak da istediğim gibi konuşayım,
ya da sormak istiyorsan, sor: Ben de sana, masal anlatan yaşlı
kadınlara cevap verir gibi 'öyle olsun' derim, başımla da, 'evet'
'hayır' diye işaret ederim."
"Yalnız, vereceğin cevap asıl düşüncene aykırı olmasın" dedim.
"Nasıl olsa beni konuşturmuyorsun, hiç olmazsa cevabım hoşuna
gitsin. Daha ne istiyorsun?"
"Hiç, hiç," dedim. "Haydi, cevap vereceksen ver; ben de sorayım."
"Sor."
"İşte ben sözü sırasıyla incelememiz için, demin sorduğumu gene
soruyorum: Eğriliğin karşısında doğruluk nasıl bir şeydir? Gerçi
bir aralık, eğriliğin doğruluktan daha becerikli, daha güçlü
olduğu söylenmişti, ama şimdi doğruluğun usluluk ve iyilik
olduğunu kabul ediyorsak, şu bellidir ki doğruluk, bilgisizlik
olduğunu söylediğimiz eğrilikten daha güçlüdür; bunu herkes bilir.
Ama ben, Thrasymakhos, araştırmamı bu sade şekilde değil, şöyle
yapmak istiyorum: eğri olan, başka kentleri haksızca esir etmeye
kalkışan, esir etmiş olan, hatta birçoğunu boyunduruk altında
tutan bir kent yok mudur, ne dersin?"
"Var derim, hem de bunu en iyi, yani eğriliği tam olan kent yapar"
dedi.
"Anlıyorum; demin de söylediğim buydu," dedim. "Ama dikkatimi
çeken bir şey var: Başka bir kente hakim olan kent, acaba bu
gücünü eğrilikle mi koruyacaktır, yoksa doğrulukla mı korumak
zorunda
kalacaktır."
"Eğer daha önce senin dediğin gibi, doğruluk usluluksa,
doğrulukla," dedi; "yok benim dediğim gibiyse, eğrilikle."
"Başınla 'evet', 'hayır' demekle kalmadığına, güzel güzel cevap
verdiğine çok memnun oluyorum, Thrasymakhos."
"Sana yaranmak istiyorum!" dedi.
"'İyi ediyorsun. Ama, haydi biraz daha yaran da söyle: Bir kent,
bir ordu, haydutlar, hırsızlar ve doğru olmayan bir hedefe
birlikte yürüyen başka neler varsa, bunlar biribirlerine eğrilik
edecek olurlarsa, bir iş görebilirler mi, dersin?"
"Hayır" dedi.
"Ya haksızlık etmezlerse, daha iyi çalışmazlar mı?"
"Çalışırlar, tabii."
"Anlaşılan, Thrasymakhos, eğrilik aralarında geçimsizlik, kin ve
kavga çıkarıyor; doğruluk ise iyi geçimi, dostluğu sağlıyor; öyle
değil mi?"
"Öyle olsun; aramız açılmasın."
"Çok iyi davranıyorsun, dostum. Şunu da bana söyle: eğriliğin işi,
bulunduğu herhangi bir yerde kin yaratmaksa; hür insan olsun, köle
olsun, onları birbirlerinden nefret ettirmez mi, aralarına
geçimsizlik sokmaz mı, onları birlikte çalışamayacak hale getirmez
mi?"
"Getirir elbette."
"Ya eğrilik iki kişide olursa? Araları açılmayacak mı,
birbirlerinden nefret etmeyecekler mi, doğru insanlara olduğu
kadar birbirlerine de düşman kesilmeyecekler mi?"
"Elbette" dedi.
"Peki, yaman dostum, eğrilik bir tek insandaysa, kendi gücünü yok
eder mi dersin? Yoksa olduğu gibi kalır mı?"
"Peki, olduğu gibi kalır diyelim" dedi.
"Demek eğriliğin öyle bir gücü olduğu görülüyor ki, nerede
bulunursa bulunsun, bir kentte, bir soyda, bir orduda veya başka
herhangi bir toplulukta, onun etkisiyle bu topluluk önce iş
göremez hale gelir, sonra kendine de, kendine karşıt olan her şeye
ve doğruya da düşman kesilir."
"Evet."
"Tek bir kişide de bulunsa, etkisi aynıdır, çünkü bu onun
doğasıdır sanırım. Önce etkisi altında kalan insan kendi
kendisiyle uyumsuzluğa düştüğünden iş göremez hale gelir. Sonra
kendi kendine de, doğru insanlara da düşman olur; değil mi?"
"Öyledir."
"Ama tanrılar doğru değiller midir, dostum?"
"Öyledirler diyelim."
"Demek ki eğri insan tanrıların da düşmanı olur, Thrasymakhos; ama
doğru insan onların dostudur."
"Bu sözlerin tadını doya doya çıkar!" dedi. "Çekinme! Nasıl olsa
ben karşı gelmeyeceğim: Bu arkadaşların düşmanlığını kazanmak
istemiyorum."
"Haydi öyleyse," dedim, "ziyafetin sonlarında da beni memnun et,
önceki gibi cevap ver; çünkü doğru insanların daha uslu, daha iyi,
iş görmekte daha becerikli olduklarından kuşku duymuyoruz. Eğri
insanların ise, birlikte iş görmek hiç ellerinden gelmez. Ama
bunlar da bazen, çalışıp çabalayarak, hep birlikte bir iş
görebilirler diyoruz, ama bununla pek de doğru bir şey söylemiş
olmuyoruz; çünkü onlar büsbütün eğri olsalardı, birbirlerini
esirgemezlerdi; onlarda, düşman oldukları kimselere kötülük
ederken, aynı zamanda birbirlerine de kötülük etmelerinin önüne
geçen, onları hedeflerine eriştiren doğruluk gibi bir şey
bulunduğu meydandadır. Onlar eğri işlere atıldıklarında
kendilerini eğriliğe yarı kaptırmışlardır; çünkü büsbütün kötü ve
aşırı derecede eğri insanlar, iş görmekten de acizdirler -bunun
böyle olduğunu görüyorum: Sen demin yanılmışsın- .Doğruların,
-bunu sonradan araştırırız demiştik ya- eğrilerden mutlu olup
olmadıklarını, daha iyi bir ömür sürüp sürmediklerini araştırmak
gerekir. Bu sözlerimiz mutlu olduklarını bence zaten ortaya
çıkarmıştır; ama ne de olsa, konuyu daha iyi araştırmalıyız: biz
rasgele bir konudan değil, nasıl yaşamak gerektiğinden söz
ediyoruz."
"Araştır bakalım."
"Araştırıyorum. Söyle bana; sence atın gördüğü bir iş var mıdır?"
"Var."
"Peki, bir atın veya herhangi bir hayvanın işini, yalnızca onunla
görülen veya onunla en iyi görülen bir iş diye kabul edebilir
misin?
"Anlamıyorum."
"Haydi, şöyle anlatayım: Gözlerinden başka bir şeyle görebilir
misin?"
"Tabii göremem."
"Ya kulaklarından başka bir şeyle işitebilir misin?"
"Olamaz."
"Bu işler onların işidir demek doğru olmaz mı?"
"Şüphesiz doğru olur."
"Güzel; bir üzüm kütüğünü bir kamayla, bir bıçakla ve daha birçok
aletle kesebilirsin, değil mi?"
"Keserim."
"Ama kütük her halde en iyi, bu iş için yapılmış bağ bıçağıyla
kesilir."
"Öyledir."
"İşte biz, bu iş bağ bıçağının işidir demez miyiz?"
"Elbette deriz."
"Demin 'herhangi bir şeyin işi, yalnızca kendinin başarabileceği
veya ötekilerin hepsinden daha iyi başarabileceği iş değil midir?'
diye sorduğum soruyu şimdi daha iyi anlamışsındır."
"Evet," dedi, "anladım: bence de her şeyin işi, dediğin gibidir."
"Peki," dedim, "kendine bir iş düşen herhangi bir şeyin bir de
iyiliği olduğuna inanmıyor musun? Önce söylediklerimize dönelim:
Gözler bir iş görür diyebilir miyiz?"
"Deriz."
"Peki, gözlerin bir de iyiliği yok mudur?"
"O da vardır."
"Ya kulakların da bir işi yok muydu?"
"Vardı."
"Öyleyse onların bir de iyiliği yok mu?"
"İyiliği de var."
"Diğer şeylerin hepsinde de böyle değil mi?"
"Böyle."
"Dur bakalım, ya gözlerde kendilerine has olan iyilik yerine
kötülük varsa, onlar işlerini başarabilirler mi?"
"Nasıl olabilir? Anlaşılan sen görmeyi değil, körlüğü demek
istiyorsun?"
"Bırak, onların iyiliği ne ise o olsun... Ben daha bunu sormuyorum
ki! Ben sana iş gören ne varsa, işini kendine has olan iyilikle
iyi, kötülükle kötü mü görür diye soruyorum."
"Şüphesiz söylediğin doğrudur" dedi.
"Kendilerine has olan iyilikten yoksun kulaklar işlerini hiç
başarabilirler mi?
"Başaramazlar."
"Başka konularda da aynı şeyi söyleyebilir miyiz?"
"Bence söyleyebiliriz" dedi.
"Haydi öyleyse, şimdi de şunu incele: Ruhun dünyada başka hiçbir
şeyin yapamayacağı bir yetisi vardır: ilgilenmek, yönetmek, karar
vermek ve buna benzer şeyler.. Bütün bu işleri ruhtan başka bir
şeye yüklemeye hakkımız olabilir mi? Bu yetiler ruhtan başka bir
şeye hastır diyebilir miyiz?"
"Diyemeyiz."
"Peki, yaşamaya gelince, bu, ruhun bir işidir diyemez miyiz."
"Elbette deriz."
"O halde, Thrasymakhos, ruh kendine has gücünden yoksun olunca
işlerini iyi görebilir mi, göremez mi?"
"Göremez."
"Öyleyse, kötü bir ruhun yönetimi de, ilgisi de kötü olur; oysa
iyi bir ruh bütün bu işleri iyi yapar."
"Bu kesin."
"Ama doğruluk ruhun iyiliği, eğrilik ruhun kötülüğüdür dememiş
miydik?"
"Evet, demiştik."
"O halde doğru ruh ve doğru insan iyi, eğri insan kötü yaşar."
"Sözlerine göre öyle olmalı" dedi.
"Ama, kuşkusuz iyi yaşayan mutlu, bahtlıdır; iyi yaşamayan
değildir."
"Tabii."
"O halde doğru adam bahtlı, eğri adam bahtsızdır."
"Öyle olsun."
"Fakat bahtsız olmak uygun değildir, bahtlı olmak uygundur."
"Elbette."
"O halde, mutlu Thrasymakhos, eğrilik hiçbir zaman doğruluktan
daha elverişli olamaz."
"Bu sözler, Bendis şenliklerinde sana bir şölen olsun Sokrates"
dedi.
"Bu şöleni bana sen verdin Thrasymakhos," dedim. "Çünkü yumuşadın
ve öfken yatıştı. Ama bu şölen senin yüzünden değil, benim
yüzümden pek de güzel olmadı. Önlerine çıkarılan yemekleri kapayım
derken, hiçbirinin tadını alamayan oburlar gibi, ben de galiba
asıl araştırdığımızı, yani doğruluğun ne olduğunu öğrenmeden, işi
yarıda bırakıp doğruluğun kötülük mü, bilgisizlik mi, yahut da
bilgi ve iyilik mi olduğunu araştırmaya kalkıştım. Sonra söz,
doğruluk eğrilikten daha yararlıdır fikrine dönünce, öteki fikri
bırakmaktan kendimi alamadım. Ve sonunda konuşmamızdan hiçbir şey
öğrenemedim; çünkü doğrunun ne olduğunu bilmedikçe, doğruluğun bir
iyilik olup olmadığını; kendisinde doğruluk bulunanın bahtsız veya
bahtlı olup olmadığını nasıl kestirebilirim!"
DİPNOTLAR
1) Burada sözü geçen tanrıça kültü, Pire'de oturan Thrak
tüccarları tarafından Hellas'a getirilen Thraklar tanrıçası
Bendis'tir. Bayramı, her yıl haziran ayı başlangıcında kutlanırdı.
2) 421 barışına ad veren ve Sicilya seferinin yarıda kalması
üzerine esir düşüp Siracusa kentinde öldürülen ünlü Atina
komutanı.
3) Yaşlılıkla öteki dünya arasında bulunan eşik.
4) "Yaşıt yaşıtından,yaşlı yaşlıdan hoşlanır."
5) Herodotos (8. 125) aynı masalı biraz değişik biçimde
anlatmıştır.
6) Pindaros'un kaybolmuş bir şiirinden.
7-8) Hellence "Dikaiosyne" sözcüğünün anlamını, hiçbir dil tek
sözcükle çeviremez. Biz bu sözcüğe karşılık olarak genellikle
"doğruluk", bazan da "adalet" sözcüğünü kullandık. "Dikaios"a
karşılık olarak genellikle "doğru" sözcüğünü kullandık; bazı
yerlerde "adaletli" veya "haksever" sözcükleri de uygun olurdu.
"Dikaiosyne" ve "Dikaios"un karşıtı olan "Adikia" ve "Adikos"
sözcükleri için "doğru" kökünden gelme bir karşılık olmadığından,
Platon çevirilerinde kullanılagelen "eğrilik" ve "eğri"
sözcüklerini biz de kullandık. Fakat yerine göre "haksızlık"
"adaletsizlik" "adaletsiz" sözcüklerini de kullanmayı uygun
bulduk.
9) Keos'lu Simonides (İ.Ö. 556-468). Hellen koro liriğinin en
büyük şairlerinden biridir. Şiirlerinde düşüncelere büyük bir yer
ayırdığından, ahlak sorunlarında sözü geçen bir şair sayılırdı.
10) "Kurban" sözcüğünü geniş bir anlamda, yalnızca "kesilen
hayvan"ı değil, kurban törenlerini ve bu törenlerde tanrılara
armağan edilen başka şeyleri de göstermek için kullandık.
11) Hoplit: ağır silahlı asker.
12) Sokrates sonraki satırlarda doğru adamın bir hırsız olduğunu
göstermek için sofistlerin kanıtlama yöntemlerinden birini alayla
kullanmaktadır. Fakat bu sözlerin arkasında, karşıt olan iki şeyin
birbirleriyle bağlı olduğunu kabul eden ciddi bir görüş
gizlenmektedir.
13) Homeros, Odysseia, 19.395 vs. Homeros'un bu sözlerinde ahlak
bakımından bir hüküm aranmamalıdır: Autolykos yarı gülünç bir
kişidir; ustalıkla yaptığı hırsızlıklar insanı güldürür. Onun
koruyucusu olan tanrı Hermes'in hırsızlıklarına Apollon bile
gülmüştü.
14) Hiçbir dilde tam karşılığı bulunmayan Hellence "arete"
sözcüğünü, "iyilik" sözcüğüyle karşıladık; ancak, yerine göre
"erdem" "yetenek", "yetkinlik", "yararlılık" anlamlarına
geldiğinin anlaşılacağını umarız.
15) Prieneli Bias'la Mityleneli Pittakos "Yedi Uslular"dandır.
(Yedi akiller)
16) Periandros (627-568/5) Korinthos tiranıydı. Makedonya kralı
II. Perdikkas 545'ten 413'e kadar hüküm sürmüştür; Atinalılar onu
kötü adam bilirlerdi, çünkü Peloponnes savaşında müttefikleri
olduğu halde, onlara hainlik etmişti. Kserkses, herkesçe tanınmış
Pers kralıdır. Thebaili Ismenias kötülüğü ile ün almış bir devlet
adamıdır; Pers kralından rüşvet alarak, Thebai'yi Isparta'ya karşı
savaşmaya yöneltmiştir; fakat sonradan Ispartalılar, Thebai
şehrini alınca, Ismenias'ı öldürmekle ondan öc almışlardır.
17) Thrasymakhos, tartışma siyasal konulara gelince, söze
karışıyor. O, kaba bir adam olarak gösterilmektedir. Thrasymakhos,
Gorgias diyaloğunda söz alan ve nezaketten, kibarlıktan hiç
ayrılmayan Kallikles'ten çok farklıdır.
18) Bu sözlerle Sokrates Thrasymakhos'u bir kurda benzetmiş
oluyor; çünkü Hellenler bir insanla bir kurt karşı karşıya geldiği
zaman, insan kurdu daha önce görürse, ona bir zarar gelmeyeceğine;
kurt insanı daha önce görürse, insanın dilinin tutulacağına
inanırlardı.
19) Sokrates'in ünlü "eironeia"sı, ilk baskıda "bilmezlikten
gelme" diye çevrilmişti.
20) Attika mahkemelerinde suçlu, suçu tespit edildikten sonra,
bazı hallerde, kendine layık gördüğü cezayı kendi isteyebilirdi.
21) Pulydamas 408 yılında Olympia'da "pankration" karşılaşmasını
kazanmıştır. "Pankration" güreş ve boks karışımı bir dövüştür.
22) Olanaksız, başarılı olmayacağı önceden bilinen bir işe
girişmek demektir.
23) Sokrates'in, burada Thrasymakhos'un görüşlerini benimsemesi,
Thrasymakhos'un gene alt edilmesine neden olacak.
24) Sokrates ücret alma sanatından söz ederken, tabii bu işe, bir
mesleğe sarılır gibi sarılan bir insan sınıfının bulunduğunu
düşünmüyor; bir sanattan elde edilen ücreti, o sanatın asıl
hedefinden ayırıp böylece, bu yapma ayrımla, Thrasymakhos'un
sözlerinde göze çarpan karışıklığa dayanarak, onun iddiasını
çürütmek istiyor.
25) Besbelli ki Sokrates bu sonuca gene kuşkulu bir tanımlama
yoluyla varmıştır. "Olmak"tan "benzemek"e varılabilir, ama bu
mantık bağlantısı tersine çevrilemez. Bununla birlikte Sokrates
Thrasymakhos'a karşı sofistlerin tanımlama yöntemlerinden birini
kullanmaktan çekinmiyor.
|