...................
DEVLET    -3
Platon
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Klasik Filoloji Başkanı Prof. Dr. Georg Rohde'nin yönetiminde, doktora öğrencileri Azra Erhat, Samim Sinanoğlu ve Suat Sinanoğlu tarafından aslından çevrilmiştir.
Not: Bu kitabın hazırlanmasında DEVLET I ve II'nin MEB Yunan Klasikleri dizisindeki 2. baskıları temel alınmış ve çeviri dili günümüz Türkçe'sine uyarlanmıştır.
                         
...................
...................
SOKRATES (anlatmayı sürdürüyor):

"İşte tanrılar hakkında söylediğimiz sözler arasında, insanların tanrılara ve ana babalarına saygı göstermeleri, birbirleriyle dost olmayı hiçe saymamaları için, çocukluktan beri duymaları ve duymamaları gereken şeyler aşağı yukarı bunlardır." (1) "Bence bu görüşlerin doğrudur" dedi.

"Peki, bu adamların gözüpek olmaları gerekiyorsa, onlara bu sözleri, bir de ölümden olabildiğince az korkmalarını sağlayacak sözleri söylemeli değil mi? Yoksa içinde ölüm korkusu olan bir adamın gözüpek olabileceğini mi sanıyorsun?"

"Zeus hakkı için, hayır" dedi.

"Peki, Hades için söylenenlerin gerçekliğine inanan ve korkunç olduğunu düşünen birinin ölümden korkmayacağını, savaşlarda yenilmekten, esir düşmektense ölmeyi seçeceğini sanır mısın?"

"Hiç de sanmam."

"Demek ki, bu masalları anlatmaya kalkışanları gözaltında tutmalıyız ; Hades'te olup bitenleri böyle gelişigüzel kötülememelerini, aksine, övmelerini rica etmeliyiz; çünkü söyledikleri gerçek olmadığı gibi, savaşa katılacak olanlara yararlı da değil."

"Evet, öyle yapmalı" dedi.

"Öyleyse, şu sözden başlayıp bütün benzerlerini silip atmalı," dedim: 'El kapısında ırgat olup, yoksul, yiyeceği kıt bir adama hizmet etmeyi, gelmiş geçmiş bütün ölülere kıral olmaktan daha çok isterim.' (2) Bir de şunu: 'Tanrıların bile nefret ettiği korkunç, küflü konutlar ölümlülere de ölümsüzlere de görünmesin.' (3) `Heyhat! Hades konutlarında da bir ruh, bir tayf var, ama içinde can yoktur.' (4)

"Yalnızca o kendini bilir, ötekiler uçuşan gölgelerdir'. 5)

ve:

'Ruh, gücünü, gençliğini bırakıp yazgısına ağlayıp sızlayarak vücuttan uçtu, Hades'e gitti. (6)

ve:

`Ruh yeraltında bir duman gibi cırlayarak gidiyordu. (7)

ya şu:

`Dehşet verici bir mağaranın dibinde yarasalar, aralarından biri kayadan sıyrılıp aşağı düşünce nasıl bağrışarak uçuşur, birbirlerine asılırlarsa, onlar (ruhlar) da hep birlikte ^bağrışarak gidiyorlardı.' (8)

Bunları ve buna benzer bütün sözleri silmemize, Homeros'un ve öbür şairlerin kızmamasını dileriz ; bu sözler şiirsiz ve çoğu insanın duyup da hoşlanmayacağı şeyler midir? Hayır; ama şiirli oldukları ölçüde, özgür yaşamaları, ölümden çok tutsaklıktan korkmaları gereken çocukların, insanların kulakları için uygunsuzdur da."

"Çok doğru."

"Öyleyse Hades dünyasına verilen o korkunç, o ürpertici adları, Kokyos, inilti ırmağı, Styks dehşet ırmağı, (9) hortlaklar, kansızlar ve bu gibi daha bir sürü, duyanların tüylerini diken diken eden adları da atmalı. Bunların başka bakımdan bir değeri olabilir. (10) Ama biz, bekçilerimiz böyle bir ürpermeden sonra gereğinden fazla heyecanlı ve gevşek olur diye korkarız."

"Korkmakta da haklıyız" dedi.

"Öyleyse kaldırmalı mı bu adları?"

"Evet."

"Konuşmada da, şiirde de bunun tam tersini söylemeli."

"Tabii."

"Ünlü adamlara söyletilen şikayetleri, iniltileri de kaldırmalı."

"Önce söylediklerimize bakılırsa, öyle olmalı."

"Bak bakalım kaldırmakta haklı mıyız, değil miyiz. Akıllı uslu bir adam, dostu olan akıllı uslu başka bir adam için ölümü korkulu bir şey saymaz deriz."

"Öyle deriz."

"O halde dostunun başına feci bir şey gelmiş gibi ona ağlayıp durmayacak."

"Hayır."

"Ama şunu da söyleriz : akıllı uslu adam, iyi yaşamak için kendi kendine yeter. O öbür insanlardan farklı olarak başkalarına pek az muhtaçtır."

"Sahi" dedi.

"Demek ki oğlundan, kardeşinden, servetinden ya da bunun gibi başka bir şeyden yoksun bırakılmak onu pek az etkileyecektir."'

"Şüphesiz pek az."

"Demek oluyor ki başına böyle bir felaket geldiği zaman, pek az ağlayıp sızlayacak, ona herkesten kolay katlanacak."

"Evet, öyle."

"Öyleyse bu ağlamaları ünlü adamlara değil kadınlara, hem de sıradan kadınlara ve en bayağı erkeklere bırakmakta haklıyız. Böylece memleketin bekçiliğine yetiştirmeye kalkıştığımız kimseler bu gibi zayıflıklara düşmekten iğreneceklerdir."

"Doğru" dedi.

"Gene Homeros'tan ve öbür şairlerden, bir tanrıçanın oğlu Akhilleus'un

`kah yana dönüp, kah sırt üstü, kah yüz üstü yatarak'

sonra da ayağa kalkıp, durmadan dalgalanan denizin kıyısında kendinden geçmiş bir halde yürüdüğünü,

`iki eliyle kurumlu toprakları yerden kaldırıp başına döktüğünü' (11)

söylememesini dileyeceğiz. Şairin onu ağlar ve inler gösterdiği başka daha ne kadar yer varsa atmasını isteyeceğiz; soyu tanrılara yakın olan Priamos'un da,`Yalvardığını ve gübre üzerinde yuvarlanarak, askerlerin her birini adıyla çağırdığını' (12) söylemesinler. Daha da ısrarla rica edelim de, şiirlerinde tanrıları: `Eyvah, zavallı ben, felaketli kahraman anası!' (13) gibi sözlerle ağlaşır göstermesinler. Öbür tanrıları böyle anlatacaklarsa da, hiç olmazsa tanrıların en büyüğünü yalan yanlış taklit edip, ona şu sözleri söyletmeye dilleri varmasın:

`Eyvah! sevdiğim bir insanın kent çevresinde kovalandığını gözlerimle görüyorum, yüreğim sızlıyor' (14) ve 'Vah, vah bana! Yazgı, insanlar arasında en çok sevdiğim Sarpedon'un, Menoitios'un oğlu Patroklos tarafından alt edileceğini belirledi.' (15)

Öyleyse, sevgili Adeimantos, gençlerimiz bu gibi sözleri ciddi ciddi dinler, yakışık almadığını görüp, gülüp geçmezlerse, Tanrı değil de insan olan kendilerine bu hallerin yakışmadığını anlamaları ve böyle bir şey söyleyecek ya da yapacak olurlarsa, kendi kendilerini ayıplamaları zor olacaktır. Tersine, hiç utanmaksızın, kendini toparlamaksızın, en ufak dertler karşısında uzun uzadıya ağlayacak, inleyecekler."

"Tam gerçeği söylüyorsun" dedi.

"Ama, deminki düşüncelerimize göre böyle olmamalıdır; biri bizi daha güzel bir düşünceye inandırmadıkça, buna bağlı kalmalıyız.

"Evet, olmamalıdır."

"Ama bekçilerimiz gülmeye düşkün de olmamalı. Çünkü insan güçlü bir gülmeye kapıldı mı, ruhunda da güçlü bir değişim olur."

"Bence öyle" dedi.

"Öyleyse saygın adamların kahkahaya kapılmış gibi gösterilmeleri kabul edilemez, hele Tanrı iseler, o zaman hiç olmaz."'

' "Olmaz, tabii" dedi.

"Homeros'un Tanrılar hakkındaki şu sözlerini de kabul etmeyeceğiz, d•eğil mi? `Hephaistos'u sarayda bir baştan bir başa koşar görünce, mutlu tanrılar arasında bitmez tükenmez bir kahkaha koptu' (16)."

"Senin sözüne göre kabul edilmesi olanaksız."

"Peki, istersen benim sözüm olsun, ama herhalde kabul edilemez."

"Fakat gerçeğe de değer vermeli. Demin yanılmadıksa ve gerçekten ayrılmak tanrılar için yararsız da, (17) ancak insanlara bir ilaç gibi (18) yararlıysa, belli ki böyle bir ilacı hekimlere teslim etmeli, fakat sıradan kişiler ona dokunmamalıdır."

"Öyle" dedi.

"O halde gerçekten ayrılmanın yakıştığı kimseler varsa, bunlar devleti yönetenlerdir; devletin iyiliği için, ya düşmanlar ya da yurttaşları yüzünden gerçekten ayrılabilirler. Ama öbür insanların hiçbiri böyle bir yola baş vuramaz. Fakat, sıradan bir adamın yönetenlere yalan söylemesi, hastanın hekime, beden eğitimi öğrencisinin öğretmene vücudunun durumu hakkında doğruyu söylememesi kadar (19); ya da kaptanın dümenciye gemi ve tayfa hakkındaki gerçeği söylememesi yani kendisinin ve yoldaşlarının ne durumda olduklarını gizlemesi kadar büyük, hatta bundan daha da büyük bir suçtur."

"Çok doğru" dedi.

"Öyleyse, yönetici, kentte bir başkasını yalan söylerken yakalarsa; `Sanatçıların sınıfından, falcı olsun, hekim olsun, doğramacı olsun' (20) devleti, fırtınaya kapılmış bir gemi gibi devirecek, yok edecek bir yol gösterdiği için onu cezalandıracaktır."

"Evet, eğer bu sözleri eylemle de tamamlarsa" dedi .

"Peki, gençlerimizin ölçülü, akıllı uslu olmaları gerekmeyecek mi?"'

"Gerekecek kuşkusuz."

"İnsanların çoğuna göre ölçülü, akıllı uslu olmanın özü şu değil midir? Egemenlere başeğmek; içki, aşk ve yemek gibi hazlarda da kendi nefsine hakim olmak." (21)

"Bence öyle" dedi.

"Homeros'ta Diomedes'in söylediği şu sözleri ve benzerlerini beğeneceğiz: `Babacığım, sessizce otur, benim sözümü dinle', (22) ve buna bağlı olan şu dizeleri: `Savaş hırsı saçan Akhai'ler önderlerinden çekinerek sessizce ilerliyorlardı' (23) ve buna benzer daha ne varsa beğeneceğiz."

"Güzel."

"Ama şuna ne dersin:`Seni köpek gözlü, geyik yürekli şarap tulumu! (24) Ya sonra gelen mısralar güzel mi? Düzyazıda, şiirde halktan herhangi birinin yönetenlere karşı söylediği bütün küstahça sözler güzel midir?"

"Hiç değil."

"Bunlar, bence, gençlere ölçülülüğü öğretmeye uygun değildir.Başka bakımdan hoşa gitmelerine hiç şaşmam. Sen ne düşünüyorsun?"

"Senin gibi" dedi.

"Ya şiirde; `ekmekle, etlerle dolu bir masadan, sakinin Krater'den aldığı şarabı getirip kadehlere doldurması' (25) dünyada en güzel şeydir, gibi sözlerin en ölçülü, en uslu bir adamın ağzına konmasına ne dersin? Bunlar, sence, gencin kendine egemen olmasına yarayacak sözler mi? bir de şu:`En feci ölüm açlıktan yok olup gitmektir', (26) ya şunlar:`Zeus öbür tanrıların da, insanların da uyuduğu bir saatte, yalnız başına uyanık kalarak verdiği bütün kararları aşk arzusu yüzünden hemen unutmuş; Hera'yı görünce de o kadar ateşlenmiş ki, yatak odasına gitmeye bile katlanmaksızın, oracıkta yerde onunla birleşmek istemiş ve onu hiçbir zaman o anda olduğu kadar şiddetle arzulamadığını, hatta ilk defa ana babalarından gizli buluştukları zaman bile bu kadar arzuyla yanıp tutuşmadığını söylemiş' (27). Ya buna benzer nedenlerle Ares ile Aphrodite'nin Hephaistos tarafından zincire vurulmasına (28) ne dersin?"

"Evet, Zeus hakkı için," dedi, "bunlar bence yakışık alır şeyler değil."

"Ama ünlü adamların hem sözlerinde, hem davranışlarında her bakımdan gözüpeklik ve dayanma gücü görülürse, onları seyretmeli, dinlemeli, örneğin şunu:`Göğsüne vurarak, kendi kendine şu sözlerle çıkıştı:'Dayan kalbim, bir zamanlar daha da kötüsüne dayanmıştın' (29)."

"Herhalde" dedi.

"Adamlarımızın rüşvet ve para düşkünü olmalarına da izin vermeyeceğiz. "

"Asla."

"Armağanlarla tanrılar da, saygıdeğer krallar da kandırılır' (30) gibi teraneler duymamalıdırlar. Akhilleus'un eğitmeni Phoiniks, öğrencisine, 'Armağan alacak olursa, Akhalara yardım etsin, yoksa öfkesinden dönmesin' diye öğüt vermekle (31) akıllıca söz söyledi dememeli, onu övmemeliyiz. Akhilleus'un da Agamemnon'dan armağan alacak, (32) bir ölüyü ancak kurtulmalığı ödendikten sonra teslim edecek, başka türlü onu bırakmak istemeyecek kadar kazanç düşkünü olduğunu (33) kabul etmeyeceğiz, bu davranışları ona layık görmeyeceğiz."

"Evet, bunları övmek doğru değil" dedi.

"Homeros'a olan saygımdan dolayı," dedim, "Akhilleus için bu sözleri söylemenin ve söyleyenlere inanmanın günah olduğunu ileri sürmekten çekiniyorum. Hem de onu Apollon'a şöyle söyletmek:`Bana kötülük ettin, ey güçlü okçu, tanrıların en zalimi olan sen! Öc alırdım senden kuşkusuz, elimde güç olsaydı', (34)

Bir tanrı olan ırmağa karşı itaatsız davrandığını, onunla savaşmaya hazır olduğunu (35) öbür ırmağa, yeni Sperkheios'a adanmış olan saçlarına gelince, öldüğü için 'Yiğit Patroklos'a saçlarımı bağışlamak istiyorum.' (36) dediğini söylemek günah değil de nedir? Bunları yaptığına inanmamalı. Hektor'u Patroklos'un anıtı etrafında sürüklemesi, (37) esirleri odun yığınının önünde boğazlaması, (38) bütün bunların gerçeğe uygun olduğunu kabul etmeyeceğiz; bekçilerimizin, bir tanrıçanın ve Zeus'un bir torunu olan (39) uslu akıllı Peleus'un oğlu ve bilge Kheiron'un yetiştirdiği Akhilleus'un, içinde birbirine karşıt iki hastalık, yani alçaklık ile para düşkünlüğü, üstelik de tanrılara, insanlara karşı yaman bir gurur taşıyacak kadar karma karışık bir ruhu olduğuna inanmalarına müsaade etmeyeceğiz.''

"Doğru söylüyorsun" dedi.

" O halde," dedim, "ne Poseidon'un oğlu Theseus'un ve Zeus'un oğlu Perithous'un ahlaksızca kız kaçırmaya kalkıştıklarına (40) inanacağız, ne de başka bir tanrı oğlunun ya da yiğitin, onlara şimdi yalan yere yüklenen ahlaksızca, dinsizce işleri gördüklerinin anlatılmasına izin vereceğiz. Tersine şairleri, yiğitlerin ya bu işleri görmediğini ya da Tanrı oğulları olmadığını itiraf etmeye zorlayacağız. İkisini birden ileri sürüp de gençlerimizi tanrılardan kötü şeyler doğduğuna, yiğitlerin insanlardan hiç de iyi olmadıklarına kandırmaya kalkışmasınlar. Çünkü demin de dediğimiz gibi, (41) bu sözler ne dine uygundur, ne de gerçektir, tanrılardan kötülük gelmesine de olanak yoktur, bunu da gösterdik."

"Yoktur, tabii."

"Üstelik dinleyenlere zararlıdır bu sözler; çünkü insan kötü olur da, eğer: `Rüzgarlı İda tepelerinde babaları Zeus'a adanmış bir sunakları olan ve damarlarında tanrıların kanı durmadan akan, tanrıların Zeus soyundan yakın akrabalarının' (42) aynı şeyleri yaptıklarına ve yapmış olduklarına inanırsa, bunda kendisinin suçu olmadığını düşünmez mi ? Bu nedenle, bu gibi masalları susturmalı ki, gençlerimizde, kötülüğe büyük bir kolaylıkla atılmak hevesini doğurmasınlar."

"Şüphesiz susturmalı."

"Peki, dedim, madem ki söylenecek ve söylenmeyecek sözleri sınırlamaktayız, acaba ele alınacak başka bir tür kaldı mı? Tanrılardan, daimonlardan, yiğitlerden ve Hades'te olup bitenlerden nasıl söz etmek gerektiğini saydık."

"Saydık."

"İnsanlar hakkında nasıl söz söylemeli, bu kaldı, değil mi?"

"Besbelli."

"Ama konuyu şu anda ele alıp irdelememize olanak yok dostum."

"Neden?"

"Çünkü ele alırsak, şairler de yazarlar da insanlardan söz ederken, birçok eğri adamın talihli, doğruların ise talihsiz olduklarını; haksızlığın gizli kalırsa, yararlı birşey olduğunu, doğruluğun da başkasına yarar, kendine zarar verdiğini (43) söylemekle, bence en önemli noktalar üzerinde yanılıyorlar demeliyiz. Böyle şeyler söylemelerini yasak etmeli, şiirlerinde, masallarında bunların tersini anlatmalarını buyurmalıyız. Bu düşüncede değil misin?"

"Evet, evet, bu düşüncedeyim."

"Haklı olduğumu kabul ediyorsan, öteden beri incelediğimiz konular üzerinde de benimle aynı düşüncede olduğunu kabul edebilirim, değil mi?"

"Haklı olarak, kabul edebilirsin" dedi.

"İnsanlardan demin dediğimiz gibi söz etmek gerektiği sorunu üzerinde, doğruluğun ne olduğunu, onun, doğru kişiye, doğru görünsün görünmesin, yarar getirdiğini araştırıp bulduğumuz zaman uyuşuruz." (44)

"Çok doğru" dedi.

"O halde söylenen sözler hakkındaki konuşmamız burada bitsin. Bundan sonra söyleme biçimini incelemeli. Sanırım böylece, ne söylemeli ve nasıl söylemeli konusunu tümüyle gözden geçirmiş oluruz."

Bunun üzerine Adeimantos "Ne demek istediğini anlayamıyorum" dedi.

"Oysa anlaman gerek," dedim; "belki şöyle daha iyi anlarsın: Masalcıların, şairlerin bütün söyledikleri geçmişte, günümüzde ya da gelecekteki olayların anlatılmasından ibaret değil midir?"

"Tabii, başka ne olabilir?" dedi.

"Peki, bunları ya basit anlatma, ya taklit yöntemiyle ya da her iki yönteme de baş vurarak anlatabilir, değil mi?"(45)

"Bunu daha açık söylemeni dilerim" dedi.

"Amma da gülünç bir hocaymışım, meramımı anlatamıyorum. Öyleyse sorunun bütününü değil de konuşmasını bilmeyenler gibi, bir parçasını ele alarak ne istediğimi bir örnekle göstermeye çalışacağım. Söyle bana: İlyada'nın başlangıcını (46) bilirsin; şair orada, Khryses'in Agamemnon'a,
kızını serbest bıraksın diye yalvardığını anlatır, Agamemnon'un kızdığını, Khryses'in de istediğini elde edemeyince, tanrıdan, Akhaların başına felaket getirmesini dilediğini. Öyle değil mi?"

"Evet."

"O halde şunu da bilirsin ki, `bütün Akhalara, en çok da ordu önderleri iki Atreusoğullarına yalvarıyordu' sözlerine kadar olan parçayı şair kendi söyler ve bizde, bunları bir başkası söylüyormuş gibi bir izlenim uyandırmaya çalışmaz bile. Ama sonrası için, kendisi Khryses imiş gibi konuşur ve bize konuşanın Homeros değil de, yaşlı rahip olduğu duygusunu vermeye uğraşır. Ilion'da, İthaka'da, bütün Odysseus destanında olup bitenlerin hepsini aşağı yukarı bu biçimde anlatır."

"Evet" dedi.

"Kişilerin her fırsatta söyledikleri sözler ve bu sözler arasındaki olup bitenlerin aktarılması birer anlatma değil midir?'

"Öyledir tabii."

"Bir başkası imiş gibi söz söylediği zaman, konuşmasını, söz alacağını önceden bildirdiği kimseninkine mümkün olduğu kadar benzetir diyemez miyiz?" (47)

"Deriz, elbette."

"Kendini, sesiyle, davranışlarıyla bir başkasına benzetmek, kendisine benzemek istediği kişiye öykünmek değil midir?"

"Şüphesiz."

"Öyleyse, görülüyor ki, Homeros da, öbür şairler de anlatmalarında öykünmeye başvururlar."

"Öyle."

"Ama şair kendini hiç gizlemeseydi, şiirlerinde, hikayelerinde öykünme olmazdı. Ama gene `nasıl olur, anlamıyorum' dememen için, ben anlatayım. Homeros, Khryses'in kızı için kurtulmalık getirerek, Akhaların, en başta da kralların ayaklarına kapanmaya geldiğini söyledikten sonra, kendisi Khryses olmuş gibi değil de, Homeros olarak konuşmayı sürdürseydi, bil ki öykünme olmaz, basit anlatım olurdu. Şöyle bir şey olurdu. Ama vezinsiz söyleyeceğim, şair değilim ki. 'Rahip geldi ve tanrılardan Akhaların sağ salim kalarak Troia'yı almalarını diledi, kurtulmalığı kabul ederek, tanrıya saygı gereği kızını serbest bırakmalarını istedi. Bunları söyleyince, Akhaların hepsi razı olduklarını saygıyla bildirdiler, yalnızca Agamemnon öfkelenerek derhal çekilmesini ve bir daha oralara ayak basmamasını buyurdu, yoksa asasıyla tanrının yünden çelenkleri bir daha kendisini kurtarmaya yaramayacakmış, kızını bırakmak şöyle dursun, Argos'ta kendisiyle birlikte yaşlanacakmış. Evine sağ salim dönmek isterse, onu kızdırmadan çekilip gitmesini buyurdu. Yaşlı adam da bunu duyunca korktu, sessizce gitti. Karargahtan uzaklaştıktan sonra, Apollon'a, onu bütün ek adlarıyla çağırarak ve rahibinin yaptığı tapınaklardan ya da sunduğu kurbanlardan bir gün zevk almışsa, anımsamasını ve bu hizmetlerine karşılık, Akhaları ona döktürdükleri göz yaşları için oklarıyla cezalandırmasını yalvardı. İşte, dostum, dedim, öykünmesiz, basit anlatma böyle olur."

"Anladım" dedi.

"Öyleyse şunu da anla ki, şairin konuşmalar arasındaki sözleri kaldırılır da yalnızca kişilerin karşılıklı konuşması kalırsa, yukarda saydığımız türün karşıtı olur."

"Bunu da anlıyorum," dedi, "bu biçim tragedyada görülür."

"Çok doğru düşünüyorsun," dedim, "demin (48) anlayamadığını, şimdi sanırım açıkça kavrayabiliyorsun, görüyorsun ki, şiirin ve masalın bir türü baştan aşağı öykünmedir, örneğin dediğin gibi tragedya ile komedya; başka biri ise şairin anlatmasından ibarettir: bunu en çok dithyramboslarda (49) görebilirsin. İki türün karışmasından oluşan üçüncü türe destan şiirinde ve daha birçok anlatım biçimlerinde raslarız. Anlatabildim mi?"

"Demin ne demek istediğini şimdi anlıyorum" dedi.

"Bundan önce de, neler söylemek gerektiğini saydık, şimdiyse nasıl söylemek gerektiğini incelemek 'kaldı demiştik, anımsıyor musun?" (50).

"Evet."

"İşte dediğim de şuydu: Şairlerin, anlatırken öykünmeye başvurmalarına izin verecek miyiz? Yoksa anlatmalarının bazılarında öykünme olsun, bazılarında olmasın mı diyeceğiz, ve ne zaman ve hangilerinde? Yoksa öykünmeyi toptan yasak mı edeceğiz?"

"Devletimize tragedyayı, komedyayı kabul edip etmeyeceğimizi incelemek niyetinde olduğunu şimdiden seziyorum."

"Belki," dedim, "ama belki de daha başka şeyleri; şimdilik daha bilmiyorum; sözün gidişi bizi bir rüzgar gibi nereye atarsa, oraya gitmeli."

"İyi söylüyorsun" dedi.

"Bir bak bakalım, Adeimantos (51), bekçilerimiz öykünmeci olmalı mı, olmamalı mıdırlar? Yoksa demin söylediklerimizden, bir adamın bir tek işi iyi başarabileceği, ama birçok işe birden girişirse, hiç birini ün kazanacak kadar başaramayacağı sonucu çıkmıyor mu?"

"Çaresiz, öyle."

"Öykünme için aynı şey söylenemez mi? Bir insan her şeye, bir tek şeye öykündüğü kadar iyi öykünemez."

"Yapamaz, elbette."

"O halde önemli bir görevi olan bir adamın birden birçok şeye öykünmesi zordur, nitekim birbirine yakın görünen iki öykünme türünde, yani tragedya ile komedyada da aynı kişiler başarılı olamazlar (52). Yoksa, demin bunların birer öykünme türü olduğunu söylememiş miydin?"

"Söyledim, aynı kişiler ikisini birden başaramaz demekte haklısın."

"Demek hem rhapsod, hem oyuncu olunamaz."

"Hayır."

"Ama aynı oyuncular hem tragedya, hem komedya da oynamaz; oysa her ikisi de öykünme türündendir, değil mi?"

"Öyle."

"Hatta bence, Adeimantos, insan doğası daha da çok bölümlüdür öyle ki, bir insanın birçok şeylere iyi öykünmesine yahut öykünmeyle bir benzeri verilen şeyleri yapmasına olanak yoktur."

"Çok doğru" dedi.

"Öyleyse ilk düşüncemizi koruyup, bekçilerimiz öbür bütün işlerle uğraşmayarak ancak devlet özgürlüğünü kuran çok dikkatli işçiler olmalı ve bu sonuca varmayan başka hiç bir işe bakmamalıdırlar, demiştik; demek oluyor ki onlar başka hiçbir şey yapmayacaklar, hiçbir şeye öykünmeyecekler. Yok eğer öykünürlerse, kendilerine yakışacak üstün özellikleri olan, gözüpek, uslu akıllı, dini bütün, özgür kişilere ve bütün bu gibi güzel örneklere ta çocukluktan öykünmelidirler; ama alçakça işlere girişmeyecekleri gibi, alçaklığa da, başka herhangi bir kusura da öykünmekte hünerli olmamalıdırlar, ki öyküne öyküne sonunda gerçekten öyle olmasınlar (53). Yoksa farkına varmadın mı ki, gençken başlanan ve bir hayli sürdürülen öykünmeler insanda bir alışkanlık, vücudu, sesi görüşleri değiştiren ikinci bir doğa olur?"

"Evet, öyle" dedi.

"Kendileriyle uğraştığımız, iyi insan olmalarını istediğimiz kişilerin, erkek oldukları halde, kadın gibi giyinip, kocasına çıkışan, yok gururlanarak mutlu olduğunu sanıp da tanrılarla boy ölçüşen (54), yahut felaket içinde yas tutan, gözyaşı döken genç ya da yaşlı kadınlara öykünmelerine izin vermeyeceğiz; kaldı ki hasta, aşık veya doğum sancıları çeken bir kadını temsil etmelerini büsbütün yasak edeceğiz (55)."

"Elbette" dedi.

"Köle işleri gören kadın ya da erkeklere (56) de öykünmeyecekler."

"Öykünmeyecekler."

"Doğal olarak, kötü insanlara da öykünmemeleri gerek: Korkaklara, demin söylediğimiz şeylerin aksini yapanlara, birbirine hakaret eden, birbirleriyle alay eden, sarhoşken (57), ayıkken ağızlarını bozanlara; bu gibilerinin kendilerine karşı da, öbür insanlara karşı da sözleriyle, davranışlarıyla işledikleri kabahatlerin hiç birine öykünmemelidirler. Ayrıca sanırım, sözleriyle de, davranışlarıyla da delilere benzemeye alışmamalıdırlar (58). Çünkü kadın erkek deli ve kötü insanları tanımalı, fakat yaptıklarının hiç birini yapmamalı, onlara öykünmemeli."

"Çok doğru" dedi.

"Peki, demircilere ve öbür sanatçılara, trierleri ilerleten ya da onları yönetenlere ve bu alanda daha başka şeylere öykünmeleri doğru mudur?"

"Nasıl doğru olur," dedi, "bu işlerle ilgilenmelerine bile izin verilmeyecek (59)." "Ya atın kişnemesine, boğaların böğürmesine, akan suların mırıltısına, denizin uğultusuna, gök gürlemesine ve bütün bu gibi gürültülere öykünecekler mi (60)?"

"Hayır," dedi, "onların deli olmaya, deli olanlara öykünmelerini yasakladık ya!"

"Dediklerini iyi anlıyorsam," dedim, "gerçekten iyi ve güzel insanın söyleyecek bir şeyi olduğu zaman, kullandığı bir söyleme, bir anlatma biçimi vardır; öte yandan da doğası, eğitimi tam tersi olan insanın anlattıklarında daima görülen, birinciden çok farklı başka bir biçim vardır." (61).

"Nedir bu?" diye sordu.

"Bence," dedim, "akıllı bir adam, iyi bir adamın söylediklerini veya yaptıklarını anlatmak zorunda kalınca, kendisi o adammış gibi onu temsil etmeye razı olacak ve bu öykünmeden utanmayacak, hele o adamın metin, akıllıca bir davranışına öykünmekteyse. Yok hastalık, aşk, sarhoşluk ya da başka bir zayıflık yüzünden sendelediğini görürse, ona daha az öykünecek. Ama kendine layık olmayan bir adama öykünmesi gerekirse, kendini, kendinden kötü olan bir adama ciddiyetle benzetmek istemeyecek, yoksa ancak kısa bir zaman için, öyküneceği kimse iyi bir şey yaparsa buna razı olacak; gene de utanacak, çünkü bu gibilerine öykünmeye alışık değildir, hem de kendinden kötü insanların kılığına kıyafetine girmekten hoşlanmaz; ruhunda da bunları küçük görür, yalnızca şaka olsun diye öykünür."

"Tabii" dedi.

"Az önce Homeros'un destanlarından konuşurken sözünü ettiğim anlatış biçimine başvuracak, değil mi, yani sözlerinde her ikisi hem öykünme, hem basit anlatış olacaktır, fakat uzun anlatış parçaları arasında küçük bir parça öykünme bulunacak. Yoksa yanılıyor muyum?"

"Hayır," dedi, "istediğimiz anlatışın böyle olması gerektir."

"O halde böyle olmayan hikayeci ne kadar kötüyse, o kadar her şeye öykünecek, kendine layık görmediği bir şey olmayacak; öyle ki büyük bir kalabalığın karşısında bile ciddiyetle her şeye öykünmeye kalkışacak, söz gelişi, demin saydığımız gök gürültülerine, rüzgarların, dolunun, dingillerin, makaraların, boruların, zurnaların, çoban flavtalarının ve bütün sazların sesine; üstelik köpeklerin havlamasına, kuzuların melemesine, kuşların ötmesine de. Sözü ya baştan başa ses ve jest öykünmelerinden ibaret olacak, yahut da anlatma pek az yer alacak. Öyle değil mi?"

"Öyle olsa gerek" dedi.

"İşte," dedim, "saydığımız iki söyleyiş biçimi bunlardır."

"Evet, bunlar" dedi.

"İkisinden birinde biraz değişiklik olur; insan söyleyişine uygun makam ve ritim de katarsa, iyi söyleyenin hemen hemen hep aynı makama göre ve değişiklikler ufak olduğu için hep bir tek makamda ve ona uygun bir ritimde söylemesi mümkündür."

"Şüphesiz, öyledir" dedi.

"Peki, ama ötekinin söyleyiş biçimi tam tersine; kendine has anlatımı bulmak için makamların, ritimlerin hepsine gereksinimi vardır çünkü onda her türlü değişiklik bulunur."

"Çok doğru."

"O halde, şairlerin, söz söyleyen insanların hepsi, bu anlatma biçimlerinin ya birini, ya ötekini, yahut da ikisinden karma bir biçimi kullanırlar, değil mi?"

"Öyle olsa gerek" dedi.

"Peki, ne yapacağız," dedim, "bütün bu biçimleri devletimize alacak mıyız? Yoksa basit biçimlerin yalnızca birini mi, veya karma biçimi mi, hangisini alacağız?"

"Benim düşüncem üstün gelirse," dedi, "uslu akıllı adama öykünen ve karma olmayan anlatma biçimini alırız."

"Ama karma biçim de tatlıdır, Adeimantos, çocukların, lalaların ve çoğu insanların en çok hoşuna giden biçim, senin seçtiğinin karşıtıdır."

"Hoştur da ondan."

"Ama belki bizim devlete uymaz, diyeceksin, çünkü bizde her insan bir iş gördüğü için iki veya bir çok yönlü olamaz."

"Evet, uymaz devletimize."

"Bunun için değil midir ki, yalnızca böyle bir kentte kunduracı kunduracıdır, kunduracılığından başka bir de kaptanlık yapmaz, çiftçi çiftçidir, çiftçilikten başka bir de yargıçlık yapmaz, asker askerdir, askerlikten başka ticaretle uğraşmaz, hepsi de aynen öyledir."

"Doğru" dedi.

"Öyleyse, belli ki her kılığa girmesini, her şeye öykünmesini ustalıkla bilen bir adam kentimize gelip de şiirlerini temsil etmek isteseydi, şaşılacak, hoş, kutsal bir varlık gibi önünde secde ederdik, fakat kentimizde onun gibi adam bulunmadığını, bulunmasının da yasak olduğunu söyler, başına kokular sürdükten, yün şeritlerden bir taç koyduktan sonra, (62) onu başka bir kente gönderirdik. Biz ise selametimiz için daha sert, daha az hoş bir şairi, bir hikayeciyi dinleriz. O bizim için yalnızca aklı başında adamın söyleyişine öykünsün, sözlerini, askerlerimizin eğitimini ele aldığımız zaman yasa olarak koyduğumuz biçimlere uydursun."

"Evet," dedi, "elimizde olsaydı, öyle yapardık."

"Şimdi, dostum," dedim, "musikinin sözler ve masallar hakkındaki kısmını sona erdirdik sanıyorum. Çünkü ne söylemeli ve nasıl söylemeli sorununu inceledik."

"Ben de öyle sanıyorum" dedi.

"Bundan sonra şarkı söyleme biçimi ve şarkılar kaldı, değil mi?" dedim.

"Peki, önce koyduğumuz kurallara uymamız için, bunların nasıl olması gerektiği hakkında neler söyleyeceğimizi herkes şimdiden bulabilir, değil mi?"

Ama Glaukon (63) gülerek: "Ben, Sokrates," dedi, "bu herkesin içinde olmasam gerek. Herhalde şu anda, neler söyleyeceğimizi bulacak durumda değilim ama aklımdan bir şeyler geçmiyor değil."

"Herhalde," dedim, "en başta şunu diyebilecek durumdasın ya: Şarkı üç şeyden oluşur: Söz, makam, ritim. (64).

"Evet, bu kadarını ben de biliyorum" dedi.

"Şarkının sözlerine gelince, onlar da demin saydığımız söyleyiş biçimlerine girdiklerine göre, şarkısız sözlerden hiç farklı değildir."

"Doğru" dedi.

"Makam ve ritme gelince, sözlere uymalıdır."

"Elbette."

"Fakat sözlerden konuşurken, ağlaşmalara, inlemelere hiç gereksinimimiz yoktur, dedik."
 
"Hiç yok tabii."

"Hüzünlü makamlar hangileridir? (65) söyle bakalım, madem ki müzikten anlarsın."

"Karışık Lydia, tiz perdeden Lydia makamları ve bunlar gibi birkaçı daha."

"Onları ortadan kaldırmamalı mı?" dedim; "erkeklere şöyle dursun, aklı başında olması gereken kadınlara bile yararsızlar."

"Çok doğru."

"Ama bekçilerimize sarhoşluk, gevşeklik, tembellik özellikle yakışmaz."

"Hiç şüphesiz."°

"Makamlar arasında gevşek olanlar, içki sofrasına yakışanlar hangileridir?"

"Çözük denilen İonia ve Lydia makamları da vardır."

"Bunlar, dostum, savaşçı adamların ağzına uygun mudur sence?"

"Asla değil," dedi. "Demek ki senin için yalnızca Dor ve Phrygia makamları kaldı."

"Makamları bilmem," dedim, "ama öyle bir makam kalsın ki, savaşa veya zorlu bir harekete girişmiş olan bir adamın sesine, anlatımına uygun bir biçimde öykünebilsin; bu adama talihi yardım etmez de yaralanacak, ölecek ya da başka bir felaketle karşılaşacak olursa, bütün bu durumlarda gerilemeden dayanacak, kaderin darbelerine karşı koyacak. Bir makam daha gerekir ki, kendi isteğiyle sakin ve zor olmayan bir işe girişmiş, hedefine ulaşmak için ya bir tanrıyı yalvarışlarla kendine kazanmak, ya bir insanı, ona akıl öğretmek, öğüt vermekle, ikna etmeye uğraşan, yahut da başkasının ricalarını, azarlarını dinleyen ve bu sayede istediğini elde ettikten sonra gurura kapılmayan, aksine her işte akılla, ölçüyle hareket eden ve olayları hoş karşılayan bir adama öykünmeye uysun. Bu ikisini, yani felaketle karşılaşanların, mutluluğa erenlerin, uslu akıllı, gözüpek adamların sesine en iyi öykünecek bu zorlu ile zorluksuz makamlar bırak kalsın."

"Bırakmak istediklerin de zaten demin saydığım iki makamdır" dedi.

"Bundan böyle," dedim, "şarkılarımız, havalarımız için çok telli ve her türden makamlı sazlara gereksinimimiz olmayacak."

"Belli ki olmayacak" dedi.

"O halde devletimizde üçgen, mızrap ve öbür çok telli, çok makamlı bütün sazları yapan sanatçıları beslemeyeceğiz."

"Dediğimizden bu çıkar."

"Ya flavta yapanları, flavta çalanları kente kabul edecek misin? Flavta en çok sesi olan saz değil mi, öbür bütün telli sazlar flavtanın bir taklidinden ibaret değil mi? (66)"

"Öyle besbelli" dedi.

"O halde lyra ile kithara kalıyor, (67) onlar kentimiz için yararlıdır; bir de kırlarda çobanlar için kaval."

"Düşüncemiz bunu gösteriyor."

"A dostum," dedim, "Apollon ve Apollon¨'un sazlarıyla Marsyas ve Marsyasınkiler arasında karar verip ilkini seçmekle bir yenilik yapmış olmayız. (68)"

"Evet, Zeus hakkı için, bence de pek yeni değil."

"Köpek hakkı için" dedim, "baksana hiç farkına varmadan, demin (70) zevke, eğlenceye düşmüş olduğunu söylediğimiz kenti temizledik.

"Akıllıca iş gördük" dedi.

"Haydi öyleyse," dedim, "temizliği sürdürelim. Makamlardan söz ettikten sonra, ritimleri ele alalım: Ne çok çeşitli ritimler, ne de türlü türlü vezinler olmalı, fakat düzenli, cesur bir adamın yaşamını anlatacak ritimler hangileridir diye bakmalı. Bunları bulduktan sonra da böyle bir adamın sözlerini vezinle melodiye değil, vezinle melodiyi sözlerine uydurmalı. Makamları saydığın gibi, bu ritimlerin de hangileri olduğunu söylemek sana düşer."

"Zeus hakkı için," dedi, "söyleyecek sözüm yok! Uğraştığım için biliyorum ki, vezinlerin meydana geldiği üç türlü ritim (71) vardır, şarkılarda ise, bütün makamların çıktığı dört türlü (72). Ama hangisinin şu veya bu yaşama öykünmeye uygun olduğunu söyleyemem."

"Bu sorunu Damon'la (73) görüşürüz," dedim, "hangi vezinlerin alçaklığa, taşkınlığa, deliliğe ve daha başka kötülüklere uyduğunu, hangi ritimlerin de karşıtlarına kaldığını ondan sorarız. Onun, karma bir enhopoliostan, bir daktylos ile bir heroostan söz ettiğini şöyle bir duydum; bu vezinleri iyice anlamadığım bir biçimde bölüp arsis ile thesiste bir eşitlik oluşturuyordu; bunlar ya kısa ya uzun bir heceyle bitiyordu; bir de sanırım ki, başka bir vezne iambos, bir başkasına da trokhaios diyordu; bunlar da uzun ile kısaları bir düzene sokuyordu ve yanılmıyorsam, bunların bazılarında vezinlerin temposunu ritim kadar doğru veya yanlış buluyordu veya ritimle tempodan katışık bir şeyi... iyice bilmiyorum; fakat dediğim gibi bu konuyu Damon'a bırakalım (74). Çünkü bizim bir karara varmamız için uzun uzadıya tartışmamız gerekecek. Öyle değil mi?"

"Zeus hakkı için öyle."

"Ama hiç olmazsa şu nokta hakkında karar verebilirsin: uygunluk veya uygunsuzluk (75) ritimlilik veya ritimsizliğe bağlıdır."

"Şüphesiz."

"Ama ritimlilik güzel söyleme biçimine bağlıdır ve ona benzer, ritimsizlik ise karşıtına, uyumluluk ve uyumsuzluk için de böyledir; tabii ancak demin dediğimiz gibi söz ritim ve makama değil de, makamla ritim söze uyarsa."

"Doğru tabii," dedi, "onların söze uyması gerekir."

"Ya söyleme biçimi ve söylenen söz," dedim, "insanın huyuna bağlı değil midir?"

"Şüphesiz."

"Daha da ne varsa söyleme biçimine bağlı değil mi?"

"Evet."

"Demek ki güzel söz söyleme, uyumluluk, uygunluk, ritimlilik iyi huyluluğa bağlıdır, ama iyi huylulukla, kendisine hiç layık olmadığı halde bu adı verdiğimiz saflığı değil, insan doğasını gerçekten iyilik ve güzellikle süsleyen bir anlayışı söylemek istiyorum." (76).

"Çok doğru söylüyorsun" dedi.

"Öyleyse kendine düşen görevi yapmak isteyen bir gençlik her zaman bu ülkülere ulaşmaya çaba göstermelidir, değil mi?"

"Elbette."

"Bunlar resim ve ona benzer bütün sanatlarda görülür, dokumacılıkta, nakışçılıkta, mimarlıkta ve her türlü eşya yapan bütün sanatlarda, hatta canlıların ve öbür bitkilerin doğasında da görülür; çünkü hepsinde uygunluk veya uygunsuzluk vardır ve uygunsuzluk, ritimsizlik, uyumsuzluk söz ve huy çirkinliğiyle kardeştir; karşıtları da uslu akıllı ve iyi bir huyun kardeşleri, öykünmeleridir."

"Aynen böyledir" dedi.

"Peki yalnızca, şairleri gözaltında tutup şiirlerinde iyi huyları betimlemeye mi, yoksa hiç şiir yazmamaya mı zorlamalıyız? Öbür sanatçıları da gözaltında tutup onların, kötü huyları, dizginsizliği, alçaklığı, uygunsuzluğu ya canlıların betimlenmesinde, ya yapılarda yahut da başka bir sanat yapıtında göstermelerine engel olmamalı mıyız? Yok bu ellerinden gelmezse, bizde iş görmelerini yasak etmeliyiz ki, bekçilerimiz kötülük betimlemeleri içinde, tıpkı bir kötü besinle beslenirmiş gibi yetişmesinler, her gün bir çok zehirli bitkiyi koparıp azar azar fakat durmadan yiyip zehirlenerek, farkına varmaksızın ruhlarında büyük bir kötülük oluşmasın. Tersine güzelin, uygunun özünü sezmeye doğası gereği yetenekli olan sanatçıları (77) aramalıyız ki, gençler bir sağlık ülkesinde yaşıyormuş gibi her şeyden yarar görsünler, güzel yapıtlardan gözlerine veya kulaklarına değen her şey, dünyanın en güzel ülkelerinden sağlık getiren bir rüzgar gibi, onları diriltsin, ta çocukluktan güzeli sevmeye, güzele benzemeye, güzelle uyum içinde yaşamaya doğru onları usulca götürsün." (78).

"O halde Glaukon," dedim "bu nedenlerden dolayı müzikle eğitim en üstün eğitimdir, çünkü ritim ve uyum, ruhun ta içine girer ve ona uyum kazandırarak her şeyden çok kavrar. Böylece ruhu uyumlu kılar, yeter ki insan doğru dürüst eğitim görmüş olsun.Yoksa bunun tam tersi olur, değil mi? Öte yandan da doğada ya da insan eliyle yapılanlardaki eksikler, gereğince eğitilmiş bir adamın derhal gözüne ilişir; o haklı olarak çirkinliklere, eksiklere kızar, güzeli över, çünkü güzelden hoşlanır ve onu ruhunda sindirip, onunla beslenir. Böylece güzel ve iyi bir insan olur, çirkini de haklı olarak ayıplar. Gençken daha henüz akıl yürütecek çağda olmadığı halde güzel olmayandan nefret eder. Ardından akıl yürütmeye de başladı mı (79), müzikle eğitim gördüğünden, düşünmeye yatkınlığını fark eder ve bu yetisini sevinçle karşılar."

"Bu nedenlerle eğitim bence müziğe dayanmalıdır."

"Okumaya gelince, ancak harflerin, bütün durumlarda belirli sayıda olup daima yinelendiğini bildiğimiz zaman, okuma yazma biliyoruz, diyebildik. O zamandan beri ister küçük, ister büyük yazılmış olsun hiçbir harfi dikkate değmez diye yabana atmadık; tersine nerede olursa olsun ayırmaya çalıştık, çünkü bu düzeye gelmeden okuma yazmada bilgi sahibi olamayacağımızı biliyorduk, öyle değil mi?" (80)

"Doğru."

"Suda olsun, aynada olsun harflerin terslerini görsek, harflerin kendilerini bilmeden yansılarını tanıyamayız; bilmeliyiz ki bunların ikisi de aynı sanatın (81), aynı çalışmanın konusudur."

"Şüphesiz öyle."

"O halde tanrılar hakkı için, ben de diyorum ki, kendimiz de, yetiştirmek istediğimiz bekçiler de usluluğu, yararlılığı, ruh yüksekliğini, soyluluğu ve bunlara kardeş olan iyi huyları , aynı zamanda bunların karşıtları olan kötü huyların biçimlerini bütün durumlarda tanımadıkça, nerede olursa olsun onları veya terslerini fark etmedikçe, tuttuğu yer küçük olsun, büyük olsun birini yabana attıkça, müzik eğitimi gördük diyemeyiz, çünkü bunların hepsi aynı sanatın, aynı çalışmanın konusudur."

"Böyle olması şarttır" dedi.

"O halde," dedim, "birinin ruhunda güzel huylar, görünüşünde de aynı örnekten ve bu huylara uyan ve yakışan nitelikler birleşmişse, bu insan, görmesini bilen için, dünyada görülecek en güzel şey değil midir?" (82)

"En güzel şeydir doğrusu."

"Peki en güzel şey de en çok sevilir değil mi?"

"Şüphesiz."

"Müzik eğitimi görmüş adam en çok böyle uyumlu insanları sevecek. Yok uyumlu değilseler sevmeyecek."

"Ruhlarında bir eksiklik varsa, tabii sevmeyecek; yok vücutlarında bir eksiklik varsa, buna katlanacak, sevmeye razı olacak."

"Anlıyorum," dedim. "Senin böyle bir sevgin var veya oldu da ondan böyle söylüyorsun; bir diyeceğim yok. Yalnız şuna yanıt ver: Sınırını aşmış bir zevkin akılla alıp vereceği var mıdır?"

"Olur mu hiç," dedi, "acı kadar zevk de insanı çılgına çevirir."

"Ya öteki iyiliklerle alıp vereceği var mıdır?"

"Asla yoktur."

"Peki taşkınlıkla, aşırılıkla?"

"Onlarla hiç yoktur."

"Ama aşkın verdiği zevkten daha büyük bir zevk bilir misin?"

"Bilmem," dedi, "ondan delicesi de zaten yoktur."

"Gerçek aşk ise düzenliyi ve güzeli akla ve musiki eğitimine uygun bir biçimde sevmektir."

"Tam öyledir" dedi.

"O halde ne delice bir şeyi, ne de aşırılığa yakın olanı gerçek aşkın yanına yaklaştırmalı."

"Yaklaştırmamalı."

"Öyleyse, zevkin de yanına yaklaştırmamalı; gerçek bir aşkla birbirine bağlanmış olan sevenle sevilen ondan uzak kalmalı."

"Zeus hakkı için, evet Sokrates," dedi, "yanlarına ¬yaklaştırmamalı onu."

"O halde anlaşılıyor ki, kurmakta olduğumuz kentte konacak yasaya göre, seven sevdiğine kendini sevdirebilirse, güzellik uğruna onu kendi oğlu gibi öpebilir, onunla görüşebilir, ona dokunabilir. Gönlünü kazanmaya çabaladığı gençle ilişkileri öyle olmalıdır ki, hiçbir zaman daha ileri gittiği duygusunu uyandırmasın. Yoksa müzikten ve güzellikten anlamaz bir adam diye eleştirilir (83).

"Öyle" dedi."

"Öyleyse," dedim, "benim gibi sen de müzik hakkındaki konuşmamızın hedefine vardığı fikrinde misin?"

"Herhalde nereye varması gerekiyor idiyse, oraya vardı: Müzik, güzellik sevgisiyle sonuçlanmalıdır galiba."

"Ben de bu fikirdeyim" dedi.

"Gençlerin yetişmesinde müzikten sonra beden eğitimi gelir."

"Tabii."

"Bu işte de çocukluktan başlayıp bütün yaşamları boyunca ciddi bir eğitim görmeleri gerek. Kanımca şu yoldan gitmeli ve sorunu sen de incele. Bence her ne kadar iyi bir durumda olsa da beden kendi iyiliğiyle ruhu iyi etmenin üstesinden gelemez. Tersine iyi bir ruh, kendi iyiliğiyle bedeni olabildiği kadar iyileştirir (84). Sen bunu nasıl görüyorsun?

"Ben de senin gibi" dedi.

"Kafaları yeterince eğittikten sonra, beden hakkındaki sorunları inceden inceye saptamayı onlara bırakıp, uzun uzadıya söz etmemek için yalnızca temelleri öğretmekle iyi etmiş olmaz mıyız."

"Oluruz, şüphesiz."

"Bekçiler sarhoşluktan sakınmalıdırlar, dedik (85), sarhoş olup da nerede olduğunu bilmemek, kendinden geçmek herkesten az bekçiye yakışır."

"Evet, bekçi olanın bir bekçiye gereksinimi olması gülünçtür."

"Peki, beslenmelerine gelelim: Bekçilerimiz en büyük yarışın atletleridir, öyle değil mi?"

"Evet."

"Peki şu atletlerin yaşayışı bekçilerimize uyar mı?"

"Belki de uyar."

"Ama bu yaşayış uyuşturucu ve sağlık için tehlikelidir. Görmüyor musun ki hayatlarını uykuda geçiriyorlar. Kendileri için düzenlenen perhizi biraz bozacak olurlarsa, bu atletler büyük ve şiddetli hastalıklara tutulurlar."

"Görüyorum."

"Savaşçı atletlere daha iyi düşünülmüş bir spor ve yaşayış gerek; onların uyanık köpekler gibi iyi görmeleri ve işitmeleri, seferde sık sık suyu, yemeği değiştirdikleri, bazen güneş çarptığı, bazen de kış fırtınalarına tutulduklarında sağlıklarının hiç sarsılmaması gerektir."

"Bence de öyle."

"O halde en iyi beden eğitimi, biraz önce gözden geçirdiğimiz müzik eğitiminin bir kardeşi gibi olmayacak mı?"

"Bundan ne anlıyorsun?"

"Her şeyden önce savaşa bir hazırlık olacak sade, akıllıca bir beden eğitimi."

"Bu eğitimi nasıl sağlamalı?"

"Bu gibi şeyler Homeros'tan bile öğrenilir. Bilirsin ki Hellespontos, savaşta askerleri, deniz kıyısında oldukları halde ne balıkla besler, ne haşlanmış etle. Askerlere, daha kolay olduğundan yalnızca kızarmış et yedirir; çünkü hemen hemen her yerde doğrudan doğruya ateşi kullanmak, yanında tencere getirmekten kolaydır."

"Şüphesiz."

"Sanırım Homeros baharattan da hiç söz etmez. Atletler de bilmez mi ki bedenlerinin iyi durumda olması için, bunların hiçbirini ağızlarına koymamalıdırlar."

"Haklı olarak bilirler, ağızlarına da koymazlar."

"Söylediklerimizi doğru buluyorsan, Siracusa yemeklerini, Sicilya'nın çeşitli katıklarını (86) herhalde beğenmeyeceksin, dostum."

"Hayır, sanırım."

"Bedenlerinin iyi bir durumda olmasını isteyen erkeklerin Korinthoslu bir sevgili (87) edinmelerini de doğru bulmayacaksın."

"Asla."

"Ne de Attika'nın ün salmış tatlılarına düşkün olmalarını."

"Şüphesiz."

"Bence böyle bir yeme içme biçimini, var olan bütün makamları, bütün ritimleri içine alan bir havaya, bir şarkıya benzetmekle, doğru benzetmiş oluruz."

"Elbette."

"Çeşitlilik ruhta aşırılık doğurur, bedende ise hastalık; oysa müzikte sadelik, ruhlara ağırbaşlılık, beden eğitiminde ise vücutlara sağlık verir."

"Çok doğru" dedi.

"Ama, kentte aşırılıklar, hastalıklar artıyorsa, birçok mahkeme, hastane açılacak, hatta birçok kişi, bu işlere hevesle atılacakları için, avukatlık ve hekimlik önemsenecektir, değil mi?"

"Tabii, başka türlü olamaz."

"Devlette eğitimin kötü ve kusurlu olduğuna dair, yalnızca halk kesiminin ve zanaatkarların değil, özgür yaşayan ve iyi eğitim görmüş gibi tavırlar takınan kimselerin de usta hekim ve yargıçlara gereksinimleri olmalarından daha güçlü kanıt olabilir mi? Kişinin hakları çok sınırlı olduğundan, hakem ve yargıç saydığı başkalarından hak istemek zorunda kalmaları sence ayıp ve kötü eğitime büyük bir kanıt değil mi?"

"Dünyanın en ayıp şeyi, doğrusu" dedi.

"Peki ya şu, deminkinden de daha ayıp değil mi: İnsanlar, yaşamlarının büyük bir bölümünü, mahkemelerde sanık ya da davacı olarak geçirmekle kalmayıp, güzellikten anlamadığı için, 'haksızlık etmekte ustayım, her türlü dolaba aklım erer, ceza giymemek için kaçamakların hepsine başvurup bir yılan gibi sıyrılarak savuşmasını bilirim' diye böbürlenirler. Hem de bütün bunlar ufacık, değersiz sorunlar için olur; böyle bir adam, hayatını uyuklayan bir yargıca muhtaç etmemek üzere düzenlemenin ne kadar daha güzel, ne kadar daha iyi olduğunu bilmez."

"Evet bu dediğin deminkinden de ayıp" dedi.

"Hekime, yaraları yahut şu veya bu mevsimlik hastalıklar için başvurmakla kalmayıp, tembellik ya da az önce gözden geçirdiğimiz yaşayış yüzünden vücudumuzu akıntılar ve yellerle doldurup da sivri akıllı Asklepios oğullarını (88), bu hastalıklara şişkinlik veya kathar gibi adlar vermeye zorlarsak, sence ayıp olmaz mı?"

"Çok ayıp olur, dedi, gerçekten de bunlar yepyeni ve tuhaf hastalık adlarıdır."

"Böyleleri Asklepios zamanında yoktu, sanırım; bence kanıtı da şu: Troia önünde yaralanan Eurypylos'a bir kadın, bol un ve öğülmüş peynirle karışmış Pramnos şarabı içirmiş (89). Bize bu ilaç, peklik söktürücü gibi göründüğü halde, Asklepiosoğulları (90) içireni ayıplamamışlar ve hastayı tedavi eden Patroklos'a (91) da itiraz etmemişler."

"Bu durumda bir adam için tuhaf bir ilaç doğrusu!"

"Hiç de tuhaf değil, düşün ki dendiğine göre Asklepiosoğulları şimdiki hekimliği, yani hastalıklarla uğraşma yöntemlerini, Herodikos'tan (92) önce uygulamazlardı. Herodikos ise önce beden eğitimi öğretmeniydi; hastalıklı bir adam olunca, sporla hekimliği birbirine katmak istemiş, derken ilkin ve herkesten çok kendisine, sonra da daha birçok kimseye eziyet etmiştir."

"Nasıl?" diye sordu.

"Ölümünü uzatarak," dedim. "Ölüme yol açan hastalığının seyrini adım adım izledi, ama kendini iyileştirmek elinden gelmedi; her işten elini çekip yaşamı boyunca kendine bakarak, alışık olduğu perhizi biraz bozdu mu, içini yiyerek yaşadı. Bilgisi sayesinde de can çekişe çekişe yaşlandı."

"Sanatından amma da güzel kazanç çıkarmış!"

"Hak ettiği kazancı," dedim, "çünkü anlamamış ki, Asklepios'un, oğullarına hekimliğin bu biçimini göstermemiş olması, bilgisizliğinden, görgüsüzlüğünden değil, tersine iyi yönetilen devletlerin hepsinde her adama bir iş verildiği, onun bu işi görmek zorunda olduğu, hiç kimsenin işsiz kalarak yaşamını, hastalığını tedavi ettirmekle geçiremediğini anlamış olmasındandır. Ne tuhaf ki biz bu gerçeğin, ancak zanaatkarlardan söz edildiği zaman farkına varırız, zenginler ve mutlu görünenler sözkonusu olunca hiç farkına varmayız."

"Ne demek istiyorsun?" diye sordu.

"Bir doğramacı hastalandığı zaman," dedim, "hekimden, onu kusturarak hastalığından kurtaracak bir ilaç ister, ya içini temizleyecek bir müshille yahut da yakmakla, kesmekle tedavi edilerek kurtulmak ister. ma hekim, ona uzun bir tedavi uygulamaya kalktığında , başına yün takkeler sarılır ve daha bir sürü şey yapılırsa, hemen 'Hasta olmaya vaktim yok, elimdeki işi bırakıp da hastalıkla uğraşarak yaşamak hiçbir kazanç getirmiyor' diyecek. Hekime, 'Haydi, güle güle!' deyip alışık olduğu yaşayışa dönecek, iyileşirse işine gücüne bakarak yaşayacak, yok vücudu hastalığa karşı koyacak kadar güçlü değilse ölecek, dertlerinden de kurtulmuş olacak."

"Evet, onun gibi bir adama böyle bir tedavi yakışır" dedi.

"Neden? Çünkü işi gücü var ve işine bakmazsa, yaşaması mümkün olmaz."

"Öyle besbelli."

"Ama zengine gelince, onun, yarım bırakmak zorunda kalırsa yaşamasını önleyecek hiç bir işi yoktur, diyebiliriz."

"Yoktur herhalde."

"Duymadın mı, Phokylides'in şu sözünü (93) anlatırlar: 'İnsan geçimini sağladı mı, erdemle uğraşmalıdır.'

"Bana kalırsa, daha önce de uğraşmalı" dedi.

"Bu hususta Phokylides ile tartışmaya girişmeyelim, dedim. Ama biz, zenginin erdemle uğraşması gerekli mi, uğraşmazsa yaşayamaz mı, yoksa doğramacıyı ve öbür sanat sahiplerini işlerine bakmaktan alıkoyan bu hastalık illeti, zengini de Phokylides'in kuralına uymaktan alıkoyar mı, koymaz mı? Bu sorun üstüne kendimizi aydınlatalım."

"Zeus hakkı için, evet," dedi, "beden eğitimini de geçen bu aşırı bakım, erdemli olmaya en büyük engeldir, denebilir. Çünkü ev yönetiminde, seferde, kentte, önemli devlet görevlerinde de insana engel olur."

"Ama en kötü yanı, öğrenme, düşünme ve kendi kendine çalışmaya engel olmasıdır: Çünkü insanlar, felsefeyle uğraşırlarsa başları ağrıyacak, başları dönecek diye hep korktukları için, felsefe bu dertlere neden oluyor, felsefeden uzak durmalı, der. Böylece bu aşırı bakım, nerede olursa olsun erdemle uğraşmaya, erdemi araştırmaya her bakımdan engel olur. Çünkü insana daima hastaymış duygusu verir, vücutta durmadan ağrılar sızılar duyurur."

"Tabii öyle," dedi.

"Diyebiliriz ki, Asklepios da bunları bildiği için hekimliği, vücutları yaradılıştan ve yaşayışlarından sağlam olan, ancak geçici bir hastalığa tutulmuş olan insanlar ve onların bünyeleri için öğretmiştir; onların hastalıklarını ilaçlarla, ameliyatlarla iyi etti, ama devlet işlerinin zarar görmemesi için, insanların alışık oldukları yaşayışı değiştirmedi; içi her bakımdan hasta olan vücutlara uzun süreli tedaviler uygulayıp yaşamlarını uzatıp kötüleştirmeye girişmedi. Doğallıkla kendileri gibi hastalıklı olacak çocuklar meydana getirmelerini doğru bulmadı. Doğanın saptadığı süre kadar yaşamaya gücü yetmeyen kişileri tedavi etmenin gerekmediğini düşündü. Çünkü bu tedaviden ne adamın kendisi, ne devlet yarar görebilirdi."

"Asklepios'u devletin yararını düşünen bir adam yaptın gitti" dedi.

"Besbelli ki öyleydi," dedim, "görmüyor musun, çocukları Troia önünde savaşırken ne büyük yararlılık gösterdiler ve aynı zamanda da hekimliği anlattığım gibi uyguladılar. Anımsamıyor musun ki Pandaros, Menelaos'u vurup yaralayınca 'yaradan kanı emdiler, üzerine yatıştırıcı ilaçlar döktüler' (94) Eurypylos'un bundan sonra ne yiyip ne içeceğini saptamaya gerek duymadıkları gibi, Menelaos için de buna gerek görmediler. Çünkü yaralanmadan önce sağlıklı ve yaşayışı düzenli olan adamlara ilaçlar şifa vermeye yeter, o anda karmakarışık bir içki (95) bile içseler gene yeter, diye düşünüyorlardı. Ama yaradılıştan hasta ve kötü şeylere bağımlı olmaya yatkın bir adamın yaşamasının kendine de, öbür insanlara da yarar sağlamadığını, hekimlik sanatının onlar için yaratılmadığını ve Midas'tan (96) daha zengin olsalar bile, onlara bakmak gerekmediğini düşünüyorlardı."

"Asklepiosoğullarını pek de zeki buluyorsun" dedi.

"Bu onlara yakışır," dedim. "Fakat gerek tragedya şairleri (97), gerekse Pindaros (98) bizi dinlemeyerek 'Asklepios, Apollon'un oğluymuş' derler. Paraya tamah etmiş, artık ölmek üzere olan zengin bir adamı iyi etmek istemiş de o anda yıldırımla vurulmuş. Ama biz az önce söylediklerimize (99) uyarak bu iki sava da inanmayacağız; diyeceğiz ki, tanrıoğlu olsaydı, paraya düşkün olmazdı, paraya düşkün idiyse, tanrıoğlu değildi."

"Bu dediklerin gerçi çok doğrudur," dedi, "ama şuna ne dersin, Sokrates: Devletimizde iyi hekim bulundurmamalı mıyız? Herhalde en iyi hekimler, en çok hasta görmüş hekimlerdir; nitekim en iyi yargıçlar da her türlü insanla işi olmuş adamlardır."

"Elbette iyilerini isteriz, ama hangilerini iyi sayıyorum biliyor musun?"

"Söyle de öğreneyim" dedi.

"Haydi deneyeyim" dedim. "Ama sen bir soruda iki ayrı şeyi sordun (100)."

"Nasıl?"

"Hekimleri ele alalım," dedim, "çok güçlü hekim olabilmeleri için, sanatı ta çocukluktan öğrenmeye başlamış, olabildiği kadar çok ağır hasta görmüş, hatta kendileri de bütün hastalıkları çekmiş olmaları ve yaradılıştan çok sağlıklı olmamaları gerekir. Çünkü hasta bir bedeni kendi bedenleriyle tedavi etmezler. Yoksa sağlıksız olmaları, bir hastalığa tutulmaları olanaksız olurdu. Hayır, onlar hasta bir bedeni, ruhlarıyla iyileştirirler, ruh kötüyse iyileştirmesi de olanaksızdır ."

"Doğru" dedi.

"Yargıç da, dostum, ruha ruhuyla hükmeder; ruhun, genç yaşından beri kötü ruhlar arasında büyümesi, onlarla birlikte yaşaması ve her türlü haksızlığı kendi denemiş olması; böylelikle hekim kendi hastalıklarından hastalarınkileri anladığı gibi, yargıcın da ötekilerin işlediği kötülükleri kendinden pay biçerek çabucak ortaya koyabilmesi doğru değildir. Yok, güzel ve iyi bir ruh olarak, doğru olup olmayana ilişkin sağlıklı kararlar verecekse, gençken kötü huylardan uzak ve temiz kalmış olması gerekir. Bu yüzden de soylu kişiler gençken saf görünürler (101). Kötü yollara sapmış kişiler tarafından kolayca aldatılırlar; çünkü ruhlarında kötüleri anlamalarına olanak sağlayacak örnek yoktur."

"Evet," dedi, "soyluların başına gelen şey işte budur."

"Demek ki iyi yargıcın genç değil, yaşlı olması, eğriliğin doğruluğun ne olduğunu geç öğrenmesi gerek, dedim, eğriliği, ruhunda bulunan kendine özgü bir nitelik olarak tanımamış olması, uzun uzun deneylerden sonra onu tanıyıp ne büyük bir kötülük olduğunu anlaması, bunu da kendi yaşam deneyimleriyle değil, bilgisiyle öğrenmesi gerektir."

"Hiç kuşkusuz," dedim, "böyle bir yargıç, gerçekten yargıçtır."

"Üstelik de iyidir, zaten sorduğun da buydu. İyidir, çünkü ruhu iyi olan iyidir. Ama o güçlü, o her şeyden kuşkulanan, eskiden birçok haksızlık işlediği için kendini kurnaz, becerikli sanan yargıcın kendine benzer insanlarla işi oldu mu, kendi ruhundaki örneklerle baktığı için, sakınmasını bilir, güçlü görünür. Yaşı ilerlemiş (102) iyi insanlarla işi olduğu zaman, budala görünür, çünkü yersiz kuşkulara kapılır, sağlam bir karakter nedir bilmez. Çünkü ruhunda böyle örnekler yoktur. Ama iyi insanlardan çok kötülere rastladığı içindir ki, kendi kendine de, öbür insanlara da bilgisiz değil, bilgili görünür."

"Evet söylediğin her bakımdan gerçektir" dedi.

"Öyleyse," dedim, "aradığımız iyi ve bilgili yargıç bu değil, daha önce sözünü ettiğimiz adamdır; çünkü kötülük hiçbir zaman hem iyiliği, hem kendini tanıyamaz; iyilikse, eğitildikçe zamanla hem kendine hem de kötülüğe ilişkin bilgilerle donanır . Bu yüzden benim anlayışıma göre bilgili olmak, kötü adama değil, bu iyi adama vergidir."

"Bence de öyledir" dedi.

"Devletimizde böyle yargıçlar ve onların yanı sıra, az önce konuştuğumuz gibi hekimler bulunduracaksın; bunlar yurttaşlar arasında bedenleri ve ruhları yaradılıştan iyi olanlara bakacaktır, iyi olmayanlara gelince, bedenleri sağlıksız olanları ölüme terk edecekler (103), ruhları yaradılıştan kötü ve düzelmez olanlarıysa kendileri öldürecekler, değil mi?"

"Evet, bu durumdakiler için de, devlet için de bu en iyi çare gibi görünüyor."

"Gençlere gelince," dedim, "besbelli ki, onlar sağduyu doğurduğunu söylediğimiz o sade müzikle eğitilmişlerse, yargıyla bir ilişkide bulunmaktan sakınacaklar."

"Şüphesiz" dedi.

"Müzik eğitimi görmüş kişi, beden eğitimi de alırsa , zorunlu durumlar dışında , hekimlere muhtaç olmamak isterse, bunu sağlayamaz mı?"

"Sağlar, bence."

"O halde beden eğitiminde, sporda da beden gücünden çok ruhun gücünü geliştirmeye bakacak, öbür atletler gibi besinlerini, sporlarını yalnızca bedeninin gücünü göz önünde tutarak düzenlemeyecek."

"Çok doğru" dedi.

"Peki öyleyse, Glaukon," dedim, "eğitimi müzik ve spor üzerine kuranlar kimilerinin sandığı gibi (104), biriyle bedeni, ötekiyle ruhu geliştirmeyi amaçlamadılar değil mi?

"Ya ne için?"

"Her ikisini de ruhu geliştirmek için ortaya koydular ."

"Nasıl olur?"

"Farkına varmadın mı," dedim. "Yaşamları boyunca sporla uğraşıp da müziğe uzak duranlar hangi karakterdeki insanlardır? Ya bunun tersini yapanları bilmez misin?"

"Neden söz ediyorsun?" diye sordu.

"Bir yandan haşinlik ve sertlikten, öte yandan gevşeklik ve yumuşaklıktan" dedim. (105)

"Ben de görüyorum ki, sadece sporla uğraşanlar fazlasıyla haşin, sadece müzikle uğraşanlar ise kendilerine yakışmayacak derecede gevşek oluyorlar."

"Halbuki," dedim, "haşinlik ruhun gücünden gelir, ama bu ruh gücü doğru geliştirilirse cesaret doğurur, yok bir yay gibi gereğinden çok gerilirse, doğal olarak katlanılmaz bir sertlik çıkar ortaya."

"İnanırım" dedi.

"Peki yumuşaklık filozofca bir yaradılışa özgü değil midir? Gereğinden çok gevşetilirse, gereksiz bir gevşeklik doğurur, yok güzelce geliştirilirse, ölçülü bir yumuşaklık yaratır."

"Öyledir."

"Ama bekçilerimiz bu huyların ikisine de sahip olmalı diyoruz (106)."

"Evet, olmalı."

"Bunların birbiriyle uyumlu olması gerekmez mi?Ú"

"Gerekir elbette."

"Uyumlu olanın ruhu uslu ve yiğit olur."

"Şüphesiz."

"Uyumsuz olanınsa korkak ve kaba."

"Tabii."

"Biri müziğin, onu flüt sesleriyle mest etmesine, demin saydığımız tatlı, yumuşak, hüzünlü ezgileri kulaklarından bir huni gibi ruhuna akıtmasına izin verir de, bütün yaşamını türkü mırıldanmakla, türkülerin tadını almakla geçirirse, en önce, içindeki ruh gücü, demirin ateşte yumuşadığı gibi yumuşar, işe yaramaz kaba bir şeyken, kullanılır bir hale gelir. Ama bıkmaz sürdürür, tersine mest olursa, ruhunun gücü büsbütün yumuşar, erir, sonunda da cesareti eriyip yiter; bir sinir gibi ruhundan kopar, o artık 'yumuşak bir asker' (107) olur."

"Tam öyle olur" dedi.

"Ve doğa ona doğuşundan korkak bir ruh vermişse, çabucak etki altında kalır, ama güçlü bir ruha sahipse, cesareti kırılır, ruh fazla hassas olur, küçücük nedenlerle çabucak ateşlenir ama gene söner. Cesaret kaybolur, alıngan, öfkeli, hırçın olur."

"Tabii öyle."

"Peki, tersine bütün çabasını spora ve iyi yemeye içmeye verir de, müzik ve felsefeye hiç ilişmezse, ne olur? İlkin bedeni güçlü olduğundan, kendine güven duyup cesareti artmayacak mı?"

"Herhalde."

"Peki ama spordan başka şey yapmaz da, hiç bir zaman Musa (108) ile ilişkiye geçmezse? Ruhunda, bir öğrenme isteği olsa da, öğrenmenin tadını almadığı, hiç bir araştırmaya dalmadığı için, ne düşünceden, ne de müzikten pay aldığı için, bu istek gitgide zayıflar, körleşir, susar; çünkü uyandırılmıyor, beslenmiyor, duyumları da aydınlanmıyor."

"Öyle" dedi.

"Böylece bu adam söze düşman, müziğe yabancı biri olur; sözle inandırma yoluna artık hiç baş vurmaz, bir hayvan gibi her şeyi zorla, kaba güçle elde eder ve yaşamını bilgisizlik ve sapkınlık içinde uyum ve inceliklerden yoksun olarak geçirir."

"Tam böyle olur" dedi.

"O halde anlaşılıyor ki tanrı insanlara bu iki sanatı, müzik ve beden eğitimini iki hedefle, yani ruh gücü ve bilim sevgisi için verdi denebilir; ruh ile vücut için değil, ruh gücüyle bilim sevgisi için verdi ki, iki saz teli gibi gerilip gevşetilerek bir uyum oluşturacak kadar denkleşsinler."

"Böyle anlaşılıyor, doğrusu" dedi.

"Demek ki, bir sazın tellerini akort eden adama değil de, sporla müziği güzel bir şekilde birbirine katıp ruhuna en mükemmel ölçülerle sindiren kişiye müzik ve uyum ustası adını haklı olarak verebiliriz."

"Tabii verebiliriz, Sokrates" dedi.

"Öyleyse, Glaukon, kurduğumuz devletin korunması gerekliyse kentimizde, böyle bir adamı her zaman gözetmen olarak bulundurmalıyız (109), değil mi?"

"Bulundurmalı, tabii, son derece gerekli bu ."

"Eğitimimizin, yetiştirme yöntemimizin temelleri işte bunlardır. Ama yetiştirdiğimiz gençlerin danslarından, avlarından, sürek avlarından, spor yarışmalarından, at yarışlarından söz etmek gerekir mi? Aşağı yukarı belli ki bu etkinlikler de koyduğumuz ilkelere uymalı. Bunun nasıl olacağını bulmak da artık zor değildir. (110)

"Belki zor değil" dedi.

"Peki," dedim, "bundan sonra inceleyecek daha ne kalıyor? Herhalde bunlar arasında kimlerin yöneteceğini, kimlerin yönetileceğini saptamak, değil mi?"

"Kuşkusuz evet."

"Yaşlıların yönetmesi, gençlerin de yönetilmesi gerek besbelli."

"Tabii."

"Yaşlılar arasında da en iyilerinin."

"Öyle."

"Çiftçiler arasında en iyiler, çiftçilikte en üstün olanlar değil midir?"

'Evet."

"Peki, madem ki yöneticilerimiz bekçilerin en iyileri olmalıdır. Bunlar aynı zamanda kentin bekçileri olarak da en üstün olanlardır, değil mi?"

"Evet."

"Bu iş için akıllı, yetenekli , üstelik de kentle ilgili olmaları gerek, değil mi?"

"Öyle gerekir."

"Ama insan en çok sevdiği şeylerle ilgilenir."

"Şüphesiz."

"Peki ama insan en çok kimi sever? Biriyle kendi arasında çıkar birliği var diye düşünüyorsa, onun gönencini kendi gönenci, yoksunluğunu kendi yoksunluğu sayıyorsa, en çok onu sever (111)."

"Bekçiler arasından, yaşamları boyunca devletin çıkarına olacağını bildikleri işlere sarılan, zararına olacakları asla yapmak istemeyecekleri sınanarak kesinleşenleri seçmeliyiz."

"İşte en uygun adamlar bunlardır" dedi.

"Öyleyse onları her yaşlarında denemeli, bu kuralı ruhlarında tutabiliyorlar mı, bir büyü ya da bir zor onlara, devlete en yararlı olanı yapmak gerektiği düşüncesini unutturup bıraktırıyor mu diye bakmalı bence."

"Bırakmadan ne anlıyorsun?"

"Sana söyliyeyim," dedim. "Görüyorum ki, bir düşünce ya isteyerek ya istemeyerek zihnimizden çıkar; yanlış düşünceden, yanlış olduğu bize gösterilince isteyerek vazgeçeriz, bütün doğru düşüncelerden de istemeyerek."

"İsteğimizle olanı anlıyorum," dedi, "istemeyerek olanı çıkaramıyorum."

"Ne," dedim, "benim gibi sen de insanların iyi şeylerden istemeyerek, kötü şeylerden isteyerek ayrıldıklarını düşünmüyor musun? Gerçek üzerinde yanılmak kötü bir şey, gerçeği tanımak iyi bir şey değil midir? Gerçeğe uygun düşünmek sence gerçeği tanımak değil mi?"

"Evet , hakkın var," dedi, "bence de insanlar doğru düşünceden istemeyerek yoksun kılınırlar (112)."

"İnsanlar ya aldatıldıklarında, ya gözleri kamaştığı zaman ya da zorlandıkları zaman buna uğrarlar, değil mi? (113)."

"Gene anlamıyorum" dedi.

"Anlaşılan tragedya şairleri gibi konuşuyorum," (114) dedim. "Düşüncesini değiştiren ve unutan adama aldatılmış diyorum, çünkü birinde zaman, ötekinde akıl yürütmesi, onu hiç farkına varmadan düşüncesinden döndürür. Anlıyor musun şimdi?"

"Evet."

"Bir ağrı ya da bir acı onlara düşünce değiştirtirse, bir zorun etkisi altında kalmışlardır diyorum."

"Bunu da anladım," dedi, "doğru söylüyorsun."

"Gözleri kamaşmış olanlara gelince, kanımca, bir zevkin sihri ya da bir korkunun etkisi altında düşünce değiştirenlere sen de öyle dersin."

"Gerçekten," dedi, "aldatan her şey insanın gözlerini kamaştırır."

"O halde demin de dediğim gibi ruhlarındaki kuralların, yani daima devlete en yararlı olanı yapmak gerektiği kuralının en iyi bekçileri hangileridir diye araştırmalı (115).

Demek ki onları daha çocukken denemeli, bu kuralı unutturmaya, gençleri aldatmaya en elverişli sorunlarla karşı karşıya bırakmalı ve aralarından unutmayanı, aldatılamayanı seçmeli, unutanı, aldananı da seçmemeli, değil mi?"

"Evet."

"Onları zorluklarla, acılarla, savaşımlarla karşı karşıya bırakmalı ve bu koşullarda da gene aynı denemeleri yapmalı."

"Doğru" dedi.

"Üçüncü türden, yani onları birbiriyle karşılaştırarak gözlerini kamaştırıcı şeyler karşısında bırakma denemesi de yapmalı ve korkak olup olmadıklarını denemek için, onları da daha gençken korkunç şeylerle karşılaştırmalı, sonra da zevke daldırmalı, böylelikle altının ateşle sınanmasında gösterilen dikkatten daha büyük bir dikkatle, her türlü baştan çıkarıcılığa dayanabiliyor mu, uygun davranıyor mu, kendi kendine ve gördüğü müzik eğitimine bağlı kalıyor, kente bekçilik ediyor mu, bütün bu denemelerde ritim ve uyum kurallarına bağlılığını koruyor mu, kısacası hem kendilerine, hem devlete en yararlı olabilecekler mi, diye bakmalı. Çocukken, delikanlıyken, olgun adamken denenmiş ve bu sınavları sarsılmadan başarmış olanı devletin önderliğine, koruyuculuğuna getirmeliyiz. Onu yaşarken de onurlandırmalı, ölümünden sonra da onun için gömütler, anıtlar diktirerek en büyük armağanları sunmalıyız. Ama sınavı başaramayanları atmalıyız. İşte, Glaukon," dedim, "ayrıntıya girişmeden ilke olarak önderlerin ve devletin koruyucularının seçimi ve saptanması böyle olacaktır."

"Bence de böyle olmalıdır" dedi.

"Peki, devleti dışarda düşmanlara karşı, içerde dostlara karşı tam anlamıyla korumasını bilen, böylece dostlarda kötülük etmek isteğini uyandırmayan, düşmanlara kötülük etmek olanağını vermeyen kimselere, örneğin demin koruyucu adını verdiğimiz gençlere, önderlerin koyduğu kuralların korunmasında yardımcı demek gerçekten doğru değil midir? (116)"


"Bence doğrudur" dedi.

"Demin sözünü ettiğimiz gerekli yalanlar (117) arasında bir güzel yalan bulup, bu yalana bizzat önderleri ya da salt öteki yurttaşları inandırmak için bir çare var mıdır acaba?"

"Nasıl bir yalan olacak bu?" dedi.

"Hiç yeni bir şey değil," dedim, "bir Fenike masalı (118). Şairlerin dediğine göre aslında çok yerde olmuş, ama bizde olmamış ve belki de hiç olmayacak; zaten insanları buna inandırmak için de büyük bir hüner gerek ."

"Anlaşılan bunu açıkça söylemekten çekiniyorsun," dedi.

"Söyledikten sonra, çekinmekte haklı olduğumu göreceksin" dedim.

"Korkmadan söyle" dedi.

"İşte söylüyorum; söylemeye nasıl cüret edeceğimi, hangi sözlerle anlatacağımı bilmediğim halde söylemeye başlıyorum: En önce önderleri ve askerleri, sonra da geri kalan yurttaşları; bizim onlara okuttuklarımızın, öğrettiklerimizin etkisi altında olduklarına, aslında içinde yaşadıkları her şeyin bir düş olduğuna, gerçekte bir zamanlar, daha çocukken silahlarıyla ve bütün kişisel eşyalarıyla birlikte kendilerinin de yerin altında biçimlendirildiklerini, sonra baştan aşağı işlendikten sonra, toprak ananın onları yeryüzüne çıkardığına, şimdi de içinde yaşadıkları ülkeyi anaları ve sütnineleri saymaları ve ona saldıran olursa, onu savunmaları, yurttaşlarına da aynı anadan, yani topraktan doğma kardeşler gibi bakmaları gerektiğine inandırmaya girişeceğim."

"Bu yalanı söylemeye öteden beri çekinmen boşuna değilmiş," dedi.

"Pek tabii," dedim. "Ama ne olursa olsun masalın sonunu da dinle. Anlatmayı sürdüreceğiz ve kentteki bütün insanlar kardeştir, diyeceğiz, Ama tanrı sizi yaratırken önder olmak için yarattıklarına, doğdukları zaman altın katmıştır; bu yüzden en değerlileridir; yardımcılara gümüş, çiftçilere ve öbür zanaatkarlara da demir ve tunç karıştırmıştır. Hepiniz aynı soydan olduğunuz için, çoğu zaman kendinize benzer çocuklar yapacaksınız. Ama ola ki altından gümüş, gümüşten altın doğar, öbür madenler arasında da böyle değişmeler olabilir. Bu yüzden tanrı, önderlere her şeyden önce ve büyük bir ısrarla, doğan çocuklara iyice bekçilik etmelerini, ruhlarına bu madenlerden hangisinin katılmış olduğunu büyük bir dikkatle araştırmalarını buyurur; kendi çocukları tunçla veya demirle karışmış olarak doğarlarsa, onlara asla acımayıp bedenlerine uyan görevler seçerek, onları ya zanaatkarlar ya çiftçiler arasına atmalarını, yok işçi ya da çiftçi çocuklarından altın veya gümüşle karışmış olarak doğan olursa, onlara değer vermelerini ve kimini bekçiliğe, kimini de yardımcılığa çıkarmalarını söyler. Çünkü demirden ya da tunçtan yapılmış olmasına karşın biri devlete koruyuculuk ettiği gün, kentin yok olacağını haber veren bir tanrı sözü varmış. Şimdi, yurttaşları bu masala inandırmak için bir çare biliyor musun?"

"Bunların kendilerini nasıl inandıracağız, hiç bilmiyorum" dedi. "Ama oğulları, gelecek kuşaklar ve daha sonraki insanlar için bir çare bulunabilir."

"Ama bu bile onların devletle ve birbirleriyle daha yakından ilgilenmelerine yarar," dedim. "Çünkü ne düşündüğünü aşağı yukarı anladım.

Fakat bırakalım masalımızı, talih nereye götürürse, oraya gitsin (120). Biz, topraktan doğmuş bu gençleri silahlandırarak, önderlerinin yönetimi altında ileri sürelim. Gelip kentte ordugah kurmak için en güzel yeri seçsinler, oradan içerdekileri, yurttaşlardan yasalara uymayanları kolayca önleyebilsinler, dışardakiler yani düşman, sürüye dalan bir kurt gibi saldıracak olursa, karşı koyabilsinler. Orada konakladıktan, gereken tanrılara kurban kestikten sonra, yatacak yerlerini hazırlasınlar, öyle değil mi?"

"Öyle olmalı, dedi."

"Konakladıkları bu yerlerin, onları kışın soğuktan, yazın sıcaktan koruması da gerekir, değil mi?"

"Tabii öyle" dedi, "konutlardan söz ediyorsun herhalde."

"Evet," dedim, "ama bunlar askerlere uygun olacak, tüccarlara değil."

"Aralarında ne fark var, sence?"

"Sana söylemeye çalışacağım," dedim. "Çobanlar için en feci, en çirkin şey sürüleri beklemekte kendilerine yardımcı olarak yetiştirdikleri köpeklerin küstahlık, açlık veya başka bir kötü huy yüzünden kuzulara kötülük etmeye kalkışmaları ve köpekten çok kurda benzemeleridir."

"Feci bir şey olurdu." dedi.

"Yardımcılarımızın yurttaşlara böyle bir şey yapmalarını, onlardan üstündürler diye iyi niyetli dostlara değil de, zalim hükümdarlara benzemelerini önlemek için her çareye başvurmalı değil mi?"

"Başvurmalı" dedi.

"Gerçekten iyi eğitim görmüşlerse, bu duruma düşmemek için en etkili silahı edinmiş olurlar, değil mi?"

"Eğitim gördüler ya" dedi.

Ben de dedim ki: "Bunu ileri sürmek doğru değil, (121) sevgili Glaukon. Ancak, kendi kendilerine ve koruyuculuklarını üstlendikleri kişilere iyi davranmaya en büyük değeri biçmeleri gerekiyorsa, onlara az önce dediğin gibi, hangisi olursa olsun doğru bir eğitim verilmesi gerekir demek yanlış olmaz."

"Hakkın var" dedi.

"Aklı başında bir adam der ki, bu eğitimin yanı sıra , onların bir de konutları ve olabildiğince iyi bekçilik etmelerine engel olmayacak, onları öbür yurttaşlara kötü davranmaya yöneltmeyecek başka varlıkları da olmalı."

"Doğru söylemiş olur" dedi.

"Bak bakalım," dedim, "böyle olmaları için, onlara şu yaşama ve oturma yöntemini benimsetmemeli mi: Önce zorunlu gereksinimlerinden başka, hiç kimsenin tek başına sahiplendiği bir şeyi olmayacak; kimsenin, herkese açık olmayan evi veya kileri olmayacak; yiyecekleri de aklı başında ve gözüpek savaşçılara yaraşan besinler olacak; miktarı saptandıktan sonra, bekçilik ücreti olarak öbür yurttaşların bir yıllık gelirlerinden ne fazla, ne eksik alacaklar; ortak yemeklere gidip gelerek, savaş sırasındaki askerler gibi hep birlikte yaşayacaklar. Gümüş ve altına gelince, onlara diyeceğiz ki, ruhlarında tanrıların koyduğu tanrısal gümüş, tanrısal altın her zaman vardır, insanlarınkine gereksinimleri olamaz; kendi altın varlıklarını insanların altınıyla karıştırarak kirletmek haramdır, çünkü herkesin kullandığı para yüzünden cinayetler işlenmiştir, halbuki ruhlarındaki altın tertemizdir; kenttekiler arasında yalnızca onlara altınla gümüşe dokunmak, onları kullanmak, onlarla aynı çatı altında oturmak, süslenmek ve altın veya gümüş bardaktan içmek yasaktır; böylece kendileri korunacak ve kenti koruyacaklar. Ama toprağa, evlere, paraya sahip olurlarsa, bekçiyken ev sahibi ve çiftçiye, öbür yurttaşların dostlarıyken düşmanlarına ve zalim efendilere dönüşürler ; bütün yaşamlarını nefret ederek ve nefret edilerek, tuzak kurmak ve tuzağa düşmek, dışardaki düşmanlardan çok içerdeki düşmanlarından korkarak geçirecekler ve kendileri de, devlet de yok olmaya doğru gidecektir. İşte bütün bu nedenlerden," dedim, "koruyuculara, konutları ve sahip oldukları öbür şeyler hakkında bu ilkeleri koymaları gerektiğini söyleyelim; bunları bir yasayla da saptayalım mı? (122)"

Glaukon da, "Kesinlikle yasalaştırmalıyız" dedi.


YUNAN SES SİSTEMİ (*)

Systema teleion (ametabolon):

a' g' f' e' d' c' h a g f e d c H II A.
1. e' d' c' h II a g f e dorios
2. a g f e d c H II A hypodorios (aiolios)
3. h' II a' g' f' e' d' c'h hyperdorios (miksolydios)
4. d' c' h a II g f e d phrygios
5. g f e d c H A II G hypophrygios (ionios)
6. a' II g' f' e' d' c' h a hyperphrygios (lokrios) = hypodorios
7. c' h a g II f e d c lydios
8. f e d c H A G II F hypolydios
9. g' II f' e' d' c' h a g hyperlydios (syntonolydios) = hypophrygios.

Yunan ses sistemi dört tetrakorttan (kvart) oluşuyordu. Bunların iki üst ile iki alt tetrakordu aralarında ortak bir sesle (synaphe) bağlıydı, oysa iki orta tetrakort bir tam sesle (diazeuksis) birbirinden ayrılmıştı. İki oktavın tamamlanması için en alta A sesi (proslambanomenos) eklenirdi. Asıl tetrakort iki tam, bir yarım sesten oluşan ve yukardan aşağı inen dor tetrakorduydu. Birbirine bağlı olmaksızın yanyana getirilen bu tetrakortlardan ikisi dorios makamını oluşturur.(1) Üst tetrakordun alt oktava getirilmesiyle hypodorios makamı (2), alt tetrakordun üst oktava getirilmesiyle hyperdorios makamı (3) ortaya çıkar.

Phrygios makamı d' -d-ye (4) kadar uzanır; hypophrygios (5) ile hyperphrygios (6) makamları da hypodorios ve hyperdorios makamları gibi oluşur. Aynı biçimde Iydios makamından (7) da hypolydios (8) ile hyperlydios (9) makamları yapılabilir.

Platon'un reddettiği hüzünlü makamlar şunlardır: Miksolydios (3) ile hyperlydios (9) ve bunlara yakın olan 2, 6 ve 8 numaralı makamlar. Ionios (5) ile Iydios (7) makamları gevşek oldukları için reddediliyorlar. Yalnızca dorios (1) ve phrygios (4) makamları kabul ediliyor.

Bu iki makam birden yalnız 9 ses (e' - d-ye) üzerine uzandığına göre, bu makamlarla bestelenmiş şarkılara eşlik etmek için 9 telli Lyra (Lir) ya da Kithara (Gitar / mandolin) yeterliydi. Bu nedenle Platon "arp"lara benzer çok telli sazları safdışı bırakabiliyor. Platon aynı biçimde aulos'u da reddeder. Aulos değişik büyüklükte ve değişik akortlarla yapıldığı için Platon'un reddettiği makamları da vermeye elverişliydi. Çobanlar içinse birkaç düdüğün bir araya getirilmesinden oluşan syrinks (çoban flavtası) yeter sayılıyor.


DİPNOTLAR

1) Bu sözlerle Sokrates, II. kitapta konuşulan sorunları özetler. Konu gene şiir çevresinde dönüyor.Görülüyor ki II. ile III. kitaplar arasında önemli bir konu değişikliği yoktur.
2) Homeros, Odysseia 489-491. Bu sözleri Akhilleus, yeraltında Odysseus'a söyler. Platon burada, gerçekten de eleştirilecek bir noktaya değinir. Şüphesiz bu sözler İlyada'daki yiğit Akhilleus'un ağzına hiç uymamaktadır. Bunlar ancak, İlyada dünyasının yiğitlik ülküsüne çok yabancı olan bir şairin düşündüğü sözler olabilir.
3) Homeros, İlyada XX 64-65. Bu sözleri İlyada'nın XX. kitabında anlatılan tanrılar savaşında, yeraltı dünyasının hakanı Aidoneus söyler.
4) Homeros, İlyada XXIII 103-104. Akhilleus bu sözleri, Patroklos'un ruhu ona görünüp, Hades'in kapılarından geçebilmesi için sonunda gömülmesini istedikten sonra söyler.
5) Homeros, Odysseia X 495. Kirke Odysseus'a yeraltına inişi için öğüt verirken bu sözleri söyler. Bilici Teiresias kastedilmektedir.
6) Homeros, İlyada XVI 856-857. Hektor tarafından öldürülen Patroklos kastedilmektedir.
7) Homeros, İlyada XXIII 100-101. Akhilleus'a düşünde görünen Patroklos'un ruhu kastedilmektedir. (Bak not 4).
8) Homeros, Odysseia XXIV 6-9. Burada, Hermes'in, Odysseus ve adamları tarafından öldürülenleri yeraltı dünyasına götürmesi anlatılır.
9) Kokytos ile Styks yeraltı ırmaklarıdır.
10) Fena adamları korkutmak için.
(11) Homeros, İlyada XXIV 10-12. XVIII 23-24 dizeleri eklenmiştir. Her iki parçada da Patroklos'un ölümüne ağlayan Akhilleus'un yası anlatılır.
(12) Homeros, İlyada XXII 414-415. Akhilleus tarafından öldürülen Hektor'a ağlayan Priamos'un yası anlatılır.
(13) Homeros, İlyada XVIII 54. Thetis denizin dibinde, Patroklos öldüğü için Akhilleus'un ağladığını duyunca bu sözleri söyler. Ölümü artık yakın olan Akhilleus'a ağlar.
14) Homeros, İlyada XXII 168-169. Zeus, Akhilleus'un Troia surları çevresinde kovaladığı Hektor'a acır.
15) Homeros, İlyada XVI 433-434. Zeus, Sarpedon'u yazgının belirlediği sondan kurtarmayı düşünür, ama Hera'nın öğütlerini dinleyerek vazgeçer.
16) Homeros, İlyada I, 599-600. Bu dizeler İlyada'nın birinci kitabının sonundan alınmıştır. Burada tanrıların mutluluğuyla,insanların, kitabın başlangıcında gösterilen acıları ve hırsları arasındaki çelişki büyük bir ustalıkla canlandırılmıştır.
17) Platon burada II. kitabın sonunda yer alan yalan konusundaki konuşmalara işaret etmektedir.
18) Önderlerin, yalanı bir ilaç gibi kullanmaları hakkında V. kitap'a bak.
19) Devlet yöneticiliğiyle beden eğitimi ve hekimlik arasındaki benzerlik Gorgias'da da söz konusudur.
20) Homeros, Odysseia XVII 383 - 384.
21) Platon burada "sophrosyne" kavramı üzerine halk görüşlerini aktarır. Hellenlerin dünya görüşlerinde çok büyük bir yer tutan bu kavram, IV. kitap'da felsefe yoluyla açıklanmaktadır.
22) Homeros, İlyada IV 412. Karşı çıkmadan baş eğmeye bir örnek: Diomedes bu sözlerle Sthenelos'un, Agamemnon'un eleştiren, kışkırtıcı sözlerine karşılık vermesini yasaklar.
23) Gene İlyada'dan alınma (III 8 ve IV 43) ses çıkarmadan baş eğme üzerine örnekler.
24) Homeros, İlyada I 225. Bu sözlerle Akhilleus Agamemnon'a çıkışmaktadır.
25) Homeros, Odysseia IX 8-10. Odysseus'un, Phaiakların kralı Alkinoos'a söylediği sözler. Alkinoos Odysseus'tan adını ve acıklı maceralarını anlatmasını ister. Odysseus da öyküsüne başlamadan bu sözleri söyler. Bu dizeleri olayın nasıl geliştiğini düşünerek anlamak gerekir. Odysseus, ozan Demodokos'un anlattığı öyküyü dinlerken ağlayarak şölenin keyfini kaçırdığı için özür diler. Bu sözlerinden, anlatacağı öykünün o neşeli havaya ters düşeceği anlaşılır.
26) Homeros, Odysseia XII 342. Eurylokhos, bu sözlerle arkadaşlarını, Odysseus yokken açlıklarını dindirmek için Helios'un kutsal sığırlarını yakalamaya ve kesmeye kandırır.
27) Homeros, İlyada XIV 294 v. d. Akhalar büyük bir tehlike içindedirler: Troialılar Akhaların donanma ordugahına girmeyi başarmışlardır. Poseidon Akhaların yardımına koşar, bizzat savaşa katılmaya hazırdır. Fakat Troialıları destekleyen Zeus'un bunun farkına varmaması gerekmektedir. Bu nedenle, Hera Zeus'un dikkatini Troia savaşından çekmek işini üzerine alır. Aphrodite'nin aşk duyguları uyandıran sihirli kuşağını beline takarak İda dağında Zeus'u bulmaya gider. Bu parça İlyada'nın harikulade güzel sahnelerinden biridir. İlyada'nın şairi, çok eski bir dini motif olan gök tanrısı çiftinin evlenmesine destanında burada yer ayırmıştır,
28) Homeros, Odysseia VIII 266 v. d. Ozan Demodokos'un Phaiakların kralı Alkinoos'un sarayında söylediği şarkı. Bu öykü yukarıda aktardığımız İlyada parçasına karşıt olarak tanrılar hakkındaki eski inançları hafif bir mizah gibi kullanan görece yeni bir şiir parçasıdır. Bu şarkı, Odysseia'da olayın akışını bozan sonradan eklenmiş bir parça olmalıdır.
29) Homeros, Odysseia XX 17-18. Odysseus, kendi evinin avlusunda kötü bir yatakta yatıp da kendi hizmetçilerinin rezilce davranışlarını seyretmek zorundayken, bu sözlerle kendini yatıştırmaya çalışır.
30) Bizans döneminden kalma Sada adlı sözlüğe göre, birçok kimse bu dizeyi Hesiodos'un sayar. Fakat Hesiodos'un elimize kadar gelen yapıtında yoktur.
31) Homeros, İlyada IX 515 v. d.
32) Homeros, İlyada XIX 278 v. d.
33) Homeros, İlyada XXIV 139. Platon'un eleştirisi haksızdır. Akhilleus Hektor'un ölüsünü Priamos'a teslim ederken para hırsına kapılmış değildir, Zeus'un buyruğuna uymaktadır. Kurtulmalık olarak bir armağan almak da adetti. Üstelik Patroklos'a, Hektor'un ölüsünü köpeklere atmaya söz verdiği halde bu sözü yerine getiremediğinden, Patroklos'un ruhunu yatıştırmak için de almak zorundadır.
34) Homeros, İlyada XXII 15 ile 20. Apollon Akhilleus'u aldatmıştır: Troialıların kente dönebilmesi için Tanrı Agenor'un kılığına girmiş ve Akhilleus'u kendisini izlemeye kışkırtmıştır.
35) Troia ovasında akan Skamandros ırmağı. Homeros, İlyada XXI 130-132, 233 v. d.
36) Homeros, İlyada XXIII 151. Sperkheios Akhilleus'un yurdunda akan en büyük ırmaktır. Peleus Sperkhelos'a Akhilleus Troia savaşından geri dönerse, Akhilleus'un saçlarını adamaya söz vermişti. Fakat Akhilleus öleceğini artık biliyordu. Bu yüzden Peleus'un adağı boşa çıkmıştır ve saçını ölen arkadaşına armağan olarak adayabilir. Platon'un burada neyi eleştirdiği pek anlaşılmıyor. Homeros'u ezberinden alıntıladığı için, bazen yanılıyor.
37) Homeros, İlyada XXIV 14 v. d.
38) Homeros, İlyada XXIII 175.
39) Akhilleus Peleus'un oğludur. Peleus'un babası Aiakos ise Zeus'un oğullarındandır.
40) Peirithoos Theseus'a Helena'yı kaçırmak için, buna karşılık olarak da Theseus dostuna Persephone'yi yeraltından kaçırma girişiminde yardım etmiştir.
41) II. kitap.
42) Yukarıda adı geçen Aiskhylos'un Niobe adlı kaybolmuş tragedyasından. Tantalos ile ailesi kastediliyor.
43) Platon burada Thrasymakhos'un I. kitap'ta kullandığı deyime işaret etmektedir.
44) Doğruluğun özü ve yararlı olup olmadığı sorunu, IV. kitapta işlenir. Fakat IV. kitapta şiir konusuna dokunulmaz. Platon zaten burada ele alacağını söylediği soruna Devlet'te bir daha dönmez, X. kitabın başında, yeni devlette şiir konusunu, idealar kuramı orada incelendiği ve şiire de uygulanabileceği için daha yüksek bir düzeyde ele aldığı halde, gene dönmez. Platon burada verdiği sözü yerine getirmeyi unuttu mu? Bunu kabul etmek zordur. Aksine, Platon Devlet'in sonunda anlattığı Mavera efsanesinde "insanlardan nasıl söz etmek gerektiğine'' dair kendisi bir örnek vermiştir.
45) Sokrates'in burada değişik şiir türleri arasındaki farkları -lirik şiirde yalın anlatma, dramada yalın öykünme, destanda anlatma ve öykünme karışık¸- belirtmek istediği anlaşılır.
46) Homeros, İlyada I 12 v. d.
47) Bu parçanın özünü oluşturan öykünme (mimesis) kavramı ilkçağ sanat anlayışında çok büyük bir yer tutmaktadır: Güzel sanatlarla ilgili olsun, şiir olsun her yapıt, ilkçağın anlayışına göre, bir mimesis, yani doğaya bir öykünmedir. Fakat yapıtın konusunu göz önünde tutan ve estetiğe dayanan bu mimesisi yukardaki sözlerde aramak yanlış olur. Platon mimesisten, örneğin ilkçağ okullarında söz konusu edilen şiirin kuruluş biçimini kastetmektedir. Khryses'in sözlerini okuyacak öğrenciye, yalnızca sözlerin içeriğini canlandırmak görevi düşmezdi, sözlerin duygu içeriğini, ethos ve pathosunu bütün benliğiyle canlandırmak zorundaydı; fakat bu işi başarabilmek için kendini unutması, Khryses'in ruhuna, kişiliğine girmesi gerekliydi. Platon da mimesis derken estetik değil, ahlaki ve pedagojik bir kavram anlar. X. kitabın başında, şiir hakkındaki sözün yeniden ele alınmasında bu kavram varlıkbilimsel bir anlam kazanır.
48) s. 22.
49) Dithyrambos, koronun aulos katılımıyla söylediği bir şarkıdır. Konusu mythostan alınmadır. Dithyrambos tanrıların şerefine, Atina'da da Dionysos'un şerefine söylenirdi. Önceleri yalnızca bir anlatmadan ibaretti, sonra tragedyanın etkisiyle dithyrambosa dramatik öğeler de katılmıştır.
50) s. 22.
51) Bak: II. Kitap.
52) Platon burada genel Hellen görüşünü temsil eder. Sokrates'in Symposion'un sonunda tragedya şairi Agathon'la komedya şairi Aristophanes'i, bir şairin hem tragedya, hem de komedya yazabilmesi gerektiğine kandırmaya çalışmasıyla yukardaki sözler arasında yalnızca görünüşte bir çelişki var: Symposion'da amacı, bu iki şiir türünü incelemek değil; Sokrates'i, trajik ile komik unsurları daha yüksek bir bütün halinde ruhunda birleştiren Sokrates'i canlandırmaktır. Aynı biçimde Platon kendisi de, diyaloglarında Sokrates'in yaşamının mimesisini yapmakla, tragedya ile komedyayı daha yüksek bir düzeyde birleştiren bu iki türü içine alan bir tür yaratmış olmak savındadır.
53) Plutarkhos'un Solon'da anlattığı öykü, Attika anlayışının ciddiliğine örnek olan bu görüşün yalnızca Platon'a has olmadığını kanıtlar: Thespis oyunlarından birini temsil ettikten sonra, Solon ona dönerek, herkesin önünde yalancı oyunlar oynamaktan utanmıyor mu diye sormuş. Thespis de, şaka olsun diye böyle şeyler söylemekte, temsil etmekte bir kötülük olmadığı yanıtını verince, Solon öfkeyle sopasını yere vurarak demiş ki: "Bu şakayı översek, ona değer verirsek, onu yakında ekonomik yaşamımızda da göreceğiz.''
54) Platon,ihtimal, önceden de bir kaç kez dizelerini alıntıladığı Aiskylos'un Niobe adlı tragedyasını düşünmektedir.
55) Kuşkusuz Platon burada Euripides'in kadın kişiliklerini düşünüyor. Euripides'in kaybolan Aiolos adlı dramında kardeşi Makareus'tan gebe kalan Kanake sahnede doğum sancıları çekmektedir; bu durumda söylediği arya herhalde ünlenmiş olsa gerek ki İmparator Neron onu temsil etmekten pek hoşlanırmış.
56) Köleler özellikle de komedyada önemli rol oynarlar. Fakat Euripides hukukun, toplumun baskısına, haksızlığına uğramış insan tiplerinden hepsine tragedyada yer vermiştir.
57) Tragedyada sarhoşluğa örnek olarak yalnızca Euripides'in Alkestis dramındaki Herakles vardır. Fakat şunu da unutmamalı ki Alkestis tragedya değil de bir satyr oyununun yerini tutmaktadır.
58) Tragedyada insanların çıldırdığı bazan görülür. Fakat Aiskhylos ile Sophokles çıldıranları sahneye çıkarmaz, ancak çıldırdıklarını başkalarına anlattırırlar (Orestes, Aias). Tek istisna Aiskhylos'un Prometheas'unda Io'dur. Yalnızca Euripides, Herakles ile Bakkhalar adlı tragedyalarında çıldırmış kişileri sahneye çıkarır (Herakles'te Herakles'in kendisi, Bakkhalar'da Pentheus ile Agaue).
59) İlkçağ boyunca el işçiliğinin özgür adama yakışmadığı düşüncesi vardı. Platon da VI. kitapta el işlerinin insanda düşünce edimini körleştirdiğine işaret eder. Düzenli, günlük bir işe bağlı olan adam felsefe için uygun değildir. Çünkü felsefeyle uğraşabilmesi için insanın boş vakti olmalıdır.
60) Daha eski zamanlarda, örneğin Aiskhylos'un döneminde, müzik şairin sözlerine uyduğu, sözlerin yanında ikincil bir öğe olarak kaldığı halde, Euripides'in dramlarında ve çağdaşı olan dithyrambosta bağımsız gelişmiş, bu kez de sözler ona uymuştur. İlkçağ müziği hemen hemen büsbütün kaybolduğundan, bu gelişmeyi izlemek bizim için zordur. Fakat Euripides'in korolarında sözlerin müziğe uydurulduğunu hala sezebiliriz. Bu esaslı yenilikle birlikte müzikte virtuozluk da önem kazanmış, Platon'un burada sözünü ettiği doğa seslerine müzikle öykünmeye girişilmiş, aynı zamanda da sazlarla müzik Platon'un abartılı bulduğu bir biçimde ön plana geçmiştir. Platon müziğin sözden ayrılmasını eleştirir, hele insan sesinden uzaklaşarak doğa seslerine öykünmeye girişilmesini ahlak düşüklüğünün bir kanıtı sayar. Yasalar adlı yapıtında da bu konuyu birçok kez ele alır (mes. II. kitap 669 c'de).
61) Davranışlarda ve konuşmada sakinliği ve ağırbaşlılığı Aristo da (Eth. Nic. IV 8, 1125 a 12 v.d.) yüksek ruhluluğa (megalopsykhia) işaret olarak kabul eder.
62) Başa merhem sürme, yün şeritlerden çelenk takma, tapınmada görülen davranışlardır. Platon bununla şairin tanrı etkisi altında bulunan tanrısal bir varlık olduğunu göstermek ister. Platon'u, devletinden çıkardığı şiirden ve müzikten zevk duymayan bir insan sanmamalıyız. Şairi reddetmek zorunda kalıyorsa da, onu, tanrı gibi tapınılmaya değer, yüksek bir varlık sayar. Diogenes Laertios'un anlattığına bakılırsa, Herakleitos şairlere karşı çok daha sert davranmış, demiş ki: Homeros yarışmalardan atılmaya, bastonla dövülmeye layıktır, Arkhilokhos da.
63) Şiir hakkındaki konuşmada Sokrates'i Adeimantos yanıtladığı halde, söz müziğe gelince, müzik bilgisi olduğundan Glaukon söze karışır.
64) Belli ki Platon sözden ayrılmış bir müziği tanımıyor bile.
65) Yunan ses sistemi için kitabın sonunda bulunan eke bak.
66) Yunanlıların aulos dedikleri saz, flavtaya yakın olduğundan aulos sözcüğünü flavta diye çevirdik. Aristo da (Politika VIII 6, 1341 a 17 v.d.) eğitim alanında aulosa bir yer verilmesini iki nedenden kabul etmez: Birincisi, aulos ahlaki (ethikon) değildir, dini cümbüşlere yakışır; ikincisi, aulos çalarken insan şarkı söyleyemez.
67) Lyra ile kithara ilke bakımından birdir. Yalnız lyranın telleri eğri, kitharanınkiler ise düz bir göğüs tahtası üzerine gerilmişti. Lyra evde ve gençlerin müzik eğitiminde kullanılan küçük bir sazdı; halbuki kithara daha büyük ve daha sanatlı bir biçimde yapılmış olduğundan sanatçıların konserlerde, yarışmalarda kullandıkları sazdı.
68) Aulos müziği, kamışı bol olan Phrygia'da meydana gelmiş ve aulos bestecisi Olypos'la 8'inci yüzyılda en yüksek gelişme noktasına varmıştır. Phrygia'dan Yunanistan'a gelmiş ve Dionysos ile Phrygialuı Ana Tanrı'nın kültünde sağlam bir yer edinmiştir. Aulos'un Yunanistan'da büyük bir direnişle karşılaştığı Marsyas mythosundan anlaşılır: Athene aulosu icat etmiş, fakat aulos çalarken yüzünün buruştuğunu, çirkinleştiğini görünce, onu atmış. Phrygia çobanı Marsyas aulosu bulmuş ve bu yeni sazına güvenerek kithara çalan Apollon ile bir müzik yarışmasına girişmiş. Yarışma Phrygia'da Kelainai yakınlarında olmuş. Marsyas kaybetmiş, tanrı da küstahlığının cezası olarak Marsyas'ın diri diri derisini yüzmüş. Bu efsanede Platon'da da görülen bir anlayış yansımaktadır: Pedagoji ve ahlaka önem veren akla dayanan Apolloncu eğilimlerin cümbüşlü dionysosçu eğilimlere direnci.
69) Sokrates, tanrıların adını kirletmemek için köpek üzerine yemin ediyor. Söylendiğine göre Rhadamanthys bile insanlara, yeminlerinde sıradan eşya ve hayvan adları kullanmayı öğütlemişti: Örneğin "kaz hakkı için'' gibi. (Bu deyim Yunanca'da "Zeus hakkı için'' deyimine benzer).
70) II. kitap.
71) Ritimlerin üçe ayrılması kısa heceleri bir, uzun heceleri de iki saymak ilkesine dayanır. Böylece şu ritim türleri ortaya çıkar: 1) Genos ison, 2:2 oranına dayanır. Daktylos (¯)- spondeios (??) ve anapaistos(-) bu genostandır. 2) Genos hemiolion, 3:2 veya 2:3 oranına dayanır. Paion (¯), kretikos (¯), bakkheios (¯) bu türdendir. 3) Genos diplosion, 2:1 oranına dayanır. Bu türde trokhaios ile iambos'tan başka bir de ionikos vezinleri vardır (¯ veya ¯).
72) Platon'un bu dört türden ne amaçladığı belli değildir.
73) Perikles döneminde yaşamış, Perikles'in dostu ünlü müzikçi. Damon ritim ve melodinin akışının insanın ruhsal durumuyla ilintili olduğuna inanırdı. Yani o da Platon gibi müziğin ahlak üzerindeki etkisine önem verirdi. Platon ondan büyük bir saygıyla sözeder. Az önce sona eren değişik müzik makamlarının insan ruhu üstündeki etkisine ilişkin bölüm büyük olasılıkla Damon' dan esinlenmiştir.
74) Platon bu sözleri kasten bir az karışık söyler. Platon'un yapıtlarındaki Sokrates çok kez teknik sorunları ele almaktan çekinir. (Örneğin, ileride beden eğitimini ele alan bölümünde olduğu gibi.) Platon, müzik kuramına ilgi duymakla yetinmemiş bu alanda derin bilgiye sahip olmuştu. Atinalı Drakon, Akragaslı Megyllas gibi dönemin en ünlü müzikçilerinin derslerini dinlemişti (ayrıca Platon'un, Pitagorasçılarla ilişki içinde olduğu da anlaşılıyor).
Platon'un bu bölümde Damon'dan aktardığı bilgilerden şunu anlamak gerekiyor. Enhoplios'un şeması eşit olmayan müzik öğelerinden oluşuyor (Damon ona katışık synthetos diyor). Damon, Daktylostan büyük olasılıkla 71 numaralı açıklamada değindiğimiz "genos ison" denen vezinleri anlıyor. Bu türde heroos denilen vezin, bizim "daktylos" veya "sponde os" dediğimiz± vezindir; heroos, geniş isonda en görkemli, en soylu sayılan vezindir; Platon bu nedenle salt ondan sözediyor. Daktylos ile spondeios vezinleri iki eşit ve ölçü bakımından katışık vezinlerdir. Yani "arsis'' ile "thesis''te eşit zaman ölçüleri vardır. Arsis ile thesis, ritim tutulurken elin veya ayağın kalkıp inmesine denir. Yunan metriğinde kullanılan bu deyimlere çevirimizde biz de yer verdik; çünkü Platon'un burada kullandığı "yukarı'' ve "aşağı'' terimlerinin olduğu gibi aktarılması anlamsız olacaktı.
75) Türkçe'ye tam olarak çevrilmesi olanaksız, Yunanca euskhemosyne ve askhemosyne sözcüklerini, "uygunluk'' ve "uygunsuzluk'' sözcükleri ile karşılamaya çalıştık..
76) Bu tümceyi iyi anlamak için Platon'un kullandığı euetheiu sözcüğünün Yunanca hem "iyi huyluluk'' hem de "saflık'' anlamına geldiğini bilmek gerekiyor.
77) Platon burada heykeltıraş Polykleitos'un oranlardan söz eden "Kanon'' adlı yapıtını düşünmektedir.
78) Arkaik ve klasik çağın sanatı, Platon'un burada söz ettiği eğitici etkiyi gerçekten göstermiştir. Olympia'ya gelip te zafer kazanmış Yunanlıların heykellerini gören her gençte Hellen insanlığına örnek olan bu kahramanlara benzemek arzusu her halde uyanırdı. Sanatın bu eğitici etkisini yurdunun her köşesinde örnek olacak değerde sanat yapıtlarına raslayan Atinalı herkesten çok duymuştur. Thukydides bile Perikles'e Atina'nın paideusis tes Hellados, yani "Hellas'ın eğitildiği yer'' dedirtiyor; bu deyişe sanatla eğitim de dahildir. Platon'da çok rasladığımız bir düşünce, güzelin iyiyle akraba olduğu düşüncesi burada da görülüyor. Büyük Hippias'ta güzele "iyinin babası'' deniyor.
79) Anlam zenginliği ve yalınlığı bakımından dünyanın hiçbir dilinde tam karşılığı olmayan logos sözünü "akıl yürütme'' diye çevirdik. "Logos gelince''sözleriyle Platon belli bir düşünceyi anlatır: VI. ve VII. kitaplardaki, matematik yoluyla olanın tanınmasıyla, ideaların seyredilmesiyle sonuçlanan fels•efe eğitimini kasteder. II. ve III. kitaplarda söz konusu edilen müzik eğitimi daha logos sayılamaz, ancak felsefe eğitimi için gerekli bir basamaktır.
80) II. kitapta olduğu gibi burada da Platon karışık bir düşünce yürütmeyi bir benzetmeyle açıklıyor, harflerin öğrenilmesine benzetiyor.
81) Şimdiye kadar hep yaptığımız gibi burada da Yunanca tekhne kelimesini "sanat'' diye çeviriyoruz.
82) Yalnızca ruh güzelliğiyle vücut güzelliğinin birleşmesi doyurucu olabilir. Bu görüş yalnızca Platon'a değil, bütün Hellen dünyasına hastır. Gerçi Platon bir kaç satır sonra bu iki güzellik arasında seçmek zorunda kalınırsa vücut güzelliğinden vazgeçilebileceğine karar verir. Fakat bu seçmeyi nasıl anlattığına dikkat etmeli: vücut güzelliğinden yoksun olmak herhalde bir eksikliktir, zor bağışlanabilir. Sokrates'in çirkin oluşu herhalde Platon'u düşündüren ve üzen bir sorundu; fakat Symposion'da Alkibiades'in söylediği sözlerle bu sorunu dahice çözümlemiştir.
83) Platon Yasalar'da oğlancılık üzerine görüşlerini daha açık bir biçimde belirtmiştir. Kadın-erkek arasında aşk doğa yasalarına uygundur; çünkü soyu sürdürmek amacını güder. Fakat erkeklerin veya kadınların aralarında sevişmeleri doğa yasalarına aykırıdır. İnsanı bu doğa dışı aşka sürükleyen etken şehvet düşkünlüğü olmuştur. Demek Platon oğlancılığı kati bir anlatımla reddetmiştir. Fakat öte yandan erkeklerin aralarında sevişmesi Hellen yaşamında önemli bir etken olmuştur, hatta bazı devletlerde ona izin vermekle kalınmaz, askerlik ve devlet işleri için ondan yararlanılır, ahlak ve eğitimde önemli bir etken sayılırdı; yaşça büyük olan, küçüğün eğitiminden, yetişmesinden sorumluydu. Platon bu bakımdan yani felsefeye dayanan, güzeli ve iyiyi amaçlayan bir ilişki olarak, şehveti ve duyumculuğu dışta bırakmak koşuluyla, erkekler arasında sevgiye izin verir. İçtenliklerinin bir anlatımı olarak öpüşmelerine izin verir. Eros'un felsefi önemi Symposion'da Diotima'nın sözleriyle açıklanmıştır.
84) Sonradan ayrıntılı biçimde ele alınan bir soruna yani genellikle düşünüldüğü gibi sporun bedene değil, ruha yaradığı düşüncesine burada da değinilir. Platon bu konuda Demokritos ile aynı düşüncededir. Demokritos der ki: "İnsanlara bedenden çok ruha önem vermek yakışır. Çünkü ruhun üstünlüğü bedenin zayıflıklarını etkisiz kılar, oysa us gücü olmaksızın bedenin güçlü olması ruha hiçbir bakımdan üstünlük vermez.''
85) 398 e.
86) Siracusa en iyi yemek yenen kent sayılırdı, Platon bunu 7'inci mektubunda şöyle anlatır: "İtalya ve Sicilya'ya (geldiğim zaman) bu ülkelerde "bahtlı'' denen yaşamı -İtalya ve Siracusa usullerine göre ardı arkası kesilmeyen şölenlerle dolu o yaşamı- hiç beğenmedim. Herkes karnını günde iki kez tıka basa dolduruyordu; gece kimse yalnız yatmıyor; herkes böyle bir yaşayışın açmış olduğu yolda yürüyüp gidiyordu.''
87) Korinthos kentinde Aphrodite Melainis Tapınağı vardı. Bu tanrıçanın hizmetçileri ilk çağ dünyasında hetaira olarak ün kazanmışlardı.
88) Tapındıkları tanrı, Apollon'un oğlu, hekimliğin yaratıcısı Asklepios olduğu için hekimlere Asklepiad, yani Asklepios oğulları denirdi.
89) Platon burada ya bizim metinlerimizden ayrılan bir İlyada metni kullanmış veya daha büyük bir olasılıkla İlyada'nın bu parçasını yanlış anımsıyor. Homeros'un metnine göre İlyada XI 624 ve 638'de Nestor'un hizmetçisi Hekamede bu güçlü içkiyi Eurypylos için değil, Makhaon için hazırlar. Platon'un burada yanılması mümkündü, çünkü az önce (575 v.d.) Eurypylos'un bir okla yaralandığı anlatılır.
90) Asklepios'un oğulları Makhaon ve Podaleirios kardeşler Troia'da Yunanlıların hekimleridir; her ikisinin adı İlyada XI 833'te geçer.
91) Homeros, İlyada XI 844 v.d'da hekimlikten anlayan iki kahramanın biri, Makhaon yaralı olduğu, öteki de savaştan daha geri dönmediği için, Patroklos'un, Eurypylos'un baldırından oku çıkardığı anlatılır.
92) Platon'un 1. kitapta da sözünü ettiği Selymbria'lı Herodikos 420 yıllarında, insanın sağlıksız olsa da ilaç kullanmadan yaşayabilmesini sağlayan bir tedavi yöntemi bulmuştur. Herodikos gezmeleri, güreşmeleri, hamamda terlemeyi ve vücudunu ovdurmayı özellikle öğütlerdi. Fakat bu tedaviye uymak için o kadar kendine bakmak gerekiyordu ki hasta bütün vaktini buna ayırmalı, başka her işten elini eteğini çekmeliydi. Platon başka birçok kimse gibi tedaviyi bu yüzden eleştirir..
93) Miletli Phokylides İ.Ö. 6. yüzyılın ortalarında yaşamıştır. Platon'un burada andığı dizeler gibi vezinli biçimlere bürünmüş ve halka seslenen daha birçok özdeyiş, yaşama kuralı yazmıştır. İnsanın, ahlakını, huylarını düzeltmeye koyulmadan önce geçimini sağlaması gerektiği düşüncesi filozofların daima savaştıkları bir düşüncedir. Horatius'un ünlü bir dizesinde de bu düşünce yer alır. (Mektuplar 1, 1, 53): o cives, cives, quaerenda pecunia primum, virtus post nummos, "ey yurttaşlar, önce parayı sağlamalı, erdem paradan sonra gelir'' ( bu sözleri Roma Forumundaki sarraflara söyletir). Platon bu sorun üzerinde tartışmaya girişmekten kaçındığını kendi söyler, çünkü tümcenin olumlu yanını, yani erdeme ulaşmak gerektiği düşüncesini ön planda görür. Bu parçadaki alayı sezmemek mümkün değildir; Platon felsefe düşmanlarının elinden silahlarını alıp kendilerine karşı kullanıyor. Az önce eleştirilen Homeros'un şimdi doğru dürüst hekimliğe tanık olarak gösterilmesi de alaycıdır.
94) Homeros, İlyada IV 218. Makhaon'un Menelaos'un yarasını nasıl tedavi ettiğini anlatır.
95) Yani Hekamede'nin Makhaon'a içirdiği güçlü içki, Yunanca kykeôn. Bak. not 89.
96) Phrygia kralı Midas'ın zenginliği dillere destan olmuştu.
97) Aiskhylos, Agamemnon 1022. Euripides, Alkestis 3 v, d.
98) Pythia 3, 55 v.d.
99) s. 21-22.
100) Hekimlerle yargıçlar arasında Sokrates'in ilerde göstereceği temel bir fark vardır. Fark şurada da görülür ki ideal devlette yargıçlara bekçilerin gereksinimi yoktur, oysa hekimler bir bakımdan gereklidir. - Platon yargıçlık mesleğine değer vermemekle özellikle Atina'daki mahkemelerin durumunu eleştirir. Atina'da kurayla yargıç seçilmek yurttaşların hem siyasal, hem de parasal durumlarında önemli bir etkendi.
101) Soylu adamın neden böyle göründüğünü Platon VII. kitapta idealar kuramıyla açıklar.
102) Platon şüphesiz burada Sokrates'in davasını hatırlıyor. Sokrates'i yargılayan yargıçların soylu bir adamı anlamakta ne kadar becerisiz olduklarını o zaman ortaya çıkarmıştı.
103) Platon'un kurduğu ideal devletin bir çok bakımdan Sparta devletini anımsattığı bilinir. Burada da benzerlik vardır. Sparta'da bir çocuk doğduğu zaman devlet görevlileri vücudunu, sağlığını inceler, büyütülmesine ya da atılmasına karar verirlerdi. Pausanieas'ın bir sözü Platon'un buradaki düşüncelerini anımsatır: "En iyi hekimler hastaların çürümesine olanak vermeyen, onları olabildiği kadar çabuk gömen hekimlerdir.''
104) Bu görüş Platon'un II. kitaptaki sözleriyle çelişkilidir: Yıllardan beri bulunmuş olan yetiştirmeden daha iyisini bulmak zordur, değil mi? Bu da, tabii, beden için spor, ruh için müziktir. Fakat çelişki yalnızca görünüştedir. Eğitim üzerine tüm akıl yürütmenin temelinde geleneğe uygun görüş vardır. Ama sorun felsefe yoluyla akıl yürütülürken çok kez olduğu gibi burada da halk görüşlerinin düzeltilmeye gereksinimi olduğu anlaşılır. Halk görüşlerine ve geleneğe uygun olarak oluşturulmuş olan kurum, yani müzikle spora dayanan eğitim iyidir ve duraksamaksızın kabul olunabilir; yalnızca doğru ve iyi olduğunun yeniden kanıtlanması gerekir. Bazı bilginlerin kabul ettiği gibi, Platon'un burada Sokrates'le bir tartışmaya girdiğini düşünmek hoştur.
105) İki karşıt eğilim, yani haşinlikle yumuşaklık arasında denge kurmak, Platon'a göre eğitimin ana görevidir. Bu iki niteliğin doğal bir biçimde bir canlıda nasıl bir araya gelebildiği II. kitapta köpek örneğiyle gösterilmiştir. Platon eğitimin bu amacından çok söz eder. Hatta Platon'a göre devlet adamının görevi de bu iki karşıt doğa eğilimlerinin uyumlu bir biçimde birleşmesini sağlamaktır. Bu iş için devlet adamı eğitimden, bir de bu amacı güden evlenme yasalarından yararlanabilir. Politikos'da Platon devlet adamının bu etkinliğini bir dokumacı ustasının işine benzetir: doğanın iki karşıt eğilimini, gözüpeklikle usu birleştirerek ikisini de kapsayan sağlam bir kumaş gibi birbirine dokur.
106) II. kitap.
107) Homeros, İlyada XVIII 588, Apollon, Hektor'u Menelaos'tan kaçtığı için ayıplarken Menelaos için yumuşak bir asker der.
108) Önceleri şiir ve şarkı tanrıları sayılan Musalar sonradan bütün düşünce etkinliklerinin koruyucuları olarak tanınmıştır. Bu yüzden şiirle uğraşmak kadar felsefe ve bilimle uğraşmak da Musa ile ilişkide olmak sayılır.
109) Platon'un bu sözcükle ne demek istediği kolayca anlaşılamaz. Yasalar'da sözü geçen genç kız ve erkeklerin eğitimini gözeten yüksek bir devlet orunu oluşturmak istediğini düşünenler olmuştur. Fakat kurduğumuz devletin korunması gerekiyorsa sözlerinden, devletin iyiliği için çok önemli bir rol oynayan yüksek bir orun oluşturulması gerektiği anlaşılır. Gerçekten de Politikos 308 v. d'de türlü doğa eğilimleri arasında dengeyi sağlamak görevi krallık ya da siyaset sanatına düşen bir görev olarak gösterilir. Üstelik Platon VI. kitapta da buradaki sözlerine gönderme yapar; fakat VI. kitapta görevi anayasayı gözetmek, anayasayı yasacıların (yani Sokrates ile konuştuklarının) kararlaştırdığı biçimde korumak olan bir orundan söz edilir. Bütün bunlardan çıkarılacak sonuç şudur: burada Platon asıl devlet yöneticisi olan filozofu kastetmektedir. Fakat bu ilk kitaplar ancak bir giriş niteliğinde olduğu için burada onun görevlerini, konumunu ve niteliğini incelemesine olanak yoktur. Bu sorunları ancak bütün devlet yapısını kurduktan sonra ele alabilir.
110) Platon asıl konu için ikincil önemde tektük sorunların sözünü etmeye girişmiyor. Not. 74'e de bak.
111) Bu düşünce Thukydides'in Perikles'e söylettiği düşünceye benzer.
112) Hiç kimsenin gerçek yalana yani gerçek üzerinde yanılmaya razı olmayacağı düşüncesi Platon'a özgü bir görüştür. II. kitabın sonundaki gerçekten ayrılma hakkındaki sözlere bak.
113) Bekçilere uygulanan denemeler de üçe ayrılmıştır. Bunlar besbelli ki bekçilerin yalnızca askerlik ve devlet işlerinde yararlık gösterip göstermemelerini değil, başka niteliklerini de sınayan denemelerdir. Belki Platon burada da bazı Sparta göreneklerini göz önüne getirmektedir. Yasalar'da da bu gibi denemelerin sözü geçer, örneğin insanın şarap içtiği zaman nasıl davrandığına dikkat edilmesi.
114) Yani görkemli, karanlık, zor anlaşılır bir dille.
115) Bu denemeleri kim yapacak, başaranları kim seçecek, söylenmiyor; söylenemez de; çünkü asıl devlet henüz kurulmuş değildir. Ancak yeni kuruluşunda ilke olan düşünce, yani önderlerin filozof ya da filozofların önder olması gerektiği ilkesi açığa vurulduktan sonradır ki bu sorun ele alınabilir. VI. kitaba bak.
116) Bundan sonra Platon asker sınıfından olan kimselere yardımcılar (epikuroi ve boethoi) diyor. Fakat bekçi (phylaks) deyimi önderlerle (arkhontes) yardımcıların topluluğu için kullandığı genel bir addır.
117) s. 17.
118) Platon burada Kadmos efsanesine ilişkin, ekilen ejder dişlerinden doğan insanlar motifini ele alıp kendi hedefleri için kullanmaktadır. Yunanlılar Kadmos'u Fenikeli saydıkları için, Platon bu masala Fenike masalı diyor.
119) Örneğin Atinalıların efsanevi ataları Erekhtheus da toprağın bir oğlu sayılırdı.
120) Platon, bu efsane de ötekiler gibi belki bir gün insanların inandığı bir efsane olacak demek istiyor.
121) Glaukon bekçilerin eğitimi bitti sanıyor, oysa, Sokrates müzikle idmanın gerçek eğitime, yani felsefe eğitimine, ancak bir hazırlık olduğunu, bu zor işin, anlatılması da en güç olan sorunun daha ele alınmadığını bilir. Platon bu sözlerle, VI. ve VII. kitaptaki önder-filozofların eğitimi konusuna göndermede bulunmaktadır.
122) Devletin iyiliğini sağlayan bu mal mülk ortaklığı sorunu da ancak bir giriş niteliğindedir. Ancak V. kitapta kadın ve çocuk ortaklığı söz konusu olduğunda, gerçek anlamı ortaya çıkar.
 

1      2      3      4