|
|
................... |
|
|
DEVLET ADAMI -2 |
Platon
Dr. Behice Boran ile Mehmet Karasan tarafından, B. Jowett'in
İngilizce ve A.Diès'in Fransızca çevirileri temel alınarak
çevrilmiştir. |
|
|
................... |
|
................... |
YABANCI:
Şu geçmiş zamanların birçok öyküsü arasında, Atreos ile Thyestes
arasındaki kavgada beliren şey anlatılır durur. Bunları sen de
işitmişsindir, hala da aklındadır, elbet.
GENÇ SOKRATES: Altın koyun harikasını mı söylemek istiyorsunuz?
YABANCI:
Hayır onu değil, öykünün bir başka kısmını. Hani güneşle
yıldızlar bir zamanlar batıdan doğarlar, doğudan batarlarmış.
Sonra tanrı, Arteos'un yanını tuttuğu için, onların bu hareketini
tersine çevirmiş, bugünkü durumuna getirmiş.
GENÇ SOKRATES: Evet, bunu da anlatırlar.
YABANCI:
Kronos'la ilgili bir sürü öykü vardır.
GENÇ SOKRATES: Gerçekten, pek çok vardır.
YABANCI:
Eskiden insanlar insandan değil, topraktan doğarlarmış.
Bunu da işittin mi?
GENÇ SOKRATES: Bu da eski bir öyküdür.
YABANCI:
Bütün bu söylenceler, hem de şaşılacak daha binlercesi,
hep bir kaynaktan gelir. Bu öykülerin birçoğu, bu kadar uzun zaman
geçince unutulmuştur; bazıları da ayrı ayrı parçalara dağılmıştır.
Ama bütün bunların kaynağının ne olduğunu kimse söylememiştir.
Şimdi, biz söyleyelim. Çünkü bu öykü kralın ne olduğu sorununu
aydınlatacak.
GENÇ SOKRATES: Pek güzel. Umarım, hiçbir şeyi eksik bırakmadan
öyküyü tam anlatırsın.
YABANCI:
Dinle öyleyse. Bir zaman Tanrı kendisi evrenin gidişine
yön verir, bu gidişi yönetir; sonra bir zaman da, belli çağlar geçip bittikten sonra, evreni kendi gidişine bırakır. Yaratıcı,
daha başlangıçta evrene akıl ve can vermiş olduğu için, evren
kendiliğinden geri döner, ters yönde dönmeye başlar. Geriye dönme
eğilimi, evrende doğuştan, zorunlu olarak vardır; bunun da nedeni
şudur.
GENÇ SOKRATES: Nedir?
YABANCI:
Ancak en tanrısal şeyler değişmeden, oldukları gibi
kalırlar da ondan. Cisim, bu şeylerden değildir. Gökyüzü ve evren
dediğimiz şeyler, Yaratıcıdan mutlu armağanlar almış olmakla
birlikte, gene cisim yaradılışındadırlar. Bunun için değişmenin
büsbütün dışında kalamazlar. Ama onların hareketi, olanak
derecesinde tektir, bir yerdedir, bir çeşittendir. Bundan ötürü
onlar yalnızca ters yönde dönmek zorundadırlar, bu da değişmenin
en az derecesidir. Ancak bütün hareket eden şeylerin yaratıcısı
kendiliğinden hareket edebilir. Bu yaratıcının evreni bir kez bir
yönde, bir kez de bir başka yönde hareket ettirdiğini düşünmek de
yersiz olur. Öyleyse, ne evren her zaman kendiliğinden hareket
eder demeliyiz, ne tanrı tarafından sırayla iki karşıt yönde
hareket ettiriliyor demeliyiz, ne de istekleri birbiriyle çatışan
iki tanrı evreni döndürüyor, demeliyiz. Yalnızca bir olanak
kalıyor ; o da, demin dediğim gibi, bir zaman evreni tanrısal olan
dıştan bir erk yönetir ; yaratıcı ona taze hayat ve ölmezlik
verir; sonra bir zaman da başı boş bırakılır ki sayısız çağlar
boyunca ters yönde hareket eder. Bu ikinci hareketin nedeni,
evrenin tam bir denlik halinde ve çok büyük olması, hem de en
küçük eksen üzerinde dönmesidir.
GENÇ SOKRATES: Senin bu evren anlayışın akla çok uygun geliyor.
YABANCI:
Şimdi bir düşünelim; bütün bu insanı şaşırtan şeylerin
nedeni olduğunu söylediğimiz olayın ne olduğunu bu
anlattıklarımdan çıkarmaya çalışalım. Bu olay bence şudur.
GENÇ SOKRATES: Nedir?
YABANCI:
Zaman zaman evrenin hareketinin tersine dönmesidir.
GENÇ SOKRATES: Bu nasıl bir nedenle olur?
YABANCI:
Bu yön değiştirmeyi, evrenin uğradığı değişmeler içinde
en büyüğü, hem de en tamı sayabiliriz.
GENÇ SOKRATES: Öyle görünüyor.
YABANCI:
Herhalde bu değişme o sırada dünyada olan insanların
hayatında pek büyük değişiklikler doğurur.
GENÇ SOKRATES: Bu çeşit değişmeler olabilir elbette.
YABANCI:
Biliyorsun ki çok çeşitli, hem de büyük, önemli
değişmeler birdenbire olursa, hayvanlar çok zor hayatta kalabilir.
GENÇ SOKRATES: Çok doğru.
YABANCI:
Bundan ötürü hayvanların birçoğu yok olur ; bu,
insanların yaşamını da etkiler. İnsan ırkından ancak az bir sayı
kalır, bu kalanlar da birçok yeni, önemli olaylarla karşılaşırlar;
en çok, bir olayla ki bu, şimdi bulunduğumuz devrin tersine
dönüldüğü zaman ortaya çıkar.
GENÇ SOKRATES: Nedir o?
YABANCI:
İlkin, bütün hayvanların yaşı durakladı, doğa yaşlanmaz
oldu. Sonra tersine döndü; gençleşmeye, tazeleşmeye başladı.
Yaşlıların ak saçları yeniden koyulaştı; sakallı adamların yüzleri
düzgünleşti, eski parlaklığını aldı. Tam gençlik çağında olanların
bedenleri daha da yumuşadı, küçüldü; gece gündüz durmadan tersine
doğru gelişerek hem akılca, hem bedence yeni doğmuş çocuklar
haline geldiler. Daha sonra eridiler, büsbütün kayboldular. O
sırada değişmelerin sarsıntısıyla ölenlerin bedenleri de çabucak
aynı değişiklikleri geçirdi. Gözden kayboldu gitti.
GENÇ SOKRATES: İyi ama yabancı o zamanlar hayvanlar nasıl
yaratılıyordu? Biri ötekinden nasıl doğuyordu?
YABANCI:
Şüphe yok ki, Sokrates, o zamanlar hayvanların biri
ötekinden doğarak çoğalması diye bir şey yoktu. Topraktan doğduğu
öykülerde anlatılan ırk işte o zamanlar yaşıyordu. Onlar topraktan
çıkıyorlardı. Bugün, haksız yere, değerden düşüp artık doğru
olduğuna inanılmayan bu olayı, geçen çağın sonuna zamanca en yakın
olan atalarımız haber verdiler. Bak öyküde anlatılanlar birbirini
nasıl tutuyor. Yaşlılığın gençliğe dönmesinden sonra toprakta
yatan ölülerin yeniden canlanması geliyor. Evrenin tersine
dönmesiyle birlikte ölenlerin hayatı da geri dönüyor. Dağılan
bedenleri yeniden bir araya geliyor. Mezarlarından kalkıyorlar,
hayatlarının tersi sıra yaşıyorlar, meğer ki ölülerin bazılarını
tanrı bir başka tarafa çekmiş olsun... Bu geleneğe göre onlar
zorunlu olarak topraktan çıkmıştır ve ''topraktan doğma insan''
adını taşıyorlar. İşte yukarıdaki masal bunları anlatıyor.
GENÇ SOKRATES: Bu anlattıkların daha öncekilerle birbirini
tutuyor. Ama Kronos'un zamanındaki hayat, evrenin o döneminde mi
yoksa şimdiki döneminde miydi ? Güneşle yıldızların gidişlerinde
ortaya çıkan değişiklik her ikisinde de olmuş olmalı.
YABANCI:
Sözleri iyi anlamışsın. Hayır, o dediğin çağ, insanların
kullanması için her şeyin kendiliğinden meydana geldiği çağ,
evrenin bu içinde olduğumuz dönemine değil, daha önceki dönemine
rastlar. O zamanlar bütün evrenin gidişini tanrı düzenlerdi.
Evrenin kısımları, şimdi de bazı yerlerde olduğu gibi, daha küçük
tanrıların emrine verilmişti. Çeşitli türden, çeşitli hayvan
sürülerinin çobanlığını eden yarı tanrılar vardı. Bunlar
güttükleri varlıkların her ihtiyacını karşılayabiliyorlardı.
Aralarında zorbalık, birbirinin başını yemek, savaş, kavga gibi
durumlar olmazdı. Böyle bir durumun doğurduğu iyilikleri
söyleyecek olsak, binlerce şey saymak gerekir. Geleneğin dediğine
göre, insan, kendiliğinden hayata gelirdi. Bunun da nedeni şuydu :
O zamanlar tanrı kendisi insanların çobanıydı, onları yönetirdi ;
tıpkı şimdi öbür varlıklara oranla insanın tanrısal bir varlık
olduğu, daha aşağı türden hayvanları yönettiği gibi... Tanrının
yönetimi altında başka yönetim biçimleri, kadınlara çocuklara
sahip çıkmak diye bir şey yoktu, çünkü bütün insanlar topraktan
doğuyor, geçmişi hiç hatırlamıyorlardı. Bununla birlikte toprak
onlara bol bol ürün veriyordu. İnsanlar yetiştirmeden, ağaçlarda
meyveler ve bütün öbür bitkiler kendiliklerinden yetişiyordu.
İnsanlar çoğu zaman açık havada, çıplak yaşıyorlardı; mevsimler
gayet yumuşaktı, insanların yatakları da yoktu; bol yetişen
otlardan oluşan yumuşak yığınlar üstünde yatarlardı. Kronos'un
zamanında insan hayatı işte böyleydi, Sokrates. Zeus'un
yönetiminde olduğu söylenen bugünkü hayatımızın ne olduğunu kendi
görgünle biliyorsun. Bu ikisinden hangisinin daha mutlu bir hayat
olduğunu söyler misin, söyleyebilir misin?
GENÇ SOKRATES: Olanaksız.
YABANCI:
İster misin, öyleyse, senin yerine ben bir seçim yapayım?
GENÇ SOKRATES: Hay hay.
YABANCI:
Kronos'un yetiştirmeleri, o sonsuz boş zamanlarını ve
kendilerinde olan, yalnızca insanlarla değil, hayvanlarla da
konuşmak yetisini, bütün o fırsatları, felsefeyi gözönünde tutarak
kullansalardı ; hem birbirleriyle, hem hayvanlarla konuşarak, özel
bir gücü olan her doğa parçasından bir şeyler öğrenselerdi, o
insanların bugünkü insanlardan bin kere daha mutlu oldukları
yargısına varmak zor olmazdı. Ya da, onlar sadece tıka basa yiyip
içselerdi, şimdi onların anlatmış olduğunu sandığımız masalları
birbirlerine ve hayvanlara anlatarak vakit geçirselerdi, bence
gene sorumuza yanıt vermek kolay olurdu. Ama o çağın bilgi ve
tartışma sevgisini bize iyice anlatacak birini buluncaya kadar, bu
konuyu bırakalım, daha iyi olur. Yalnızca bu mythosu neden eşip
ortaya çıkardığımızı söyleyelim ki asıl konuşma konumuzu
sürdürelim. Evrenin günü dolunca, yani değişme zamanı gelince,
bütün o topraktan doğan ırk öldükten, her bir ruh kendi doğum
zincirini tamamlayıp belirli kez toprağa ekildikten sonra, evrenin
yöneticisi dümeni bıraktı, olup bitenleri seyrettiği köşesine
çekildi. Evrene gelince, kader ve oluştan beri var olan eğilim
evrenin hareketini tersine çevirdi. En büyük erkin yönetiminde pay
alan daha küçük tanrılar da, olup bitenlerden haberleri olduğu
için, kendi yönetimlerindeki bölümleri salıverdiler. Evren
birdenbire büyük bir sarsıntıyla geri dönüp, baştanbaşa ters yönde
gitmeye zorlandığı için her çeşit hayvanı yok eden büyük bir yer
sarsıntısı oldu. Yeterli bir zaman geçtikten sonra kargaşa,
karışıklık, yer sarsıntısı sona erdi. Dinginliğe kavuşan evren
yeniden duruldu; her zamanki, düzenli gidişine gene girdi. Hem
kendisinin, hem de üstünde yaşayan bütün varlıkların yönetimi gene
evrenin kendisinde idi ; yaratıcısı ve babası olan erkin
uyarılarına, anımsadığı oranda, uygun olarak yönetiyordu. İlkin
oldukça tam anımsıyordu, fakat zaman geçtikçe belleği zayıfladı.
Bu zayıflamanın nedeni, evrenin yapısında maddenin bulunmasıydı.
Bu, bugünkü düzene erişmeden önce, karmakarışık olan ilk doğada
vardı. Evrende iyi olan her şey yaratıcı tanrıdan gelmiştir, ama
daha önceki bir durumdan kötülükler, kusurlar kalmıştır ; bunlar
ilkin evrene, ondan da hayvanlara geçti. Hayvanların
yetiştirilmesinde evren tanrıdan yardım gördüğü sürece, kötülük
az, iyilikse çoktu. Tanrıdan ayrılıp evren kendi başına kalınca,
ilkin her şey oldukça iyi gitti, ama zamanla unutkanlığı arttı,
eski düzensizlik gene patlak verdi, bütün o ilk görkemiyle ortaya
çıktı. Böylece iyilikler azaldı, evrene karışan kötülüklerse
çoğaldı. Evrenin ve onda olan her şeyin baştan başa yok olması
tehlikesi belirdi. Bunun üzerine, her şeye düzen veren tanrı,
evrenin zor durumunu görerek, evreni altüst eden fırtınayla her
şeyin çığırından çıkacağından, sonsuz karışıklıklarla yok
olacağından korkarak yeniden dümenin başına geçti. Bu geçirilen
dönemden ötürü zedelenen, yerinden çıkan parçaları bir araya
topladı, onardı ; evreni ölmez, yok olmaz bir duruma getirdi. İşte
öykünün hepsi bu; kralın ne olduğu konusunda bir örnek vermek için
ilk kısmı yeter. Evren bugünkü kuşaklar zincirine döndüğü zaman
insanların yaşı gene durdu, sonunda da daha öncekinin tersi bir
değişme oldu. Hemen hemen ortadan kaybolmuş olan küçük yaratıklar
büyüdü, yeryüzünde yeni doğan çocukların saçları ağardı; ölüp
yeniden toprağa gömüldüler. Evrenin durumuna uygun olarak, ona
öykünerek her şey değişti. Her şeyin belirmesi, çoğalması ve
beslenmesi evrenin durumuna uymak zorundaydı, çünkü toprakta
hiçbir hayvanın başka bir yaratıcı varlıktan doğmasına izin
verilmiyordu. Evrenin gelişmesi nasıl gene kendi buyruğuna
bırakıldıysa, benzer bir hareketin basıncıyla, parçalar da
kendiliklerinden çoğalmak, büyümek, beslenmek zorunda kalmışlardı.
Konuşmamızın gerçekten sonuna geldik. Daha aşağı sınıftan
hayvanlar konusunda onların değişmeden önceki durumları ve
değişmenin nedenleri konusunda söylenecek birçok şey olabilirse de
insanlar konusunda söylenecek fazla bir şey yoktur; arta kalan o
az kısım da bizim için daha ilgi çekicidir. İnsanlar, onlara bakan
tanrının bakımından yoksun olunca, aciz ve savunmasız kaldılar.
Doğuştan sert doğalı olan, gittikçe de yabanıllaşan hayvanlar
onları parçaladı. İnsanlar bu ilkçağlarda beceriden, araç ve
gereçten yoksundular. Bir zamanlar kendiliğinden yetişen yiyecek
şeyler artık yetişmiyordu; insanlar da o zamana kadar zorda
kalmadıkları için nasıl yetiştireceklerini bilmiyorlardı. Bütün bu
nedenlerden dolayı büyük bir darlık içindeydiler. Derken tanrılar
eski söylencede anlatılan armağanları, gerekli olan öğretim ve
eğitimle birlikte, insanlara verdiler. Prometheus, ateşi;
Hephaistos ile birlikte çalıştığı Athene, sanatları; öbürleri de
tohumları ve bitkileri verdiler. İnsan hayatının gelişmesine
yarayan her şey bunlardan çıktı. Dediğim gibi, tanrıların ilgisi
ve yardımı insanlardan esirgenince, hayatlarının gidişini
kendileri düzenlemek zorunda kaldılar ; tıpkı uydukları ve
öykündükleri evrensel varlık gibi insanlar da kendi kendilerinin
yöneticisi oldular ; o değiştiği gibi onlar da durmadan değiştiler
; bazen bir biçimde, bazen bir başka biçimde durmadan yaşadılar,
büyüdüler. Öykünün bu kadarı yeter artık; deminki konuşmamızda
kralı ve devlet adamını tanımlarken ne kadar yanıldığımızı
göstermeye yeter.
GENÇ SOKRATES: Dediğin bu büyük yanlış da nedir?
YABANCI:
İki yanlış vardı ; biri daha küçük, öbürüyse çok daha
büyük bir yanlış.
GENÇ SOKRATES: Ne demek istedin?
YABANCI:
Demek istiyorum ki bugünkü hayat zinciri ve bugünkü
kuşaktan olan bir kralla devlet adamı nedir diye sorulurken, biz
daha önceki hayat zinciri içinde bulunan bir insan sürüsünün
çobanından söz ettik. Bir de onun bütün devletin yöneticisi
olduğunu hiç açıklamadan ileri sürdük. Oysa gerçeğin hepsi bu
kadar değildi, söylediklerimiz pek anlaşılır gibi de değildi;
bununla birlikte söylediğimiz kadarı doğruydu ; bunun için ikinci
yanlış birincisi kadar yanlış olmadı.
GENÇ SOKRATES: Çok doğru.
YABANCI:
Yalnızca araştırmamızın hedefi olan gerçek çobana bütün
ötekilerin rakip olduğunu göstermek için değil, fakat bu sanı
almaya değer o kimseyi daha açıkça görebilmek için mythos'u işe
karıştırdık. Çünkü, kullandığımız örneğe göre, insanlara bakmak
görevi bütün çobanlar içinde yalnızca ondadır.
GENÇ SOKRATES: Çok doğru.
YABANCI:
Tanrı-çobanın niteliği kralınkinden de yüksektir, diye
düşünmekten kendime alamıyorum, Sokrates. Bugün yeryüzündeki
devlet adamlarının kişiliği uyruklarınınkine pek benziyor, krallar
da onlar gibi büyütülüp eğitiliyorlar.
GENÇ SOKRATES: Gerçekten öyle.
YABANCI:
Ama gene de onları incelemek gerek. Görelim bakalım,
tanrı-çoban gibi onlar da uyruklarının üstündeler mi, yoksa
onlarla aynı düzeydeler mi?
GENÇ SOKRATES: Evet, bir bakalım.
YABANCI:
Neyse, anımsar mısın?... Tek tek değil de, sürü halinde
hayvanlara kendiliğinden-emretme sanatından sözetmiş ve ona sürü
yetiştirme sanatı demiştik.
GENÇ SOKRATES: Evet, anımsıyorum.
YABANCI:
İşte onlarda bir yanlış yaptık. Sınıflandırmamızın içine
devlet adamını hiç koymadık, onun adını bile anmadık. Bizim
sınıflarımızda onun bir yeri olmadığını fark bile etmedik.
GENÇ SOKRATES: Bu nasıl oldu?
YABANCI:
Bütün öteki çobanlar sürülerini ''yetiştirirler''; oysa
bu, devlet adamı için kullanılacak uygun terim değildir; hepsine
uygun gelen bir ad bulmalıyız.
GENÇ SOKRATES: Eğer böyle bir kelime varsa... dediğin doğrudur.
YABANCI:
Niye? Sürülere ''bakmak'' terimi hepsi için kullanılamaz
mı? Çünkü bu terim beslemek ya da herhangi türden bir başka iş
görmek anlamına gelmez. Sürülere bakmak, onları yönetmek ya da
onları evirip çevirmek dersek, bir sözcükle hepsini kapsamış
oluruz. O zaman devlet adamını, bu konunun gerektirdiği üzere,
bütün ötekilerle bir arada sayabiliriz.
GENÇ SOKRATES: Çok haklısın, ama bölme işinde bundan sonraki adım
hangisidir?
YABANCI:
Önce sürüleri ''yetiştirmek'' sanatını, kara ya da su
hayvanları sürüleri, kanatlı ya da kanatsız, karışık ya da
saftürden, boynuzlu ya da boynuzsuz olmasına göre ayırdığımız
gibi, sürülere bakmak sanatını da aynı ayrımlara göre
sınıflandırırız, böylece tanımımızın içine bugünün krallıkları da
Kronos'un yönetimi de girmiş olur.
GENÇ SOKRATES: Bunu anlıyorum, ama sonra ne olacak? Onu bilmek
isterim.
YABANCI:
Sözcük, sürülerin beslenmesi ya da yetiştirilmesi yerine,
''yönetimi'' olsaydı, hiç kimse devlet adamında insanlara bakmak
işinin bulunmadığını ileri süremezdi. Bununla birlikte, insanları
beslemek sanatı sözü edilmeye değer bir sanat olmadığı, olsa bile,
birçok kişinin, herhangi bir kraldan önce ve daha büyük ölçekte bu
sanata sahip çıkacağı iddiası, yerinde bir iddiadır.
GENÇ SOKRATES: Çok doğru.
YABANCI:
Ama insan toplumuna bakmak ve genel olarak insanların
üzerinde egemenlik kurmak konusunda krallık bilgisinin önüne
hiçbir bilgi geçemez, daha büyük bir hak iddia edemez.
GENÇ SOKRATES: Gerçekten öyle.
YABANCI:
İkincisi, incelememizin sonunda büyük bir yanlış
yaptığımızı da kabul etmeliyiz, Sokrates.
GENÇ SOKRATES: O da nedir?
YABANCI:
İki ayaklıları beslemek ya da yetiştirmek diye bir
sanatın varlığından pek emin olsak bile, sanki artık bu hususta
söylenecek daha fazla bir şey yokmuş gibi, buna krallık ya da
siyaset sanatı demek için bir neden görmüyorum.
GENÇ SOKRATES: Böyle bir şey yok.
YABANCI:
Demin de dediğimiz gibi, ilk görevimiz, ''beslemek''ten
çok ''bakmak'' anlamını verecek bir biçimde adını değiştirmektir.
Sonra da bölmeye başlamaktır; çünkü hala yapılacak oldukça çok
sayıda bölme bulunabilir.
GENÇ SOKRATES: Bunu nasıl yapacağız?
YABANCI:
İlkin tanrı-çobanı, insan yönetici ya da bakıcıdan
ayırırız.
GENÇ SOKRATES: Doğru.
YABANCI:
İnsana verilen yönetme sanatı da yeniden kısımlara
bölünmelidir.
GENÇ SOKRATES: Hangi ilkeye göre?
YABANCI:
Gönüllü ve zorla olmak ilkesine göre.
GENÇ SOKRATES: Neden?
YABANCI:
Çünkü, yanılmıyorsam burada bir yanlış yaptık. Saflıkta,
kral ile tyrannos'u bir araya koyduk, oysa hükümet biçimleri gibi
kendileri de birbirlerinden bütün bütüne ayrıdırlar.
GENÇ SOKRATES: Doğru.
YABANCI:
Öyleyse, dediğim gibi, bu yanlışı düzeltelim ve insanlara
bakmayı gönüllü ve zorla olmak ilkesine göre ikiye bölelim.
GENÇ SOKRATES: Olur.
YABANCI:
Sert hükümdarların yönetimine "tyrannos"luk, yönetmeye
istekli iki ayaklıların gönüllü yönetimine de siyaset dersek,
kendisinde bu ikinci türden yönetim sanatı olan bir kimsenin
gerçek kral ve devlet adamı olduğunu ileri süremez miyiz ?
GENÇ SOKRATES: Öyle sanıyorum ki Yabancı, artık devlet adamı
konusunu tamamlamış olduk.
YABANCI: Keşke olsaydık Sokrates; ama bu işte senin kadar kendimi
de tatmin etmeliyim. Bence kralın betimlenmesi henüz tamamlanmış
değildir. Eserlerinin bazı bölümlerini aceleyle abartılı bir
biçimde işleyen, sonra da o bölümleri düzeltmek için zaman yitiren
heykeltıraşlar gibi biz de biraz acelemiz yüzünden, biraz da
önceki yanlışımızı açığa vurmakta gösterdiğimiz yüce istekten
dolayı, hem de kralla ilgili parlak örnekler kullanılması
gerektiğini sandığımız için, harika denecek büyük bir masal
parçasını ele aldık, gerektiğinden daha fazlasını da kullanmak
zorunda kaldık.
Bu konuşmamızın açılmasına neden oldu ama gene de hikayeyi bir
türlü sonuna getiremedik. Tartışmamız yaşayan bir varlığın bir
resmine benzetilebilir, öyle bir resim ki kenar çizgileri oldukça
iyi çizilmiş, ama renklerin uyumlu karışmasıyla oluşan canlılığa
henüz kavuşmamış. Akıllı kimseler canlı bir varlığın dil ve sözle
çizilerek anlatılmasını, boya ya da herhangi bir sanat eseriyle
gösterilmesine yeğ tutarlar; akılla izleyemeyen kimselere ise
sanat eseri daha uygun gelir.
GENÇ SOKRATES: Çok doğru ama bir türlü ortadan kaldıramadığımız
şu kusur ya da eksiklik nerededir? Bana da bildirmeni isterim.
YABANCI: Aziz dostum, yüksek düşünceler örnek (1) kullanılmadan
hoşnut edici bir biçimde anlatılamazlar. Herkes her şeyi düşte
gibi biliyor, uyanınca aklında hiçbir bilgi kalmıyor.
GENÇ SOKRATES: Ne demek istediğini anlayamadım?
YABANCI: Korkarım ki bilgi deneyimimiz konusunda ortaya bir soru
atmakla yanlış yaptım.
GENÇ SOKRATES: Neden?
YABANCI: Çünkü kullandığım örnek bir başka örneğin yardımını
gerektiriyor.
GENÇ SOKRATES: Peki söyle, benden çekinme.
YABANCI: Mademki dinlemeye hazırsın, söyleyeceğim. Biliyoruz ki,
çocuklar, yazıya ilk başladıkları zaman...
GENÇ SOKRATES: Evet.
YABANCI: En kısa ve en kolay hecelerde her harfi oldukça iyi tanır
ve onları doğru olarak gösterebilirler.
GENÇ SOKRATES: Kuşkusuz.
YABANCI: Ama, başka hecelerde, onları tanımaz, yanılır ve yanlış
söylerler.
GENÇ SOKRATES: Kesinlikle.
YABANCI: O halde onlara, henüz bilmediklerini öğretmek için en
kolay, en şaşmaz yol, benim göstereceğim yol değil midir?
GENÇ SOKRATES: Hangi yol!?
YABANCI: İlkin onlara her harfi doğru olarak tanıdıkları kümeleri
göstermek; bunu yaptıktan sonra henüz bilmedikleri kümeleri
göstermek; daha sonra da her iki kümeyi birbiriyle
karşılaştırarak, harflerin her iki kümede de aynı biçim ve
yapılışta olduğunu göstermek; onları yanıltan kümelerin yanında,
harfleri tanıdıkları kümeleri göstere göstere, koşut olarak
gösterilenler gözlerinde birer örnek oluncaya kadar bunu
sürdürmek. Böylece onlar, bu örnekler yardımıyla hangi harf için
olursa olsun, hangi hecede bulunursa bulunsun, başka olanı
başkalarından başka olarak, aynı olanı da hep aynı ve değişmez bir
biçimde heceleyeceklerdir.
GENÇ SOKRATES: Pek doğru.
YABANCI: O halde şimdi daha iyi anladık; bir örneği oluşturan şey,
yeni ve ayrı bir kümede, aynı olarak bulunan bir öğenin her iki
kümede doğru olarak tanınması ve her iki kümede bulunmasının,
onların bir tek doğru kavramda toplanmasını olanaklı kılmasıdır.
GENÇ SOKRATES: Öyle görünüyor.
YABANCI: O halde, bazen bileşiklerin öğeleri konusunda gerçeği
bulan, bazen de başka bileşiklerin bütün öğeleri üzerine
yargılarında sapıtan ve kümelerin şu ya da bu öğeleri üzerine,
arada bir doğru kanıya varabilen; fakat aynı öğeler gerçeğin
çapraşık ve güç heceleri içine konulduğu zaman onları tanıyamayan
ruhumuzun, bütün şeylerin öğelerinde aynı şaşkınlık ve yanılmalara
sapmasına hayret edecek miyiz?
GENÇ SOKRATES: Niye hayret edelim?
YABANCI: Öyleyse, dostum, bir kez yanlış kanıdan hareket edince,
en ufak da olsa, bir gerçek parçasına ulaşmak, böylece de bilgi
edinmek olanağı var mıdır?
GENÇ SOKRATES: Artık yoktur.
YABANCI: O halde seninle ben, özel ve küçük bir örnekten genel
olarak örneklerin ne olduğunu görmeyi denedikten sonra, şimdi
küçük konular üzerinde denenen, aynı yöntemi daha önemli olan
krallık konusuna uygularsak ; böylece de yeniden, örneğin
yardımıyla devlet işlerine doğru dürüst bakmanın ne olduğunu
tanımaya, dolayısıyla düşten uyanıklığa geçmeye çabalarsak,
kuşkusuz fena etmeyiz, değil mi?
GENÇ SOKRATES: Tamamıyla doğru.
YABANCI: O halde gene biraz önce söylediğimize dönelim: Krallık
türünün elinden devlet yönetimini almak için bin bir rakip
çarpışıyor demiştik, şimdi onu ötekilerden ayırmak için hepsini
uzaklaştırmak gerek; asıl bu işi başarmak için bir örneğe
gereksinmemiz olduğunu söylemiştik.
GENÇ SOKRATES: Ayırmak gerek, kuşkusuz.
YABANCI: Devlet sanatının gördüğü iş türünden bir iş gören ve
onunla karşılaştırınca küçüklüğüne karşın bize aradığımızı
buldurabilecek olan hangi sanatı örnek olarak alabiliriz? İster
misin Sokrates, elimizde bir şey bulunmadığına göre daha iyisini
buluncaya kadar Zeus'un izniyle, dokumacılığı ele alalım? Sonra
beni dinlersen bütün dokumacılığı da almayalım; çünkü belki yün
dokuması yetecektir; seçtiğimiz bölüm, belki tek başına bize
aradığımızı gösterecektir.
GENÇ SOKRATES: Neden göstermesin?
YABANCI: Evet, mademki bundan önce her konuyu bölümlere, sonra
bölümleri de gene bölümlere ayırdık, o halde niçin şimdi aynı şeyi
dokumacılıkta da yapmayalım? Şimdiki araştırmamızda işimize
yarayana bir an önce gelmek için neden bu sanatı da en kısa yoldan
incelemeyelim?
GENÇ SOKRATES: Doğrusu anlamadım.
YABANCI: Ben anlattıkça, yanıtını alacaksın.
GGENÇ SOKRATES: Pekala.
YABANCI: O halde, yaptığımız ya da kazandığımız her şey ya bir işe
yarar, ya da bizi bir dertten korur. Koruyucular ya tanrılık ya da
insanlık, panzehirler ya da savunma araçlarıdır. Savunma
araçlarından bazıları savaş zırhları, bazıları ise sığınaklardır.
Sığınaklar da ya güneşe karşı bezler, yahut da soğuk ya da sıcağa
karşı korumalardır. Korumalar da ya tavanlardır, yahut da
kumaşlar. Kumaşlar da ya alta konan halılar, yahut da örtülerdir.
Örtüler de ya bir tek parçadan, yahut da birçok parçadan
yapılmıştır. Birçok parçadan yapılanlardan bazıları dikişli,
bazıları dikişsiz olarak birleşmiştir. Dikişsizler ya bitkilerin
verdiği iplerden ya da kıldan yapılmıştır. Kıldan yapılmış
olanlardan bazıları su ve toprakla yapıştırılır. Bazıları da
yabancı maddesiz bağlanır. Birbirine bağlı parçalardan bireşik
olan bu örtü ve kumaşlara biz giysi adını veririz. Özel olarak
giysilerle uğraşan sanata gelince, biraz önce devlete bakan sanata
siyaset dediğimiz gibi bu yeni sanata, konusuna göre terzilik
sanatı diyeceğiz. Bundan başka dokumacılığın en önemli bölümü
giysi dikmeye yaradığına göre biraz önce söylediğimize göre
krallık sanatı siyaset sanatından ancak adıyla ayrıldığı gibi
dokumacılık da terzilik sanatından ancak adıyla ayrılır.
GENÇ SOKRATES: Pek doğru.
YABANCI: Şimdi elbise dokuma sanatından bu şekilde söz ederken,
onu yeter derecede tanımlayıp tanımlamadığımızı görelim, fakat
akrabası olan birçok sanattan ayrılmış olmasına karşın, henüz
yardımcıları olan komşu sanatlardan ayırt edilmediğini görmemek
için de kör olmalı.
GENÇ SOKRATES: Kimdir bu akrabalar, söyler misin?
YABANCI: Görüyorum ki söylediğimi dinlemedin. Demek gerisin geriye
dönmek ve başından başlamak gerekiyor. Çünkü akrabalığın ne
olduğunu iyi kavramıyorsun; biraz önce duvara konanla tabana
konanı ayırarak, halı yapmayı bir yana bıraktığımız zaman, dokuma
sanatından akrabası bir sanatı ayırdık.
GENÇ SOKRATES: Anladım.
YABANCI: Aynı şekilde ketenden, kendirden ve benzetmeyle bitki ipi
dediğimiz bütün şeylerden yapılan elbiselerin yapılmasını da bir
yana bıraktık. Sonra keçe yapma sanatıyla en tanınmış bölümü
kunduracılık olan, delerek ve dikerek birleştirmek sanatını da ayırdık.
GENÇ SOKRATES: Doğru.
YABANCI: Sonra bir tek parçadan yapılmış kumaşları hazırlayan
kürkçülüğü ; ister evlerin yapısı ya da herhangi bir yapı için
olsun, ister akan suları örtmek için başka sanatlarda olsun
tavanlar yapmayı; bütün bunları bir yana bıraktık. Bunlarla
birlikte, bizi hırsızlıklarla saldırılara karşı korumak için örtme
araçları sağlayan bütün sanatları; kapak yapan, kapı takan ve
marangozluk sanatının özel bölümleri olan sanatları da bıraktık.
Savunma araçlarını hazırlayan büyük ve çapraşık bir sanatın bölümü
olan silah yapımını da ayırdık. Aynı şekilde, konusu panzehirler
olan bütün büyü sanatını da dışarda bırakıp ancak sanırım,
aradığımız sanatı alıkoyduk; yünden, koruma araçları yaparak bizi
soğuğa sıcağa karşı koruyan ve dokuma sanatı adını alan sanatı.
GENÇ SOKRATES: Öyle sanıyorum.
YABANCI: Bununla birlikte evladım, daha sonuna varmadık; çünkü
giysi hazırlama işinin en başında yer alan, kumaş dokumaktan başka
bir şey yapıyor gibidir.
GENÇ SOKRATES: Nasıl?
YABANCI: Dokumak, aslında örmektir.
GENÇ SOKRATES: Evet.
YABANCI: Fakat burada ilk iş toplu ve bir arada sıkışmış olanı ayırmaktır.
GENÇ SOKRATES: Ne demek istedin?
YABANCI: Tarama sanatının yaptığı işi. Ya da taramaya dokuma
demeye mi kalkacağız?
GENÇ SOKRATES: Asla.
YABANCI: Arış ile algacı hazırlamak da aynı değil midir? Buna
dokuma demek geleneklere ve gerçeğe karşı gelmek olmaz mı?
GENÇ SOKRATES: Şüphesiz
YABANCI: Genel olarak basma sanatıyla dikme sanatının da giysiyle
hiçbir ilgisi olmadığını söyleyecek miyiz, yoksa bunların da
ötekiler kadar dokuma sanatı olduğunu kabul edecek miyiz?
GENÇ SOKRATES: Asla.
YABANCI: Bununla birlikte, bütün bu sanatlar giysiye bakmak, giysi
yapmak işinde dokuma sanatıyla yarışacaklardır, büyük payı ona
vermekle birlikte kendileri de bir pay isteyeceklerdir.
GENÇ SOKRATES: Kesinlikle.
YABANCI: Onlardan sonra, dokumacılığın kullandığı araçları yapan
sanatlar da hiç değilse, her dokunan kumaşın yardımcı nedenleri
olduklarını söyleyeceklerdir sanırım.
GENÇ SOKRATES: Pek doğru.
YABANCI: Dokumacılığın, seçtiğimiz dokumacılık bölümünün tanımı,
yün giysilerle uğraşan bütün sanatlar arasında en güzel, en önemli
yeri hemen ona verince, yeter derecede belirtilmiş olacak mıdır? Ya da söylediğimiz doğru olmakla birlikte bütün rakiplerini bir
yana atmadıkça karanlık ve eksik kalmayacak mıdır?
GENÇ SOKRATES: Doğru.
YABANCI: Tartışmamızın sonuna götüren bir yoldan gitmek istiyorsak
şimdi bunu yapmamız gerekmez mi?
GENÇ SOKRATES: Kuşkusuz.
YABANCI: Öyleyse ilkin, oluşturulan her şeyin iki sanatın işi
olduğunu göz önüne alalım.
GENÇ SOKRATES: Hangi sanatlar?
YABANCI: Biri oluşturmanın yalnızca yardımcı nedeni, öteki asıl
nedeni.
GENÇ SOKRATES: Nasıl?
YABANCI: Yapılan şeyi kendileri yapmadığı halde, onlarsız kendi
işini görmesine olanak olmayan araçların vericisi bütün sanatlar
ancak yardımcı nedenlerdir, asıl şeyi yapanlar ise asıl
nedenlerdir.
GENÇ SOKRATES: Bu bölme doğru.
YABANCI: Sonra iğler, mekikler gibi giysi yapmada yardımcı başka
bütün araçları veren sanatların hepsine yardımcı adını vereceğiz,
doğrudan doğruya giysi yapmakla uğraşanlara da nedenler diyeceğiz.
GENÇ SOKRATES: Pek doğru.
YABANCI: Bu sonuncular arasından yıkama, dikme işleriyle giysiyle
ilgili bütün işlere geniş ölçüde hazırlık sanatının bir bölümü
gözüyle bakmak, hepsini basma sanatı adı altında toplamak çok
doğaldır.
GENÇ SOKRATES: Evet.
YABANCI: Öte yandan da tarama sanatı dokuma sanatı ve asıl
giysinin yapılmasıyla ilgili bütün işler, herkesçe belli bir tek
sanatı oluştururlar, o da yün işleme sanatıdır.
GENÇ SOKRATES: Kuşkusuz.
YABANCI: Tarama işi, mekiğin yaptığı işin yarısıdır. Amacı
karışanı ayırmak olan bütün işler, bütün bunların topu, yün
işlemeye aitti. Sonra biz daima her şeyde iki büyük sanat ayırt
ettik: toplama sanatı ile ayırma sanatı.
GENÇ SOKRATES: Evet.
YABANCI: Ayırma sanatına, taramada sözünü ettiğimiz bütün işler
girer, çünkü yün ya da ipleri ayıran, şurada mekikle, orada elle
yapılan iş, söylediğimiz bütün adları alır.
GENÇ SOKRATES: Kuşkusuz.
YABANCI: Şimdi, toplama sanatında, gene yün sanatına ait bir bölüm
alalım; orada bulduğumuz ayırma sanatının bölümlerine gelince,
hepsini bir yana bırakalım. Böylece, yünü işlemeyi de iki bölüme
ayıralım; ayıran bölüm, toplayan bölüm.
GENÇ SOKRATES: Peki bölelim.
YABANCI: Yün işlemeye giren bu toplama bölümünü de, dokumacılık
sanatını kavramak istiyorsak, bölmek gerekir Sokrates.
GENÇ SOKRATES: Evet bölmek gerekir.
YABANCI: Şüphesiz, bölmeliyiz. İşinin de ya burmak yahut
çaprazlamak olduğunu söylemeliyiz.
GENÇ SOKRATES: İyi anlamadım. Sandığıma göre burmadan söz ederken
erişin ipliğinin işlenmesini düşünüyorsun.
YABANCI: Yalnız erişin ipliğinden değil, argaçın ipliğinden de söz
ediyorum. Yoksa sonuncuyu, burmadan elde etmek için bir araç var
mıdır?
GENÇ SOKRATES: Hayır.
YABANCI: Öyleyse bu işlerin her birini inceden inceye çöz. Belki
böyle bir çözümleme aradığın yardımı sağlayacaktır.
GENÇ SOKRATES: Nasıl yapmalı ?
YABANCI: Şöyle: Tarama ile elde edilen şeyler arasında uzunluk ve
enliliği olan biri vardır ki ona kaba iplik diyoruz.
GENÇ SOKRATES: Evet.
YABANCI: İşte, iğle büküldüğü ve sağlam bir iplik yapıldığı zaman
onun erişin ipliği olduğunu söyleyeceksin. Bu işi gören sanata da
erişi yapan sanat diyeceksin.
GENÇ SOKRATES: Peki.
YABANCI: Ama, ancak gevşek birer iplik oluşturan ve birbiri içine
girmek için hazırlamada da gerilmelere dayanabilmek için gereken
yumuşaklığa sahip bütün parçalar, diyelim ki argaçın iplikleridir,
bunların düzenlenmesini sağlayan sanat da argaç sanatıdır.
GENÇ SOKRATES: Peki.
YABANCI: İşte böylece dokumacılığın bizi ilgilendiren bölümü
tamamıyla aydınlandı. Gerçekten yünü işlemeye bölüm olarak giren
toplama işi bir kumaş oluşturacak şekilde arışla argaçı
birleştirdiği zaman kumaşın topuna yün giysi adını veriyor, onu
oluşturan sanata da dokumacılık sanatı diyoruz.
GENÇ SOKRATES: Pekala.
YABANCI: Peki öyleyse, neden dokumacılık arışla argaçı çaprazlamak
sanatıdır diye derhal yanıtlamadık ? Niye böyle bir daire içinde
döndük ve bir sürü gereksiz ayırmalar yaptık?
GENÇ SOKRATES: Bana kalırsa yabancı, sen gereksiz bir şey
söylemedin.
YABANCI: Buna şaşmıyorum; ama dostum, başkaları gereksiz
bulabilirdi. Onlarınkine benzer bir hastalık daha sonra seni de
yakalasa hiç de garip olmazdı. Dinle, bütün bu tür sorunlarda
yerinde olan düşünceler şunlardır.
GENÇ SOKRATES: Anlat.
YABANCI: İlkin genel olarak aşırıyla eksiği inceleyelim; böylece
bizimkiler gibi konuşmalarda çok uzun ya da çok kısa söylenen
şeyleri zamanında övmek ya da yermek için bir kural elde edeceğiz.
GGENÇ SOKRATES: Öyleyse inceleyelim.
YABANCI: İleri sürdüğüm düşünceleri asıl bu şeylere uygulamak
doğru olur sanırım.
GENÇ SOKRATES: Hangi şeylere?
YABANCI: Uzunluğa, kısalığa, fazla ya da eksik olan her şeye;
çünkü ölçü sanatı bütün bunlara uygulanır sanıyorum.
GENÇ SOKRATES: Evet.
YABANCI: Öyleyse bu sanatı da iki bölüme ayıralım; böyle bir
bölme, güttüğümüz amaç içinde zorunludur.
GENÇ SOKRATES: Bu bölme neye dayanıyor, söyler misin?
YABANCI: Şuna: Bir yandan büyüklükle küçüklüğün birbiriyle
ilişkisi, öte yandan da, oluşun (ya da varlığın) esaslı
zorunlulukları.
GENÇ SOKRATES: Nasıl?
YABANCI: Başka bir ilişkiye göre değil de, ancak küçükle
kıyaslayınca büyüğe büyük, büyükle kıyaslayınca da küçüğe küçük
dememiz doğal değil mi?
GENÇ SOKRATES: Evet, şüphesiz. |
|
1
2
3
4 |
|
|
|
|
|
|
|