İnsanlar; onlara yukarıdan bakmak gerek. Işığı söndürüp pencereye
geçiyordum: Yukarıdan
birisinin onları gözleyeceğini akıllarına bile getirmiyorlardı.
Önden görünüşlerine dikkat
ederler, bazı da arkadan görünüşlerine, ama bütün gösterileri bir
yetmişlik seyirciler için
hesaplanmıştır. Zaten kim kalkar da bir melon şapkanın altıncı
kattan görünüşünü düşünür? Omuzlarını ve kafalarını canlı renkler, göz alıcı
kumaşlarla savunmayı bir yana korlar.
İnsanoğlunun bu büyük düşmanıyla savaşmayı bilmezler: Kuşbakışı
görünüşle.
Eğiliyordum ve gülmeye başlıyordum: O kadar gurur duydukları eşsiz
benzersiz şu ayakta
olma durumu neredeydi şimdi? Kaldırıma yapışmış eziliyorlardı;
yarı sürüngen iki uzun
bacak omuzlarının altından çıkı çıkıveriyordu.
Altıncı katın balkonunda: Ben bütün hayatımı burada geçirmeliydim.
Ahlaki üstünlükleri
maddi simgelerle pekiştirmeli, yoksa yıkılıp giderler. Öyleyse,
kesinkes, insanlar üzerindeki
üstünlüğüm nedir benim? Bir konum üstünlüğünden başka bir şey
değil: İçimdeki
insanoğlunun üstünde yer almışım ve seyrediyorum onu. İşte bunun
için Notre-Dame'ın
kulelerini, Eiffel Kulesinin sahanlığını, Sacre-Coeur'ü, Delambre
Sokağındaki altıncı katımı
seviyorum. Bunlar eşsiz simgeler. Bazı bazı sokağa inmek
gerekiyordu; sözgelişi işe gitmek
için.
Boğuluyordum. İnsanlarla düzayak bir yerde birlikte olunca onları
karınca yerine koymak
çok güçtür. Değerler. Bir kere, sokakta ölmüş bir herif gördüm.
Yüzükoyun düşmüştü.
Arka üstü çevirdiler, yüzü kanıyordu. Açık gözlerini de, solgun
bezini de, kanı da gördüm.
Kendi kendime: Bir şey değil, yeni boyanmış bir resimden daha
fazla heyecan verici değil.
Burnunu kırmızıya boyamışlar işte, o kadar, diyordum. Ama beni
bacaklarımdan ve
ensemden yakalayan pis bir ağrı duydum, bayıldım. Bir eczaneye
götürdüler, omuzlarıma
vurdular, alkol içirdiler. Onları öldürecektim neredeyse.
Onların benim düşmanım olduklarını biliyordum, ama onlar bunu
bilmiyorlardı. Aralarında
sevişiyorlardı, dayanışıyorlardı; bana gelince, şurada burada
yardım eli uzatacaklardı, çünkü
benim kendi hemcinsleri olduğuma inanıyorlardı. Ama gerçeğin en
küçük yanını
öğrenebilselerdi beni döverlerdi. Zaten daha sonra o da oldu. Beni
yakalayıp da kim
olduğumu anladıkları zaman tozumu silktiler, komiserlikte iki saat
sırtıma vurdular, tekme
tokat giriştiler, kollarımı büktüler, pantolonumu indirdiler,
sonunda gözlüklerimi
yere çarptılar; ben yere kapanmış, gözlüklerimi ararken gülerek
kıçıma tekmeler attılar. Beni
sonunda döveceklerini her zaman önceden bilmişimdir. Güçlü değilim
ve kendimi
savunamıyorum.
Uzun süredir beni onlar gözlüyorlar: Büyükler yani. Sokakta,
gülmek için, ne yapacağımı
görmek için beni itip kakıyorlardı. Hiç sesimi çıkarmıyordum.
Hiçbir şey anlamamış gibi
davranıyordum.
Gel gelelim onların elindeydim. Onlardan korkuyordum: Bu bir
önseziydi. Ama düşünün ki
onlardan nefret etmem için çok ciddi nedenlerim vardı.
Bu bakımdan, her şey, bir tabanca satın aldığım günden başlayarak
çok iyi gitti. İnsan,
üstünde patlayabilen ve gürültü çıkaran şeylerden birini sürekli
taşırsa kendini kuvvetli
hissediyor.
Pazar günü onu alıyor, pantolonumun cebine şöyle sokuveriyor,
dolaşmaya çıkıyordum,
genellikle bulvarda dolaşırım. Onu pantolonumun üstünden bir
çağanoz çekiştirir gibi
çekiştirdiğini hissediyordum; onu kalçamda buz gibi hissediyordum.
Ama yavaş
yavaş, bedenime değe değe ısınıyordu. Belli bir sertlikle
yürüyordum; cinsel organı
dikleşmekte olan, her adım atışta onu gemleyen bir adam görünüşü
vardı bende. Elimi cebime
sokuyor ve nesne'yi yokluyordum. Zaman zaman genel tuvalete
giriyordum -orada, içeride
bile çok dikkat ediyordum, çünkü yanlarda insanlar olur- tabancamı
çıkarıyordum,
okkalıyordum, siyah tırtıklı kabzasına ve yarı kapalı bir
gözkapağını andıran siyah tetiğine
bakıyordum. Dışarıdan bakanlar, ötekiler, ayrık ayaklarımı ve
pantolonumun
paçalarını görenler işediğimi sanıyorlardı. Ama ben genel
tuvaletlerde hiç işemem.
Bir akşam insanlara ateş etmek düşüncesi geldi aklıma. Bir
cumartesi akşamıydı;
Montparnasse Sokağında bir otelin önünde nöbet tutan sarışını,
Lea'yı aramak için çıkmıştım.
Bir kadınla yakın ilişkim hiç olmadı. Olsaydı kendimi soyguna
uğramış hissederdim. Onların
üstüne çıkarsın, tamam, ama onlar da tüylü koca ağızlarıyla sizin
apış aranızı yer bitirirler.
Duyduğuma göre de bu alışverişte kazançlı çıkan onlar olurmuş.
Ben kimseden bir şey istemiyorum, ama artık bir şey vermek de
istemiyorum. Ya da, bana
tiksintiyle boyun eğen soğuk ve sofu bir kadın gerekiyor
olmalıydı. Her ayın ilk cumartesi günü Lea ile Duquesne Otelinin
bir odasına kapanıyordum. O soyunuyordu, ben
de elimi sürmeden ona bakıyordum. Bazı zamanlar ne olursa
pantolonumun içinde oluyordu,
bazı zamanlarda da işin sonunu getirmek için eve gidecek kadar
vaktim olmuyordu. O akşam
onu yerinde bulamadım. Bir zaman bekledim, gelmediğini görünce
soğuk algınlığı geçirdiğini
düşündüm. Ocak ayının başıydı; hava çok soğuktu. Üzülmüştüm: Ben
hayalci bir insanımdır;
bu akşam çıkaracağım zevki canlandırmıştım kafamda. Odessa
Caddesinde sık sık gözüme
çarpan biraz geçkince, ama etine dolgun bir esmer vardı. Biraz
geçkince kadınlardan nefret
etmem: Soyundukları zaman ötekilerden daha çıplakmış gibi olurlar.
Ama benim huyumu
soyumu bilmiyordu, açık açık ona anlatmak da beni biraz
utandırıyordu. Sonra yeni yeni
tanışıklıklardan kaçınırım. Bu kadınlar bir kapının arkasına bir
hırsız saklayabilirler ve herif
üstünüze saldırır, paranızı alır. Bir yumruk da yemezseniz
talihiniz varmış sayılır. Gel gelelim
bu akşam nereden geldiğini bilmediğim bir kahramanlıkla eve gidip
tabancamı almaya ve bir
serüvene atılmaya karar verdim.
Kadına yaklaştığımda aradan bir çeyrek saat geçmişti; tabancam da
cebimdeydi, artık hiçbir
şeyden korkmuyordum. Yakından bakılınca daha çok acınacak bir
görünüşü vardı. Karşı
komşuma, çavuşun karısına benziyordu. Bundan da aşırı hoşnut
oldum, çünkü uzun süreden
beri canım onu çıplak görmeyi istiyordu. Çavuş gidince, pencere
açık giyiniyordu;
ben de onu yakalamak için genellikle perdenin arkasına
gizleniyordum. Ama tuvaletini odanın
dibinde yapıyordu.
Stella Otelinin yalnız dördüncü katında boş bir oda vardı. Çıktık.
Kadın oldukça ağırdı,
soluk almak için her basamakta duruyordu. Bense pek rahattım:
Göbeğime rağmen kuru bir
bedenim var ve soluğumun kesilmesi için dört kattan fazla olması
gerekir. Dördüncü
katın sahanlığında kadın durdu; derin bir soluk alarak sağ elini
kalbine bastırdı. Sol elinde de
odanın anahtarını tutuyordu.
Beni güldürmeye çalışarak,
-Yüksek, dedi.
Hiç yanıt vermeden elinden anahtarı aldım, kapıyı açtım. Tabancamı
cebimin içinde önüme
çevrik olarak sol elimle tutuyordum, elektrik düğmesini çevirene
kadar da elimden
bırakmadım. Oda boştu. Lavaboya bir kalıp yeşil sabun koymuşlardı.
Gülümsedim: Benim
için bidelerin, sabun kalıplarının hiçbir önemi yoktu. Kadın
arkamda durmadan
soluyordu, bu beni coşkulandırıyordu. Döndüm; bana dudaklarını
uzattı. Kadını ittim.
-Soyun, dedim.
Tüylü bir koltuk vardı, rahatça oturdum. Bu gibi durumlarda sigara
içmediğime üzülürüm.
Kadın, giysisini çıkardı, sonra bana kuşkuyla bir göz atarak
durdu.
Arkaya doğru kaykılarak,
-Adın ne senin? dedim.
-Renee.
-Peki Renee, çabuk ol, bekliyorum.
-Sen soyunmuyor musun?
-Hadi, hadi, dedim ona, sen işine bak, benimle uğraşma.
Donunu ayaklarına indirdi, sonra çıkarıp sutyeniyle birlikte
özenle giysisinin üstüne koydu.
-Sen küçük bir yaramaz, bir tembel misin yoksa şekerim? diye sordu
kadın. İster misin
karıcığın her işi yapsın? Aynı zamanda bana doğru geldi, oturduğum
koltuğun dirseklerine
elleriyle dayanarak bütün ağırlığıyla bacaklarımın arasına diz
çökmeye kalktı. Kadını sertçe
kaldırdım.
-Böyle değil, böyle değil, dedim. Şaşkınlıkla bana
bakıyordu.
-Ne yapayım istiyorsun ama?
-Hiç. Yürü, dolaş, senden daha fazlasını istemiyorum. Beceriksiz
bir tavırla bir boydan bir
boya yürümeye başladı. Kadınların çıplakken yürümeleri kadar
hiçbir şey canlarını sıkamaz.
Topuklarını yere basmaya alışık değillerdir. Yosma sırtını
kamburlaştırıyor ve kollarını
salıveriyordu. Bense pek hoşnuttum; burada bir koltuğa sakin sakin
oturmuş, boğazına kadar
giyinik bir durumda, eldivenlerim bile elimde; şu geçkince kadınsa
benim emrim üzerine
çırılçıplak soyunmuş, çevremde dolanıp duruyor.
Başını bana doğru döndürdü, görünüşü kurtarmak için fettanca
gülümsedi.
-Beni güzel buluyor musun? Göz banyosu mu yapıyorsun?
-İlgilenme sen.
Bana, birden dışa vuran bir isteksizlikle:
-Söyle bakalım, dedi, beni böyle uzun zaman yürütmek niyetinde
misin?
-Otur.
Yatağın üstüne oturdu; sessizce birbirimize bakıştık. Tüyleri
diken diken olmuştu. Duvarın
öteki yanından bir çalar saatin tik takları duyuluyordu.
Birdenbire,
-Aç bacaklarını, dedim.
Bir çeyrek saniye duraksadı, sonra boyun eğdi. Bacaklarının
arasına baktım ve burnumdan
soludum. Sonra öyle bir güldüm, öyle bir güldüm ki gözlerimden
yaşlar geldi. Kadına sadece,
-Anlıyor musun? dedim.
Ve yeniden gülmeye başladım.
Aptalca bana baktı, sonra kıpkırmızı oldu, bacaklarını kapattı.
Dişlerinin arasından,
-Aptal, dedi.
Ama ben bir güzel güldüm, sonunda ayağa fırladı, iskemlenin
üstündeki sutyenini aldı.
-Yooo, dedim kadına, daha bitmedi. Şimdi sana elli frank
vereceğim, ama paramın karşılığı
isterim.
Kadın sinirli sinirli külotunu da aldı.
-Yetti artık, anlıyor musun? Ne istiyorsun bilmiyorum. Beni buraya
dalga geçmeye
çıkardınsa...
Sonunda tabancamı çıkardım, kadına gösterdim. Ciddi bir tavırla
bana baktı, hiçbir şey
demeden külotunu bırakıverdi.
-Yürü, dedim. Dolaş.
Beş dakika dolaştı. Sonra kamışımı eline verdim ve kadını
uğraştırdım. Donumun ıslandığını
hissedince ayağa kalktım, kadına elli franklık bir kağıt para
uzattım. Kadın parayı aldı.
-Hoşça kal, diye ekledim. Bu paraya karşılık seni
pek yormadım.
Kadını bir elinde sutyeni, ötekinde elli franklık kağıt parayla
odanın ortasında çırılçıplak
bırakıp gittim. Verdiğim paradan yana içim sızlamıyordu: Kadını
şaşırtmıştım. Bir orospu
böyle kolay kolay şaşırtılmazdı. Merdivenleri inerken: İşte benim
istediğim, herkesi
şaşırtmak, diye düşündüm. Bir çocuk gibi sevinçliydim. Yeşil
sabunu alıp götürmüştüm; eve
gelince parmaklarımın arasında incelinceye ve uzun zaman emilmiş
naneli bir bonbon
şekerine benzeyinceye kadar sabunu sıcak suyun altında uzun uzun
ovuşturdum.
Gece sıçrayarak uyandım; kadının yüzünü, tabancamı gösterdiğim
zaman gözlerinin aldığı
şekli ve her adım atışında hoplayan yağlı karnını yine gördüm.
Kendi kendime, amma, aptalmışım, dedim. Acı bir pişmanlık duydum:
Oradayken ateş
etmeli, o karnı kalbura çevirmeliydim. O gece ve daha sonraki üç
gece, rüyamda göbeğinin
çevresine dizilmiş altı tane küçük kırmızı delik gördüm. Kısacası,
tabancam olmadan artık
sokağa çıkmadım. İnsanların sırtına bakıyordum ve yürüyüşlerine
göre, üstlerine ateş etsem
nasıl yere yuvarlanırlar diye aklımdan geçiriyordum. Pazar günü
klasik konserlerin çıkış
yerine, Chatelet'nin önüne gidip dolaşmayı adet edindim. Saat
altıya doğru bir zil sesi
duyuyordum, yer gösterici kadınlar camlı kapıları açıp
çengelliyorlardı. Bu başlangıçtı:
Kalabalık ağır ağır boşalıyordu. İnsanlar, gözleri hala hülyalı,
yürekleri hala tatlı
duygularla dolu, kararsız adımlarla yürüyorlardı. İçlerinde
çevresine şaşkın şaşkın bakan pek
çok kişi vardı. Sokak onlara masmavi görünüyor olmalıydı. Üstelik
esrarlı bir gülüşle
gülüyorlardı. Bir dünyadan bir ötekine geçiyorlardı. Öbür dünyada
onları bekleyen bendim,
ben. Sağ elimi pantolonuma daldırmıştım ve olanca gücümle
silahımın kabzasını sıkıyordum.
Bir süre sonra kendimi üstlerine ateş ederken görüyordum.
Deynekler gibi deviriyordum
onları, birbirlerinin üstüne düşüyorlardı; hayatta kalanlar telaşa
kapılıp kapının camlarını kırıp
gerisin geriye tiyatrodan içeri dalıyorlardı. Çok sinir bozucu bir
oyundu bu: Ellerim
titriyordu sonunda ve kendime gelmek için Dreher'de gidip bir
konyak içmek zorunda
kalıyordum.
Kadınları öldürmezdim. Barsaklarına ateş ederdim. Ya da daha
olmazsa oynasınlar diye
baldırlarına. Henüz bir şeye karar vermemiştim. Sanki kararım
kesinmiş gibi davranmayı
yeğledim. İşe, önemsiz ayrıntıları düzene koymakla başladım.
Denfert-Rochereau Fuarı'nda,
bir kapalı atış yerinde kendimi yetiştirdim. Hedeflerim pek öyle
büyük değildi, ama insanlar,
özellikle yakından ateş edildiğinde geniş bir hedef oluştururlar.
Sonra kendimi tanıtmak işiyle
uğraştım. Bütün arkadaşlarımın işyerinde toplandığı bir günü
seçtim. Bir pazartesi sabahı. Her
ne kadar ellerini sıkarken dehşete kapılsam da görünüşte aram çok
iyiydi onlarla.
Günaydın demek için eldivenlerini çıkarıyorlardı; eldivenlerini
sıyırırlarken el ayalarının
çizik çizik ve yağlı çıplaklığını ortaya sererek parmaklarından
yavaşça eldiveni çekerlerken
müstehcen bir havaları vardı. Bense hep eldivenliydim. Pazartesi
sabahı önemli bir şey
olmadı. Ticaret bölümünün yazıcısı, terkleri getirdi bıraktı bize.
Lemercier, kıza kibarca
takıldı, kız gidince de bıkkın bir çokbilmişlikle kızın
güzelliklerini sayıp döktüler. Sonra
Lindbergh konuşuldu. Lindbergh'i pek seviyorlardı.
-Ben siyah kahramanları severim, dedim.
-Zenciler mi? diye sordu Masse.
-Hayır. Büyücü denen siyahları. Lindberg beyaz bir kahramandır,
beni ilgilendirmez.
-Git gör bakalım Atlantik'i geçmek kolay mı? dedi Bouxin, tersçe.
Onlara siyah kahramandan ne anladığımı anlattım.
-Bir anarşist, diye özetledi Lemercier:
Yavaşça:
-Hayır, dedim, anarşistler kendi tarzlarındaki adamları severler.
-Öyleyse kafadan sakat biri olmalı.
Bu sırada, mürekkep yalamış biri olarak, Masse araya girdi:
-Ben sizin kahramanınızı anladım, dedi bana. Adı Erostrate.
Tanınmış biri olmak istiyordu;
bunun için Dünyanın Yedi Harikasından biri olan Efes Tapınağını
yakmaktan başka bir
şey bulamadı.
-Ya tapınağı yapan mimarın adı neydi?
-Pek hatırlamıyorum, diye itiraf etti, sanıyorum adı bilinmiyor.
-Sahi mi? Erostrate'ın adını hatırlıyorsunuz ama? Görüyorsunuz ki
pek de yanlış hesap
yapmamış.
Konuşma bu sözcüklerle son buldu, ama ben iyice sakindim. Bunu
zamanı gelince
hatırlayacaklardı. Bense, şimdiye kadar Erostrate adını hiç
duymamıştım; ama hikayesi beni
yüreklendirdi. Öleli iki bin yıldan fazla olmuştu, yaptığı işse
bir siyah elmas gibi parıldayıp
duruyordu. Alınyazımın kısa ve dokunaklı olacağına inanmaya
başladım. Bu beni önceleri
korkuttu, sonra sonra alışmaya başladım. Bu durum belli bir
biçimde ele alınırsa tüyler
ürperticidir, ama öte yandan, geçen zamana azımsanmayacak bir güç
ve güzellik verir. Sokağa
indiğimde, bedenimde garip bir kuvvet hissediyordum. Üstümde
tabancam oluyordu; patlayan
ve gürültü yapan şu nesne. Ama kendime güvenim bu nesneden ileri
gelmiyordu, bu
bendendi: Tabancalar, kundaklar ve bombalar cinsinden bir
varlıktım ben. Ben de bir gün,
karanlık ömrümün sonunda, patlayacak ve magnezyum parıltısı gibi
şiddetli ve kısa bir alevle
dünyayı aydınlatacaktım. Bu döneme doğru, birçok geceler aynı düşü
görür oldum: Bir
anarşisttim. Çar'ın geçeceği yola pusu kuruyordum ve üzerimde
bomba. Söylenilen saatte alay
geçiyordu, bomba patlıyor ve kalabalığın gözü önünde ben, Çar ve
giyimli kuşamlı üç subay
havaya uçuyorduk.
İşe gitmez oldum haftalarca. Bulvarlarda, gelecekteki kurbanlarım
arasında geziniyordum ya
da odama kapanıyor, tasarılar yapıyordum. Ekim ayı başında işimden
çıkarıldım. Boş
vakitlerimi aşağıdaki mektubu kaleme alarak, yüz iki kopya
çıkararak değerlendiriyordum.
Bayım, Tanınmış birisiniz, kitaplarınız otuz bin basılıyor. Bunun
nedenini size söyleyeyim:
İnsanları seviyorsunuz da ondan. İnsancıllık kanınızda var:
Talihin işi. Topluluk içinde
olduğunuzda çiçek gibi açıyorsunuz.
Hemcinslerinizden birini görür
görmez, tanımasanız
bile, ona karşı kanınızın kaynadığını hissediyorsunuz. Bedenine,
konuşma biçimine,
istenildiği zaman açılıp kapanan bacaklarına ve özellikle ellerine
bayılıyorsunuz, ellerine:
Her elde beş parmak olması ve başparmağın öteki parmakların
karşısına çıkartılabilmesi
hoşunuza gidiyor. Yanınızdaki komşunuz masanın üstünden bir fincan
aldığı zaman haz
duyuyorsunuz, çünkü insana özgü ve kitaplarınızda sık sık
betimlediğiniz, maymunun
hareketinden daha az yumuşak ve daha az hızlı bir fincanı tutma
biçimi var, ama daha zekice,
değil mi? İnsanın etini, yeniden hareket etmeye alışan bir ağır
yaralının yürüyüşünü, her
adımda yeniden icat eder gibi olan görünüşünü ve yırtıcı
hayvanların bile dayanamayacağı
eşsiz bakışını da seviyorsunuz. İnsana kendi kendinden söz etmek
için uygun olan söyleyiş
biçimini bulmak da kolaydı sizin için: Edepli, ama çılgın bir
biçim. İnsanlar kitaplarınızın
üstüne iştahla atılıyorlar, onları rahat bir koltukta okuyorlar,
sizin onlara ulaştırdığınız bahtsız
ve ölçülü büyük aşkı düşünüyorlar ve bu birçok şeyin avuntusu
demek oluyor onlar için;
çirkin olmanın, kötü olmanın, aldatılmış koca olmanın, yılbaşında
aylıklarının artmamış
olmasının. Son romanınız övülerek dillerde dolaşıyor: İyi bir
çalışma.
İnsanları sevmeyen bir insanın olabileceğini bilmek
sizi meraklandıracaktır sanıyorum. İşte
ben, hem de öylesine az seviyorum ki onları, yarım düzinesini
hemen şimdi öldürebilirim.
Belki kendi kendinize sorarsınız: Neden sadece yarım düzine diye?
Çünkü tabancam altı
mermi alıyor. İşte bir canavarlık, değil mi? Üstelik de tam
anlamıyla siyaset dışı bir davranış.
Ama size diyorum ki: ben onları sevemem. Ne hissettiğinizi çok iyi
anlıyorum. Ama onlarda
sizi çeken şey beni tiksindiriyor. Bir iktisat dergisini sol
eliyle karıştırarak edepli edepli
yemek yiyen adamlar gördüm ben de sizin gibi. Fokların sofrasında
olmayı yeğlemem benim
hatam mı? Yüz çizgilerini bir yana bırakırsanız, insan yüzüyle
hiçbir şey yapamaz.
Ağzını kapalı tutarak bir şey gevelediği zaman ağzının kenarları
iner ve kalkar, sanki
durmaksızın dinginlikten ağlamaklı bir şaşkınlığa geçer gibidir.
Siz bunu seversiniz,
biliyorum, siz buna Zeka'nın uyanıklığı diyorsunuz. Ama bu benim
midemi bulandırıyor,
nedendir bilmiyorum, ben doğuştan böyleyim.
Aramızda ancak bir beğeni ayrımı olsaydı tedirgin etmeyecektim
sizi. Ama her şey sizin
yeteneğiniz varmış da benim yokmuş gibisine akıp gidiyor.
Amerikanvari hazırlanmış
ıstakozu sevip sevmemekte özgürüm, ama insanları sevmiyorsam bir
zavallıyım ve
günışığında bana yer yok. Onlar hayatın anlamını kendi tekellerine
aldılar. Umarım ki
söylemek istediğimi anlıyorsunuz. Üstünde: İnsancıl olmayan buraya
giremez yazılı kapıları
otuz üç yıldır zorluyorum işte. Giriştiğim her şeyi bırakmak
zorunda kaldım. Seçmek
gerekiyordu: Ya uyumsuz ve mahkûm edilmiş bir girişimi, ya da
ergeç onların çıkarına
yönelmesi gereken bir girişimi. İnsanlara kesin olarak
aktarmadığım düşünceler; onları
kendimden ayırmayı başaramıyordum, düzene koymayı başaramıyordum.
Düşünceler,
hafif organik devinimler olarak içimde kalıyorlardı. Kullandığım
aygıtlar da öyle, başkalarına
ait olduklarını hissediyordum. Sözgelişi sözcükler; Bana ait
sözcükler olsun isterdim. Ama
kullandığım bu sözcükler, bilmiyorum kaç bilinçte sürüklendi.
Sözcükler, başkalarında
kazandıkları alışkanlık gereğince benim kafamda kendi kendilerine
düzene giriyorlar ve size
yazarken bu sözcükleri kullanırken tiksinti duyuyorum. Ama bu
sondur artık. Size söyledim:
İnsanları sevmek gerekiyor ya da ufak tefek işlerle uğraşmanıza
izin verilirse bu yeter.
İyi, ama ben ufak tefek işlerle uğraşmak istemiyorum. Şimdi
tabancamı kaptığım gibi sokağa
ineceğim ve onlara karşı bakalım ne yapılabilirmiş göreceğiz.
Hoşça kalın bayım,
karşılaşacağım insan siz de olabilirsiniz. Kafanızı patlatacağım
zaman duyacağım zevki siz
hiç bilemeyeceksiniz.
Böyle olmazsa -büyük bir olasılıkla böyle olmayacak- yarının
gazetelerini bir okuyun.
Gazetede Paul Hilbert adında birinin bir öfke anında sokağa
fırlayıp Edgar-Quinet Bulvarı'nda
beş yayayı temizlediğini yazdığını göreceksiniz: Büyük günlük
gazete haberlerinin ne anlam
taşıdığını sizin kadar kimse bilmez. Benim öfkeli bir adam
olmadığımı anlayacaksınız şu
halde.
Tam tersi, ben çok sakinim ve en derin duygularımın kabulünü rica
ederim bayım.
Paul HILBERT
Yüz iki mektubu yüz iki zarfın içine koydum ve zarfların üzerine
yüz iki Fransız yazarının
adreslerini yazdım. Sonra altı yapraklık pul destesiyle hepsini
masamın çekmecesine koydum.
Bunu izleyen on beş gün içinde dışarı pek az çıktım, yavaş yavaş
suçumla baş başa kalmaya
çalışıyordum. Bazı bazı gidip baktığım aynada yüzümün
değişimlerini zevkle gözlüyordum.
Gözler büyümüşlerdi, bütün yüzü kaplıyorlardı. Kelebek gözlüklerin
altında siyah ve
yumuşaklılar ve gezegenler gibi döndürüyordum onları. Sanatçının
ve katilin güzel gözleri.
Ama kıyımı yaptıktan hemen sonra iyiden iyiye değişeceğini
umuyordum. Şu iki güzel kızın
resimlerini gördüm, hanımlarını öldüren ve doğrayan hizmetçilerin
resimlerini. Önceki ve
sonraki resimlerini gördüm. Önce, yüzleri nazlı çiçekler gibi pike
yakalarının üstünde salınıp
duruyordu. Sağlık ve iştah açıcı bir temizlik saçıyorlardı. Belli
belirsiz bir maşa darbesiyle
saçları aynı biçimde kıvrılmıştı. Üstelik, kıvrık saçlarından,
yakalarından ve fotoğrafçıda
resim çektirmeye gelmiş havasında oluşlarından daha da güven
verici olan bir kız kardeş
benzerlikleri vardı; öylesine baskın olan benzerlikleri kan
bağlarını ve aynı aile kökünden
gelme özelliklerini hemen öne çıkarıyordu. Sonra, yüzleri
yangınlar gibi ışıl ışıl
aydınlanıyordu.
İleride uçurulacak olan kellenin çıplak boynu vardı kızlardı. Her
yerde çizgiler, korkunun ve
kinin ürkütücü çizgileri, kıvrımlar, yüzlerinde tırnaklı bir
hayvan koşturup durmuş gibi ette
oluşmuş çukurluklar. Sonra bu gözler, her zaman büyük kara ve
dipsiz gözler -benimkiler gibi. Gel gelelim artık birbirlerine
benzemiyorlardı. Her biri ortak suçlarının anısını kendine
göre taşıyordu. Bu kimsesiz, masum kız yüzlerini bu kadar
değiştirmek için talihin büyük
payı olan bir korkunç cinayet yetiyorsa, olduğu gibi benim
tarafımdan tasarlanmış ve
düzenlenmiş bir cinayetten neler umabilirim? diyordum kendi
kendime. Beni ele geçirecek,
fazlasıyla insani olan iğrençliğimi yerle bir edecekti... Bir suç,
onu işleyenin yaşamını
ikiye böler. İnsanın geri dönmeyi istediği zamanlar vardır
mutlaka, ama orada, sizin
ardınızda, yolunuzu keser bu parıldayan maden.
Kendi suçumdan zevk almak, ezici ağırlığını hissetmek için ancak
bir tek saat istiyordum.
Bu saat, bütünüyle benim olsun diye her şeyi düzenleyeceğim. Odessa Sokağının yukarısında
suçu işlemeye karar verdim. Onlar ölüleriyle uğraşırken kaçmak
için şaşkınlıktan
yararlanacaktım. Koşacak, Edgar-Quinet Bulvarını geçecek, hızla
Delambre Sokağına
dalacaktım. Oturduğum binaya ulaşmam için olsa olsa otuz saniyeye
gereksinimim olurdu. Bu
sırada peşime düşenler daha Edgar-Quinet Bulvarında olurlar, izimi
kaybederler ve izi
bulmaları için bir saatten fazla gerekirdi kesinlikle. Onları evde
bekleyecek, kapımı
vurduklarını işittiğim zaman tabancamı yeniden dolduracak ve
ağzıma ateş edecektim.
Alabildiğine yaşıyordum. Sabah akşam bana iyi yemekler getiren
Vavin Sokağındaki bir
lokantacıyla anlaşmıştım. Lokantacının yamağı kapıyı çalıyordu,
açmıyordum; birkaç dakika
bekliyordum sonra kapımı açıyordum ve yere konmuş koca tepsiyi
görüyordum; buğusu
tüten içi dolu tabaklar.
27 Ekim akşam saat altıda yanımda on yedi buçuk frank kalmıştı.
Tabancamı ve mektup
paketini aldım, aşağı indim. Yapacağımı yaptıktan sonra çabucak
içeri girebilmem için de
kapıyı kapatmadan çıktım. Kendimi iyi hissetmiyordum, ellerim buz
gibiydi, kan başıma
çıkmıştı, gözlerim batıyordu.
Mağazalara, Hotel des Ecoles'e, kalemlerimi aldığım
kırtasiyeciye baktım, ama onları
tanımadım. Kendi kendime: Bu sokak da nesi? diyordum. Montparnasse
Bulvarı insanlarla
doluydu. Dirsekleri ya da omuzlarıyla bana çarpıyorlar,
vuruyorlar, yaslanıyorlardı. Kendimi
çalkantıya bıraktım, aralarından sıyrılmaya gücüm yetmiyordu.
Birdenbire bu kalabalığın
içinde kendimi yalnız ve küçük hissettim. İsteseler bana kötülük
edebilecek gibiydiler!
Cebimdeki silah yüzünden de korkuyordum. Onun orada olduğunu
anlayacaklarmış gibime
geliyordu. Sert sert bana bakacaklar, hayvan pençelerini andıran
elleriyle bana vurarak neşeli
bir saldırganlıkla Haydi... Haydi... diyeceklerdi. Linç edilmek!
Beni başlarının üzerine,
havaya doğru atacaklar ve ben de kukla gibi yeniden kollarının
arasına düşecektim. Ertesi
gün, tasarımın uygulanmasını daha aklı başında bir şekilde
kafamdan geçirdim. Akşam
yemeğini gidip on altı frank seksen santim ödeyerek Coupol'de
yedim. Geri kalan yetmiş
santimi dereye attım.
Üç gün yemeden, uyumadan odamda kaldım. Kepenkleri kapatmıştım; ne
pencerelere
yaklaşmaya, ne de ışığı yakmaya cesaret edebiliyordum. Pazar günü
biri kapımı tıklattı.
Nefesimi tuttum, bekledim. Bir dakika sonra yine çalındı.
Ayaklarımın ucuna basarak kapıya
yaklaştım, gözümü anahtar deliğine uydurdum. Ancak siyah bir kumaş
parçası ve bir düğme
gördüm. Herif yine çaldı, sonra aşağıya indi. Kim olduğunu
anlayamadım. Geceleyin,
palmiyeler, akan sular, bir kubbenin üstünde menekşe rengi bir
gök, ferahlatıcı şeyler gibi
hayaller gördüm.
Susamıyordum, çünkü zaman zaman gidip musluktan su içiyordum. Ama
acıkmıştım. Esmer
orospuyu da gördüm. Burası, köye tam yirmi fersah uzakta Causses
Noires'da yaptırdığım bir
şatoydu. Kadın çıplaktı ve benimle yalnızdı. Tabancamı doğrultup
diz üstü çökmeye zorladım
onu, emekleyerek koşmaya zorladım. Sonra bir direğe bağladım, ne
yapacağımı uzun uzun
anlattıktan sonra kurşunlarla kalbura çevirdim onu.
Bu görüntüler beni öylesine etkiledi ki kendi kendime doyuma
ulaşmak zorunda kaldım.
Sonra karanlıkta hareketsiz durdum; kafam bomboştu. Eşyalar
çıtırdamaya başladılar. Saat
sabahın beşiydi. Odamdan çıkmak için ne isteseler verirdim, ama
sokakta dolaşan insanlar
vardı, aşağıya inemiyordum.
Gün doğdu. Açlığımı artık duymuyordum, ama terlemeye başladım.
Gömleğim su içinde
kalmıştı. Dışarıda güneş vardı. Sonra düşündüm: Karanlıkta, kapalı
bir odada büzülüp
kalmış O. Üç günden beri ne yedi ne uyudu O. Kapısı çalındı,
açmadı O. Şimdi neredeyse
aşağıya inecek ve öldürecek O. Kendimden korkuyordum. Akşamın saat
altısında açlık yine
yakama yapıştı.
Öfkeden delirmiştim. Bir süre eşyaların arasında oraya buraya
çarptım; sonra odanın,
mutfağın, tuvaletlerin elektriklerini yaktım. Avaz avaz şarkı
söylemeye başladım, ellerimi
yıkadım ve dışarı çıktım. Tam tamına iki dakika gerekti bütün
mektuplarımı kutuya
atmak için: Onarlık paketler halinde tıkıştırıyordum. Birkaç zarfı
bu yüzden buruşturmak
zorunda kaldım. Sonra Odessa Sokağına kadar Mountparnasse
Bulvarından gittim. Bir
gömlekçi dükkanının aynası önünde durdum, yüzümü görünce: Bu akşam
tam zamanı, diye
düşündüm.
Bir gaz lambasından pek uzaklaşmadan Odessa Sokağının yukarısında
dikilip bekledim. İki
kadın geçti. Kol kola girmişlerdi:
-Bütün pencereleri halıyla kaplamışlardı, dedi sarışın, bunlar
memleketi temsil eden
soylulardı.
Öteki: -Meteliksizler mi? diye sordu.
-Her gün beş Louis altını getiren bir işi kabul etmek için
meteliksiz olmaya gerek yok.
-Beş altın mı? dedi sarışın, gözleri kamaşarak. Tam yanımdan
geçerken ekledi:
-Hem sonra, atalarının kılıklarına bürünmek
eğlenceli de olmalı diye düşünüyorum.
Uzaklaştılar. Üşümüştüm, ama alabildiğine terliyordum. Bir süre
sonra, üç adamın geldiğini
gördüm, geçip gitmelerine aldırmadım, bana altı tane gerekiyordu.
Solda olan bana baktı ve
dilini şaklattı. Gözlerimi başka yana çevirdim. Saat yediyi beş
geçe birbirine yakın gelen iki
topluluk Edgar-Quinet Bulvarından döküldü kalabalığın içinden. Bir
kadın, bir erkek ve iki
çocuk vardı. Onların ardından üç yaşlı kadın geliyordu. Öne doğru
bir adım attım. Kadının
kızmış bir hali vardı ve küçük oğlanı kolundan tutmuş
tartaklıyordu. Adam tekdüze bir sesle:
-Bok soyu bu yumurcak, dedi.
Kalbim öyle hızlı çarptı ki kollarımda bir ağrı duydum. İlerledim,
önlerinde hareketsiz
dikildim. Parmaklarım cebimde tetiğin çevresinde sırılsıklamdı.
-İzninizle, dedi adam beni itekleyerek.
Dairemin kapısını kapamış olduğum aklıma geldi ve bu duraklattı
beni. Kapıyı açmam için
bana değeri çok olan ufacık bir zaman gerekecekti. Yüz geri
döndüm, makineleşmiş gibi
onların ardından gittim. Ama artık onlara ateş etmek niyetinde
değildim. Bulvarın kalabalığı
içinde kayboldular. Ben duvara dayandım. Saatin sekizi ve dokuzu
vurduğunu duydum. Kendi
kendime Zaten ölmüş olan bu insanları niçin öldürmek gerekiyor?
diye tekrar ediyordum.
İçimden gülmek geliyordu. Bir köpek geldi ayaklarımı kokladı. İri
bir adam yanımdan
geçince irkildim, adımlarımı ona uydurdum. Şapkasıyla pardösüsünün
arasındaki
kırmızımtırak ensesinin kıvrımını görüyordum. Sallana sallana
yürüyordu ve kuvvetle
soluyordu; sağlam bir görünüşü vardı. Tabancamı çıkardım: Parlak
ve soğuktu, beni
tiksindiriyordu, ne yapmam gerektiğini pek iyi hatırlamadım. Bazen
tabancama, bazen da
adamın ensesine bakıyordum.
Ensenin kıvrımı, gülümseyen ve acı duyan bir ağız gibi, bana
gülümsüyordu. Tabancamı bir
pis su ızgarasına atıp atmamayı soruyordum kendi kendime.
Birdenbire herif bana döndü,
kızgın bir tavırla bana baktı. Bir adım geriledim.
-Size... Soracaktım...
Beni dinler gibi gözükmüyordu, ellerime bakıyordu.
Güçlükle sonunu getirdim.
-Gaiete Sokağının nerede olduğunu söyler misiniz bana?
Yüzü iyiydi ve dudakları titriyordu. Bir şey söylemedi, elini
uzattı. Tekrar geriledim.
-İstiyordum ki... dedim.
Aynı anda neredeyse ulumaya başlayacağımı anladım. İstemiyordum
bunu: Karnına üç
kurşun sıktım. Aptalca bir görünüşle yere yıkıldı, dizlerinin
üstüne ve başı sol omzuna düştü.
-Hıyar oğlu hıyar, dedim, hıyar!
Kirişi kırdım. Öksürdüğünü duydum. Bağrışmalar ve ardımda
koşuşmalar da duydum. Biri:
N'oluyor, kavga mı var? diye sordu, sonra hemen arkasından: Katil!
Katil! diye
bağırdılar. Bu bağrışmaların beni ilgilendirdiğini düşünmüyordum.
Ama çocukluğumda
duyduğum itfaiyenin canavar düdükleri gibi uğursuz geliyordu bana.
Uğursuz ve biraz da
gülünç. Bacaklarımın bütün gücüyle koşuyordum.
Yalnızca affedilemeyecek bir yanlış yapmıştım: Edgar-Quinet
Bulvarına doğru Odessa
Sokağından gideceğim yerde, oradan Montpamasse Bulvarına doğru
iniyordum. Farkına
vardığımda çok geçti artık. Kalabalığın tam orta yerindeydim,
şaşkın yüzler bana doğru
dönüyorlardı (Tüylü yeşil bir şapkası olan çok boyalı bir kadının
yüzünü hatırlıyorum),
arkamda katil diye bağıran Odessa Sokağının aptallarının sesini
işitiyordum. Bir el omzuma
dokundu. Sonra kafam bozuldu: Bu kalabalığın içinde boğulup gitmek
istemiyordum: İki el
daha ateş ettim. İnsanlar bağrışmaya başladılar ve kaçıştılar.
Koşarak bir kahveye girdim.
Geçtiğim yerlerde müşteriler ayağa kalktılar, ama beni durdurmaya
yeltenmediler, bir boydan
bir boya kahvenin içinden geçtim, gidip tuvalete kapandım.
Tabancamda bir kurşun vardı
daha.
Bir zaman geçti. Soluk soluğaydım ve tıkanıyordum. Her yerde
müthiş bir sessizlik vardı,
sanki insanlar özellikle bütün bütüne susmuşlardı. Silahımı
gözlerimin hizasına kadar
kaldırdım ve siyah, yuvarlak küçük deliğini gördüm: Kurşun oradan
çıkacaktı, barut yüzümü
yakacaktı. Kolumu bırakıverdim, bekledim. Bir zaman sonra sessiz
adımlarla yaklaştılar.
Yerden ayak seslerine bakılırsa kalabalık olmalıydılar. Biraz
fısıldaştılar, sonra sustular.
Bense hep soluyordum ve solumamı duyduklarını düşünüyordum. Biri
yavaşça yaklaştı,
kapının tokmağını sarstı. Kurşunlarımdan sakınmak için duvara
yaslanmış olmalıydı. Birden
ateş etmek istedim; ama son kurşun benimdi.
Ne bekliyorlar? diye sordum kendi kendime. Kapıya yüklenirlerse ve
hemen kapıyı
kırarlarsa, kendimi öldürecek zamanım olmaz, beni canlı
yakalarlar. Ama acele etmiyorlardı,
bana hep ölecek boş vakit bırakıyorlardı. Aptallar, korkuyorlardı.
Bir süre sonra bir ses yükseldi:
-Haydi açın, size kötülük etmeyeceğiz. Bir sessizlik oldu ve aynı
ses yeniden:
-Kaçamayacağınızı pekala biliyorsunuz, dedi.
Karşılık vermedim, hep soluyordum. Kendime ateş etmek cesaretini
bulmak için: Beni
yakalarlarsa döverler, dişlerimi kırarlar, belki de bir gözümü
patlatırlar, diyordum kendi
kendime. O koca herifin ölüp ölmediğini bilmek isterdim doğrusu.
Belki de onu
yalnızca yaralamıştım... Öteki iki kurşun da belki kimseyi
yaralamamıştı. Bir şeyler
hazırlıyorlardı, yerde ağır bir şey çekiyor gibiydiler? Silahımın
namlusunu hızla ağzıma
soktum, onu kuvvetle ısırdım. Ama tetiği çekemedim, parmağımı
tetiğe bile götüremedim.
Her şey yeniden sessizliğe gömüldü.
Sonra tabancayı yere atıp onlara kapıyı açtım.
|