...................
ÖZEL YAŞAM

Jean Paul Sartre
Çeviri: Eray Canberk
Can Yayınları. Hayriye Caddesi No. 2, 80060 Galatasaray, İstanbul
Telefon: 252 56 75 -252 59 88 -252 59 89 Fax: 252 72 33

                         
...................
...................

Lulu çıplak yatıyordu, çünkü örtülerin tenine değmesinden hoşlanıyordu. Ayrıca, çamaşır yıkatmak pahalıya mal oluyordu. Başlangıçta Henri buna karşı çıkmıştı: İnsan yatakta çırılçıplak yatmamalı, böyle şey olmaz, bu pisliktir, diye. Ama daha sonra o da karısına uymuştu, bu da boşvericiliğinden ileri geliyordu.  Herkesin içinde kazık gibi sert olurdu, yaratılışı gereği, (İsviçrelilere, özellikle de Cenevrelilere bayılıyordu. Onlarda bir hava buluyordu. Çünkü tahta gibiydiler) ama kendini küçük şeylerle de yormuyordu; sözgelişi pek temiz değildi, donunu oldukça seyrek değiştirirdi.

Lulu donları kirliye atarken bacak aralarının sürtünmeden sarardığını hemen fark ederdi. Lulu'nun kişisel olarak pislikten iğrendiği yoktu: Bu çok mahrem bir şeydir, yumuşak gölgeler bırakır. Sözgelişi dirseklerin bıraktığı çukurlar. Şu İngilizleri hiç sevmiyordu. Hiçbir şey kokmayan bu kişiliksiz bedenleri sevmiyordu. Ama kocasının boşvericiliğinden tiksiniyordu. Çünkü bütün bunlar kendini dara sokmamak için yapılan kaçamaklardı. Sabah
kalktığında kendine karşı pek yumuşaktı; kafası hayallerle doluydu ve günışığı, soğuk su, fırçaların uzun ve sert kılları şiddet dolu haksızlıklar gibi geliyordu Henri'ye.

Lulu sırtüstü yatmış, sol ayağının başparmağını çarşafın yırtığına sokmuştu. Bu bir yırtık değildi, söküktü. Bu Lulu'nun canını sıkıyordu; burayı yarı dikmem gerekiyor. Ama ipliklerin kopuşunu duymak için yine de biraz çekip gerdi çarşafı. Henri daha uyumamıştı, ama artık rahatsız etmiyordu. Gözlerini kapattıktan sonra çok ince ve çok dayanıklı bağlarla sarılıp
bağlandığını hissettiğini, küçük parmağını bile oynatamayacağını Lulu'ya her zaman söylemiştir. Bir örümcek ağına takılmış iri bir sinek gibi. Lulu bu ele geçirilmiş koca bedeni kendi yanında hissetmekten hoşlanıyordu. Böyle inmeli gibi kala kalsa ona bakacak olan bendim; çocuk gibi temizleyip paklardım, bazen onu yüzükoyun yatırıp kıçına kıçına vururdum, günün birinde annesi Henri'yi görmeye gelince bir bahane bulup üstünü örten
örtüleri açıverirdim, annesi de onu çırılçıplak görüverirdi. Kadının kaskatı kesileceğini, oğlunu on beş yıldır böyle çırılçıplak görmediğini düşünüyordum. Lulu elini kocasının kalçası üstünde hafifçe gezdirdi ve kasığına küçük bir çimdik attı.

Henri mırıldandı, ama kımıldamadı. İktidarsızlığa düşmüştü. Lulu güldü: iktidarsızlık sözü onu her zaman güldürürdü. Yanında böyle kötürüm gibi yatarken ve Henri'yi hala sevip okşadığı zaman, onu, küçükken Gulliver'in serüvenlerini okuduğu kitaplarda gördüğü resimlerdeki küçük adamlar tarafından sabırla sarılıp sarmalanmış olarak hayal etmekten hoşlanıyordu. Henri'ye çoklukla Gulliver diyordu. Henri de bundan hoşlanıyordu; çünkü bu
bir İngiliz adıydı ve Lulu eğitim görmüş biri havasına giriyordu; ama Lulu'nün aslına uygun söylemesini yeğ tutardı. Canımı sıkmayı becerdiler: eğitilmiş biriyle evlenmek isterse Jeanne Beder'le evlenmeliydi; av borusu gibi göğüsleri vardır, ama beş dil bilir. Pazar günü Sceau'lara gidildiği zaman ailenin arasında öyle canım sıkılırdı ki ne olursa olsun elime bir kitap alırdım. Muhakkak ne okuduğumu gözetleyen biri çıkardı ve küçük kız kardeşi gelir
sorardı: Anlıyor musunuz, Lucie? Henri'nin beni iyi yetişmiş bulmadığı meydanda.

İsviçreliler, evet, onlar seçkin insanlar, çünkü büyük kız kardeşi ona beş çocuk doğurtan bir İsviçreliyle evlendi ve İsviçreliler onu dağlarıyla etkilediler. Ben çocuk doğuramıyorum, beden yapısıyla ilgili bir şey, ama onun yaptığı şeyin seçkin bir şey olduğunu da hiç düşünmedim; benimle çıktığı zaman genel tuvaletlere gider durmadan, onu beklerken dükkanların vitrinlerini seyretmek zorunda kalırım; durumum ne oluyor benim? Sonra pantolonunu çekiştirerek ve bacaklarını yaşlı bir adam gibi çarpık çarpık kullanarak dışarı
çıkar.

Lulu çarşafın yırtığından parmağını çekti, bu tutsak ve gevşek et yığınının yanında kendi varlığını daha canlı duymak zevkine varmak için ayaklarını biraz oynattı. Bir gurultu duydu: Şarkı söyleyen bir karın, canımı sıkar bu, benim karnım mı onun karnı mı guruldayan, bunu bilemem. Gözlerini kapadı: Yumuşak borular yığını içinde dolaşan sıvıydı bu, böyle şeyler herkeste olabilir, Rirette'de de, bende de (bunu düşünmek istemiyorum, karnıma ağrılar giriyor). Beni seviyor, barsaklarımı sevmiyor, bir cam kavanoz içinde ona apandisitimi gösterseler tanımazdı, her zaman beni mıncıklar durur, ama cam kavanozu eline verseler, hiçbir şey hissetmez, içindeki onunla ilgili bir şeydir diye düşünmez; insanın birini her şeyiyle, yemek borusuyla, karaciğeriyle, barsaklarıyla sevebilmesi gerekir. Belki de insan onları alışmadığından sevmiyor; onları da ellerimiz ve kollarımız gibi görseydik belki de severdik. Öyleyse deniz yıldızlarının bizden daha iyi sevişmesi gerekir; hava güneşli olunca kumsala yayılırlar, hava aldırmak için midelerini dışarı çıkartırlar ve herkes onları görebilir.

Kendi kendime soruyorum, biz midemizi nereden dışarı çıkaracağız, göbeğimizden mi yoksa? Gözlerini yummuştu ve mavi daireler dönmeye başladılar, dün, fuarda olduğu gibi; lastik oklarla dairelere atış yapıyordum, okum daireye her vuruşunda yanan harfler vardı, harfler bir kentin adını oluşturuyorlardı; gelip bana arkamdan abanma tutkusu yüzünden Dijon
sözcüğünü yazmama engel oldu. Birinin gelip arkamdan bana dokunmasından hoşlanmam.

Sırtım olmasın isterdim; ben onları görmediğim zaman insanların bana bir şeyler yapmalarından hoşlanmıyorum, bununla yetinebilirler ve sonra elleri görülmez, aşağıya indikleri ya da çıktıkları hissedilir, ellerinin nereye doğru gittikleri önceden kestirilemez, gözlerini dikip size bakarlar, siz onları görmezsiniz, Henri buna bayılır, bunu hiç düşünmemiş olmalıdır, ama o benim arkama geçmekten başka bir şey düşünmez ve yalnızca kıçıma
dokunmak için yaratıldığından eminim, çünkü bir kıçım olduğu için utançtan geberdiğimi biliyor, benim utanmam onu kışkırtıyor, ama onu düşünmek istemiyorum (korktu), Rirette'i düşünmek istiyorum. Tam Henri'nin inleyip horuldamaya başladığı sıralarda, her gece aynı saatte Rirette'i düşünüyor. Ama bir direnme vardı ortada, öteki kendini göstermek istiyordu, bir anda kara kıvırcık saçları gördü, orada olduğunu sandı ve titredi, çünkü insan ne
olacağını bilemezdi, yalnızca bir surat olsa neyse, geçer gider, ama yüzeye çıkan pis anılar yüzünden gözünü kırpmadan geçirdiği geceler vardı. Bir erkeği bütünüyle tanımak berbat bir şeydi, özellikle böylesini. Henri, aynı şey değil o, tepeden tırnağa gözümde canlandırabilirim onu, bu beni gevşetir, çünkü o yumuşacıktır, yalnızca karın tarafları pembe olan boz renkli bir
et yığınıdır, iyi yapılı bir erkeğin karnı oturduğu zaman üç kıvrım yapar der, ama onunki altı kıvrım yapar, yalnızca onları ikişer ikişer sayar, ötekileri görmezlikten gelir.

Rirette'i düşünürken yüzünü buruşturdu. Lulu, sen güzel bir erkek bedeninin ne olduğunu bilmezsin. Gülünç, pekala da bilirim ne olduğunu, kaslı ve taş gibi katı bir beden demek istiyor, hoşlanmam böylesinden, Patterson böyleydi, bana sarıldığı zaman bir tırtıl gibi yumuşacıkmışım sanırdım kendimi, Henri bir rahibe benzediği için, yumuşak olduğu için onunla evlendim. Rahipler uzun giysileriyle hanım hanımcık gibidirler zaten, kadın çorabı bile giyerlermiş gibi gelir insana. On beş yaşındayken yavaşça entarilerini kaldırmak, erkek dizlerini ve uzun donlarını görmek isterdim. Bacaklarının arasında bir şeyler olacağı tuhaf gelirdi bana; bir elimle entarilerini tutmalı, öteki elimi de ayak bileklerinden ta yukarılara, düşündüğüm yere kadar çıkarmalıydım; kadınları o denli sevmediğimden değil, ama bir erkek organı, bir giysi altındayken, yumuşacıktır, iri bir çiçek gibidir. Ama gerçekte hiçbir zaman bu biçimde ele gelmez, böylesi yalnız dingin kalınca olur, ama bir hayvan gibi kıpırdar, sertleşir, bu beni ürkütür, sertleşmesi, dimdik havaya kalkması, hoyratça bir şey; pis olan bu aşk. Bense Henri'yi seviyordum, çünkü, küçük zımbırtısı hiç sertleşmiyordu, başını hiç kaldırmıyordu, gülüyordum, bazen onu öpüyordum, artık bir
çocuğunki kadar korku vermiyordu bana; akşam, küçük yumuşak şeyini parmaklarımın arasına alıyordum, Henri kızarıyor, içini çekerek başını öte yana çeviriyordu, ama o şey kıpırdamıyordu, uslu uslu duruyordu elimde, sıkmıyordum, uzun süre böyle kalıyorduk ve Henri uyuyordu. O zaman sırtüstü uzanıyor, papazları, saf şeyleri, kadınları düşünüyor, önce
güzelim düz karnımı okşuyor, ellerimi aşağı indiriyor, indiriyordum ve işte zevk buradaydı; ancak kendi kendime vermesini bilebildiğim zevk.

Kıvırcık saçlar, Zenci saçları. Ve sıkıntı bir yumak gibi boğazda. Ama gözkapaklarını kuvvetle sıktı, sonunda Rirette'in kulağı çıktı ortaya. Nöbet şekerini andıran yaldızlı ve kırmızımsı küçük bir kulak. Bunu gören Lulu her zamankinden fazlaca hoşlanmadı, çünkü aynı zamanda Rirette'in sesini de duyuyordu.

Bu ses Lulu'nün sevmediği iğneli, keskin bir sesti: Pierre'le birlikte gitmelisiniz, Lulu'cüğüm, yapılacak tek akıllıca şey bu. Rirette'e karşı fazlasıyla yakınlık duyarım, ama kendini önemseyince, söyledikleriyle kendini bir şey sanınca biraz canımı sıkıyor.

Geçen gün, Coupole'de, Rirette akıllı görünen bir havayla, sertçe öne doğru eğilip: Henri'yle birlikte kalamazsınız, artık onu sevmediğinize göre bu bir suç olur, demişti. Henri hakkında kötü konuşmak için fırsatları kaçırmaz, ben bu davranışını nazik bulmuyorum, Henri ona hep açık davranır, Henri'yi artık sevmiyorum, olabilir, ama bunu söylemek Rirette'e düşmez. Kendi açısından her şey yalın ve kolay görülür: Sevilir ya da sevilmez, ama ben, o
kadar basit değilim. Burada önce benim alışkanlıklarım gelir, sonra Henri'yi pekala seviyorum, benim kocam. Rirette'i dövmek isterdim, şişman bir kadın olduğu için hep canını acıtmaya niyetlendim. Bu bir suç olurdu. Kolunu kaldırdı. Koltuk altını gördüm, çıplak kolla dolaşmasını her zaman yeğlerim. Koltuk altı. Sanki bir ağız gibi koltuk altı aralandı ve Lulu, saça benzeyen kıvırcık tüyler altında, biraz kırışık, morumsu bir et gördü. Pierre,
Rirette'e tombul Minerve der, o böyle şeyleri sevmez. Lulu, sırtında kombinezonla dolaşırken, küçük kardeşi Robert'in kendisine söylediklerini düşünerek güldü: Senin niçin kollarının altında saç var? Karşılık vermişti: Bu bir hastalıktır. Küçük kardeşinin önünde giyinmekten çok hoşlanıyordu, çünkü her zaman tuhaf şeyler düşünürdü, insan kendi kendine bunları nereden bulur diye sorardı. Ve çocuk, Lulu'nün her şeyine elini sürerdi,
özenle entarilerini katlardı, eli yatkındı, gelecekte büyük bir kadın terzisi olacak. Terzilik güzel bir meslek ve ben onun için kumaşlara desen çizeceğim. Bir erkek çocuğun ileride kadın terzisi olmayı düşünmesi ilginç bir durum. Erkek çocuk olsaydım ya araştırıcı ya da oyuncu olmak isterdim gibime geliyor, kadın terzisi değil ama. Robert her zaman hayal kurar,
yeterince konuşmaz, düşüncelerini uygular; bense varlıklı evlerden onun için yardım toplayan bir rahibe olmak isterdim. Gözlerimin yumuşak etten yapılmış gibi yumuşacık olduğunu hissediyorum, neredeyse uyuyacağım. Rahibe başlığı altında solgun güzel yüzüm, kibar bir tavrım olacaktı. Yüzlerce karanlık sofa görecektim. Ama hizmetçi kız hemen ışığı yakacaktı, o zaman aile resimleri, konsollar üstünde bronz sanat yapıtları gözüme çarpacaktı. Ve giysi askıları.

Evin hanımı küçük bir karne ve 50 franklık bir pusulayla geliyor. Buyurun, rahibe hanım. -Teşekkür ederim hanımefendi, Tanrı sizi esirgesin. Yine görüşürüz. Ama ben gerçek bir rahibe olmayacaktım. Bazı kez otobüste adamın birine göz kırpacaktım, adam önce şaşıp kalacaktı, sonra bana birtakım yalanlar anlatarak peşime düşecekti ve sonra onu polise verip
deliğe tıktıracaktım. Toplanan yardım paralarını kendime ayıracaktım. Ne alırdım kendime?

PANZEHİR. Yok canım. Gözlerim kayıyor, hoşuma gidiyor bu; insan onların suya battığını söyleyebilir, tüm bedenim rahat. Yeşil güzel taç, zümrütlerle ve lacivert taşlarla süslü. Taç döndü döndü ve korkunç bir inek başı oldu, ama Lulu korkmadı: Amanın. Cantal'ın kuşları. Kal. Uzun kırmızı bir ırmak kurak kırlar boyunca uzanıp gidiyordu. Lulu kıyma makinesini ve sonra briyantini düşünüyordu.

Bu bir suç olurdu! Sıçradı ve bakışları sert, gecesinin içinde dimdik oturdu. Bana işkence ediyorlar, bunun farkına varmayacaklar mı? Rirette'in iyi niyetle böyle yaptığını çok iyi biliyorum, ama ötekilere göre çok daha aklı başında biri olarak, düşünmem gerektiğini de anlamalıydı. Pierre bana Geleceksin! dedi, gözlerini ağartarak. Benim evimde benim olacaksın. Benim olmanı istiyorum. Gözleriyle beni etkilemek istediği zaman ondan
korkuyorum; kolumu sıkıyordu. Bu gözlerle onu görünce göğsündeki kılları düşünürüm. Geleceksin, benim olmanı istiyorum; insan nasıl söyler böyle şeyleri? Ben bir köpek değilim.

Oturduğum zaman, ona gülümsedim, onun için pudramı değiştirmiştim. Böylesini seviyor diye gözlerimi boyamıştım, ama o hiçbir şeyi görmedi, yüzüme bakmaz ki, memelerime bakıyordu, memelerim göğsümün üstünde kuruyup kalsınlar isterdim, onu aptallaştırmak için. Yine de memelerim iri değillerdir, küçücüktürler.

Nice'deki villama geleceksin. Beyaz boyalı olduğunu, mermer merdivenleri bulunduğunu, denize baktığını ve bütün gün çırılçıplak yaşayacağımızı söyledi. Bir merdiveni çıplakken çıkmak acayip olsa gerek, bana bakmasın diye onu benim önümden çıkmak zorunda bırakacağım. Yoksa ayağımı bile kıpırdatamam, içimden kör olmasını dileyerek kaskatı dururum. Zaten benim için bu hiçbir şeyi değiştirmeyecek; o orada oldukça hep çıplakmışım gibime gelir.

Beni kollarının arasına aldı, şeytanca bir hali vardı. Sen benim derimin altındasın, dedi bana; ben korktum. Evet, dedim. Sana mutluluk vermek istiyorum, otomobille, vapurla gezintiye çıkacağız, İtalya'ya gideceğiz; ne istersen alacağım sana. Ama villasında neredeyse hiç eşya yok ve biz bir örtünün üstünde yerde yatacağız. Kollarının arasında uyumamı istiyor;
kokusunu duyacağım; göğsünü severim, geniş ve yanıktır çünkü, ama yukarılarında bir kıl yığını var. Erkekler kılsız olsun isterim. Onunkiler kara ve yosun gibi yumuşaktır. Çok kereler okşuyorum, çok kereler ürküyorum, gidebildiğim kadar uzağa gidiyorum, ama o beni kendine çekiyor.

Kollarında uyuyayım isteyecek, beni kollarında sıkmak isteyecek, kokusunu duyacağım ve karanlık basınca denizin gürültüsünü işiteceğiz; canı bir şey yapmak istiyorsa beni gece yarısı uyandırabilecek. Ancak aybaşı olduğum zamanlar rahat edeceğim, onun dışında sakin sakin uyuyamayacağım. Çünkü beni huzura kavuşturan tek şey o işi yapmak ve yine de kanamalı kadınlarla o şeyi yapan erkekler var gibi geliyor bana ve sonra karınlarının üstünde kanlar, kendilerinin olmayan kanlar, örtülerin üstünde her yerde kan, iğrenç bir şey; Neden bedenlerimiz var?

Lulu gözlerini açtı, perdeler sokaktan gelen bir ışıkla kırmızı renk almıştı, aynada da kırmızı bir yansıma vardı; Lulu bu kırmızı ışığı seviyordu. Çin işi gölge oyununu andıran bir koltuk vardı pencerenin önünde. Henri pantolonunu koymuştu üstüne, askıları boşlukta sarkıyordu. Ona bir askı lastiği almam gerekiyor. Oh! istemiyorum, gitmek istemiyorum. Bütün gün beni öpecek ve onun olacağım, ona zevk vereceğim, bana bakacak ve aklından geçirecek: Bu benim zevkim, orasına burasına dokundum ve canımın istediği zaman yeniden başlayabilirim. Port-Royal'de, Lulu örtüleri ayaklarıyla tekmeledi. Port-Royal'de olup bitenleri anımsadıkça Pierre'den tiksiniyordu. Çitin arkasındaydı. Pierre'in otomobilde olduğunu, haritayı incelediğini sanıyordu ve birden onu gördü, sinsi sinsi arkasına gelmişti,
ona bakıyordu. Lulu Henri'ye bir tekme attı, uyansın diye. Ama Henri homurdandı, uyanmadı. Genç güzel bir erkek tanımak isterdim, bir kız gibi saf; birbirimize dokunmazdık, deniz kıyısında gezerdik, el ele tutuşurduk, geceleri birbirine benzeyen iki ayrı yatakta yatardık, kardeş kardeş, sabaha kadar konuşurduk.

Ya da Rirette'le yaşamak isterdim, kadınlar kendi aralarında ne kadar sevimli oluyorlar. Yağlı ve parlak omuzları var Rirette'in. Fresnel'i sevdiği zaman iyiden iyiye bozulmuştum.

Ama asıl beni altüst eden Fresnel'in onu okşadığını düşünmekti, ellerini omuzlarında ve kalçalarında gezdirdiğini ve Rirette'in iç geçirdiğini düşünmekti. Bir erkeğin altına, çırılçıplak, böyle uzandığı zaman acaba yüzü nasıl olur ve etinde dolaşan ellerden ne hisseder, kendi kendime bunu soruyorum.

Yeryüzünün bütün altınlarını verseler ona dokunmazdım. Çok istese, bana çok istiyorum dese bile yine de ne yapacağımı bilemezdim, ama görünmez adam olsaydım, ona o işi yaparlarken orada olmak, yüzünü seyretmek isterdim (yine de Minerva gibi görünmesi beni şaşırtırdı) ve açıkta kalmış dizlerini okşamak, pembe dizlerini okşamak, inleyişini duymak isterdim. Lulu, boğazı kurumuş, kesik kesik güldü: Gelir aklına insanın bazı böyle düşünceler. Bir keresinde, Pierre, Rirette'in ırzına geçmek istese diye bir şey uydurmuştu. Ve ben ona yardım ediyordum. Rirette'i kollarımın arasında tutuyordum. Dün. Yanakları ateşliydi, divanın üstünde karşılıklı oturmuştuk, bacaklarını yan yana bitiştirmişti, ama hiçbir şey söylememiştik, hiçbir şey de söylemeyeceğiz. Henri horlamaya başladı ve Lulu ıslık çaldı.
Ben buradayım, uyuyamıyorum, sinirleniyorum ve o orada horlayıp uyuyor, aptal. Beni kollarının arasına alsaydı, bana yalvarsaydı, Sen benim için yaratılmışsın, Lulu, seni seviyorum, gitme, deseydi, bu dileğini yapardım, kalırdım, evet onunla kalırdım, bütün yaşamım boyunca, onu hoşnut etmek için.

Rirette, Döme Kahvesi'nin taraçasına oturdu, porto şarabı söyledi. Yorgunluk duyuyordu, Lulu'ya kızmıştı. ...ve portolarında mantar tadı var, Lulu alay eder, çünkü o kahve içer, ama insan aperitif alınacak saatte de kahve içemez ya. Burada bütün gün ya kahve içerler ya da kafe-krem, çünkü meteliksizdirler, bu durum onları sinirlendirse gerek, ben yapamazdım,
bütün dükkandakileri müşterilerin yüzüne fırlatırdım, bunlar olmasa da olur türden adamlar.

Niçin benimle hep Montparnasse'da buluşmak ister, anlamıyorum, ya Cafe de la Paix'de ya da Pam-Pam'da benimle buluşsa hem onun için yakın olurdu hem de ben işimden çok uzaklaşmamış olurdum. Hep bu suratları görmek bana hüzün verir de diyemeyeceğim, bir dakikam boş olsun da ben buraya geleyim, yine de taraçaya belki gelinebilir, ama içerisi kirli çamaşır kokuyor, ben başıbozuklardan hoşlanmam. Üstelik taraça bile benim yerim
değilmiş gibime geliyor, çünkü üstüme başıma biraz özenirim; tıraş bile olmayan erkeklerle neye benzedikleri belli olmayan kadınlar arasında beni görmeleri, sokaktan geçenleri şaşırtıyor olmalı. Kendi kendilerine: Ne işi var onun orada? derler kesinlikle. Yazın arada bir oldukça paralı Amerikalı kadınların geldiğini biliyorum, ama şimdi bizim hükümetin tutumu yüzünden İngiltere'de takılıp kalıyorlar gibi gözüküyor, öteberi ticareti bundan iyi gitmiyor, geçen yıl bu sıralarda yaptığım satışın yarısından daha az satış yaptım, ötekiler ne yapar acaba, madem ki en iyi tezgahlar benim, Bayan Dubech söyledi bunu bana, küçük Yonel'e acıyorum, satış yapmasını bilmiyor, ücretinden bir metelik fazla alamadı bu ay. İnsan bütün gün ayaküstü durunca şöyle güzel bir yere gidip rahatlamak ister, lüks ister biraz, biraz sanat kokan bir şeyler ister, yanında adama benzer biriyle, şöyle kendinden geçmek ister, kendini şöyle bir salıvermek ister ve sonra hafiften bir müzik olmalı, arada sırada, Ambassadeurs dansingine gitmek pek o kadar pahalıya oturmazdı. Ama buranın garsonları pek saygısız, bana
hizmet eden küçük kumraldan başka hepsi halk tabakasıyla haşır neşir; o naziktir.

Lulu çevresinde şu herifleri görmekten hoşlanır sanırım; biraz süslü bir yere gitmek onu korkutuyordu, gerçekte kendine güveni yoktur, yol yordam bilen bir adamın yanında utanır. Louis'yi sevmiyordu. Burada kendini rahat hissedeceğini düşünürüm pekala, bazılarının yakalığı bile yok, yoksul görünüşleri ve pipoları var, ya üstünüze dikilen gözleri, gizlemeye bile yeltenmiyorlar, kadınlara bir şey ısmarlayacak paraları olmadığı ortada, gel gelelim çevrede eksik olan bir şey değil kadın; can sıkıcı olan da bu. Size sanki yiyiverecekmiş gibi bakarlar, size karşı istekli olduklarını bile birazcık incelikle söyleyemezler, işi sizin hoşunuza gidecek bir yola sokamazlar.

Garson yaklaşıyor:

-Şarabınız sek mi olsun matmazel?

-Evet, teşekkür ederim. Sevimli bir tavırla ekliyor:

-Ne güzel hava!

-Erken sayılmaz, diyor Rirette.

-Doğru, kış hiç bitmeyecek gibi gelmişti.

Garson çekip gitti. Rirette gözleriyle adamı izledi. Seviyorum bu çocuğu, diye düşündü. Yerini doldurmasını biliyor, içli dışlı değil, ama bana söyleyecek bir söz buluyor, özel küçük bir ilgi. Zayıf ve kambur bir genç adam durmadan ona bakıyordu; Rirette omuz silkip arkasını döndü. Kadınlara göz eden bir adamın hiç olmazsa çamaşırları temiz olmalı. Böyle
karşılık veririm ona eğer bana söz atarsa. Lulu neden gitmiyor diye soruyorum kendi kendime. Henri'ye eziyet etmek istemiyor, çok hoş buluyorum bunu: Bir kadının kendi yaşayışını bir iktidarsız için berbat etmeye hakkı yoktur. Rirette iktidarsızlardan iğreniyordu, bu insanın yapısından gelen bir şeydi. Lulu gitmeli, diye karar verdi. Söz konusu olan onun mutluluğu; mutluluğuyla oynanamayacağını söyleyeceğim. Lulu, mutluluğunuzla oynamaya hakkınız yok. Bundan başka tek sözcük söylemeyeceğim, bu kadar; yüz kez söyledim ona, kendisi istemedi mi insanoğlu zorla mutlu edilemez ki. Rirette kafasında büyük bir boşluk duydu, çünkü çok yorulmuştu, şaraba bakıyordu, sıvı bir karamela gibi bardağa yapışmıştı ve içinde bir ses tekrarlayıp duruyordu: Mutluluk, mutluluk. İnsanı
duygulandıran, ciddi bir sözcüktü bu. Paris-Soir gazetesinin yarışmasında kendisine sormuş olsalar, bu sözcüğün Fransız dilinin en güzel sözcüğü olduğunu söyleyeceğini düşünüyordu.

Bunu düşünen biri var mı acaba? Çaba dediler, yüreklilik dediler, ama bunları söyleyenler erkekler, bir kadın olmalıydı, böyle şeyleri bulabilenler kadınlardır, ortaya iki ödül konması gerekirdi, biri erkekler için ve en güzel adı onur olmalıydı, biri de kadınlar için, mutluluk diyerek ben kazanmış olurdum. Onur ve mutluluk, uyumlu, ne hoş. Ona Lulu, mutluluğunuzu elden kaçırmaya hakkınız yok, mutluluğunuz, Lulu, mutluluğunuz, diyeceğim. Kişisel olarak ben Pierre'i iyi buluyorum, önce gerçekten erkek adam, sonra akıllı, şımarmıyor, parası var, onun üstüne titreyecek. Yaşamanın ufak tefek güçlüklerini ortadan kaldırmayı beceren adamlardan, bu da bir kadın için hoş bir şey, buyurup yönetmesini bilen adama bayılırım, bu bir ayrıntı, ama konuşmasını da bilir, garsonlarla, otel katipleriyle.

Herkes ona boyun eğer, ben böylesine adam derim. Belki de Henri'de eksik olan bu. Sonra sağlık konuları var, babasıyla birlikte çok dikkat etmesi gerekirdi, ince ve narin olmak hoş, ne acıkmak ne de uyumak, o da iyi; gecede dört saat uyumak ve kumaş işlerini düzene sokmak için bütün gün Paris'te dolaşmak o da iyi, ama düşüncesizlik bu, akla yatkın bir beslenme
düzeni izlemek zorunda olmalı, aynı zamanda az yemek, ben de çok istiyorum, ama sık sık ve belli saatlerde. On yıllığına bir sanatoryuma gönderildiği zaman hali bitik olacak.

Göstergeleri on bir yirmiyi gösteren Montparnasse Kavşağının saatine şaşkın bir tavırla göz attı. Lulu'yu anlamıyorum, acayip bir huyu var, erkekleri seviyor mu, onlardan iğreniyor mu hiç anlayamadım. Gelgelelim Pierre'den hoşnut olmalı, bu yüzden, benim Rebut (döküntü) dediğim, Rabut denen adamı bir kenara bırakıyor. Bu an ona eğlenceli geldi, ama gülümsemekten vazgeçti, çünkü zayıf genç adam durmadan ona bakıyordu, başını çevirince
onun bakışıyla karşılaşmıştı. Rabut'nün kara noktalarla dolu bir suratı vardı ve Lulu tırnakları arasında deriyi sıkarak onları pırtlatmaktan hoşlanıyordu:

Tiksindirici bir şey bu, ama onun hatası değil, Lulu güzel bir erkeğin ne olduğunu bilmiyor, ben şık erkeklere bayılıyorum, önce güzel erkek giysileri, gömlekleri, ayakkabıları, yanar döner güzel boyunbağları ne hoştur; biraz kabadır istenirse, ama istenilince de ne kadar yumuşaktırlar, kuvvetli, tatlı bir kuvvet, üstlerine sinen İngiliz tütünü ve kolonya kokusu ve güzelce tıraş oldukları zaman derilerinin görünüşü kadın teni gibi değil, Cordoba derisi sanki, kuvvetli kolları bedeninizi sarar, başınızı göğüslerine yaslarlar, bakımlı erkek kokuları kuvvetle hissedilir, size tatlı sözler fısıldarlar; güzel giysileri vardır, öküz derisinden yapılma sert ayakkabıları, size fısıldarlar: Güzelim, tatlım, ve elinizin ayağınızın kesildiğini hissedersiniz. Rirette geçen yıl onu bırakıp giden Louis'yi düşündü ve yüreği daraldı: Sevilen bir adam ve bir yığın ufak tefeği olan bir adam, bir şövalye yüzük, bir altından sigara tabakası,
küçük tutkuları... Yalnızca bunlar, bazı kez kaba adamlar olurlar, kadınlardan beter.

En iyisi kırk yaşında bir erkek olmalı, arkaya taranmış ve şakaklarında kırlaşmaya başlamış saçlarıyla henüz kendine özen gösteren biri, çok kuru, geniş omuzlarıyla, çok çevik, ama hayatı tanıyan bilen biri, acı çekmiş olduğu için babacan biri. Lulu bir yumurcaktan başka bir şey değil, benim gibi bir dostu olduğu için de talihli, çünkü Pierre ondan bıkmaya başladı, ona hep sabretmesini söyleyen benim gibi biri yerine bu durumdan yararlanmaya kalkanlar var ve ben bana biraz yakın davranınca bunu görmezden gelirim de her zaman onu övecek bir iki güzel söz bulurum, ama o eline geçirdiği talihe layık bir kadın değil, kendine güveni yok, Louis gittiğinden beri benim yalnız yaşadığım gibi yalnız yaşasın da göreyim, akşamları odasına yalnız dönmek, bütün gün çalışıp da odayı bomboş bulmak ve başını bir omuza
dayamak dileğiyle ölmek neymiş görürdü. Ertesi sabah kalkmak ve işe gitmek cesaretini nereden bulur insan, çekici ve neşeli olmak, böyle yaşamaktansa ölmeyi yeğleyenlere nasıl cesaret verir insan.

Saat on bir otuzu çaldı. Rirette mutluluğu düşünüyordu, mavi kuşu, mutluluk kuşunu, aşkın başkaldıran kuşunu düşünüyordu. Kendine geldi: Lulu otuz dakika geç kaldı, olabilir. Kocasından hiç ayrılamayacak, bunun için yeteri kadar güçlü değil. Aslında Henri ile yaşamasının nedeni saygı görmek: Ona Madam, deniyor, ama bir yandan da Henri'yi aldatıyor, bunu önemsemiyor. Onun için kötü sözler söylüyor, ama onun dün söylediklerini söyleyince de kıpkırmızı kesilip güceniyor. Ben elimden geleni yaptım, ona söyleyeceğimi
söyledim, yazık eder kendine.

Dome'un önünde bir taksi durdu ve Lulu indi içinden. Koca bir valiz taşıyordu ve yüz ifadesi kasıntılıydı biraz.

-Henri'den ayrıldım, bıraktım onu, diye bağırdı uzaktan.

Valizin ağırlığıyla biraz yamulmuş yaklaştı. Gülümsüyordu.

-Nasıl, Lulu, dedi Rirette şaşkın. Ne diyorsunuz?..

-Evet, dedi Lulu. Bitti, bırakıverdim.

Rirette henüz inanamıyordu.

-Biliyor mu? Kendisine söyledin mi?

Lulu'nün gözlerinde bir fırtına dolaştı:

-Elbette! dedi.

-Çok iyi Lulu'cüğüm!

Rirette ne düşüneceğini bilemiyordu, ama Lulu'nün de yüreklendirilmeye ihtiyacı vardı.

-Ne kadar iyi, ne kadar da cesaretliymişsiniz, dedi. Sözlerine eklemeye niyetlendi:

Görüyorsunuz ya pek de zor değilmiş. Ama kendini tuttu. Lulu hayranlıkla izleniyordu: Yanakları kırmızı, gözleri alevliydi. Oturdu, valizini yanına koydu. Üstünde kül renkli bir mantoyla deri bir kemer, yuvarlak yakalı açık sarı bir kazak vardı. Başı açıktı. Rirette Lulu'nün böyle başı açık gezmesini sevmiyordu: Lulu'nün içine düştüğü kınama ve alay dolu o garip karmaşık tavrı kavramakla gecikmedi. Lulu onda hep bu etkiyi yaratıyordu. Lulu'da
sevdiğim şey, diye karara vardı Rirette, onun canlılığı.

-Şip şak, dedi Lulu. Ona istim üstünde olduğumu söyledim. Şafak attı.

-Kendimi toplayamadım, dedi Rirette. Peki, kim kışkırttı sizi Lulu'cüğüm? Aslan kesildiniz. Dün akşam kellemi keserim, onu bırakmaya niyetiniz yoktu.

-Ne olduysa küçük erkek kardeşimin yüzünden oldu. Bana babalansın, ne yaparsa yapsın, tamam, ama aileme dokununca dayanamıyorum.

-Peki nasıl oldu bunlar?

-Garson nerede? dedi Lulu iskemlede oynayarak:

Döme'un garsonları, çağrıldıkları zaman ortadan kaybolurlar. Bize hizmet eden şu küçük sarışın mı?

-Evet, dedi Rirette. Onunla aram iyi, bilmez misiniz?

-Ya? Peki öyleyse lavabodaki kadına göz kulak olun, onunla, pek sıkı fıkı. Yaltaklanıyor ona, ama bazen, tuvalete giren kadınları gözlemek için, kadınları utandırmak için, çıkarlarken onların gözlerinin içine bakıyor. Sizi bir dakika yalnız bıraksam. İnip Pierre'e telefon etmeliyim. Takaza eder sonra! Garsonu görürseniz bana bir kafe-krem söyleyin, yalnızca bir dakika ve sonra her şeyi anlatacağım size.

Ayağa kalktı, birkaç adım yürüdü ve Rirette'e doğru döndü.

-Çok mutluyum Rirette'ciğim.

-Sevgili Lulu, dedi Rirette, ellerini tutarak.

Lulu kurtuldu, taraçayı uçarak geçti. Rirette onun uzaklaşmasını seyretti. Böyle bir şey yapabileceğine hiç mi hiç inanmazdım. Ne kadar neşeli, diye düşündü. Biraz başına buyruk gibi, kocasını başından atmayı da böylece başardı. Beni dinlemiş olsaydı, çoktan her şey olup bitmişti. Ne olursa olsun benim yüzümden oldu. Sözün kısası çok etkiledim onu. Lulu bir süre sonra geldi.

-Pierre apıştı kaldı, dedi. İşin. ayrıntılarını öğrenmek istiyor. Az sonra anlatacağım ona. Yemeği birlikte yiyeceğiz. Yarın akşam gidebileceğimizi söylüyor.

-Bilsen ne kadar mutluyum Lulu, dedi Rirette. Çabuk anlatın bana. Bu gece mi karar verdiniz buna?

-Bilirsiniz, hiçbir şeye karar vermedim, dedi Lulu alçakgönüllülükle. Ne olduysa kendi kendine oldu.

Sinirli sinirli vurdu masaya:

-Garson! Garson! Canımı sıkıyor şu garson, bir kafe-krem istemiştim.

Rirette şaşkındı. Lulu'nün yerinde olsa, böylesi ciddi bir durumda, bir kafe-krem için bu kadar zaman yitirmezdi. Lulu cana yakın bir insandı, ama böyle boş kafa olduğu zaman şaşırtıcı bir şey, kuş gibi.

Lulu alabildiğine güldü:

-Henri'nin suratını görmeliydiniz!

-Anneniz bu işe ne der diye kendi kendime soruyorum, dedi Rirette, ciddi ciddi.

-Annem mi? Bü-yü-le-ne-cek, dedi Lulu, güvenle. Araları bozuktu onunla biliyorsunuz, kızar ona. Henri hep benim kötü yetiştirildiğimi dokundurur ona, yok böyleymişim, yok şöyleymişim, yok ne idüğü belirsiz bir eğitim gördüğüm apaçıkmış. Biliyorsunuz, ona biraz da anneme yaptıkları için böyle davrandım.

-Neler oldu?

-Ne olsun, Robert'e bir şamar attı.

-Robert sizde miydi?

-Evet, bu sabah geçerken uğramış, çünkü annem bir şeyler öğrensin diye Gompez'nin yanına vermek istiyor onu. Sanırım bunu size söyledi. Kahvaltımızı yaparken bize uğradı. Henri bir şamar attı ona.

-Ama niye? diye sordu Rirette, yüzünü hafifçe buruşturarak. Lulu'nün olup bitenleri anlatış biçiminden hoşlanmıyordu.

-Atıştılar, dedi Lulu, belli belirsiz. Küçük de ona katlanmazdı, kafa tuttu, ağız dolusu küfretti. Çünkü Henri kötü yetişmiş diyordu ona. Bunu bilir, bunu söyler; buruluyordum. Sonra Henri kalktı, odada kahvaltı ediyorduk ve bir tokat attı; öldürecektim onu.

-Sonra evi terk mi ettiniz.

-Terk etmek mi? Lulu şaşırmıştı.

-Nereyi?

-İşte o zaman bıraktınız Henri'yi sanıyordum. Dinle, Lulu'cüğüm, olup biteni sırayla anlatın bana, böyle olmazsa hiçbir şey anlayamam. Söyleyin bana, diye ekledi, kuşkuya kapılmıştı, Henri'yi kesinlikle bıraktınız mı, doğru mu bu?

-Evet, tabii, bir saattir size bunu anlatıyorum.

-Güzel. Henri, Robert'e tokat attı. Sonra?

-Sonra, dedi Lulu, Henri'yi balkona kapattım, çok gülünç bir şeydi bu. Sırtında pijaması vardı, cama vuruyordu, ama kırmaya da cesaret edemiyordu; çünkü cimridir. Ben onun yerinde olsam, ellerim kan içinde de kalsa her şeyi kırar dökerdim. Sonra Texier'ler geldiler. Camın öteki tarafından Henri bana gülümsüyordu, işi şakaya boğar gibi gösteriyordu.

Garson geçti. Lulu adamı kolundan yakaladı:

-Buraya bakar mıydınız? Zahmet olmazsa bana bir kafe-krem getirseniz?

Rirette canının sıkıldığını hissetti, garsona biraz suçlu gibi gülümsedi, ama garson anlamsızca durdu, alay dolu aşırı bir saygıyla eğildi. Rirette, Lulu'ye biraz kızdı: Kendinden aşağı olanlara nasıl davranacağını bir türlü bilemiyordu, bazı kez senli benli, bazı kez çok uzak ve çok kuru.

Lulu gülmeye başladı.

-Henri'yi pijamayla balkonda görüyorum da ona gülüyorum. Soğuktan titriyordu. Biliyor musunuz, nasıl kapattım onu balkona? Henri salonun dibindeydi. Robert ağlıyordu, o da dır dır öğütler veriyordu. Kapıyı açtım, Henri, bak, bir araba çiçekçi kadına çarptı, dedim.

Yanıma geldi, çiçekçi kadını sever; çünkü Henri'ye İsviçreli olduğunu söylemiş, kendine aşık da sanıyor onu. Nerede, nerede? diyordu. Ben yavaşçacık çekildim, odaya girdim, kapıyı kapattım. Camın ardından bağırdım: Sana öğretirim ben kardeşimle dalaşmanın ne olduğunu. Bir saatten fazla bıraktım onu balkonda. Gözlerini iri iri açmış bize bakıyordu.
Öfkeden morarmıştı.

Henri'ye dilimi çıkarıyordum ve Robert'e şeker veriyordum. Ondan sonra öteberimi salona getirdim. Henri'nin bundan tiksindiğini bildiğim için Robert'in önünde giyindim. Robert küçük bir erkek gibi sarılıyordu bana, çok sevimli, sanki Henri orada yokmuş gibi davranıyorduk. Bu hengamede yüzümü yıkamayı unuttum.

-Camın öteki tarafında seninki. Çok gülünç, dedi Rirette, yüksek sesle gülerek.

Lulu gülmeyi kesti.

-Soğuk almış olmasın sakın, dedi acele, sinirliyken insanın aklına gelmiyor. Neşeyle yeniden söze başladı: yumruğunu sallıyordu bize, durmadan konuşuyordu, ama dediklerinin yarısı anlaşılmıyordu. Sonra Robert gitti, hemen ardından Texier'ler kapıyı çaldılar. Onları içeri aldım.

Onları görünce gülmeye başladı, balkondan onlara selamlar verdi ve ben Texier'lere Bakın kocama, şu şeker adama, akvaryumda bir balığa benzemiyor mu? diyordum. Texier'ler camın ardından ona selam verdiler; biraz şaşırmışlardı, ama renk vermediler.

-Görür gibiyim, dedi Rirette gülerek. Ha hay! Kocanız balkonda ve Texier'ler içeride! Birçok kez tekrarladı:

-Kocanız balkonda ve Texier'ler içeride... Sahneyi Lulu'ye betimlemek için gülünç ve tuhaf sözcükler bulmak isterdi, Lulu'nün gülmece duygundan yoksun olduğunu düşünüyordu. Ama sözcükler aklına gelmedi.

-Pencereyi açtım, dedi Lulu, ve Henri içeri girdi. Texier'lerin önünde öptü beni, küçük haylaz dedi bana. Küçük haylaz, diyordu, bana bir oyun oynamak istedi. Ben de gülümsüyordum. Texier'ler de gülümsüyorlardı kibarca, herkes gülümsüyordu. Ama onlar gidince kulağımın tozuna bir yumruk indirdi. O zaman bir fırça kaptım ve ağzının ortasına fırlattım, iki dudağını da yardım.

-Zavallı Lulu, dedi Rirette, şefkatle.

Ama Lulu bu şefkat gösterisini bir hareketle savuşturdu. Kumral saç kıvrımlarıyla oynayarak kavgacı bir tavırla dimdik duruyordu. Gözlerinden kıvılcımlar saçıyordu.

-Orada düşünceler ortaya döküldü; olanlar orada oldu; bir havluyla dudaklarını sildim ve canıma tak ettiğini, artık onu sevmediğimi, gideceğimi söyledim ona. Ağlamaya başladı, kendini öldüreceğini söyledi. Ama laf bunlar, anımsarsınız, Rirette, geçen yıl, Rhenanie'yle olan hikayeler sırasında, bütün gün aynı teraneyi okurdu bana; Neredeyse savaş
çıkacak, Lulu, gideceğim, öleceğim, benim için üzüleceksin, bana çektirdiğin bütün acılar yüzünden pişmanlık duyacaksın. İyi iyi, diye karşılık veriyordum ona, sen iktidarsızsın, seni askere falan almazlar. Ardından yatıştırdım onu, çünkü beni odaya kilitlemekten söz ediyordu, bir aydan önce gitmeyeceğime söz verdim. Bundan sonra işine gitti, gözleri kıpkırmızıydı, dudağının üstünde yara bandı vardı, hiç de hoş görünmüyordu.
Ben ev işleriyle uğraştım, mercimeği ateşe koydum ve çantamı hazırladım. Mutfak masasının üstüne de bir iki satır not yazıp bıraktım.

-Ne yazdınız ona?

-Şöyle yazdım, dedi Lulu, gururla: Mercimek ateşin üstünde, yemeği ye ve gazı kapat. Buzdolabında jambon var. Benden bu kadar, ben gidiyorum. Hoşça kal.

İkisi birden güldüler ve geçenler dönüp baktı. Rirette sevimli bir görünüşleri olduğunu düşündü ve niçin Viel ya da Cafe de la Paix'in taraçasında oturmamış olmalarına üzüldü. Gülmeleri geçince sustular. Rirette artık söyleyecek birşeyleri kalmadığını gördü. Biraz hayal kırıklığına uğramıştı.

-Ben kaçıyorum, dedi Lulu, kalkarak, Pierre'i öğleyin göreceğim. Çantamı ne yapsam acaba?

-Onu bana bırakın, dedi Rirette, az sonra lavabodaki kadına emanet ederim. Sizi bir daha ne zaman göreceğim?

-Saat ikide sizi almaya geleceğim, sizinle birlikte yapacak bir yığın iş var, öteberimin yarısını almadım; Pierre bana para vermeli.

Lulu gitti. Rirette garsonu çağırdı. İkisi için de kendini kaygılı ve üzüntülü hissediyordu. Garson koştu: Çağıran kendisi olursa garsonun hemen geldiğini Rirette daha önceden fark etmişti.

-Beş frank, dedi. Biraz kuru bir tavırla ekledi: İkiniz de pek neşeliydiniz, kahkahalarınız aşağıdan duyuluyordu. Lulu onu kırdı, diye düşündü Rirette, canı sıkkın, kızararak.

-Arkadaşım bu sabah biraz sinirli, dedi.

-Sevimli bir kadın, dedi garson içinden gelerek. Teşekkür ederim, küçük hanım.

Altı frankı cebine indirdi, çekip gitti. Rirette biraz şaşkındı, ama saat öğleyi çaldı, Rirette, Henri'nin eve döndüğünü, Lulu'nün yazısını bulduğunu düşündü: Bu onun için huzur dolu bir an oldu.

-Tüm bunların yarın akşamdan önce Vondamme Sokağındaki Hotel du Theatre'a gönderilmesini istiyorum, dedi.

Lulu kasadaki kadına, bir hanımefendi tavrıyla.

Rirette'e doğru döndü:

-Bitti, Rirette, bağlar koptu.

-İsim? dedi kasadaki kadın.

-Mme Lucienne Crispin.

Lulu mantosunu koluna attı, koşmaya başladı. Samaritaine'nin büyük merdivenlerini koşarak indi. Rirette onu izliyordu, ama bastığı yere bakmadığı için az kalsın kaç kez düşecekti: Gözleri ancak önünde dans eden mavi ve açık sarı incecik bedeni görüyordu! Ne olursa olsun insanı baştan çıkaran bir bedeni olduğu bir gerçek... Rirette, Lulu'yu sırtından ya da yandan her görüşünde çizgilerinin baştan çıkarıcılığıyla sersemliyor, ama kendi kendine bunun niçinini açıklayamıyordu; bu bir izlenimdi. Kıvrak ve ince, ama uygunsuz bir şeyler var onda, nedir çıkartamıyorum. Her giydiğini bedenine kalıp gibi oturtmayı beceriyor, bundan olmalı. Arkasından utandığını söyler, sonra da kalçalarına yapışan eteklikler giyer. Pekala biliyorum, arkası küçük, benimkinden çok küçük, ama daha çok gözüküyor. Yusyuvarlak, zayıf böğürlerinin altında, etekliği iyice dolduruyor, oradan içeri akıtılmış sanki; sonra da çalkalanıyor.

Lulu döndü; birbirlerine güldüler. Rirette, bir ayıplanma ve isteksizlik karışımıyla arkadaşının uygunsuz bedenini düşünüyordu:

Küçük kalkık göğüsler, düz ve parlak bir ten, sapsarı -insan ona dokunsa kauçuktan olduğuna yemin eder- uzun oyluklar, uzun uzun organlı, bıçkın bir beden. Bir Zenci kadın bedeni, diye düşündü Rirette, rumba yapan bir Zenci kadın havası var. Döner kapının yanındaki bir ayna dolgun çizgilerinin görüntüsünü yansıttı Rirette'e: Ben daha sportmenim, diye düşündü Lulu'nün kolundan tutarak. Giyinik olduğumuz zaman benden daha çok etki yapıyor, ama çıplakken, ondan daha iyi olduğum kesin.

Bir an sessiz kaldılar, sonra Lulu,

-Pierre iyiydi. Siz de, siz de iyiydiniz, Rirette; her ikinize de birşeyler borçluyum, dedi.

Bunları zoraki bir tavırla söylemişti, ama Rirette buna dikkat etmedi: Lulu hiç mi hiç teşekkür etmesini bilmezdi, çok utangaçtı.

-Canım istemiyor, dedi birden Lulu, ama bir sutyen almak zorundayım.

-Buradan mı? dedi Rirette. Çamaşır satan bir mağazanın önünden geçiyorlardı.

-Hayır. Burada gördüm de aklıma geldi. Sutyeni Fischer'den alırım.

-Montparnasse Bulvarında mı? diye bağırdı Rirette. Dikkatli olun, Lulu, diye devam etti ciddiyetle, Montparnasse Bulvarında pek gözükmemek iyi olurdu, hele şu saatlerde: Henri'yle burun buruna geliveririz, bu da son derece tatsız bir şey olur.

-Henri'yle mi? dedi Lulu, omuz silkerek. Yok canım, niçin olsun?

Öfkeden Rirette'in yanakları ve şakakları pembeleşmişti.

-Siz her zaman aynısınız, Lulu'cüğüm, bir şey hoşunuza gitmedi mi, onu saflıkla ve kolaylıkla yadsıyorsunuz. Fischer'e gitmek istiyorsunuz, gelgelelim, bana, Henri'nin Montparnasse Bulvarından geçmediğini söylüyorsunuz. Her gün saat altıda buradan geçtiğini pekala biliyorsunuz, burası onun yolu. Bunu bana siz söylemiştiniz:

Rennes Sokağını çıkar, otobüsü Raspail Bulvarının köşesinde bekler, diye.

-Şimdi saat olsa olsa beş, dedi Lulu. Sonra, belki işe gitmedi. Ona yazdığım yazıdan sonra yayılıp kalmış olmalı.

-Ama Lulu, dedi Rirette, bir başka Fischer var, biliyorsunuz. Opera'dan pek uzak değil, Quatre-Septembre Sokağında.

-Evet, dedi Lulu, gevşek bir tavırla. Ama oraya kadar gitmek gerekiyor.

-A! Çok hoşsunuz Lulu'cüğüm! Oraya kadar gitmek gerekiyor! Ama iki adımlık yer, Montparnasse Kavşağından çok daha yakın.

-Sattıkları şeyleri beğenmiyorum.

Rirette içinden alaylı alaylı tüm Fischer'lerin aynı malı sattığını düşündü. Ama Lulu'nün anlaşılmaz dikkafalılıkları vardı: Henri, şu anda Lulu'nün en az karşı karşıya gelmek zorunda olduğu söz götürmez bir kişiydi. Sanki bunu ayaklarına kapansın diye bile bile yapıyordu.

-Pekala, dedi hoşgörüyle. Haydi Montpainasse'a, zaten Henri o kadar iri ki, o bizi görmeden biz onu görürüz.

-Hem niçin? dedi Lulu. Onunla karşılaşırsak karşılaşırız, o kadar, bizi yemez ya.

Lulu, Montparnasse'a doğru yürümeye koyuldu; hava almaya ihtiyacı olduğunu söylüyordu. Seine Sokağından, sonra Odeon Sokağından ve Vaugirard Sokağından geçtiler. Rirette, Pierre'e övgüler yağdırdı ve bu durumda yapması gerekeni yaptığını Lulu'ya anlattı.

-Paris'i bu kadar sevdiğime göre üzüleceğim oralarda, dedi Lulu.

-Susun şimdi Lulu. Düşünüyorum da Nice'e gitmek gibi bir fırsat var ve Paris'ten yana üzüntü çekiyorsunuz.

Lulu karşılık vermedi, araştırıcı ve hüzünlü bir havayla sağa sola bakmaya koyuldu.Fischer'den çıktıklarında saatin altıyı vurduğunu işittiler. Rirette, Lulu'yu dirseğinden yakaladı, onu daha hızlı götürmek istedi. Ama Lulu, çiçekçi Baumann'ın önünde durdu.

-Şu açelyalara bakın, Rirette'ciğim. İyi bir salonum olsaydı bunlardan her yana koyardım.

-Saksıda çiçek sevmem, dedi Rirette.

Çileden çıkmıştı. Başını Rennes Sokağından yana çevirdi ve olan oldu, bir dakika sonra Henri'nin aptal iri görüntüsünün belirdiğini gördü. Başı açıktı, sırtında kestane rengi tweed spor bir ceket vardı.

Rirette kestane renginden tiksiniyordu.

-İşte Lulu, işte, dedi, atılırcasına.

-Nerede? dedi Lulu, nerede? Rirette kadar bile sakin değildi.

-Ardımızda, öteki kaldırımda. Gidelim, o yana da dönmeyin.

Lulu birden döndü.

-Gördüm onu, dedi.

Rirette onu sürüklemeye kalktı, ama Lulu karşı koydu, sabit gözlerle Henri'ye bakıyordu. Sonunda,

-Sanırım bizi gördü, dedi.

Korkmuş gözüküyordu, kendini Rirette'e bırakıverdi ve uysalca onun peşine takıldı.

-Şimdi, Tanrı aşkına, Lulu, dönmeyiniz artık, dedi Rirette, biraz nefes nefese. Sağdaki en yakın sokaktan dönüveririz. Delambre Sokağından. Çok hızlı yürüyorlardı, geçenleri itip kakıyorlardı. Bazen Lulu sürükleniyordu, bazen da Rirette'i ileri doğru sürükleyen o oluyordu.

Ama Rirette Lulu'nün biraz ardında iri kumral bir gölge gördüğü zaman daha Delambre Sokağının köşesine ulaşmamışlardı; bunun Henri olduğunu anladı ve öfkeden titremeye başladı. Lulu gözkapaklarını eğik tutuyor, sinsi ve inatçı bir havada gözüküyordu. Tedbirsizliğine üzülüyor, ama çok geç, bu çok kötü onun için. Adımlarını sıklaştırdılar, Henri onları tek bir söz söylemeden izliyordu. Delambre Sokağını geçtiler, Observatoire yönünde yürümeye devam ettiler. Rirette, Henri'nin ayakkabılarının gıcırtısını duyuyordu,
yürüyüşlerini noktalayan düzenli ve hafif bir çeşit hırıltı da vardı. Bu Henri'nin soluklarıydı (Henri her zaman kuvvetli soluk alır verirdi, ama hiçbir zaman şu andaki gibi değil; ya onlara yetişmek için koştuğundan, ya da heyecandan). Sanki o burada değilmiş gibi davranmalı, diye düşündü Rirette.

Varlığı gözümüze ilişmemiş gibi gözükmeli. Ama göz ucuyla ona bakmaktan da kendini alamıyordu. Çamaşır gibi beyazdı ve gözkapaklarını öylesine eğmişti ki gözleri kapalı gibiydi. Uyurgezer dense yeridir, diye düşündü Rirette bir çeşit korkuyla. Henri'nin dudakları titriyordu ve alt dudağının üstünde yarı kopmuş kırmızımsı bir yara bandı da titreyip duruyordu. Ve soluğu, düzenli ve boğuk soluğu şimdi hımhım bir müzikle sona eriyordu.
Rirette kendini kötü hissediyordu. Henri'den korkmuyordu, ama hastalık ve tutkuydu hep ona korku veren.

Biraz sonra Henri, elini, bakmaksızın yavaşça uzattı, Lulu'nün kolunu yakaladı. Lulu neredeyse ağlayacakmış gibi ağzını büzdü ve irkilerek kendini kurtardı.

-Üüf! yaptı Henri.

Rirette'in durmak gibi çılgınca bir düşünce vardı kafasında. Göğsünde bir sancı vardı, kulakları uğulduyordu. Ama Lulu neredeyse koşuyordu; o da bir uyurgezeri andırıyordu. Lulu'nün kolunu bıraksa ve kendisi dursa, öteki ikisi yan yana, suskun ölüler gibi solgun ve gözleri kapalı koşmayı sürdürecekler gibi geliyordu Rirette'e.

Henri konuşmaya başladı. Kısık, garip bir sesle konuşuyordu:

-Benimle eve dön.

Lulu karşılık vermedi. Henri boğuk ve vurgusuz aynı sesle yeniden konuştu:

-Benim karımsın. Benimle gel.

-Dönmek istemediğini pekala görüyorsunuz, dedi Rirette, dişlerini sıkarak. Rahat bırakın onu. Henri'nin Rirette'i duymamış bir hali vardı. Tekrarlıyordu:

-Senin kocanım, benimle eve dönmeni istiyorum.

-Onu rahat bırakın rica ederim, dedi Rirette, tiz bir sesle. Onun canını sıkmakla hiçbir şey geçmez elinize. Rahat bırakın bizi.

Henri, Rirette'e doğru şaşkınca döndü:

-Bu benim karım, dedi. Bu kadın benimdir, benimle evine dönsün istiyorum. Lulu'nün kolunu yakaladı, bu kez kendini kurtaramadı Lulu.

-Defolun, dedi Rirette.

-Bir yere gitmem, onu her yerde izleyeceğim, eve dönsün istiyorum. Zorlanarak konuşuyordu. Birden dişlerini gösteren bir yüz hareketi yaptı ve var gücüyle bağırdı:

-Sen benimsin!

İnsanlar gülerek dönüp baktılar. Henri, Lulu'nün kolunu sarsıyor, dudaklarını oynatarak bir hayvan gibi homurdanıyordu. Bereket versin boş bir araba geçiverdi. Rirette arabaya işaret etti ve araba durdu. Henri de durdu. Lulu yürüyüp gitmek istedi, ama her biri bir kolundan sıkıca tuttular onu.

-Anlamalısınız, dedi Rirette, Lulu'yü yola doğru çekerek. Bu zorbalıkla onu eve götüremezsiniz.

-Bırakın onu; bırakın karımı, diye Henri, Lulu'yü öteki yana çekiyordu. Lulu bir çamaşır paketi gibi yumuşaktı.

-Binecek misiniz, binmeyecek misiniz? diye bağırdı şoför sabırsızlıkla.

Rirette, Lulu'nün kolunu bıraktı ve Henri'nin eline yağmur gibi yumruklar indirdi. Ama Henri, bunları duymuyormuş gibi gözüküyordu. Biraz sonra Henri, Lulu'yü koyuverdi, aptal bir tavırla Rirette'e bakmaya başladı. Rirette de ona baktı. Düşüncelerini toplamakta zorluk çekiyordu; uçsuz bucaksız bir tiksinti kaplamıştı içini. Bir iki saniye göz göze durdular. İkisi de soluyordu. Rirette, Lulu'yü gövdesinden yakaladı, arabaya dek sürükledi.

-Nereye? dedi şoför.

Henri onların ardındaydı, birlikte arabaya binmek istiyordu. Ama Rirette onu var gücüyle itti ve kapıyı birdenbire kapattı.

-Oh, kalkın, kalkın! dedi şoföre. Nereye gideceğimizi sonra söyleriz.

Araba kalktı, Rirette arabanın arkasına doğru kaykıldı. Her şey ne kadar bayağıydı, diye düşündü. Lulu'dan nefret ediyordu.

-Nereye gitmek istiyorsunuz, Lulu'cüğüm, diye sordu tatlılıkla.

Lulu karşılık vermedi. Rirette onu kollarıyla sardı, inandırıcı olmaya çalıştı:

-Bana karşılık vermelisiniz. İster misiniz sizi Pierre'e bırakayım?

Lulu, Rirette'in evet anlamı çıkardığı bir hareket yaptı. Rirette öne eğildi:

-Messine Sokağı, 11.

Rirette döndüğü zaman Lulu ona garip bir tavırla bakıyordu.

-Nesi vardı... diye söze başladı Rirette.

-Sizden iğreniyorum! diye bağırdı Lulu, Pierre'den iğreniyorum, Henri'den iğreniyorum. Nedir benden istediğiniz? Bana işkence ediyorsunuz.

Birden durdu, tüm çizgileri gerildi.

-Ağlayın, dedi Rirette, sakin bir ağırbaşlılıkla. Ağlayın, iyi gelir size. Lulu iki büklüm oldu, hıçkırmaya başladı. Rirette onu kollarının arasına aldı, sıktı. Saçlarını okşuyordu. Ama, bunun dışında, kendini soğuk ve aşağılanmış hissediyordu. Araba durduğu zaman Lulu yatışmıştı. Gözlerini kuruladı ve yüzüne pudra sürdü.

-Bağışlayın beni, dedi kibarca. Sinirden. Onu bu durumda görmeye dayanamadım, bana acı veriyordu.

-Bir orangutana benziyordu, dedi Rirette durgunca. Lulu güldü.

-Sizi ne zaman göreceğim? diye sordu Rirette.

-O! Yarından önce olmaz. Pierre, annesinin yüzünden beni eve götüremez, biliyorsunuz. Ben Hotel du Theatre'dayım. Zahmet olmazsa, biraz erkence gelebilirseniz; dokuza doğru, çünkü daha sonra annemi görmeye gideceğim.

Rengi uçuktu. Lulu'nün darmadağın olmasındaki kolaylığın korkunçluğunu hüzünle düşündü Rirette.

-Bu gece pek yormayın kendinizi, dedi.

-Korkunç derecede yorgunum, dedi Lulu, sanırım Pierre beni erken rahat bırakır, ama böyle şeyleri hiç anlamıyor.

Rirette arabada kaldı ve evine gitti. Bir an için sinemaya gitmeyi düşündü, ama bunu yapmayı artık yüreği götürmedi. Şapkasını bir sandalyenin üstüne attı, cama doğru yürüdü.

 

Ama yatak çekti onu, gölgeli çukurluğu içinde serin, yumuşacık, bembeyaz. Oraya kendini atmak, yanan yanaklarında yastığın okşayışını duymak. Ben güçlüyüm, ne yaptıysam ben yaptım Lulu için ve şimdi yalnızım ve kimse benim için bir şey yapmıyor. Kendine öylesine acıdı ki bir hıçkırık düğümü geldi takıldı boğazına. Nice'e gidecekler, onları artık görmeyeceğim: Onların mutluluğunu yaratan bendim, ama beni düşünmeyecekler artık. Ve
ben burada, Burma'da yalancı inciler satarak günde sekiz saat çalışıp duracağım. İlk gözyaşları yanağından aktığı zaman kendini yavaşça yatağa bıraktı. Nice'e... diye tekrarlıyordu acı acı ağlayarak, Nice'e... güneşe... Riviera kıyılarına...

Off! Karanlık gece. Sanki biri odanın içinde yürüyor gibi: Terlikleriyle bir adam.

Sakınarak bir adım atıyordu, döşemenin hafifçe gıcırdamasına aldırmadan, sonra ötekini.

Duruyor, bir an suskunluk oluyor, sonra odanın öteki köşesinden, birden bir sapık gibi, amaçsızca yürümeye başlıyordu. Lulu üşümüştü, örtüler son derece hafifti. Yüksek sesle Off! dedi ve kendi sesinden kendi korktu.

Off! Şimdi yıldızlara ve gökyüzüne baktığına eminim, bir sigara yakar, dışarıdadır, Paris'in göğünün morumsu rengini sevdiğini söylerdi. Kısa adımlarla evine döner, kısa adımlarla: Böyle yaptığı zamanlar kendini şair gibi hisseder, bunu bana söyledi, sağılmaya götürülen bir inek kadar hafif, düşünmez artık ve ben kirliyim. Şu anda temiz olması beni şaşırtmıyor,
pisliğini burada bıraktı, karanlıkta, bir havlu onunla dolu, yatağın ortasında çarşaf ıslak, bacaklarımı geremiyorum, çünkü ıslaklığı derimin altında duyacağım, ne pislik. O kupkuru, çıktığı zaman pencerenin altında ıslık çaldığını duydum, o orada aşağıda, güzel giysileri içinde kuru ve taze, mevsimlik pardösüsü içinde; giyinmesini bilmekle tanınır o, bir kadın
onunla dışarı çıkmaktan gururlanabilir, o pencerenin altındaydı ve ben çırılçıplak gecenin içindeydim, üşümüştüm ve ellerimle karnımı ovuşturuyordum, çünkü hala ıpıslak olduğuna inanıyordum. Bir dakikalığına buraya çıktım, demişti, yalnızca odanı görmek için. İki saat kaldı ve yatak gıcırdadı -şu pis demir karyola.

Nereden bulmuştu bu oteli, diye sordum kendi kendime, bana eskiden burada on beş gün geçirdiğini söylemişti, pek rahat olacakmışım burada, odaların tuhaflıkları bunlar, iki oda gördüm, bu denli küçük oda görmemiştim, eşyayla doluydular, puflar, kanepeler, küçük masalar vardı, bunlar pis pis aşk kokuyor, on beş gün geçirdi mi geçirmedi mi bilmem, ama muhakkak ki yalnız değildi on beş gün, bana oldukça saygı göstermesi gerekiyor beni buraya bağlaması için: Biz yukarı çıkarken otelin garsonu alay ediyordu.

Cezayirliydi, bu adamlardan nefret ederim, korkarım onlardan, bacaklarıma baktı, sonra yazıhaneye girdi, kendi kendime Tamam, işi pişirecekler demiştir, pis şeyler kurumuştur kafasında, orada, kadınlara yaptıkları şeyler korkunç gözüküyor; ellerine bir kadın düşerse, yaşamı boyunca eksik kalır. Pierre durmadan canımı sıkarken, benim ne yaptığımı düşünen ve
olduğundan da daha kötü pislikleri kafasında canlandıran bu Cezayirliyi düşünüyordum. Odada biri var! Lulu soluğunu kesti, ama çıtırtı da durdu hemen hemen. Oyluklarının arasında ağrı var, bu kaşındırıyor beni, bu yakıyor beni, canım ağlamak istiyor, bu böyle her gece olacak, yalnız önümüzdeki gece değil, çünkü trende olacağız.

Lulu dudağını ısırdı ve titredi çünkü inlediğini anımsıyordu. Doğru değil bu, inlemedim, yalnızca biraz güçlü soluk aldım, çünkü çok ağırdı, üstümde olduğu zaman soluğumu kesiyor. İnledin, hoşlanıyorsun, dedi bana, böyleyken konuşulmasından tiksinirim, insan kendini unutsun isterim, ama o açık saçık şeyler söylemekten geri kalmaz. İnlemedim bir kere, zevk
alamıyorum, bu bir olgu, hekim söyledi, üstelik de ben vermiyorum kendimi ona. Buna inanmak istemiyor, buna hiç inanmak istemediler. Hepsi: Çünkü sen kötü başlamışsın, zevkin ne olduğunu öğreteceğim ben sana, diyorlardı. Bırakıyordum söylesinler, olup biteni pek iyi biliyordum, tıpla ilgili bir olaydı, ama bu işlerine gelmiyor.

Biri merdivenleri çıkıyordu. İşte, biri giriyor içeri. Ne olur, Tanrım, gelen o olsun. Eğer onu götürmek düşüncesi varsa kafasında, yapar o yapacağını. Bu değil o, ağır adımlar bunlar -öyleyse -Lulu'nün yüreği hopladı -Cezayirliyse, yalnız olduğumu biliyor; neredeyse yüklenecek kapıya, dayanamam, böylesine dayanamam, hayır, aşağıdaki kattan bu, biri odasına dönüyor, anahtarını kilide sokuyor, zaman gerek ona, sarhoş, kim oturuyor
bu otelde diye soruyorum kendime, sözüm ona temiz kimseler olmalı; bu öğleden sonra merdivende kızıl saçlı bir kadına rastladım, gözleri esrarkeş gözüydü. Ben inlemedim! Ama doğal olarak, beni uyarmak için sonunda bütün marifetlerini ortaya döküyor, bu işi beceriyor, bu işi bilenlerden korkarım, bozulmamış bir erkekle yatmayı yeğlerdim. Gitmesi gereken yere
dosdoğru giden hafifçe dokunan, biraz bastıran, fazla değil, eller... Çalmasını bildikleri için bundan bir övünç payı çıkardıkları bir çalgı yerine koyuyorlar sizi.

Beni uyarmalarından iğreniyorum, boğazım kuru, korkuyorum, ağzımda bir tat var ve bana egemen olduklarını sandıkları için yerin dibine geçiyorum; Pierre, kendini beğenmiş budalaca bir tavır takındığı ve -Benim tekniğim var, dediği zaman tokatlasam onu. Tanrım, yaşam bunun için mi, bunun için mi giyinip kuşanmak, yıkanmak ve güzel olmak, tüm romanlar da bunun üstüne mi yazılmışlar, her zaman bu mu düşünülüyor, sonunda işte meydanda olup
biten, yarı yarıya soluğunuzu kesen ve işin sonunu getirmek için karnınızı ıslatan adamın biriyle bir odaya giriliyor. Uyumak istiyorum, oh! Yalnızca biraz uyuyabilsem, yarın bütün gece yolculuk yapacağım, harap olacağım. Nice'de başıboş dolaşmak için biraz diri olmak isterim; güzel bir şey gibi gözüküyor.

İtalyanvari küçük sokaklar ve güneşte kuruyan renkli çamaşırlar vardır. Resim sehpamla kurulacağım oraya ve resim yapacağım ve küçük kızlar gelip ne yaptığıma bakacaklar. Pislik! (Biraz kaykılmıştı ve kalçası çarşafın ıslak lekesine dokunmuştu.) Bunun için beni götürüyor. Kimse sevmiyor beni. Yanımda yürüyordu ve ben hemen hemen bitkindim, tatlı bir söz
bekliyordum. Seni seviyorum, deseydi, muhakkak onun evine dönemeyecektim, ama ona hoş şeyler söyleyecektim, dostça ayrılacaktı, bekliyordum, bekliyordum, kolumu tuttu, kolumu ona bıraktım, Rirette kızgındı, orangutana benzediği doğru değil, ama bilirim Rirette böylesi şeyler düşünür, kötü bakışlarla yan yan ona bakıyordu, kötü olabilmesi şaşırtıcı bir
şey, pekala, buna karşın kolumu yakaladığı zaman karşı koymadım, ama onun istediği ben değildim, karısını istiyordu, çünkü benimle evliydi ve çünkü benim kocamdı; beni her zaman eziyordu, benden daha akıllı olduğunu söylüyordu, başına ne geldiyse kendi hatasındandır, bana yüksekten bakmamalıydı; yine de onunla olurdum.

Şu anda beni aramadığına, özlemediğine eminim, ağlamaz, dırlanır, işte bütün yaptığı budur ve hoşnuttur; çünkü tüm yatak onundur ve iri bacaklarını yayabilir. Ölmek isterdim. Benim için kötü düşünür diye çok korkuyorum. Ona hiçbir şeyi açıklayamıyordum, çünkü Rirette aramızdaydı, konuşuyordu, konuşuyordu, konuşuyordu, hırçın bir hali vardı. Rirette de hoşnuttur şimdi, yürekliliği için kendi kendini över, bir koyun kadar uysal olan Henri'ye kötü
davrandığı için. Gideceğim. Bir köpek gibi onu ortada koyup gitmeye zorlayamazlar beni. Yatağın dışına atladı ve düğmeyi çevirdi. Çoraplarım ve kombinezonum yeter. Saçlarını taramak zahmetine bile katlanmadı, öylesine aceleciydi. Beni görecek insanlar koca külrengi mantom içinde benim çıplak olduğumu bilmeyecekler; ayaklarıma dek iniyor. Cezayirli -yüreği çarparak durakladı- bana kapıyı açması için onu uyandırmam gerekiyor. Merdivenleri
sessizce indi- ama basamakları tek tek gıcırdıyordu, yazıhanenin camına vurdu.

-Ne var? dedi Cezayirli.

Gözleri kırmızı ve saçları karmakarışıktı, pek ürkütücü gibi gözükmüyordu.

-Bana kapıyı açın, dedi Lulu kuruca.

Bir çeyrek kadar sonra Henri'nin kapısını çalıyordu.

-Kim o? diye sordu Henri kapının ardından.

-Benim!

Karşılık vermiyor, benim içeri girmemi istemiyor. Açana dek vuracağım kapıya, komşular yüzünden direnmez. Bir dakika sonra kapı aralandı ve Henri burnunun üstünde bir sivilceyle, solgun bir yüzle çıktı ortaya, sırtında pijaması vardı. Uyumadı, diye düşündü Lulu şevkatle.

-Böyle gitmek istemedim; seni yeniden görmek istedim.

Henri hiçbir şey söylemiyordu. Lulu onu biraz iterek içeri girdi. Ne de beceriksizdir, insan onu hep yolunun üstünde bulur, bana gözlerini açmış bakıyor, eli kolu sallanıyor, ancak gövde gösterisi bilir. Sus, git, sus, canının sıkkın olduğunu ve konuşamadığını pekala görüyorum. Henri tükrüğünü yutmak için çaba harcıyordu, kapıyı Lulu kapatmak zorunda kaldı.

-Dostça ayrılalım istiyorum, dedi.

Henri konuşmak istiyormuş gibi ağzını açtı, birden döndü ve kaçtı. Ne oldu? Ardından gitmeye cesaret edemiyordu. Ağlıyor mu? Lulu birden onun öksürüğünü duydu; tuvaletteydi. Henri döndüğü zaman boynuna sarıldı ve ağzını onun ağzına yapıştırdı: Kusmuk kokuyordu. Lulu hıçkırdı.

-Üşüyorum, dedi Henri.

-Yatalım, diye önerdi ağlayarak Lulu. Yarın sabaha dek kalmak istiyorum.

Yattılar. Lulu büyük hıçkırıklarla sarsıldı, çünkü odasına, güzel temiz yatağına ve camdaki kırmızı ışığa yeniden kavuşmuştu. Henri onu kollarının arasına alır diye düşünüyordu; ama o hiçbir şey yapmadı:

Boylu boyunca yatıyordu, yatağa serilmiş bir örtü gibiydi sanki. Bir İsviçreliyle konuştuğu zamanki kadar katıydı. Lulu onun başını ellerinin arasına aldı ve ona sabit sabit baktı, Sen temizsin, sen, sen temizsin. Henri ağlamaya başladı.

-Öylesine mutsuzum ki, dedi, hiç böylesi mutsuz olmamıştım.

-Ben mutsuz değilim artık, dedi Lulu.

Uzun süre ağladılar. Bir süre sonra Lulu yatıştı ve başını Henri'nin omzuna koydu. Uzun süre böyle kalınabilse: Saf ve mahzun iki öksüz gibi, ama olanağı yok bunun, hayatta olmaz bu. Yaşam Lulu'nün üstüne üstüne gelen ve onu Henri'nin kollarından çekip koparan koskoca bir dalgaydı. Elin, kocaman elin. Elleriyle gururlanır, çünkü iridir onlar, eski ailelerden gelenlerin ellerinin ayaklarının iri olduğunu söyler. Bedenimi ellerinin arasına almayacak artık -biraz gıdıklıyordu beni, ama gururlanıyordum, çünkü neredeyse parmakları birbirine değiyordu. İktidarsız olduğu doğru değil, temiz o, temiz -ve biraz tembel. Yaşlı gözleriyle güldü ve onu çenesinin altından öptü.

-Ne diyeceğim anneme babama? dedi Henri. Annem duyunca ölür.

Mme Crispin ölmeyecekti, sevinç duyacaktı tersine. Benden söz edecekler, yemekte, beşi birden kınayan bir tavırla, her şeyi enine boyuna bilen insanlar gibi, ama on altı yaşındaki küçük kızın varlığından ötürü her şeyi söylemek istemeyen insanlar gibi, yanında bazı şeylerden söz edilmeyecek yaşta bir kızdı o. Öte yandan benimle eğlenecek, çünkü öğrenecek her şeyi, her şeyi bilir her zaman ve tiksinir benden. Tüm çamur bu! Ve görünüşler bana karşı.

-Hemen şimdi söyleme, diye yalvardı Lulu. De ki sağlığı için Nice'e gitti.

-İnanmayacaklar bana.

Lulu, Henri'nin tüm yüzünü çabuk çabuk öptü.

-Benimleyken yeterince kibar değildin, Henri.

-Sahi, dedi Henri, yeteri kadar kibar değildim. Ama sen de değildin, dedi düşünceli bir yüzle; kibar değildin.

-Ben değildim, ha! dedi Lulu. Ne kadar mutsuzuz. Lulu o kadar kuvvetli ağlıyordu ki tıkanacağını sandı: Birazdan gün doğacak ve o gidecekti. İstenilen şey hiç mi hiç yapılmıyor, sürüklenip gidiyor insan.

-Böyle gitmek zorunda değildin, dedi Henri. Lulu içini çekti:

-Seni çok seviyordum, Henri:

-E şimdi sevmiyor musun beni artık?

-Aynı şey değil bu.

-Kiminle gidiyorsun?

-Senin tanımadığın kimselerle.

-Benim tanımadığım kimseleri sen nasıl tanıyorsun, dedi Henri öfkeyle. Nerede görüyorsun onları?

-Bırak bunu, şekerim, benim küçük Gulliverim, kocalık yapmayacaksın ya şu sıra?

-Bir erkekle gidiyorsun! dedi Henri ağlayarak.

-Dinle, Henri, yemin ederim ki değil, annemin başı için erkekler fazlasıyla tiksindiriyor beni şu an. Bir karı-kocayla gidiyorum, Rirette'in dostları, yaşlı insanlar. Yalnız yaşamak istiyorum, bana iş bulacaklar. Oh! Henri bir bilsen yalnız yaşamaya nasıl ihtiyaç duyuyorum, tüm bunlar iğrendiriyor beni.

-Ne? dedi Henri. Seni iğrendiren ne?

-Her şey! Öptü onu. Beni iğrendirmeyen tek şey sensin, şekerim.

Ellerini Henri'nin pijamasından içeri soktu ve tüm bedenini okşadı. Henri bu soğuk ellerden titredi, ama bıraktı onu, yalnızca,

-Hastalanacağım, dedi.

İçinde kırılan birşeylerin olduğu kesindi.

Saat yedide Lulu kalktı, ağlamaktan gözleri şişmişti; bitkince,

-Oraya dönmem gerekiyor, dedi.

-Orası neresi?

-Hotel de Theatre'dayım, Vandamme Sokağında. Pis bir yer.

-Benimle kal.

-Hayır, Henri, rica ederim, zorlama; sana bunun olanaksız olduğunu söyledim. Sizi sürükleyen dalgadır, yaşam bu; ne yargılanabilir, ne anlaşılabilir, bırakın gitsin demekten başka yapacak bir şey yok. Yarın Nice'de olacağım.

Ilık suda gözlerini yıkamak için tuvalete geçti. Titreyerek mantosunu giydi. Bir alınyazısı gibidir bu. Allah vere de bu gece trende uyuyabilsem, öyle olmazsa Nice'e varınca gebermiş olurum. Birinci mevki alır umarım. Birinciyle ilk kez yolculuk yapacağım. Her şey her zaman böyledir: Yıllardır birinci mevkide uzun bir yolculuk yapmak isterdim; tam bunun gerçekleşeceği sırada her şey öylesi bir düzene girdi ki ne tadı kaldı, ne tuzu benim için. Gitmekte acele ediyordu, çünkü şu son anlarda katlanılmazı olanaksız bir şeyler vardı.

-Şu Gallois'yla ne yapacaksın? diye sordu Lulu. Gallois, Henri'den bir duvar ilanı istemişti, Henri yaptı onu, şimdi de Gallois artık istemiyordu ilanı.

-Bilmiyorum, dedi Henri.

Henri örtülerin altında büzülmüştü, saçlarından ve kulağının ucundan başka bir şey görünmüyordu artık. Ağır ve cansız bir sesle,

-Sekiz gün boyunca uyumak isterdim, dedi.

-Hoşça kal, şekerim, dedi Lulu.

-Hoşça kal.

Onun üstüne eğildi, örtüyü biraz araladı ve alnından öptü. Uzun bir süre kapının sahanlığında, kapıyı kapatıp kapatmama kararsızlığı içinde durdu. Bir süre sonra, gözlerini çevirdi ve şiddetle kapıyı çekti. Kuru bir gürültü duydu ve az daha bayılacağını sandı.

Buna benzer bir duyguyu babasının tabutu üstüne ilk toprak atılırken de duymuştu.

-Henri pek nazik davranmadı. Beni kapıya kadar geçirmek için yataktan kalkabilirdi. Kapıyı o kapatsaydı daha az acı duyardım gibi geliyor bana.

-Yaptı yapacağını! dedi Rirette, bakışları uzakta. Yaptı yapacağını! Akşamdı. Saat altıya doğru Pierre, Rirette'e telefon etmişti ve Rirette, Döme'da gelip onu bulmuştu.

-Peki siz, dedi Pierre; biz onu bu sabah saat dokuza doğru görmeyecek miydiniz?

-Gördüm.

-Tuhaf bir durumu yok muydu?

-Yo, hayır, dedi Rirette. Bir şey fark etmedim. Biraz yorgundu, ama bana siz gittikten sonra Nice'i görmek düşüncesinden doğan coşkudan ve biraz da Cezayirli garsonun korkusundan pek iyi uyumadığını söyledi... Bakın, üstelik de bence sizin birinci mevki bilet alıp almayacağınızı sordu bana, birinci mevkide yolculuk etmenin hayatının düşü olduğunu söyledi. Yok, diye kesti attı Rirette, kafasında bu gibi şeyler yoktu eminim, hiç olmazsa ben
oradayken yoktu. İki saat kaldım onunla, tüm bunların dışında oldukça da gözlemciyimdir, gözüme ilişen bir şey olsaydı, o çok gizli kapaklıdır diyeceksiniz bana, ama onu dört yıldır tanıyorum, yığınla olayların arasında gördüm onu, ezberime almışımdır ben Lulu'cüğümü.

-Öyleyse Texier'ler onu karar vermeye zorlamışlardır. Tuhaf... Biraz daldı ve birden yeniden başladı söze: Onlara kim verdi Lulu'nün adresini diye soruyorum kendi kendime, oteli seçen benim, bu otelden söz edildiğini daha önce hiç duymamıştı.

Dalgın dalgın Lulu'nün mektubuyla oynuyordu Pierre, Rirette'in canı sıkkındı, çünkü mektubu okumak isterdi ve Pierre bu konuda bir şey önermiyordu.

-Ne zaman aldınız mektubu? diye sordu sonunda.

-Mektup mu? Mektubu aldırmadan uzattı ona. Bakın, okuyabilirsiniz. Saat bire doğru kapıcı kadına bırakılmış olmalı. Menekşe renkli ince bir kağıttı bu, tütüncülerde satılan cinsten. Şekerim, Texier'ler geldiler (adresi kim verdi onlara bilmiyorum), sana çok zahmet veriyorum, ama gitmiyorum, sevgilim, sevgili Pierre, Henriyle kalıyorum, çünkü son derece üzgün. Texier'ler onu bu sabah görmüşler, onlara kapıyı açmak istememiş. Mme Texier adamda insan suratı kalmadığını söyledi. Pek naziklerdi ve söylediğim nedenleri anladılar. Mme Texier olup biteni bir yana bırakalım, dedi, ayının tekidir, ama içinde kötülük yoktur, dedi. Dedi ki: onun için ne kadar önemli olduğumu anlaması için böyle bir şey gerekliydi. Kim verdi onlara adresimi bilmiyorum, söylemediler bana, bu sabah ben Rirette'le otelden çıkarken beni görmüş olmalı. Mme Texier benden hatırı sayılır bir özveride bulunmamı istediğinin farkında olduğunu, ama buna karşı çıkmayacağımı bilecek kadar da beni tanıdığını söyledi.

Nice yolculuğumuz için çok üzülüyorum, sevgilim, pek mutsuz sayılmazsın diye düşündüm, çünkü sen bana her zaman için sahipsin. Ben tüm yüreğim ve bütün bedenimle seninim, eskisi kadar sık sık göreceğiz birbirimizi. Ama Henri bana artık sahip olmasaydı öldürürdü kendini, ben onun için vazgeçilmez bir şeyim, kendimi böylesi bir sorumluluk içinde hissetmek benim hoşuma gitmiyor, inan. Umarım beni pek korkutan ağız kavgaları yapmaya kalkmayacaksın, pişmanlık acısı çekeyim istemezsin, değil mi? Şimdi Henri'nin yanına dönüyorum, onu da bu halde göreceğimi düşününce biraz kanım çekilir gibi oluyor, ama koşullarımı ileri sürecek kadar cesaretim olacak. Önce fazlasıyla özgürlük isteyeceğim, çünkü seni seviyorum, sonra
Robert'i rahat bırakmasını ve annem için kötü şeyler söylememesini isteyeceğim.

Şekerim, çok mutsuzum, burada olmanı isterdim, seni istiyorum, sarıl bana, tüm bedenimde okşayışlarını duyayım. Yarın saat beşte Döme'da olacağım.

-Lulu.

-Zavallı Pierre'ciğim! Rirette onun elini tuttu.

-Asıl onun için üzüldüğümü size söyleyeyim! dedi Pierre. Havaya ve güneşe ihtiyacı vardı. Ama madem ki, böyle karar verdi... Annem korkunç sahneler yarattı, diye sürdürdü. Villa onun ya, oraya bir kadın götürmemi istemiyordu.

-Ya? dedi Rirette kesik kesik. Ya? Çok iyi öyleyse herkes durumdan hoşnut.

Pierre'nin elini bıraktı. Neden bilinmez içini acı bir pişmanlık duygusu kapladığını duyuyordu.

 

1      2      3      4      5