...................
BİR YÖNETİCİNİN ÇOCUKLUĞU

Jean Paul Sartre
Çeviri: Eray Canberk
Can Yayınları. Hayriye Caddesi No. 2, 80060 Galatasaray, İstanbul
Telefon: 252 56 75 -252 59 88 -252 59 89 Fax: 252 72 33

                         
...................
...................

Küçük melek elbisemin içinde pek güzelim. Bayan Portier, anneme, Minik oğlunuz pek şeker şey. Küçük melek kılığı içinde çok güzel, demişti. Bay Bouffardier, Lucien'i dizlerinin arasına çekti ve çocuğun kollarını okşadı. Bu sahiden küçük bir kız, dedi gülümseyerek. Senin adın ne bakayım? Jacqueline mi, Lucienne mi, Margot mu? Lucien kıpkırmızı oldu ve Benim adım Lucien, dedi. Küçük bir kız mıydı, değil miydi artık pek bilmiyordu. Birçok kimse onu küçükhanım diye öpmüştü. Herkes onu ince kanatlarıyla, uzun mavi elbisesiyle, küçük çıplak kolları ve lüle lüle kumral saçlarıyla pek sevimli buluyordu.

İnsanların birdenbire onun artık küçük bir oğlan çocuk olmadığına karar vereceklerinden korkuyordu. Boşu boşuna karşı koydu; kimse onu dinlemezdi, ancak uyurken elbisesini çıkarmasına izin verilirdi, sabahleyin uyanınca da elbiseyi ayakucunda bulurdu ve çişini yapmak istediği zaman da, gündüz Nenette'in yaptığı gibi entarisini kaldırması ve topuklarının
üstüne çömelmesi gerekirdi. Herkes ona Benim küçük güzel kızım, derdi. Belki de böyledir, ben küçük bir kızımdır.

Kendini içinden ne kadar yumuşak hissediyordu, sesi de dudaklarından tatlı ve ince çıkıyordu; belki bu birazcık tiksindiriciydi; yumuşak hareketlerle herkese çiçek de sunardı; kollarını dolayarak kucaklaşmak isterdi. Lucien düşündü: böyle bir şey gerçekten olamaz. Böyle bir şey gerçekten olmayınca pek seviyordu, ama Mardi Gras günü daha fazla eğlenmişti. Ona Pierrot kılığı giydirmişlerdi, Riri'yle birlikte bağıra çağıra koşup zıplamıştı ve
masaların altına saklanmışlardı. Annesi ona saplı gözlüğüyle hafifçe vurdu. Küçük oğlumla iftihar ediyorum. Gösterişli ve güzel kadındı, bütün bu hanımların en tombulu, en irisiydi. Beyaz bir örtüyle kaplı uzun büfenin önünden geçtiği zaman bir kupa şampanya içmekte olan babası, Lucien'i Koca adam! diyerek yerden kaldırdı. Lucien'in ağlamak ve I-ıh, demek
isteği duydu içinden. Portakal şerbeti istedi, çünkü şerbet buzluydu ve içmesi yasaklanmıştı. Ama küçücük bir bardağa iki parmak koyarak verdiler. Şerbetin yapış yapış bir tadı vardı ve o kadar da buzlu değildi: Lucien, çok hasta olduğu zaman içtiği hintyağlı portakal şerbetlerini düşünmeye koyuldu. Hıçkıra hıçkıra ağladı ve otomobilin içinde babasıyla annesinin arasına oturmuş olmayı pek avundurucu buldu. Anne, Lucien'i kendine doğru çekip bastırıyordu, sıcaktı ve güzel kokuyordu, her şeyi ipektendi. Zaman zaman, otomobilin içi tebeşir gibi beyaz oluyor, Lucien gözlerini kırpıştırıyor, annesinin elbisesinin göğüs kısmındaki menekşeler gölgeden çıkıyor ve Lucien birden onların kokusunu içine çekiyordu.

Yine de birazcık hıçkırıyordu, ama kendini nemli ve pırıltılı hissediyordu, biraz da yapış yapış, portakal şerbeti gibi. Küçük banyoluğunun içinde suyla oynamayı severdi ve annesi kauçuk süngerle onu yıkasaydı. Bebekliğinde olduğu gibi, anne ve babasının odasında yatmasına izin verildi. Güldü ve küçük yatağının yaylarını gıcırdattı, babası da Bu çocuk pek afacan, dedi. Biraz portakal çiçeği suyu içti ve babasını üzerinde yalnız gömlekle gördü.
Ertesi gün, Lucien bazı şeyleri unutmuş olduğundan emindi. Gördüğü düşü çok iyi hatırlıyordu: Annesi ve babası melek elbisesi giymişlerdi, Lucien çırılçıplak oturağına oturmuştu, trampet çalıyordu, baba ve anne onun çevresinde uçuşuyorlardı; bu bir karabasandı. Ama, düş görmeden önce bazı şeyler olmuştu, Lucien uyanmak zorunda kalmıştı. Hatırlamaya çalışınca, akşamleyin yakılan gece lambasına tıpatıp benzeyen mavi küçük bir lambayla aydınlatılmış karanlık uzun bir tünel görünüyordu, anne ve babasının odasında. Bu karanlık ve mavi gecenin içinde gerçekten bir şey olup bitmişti -beyaz bir şey.

Annesinin ayakları yanında yere oturdu ve trampetini aldı. Annesi Niçin bana gözlerini dikmiş bakıyorsun, şekerim? dedi. Lucien gözlerini indirdi ve Bum, bum, tararabum! diye bağırarak trampetine vurdu. Ama kadın başını çevirince ona inceden inceye bakmaya koyuldu, sanki ilk kez görüyordu onu. Kumaştan yapılma gülüyle bir entari. Lucien entariyi iyi biliyordu, yüzü de. Bununla birlikte artık benzer değillerdi. Birdenbire böyle olduğunu sandı; olup biteni biraz olsun daha da düşünseydi aradığını buluverecekti. Tünel kül rengi
solgun bir günışığıyla aydınlandı ve bazı şeylerin de kıpırdadığı görülüyordu. Lucien korktu ve bir çığlık attı: tünel kayboldu. Neyin var yavrucuğum? dedi annesi. Yanına diz çökmüştü ve kaygılı bir hali vardı. Kendi kendime eğleniyorum, dedi Lucien. Anne güzel kokuyordu, kendine dokunmayacağından korktu, ona tuhaf gözüküyordu, baba da öyle. Onların odasında bir daha uyumamaya karar verdi.

Sonraki günler anne hiçbir şeyin farkına varmadı. Lucien her zaman etekliklerinin içindeydi, her zaman olduğu gibi, gerçek küçük bir erkek gibi kadınla gevezelik ediyordu. Kendine Kırmızı Şapkalı Kız'ı anlatmasını istedi ve anne onu dizlerinin üstüne oturttu. Kurttan ve Kırmızı Şapkalı Kız'ın büyükannesinden söz etti, bir parmağı havada, gülümseyerek ve ağır
ağır. Lucien ona bakıyor, E sonra? diyordu ve bazı bazı boynundaki saç lülelerine dokunuyordu, ama onu dinlemiyordu, gerçek annesi olup olmadığını kendi kendine soruyordu.

Hikayesini bitirince ona Anne, bana küçük bir kız olduğun zamanı anlat, dedi. Anne de anlattı. Ama belki de yalan söylüyordu. Belki de eskiden küçük bir oğlan çocuktu ve ona entariler giydirmişlerdi -Lucien'e olduğu gibi, geçen akşam- bir kıza benzemek için böyle giyinip durmuştu. Tereyağ gibi yumuşak güzel tombul kollarını ipekli kumaşın altından uslu uslu elledi. Annenin entarisi çıkartılsa ne olurdu, babanın pantolonları giydirilse? Belki
annede hemencecik bir kara bıyık çıkardı. Bütün gücüyle annesinin kollarını sıktı, anne kendi gözünde korkunç bir hayvana dönüşüveriyor gibi bir izlenime kapıldı -ya da panayır yerindeki gibi sakallı bir kadın olurdu belki de.

Kadın ağzını kocaman açarak güldü, Lucien kırmızı dilini ve boğazının dibini gördü. Pisti, içine tükürmek istedi. Ha ha ha! diyordu annesi, nasıl da sıkıyorsun, yavrucuğum! Çok kuvvetli sık beni. Beni sevdiğin kadar kuvvetli. Lucien gümüş yüzüklerle dolu güzel ellerinden birini aldı ve onu öpücüklere boğdu. Ama ertesi gün, anne, Lucien'in yanında otururken ve oturağının üstünde onu elleriyle tutarken ve ona Et, Lucien, et şekerim, n'olursun, derken Lucien birden çişini tuttu ve ona, biraz nefes nefese, sordu: Ama sen
benim sahici annem misin, sahici? Kadın ona, Küçük aptal, dedi ve şimdi çişinin olup olmadığını sordu. O günden sonra Lucien annesinin güldürü oynadığına inandı ve ona büyüdüğü zaman evleneceğini hiç söylemedi. Ama bu güldürünün ne olduğunu pek bilmiyordu.

Tüneli gördüğü gece hırsızlar anne ve babasını yataklarından almaya gelmiş olabilirler ve onların yerine bu ikisini koymuş olabilirlerdi. Ya da bunlar sahici annesi ve babasıydılar da gündüz bir rol oynuyorlardı, gece de başka oluyorlardı. Lucien sıçrayarak uyandığı ve Noel gecesi, onları şömineye oyuncakları koyarken gördüğü zaman oldukça şaşırdı. Ertesi gün Noel babadan söz ettiler ve Lucien de onlara inanır gibi yaptı. Bu onların rolünün içindeydi diye düşünüyordu. Oyuncakları çalmış olmaları gerekiyordu. Şubat ayında, kızıla yakalandı ve çok eğlendi.

İyileşince yetim oyunu oynamayı adet edindi. Kestane ağacının altına, çimenliğin orta yerine oturuyordu, ellerini toprakla dolduruyor ve düşünüyordu: Bir yetim olurdum, adım Louis olurdu. Altı günden beri yemek yememiş olurdum. Hizmetçi kadın Germanie, öğle yemeği için ona seslendi ve masada oyununa devam etti. Anne ve baba hiçbir şeyin farkında
değillerdi.

Onu bir yankesici yapmak isteyen hırsızlar tarafından alıp götürülmüştü. Öğle yemeğini yiyince kaçardı, gider onlara haber verirdi. Az yemek yedi, az su içti, Koyuncu Meleğin Hanı'nda karnı acıkmış bir adamın ilk yemeğinin hafif olması gerektiğini okumuştu.

Bu çok eğlenceliydi, çünkü herkes oyun oynuyordu. Baba ve anne, baba ve anne olma oyunu oynuyordu. Anne pek üzgün olma oyunu oynuyordu, çünkü yavrucuğu pek az yemek yemişti, baba gazete okumak ve zaman zaman Lucien'in önünde Badabum, koca adam! diyerek parmağını oynatma oyunu oynuyordu. Lucien de oynuyordu, ama sonunu nasıl getireceğini
artık pek iyi bilmiyordu. Yetim mi? Yoksa Lucien mi olmak? Sürahiye baktı. Suyun dibinde oynaşan kırmızı küçük bir ışık vardı ve kara kıllarıyla, büyük ve ışıklı sürahinin içindeki babasının eli olduğuna insan yemin ederdi. Lucien'de birdenbire sürahinin de sürahi olma oyunu oynadığı izlenimi uyandı. Sonunda yemeklere pek az dokundu ve öyle acıktı ki öğleden sonra bir düzine erik çalmak zorunda kaldı; az kalsın midesini bozuyordu. Lucien
olma oyununu oynamanın canına yettiğini düşündü.

Gelgelelim kendini bu işten alıkoyamıyordu ve her zaman oyun oynuyormuş gibisine geliyordu. Pek çirkin ve pek ciddi olan Bay Bouffardier gibi olmak isterdi. Akşam yemeğine geldiği zaman Bay Bouffardier Saygılarımı sunarım, hanımefendi, diyerek annesinin elinin üstüne eğiliyordu, Lucien salonun orta yerine dikiliyordu, adama hayranlıkla bakıyordu. Ama Lucien'in başından geçen hiçbir şey ciddiyet taşımıyordu. Düştüğü ve bir yeri şiştiği zaman, çoğu kez ağlamayı bırakıyor ve kendi kendine soruyordu: Ben gerçekten kaka mıyım? Böylece kendini daha da hüzünlü hissediyordu ve gözyaşları yeniden bir güzel akmaya başlıyordu. Saygılarımı sunarım hanımefendi, diyerek elini öptüğü zaman annesi Bu hoş bir şey değil, sevgilim, büyüklerle alay etmemelisin, diyerek onun saçlarını karıştırdı.

Kendini iyice cesareti kırılmış hissetti. Ayın ilk ve üçüncü cuması dışında kendini önemli bulmuyordu. O günler birçok hanım annesini görmeye geliyordu; içlerinden biri ya da ikisi yasta oluyordu. Lucien yas tutan kadınları seviyordu, özellikle ayakları büyük olursa. Genellikle büyüklerle eğleniyordu, çünkü onlar pek saygıdeğerdirler -ve insan, küçük oğlan
çocuklarının altlarına kaçırdıkları gibi o kadınların da yataklarını kirlettiğini düşünmeye kalkışamaz- çünkü iyi giyinmişlerdir, giysileri koyu renklidir, elbisenin altında da ne olduğunu, insan, kafasın da canlandıramaz. Hep bir arada oldukları zaman her şeyi yerler, konuşurlar, gülüşleri bile oturaklıdır, ayindeki gibidir.

Lucien'i adam yerine koyuyorlardı. Bayan Couffın, Lucien'i dizlerinin üstüne alıyordu, Gördüğüm en cici çocuk, diyerek baldırlarını elliyordu. Ardından hoşlandığı şeyleri soruyordu, onu öpüyordu, büyüyünce ne yapacağını soruyordu. Lucien bazı bazı Jeanne d'Arc gibi büyük bir general olacağını, Almanlardan Alsace-Lorraine'i geri alacağını söylüyordu, bazı da misyoner olmak istediğini söylüyordu. Her konuştuğunda söylediklerine inanıyordu.
Bayan Besse, hafif bıyıklı, iri, kuvvetli bir kadındı. Lucien'i arkaüstü yatırıyor, Küçük bebeğim, diyerek onu gıdıklıyordu. Lucien hoşnuttu, rahatça gülüyordu ve gıdıklandıkça kıvranıyordu. Küçük bir bebek olduğunu, büyükler için sevimli küçük bir bebek olduğunu düşünüyordu ve Bayan Besse'in onu soymasından, yıkamasından, onu kauçuk bir bebek gibi küçük bir beşiğin içine uykuya yatırmasından hoşlanacağını düşünüyordu. Bazı kereler
de Ne diyor, benim bebeğim? diyordu ve birdenbire Lucien'in karnına basıyordu. O zaman, Lucien mekanik bir bebek taklidi yapıyordu, boğuk bir sesle Üeee, diyordu ve ikisi birden gülüyorlardı.

Her cumartesi eve öğle yemeğine gelen Papaz Efendi, Lucien'e, annesini sevip sevmediğini sordu. Lucien güzel annesine bayılıyordu ve babası da ne kadar kuvvetli, ne kadar iyiydi. Herkesi güldüren gururlu ve kararlı bir tavır takınıp Papaz Efendinin gözlerinin içine bakarak Evet, diye karşılık verdi. Papaz Efendinin bir ağaççileği gibi kafası vardı: kırmızı ve pürtüklü; her bir pürtüğün üstünde de bir kıl. Papaz Efendi bunun iyi olduğunu ve daima
annesini çok sevmesi gerektiğini Lucien'e söyledi ve sonra Lucien'in, Tanrı Babayı mı, yoksa annesini mi yeğ tuttuğunu sordu. Lucien, birden sorunun içinden çıkamadı ve saç lülelerini oynatmaya, Bum, tararabum, diyerek havaya tekmeler atmaya koyuldu ve büyükler sanki o orada yokmuş gibi yeniden konuşmalarına daldılar. Bahçeye koştu, arka kapıdan dışarı sıvıştı;
küçük kamış sopasını almıştı. Doğal olarak Lucien bahçeden dışarı çıkamazdı, yasaktı.

Çoklukla Lucien uslu küçük bir çocuktu, ama bugün söz dinlemek istememişti. Büyük ısırganotu yığınına güvensizce baktı, buranın yasaklanmış bir yer olduğu açıkça görülüyordu. Duvar kararmıştı, ısırganotları zararlı kötü bitkilerdendi, bir köpek ısırganların tam dibine
becermişti, burası bitki, köpek pisliği ve sıcak şarap kokuyordu. Lucien Ben annemi seviyorum, ben annemi seviyorum! diye bağırarak kamışıyla ısırganları kamçıladı. Beyaz su salarak sarkan kırılmış ısırganlara bakıyordu, aklaşan, tüylü boyunları kırılarak tarazlanmışlardı, bağıran yalnız küçük bir ses duyuluyordu: Ben annemi seviyorum, ben annemi seviyorum! Vızıldayan iri bir mavi sinek vardı. Bu bir kaka sineğiydi. Lucien sinekten korkuyordu. Güçlü, çürümüş ve dingin bir yasak koku burun deliklerini dolduruyordu.
Tekrarladı: Ben annemi seviyorum, ama sesi kendine bir tuhaf geldi, tüyler ürpertici bir korku duydu ve bir çırpıda salona kadar koştu.

O gün, Lucien annesini sevmediğini anladı. Kendini suçlu hissetmiyordu, ama inceliğini arttırdı, çünkü bütün yaşayışı boyunca anne ve babasını sever gözükmek zorunda olduğunu düşünüyordu, böyle olmazsa kötü küçük bir oğlan olurdu insan. Bayan Fleurier, Lucien'i gitgide tatlı buluyordu, o yaz savaş da vardı, baba çarpışmaya gitti, anne, üzüntülü de olsa mutluydu. Lucien pek dikkatli olmuştu; bir yığın üzüntüsü olan anne, öğleden sonra bahçede açılır kapanır iskemlesine uzanıp dinlenirken, Lucien ona bir yastık aramak için koşuyor, yastığı başının altına koyuyor, ya da bacaklarına bir örtü seriyordu ve anne gülerek karşı koyuyor.

Ama sıcaktan patlarım, yavrucuğum, ne kadar da naziksin! diyordu. Lucien Anne sen benimsin, diyerek, soluk soluğa, coşkuyla öpüyordu anneyi ve gidip kestane ağacının altına oturuyordu.

Kestane ağacı! dedi ve bekledi. Ama hiçbir şey olmadı. Anne verandanın altında uzanmıştı, her yanı örten ağır bir sessizliğin dibinde küçücüktü. Burası sıcak ot kokuyordu, insan ayağı basmamış, ormanda bir araştırıcı olma oyunu oynanabilirdi, ama Lucien'in canı oyun oynamak istemiyordu artık. Hava, duvarın kırmızı çatısının üstünde titreşiyordu, güneş toprakta ve Lucien'in elleri üstünde yakıcı lekeler oluşturuyordu. Kestane ağacı! Bu
çarpıcıydı: Lucien, annesine, Güzel anne benimsin, dediği zaman anne gülüyordu. Garmaine'e `Salak' dediği zaman Germaine ağlamıştı ve onu anneye şikayet etmişti. Ama `Kestane ağacı' dediği zaman hiçbir şey olmuyordu. Dişlerinin arasından fısıldadı: `Pis ağaç' ve emin değildi, ama ağaç kıpırdamadığından, daha kuvvetli tekrar etti: Pis ağaç, pis kestane
ağacı! Bekle de gör, birazcık bekle! ve ağaca tekme attı. Fakat ağaç hareketsiz kaldı, hareketsiz -odundan yapılma olduğundandı. Akşamleyin yemekte, Lucien, annesine: Biliyor musun anne, ağaçlar evet ağaçlar, odundandır, dedi, annesinin pek sevdiği şaşkın yüz ifadesiyle karşılaştı. Bayan Fleurier öğle postasından mektup almamıştı. Kuru kuru Budala
olma, dedi: Lucien küçük bir sakar oldu.

Nasıl yapıldıklarını anlamak için bütün oyuncaklarını kırıyordu. Babanın eski bir usturasıyla bir koltuğun koluna çentikler yaptı, düşünce kırılıp kırılmayacağını ve içinde bir şey olup olmadığını anlamak için salondaki heykelciği itip düşürdü; gezinirken elindeki kamışla çiçeklerin ve bitkilerin kellelerini uçuruyordu; her keresinde derin bir hayal kırıklığına uğruyordu; nesneler saçmalıktı; sahiden yoktular. Anne çoklukla çiçekleri ya da ağaçları göstererek, Bunun adı ne? diye soruyordu ona. Lucien başını sallıyor ve karşılık veriyordu: Hiçbir şey değil o, adı yok. Bütün bunlar dikkat etmek için katlanılan zahmete değmiyordu. Bir çekirgenin ayaklarını koparmak çok daha eğlenceliydi, çünkü bir topaç gibi parmaklarınızın arasında titreşiyordu ve karnının üstüne ayakla basılınca ondan sarı bir krem
çıkıyordu. Bununla birlikte çekirgeler bağırmıyordu. Kendilerine eziyet edilince bağıran hayvanlardan birine acı vermek pek istemişti, sözgelişi bir tavuk, ama onlara yaklaşmaya cesaret edemiyordu.

Bay Fleurier mart ayında geri döndü, çünkü o bir yöneticiydi, herhangi biri gibi siperde duracağına fabrikasının başında durmasının daha yararlı olacağını söylemişti general. Baba, Lucien'i çok değişmiş buldu, küçük koca adamı artık tanıyamaz olduğunu söyledi. Lucien bir çeşit uyuşukluk içine düşmüştü, aptalca yanıtlar veriyordu, hemen her zaman bir parmağı
burnundaydı ya da parmaklarına üflüyor ve onları koklamaya başlıyordu, kakasını yapması için yalvarıp yakarmak gerekiyordu. Şimdi ayak yoluna yalnız başına gidiyordu, yalnızca kapıyı aralık bırakması gerekiyordu ve zaman zaman anne ya da Germaine ona cesaret vermeye geliyorlardı. Saatlerce oturakta oturuyordu ve bir keresinde öyle canı sıkıldı ki
uyuyakaldı. Hekim çabuk büyüdüğünü ve kuvvet ilacına ihtiyaç duyduğunu söyledi. Anne, Lucien'i yeni oyunlarla yetiştirmek istedi, ama o yeteri kadar böyle oyunlar oynadığını ve sonuç olarak bütün oyunların aynı değerde olduğunu söyledi; hepsi aynı şeydi.

Her zaman yüzünü asıyordu: Bu da bir oyundu, ama daha çok eğlenceliydi. Anneye eziyet edilir, insan kendini kederli ve hınçlı hissederdi, kapalı bir ağız ve dumanlı bakışlarla biraz sağır olunurdu, içteyse, tıpkı gece yatakta örtülerin altında ve kendi kokusunu duyar gibi ılık ve rahat olunurdu, insan dünyada bir başınaydı. Lucien asık yüzlülüğünden artık kurtulamıyordu. Babası ona, Yüzünü asıyorsun, demek için alaycı sesini kullandığı zaman
Lucien hıçkırarak yerlerde yuvarlanıyordu. Annesinin konukları geldiğinde salona oldukça sık gidiyordu, ama saç lülelerini kestiklerinden bu yana büyükler onunla az ilgileniyorlardı ya da ilgilenseler bile bu, ona ahlak dersi vermek ve eğitici öyküler anlatmak içindi. Yeğeni Riri, güzel annesiyle, yani Berthe Halayla bombardıman yüzünden Ferolles'e geldiği zaman Lucien çok sevindi; ona oyun oynamayı öğretmeyi denedi. Ama Riri'nin kafasına Boches'lardan tiksinmeyi sokmuşlardı; Lucien'den altı ay büyük olmasına karşılık ağzı daha süt kokuyordu. Yüzünde çiller vardı ve çoğu zaman söylenenleri iyi anlamıyordu. Yine de Lucien ona bir uyurgezer olduğu sırrını verdi. Bazı insanlar geceleyin kalkar, konuşur ve uyurken gezer.

Lucien bunu Küçük Araştırıcı adlı kitapta okumuştu ve geceleyin yürüyen, konuşan ve annesini babasını gerçekten seven sahici bir Lucien olması gerektiğini düşünmüştü. Yalnız, sabah olunca, her şeyi unutuyordu ve Lucien olmuş gibi gözükme işine yeniden başlıyordu. Başlangıçta Lucien bu öykünün ancak yarısına inanıyordu, ama bir gün ısırganotlarının oraya gittiler. Riri Lucien'e pipisini gösterdi, ona, Bak ne kadar büyük, ben büyük bir oğlanım. İyice büyüyünce bir erkek olacağım ve siperlerde Boches'lara karşı dövüşmeye gideceğim, dedi. Lucien, Riri'yi çok tuhaf buldu, deli gibi güldü. Seninkini göster, dedi Riri. Karşılaştırdılar, Lucien'inki daha küçüktü, ama Riri hile yapıyordu, kendininkini uzatmak için çekiyordu.

Daha büyük olan benimki, dedi Riri. Evet, ama ben bir uyurgezerim, dedi Lucien, sakin sakin, Riri, uyurgezerin ne olduğunu bilmiyordu ve Lucien bunu ona anlatmak zorunda kaldı. Bitirince düşündü: Sahi mi benim uyurgezer olduğum? ve korkunç bir ağlamak isteği duydu. Aynı yatakta yattıklarından ertesi gece Riri'nin uyanık kalmasını, Lucien kalktığı zaman onu iyice gözlemesini ve Lucien'in söyleyeceği şeyleri iyice aklında tutmasını kararlaştırdılar. Bir zaman sonra beni uyandıracaksın, dedi Lucien; bakalım yaptıklarımı hatırlayabilecek miyim? Akşam, uyuyamayan Lucien, tiz horlamalar duydu ve Riri'yi uyandırmak zorunda kaldı. Zanzibar! dedi Riri. Uyan, Riri, kalkacağım zaman beni gözlemelisin. Bırak uyuyayım, dedi Riri, ağır bir sesle.

Lucien onu sarstı ve gömleğinin altından bir çimdik attı; Riri debelenmeye başladı ve gözleri açık, yüzünde tuhaf bir gülüşle uyandı. Lucien babasının ona alması gereken bir bisikleti düşündü, bir lokomotifin sesini duydu ve sonra, birdenbire hizmetçi kadın içeri girdi ve perdeleri çekti, saat sabahın sekiziydi. Lucien geceleyin ne yapmış olduğunu hiç bilmedi. Bunu yüce Tanrı Baba biliyordu, çünkü Tanrı Baba her şeyi görüyordu. Lucien dua minderine diz çöküyordu ve ayinden çıkarken annesi ona aferin desin diye uslu olmaya çabalıyordu, ama Tanrı Babadan nefret ediyordu. Tanrı Baba Lucien'le ilgili her şeyi biliyordu da Lucien kendisiyle ilgili pek çok şeyi bilmiyordu. Lucien'in annesini, babasını sevmediğini, uslu gibi gözüktüğünü, geceleyin yatakta pipisini ellediğini biliyordu. Neyse ki Tanrı Baba bütün
bunları hatırında tutamıyordu, çünkü yeryüzünde bir yığın küçük oğlan çocuk vardı. Lucien, `Arpalık' diye alnına vurduğu zaman Tanrı Baba bütün gördüklerini hemen unutuyordu.

Lucien, Tanrı Babayı, annesini sevdiğine inandırmak için de çok çalıştı. Zaman zaman kafasının içinde Anneciğimi nasıl da seviyorum! diyordu. Her zaman bir türlü pek inanmayan bir köşecik kalıyordu kafasında, Tanrı Baba da bu köşeciği görüyordu tabii. Böyle olunca kazanan O oluyordu. Fakat insan bazı kere söylenenlerin içine bütünüyle dalabiliyordu. Çarçabuk söyleniyordu: Oh! Ben annemi seviyorum. Tane tane söylüyordu ve annenin yüzü görülüyordu ve insan kendini baştan aşağı duygulanmış hissediyordu,
Tanrı Babanın size baktığını belli belirsiz düşünüyordunuz ve sonra bunu bile düşünmemenin ardından şefkatle büsbütün yumuşacık olunuyordu ve sonra kulaklarınızda oynaşıp duran kelimeler oluyordu; anne, anne, ANNE. Bu ancak bir an sürerdi, kuşkusuz, tıpkı Lucien'in iki ayağı üstünde bir iskemleyi dengede tutmaya çalıştığı zamanki gibi. Ama tam o sırada,
`Pacoto' denirse Tanrı Baba kandırılmış oluyordu: Yalnızca İyi'yi görmüştü ve bu gördüğü de sonsuza dek Belleği'nde kalmıştı. Ama Lucien bu oyundan yoruldu, çünkü güç harcamak gerekiyordu ve sonra sonuç olarak da Tanrı Babanın kazandığı ya da yitirdiği hiç bilinemiyordu.

Lucien artık Tanrıyla uğraşmadı. İlk ayinine gittiğinde Papaz Efendi onu çok uslu ve din dersinin en iyi öğrencisi olduğunu söyledi. Lucien çabuk anlıyordu ve iyi bir belleği vardı, fakat kafasının içi sislerle doluydu. Pazar günü bir aydınlanma oldu. Lucien babayla birlikte Paris sokağında gezinirken sisler de dağılıyordu. Güzelim denizci elbisesini giymişti ve babayı ve Lucien'i selamlayan babasının işçileriyle karşılaşıyordu. Baba onlara yaklaşıyor onlar da, Günaydın, Bay Fleurier, diyorlardı; Günaydın, küçük bey, de diyorlardı. Lucien işçileri seviyordu, çünkü bunlar büyüktüler, ama ötekiler gibi değil. Önce ona bey, diyorlardı. Sonra başlarında kasketleri vardı ve çile çekmiş ve çatlamış bir görünüşü olan küt tırnaklı iri elleri vardı.

Güvenilir ve saygıdeğerdiler. Baba Bouligaud'un bıyığının çekilmemesi gerekirdi, babası paylardı Lucien'i. Ama baba Bouligaud, babasıyla konuşmak için kasketini çıkarırdı başından, babası ve Lucien şapkalarını çıkarmıyorlardı başlarından ve babası neşeli ve pürüzlü ağır bir sesle konuşuyordu: Evet baba Bouligaud, senin oğlanı bekliyoruz, ne zaman alacak iznini? Ayın sonunda, Bay Fleurier, sağolun Bay Fleurier. Baya Bouligaud'nun mutlu bir görünüşü vardı ve Bay Bouffardier gibi `Afacan' diyerek Lucien'in sırtına vurmazdı. Lucien Bay Bouffardier'den tiksiniyordu, çünkü pek çirkindi. Ama baba Bouligaud'yu görünce içi rahat ediyordu ve iyi olmak istiyordu canı.

Bir keresinde gezmeden döndüklerinde, baba, Lucien'i dizlerine aldı ve bir yöneticinin ne olduğunu ona açıkladı. Lucien, fabrikadayken babasının işçilerle nasıl konuştuğunu öğrenmek istedi, baba bu işi nasıl yapması gerektiğini gösterdi ona ve sesi iyice değişmişti.

-Ben de yönetici olacak mıyım? diye sordu Lucien.

-Elbette koca adam, seni bunun için yetiştirdim.

-Peki ben kime emir vereceğim?

-Bak, ben öleceğim, sen benim fabrikamın sahibi olacaksın ve benim işçilerime emir vereceksin.

-Ama işçiler de ölecek.

-Öyle, onların çocuklarına emir vereceksin, sözünü dinletmeyi, kendini sevdirmeyi bilmen gerekecek.

-Ee, peki kendimi nasıl sevdireceğim, baba? Baba biraz düşündü ve karşılık verdi: Önce, hepsini adlarıyla tanıman gerekir. Lucien iyice heyecanlandı ve ustabaşı Morel'in oğlu babasının iki parmağını kestiğini haber vermek için eve geldiği zaman Lucien çocuğun gözlerinin içine bakarak ona Morel diyerek çocukla akıllı uslu ve tatlı tatlı konuştu. Anne böylesine iyi ve böylesine duygulu bir oğlu olduğu için gurur duyduğunu söyledi. Bundan sonra ateşkes anlaşması oldu, baba her akşam yüksek sesle gazete okuyordu, herkes
Ruslardan söz ediyordu, Alman hükümetinden, savaş tazminatlarından söz ediyordu ve baba, Lucien'e harita üstünde ülkeler gösteriyordu.

Lucien hayatının en can sıkıcı yılını geçirdi, savaş olduğu zamanları daha çok seviyordu. Şimdiyse herkeste bir aylaklık vardı ve Bayan Coffın'in gözlerinde görülen ışıltılar sönmüştü. 1919 yılının ekiminde Bayan Fleurier onu gündüzlü olarak Saint-Joseph Okulunun derslerine götürdü.

Papaz Gerromet'nin odası çok sıcaktı. Lucien, Papaz Efendinin koltuğunun yanında ayaktaydı, ellerini arkasında bağlamıştı ve çok sıkılıyordu. Annem şimdi alıp başını gitmeyecek mi? Ama Bayan Fleurier şimdilik gitmeyi düşünmüyordu. Yeşil bir koltuğun iyice ucuna oturuyor ve iri göğüslerini Papaz Efendiye doğrultuyordu; çok hızlı konuşuyordu ve kızıp da kızgınlığını göstermek istemediği zamanlardaki gibi sesi ahenkliydi. Papaz Efendi
ağır ağır konuşuyordu, başkalarından daha çok uzatıyor gibiydi ağzında sözcükleri, ağzından çıkarmadan ince onları akide şekeri gibi emiyor dense yeriydi. Lucien'in çok efendi ve çalışkan bir çocuk olduğunu, ama korkunç derecede kayıtsız olduğunu anneye anlatıyordu.

 

Bayan Fleurier hayal kırıklığına uğradığını, çünkü yer değişikliğinin çocuğa iyi geleceğini düşündüğünü söyledi. Hiç olmazsa teneffüslerde oynayıp oynamadığını sordu. Ne yazık ki, hanımfendi, diye karşılık verdi; muhterem peder, oyunlar da onu pek ilgilendirir gözükmüyor. Bazı bazı gürültücü oluyor ve hatta yaramazlık ediyor, ama çarçabuk bıkıyor. Sanırım ki bu çocukta sebat yok. Lucien düşündü: Sözü edilen benim. Tıpkı savaşın, Alman hükümetinin ya da Bay Poincare'nin konuşma konusu yapıldığı gibi bu iki büyük kendinden söz ediyorlardı. Ciddi bir görünüşleri vardı ve durumu üzerine düşünüyorlardı. Ancak bu düşünce de hoşuna gitmedi. Kulakları annesinin ahenkli sözcükleri, Papaz Efendinin emilmiş ve yapışkan sözcükleriyle doluydu, içinden ağlamak geliyordu. Neyse ki zil çaldı, onu da bıraktılar. Ama, coğrafya dersinde pek sinirleri bozuldu ve Papaz Jacquin'den tuvalete gitmek için izin istedi, çünkü hareket etmeye ihtiyacı vardı.

Önce tuvaletin serinliği, sessizliği ve güzel kokusu onu yatıştırdı. Adet yerini bulsun diye çömeldi, ama bir şey yoktu; başını kaldırdı, kapıyı baştan başa donatan yazıları okumaya koyuldu. Mavi kalemle `Barataud bir tahtakurusudur' diye yazmışlardı. Lucien güldü: Doğruydu; Barataud bir tahtakurusuydu, minicikti ve biraz büyüyeceği söyleniyordu, ama hemen hemen hiç büyümüyordu, çünkü babası ufacıktı, neredeyse bir cüceydi. Lucien kendi kendine Barataud'nun bu yazıyı okuyup okumamış olduğunu sordu ve okumamıştır diye düşündü, yoksa yazı silinmiş olurdu. Barataud parmağını emip ıslatacak ve harfleri yitip gidinceye dek silip duracaktı.

Lucien, Barataud'nun saat dörtte tuvalete geleceğini ve küçük kadife donunu indireceğini ve `Barataud bir tahtakurusudur' yazısını okuyacağını düşünerek biraz neşelendi. Belki de bu kadar küçük olduğunu hiç düşünmemişti. Lucien yarın sabahtan itibaren teneffüste ona tahtakurusu demeyi karşılaştırdı. Ayağa kalktı ve sağdaki duvar üstünde bir başka yazı gördü,
aynı mavi kalemle yazılmıştı: Lucien Fleurier koca bir sırıktır. Yazıyı özenle sildi ve sınıfa döndü. Doğru, dedi arkadaşlarına bakarak, bunların hepsi benden çok küçük. Kendini rahatsız hissetti. Koca sırık. Iles tahtasından yapılma küçük çalışma masasına oturmuştu. Germaine mutfaktaydı, annesi daha eve dönmemişti. Yazılışını düzeltmek için beyaz bir kağıdın üstüne `koca sırık' yazdı. Ama sözcükler pek alışılmış gibi gözüktü, hiçbir etki yapmadılar. Germaine, Germaine'ciğim! diye seslendi

-Ne istiyorsunuz? diye sordu Germaine.

-Germaine, şu kağıda `Lucien Fleurier koca bir sırıktır,' diye yazmanı istiyorum.

-Deli misiniz Bay Lucien? Lucien kollarını Germaine'in boynuna doladı. Germaine, Germaine'ciğim, n'olursunuz.

Germaine gülmeye başladı ve parmaklarını önlüğüne kuruladı. Kadın yazarken Lucien ona bakmadı, ama sonra, yazıyı odasına götürdü, uzun uzun seyretti. Germaine'in yazısı kargacık burgacıktı, Lucien kulağına `Koca sırık' diyen kuru bir ses geldiğini sanıyordu. Düşündü: Ben büyüğüm. Utançtan ezildi:

Barataud nasıl küçükse öyle büyük olmak. -Ve ötekiler arkasından alay ediyorlardı. Sanki bir yazgıya bağlanmış gibiydi: Şimdiye kadar arkadaşlarını yukarıdan aşağıya doğru görmek ona doğal geliyordu. Ama şimdi, hayatının geri kalanı için birdenbire büyük olmaya mahkum edilmiş buluyordu kendini. Akşamleyin, insan bütün gücüyle istese yeniden küçülebilir mi, diye babasına sordu. Bay Fleurier, hayır dedi: Bütün Fleurier'ler büyük ve güçlüydüler ve Lucien de daha büyüyecekti. Lucien umutsuzluğa kapıldı. Annesi onu yatırınca kalktı, aynada kendine bakmaya gitti: Ben büyüğüm. Ama boşuna bakıyordu, bu görünmüyordu, ne büyük ne küçük gibi görünüyordu. Gömleğini biraz kaldırdı ve bacaklarını gördü, o zaman Costil'in
Hebrard'a: Bak bak, sırığın uzun bacaklarına bak, dediğini düşündü ve bu ona büsbütün tuhaf geldi. Hava soğuktu, Lucien ürperdi ve biri ona. Sırığın tüyleri diken diken olmuş, dedi. Lucien gömleğinin eteğini daha yukarı kaldırdı, bütün göbeği ve bütün takım taklavatı göründü. Sonra yatağına koştu ve içine daldı yatağın.

Elini gömleğinin altına soktuğu zaman Costil'in onu gördüğünü ve Bakın, koca sırık ne yapıyor! dediğini düşündü. Kıpırdandı ve yatağında soluyarak döndü: Koca sırık! Koca sırık! ta ki parmaklarının arasında küçük mayhoş bir kaşıntı yaratıncaya kadar. Sonraki günler, sınıfın en arka sırasında oturmak için Papaz Efendiden izin almaya niyetlendi. Bunun nedeni, arkasında oturan ve ensesine bakabilen Boisset, Winckelmarın ve Costil'di.

Lucien, ensesinin varlığını hissediyor, ama onu görmüyordu ve genellikle unutuyordu. Ama Papaz Efendiye elinden geldiğince yanıt vermeye çabaladığı ve Don Diegue tiradını ezbere okuduğu sırada, ötekiler arkasındaydılar ve ensesine bakıyorlardı. Ne kadar zayıf, boynu ip gibi, diye düşünerek onunla alay edebiliyorlardı. Lucien, sesini yükseltmek ve Don
Diegue'in meydan okuyuşunu anlatmak için kendini zorluyordu. Sesiyle istediğini yapıyordu, ama ensesi hep olduğu yerde, durgun ve kaskatıydı, dinlenen biri gibi. Basset de ensesini görüyordu. Yer değiştirmeyi göze alamadı. Arka sıra tembel öğrencilere ayrılmıştı, ama ensesi ve kürek kemikleri durmadan onu kaşındırıyordu. Durmadan da kaşınmak zorundaydı.
Lucien yeni bir oyun buldu: Sabahları büyük bir adam gibi kendi başına banyoda yıkanırken birinin anahtar deliğinden baktığını hayal ediyordu: bazan Costil'in, bazan Baba Bouligaud'nun, bazan Germaine'in. Böylece, her yanını görsünler diye her yana dönüyordu.

Bazen arkasını kapıya dönüyor, iyice çıkıntılı ve gülünç olsun diye yüzükoyun duruyordu. Bay Bouffardier lavman yapmak için sezdirmeden ona yaklaşıyordu. Bir gün banyodayken sürtünme sesleri duydu. Bu içerideki dolabın cilasını parlatan Gertrude'dü. Kalbi durur gibi oldu, yavaşça kapıyı açıp çıktı; donu topuklarına kadar inikti ve gömleği böğürlerine kadar
kıvrılmıştı. Dengesini bozmadan ilerlemek için küçük küçük sıçramalar yapması gerekiyordu.

Germaine ona hiç tepki göstermeden bir göz attı. Çuval yarışı mı yapıyorsunuz? diye sordu. Lucien, öfkeyle pantolonunu çekti ve yatağına girmek için koştu. Bayan Fleurier şikayetçiydi, kocasına sık sık: Küçükken ne kadar edepliydi, bak bozuldu, tehlikeli bu! diyordu. Bay Fleurier Lucien'e şöyle bir bakıyordu ve Çağı, diye karşılık veriyordu. Lucien bedenini ne yapacağını bilmiyordu, hangi işe girişse, hiç fikrini sormadan, bu bedeni de her köşede kendini göstermeye koyuluyor gibisine geliyordu. Lucien görünmez adam olmayı düşündü ve bundan hoşlandı.

Öcünü almak, ötekilerin bundan habersizken nasıl olduklarını görmek için anahtar deliklerinden bakmayı adet edindi. Yıkanırken annesini gördü. Banyoda oturmuştu, uyur gibiydi, bedenini ve hatta yüzünü tamamıyla unutmuştu, kimsenin onu görmediğini düşünüyordu. Yalnız bu kendi kendine bırakılmış bedenin üstünde bir sünger gidip geliyordu; tembel hareketleri vardı ve işi yarı yolda bırakıverecekmiş gibi geliyordu insana. Anne bir
sabun parçasıyla bir bezi köpürttü ve eli bacaklarının arasında kayboldu. Yüzü dinlenikti, hemen hemen hüzünlüydü, başka şeyleri düşünüyordu kesinlikle, Lucien'in eğitimini ya da Bay Poincare'yi. Ama o sırada da, bu kırmızı büyük yığındı, bu iri beden banyonun fayansı üstünde oturup duruyordu. Bir başka defa Lucien terliklerini çıkardı ve çatı aralığına kadar tırmandı. Germaine'i gördü. Ayaklarına kadar inen uzun yeşil bir gömleği
vardı, küçük yuvarlak bir aynanın karşısında saçlarını tarıyordu, kendi görüntüsüne uyuşuk uyuşuk gülüyordu. Lucien'i bir gülmedir aldı ve çarçabuk aşağıya inmek zorunda kaldı.

Bundan sonra salonun büyük aynası karşısında gülümsüyor ve yüzünü buruşturuyordu, bir süre sonra berbat bir korkuya yakalandı. Lucien, sonunda uyuyakaldı, ama ona ormanda uyuyan güzel diyen Bayan Coffın'den başka kimse bunun farkında değildi; ne yutabildiği, ne tükürebildiği koca bir hava kabarcığı ağzının hep yarı açık kalmasına neden oluyordu: Bu onun esnemesiydi. Yalnız olduğu zaman dilini ve ağzının içini yavaşça okşayarak bu kabarcık irileşiyordu. Ağzı koskocaman açılıyor, yanağına yaşlar dökülüyordu. Bunlar çok hoş zamanlardı.

Tuvaletlerde pek eskisi kadar eğlenemiyordu, buna karşılık aksırmayı çok seviyordu, bu onu uyandırıyordu, bir an keyifle çevresine bakıyor, sonra yeniden uyuklamaya başlıyordu. Çeşitli biçimlerde uyumayı öğrendi: Kışın ocağın önüne oturuyor ve başını ateşe doğru uzatıyordu; kırmızılaşıp iyice kızarınca başı bir anda boşalıyordu; o buna kafayla uyumak, diyordu.
Pazar sabahı, tam karşıtı, ayaklarıyla uyuyordu: Banyosuna giriyordu, yavaşça eğiliyordu ve uyku, bacakları ve böğürleri boyunca çalkalanarak yukarı doğru çıkıyordu. Bembeyaz ve suyun dibinde şişkince gözüken, kaynayan bir tavuğu andıran, uyumuş bedenin üstünde küçük kumral bir baş, içi templum, templi, templo, deprem, putkırıcılar gibi bilgece sözcüklerle dolu bir baş, üstünlük taslıyordu.

Sınıfta uyku beyazdı, ışıklarla delinmişti: Üçe karşı ne yapsın istiyorsunuz? Birincisi. Lucien Fleurier. Halk sınıfı nedir: hiç. Birinci Lucien Fleurier, ikinci Winckelmarın. Pellereau cebirde birinciydi. Tek yumurtalığı vardı, öteki çıkmamıştı. Görmek için iki kuruş, dokunmak için on kuruş vermek gerekiyordu. Lucien on kuruş verdi, duraksadı, elini uzattı ve dokunmadan gitti, ama sonra pişmanlıkları öylesine can alıcıydı ki bu yüzden bazan bir
saatten fazla uykusuz kaldığı oluyordu. Tarihten iyiydi de, jeolojiden kötüydü; birinci: Winckelmarın, ikinci: Fleurier. Pazar günü, Costil ve Winckelmarın'la birlikte bisikletle dolaşmaya gittiler. Sıcağın altında kavrulmuş çayırlar boyunca bisikletler yumuşak tozun üstünde kayıyordu.

Lucien'in bacakları canlı ve kaslıydı, ama yolun uyku veren kokusu başına vuruyordu, gidonun üstüne eğilmişti, gözleri kızarıyor yarı yarıya kapanıyordu. Üç kez başarı ödülü almıştı sonunda. Ona Fabiola ya da Yer Altı Kiliseleri, Hıristiyanlığın Dehası ve Lavigerie Kardinalinin Hayatı adlı kitaplar verildi.

Yaz tatili sonunda Costil, onlara De Profundis Morpionibus ve Metz'in Topçusu'nu öğretti. Lucien, daha iyisini yapmaya karar verdi ve babasının tıbbi Larousse'undaki `Döl Yatağı' bölümünü inceledi, sonra da kadınların yapısı üzerine onlara açıklamalar yaptı. Tahtaya bir şekil de çizdi, Costil bunun uydurma olduğunu ileri sürdü. Ama bundan sonra boru sözü edildi mi gülmekten kırılıyorlardı. Lucien bütün Fransa'da kendi kadar kadın organları
üzerinde bilgisi olan bir ikinci sınıf ve hatta son sınıf öğrencisinin bulunamayacağını sevinerek düşünüyordu. Fleurier'ler Paris'e yerleşince bu pek parlak bir şey oldu. Lucien, sinemalar, otomobiller ve yollar yüzünden artık uyuyamıyordu.

Bir Voisin'i bir Packard'tan, bir Hispano-Suiza'yı bir Rolls'dan ayırdetmeyi öğrendi. Fırsat düştükçe basık arabalardan söz ediyordu. Bir yıldan fazla bir süredir uzun pantolon giyiyordu. Bakaloryasının ilk bölümünde gösterdiği başarıyı ödüllendirmek için babası onu İngiltere'ye gönderdi; Lucien suyla kabarmış çayırları ve beyaz yalıyarları gördü. John Latimer'le birlikte boks yaptı ve overarm-stroke'u öğrendi, ama güzel bir sabah, sersem sersem uyandı, yeniden eski huyu depreşmişti; dalgın dalgın Paris'e döndü. Condorcet Lisesinin Matematik-Başlangıç sınıfında otuz yedi öğrenci vardı. Bu öğrencilerden sekizi kendilerinin gözü-açıklar olduğunu ve ötekilerin de çaylaklar olduklarını söylüyorlardı.

Gözüaçıklar, onu 1 Kasıma kadar hor gördüler, ama Toussaint günü Lucien hepsinin en gözü açığı olan Garry'yle gezmeye gitti, insan yapısı bilgisinin pek değerli olduğunu kanıtlayınca Garry şaştı kaldı. Lucien gözü açıklar topluluğuna girmedi, çünkü annesi babası gece dışarı çıkmasına izin vermiyorlardı. Ama onlarla güçlü mü güçlü bir ilişki kurdu. Perşembe günü
Berthe Hala, Riri'yle birlikte Raynouard Sokağına öğle yemeğine geliyordu. Kadın irileşmiş ve hüzünlenmişti; zamanını iç çekerek geçiriyordu. Ama teni nazik ve bembeyaz kalmıştı yine. Pierre onu çırılçıplak görmek isterdi. Gece yatağında bunu düşünüyordu: Bu bir kış günü olabilirdi; Boulogne Ormanında, onu çıplak, kolları göğsünün üstüne kavuşmuş; üşümekten tüyleri diken diken olmuş bulurlardı.

Miyop birinin Bu da ne? diyerek kamış bastonunun ucuyla ona dokunduğunu hayal ediyordu. Lucien, yeğeni Riri'yle iyi anlaşamıyordu: Riri biraz fazla nazik, sevimli bir genç adam olmuştu. Lakanal'de felsefe okuyordu, matematikten de zerre kadar anlamıyordu. Lucien, Riri'nin, yedi yıl geçse de, büyüğünü altına yaptığını ve o zaman bir ördek gibi bacaklarını aça aça yürüdüğünü ve annesine Yok hayır yapmadım anneciğim, yemin ederim, diyerek saf saf baktığını düşünmekten kendini alamıyordu. Lucien, Riri'nin eline dokunmak konusunda bir iğrenme duyardı. Yine de onunla bir aradayken çok nazikti ve ona matematik derslerinde yardım ediyordu; sabrını taşırmamak için büyük bir güç harcaması gerekiyordu, çünkü Riri pek kafası çalışan bir çocuk değildi. Ama hiç öfkelenmiyordu,
çok sakin ve ağırbaşlı bir sesle konuşuyordu. Bayan Fleurier, Lucien'i pek incelikli buluyordu, ama Berthe Hala ona hiçbir gönül borcu duymuyordu. Lucien, Riri'ye ders vermek isteyince, kadın kızarıyordu, Ama olmaz, pek naziksin Lucien'ciğim, fakat koca çocuk. İsterse yapar:

Başkalarına güvenmeye alıştırmamak gerek, diyerek sandalyesinde kıpırdanıyordu. Bir akşam, Bayan Fleurier, birdenbire Lucien'e Sen sanıyorsun ki Riri senin ona yaptıklarının farkında, öyle mi? Kendini yanılgıdan kurtar çocuğum. O senin yuttuğunu ileri sürüyor, Berthe Halan bunu söyledi bana, dedi. İyilikçi bir görünüşü ve ahenkli bir sesi vardı. Lucien, annesinin öfkeden deliye döndüğünü anladı. Şöyle ya da böyle bir biçimde aldatıldığını anlıyordu, verecek bir yanıt bulamadı. Ertesi gün ve daha ertesi gün çok çalıştı ve olup biteni aklından çıkardı.

Pazar sabahı birdenbire kalemini bıraktı ve kendi kendine sordu: Yutuyor muyum? Saat on birdi, Lucien masasının başına oturmuş, duvar kağıtlarının üzerindeki kırmızı adamlarına bakıyordu, sol yanağının üstünde ilk nisan güneşinin tozlu ve kuru sıcaklığını duyuyordu, sağ yanağında da radyatörün yoğun sıcaklığını. Yutuyor muyum? Bunun karşılığını vermek güçtü. Lucien önce Riri'yle olan son tartışmasını düşündü, kendi durumunu yargılamaya
çalıştı. Riri'ye doğru eğilmişti ve ona Çakıyor musun? Çakmıyorsan bunu bırakalım demekten çekinme, aslan Riri, diyerek gülümsemişti. Biraz daha sonra ince bir hesapta bir yanlış yapmıştı ve neşeyle Al benden de bu kadar, demişti. Bu Bay Fleurier'den aldığı ve onun hoşlandığı bir deyimdi. Yapacak başka da bir şeyi yoktu. Ama böyle dediğim sırada yutuyor muydum acaba? Arayıp dururken birdenbire beyaz, yuvarlak, bir bulut parçası kadar yumuşak bir şeyler canlandı kafasında.

Bu geçen günkü düşüncesiydi. Çakıyor musun? demişti. Bu vardı kafasında, ama bu, açıklamaya yetmiyordu. Lucien bu bulut parçasına bakmak için umutsuzca çabaladı ve birden bulutun dışına düştüğünü hissetti, önce başı, içi buğuyla dopdoluydu, kendi de buğulaşıyordu, çamaşır kokan ıslak ve beyaz bir sıcaklıktan başka bir şey değildi. Bu buğuyu çekip atmak istedi, kaçmak istedi ondan, ama buğu onunla birlikte geliyordu. Düşündü: Bu benim, Lucien Fleurier, odamdayım, bir fızik problemi çözüyorum, bugün pazar. Ama düşünceleri sisler içinde eriyip gidiyordu, beyaz üstüne beyazdı. Kendini sarstı, duvar kağıtları üstündeki adamları bir bir ayırdetmeye koyuldu, iki kadın çoban, iki erkek çoban ve Aşk. Sonra birden kendi kendine: Ben... dedi ve hafifçe bir tetik düştü: uzun dalgınlığından uyanmıştı.

Bu hoş değildi: çobanlar geriye sıçramışlardı, sanki bir dürbünün tersinden onlara bakar gibiydi Lucien. Ona çok tatlı gelen, kendi sırları içinde kendini şehvetle kaybettiği bu sersemliğin yerine, ona Ben kimim? diye soran pek uyanık küçük bir şaşkınlık vardı ortada.Ben kimim? Masaya bakıyorum, deftere bakıyorum. Adım Lucien Fleurier, ama bu bir addan başka bir şey değil. Yutuyorum. Yutmuyorum. Bilmiyorum, bir anlamı yok bunun.
Ben iyi bir öğrenciyim. Hayır. Görünüşte öyle: İyi bir öğrenci çalışmayı sever. İyi notlar alıyorum, ama çalışmayı sevmiyorum. Artık bundan nefret etmiyorum, aklımı kaçırıyorum. Her şey beni çıldırtıyor. Hiçbir zaman bir yönetici olamayacağım.

Sıkıntıyla düşündü: Peki, ama ne olacağım? Bir an geçti, yanağı kaşındı, sol gözünü kırptı, çünkü güneş gözüne giriyordu: Ben neyim, ben? Kendi üstüne kıvrılmış, belirsiz, bu bulut vardı. Ben! Uzağa baktı, kelime kafasının içinde çınlıyordu, sonra köşeleri uzakta, sis içinde yitip giden bir piramidin karanlık tepesi gibi bir şey seçebiliyordu belki. Lucien ürperdi ve elleri titriyordu: Bu ortada, diye düşündü, bu ortada! Bundan eminim ben var değilim.

Sonraki aylar, Lucien çoklukla kendinden geçmeyi denedi, ama başaramadı. Her gece düzenli olarak dokuz saat uyuyordu, geri kalan zamanda capcanlıydı ve gitgide daha şaşkındı: Annesi babası hiç bu kadar iyi olmadığını söylüyorlardı. Kafasına kendinde yönetici olma niteliği bulunmadığı düşüncesi gelince kendini romantik buluyordu ve ayışığı altında saatlerce yürümek istiyordu canı. Ama annesi babası akşamları çıkmasına izin vermiyorlardı. Genellikle yatağına uzanıyor; ateşine bakıyordu: derece 37.5 ve 37.6'yı gösteriyordu.

Lucien, acı bir zevkle anne babasının onu iyi bulduklarını düşünüyordu. Ben var değilim. Gözlerini kapatıyor, kendini salıveriyordu: Varlık bir yanılsamadır, madem ki varolmadığımı biliyorum, kulaklarımı tıkamaktan, hiçbir şey düşünmemekten başka yapacak bir şeyim yok ve ben hiçleşmeliyim. Ama yanılsama dayatıyordu. Hiç olmazsa öteki insanlara karşı, bir sırra sahip olmanın pek kötücül üstünlüğü vardı onda: Garry, sözgelişi, Lucien'den daha
fazla var olmuyordu. Ama hayranlarının arasında onu gürültüyle hırıldarken görmek yetiyordu: Kendi öz varlığına demir gibi kaskatı inandığı hemencecik anlaşılıyordu. Bay Fleurier de artık var değildi -ne Riri, ne kimse vardı- dünya oyuncusuz bir güldürüydü.

`Ahlak ve Bilim' üzerine yazdığı bir ödevden 15 alan Lucien, Yokluğun İncelenmesi diye bir yazı yazmayı düşündü; bunu okuyunca insanların tıpkı alacakaranlık vampirleri gibi birbiri ardı sıra kendi kendilerini yok edeceklerini hayal ediyordu. İncelemesini yazmadan önce, felsefe öğretmeni Şebek'in görüşünü almak istedi. Afedersiniz efendim, dedi bir dersin sonunda, bizim varolmadığımız savunulabilir mi? Maymun hayır, dedi. Düşünüyorum, dedi, öyleyse varım. Madem ki varlığınızdan kuşkuya kapılıyorsunuz, öyleyse varsınız.

Lucien ikna olmamıştı, ama yapıtını yazmaktan vazgeçti. Temmuzda, gürültüsüzce matematik bakaloryasını kazandı ve anne babasıyla birlikte Ferolles'e gitti. Şaşkınlık bir türlü peşini bırakmıyordu: Aksırmak isteği gibi bir şeydi bu.

Baba Bouligaud ölmüştü ve Bay Fleurier'nin işçilerinin düşünceleri çok değişmişti. Şimdi yüksek üret alıyorlar ve karıları ipek çoraplar giyiyorlardı. Bayan Bouffardier, olup bitenleri şaşkınlıkla Bayan Fleurier'ye anlatıyordu: Hizmetçim dün kasapta küçük Ansiaum'u gördüğünü söyledi bana. Hani şu kocanızın iyi işçilerinden birinin kızı, annesi ölünce onunla meşgul olmuştuk. Beaupertuis'nin bir tesviyecisiyle evlendi. Güzel, yirmi franklık bir tavuk
ısmarlamış! Bir kibir, bir kibir! Hiçbir şeyi beğenmiyorlar! Bizim nemiz varsa kendilerinin de olsun istiyorlar. Şimdi, pazar günü, Lucien babasıyla küçük bir gezinti yaparken işçiler onları gördükleri zaman kasketlerine şöyle bir dokunarak selam veriyorlardı ve hatta selam vermemek için başka taraflardan geçenler vardı.

Bir gün, Lucien onu tanımamış gibi gözüken Bouligaud babanın oğluyla karşılaştı. Lucien biraz heyecanlandı, bir yönetici olduğunu göstermenin tam sırasıydı. Jules Bouligaud'ya sertçe baktı ve ona doğru ilerledi, elleri arkasındaydı. Ama Bouligaud'da utanmış bir hal yoktu. Boş gözlerle Lucien'e baktı ve ıslık çalarak geçti gitti. Beni tanımadı, dedi kendi kendine Lucien. Ama iyiden iyiye düş kırıklığına uğramıştı.

Sonraki günler, dünyanın bundan böyle var olmadığını düşündü. Bayan Fleurier'nin küçük tabancası, konsolunun sol çekmecesinde duruyordu. Kocası bunu ona 1914'te cepheye gitmeden önce armağan etmişti. Lucien onu eline aldı, uzun süre parmaklarının arasında evirdi çevirdi: Bu, kabzası sedef kakmalı, namlusu altından olan küçük bir mücevherdi. İnsan, insanlara var olmadıklarını inandırmak için bir felsefe incelemesine güvenemezdi. Bunun bir eylem olması gerekiyordu, gerçekten öylesine umutsuz bir eylem ki görüntüleri silsin götürsündü ve dünyanın hiçliğini günışığında göstersindi.

Bir patlama, kan içinde genç bir beden halının üstünde, bir kağıda yazılmış sözcükler: Kendimi öldürüyorum, çünkü var değilim. Ve siz de, insan kardeşlerim, hiçsiniz! İnsanlar sabahleyin gazetelerini okuyacaklardı ve göreceklerdi: Bir genç kendini öldürdü. Her biri kendini fena halde karmakarışık hissedecekti ve kendi kendilerine soracaklardı: Ya ben? Ben
var mıyım? Tarihte, Werther'in intihar haberinden beri ötekiler arasında, buna benzer intihar salgınları olduğu bilinirdi. Lucien fikir kurbanının yunancada `tanık' anlamına geldiğini düşündü.

Bir yönetici yaratmak için çok hevesliydi, ama bir fikir kurbanı yaratmak için değildi. Kısacası, sık sık annesinin odasına girdi; tabancaya bakıyor ve can çekişir gibi oluyordu. Kabzayı parmaklarının arasında kuvvetle sıkarak altın namluyu ısırdığı da oluyordu. Geri kalan zamanda neşeliydi, çünkü gerçek yöneticilerin intihar kışkırtısını tanımış olduklarını düşünüyordu. Sözgelişi, Napoleon Lucien, umutsuzluğun sonuna vardığını kendinden gizlemeye çalışıyordu, ama tavlanmış bir ruhla bu bunalımdan çıkacağını umuyordu ve ilgiyle Sainte-Helene Anıları'nı okudu. Bununla birlikte bir kesinliğe varmak gerekiyordu: Lucien 30 Ekimi kararsızlığının son günü olarak saptadı. Son günler çok üzücü oldular: bunalım kurtarıcıydı, ama Lucien öyle bir gerilimle zorluyordu ki kendini, günün birinde camdan yapılma bir şey gibi kırılacağından korkuyordu.

Artık tabancaya dokunmaya cesaret etmiyordu; çekmeceyi açmakla yetiniyordu, annesinin kombinezonlarını birazcık kaldırıyor, uzun uzun kendi başına pembe ipeğin içinde gömülü oturan bu küçük soğuk, inatçı devi seyrediyordu. Bununla birlikte yaşamayı kabul ettiğinden canlı bir hayal kırıklığı duydu ve kendini işe yaramaz olarak gördü. Ama okullar açılınca bir
yığın kaygıyla doldu içi: anne babası onu yüksek okul için hazırlık derslerini izlesin diye Saint-Louis Lisesine gönderdiler. Armasıyla birlikte kırmızı zıhı olan güzel bir kasketi vardı ve şarkı söylüyordu:

Makineleri yürüten pistondur.

Vagonları yürüten pistondur...

`Piston'un bu yeni saygınlığı, Lucien'in içini gururla dolduruyordu; sonra sınıfı da ötekilere benzemiyordu. Bir geleneği ve bir tören düzeni vardı; bu bir güçtü. Sözgelişi, Fransızca derslerinde zil çalmadan bir çeyrek saat önce bir sesin: Bir Harbiyeli nedir? diye sorması adetti, herkes yavaşça: Bir aptaldır! diye karşılık veriyordu. Bunun üstüne ses yeniden: Bir tarımcı nedir? diye soruyordu, bu kez daha kuvvetli: Bir aptaldır! diye karşılık veriyorlardı.

O zaman, hemen hemen gözleri hiç görmeyen ve kara bir gözlük takan Bay Bethune bıkkınlıkla: Rica ederim, baylar! diyordu. Birkaç dakikalık kesin bir sessizlik oluyordu ve öğrenciler birbirlerine anlamlı gülümsemelerle bakıyorlardı, sonra biri bağırıyordu: Bir piston nedir? ve hepsi birden bağırıyorlardı: Koskocaman biridir! Bu zamanlarda Lucien kendini kışkırtılmış hissediyordu.

Akşam, bütün olup bitenleri bir bir anne babasına anlatıyordu. Bütün sınıf dalga geçmeye başladı, ya da bütün sınıf Meyrinez'yi dörtlükler yapmaya karar verdi, derken, sözcükler, sanki alkol yudumlamış gibi, ağzını ısıtıyordu. Bununla birlikte ilk aylar pek zor geçti. Lucien, matematikten ve fizikten geriydi, arkadaşları da pek cana yakın kişiler değillerdi. Bunlar bursluydular, kötü davranan, inek ve pis öğrencilerdi. Bir tanecik bile yok, dedi babasına, bir tanecik bile kendime arkadaş yapacak adam yok. Burslular, dedi dalgın
dalgın, Bay Fleurier, okumuş seçkin kişilerdir; bununla birlikte kötü yöneticiler olurlar. Dur durak bilmezler. Lucien `kötü yöneticiler'den söz edildiğini duyunca yüreğinde hoş olmayan bir sıkıntı duydu ve sonraki haftalarda kendini öldürmeyi düşündü yeniden; ama tatildeki heyecan değildi şimdi duyduğu.

Ocak ayında Berliac adlı bir yeni öğrenci bütün sınıfı kırdı geçirdi: Son moda yeşil ya da açık mor renk kemerli ceketler giyiyordu, küçük yuvarlak yakalıydı, terzilerdeki resimlerde görüldüğü gibi pantolonlar giyiyordu, o kadar dardılar ki insan onları nasıl giydiğine şaşırıyordu. Hemen matematikte sınıfın sonuncusu oldu. Deli oluyorum, diye söylendi, ben bir edebiyatçıyım, beni gebertmek için matematik okutuyorlar. Bir ayın sonunda herkesi baştan çıkarmıştı. Kaçak sigaralar dağıtıyordu; pek çok kadınla tanıştığını söyledi
çocuklara ve kadınların ona yolladıkları mektupları gösterdi. Bütün sınıf bunun parlak çocuk olduğuna ve onunla iyi geçinmek gerektiğine karar verdi. Lucien onun inceliğine ve tavırlarına bayılıyordu, ama Berliac, Lucien'e alçakgönüllülükle davranıyor, ona Zengin çocuğu diyordu. Her şey bir yana, dedi Lucien günün birinde, yoksul çocuğu olsam daha iyi olurdu! Berliac, güldü, Sen küçük bir edepsizsin! dedi ona ve ertesi gün ona şiirlerinden
birini okuttu: Caruso her akşam çiğ gözler yutuyordu, bunun dışında deve gibi kanaatkardı.

Bir kadın evdekilerin gözlerinden bir demet çiçek yaptı ve sahneye attı onu. Bu örnek hareket karşısında başını eğdi herkes. Ama unutmayın ki otuz yedi dakika sürdü onun görkemli çağı: Tamı tamına ilk bravodan operanın büyük avizesinin sönmesine kadar (sonuç olarak kadının kocasını, birçok yarışmalarda ödül almış, gözlerinin pembe çukurlarını iki savaş nişanıyla kapatmış kocasını keyfince gütmesi gerekiyordu.) Şunu iyice not ediniz:
konserve halinde fazlaca insan eti yiyenlerden aramızdakilerin hepsi iskorpit hastalığından telef olacaklardır. Çok güzel, dedi Lucien, sarsılmıştı. Bunları yeni bir yolla elde ediyorum, dedi rahatlıkla Berliac, buna otomatik yazı diyorlar! Bundan bir süre sonra, korkunç bir kendini öldürme isteği duydu Lucien ve Berliac'tan akıl danışmaya karar verdi.

Ne yapmalıyım? diye sordu durumunu göz önüne serdikten sonra. Berliac onu dikkatle dinlemişti; parmaklarını emmek adetiydi, sonra da yüzündeki sivilcelere tükürüğünü sürerdi, öyle ki yüzü yağmurdan sonra bir yol gibi yer yer parlıyordu. Dilediğin gibi yap, dedi sonunda, bir önemi yok bunun. Bir an düşündü ve sözcüklerin üstüne basa basa ekledi: Hiçbir şeyin asla önemi yoktur. Lucien'in biraz canı sıkıldı, ama Berliac'ın çok sarsıldığını, kendisini bir dahaki perşembe günü eve çağırdığı zaman anladı Lucien. Bayan Berliac pek sevimliydi, yüzünde et benleri ve sol yanağında şarap tortusu renginde bir leke vardı. Görüyorsun, dedi Berliac, asıl savaş kurbanları bizleriz. Lucien'in düşüncesi de tam buydu ve her ikisi de kurban edilmiş bir kuşaktan oldukları konusunda anlaştılar.

Akşam oluyordu, Berliac ellerini ensesinin altında kenetlemiş, yatağına yatmıştı. İngiliz sigaraları içtiler, gramofonda plak çaldılar; Lucien, Sophie Tucker ve Al Johnson'ın sesini işitti. Hüzünlendiler ve Lucien, Berliac'ın kendisinin en iyi arkadaşı olduğunu düşündü. Berliac ona psikanalizi bilip bilmediğini sordu; sesi ciddiydi, Lucien'e ciddiyetle bakıyordu. On beş yaşıma kadar annemi arzuladım, diye ona itiraf etti. Lucien kendini rahatsız hissetti, kızarmaktan korkuyordu; sonra Bayan Berliac'ın benleri aklına geliyor, insanın böyle bir kadını arzulayabileceğini pek anlayamıyordu.

Bununla birlikte kadın onlara kahvaltı getirmek için içeri girince Lucien allak bullak oldu ve kadının giydiği sarı kazağın altından göğsünü keşfetmek için çabaladı. Kadın çıkınca Berliac kendinden emin birinin sesiyle: Doğal bir şey bu, sen de annenle yatmak istemişsindir, dedi. Sorgulamıyordu, doğruluyordu. Lucien omuz silkti: Doğal bir şey, dedi. Ertesi gün kaygılıydı, Berliac'ın konuşmalarını sağda solda tekrarlayacağından korktu. Ama çabuk
rahatladı: Her şey bir yana, diye düşündü, benden daha çok kendi kendine saygısı vardı. Onların sırlarını gizleyen bilimsel oyun Lucien'i pek sarmıştı ve sonraki perşembe Sainte Genevieve kitaplığında düşler konusunda Freud'un bir yapıtını okudu. Bu ona birçok şeyi açıkladı.

Yollarda aylak aylak yürüyerek Demek ki buymuş, diye kendi kendine tekrar ediyordu Lucien, demek ki buymuş! Sonunda Psikanalize Giriş'i ve Günlük Yaşayışın Psikopatalojisi'ni aldı, her şey apaydınlık oldu onun için. Bu acayip var olmamak izlenimi, bilincinde uzun süre kalan bu boşluk, dalgınlıkları, sıkıntıları, kendini tanımak için boşa harcanan çabalar, ki bütün bunlar ancak bir sis perdesiyle karşılaşıyorlardı... Kör şeytan, diye düşündü, benim bir kompleksim var. Berliac'a çocukluğunda uyurgezer olduğunu
düşündüğünü, nasıl nesneleri bütünüyle gerçek olarak göremediğini anlattı: Bende, dedi; çok gizlilerde kalmış bir kompleks var. Tam benim gibi, dedi Berliac. Bizde aile kompleksleri var! Gördükleri düşleri en ince ayrıntılarına varıncaya kadar yorumlamayı adet edindiler. Berliac her zaman öylesine hikayeler anlatıyordu ki Lucien bazılarını onun uydurduğunu ya da hiç olmazsa onları süslediğini sanıyordu. Ama çok iyi anlaşıyorlardı ve en
ince konulara nesnellikle yaklaşıyorlardı.

Birbirlerine, çevrelerindekileri aldatmak için gülümseyen bir yüz takındıklarını, ama aslında korkunç bir biçimde altüst olduklarını itiraf ettiler. Lucien, kaygılarından kurtulmuştu. Psikanalizin üstüne açgözlülükle atılmıştı, çünkü kendisine uygun düşenin bu olduğunu anlamıştı; şimdi kendini daha sağlam hissediyordu; tasalanmaya ve bilincinde kişiliğinin
belirgin açığa çıkışlarını durmadan aramak zorunda kalmaya artık ihtiyacı yoktu. Gerçek Lucien, bilinçaltında derin bir yere kaçıp gizlenmişti; onu görmeden düşlemek gerekiyordu, tıpkı var olmayan bir beden gibi. Lucien bütün gün komplekslerini düşünüyor, bilincinin sisleri altında kıpırdayan karanlık, acayip ve şiddetli dünyayı sağlam bir güvenle düşlüyordu. Anlıyorsun, diyordu Berliac'a, görünüşte ben uyuşuk ve kayıtsız bir oğlanım, kimse umurumda değil. İçte de böyle, biliyorsun, kendimi böylesine salıvermem gerekti.

Ama bunun bir başka şey olduğunu da pekala biliyordum. Her zaman bir başka şey vardır, diye karşılık veriyordu Berliac. Gururla birbirlerine gülümsüyorlardı. Lucien, Sis Açılacağı Zaman diye ad koyduğu bir şiir yazdı ve Berliac şiiri eşsiz buldu, ama kurallara uygun dizeler yazmış olduğundan ötürü Lucien'e sitem etti. Hemen şiiri ezberlediler ve libidolarından söz etmek istedikleri zaman şöyle diyorlardı: Yayılmış büyük çağanozlar sisin
örtüsü altında, sonra, yalnızca göz kırparak `çağanozlar'. Ama belli bir süre sonra, Lucien, yalnızken ve özellikle geceleri, bütün bu olup bitenleri biraz korkutucu buldu. Annesinin yüzüne bakmaya artık cesaret edemiyordu ve yatmaya gitmeden önce onu öptüğü zaman karanlık bir gücün öpüşünün yolunu saptıracağından, onu Bayan Fleurier'nin dudaklarına doğru iteceğinden korkuyordu, sanki bu içinde bir yanardağ taşımak gibi bir şeydi. Keşfetmiş olduğu karanlık ve gösterişli ruhunu zorlamamak için kendini kendinden sakınıyordu. Şimdi onu ne pahasına olursa olsun tanıyordu ve ondaki tehlikeli uyanışlardan korkuyordu.

Kendimden korkuyorum, diyordu kendi kendine. Altı aydan beri kendi başına yaptığı çalışmalardan vazgeçmişti, çünkü canını sıkıyordu onlar ve bir yığın çalışacak şeyi vardı, ama o ötekilerle uğraşıyordu. Herkesin kendi eğilimiyle uğraşması gerekiyordu, Freud'un kitapları, alışkanlıklarıyla birdenbire aralarındaki ilişki kopmuş olduğundan sinir hastalığına yakalanmış bahtsız gençlerin hikayeleriyle doluydu. Biz de deli olmak üzere miyiz? diye soruyordu Berliac'a. Ve bazı perşembeler, kendilerini bir tuhaf hissediyorlardı. Yarı gölge, Berliac'ın odasını sinsice doldurmuştu, paket paket afyonlu sigaralar içmişlerdi, elleri titriyordu. Sonra biri, tek bir söz söylemeden kalktı, sessiz adımlarla kapıya kadar gitti, elektrik düğmesini çevirdi. Sarı bir ışık odayı kaplıyor, birbirlerine güvensizlikle bakıyorlardı.

Lucien, Berliac'la olan dostluklarının bir yanlışlık üstüne kurulduğunu fark etmekte gecikmedi; şurası kesin ki hiç kimse onun kadar Oedipus kompleksinin coşkulu güzelliğine karşı duyarlı değildi, ama burada, daha başka uçlara doğru yönelmesini dilediği bir tutku gücünün işaretini görüyordu. Berliac, bunun karşıtı, durumundan hoşnut gibi gözüküyordu,
bu durumdan çıkmak da istemiyordu. Biz gümbürtüye gitmiş insanlarız, diyordu gururla, biz rate'yiz. Hiçbir işe yaramayacağız. Hiçbir işe, diye karşılık veriyordu Lucien, yankı gibi. Paskalya tatili dönüşünde Berliac, Dipon'da bir otelde annesiyle aynı odada kaldıklarını anlattı ona: Sabah erkenden kalkmıştı, annesinin daha uyuduğu yatağa yaklaşmıştı ve
yavaşçacık örtüyü açmıştı. Geceliği sıyrılmıştı, dedi alay ederek.

Bu sözcükleri duyunca Lucien, Berliac'ı aşağılamaktan kendini alamadı ve kendini yapayalnız hissetti. Kompleksleri olmak iyiydi, ama zamanında onların hesabını görmek gerekiyordu. Bir insan nasıl sorumluluklar yüklenebilirdi, nasıl yöneticilik yapardı içinde çocuksu bir cinsellik varsa? Lucien birdenbire kendi kendinden ciddi ciddi kaygılanmaya başladı. Aklı başında bir adama danışmak isterdi, ama kime başvuracağını bilmiyordu.

Berliac ona, psikanalizde derinleşmiş ve kendi üzerinde büyük bir etkisi olduğu sezilen Bergere adlı bir gerçeküstücüden sık sık söz ediyordu. Ama hiçbir zaman onu Lucien'le tanıştırmaya yanaşmamıştı. Lucien büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı, çünkü Berliac'a kadınları elde etme konusunda da güvenmişti. Güzel bir kadına sahip olmak, doğal olarak düşüncelerinin akışını da değiştirdi, diye düşünüyordu. Ama Berliac güzel kadın dostlarından hiç söz etmiyordu.

Bazı bazı bulvarda dolaşıyorlar, kadınların peşine takılıyorlardı, ama onlarla konuşmaya cesaret edemiyorlardı: Neylersin, babalık, diyordu Berliac, biz hoşa giden cinsten değiliz demek ki. Kadınlar bizde onları ürküten birşeyler hissediyorlar. Lucien karşılık vermiyordu. Berliac onu sinirlendirmeye başlıyordu. Çoğu kez Lucien'in anne ve babası için çok kötü şakalar yapıyordu, onlara Bay ve Bayan Dumollet (Baldır) diyordu. Lucien, bir
gerçeküstücünün genellikle kentsoyluluğu aşağıladığını çok iyi anlıyordu, ama Berliac, ona karşı dostça ve güvenle davranan Bayan Fleurier tarafından eve çok kereler çağrılmıştı. Minnettarlık bir yana, kadına karşı böyle konuşmaktan ufacık bir kibar davranma kaygısı onu engellemiş olacaktı. Sonra Berliac'ın ödünç aldığı parayı geri vermemek gibi bir de kötü huyu
vardı.

Otobüste hep parasız olurdu, onun parasını vermek gerekirdi, kahvelerde beş kere Lucien öderse ancak bir kere öteki öderdi parayı. Lucien bunu ona günün birinde açıkça söyledi, böylesini anlamıyordu, arkadaşlar arasında, dışarı çıkıldı mı her şey ortaklaşa olmalıydı. Berliac anlamlı anlamlı baktı ve ona: Ben kuşkulanıyorum, sen bir anal'sın, dedi, Freud'cu ilişkilerin açıklamasını yaptı: insan dışkısı-altın ve cimriliğin Freud'cu kuramı. Şunu
öğrenmek isterim, dedi, kaç yaşına kadar annen sildi altını? Az kaldı araları açılıyordu.Mayıs ayının başlangıcından sonra okulu asmaya başladı Berliac. Lucien onu dersten sonra, Crucufıx vermutları içtikleri Petits-Champs Sokağındaki bir barda bulmaya gidiyordu. Bir salı öğleden sonra Lucien, Berliac'ı boş bir şişenin başında otururken buldu. Sen misin, dedi Berliac, dinle, benim saat beşte dişçide olmam gerek. Beni bekle, köşe başında oturuyor, yarım saatte bitiririm işimi. O.K., diye karşılık verdi Lucien, bir iskemleye çökerek, François bana beyaz vermut ver. Bu sırada bir adam girdi içeri ve onları görünce şaşırarak gülümsedi. Berliac kızardı ve birden kalkıverdi.

Kim olabilir? diye sordu kendi kendine Lucien. Berliac yabancının elini sıkarken Lucien'i gizlemeye çabalamıştı. Alçak sesle ve hızlı hızlı konuşuyordu, öteki açık seçik karşılık verdi: Ama hayır, küçüğüm, değil, sen bir soytarıdan başka bir şey olmayacaksın. Aynı anda ayaklarının ucunda yükselerek ve Berliac'ın başının üstünden Lucien'e baktı, sakin bir güven
içindeydi. Otuz beş yaşlarında olabilirdi; solgun bir yüzü ve muhteşem beyaz saçları vardı: Bu muhakkak Bergere'dir, diye düşündü Lucien yüreği çarparak, ne yakışıklı adam!Berliac, utangaç, ama etkili bir hareketle beyaz saçlı adamı dirseğinden tuttu:

-Benimle gelin, dedi, dişçiye gidiyorum, iki adımlık yer.

-İyi, ama bir arkadaşlaydın, galiba, diye karşılık verdi öteki gözlerini Lucien'den ayırmadan,
bizi tanıştırman gerekir.

Lucien gülümseyerek kalktı. Tuzak! diye düşündü. Yanakları ateş gibiydi. Berliac'ın boynu omuzlarının içine gömüldü ve Lucien bir an için onun itiraz edeceğini sandı. Haydi öyleyse, beni tanıt, dedi neşeli bir sesle. Ama konuşur konuşmaz şakaklarına kan hücum etti, yerin dibine girmek istemiş olmalıydı. Berliac yüz geri döndü ve kimseye bakmadan mırıldandı:

-Lucien Fleurier, liseden arkadaşım, Bay Achille Bergere.

-Beyefendi, yapıtlarınıza hayranım, dedi Lucien, zayıf bir sesle. Bergere onun elini uzun ince elleriyle tuttu ve onu oturmaya zorladı. Bir sessizlik oldu. Bergere, Lucien'i yumuşak sıcak bir bakışla sarmaladı. Hep elini tutuyordu:

-Kaygılı mısınız? diye sordu tatlılıkla.

Lucien sesini yumuşattı ve Bergere'e kararlı bir bakışla baktı:

-Kaygılıyım! diye karşılık verdi açık açık. Ona öyle geliyordu ki bir giriş sınavıyla karşı karşıyaydı. Berliac bir an duraksadı sonra şapkasını masanın üstüne atarak öfkeyle yerine oturuverdi. Lucien, Bergere'e kendi intihar etme eğilimini anlatmak isteğiyle yanıp tutuşuyordu. Bu, kendisiyle hiç özenip bezenilmeden ve olduğu gibi konuşulması gereken biriydi. Berliac nedeniyle hiçbir şey söylemeye cesaret edemedi, Berliac'tan nefret ediyordu.

-Rakınız var mı? diye sordu garsona Bergere.

-Hayır, yoktur, dedi Berliac aceleyle, burası küçücük sevimli bir yer, ama vermuttan başka içecek bir şey yok.

-Şu yukarıda sürahinin içindeki sarı şey nedir? diye sordu Bergere, yumuşaklık dolu bir rahatlıkla.

-O beyaz Crucifix, dedi garson.

-İyi öyleyse, bana ondan ver.

Berliac iskemlesinde kıpırdanıyordu: dostlarıyla övünmek zevkiyle Lucien'i masrafa sokmak korkusu arasında kalmışa benziyordu. Sonunda tasalı ve gururlu bir sesle söylendi:

-Kendini öldürmek istedi.

-Neden olmasın! dedi Bergere, bunu umarım.

Yeni bir sessizlik oldu: Lucien alçakgönüllü bir tavırla yere indirmişti gözlerini, ama kendi kendine Berliac'ın gidip gitmeyeceğini soruyordu. Bergere birden saatine baktı.

-Dişçi ne oldu? diye sordu. Berliac istemeyerek kalktı.

-Benimle gel, Bergere, diye rica etti, iki adımlık yer.

-Niye canım, nasıl olsa geri döneceksin. Arkadaşının yanında kalayım.

Berliac bir an durdu, bir bu ayağının bir ötekinin üstünde sıçrıyordu.

-Haydi git, dedi Bergere, hükmedici bir sesle, bizi burada bulursun. Berliac gidince Bergere kalktı, teklifsizce Lucien'ın yanına oturdu.

Lucien ona uzun uzun intiharını, annesini arzulamış olduğunu ve bir sadikoanal olduğunu, aslında hiçbir şeyi sevmediğini, her şeyin ona gülünç geldiğini anlattı. Bergere ona derin derin bakarak tek bir söz söylemeden dinliyordu onu. Lucien anlaşılmış olmayı tadına doyulmaz bir şey olarak görüyordu. Bitirdiği zaman Bergere teklifsizce kolunu onun omzuna attı ve Lucien bir limon kolonyası ve İngiliz tütünü kokusu duydu.

-Biliyor musun Lucien, sizin durumunuza ne ad verilir?

Lucien, Bergere'e umutla baktı, umutsuz değildi.

-Ben buna, dedi Bergere, karmaşa diyorum. Karmaşa: sözcük yumuşak ve ak, tıpkı ayışığı gibi başlamıştı, ama o son `şa' da bir borunun bakırsı sesi vardı.

-Karmaşa... dedi Lucien.

Tıpkı Riri'ye uyurgezer olduğunu söylediği zamanki gibi kendini kötü ve kaygılı hissetti. Bar karanlıkçaydı, ama kapı, sokağa, ilkbaharın kumral ışıklı sisine ardına kadar açılıyordu.

Bergere'den yayılan hoş koku içinde Lucien kırmızı şarap ve ıslak tahta kokusundan oluşan, karanlıkça salonun ağır kokusunu duyuyordu. Karmaşa... diye düşündü, ne yapıp ne etmeliyim?

Ama yeni bir hastalığın ya da bir saygınlığın açıklanıp açıklanmadığını pek bilemiyordu. Gözlerinin pek yakınında Bergere'in, altın bir dişin parıltısını durmadan örten ve ortaya çıkartan dudaklarını görüyordu.

-Karmaşa içinde olan yaratıkları severim, diyordu Bergere; sizi olağanüstü talihli buluyorum. Çünkü bu size sunulmuş. Bütün bu domuzları görüyor musunuz? Kendilerine yer edip oturmuşlar.

Onları kırmızı karıncalara vermeli, biraz tedirgin olsunlar diye. Bilir misiniz bu akıllı hayvancıklar ne yaparlar?

-İnsan yerler, dedi Lucien.

-Evet, insanın etini iskeletinden sıyırırlar.

-Bilirim, dedi Lucien. Arkasından ekledi: Ya ben? Benim ne yapmam gerekir?

-Hiç, Tanrı aşkına, dedi Bergere, gülünç bir korkuyla. Özellikle oturup kalmayın. Oturulursa hiç olmazsa, dedi gülerek, bu bir kazığın üstüne olsun, Rimbaud'yu okudunuz mu?

-Yooo, dedi Lucien.

-Size Illuminations'u vereceğim. Dinleyin, yeniden görüşmemiz gerekir. Perşembe günü boşsanız saat üçe doğru bana gelin, Montparnasse'da, Campagne-Premiere Sokağında 9 numarada oturuyorum.

Sonraki perşembe Lucien, Bergere'e gitti ve mayıs ayının hemen hemen her günü ona uğradı. Berliac'a haftada bir kere görüştüklerini söylemeyi uygun bulmuşlardı, çünkü onu üzmemek için her şeyden kaçınarak onunla ilişkilerinde açık olmak istiyorlardı. Berliac tam anlamıyla yer değiştirmiş gözüküyordu. Lucien'e alay ederek: Ne muhabbet, ha? O sana kaygı numarası çekti, sen de ona intihar; ne numara be! demişti. Lucien karşı çıktı: Benim intiharımdan ilk söz eden sen oldun; hatırlatırım, dedi kızararak. O! dedi Berliac, senin bunu söylemen gerekirdi, benim yaptığım yalnızca seni utançtan kurtarmak içindi.

Buluşmalarını seyrekleştirdiler.

Onda hoşuma giden şey, dedi bir gün Lucien, Bergere'e, sizden aldıklarıydı, şimdi bunu anlıyorum. Berliac bir maymundur, dedi Bergere gülerek. Beni ona çeken hep buydu. Biliyor musunuz, ana tarafından büyükannesi Yahudidir? Bu birçok şeyi açıklar.

Gerçekten, dedi Lucien. Bir süre sonra ekledi: Aslında hoş biridir. Bergere'in
apartmanında her yan gülünç ve acayip şeylerle doluydu: boyalı tahtadan yapılma kadın bacakları üstünde duran kırmızı ipekli sandalyelerin minderleri, küçük Zenci heykelleri, demirden yapılma, üstü dikenli bir bekaret kemeri, içine küçük kaşıklar batırılmış alçıdan yapılma kadın göğüsleri, masanın üstünde bronzdan yapılma koskocaman bir bit ve kağıt
uçurmaz işi gören ve Mirtra Mezarlığından aşırılmış bir keşiş kafatası. Duvarlar gerçeküstücü Bergere'in öldüğünü bildiren ve cenaze törenine çağıran davetiyelerle kaplıydı. Her şeye karşılık, apartman rahat ve akıllıca döşenmiş izlenimi veriyordu ve Lucien oturma odasının divanına uzanıp yatmayı seviyordu. Özellikle onu şaşırtan şey Bergere tarafından bir rafın
üstüne yığılmış olan ıvır zıvır ve gülünç şeylerin çokluğuydu: aksırık tozu, kaşıntı tüyü, kadın çorabı lastiği, şeytan boku, yapay buz, yapay kesmeşeker. Bergere, konuşurken, şeytan bokunu eline alıyor, önemseyerek inceliyordu: Bu ıvır zıvırın devrimci bir değeri vardır,
tedirgin ederler. Lenin'in bütün yapıtlarından daha fazla bir yıkıcı güç vardır bunlarda.

Lucien, şaşkın ve hayran, bir çukur gözlü bu fırtınalı güzel yüze ve bir kusursuzca taklit edilmiş dışkıyı özenle tutan ince parmaklara bakıyordu. Bergere ona sık sık Rimbaud'dan ve bütün duyguların sistematik düzensizliğinden söz ediyordu. Concorde Alanından geçerken isteyerek ve bilinçle görebildiğiniz zaman bir Zenci kadını diz çöküp dikilitaşı emmeye koyulmuş olarak görünce, kendinize dekoru geberttiğinizi ve kurtulduğunu söyleyebilirsiniz.

Ona Illuminatinos'u Maldoror'un Şarkıları'nı ve Marki de Sade'ın kitaplarını verdi. Lucien anlamak için işi ciddi tutuyordu, ama pek çok şeyi yakalayamıyordu ve şaşırmıştı, çünkü Rimbaud oğlancıydı. Bunu, Bergere'e söyledi; Bergere katıla katıla gülerek Niçin şaştın, dostum? dedi. Lucien çok sıkılmıştı.

Kızardı ve bir dakika süresince vargücüyle Bergere'den nefret etti; ama kendine hakim oldu, başını kaldırdı ve alabildiğine açıkyüreklilikle: Aptallık ettim, dedi. Bergere onun saçlarını okşadı, duygulanmışa benziyordu: Bu şaşkınlık dolu iri gözler, dedi, bu maral gözleri...

Evet, Lucien, aptallık ettiniz. Rimbaud'nun oğlancılığı; duyarlığının ilk ve dahice kargaşasıdır. Bu şiirleri ona borçluyuz. Cinsel isteğin kendine özgü nesneleri olduğuna ve kadınlar demek olan bu nesnelere inanmalı, çünkü onların bacaklarının arasında bir delik vardır, durmuş oturmuşların çirkin ve iradeli yanılgısıdır bu. Bak! Masasından bir düzine kadar sararmış resim çıkardı ve onları Lucien'in kucağına attı. Lucien, dişleri dökülmüş ağızlarıyla gülen, bacaklarını dudak gibi ayıran ve oyluklarının arasından yosunlu bir dil gibi bir şey gösteren korkunç orospular gördü.

Bou-Saada'da üç franklık koleksiyonum vardı, dedi. Bergere. Bu kadınlara arkadan yaklaşsanız bile iyi aile çocuğusunuzdur ve herkes de erkekçe hayat yaşadığınızı söyler. Çünkü bunlar kadındır, anlıyor musunuz? Ama yapılacak ilk iş her şeyin cinsel zevk nesnesi olabileceğine kendinizi inandırmanız olduğunu söyleyeceğim, bir dikiş makinesi, bir deney kabı, bir at ya da bir terlik gibi. Ben, dedi gülerek, sineklerle aşk yaptım, ördeklerle yatan bir deniz piyadesi tanıdım. Başlarını çekmeceye sokuyordu, ayaklarından sıkıca tutuyordu ve haydi yallah! Bergere, dalgın dalgın Lucien'in kulağını sıktı ve sözünü bitirdi: Ördek bu yüzden ölünce tabur da onu yiyordu.

Lucien bu konuşmalardan kafası kazan gibi çıkıyor, Bergee'in bir dahi olduğunu düşünüyordu, ama geceleri ter içinde, kafasının içi ürkünç ve açık saçık görüntülerle dolu uyanıyordu ve Bergere'in onun üstünde iyi bir etkisi olup olmadığını soruyordu kendi kendine: Yalnız olmak! diye ellerini ovuşturarak inliyordu, akıl danışacak kimsesi olmamak, doğru yolda mıyım, değil miyim bana söyleyecek birisi! Sonuna kadar gidiyorsa, bütün duygularının karmaşasını yaşıyorsa yolunu yitirmesine ve boğulmasına kıl payı kalmıyor muydu acaba? Bir gün Bergere ona uzun uzun Andre Breton'dan söz etmişti, Lucien uykuda gibi mırıldandı: Evet, ama nasıl, bundan sonra, nasıl geriye dönebilirim? Bergere şaşırdı: Geriye mi dönmek? Kim söz etti sana geriye dönmekten? Delirsen daha iyi. Sonra, Rimbaud'nun dediği gibi, öteki ürkütücü işçiler gelecekler. Düşündüğüm iyidir, diye
mırıldandı Lucien kederli kederli. Bu uzun tartışmaların Bergere'in dileğinin tam karşıtı bir sonuç verdiğini fark etmişti: Lucien ne zaman istemeden ince bir duyum, özgün bir izlenim yaşamaya kalkışsa bir titremedir alıyordu onu: Başlıyor, diye düşünüyordu: En bayağı ve en kaba saba yaşantılardan başkasını yaşamamayı gönülden isteyecekti. Kendini ancak akşamleyin annesi ve babasıyla bir aradayken rahat hissediyordu: bu onun sığınağıydı.

Briand'an, Almanların kötü niyetinden değerinden söz ediyorlardı. Lucien onlarla tatlı tatlı gündelik, sıradan söyleşiler yapıyordu. Bir gün, Bergere'den ayrıldıktan sonra odasına girdiği zaman makineleşmiş gibi kapıyı anahtarla kapadı ve sürgüyü çekti. Yaptığı hareketin farkına varınca kendini gülmekten alamadı, ama gece uyuyamadı: korktuğunu anlamakta gecikmedi.

Yine de Bergere'in dünyasıyla yok yere dostluğunu kesmedi. O beni büyülüyor, diyordu kendi kendine. Bergere'in aralarında kurmayı becerdiği o sıkı fıkı ve öylesine ince arkadaşlığa çok değer veriyordu. Bergere erkekçe, neredeyse haşin bir havayı elden bırakmaksızın duygulandırmak ve giderek şefkatle Lucien'e yaklaşmak gücüne sahipti. Sözgelişi kötü giyindiğini homur homur söylenerek kravatını yeniden bağlıyor, Kamboçya'dan gelme
altın bir tarakla saçlarını tarıyordu. Lucien'e onun kendi bedenini keşfettiriyor, gençliğin coşkulu, alımlı güzelliğini ona açıklıyordu: Siz Rimbaud'sunuz, diyordu ona, Verlaine'i görmek için Paris'e geldiği zaman sizin büyük elleriniz vardı onda da, sağlıklı köylü delikanlısının bu kırmızı yüzü ve kumral genç kızı andıran bir dal gibi ince bedeni vardı. Lucien'i yakasını açıp gömleğini aralamaya zorluyordu ve onu, pek utanmış, olarak bir aynanın önüne götürüyor ona kırmızı yanaklarının, beyaz boynunun güzel uyumunu seyrettiriyordu; o sırada Lucien'in kalçalarını eliyle hafifçe okşuyor; kederli kederli ekliyordu: İnsan yirmi yaşında kendini öldürmeli.

Şimdi sık sık Lucien, kendine aynalarda bakar olmuştu, sallıkla dolu genç sevimliliğinden tat almayı öğreniyordu. Ben Rimbaud'yum, diye düşündü, akşamleyin, yumuşak hareketlerle giysilerini çıkartırken, çok güzel bir çiçeğin acıklı ve kısa hayatına sahip olacağına inanmaya başlıyordu. Bu sıralarda, buna benzer izlenimleri uzun süreler önce duymuş gibi geliyordu ona ve saçma bir imge canlanıyordu kafasında: kendini uzun mavi bir
giysi ve melek kanatlarıyla, bağış toplamak için yapılan bir satışta çiçek dağıtırken, küçükken görüyordu. Uzun bacaklarına bakıyordu. Benim yumuşak bir tenim olduğu doğru mu acaba? diye düşündü dalga geçerek. Bir keresinde de dudaklarını, kolunda bileğinden dirsek içine kadar uzanan küçük güzel mavi damar boyunca gezdirdi.

Bir gün Bergere'in evine girince hoş olmayan bir şeyle karşılaştı: Berliac oradaydı; elindeki bıçakla bir toprak topağı görünüşündeki karamsı bir şeyin kabuklarını ayırmaya uğraşıyordu. İki genç on günden beri birbirlerini görmemişlerdi, soğuk bir tavırla el sıkıştılar. Bu gördüğün şey, dedi Berliac, haşhaş. İki kat esmer tütün arasına bu pipolara koyacağız bunu, şaşırtıcı bir sonuç veriyor.

Senin için de var, diye ekledi. Teşekkürler, dedi Lucien, istemem. Öteki ikisi gülmeye başladılar. Berliac şeytanca diretti: Amma aptalsın dostum, içeceksin, hoş olmadığını ileri süremezsin. Ben sana hayır dedim! dedi Lucien. Berliac hiç karşılık vermedi, üstten bakan bir edayla gülümsedi Lucien, Bergere'in de güldüğünü gördü. Hızla yere vurdu ayağını ve:

İstemiyorum, harap olmaya niyetim yok, sizi serseme çeviren şu dalavereleri içmeyi salakça buluyorum, dedi. Elinde olmadan kendini koyvermişti, ama az önce söylediklerini ve Bergere'in onun için ne düşüneceğini aklına getirence Berliac'ı öldüresi geldi; gözleri yaşla doldu. Sen bir kentsoylusun, dedi Berliac, omuz silkerek, yüzer gibi gözüküyorsun, ama ayağını dipten çekmekten ödün patlıyor. Uyuşturucuya alışmak niyetinde değilim, dedi
Lucien, sakin bir sesle, bir başka kölelik bu, oysa ben bağımsız kalmak istiyorum. Kendini bağımlamaktan korkuyorsun desene, diye sertçe karşılık verdi Berliac. Lucien, az daha tokatı yapıştıracakken Bergere'in emredici sesini duydu: Bırak onu Charles, diyordu.

Berliac'a, haklı olan o. Onun bağımlanmak korkusu, o bile karmaşadan geliyor. Divana uzanmış olarak ikisi içtiler ve bir Armenie kağıdı kokusu doldurdu odayı. Lucien kırmızı ipekten bir pufun üstüne oturmuş sessizce onları seyrediyordu. Bir süre sonra Berliac başını arkaya attı ve gözlerini baygın bir gülüşle kırpıştırdı.

Lucien ona hınçla bakıyordu ve kendini aşağılanmış hissediyordu. Sonunda Berliac ayağa kalktı, odadan sallantılı bir yürüyüşle çıktı: Dudaklarında hep o uykulu ve arzulu gülüşün tuhaflığı vardı. Bana bir pipo ver, dedi Lucien boğuk bir sesle. Bergere gülmeye başladı. Uğraşma, dedi: Berliac yüzünden yapma bunu. Şimdi ne halde bilmiyorsun, değil mi? Deli olacağım, dedi Lucien. Ee, peki, şimdi kusuyor, bunu bil, dedi Bergere sakin sakin.
Haşhaşın ona yapacağı tek etki bu. Gerisi bir güldürüden başka bir şey değil, ama ona birkaç kez içirdim, çünkü beni şaşırtmak istiyor ve bu beni eğlendiriyor. Ertesi gün Berliac liseye geldi, Lucien'e tepeden bakarak, Trenlere biniyorsun, dedi, ama garda kalanları özenle seçiyorsun. Ama karşısındaki de konuştu: Sen düzenbazsın, dedi ona Lucien, dün
banyoda ne yaptığını bilmiyorum sanıyorsun belki, değil mi? Kustun dostum!

Berliac solgunlaştı. Bunu sana Bergere mi söyledi? Ya kim olsun isterdin? Güzel, diye kekeledi Berliac, ama Bergere'in yeni dostlar önünde eski dostlarını harcayan bir adam olduğunu sanmıyordum. Lucien biraz kaygılanmıştı:

Bergere'e kimseye bir şey söylemeyeceğine söz vermişti. Hadi canım sen de, dedi, seni harcamadı o, yalnızca bana işin böyle olmadığını göstermek istedi. Ama Berliac sırtını döndü, Lucien'in elini sıkmadan yürüdü gitti. Lucien, Bergere'le yeniden buluştuğu zaman pek rahat değildi. Berliac'a ne söylediniz? diye sordu Bergere, yan tutmayan bir tavırla. Lucien, karşılık vermeden başını öne eğdi: Ezilmişti. Ama birden Bergere'in elini ensesinde hissetti: Zararı yok, dostum.

Ne olursa olsun bitmesi gerekiyordu: Komedyenler uzun süre benimle eğlenemezler. Lucien biraz yüreklendi: Başını kaldırdı ve güldü: Ama ben de bir komedyenim, dedi, gözkapaklarını indirerek. Evet, ama sen, sevimlisin, diye karşılık verdi Bergere, onu kendine doğru çekerek. Lucien kendini bırakıverdi, kendini bir kız gibi uysal hissediyordu ve gözleri yaşlıydı. Bergere onu yanağından öptü, Benim küçük güzel serserim, dedi. Kardeşim benim, diyerek hafifçe kulağını ısırdı. Lucien, böyle duygulu, böyle hoşgörülü bir ağabeye sahip olmanın çok hoş bir şey olduğunu düşünüyordu.

 

Bay ve Bayan Fleurier, Lucien'in bu kadar sözünü ettiği şu Bergere'i tanımak istediler ve onu akşam yemeğine davet ettiler. Hiç bu kadar yakışıklı bir erkek görmemiş olan Germaine'e varıncaya kadar herkes onu çok canayakın buldu. Bay Fleurier, Bergere'in dayısı olan General Nizan'ı tanıyordu, uzun uzun ondan söz etti. Bayan Fleurier de tatilde Bente-Cote'a gitmek için Lucien'i Bergere'e emanet edeceğinden pek hoşnuttu.

Otomobille Rouen'a kadar gittiler, Lucien, katedrali ve belediyeyi görmek istedi, ama Bergere kesinlikle reddetti bunu: O süprüntüleri mi? dedi, saygısızca. Sonunda Cordeliers Sokağında bir geneleve gidip iki saatlerini geçirdiler ve Bergere tuhaf bir havaya girdi:

Masanın altından Lucien'i diziyle dürterken bir yandan bütün kızlara Küçükhanım, diyordu; sonra onlardan biriyle yukarı çıkmaya kalktı, ama beş dakika sonra aşağı indi. Kirişi kıralım, diye fısıldadı, yoksa çıngar çıkacak. Çarçabuk parayı ödeyip çıktılar.

Sokakta Bergere olup biteni anlattı: Bir avuç kaşıntı tozunu yatağa atmak için kadının arkasını dönmesinden yararlanmış, sonra iktidarsız olduğunu söyleyip aşağı inmiş. Lucien iki viski içmişti, biraz kafayı bulmuştu, Metz Topçusu'nu ve De Profundis Morpionubus'u söyledi, Bergere'in hem ağırbaşlı, hem de haylaz olmasına hayran oluyordu. Bir tek oda tuttum sadece, dedi Bergere otele geldiklerinde. Ama büyük bir banyosu var. Lucien şaşırmadı: yolculuk boyunca Bergere'le birlikte aynı odayı paylaşacağını şöyle bir düşünmüştü, ama bu düşünce üstünde uzun süre durmamıştı.

Şimdi artık geri adım atamazdı; durumu biraz iğrenç buluyordu, özellikle ayakları temiz değildi. Valizler yukarı çıkarken, Bergere'in ona: Pek kirlisin, örtüleri kirleteceksin, diyeceğini ve ona kayıtsızlıkla: Temizlik konusunda pek kentsoyluca düşüncelerin var, diye karşılık vereceğini düşündü. Ama Bergere onu valiziyle birlikte banyo odasına soktu: Sen içeride hazırlan, ben odada soyunacağım, dedi. Lucien, ayaklarını ve yarı belinden aşağısını
yıkadı. Tuvalete gitmek ihtiyacı duydu, ama cesaret edemedi ve lavaboya işeyerek işini bitirdi: sonra gecelik gömleğini giydi, annesinin ona verdiği ponponlu terlikleri ayağına geçirdi (kendininkiler delik deşik olmuştu) ve kapıyı vurdu: Hazır mısınız? diye sordu. Evet, evet, gir. Bergere gök mavisi bir pijamanın üstüne siyah bir ropdöşambr giymişti. Oda limon kolonyası kokuyordu. Tek bir yatak mı yalnızca? diye sordu Lucien, Bergere karşılık
vermedi: Lucien'e, kuvvetli bir kahkahayla son bulan bir şaşkınlıkla bakıyordu: Giyinip kuşanmışsın! dedi gülerek. Yatak takkeni ne yaptın? Aa yok, çok tuhafsın, kendi halini görmeni isterdim. İşte iki yıldır, dedi Lucien, çok sıkılmıştı, anneme bana pijama almasını söylüyorum.

Bergere ona doğru yürüdü: Haydi, çıkar şunu, dedi, ötekine söz hakkı vermeyen bir tavırla, benimkilerden birini vereyim sana. Biraz büyük olacak, ama bundan daha iyi gidecek sana. Lucien, gözleri duvar kağıdının yeşil kırmızı yollarına takılmış, odanın orta yerinde çakıldı kaldı. Banyoya dönmek en iyisiydi, ama aptal yerine konmaktan korktu, sert bir hareketle gecelik entarisini başının üstünden çıkarıverdi. Bir süre sessizlik oldu: Bergere gülerek Lucien'e bakıyordu. Lucien birdenbire odanın orta yerinde çıplak durduğunu, ayaklarında da annesinin ponponlu terlikleri olduğunu anladı. Ellerine baktı -Rimbaud'nun büyük ellerine-kasığına onları kapatmak, hiç olmazsa orasını gizlemek isterdi, ama kendini topladı, ellerini kahramanca arkasına koydu. Duvarlarda, eşkenar dörtgen dizilerinin arasında uzaktan uzağa küçük mor bir kare vardı. Doğrusu, dedi Bergere, bir bakire kadar iffetlisin.

Aynada kendine bak Lucien, göğsüne kadar kızardın. Öteki kılığından böylesi daha iyi. Evet, dedi Lucien kuvvetle, ama insan çıplakken hiç de kibar gözükmez. Bana çabuk pijamayı ver.

Bergere ona lavanta kokan bir pijama attı ve yatağa girdiler. Ağır bir sessizlik oldu: Durum kötü, dedi Lucien. Kusacağım. Bergere karşılık vermedi. Lucien geğirince ağzında viski tadı hissetti. Benimle sevişecek, diye söylendi içinden. Limon kolonyasının boğucu kokusu boğazını sardığı sırada duvar kağıtlarının çizgileri dönmeye başladı. Bu yolculuğa çıkmayı kabul etmemem gerekirdi. Talihi yoktu; son zamanlarda belki yirmi kere Bergere'in kendinden ne istediğini keşfedecek gibi olmuştu, sonra her keresinde, bilerek yapılmış gibi, onu düşüncesinden caydıran bir olay çıkmıştı ortaya. Şimdiyse, burada, bu adamın yatağındaydı ve onun keyfini bekliyordu. Yastığımı alıp banyoya yatmaya gideyim. Ama cesaret edemedi. Bergere'in alaycı bakışını düşündü. Gülmeye başladı: Birden orospu aklıma geldi, dedi, kaşınıp duruyor olmalı. Bergere hiç karşılık vermiyordu, Lucien ona göz ucuyla baktı: Masum bir tavırla, elleri ensesinin altında, uzanmış yatıyordu. O zaman şiddetli bir öfke sardı Lucien'i, dirseğinin üstünde doğruldu ve ona:

Ee peki ne bekliyorsunuz? Beni buraya ipliğe inci dizmeye mi getirdiniz?

Söylediği cümleden pişman olması için çok geçti artık: Bergere ona doğru dönmüştü; alaycı bir bakışla onu seyrediyordu:

Melek yüzlü bir küçük orospuyla başım belada. Haydi, bebeğim, ben sana söyletmedim bunu; sıradan duygularını çığırından çıkarmak için bana bel bağlayan sensin. Bir an ona baktı, yüzleri hemen hemen birbirine değiyordu, sonra Lucien'i kollarının arasına aldı, pijama ceketinin altından göğsünü okşadı. Bu hoş olmayan bir şey değildi, biraz gıdıklıyordu, yalnızca Bergere korkutucuydu; aptalsı bir tavır almıştı ve kuvvetle tekrarlıyordu: Utanma,
küçük domuz, utanma, küçük domuz! tıpkı garlarda trenlerin gelişini haber veren gramofon plakları gibi. Bergere'in eli, tersine, canlı ve hafif, insana benziyordu.

Lucien'in göğüslerinin ucunu tatlı tatlı okşuyordu; sanki banyoda ılık suyun okşaması gibi. Lucien bu eli yakalamak, kendinden ayırmak, onu bükmek isterdi, ama Bergere alay etmişti: Orospuyla başım belada.

El yavaşça karnından aşağı kaydı ve pantolonunu tutan düğümü çözmek için durdu. Yapsın yapacağını diye bıraktı eli: Islak bir sünger gibi ağır ve yumuşaktı ve fena halde ödü kopuyordu.

Bergere örtüleri açmıştı, başını Lucien'in göğsüne koymuştu ve onu dinler gibi bir hali vardı. Lucien arka arkaya iki kere geğirdi, gümüş renkli bu güzel saçların üstüne kusacağından korktu. Karnımı sıkıştırıyorsunuz, dedi. Bergere biraz kalktı ve bir elini Lucien'in böğrünün altına geçirdi, öteki el artık okşamıyordu, sıkıyordu. Küçük güzel kalçaların var, dedi birden Bergere. Lucien bir kabus gördüğünü sanıyordu:

Hoşunuza gidiyorlar mı? diye sordu nazlanarak. Ama Bergere birden bıraktı onu ve canı sıkılmış bir tavırla başını kaldırdı.

Ah küçük blöfçü, dedi öfkeyle, Rimbaud numaraları yapıyor ve ben de bir saatten fazladır onu baştan çıkarayım diye akıntıya kürek çekiyorum. Lucien'in sinirden gözleri yaşardı. Bergere'i bütün gücüyle itti: Bu benim suçum değil, dedi tıslayan bir sesle, bana fazlasıyla içki içirdiniz, içimden kusmak geliyor.

İyi öyleyse git, dedi Bergere, git, ne halin varsa gör. Dişlerinin arasından ekledi. Aman ne gece. Lucien pantolonunu çekti, sırtına siyah robdöşambrı geçirdi çıktı. Tuvaletin kapısını kapattığı zaman kendini o kadar yalnız ve dayanıksız hissetti ki hıçkırıklarını tutamadı.

Ropdöşambrın cebinde mendil yoktu, gözleriyle burnunu tuvalet kağıdına sildi. Boş yere iki parmağını boğazına soktu, kusamadı.

Sonra durup dururken pantolonunu indirdi ve soğuktan titreyerek tuvalete oturdu. Hıyar herif, diye düşündü, hıyar herif! Canavarca aşağılanmıştı, ama Bergere'in okşayışlarına boyun eğmiş olmaktan ya da allak bullak olmamaktan utanıp utanmayacağını bilmiyordu. Kapının öteki yanından çıtırtılar geliyordu, Lucien her çıtırtıda yerinden sıçrıyordu, odaya dönmeye karar veremiyordu: Oraya gitmeliyim, diye düşündü, gitmeliyim, yoksa beni
bırakır çeker gider; Berliac'la! ve yarım doğruldu, ama hemen gözünün önüne Bergere'in yüzü ve hayvanca tavrı geliyordu, Utanma, küçük domuz, dediğini işitiyordu. Yeniden oturuyordu, umutsuzca! Bir süre sonra onu biraz yatıştıran şiddetli bir sürgüne tutuldu: Aşağıdan gidiyor, diye düşündü, böylesi daha iyi. Gerçekte artık kusma ihtiyacı kalmamıştı.

Fena oluyorum, diye düşündü birdenbire, neredeyse bayılacağını sandı. Lucien sonunda öyle üşüdü ki dişleri takırdamaya başladı, hasta olacağını düşündü ve birden ayağa kalktı. İçeri girdiği zaman Bergere ona sıkıntılı bir tavırla baktı; sigara içiyordu, pijaması açıktı ve zayıf bedeni görünüyordu. Lucien yavaşça terliklerini ve robdöşambrını çıkardı, tek söz söylemeden örtünün altına girdi: Nasıl gidiyor? diye sordu Bergere. Lucien omuz silkti: Üşüyorum! Seni ısıtmamı istiyor musun?

Deneyin hiç olmazsa, dedi Lucien. O zaman büyük bir ağırlık altında ezildiğini hissetti. Ilık ve yumuşak bir ağız kendi ağzına yapıştı, çiğ bir biftekti sanki. Lucien artık hiçbir şey anlamıyordu, nerede olduğunu bilmiyordu artık; yarı yarıya soluğu kesilmişti, ama hoşnuttu, çünkü ısınmıştı. Benim küçük bebeğim, diye karnına elini bastıran Bayan Besse'i, ona koca sırık, diyen Hebrard'ı, Bay Bouffardier'nin gelip ona lavman yapacağını hayal ederek yıkandığı banyo leğenlerini düşündü ve kendi kendine Ben senin küçük bebeğinim! dedi. Bu anda Bergere bir zafer çığlığı attı. İşte, dedi, kararını veriyorsun, haydi, diye ekledi soluyarak, sende iş var. Lucien kendisi çıkarıp pijamasını bir yana attı.

Ertesi gün öğleyin uyandılar. Garson kahvaltılarını yatağa getirdi ve Lucien onun tavrını çalımlı buldu. Beni bir yem yerine koyuyor, diye düşündü sıkıntılı bir ürpertiyle. Bergere pek nazik olmuştu, ilk önce o giyindi, Vieux-Marche Alanında sigara tüttürmeye gitti. Bu sırada Lucien yıkanıyordu. Olanlar can sıkıcı, diye düşündü Lucien, keseyi ağır ağır bedeninde gezdirirken. İlk ürkü anı geçince ve bunun sandığı kadar acı veren bir şey olmadığını fark ettiği zaman, hüzünlü bir sıkıntıya gömülmüştü.

Hep bunun bitmesini, uykuya dalıvermeyi diliyordu, ama Bergere sabahın saat dördüne kadar onu rahat bırakmamıştı. İçinden Trigonometri problemimi hemen bitirmem gerekirdi, diye söylendi. Ödevinden başka bir şey düşünmemeye zorladı kendini. Gün uzadıkça uzadı. Bergere ona Lautreamont'nun hayatını anlattı, ama Lucien onu pek dikkatle dinlemiyordu.
Bergere onun canını sıkıyordu biraz. Akşam Caudebec'de yattılar ve Bergere, Lucien'i uzun bir süre rahatsız etti, ama sabahın birine doğru Lucien, ona açık açık uykusu olduğunu söyledi Bergere de kızmadan onu rahat bıraktı. Akşam üstüne doğru Paris'e vardılar. Genellikle Lucien kendi adına hoşnuttu.

Anne babası onu kucaklayarak karşıladılar: Hiç olmazsa Bay Bergere'e bir teşekkür ettin mi? diye sordu annesi. Normand kırları konusunda onlarla biraz gevezelik etti ve erkenden yattı. Bir melek gibi uyudu, ama ertesi gün uyanınca içi titriyormuş gibi geldi. Kalktı, kendini aynada uzun uzun seyretti. Ben bir eşcinselim, dedi kendi kendine. Ve yıkıldı.

Uyan Lucien, diye bağırdı annesi kapının dışından, bu sabah okula gideceksin. Evet anne, diye karşılık verdi Lucien, uysallıkla, ama kendini yatağa attı ve ayak parmaklarına bakmaya başladı. Bu çok haksızca bir şey, kendime güvenemiyorum, deneyimim yok benim. Bu parmakları, bir adam sırayla emmişti.

Lucien başını çevirdi: Biliyor o. Bana nasıl bir ad yakıştırttığını biliyor, buna bir erkekle yatmak derler ve o bunu biliyor. Can sıkıcıydı bu. Lucien acıyla güldü. Günler boyu insan kendi kendine sorabilirdi: Ben akıllı mıyım, kendimi bir şey mi sanıyorum, diye; asla bir karara varılamazdı. Bunun yanında bir sabah size takılan etiketler vardı ve hayat boyu onları taşımak gerekiyordu: sözgelişi, Lucien iri ve kumraldı, babasına benziyordu, onun tek oğluydu ve dünden beri eşcinseldi. Ondan şöyle söz edeceklerdi: Fleurier, tanır mısınız, hani şu erkeklerden hoşlanan iri kumral çocuk? Ötekiler karşılık vereceklerdi:

Ha! Evet. Koca tekerlek mi? Onu iyi tanırım canım.

Giyinip çıktı, ama okula gitmeye cesareti yoktu. Seine nehrine kadar Lambelle Sokağı'ndan aşağıya indi; iskeleleri izledi. Hava açıktı, sokaklar yeşil yaprak, katran ve İngiliz tütünü kokuyordu. Yepyeni bir ruhla birlikte iyice yıkanmış bir bedene tertemiz giysiler giymek için hayal edilen bir zaman. İnsanlar, tepeden tırnağa ahlaki bir hava içindeydiler; bir tek Lucien,
bu ilkbaharda kendini tuhaf ve ahlaksız hissediyordu. Bu kaçınılmaz bir eğilim, diye düşündü, Oidipus kompleksiyle başladım, bundan sonra sadikoanal oldum, şimdi de eşcinsel oldum, nerede duracağım acaba? Gerçekte durumu henüz pek vahim değildi, Bergere'in okşamalarından büyük bir zevk almamıştı. Ama ya alışkanlık kazanırsam? diye düşündü sıkıntıyla. Bundan ayrılamazsam, esrar gibi bir alışkanlık olur! Çürük bir adam olacaktı,
kimse onunla bir arada olmak istemeyecekti, bir emir verdiği zaman babasının işçileri onunla alay edeceklerdi.

Lucien korkunç yazgısını rahatça hayal etti. Kendini, yüzü gözü boyalı, otuz beş yaşında görüyordu ve göğsünde Legion d'honneur nişanı olan bıyıklı bir adam korkunç bir tavırla bastonunu kaldırıyordu. Sizin varlığınız burada, bayım, kızlarımız için hakarettir. Sonra birden sallandı ve oyun oynamayı kesti: Bergere'in bir sözü geliyordu aklına. Caudebec'de, geceleyindi, Bergere ona: Söyle ama! Hoşlanıyorsun, değil mi! demişti. Ne demek
istemişti? Doğal olarak, Lucien tahtadan değildi ve mıncıklana mıncıklana...

Bu bir şeyi kanıtlamaz, dedi kendi kendine, kaygıyla. Ama benzerlerini bulup çıkarmakta bu adamların usta oldukları ileri sürülüyordu, bu altıncı duyu gibiydi. Lucien uzun uzun Iena Köprüsünün önünde gidiş gelişi yöneten polis memuruna baktı. Bu polis beni tahrik edebilir miydi?

Polisin mavi pantolonuna gözlerini dikiyor, kaslı ve tüylü oyluklarını düşünüyordu: Acaba bu beni etkiliyor mu? Çok rahatlamış olarak yola koyuldu. Bu o kadar ciddi bir durum değil, diye düşündü, henüz kendimi kurtarabilirim. Yaşadığım karmaşayı kötüye kullandı o, ama ben bir eşcinsel değilim gerçekten. Karşılaştığı bütün erkeklerle deneyi yeniledi ve her
keresinde de sonuç olumsuzdu. Of! diye düşündü, iyi, sıcakladım! Bu bir uyarıydı, hepsi bu. Artık yeniden başlamaması gerekiyordu, çünkü kötü bir alışkanlık çabuk kapılır. Onun, komplekslerini sağlığa kavuşturmakta acele etmesi gerekiyordu. Anne babasına söylemeden bir uzmana gidip psikanaliz yaptırmaya karar verdi. Sonra bir dost tutacaktı, o da ötekiler gibi bir erkek olacaktı. Lucien birdenbire aklına Bergere gelince kendini kurtarmaya çalıştı. Şu anda Bergere Paris'te bir yerdeydi, kendinden hoşnut ve kafası anılarla dolu: Nasıl olduğumu biliyor, dudaklarıma yabancı değil, bana: Unutmayacağım bir kokun var, dedi, gidip arkadaşlarının yanında övünecek, `Ona sahip oldum,' diyerek, sanki ben bir orta malıymışım gibi. Şu sırada belki de geçirdikleri geceleri anlatmaya koyulmuştur filancaya...

-Lucien'in yüreği durdu sanki-Berliac'a! Böyle bir şey yaparsa öldürürüm onu: Berliac benden nefret eder, olup biteni bütün sınıfa anlatacak, ben aşağılık bir insanım, arkadaşlarım elimi sıkmayacaklar. Bunun doğru olmadığını söyleyeceğim, dedi

Lucien içinden, kendini kaybetmişçesine, dava açacağım, beni kirlettiğini söyleyeceğim. Lucien bütün gücüyle Bergere'den tiksiniyordu: onsuz, bu rezil ve onarılmaz bilinç olmaksızın, her şey düzene girebilirdi, hiç kimse bir şey bilmezdi ve Lucien bile sonunda unuturdu bunu. Geberip gitse birdenbire! Tanrım, yalvarırım sana, bu olanları kimseye anlatmadan bu gece öldür onu. Tanrım, bunu yap ki bu olay kapanmış olsun, bir eşcinsel
olmamı sen isteyemezsin! Ne olursa olsun, beni elinden bırakmaz, diye düşündü Lucien hırsla. Ona dönmem ve istediği her şeyi yapmam ve böylesini sevdiğimi söylemem gerekiyor, yoksa giderim gürültüye! Bir iki adım daha attı ve önlem olarak ekledi: Tanrım, Berliac da ölsün.

Lucien Bergere'e gitmeye kalkışmadı. Sonraki haftalar her adımda ona rastlayacağını sanıyordu, odasında çalıştığı zaman kapı çaldıkça yerinden sıçrıyor, geceleri korkunç kabuslar görüyordu: Bergere, Saint-Louis Lisesinin bahçesinden onu zorla alıyordu, bütün öğrenciler oradaydılar ve ona alay ederek bakıyorlardı. Ama Bergere onu görmek için hiçbir şey yapmıyordu; yaşayıp yaşamadığı bile belli değildi. Benim bedenimden başka bir şey
istemiyordu, diye düşündü Lucien, sıkıntıyla. Berliac da ortadan yok olmuştu. Bazı Pazar günleri çalışmaya onunla birlikte gelen Guigard, onun bir sinir bunalımı sonunda Paris'ten ayrılıp gittiğini söylüyordu. Lucien yavaş yavaş yatıştı. Rouen'e yaptığı yolculuk onda karanlık, kaba bir düş etkisi yapıyordu, bu düş hiçbir şeye bağlanmıyordu. Olup bitenlerin bütün ayrıntılarını hemen hemen unutmuştu, yalnızca tatsız bir beden ve limon kolonyası kokusunun ve dayanılmaz can sıkıntısının bıraktığı izleri taşıyordu.

Bay Fleurier, birçok kereler dostları Bergere'in ne olduğunu sordu: Kendisine teşekkür etmemiz için onu Ferolles'e çağırmalıyız. New York'a gitti, diye sözü kapatmaya çalıştı Lucien. Birçok kereler Guigard ve kızkardeşiyle birlikte Marne'da sandala binmeye gitti ve Guigard ona dans etmeyi öğretti. Uyanıyorum, diye düşündü, yeniden dünyaya geliyorum. Ama yine de, sık sık, çuval gibi bir şeyin sırtına ağırlık verdiğini hissediyordu.

Bu onun kompleksiydi. Gidip Viyana'da Freud'u bulması mı gerekirdi, bunu soruyordu kendi kendine: Meteliksiz gideceğim, gerekirse yayan yürüyeceğim, ona: Param yok, ama ben bir olguyum, diyeceğim. Haziranın sıcak bir öğleden sonrasında, Saint-Michel Alanında Şebek'le yani eski felsefe öğretmeniyle karşılaştı. Ee Fleurier, dedi.

Şebek, Yüksekokula hazırlanıyor musunuz? Evet efendim, dedi Lucien. Kendinizi edebiyat çalışmalarına doğru yöneltebileceksiniz, dedi Şebek. Felsefeden iyiydiniz. Felsefeyi bırakmadım, dedi Lucien. Bu yıl kitaplar okuyorum. Freud'u sözgelişi. Sırası gelmişken, diye ekledi, aklına gelmiş gibi, psikanaliz üzerine ne düşündüğünüzü sormak isterim? Şebek gülmeye başladı: Bir moda, dedi. Geçecek. Freud'da çok iyi bulduğunuz şeyleri daha önce Platon'da buluyorsunuz. Size diyeceğim şu ki, diye ekledi, soluk almadan, ben böyle şeylere kulak asmıyorum. Spinoza'yı okusanız daha iyi edersiniz. Lucien kendini büyük bir yükten kurtulmuş gibi hissetti, hafiften bir ıslık tutturup yürüyerek eve döndü: Bir karabasandı, diye düşündü, ama geriye hiçbir şey kalmadı artık! O gün güneş güçlü ve yakıcıydı, ama Lucien başını kaldırıp gözlerini kırpmadan güneşe baktı: Bu herkesin güneşiydi; Lucien'in ona gözlerini dikerek bakmaya hakkı vardı, kurtulmuştu! Saçma
şeyler! diye düşündü, bunlar saçmasapan şeylerdi! Beni yoldan çıkarmaya kalkıştılar, ama yapamadılar. Gerçekte karşı koymayı elden bırakmamıştı: Bergere düşüncelerinde onu karmakarışık etmişti, ama Lucien, sözgelişi, Rimbaud'nun eşcinselliğinin bir kusur olduğunu pekala hissetmişti ve şu Berliac denen küçük keçi ona haşhaş içirmek istediği zaman Lucien
ona ağzının payını vermişti: Az daha kendimi kaybediyordum, diye düşündü, ama beni koruyan şey sağlam ahlakım oldu! Akşam yemekte, babasına sevgiyle baktı. Bay Fleurier geniş omuzluydu, onda bir köylünün aheste ve ağır hareketleri, soydan gelme bir şey, bir yöneticinin soğuk, metalsi gri gözleri vardı. Ben ona benziyorum, diye düşündü Lucien.

Dört kuşaktan beri Fleurier'lerin babadan oğula sanayiyle uğraşan yöneticiler oldukları aklına geldi. Ne derlerse desinler, aile diye bir şey var! Ve Fleurier'lerin sağlam ahlakını düşündü gururla.

O yıl Lucien, Ecole Centrale'in sınavlarına girmedi ve Fleurier'ler Frollese daha erken gittiler. Lucien, evi, bahçeyi, fabrikayı, sakin ve dengeli küçük şehri yeniden bulunca çok sevinmişti. Başka bir dünyaydı bu. Yörede uzun gezintiler yapmak için erkenden kalkmaya karar verdi. Temiz havayla ciğerlerimi doldurmak, ağır çalışmalar başlamadan önce gelecek yıl için sağlıklı olmak istiyorum, dedi babasına. Bouffardier'lere ve Besse'lere gitmek için annesine arkadaşlık etti. Herkes onu koskocaman akıllı uslu bir çocuk olarak buldu. Hebard ve Winckelmann, Paris'te hukuk okuyorlardı, tatil için Ferolles'e gelmişlerdi.

Lucien birçok kereler onlarla birlikte gezmeye çıktı, Papaz Jacquemant'a yaptıkları şakalardan, bisikletle gittikleri gezilerden söz ettiler ve üçlü olarak Metz Topçusu'nu söylediler. Lucien eski arkadaşlarının bağlılığını ve yakınlığını çok beğeniyordu; onları bir yana bırakmış olmasına kızdı kendi kendine. Hebard'a Paris'i hiç sevmediğini itiraf etti, ama Hebard onu anlayamıyordu: Anne babası onu bir papaza emanet etmişlerdi ve papaz çok sıkı bir adamdı, Louvre Müzesine yaptığı ziyaretler ve Opera'da geçirdiği geceler onun dünyasını doldurmaya yetiyordu. Lucien'in bu basitliğe içi sızlamıştı, kendini Hebard ve Winckelmann'ın ağabeyi sandı ve böylesine karmaşık bir yaşayışı olmasına üzülmediğini kendi kendine söylemeye başladı. Deneyim kazanmıştı. Onlara Freud ve psikanalizden söz etti ve onları şaşkınlıklar içinde bırakarak biraz keyiflendi. Komplekslerle ilgili kuramı amansızca eleştirdiler, ama karşı çıkışları safçaydı ve Lucien bunu onlara gösterdi, sonra Freud'un yanlışlarının kolayca bulunabileceğini, bunun felsefe açısından yapılacağını ekledi.

Ona çok hayran kaldılar, ama Lucien bunun farkına varmamış gibi göründü. Bay Fleurier, Lucien'e fabrikanın işleyiş biçimini anlattı. Götürüp ona önemli binaları gösterdi. Lucien uzun uzun işçilerin çalışmalarını inceledi. Ben ölürsem, dedi Bay Fleurier, hemen ertesi gün fabrikanın yönetimini eline alabilmelisin. Lucien babasını payladı ve ona: Babacığım, böyle konuşmasan iyi olur! dedi. Ama ergeç kendi sırtına yüklenecek sorumlulukları düşünerek
sonraki günler daha ağırbaşlı davrandı. İşverenin görevleri konusunda uzun konuşmaları oldu,
Bay Fleurier ona sahipliğinin bir hak değil bir görev olduğunu anlattı: İşverenlerle işçilerin çıkarları karşıt olsaydı, dedi, sınıf kavgalarıyla gelir bizim canımızı sıkarlardı.

Benim tutumumu al Lucien. Ben küçük bir iş sahibiyim, Paris argosunda buna esnaf derler.

Ben aileleriyle birlikte yüz işçiyi besliyorum, iyi iş yapıyorsam bundan ilk yararlananlar onlardır. Ama fabrikayı kapamak zorunda kalırsam, işte hepsi kaldırımlara dökülürler. Buna hakkım yok, dedi üstüne basarak, kötü işler yapmaya hakkım yok. İşte ben buna sınıfların dayanışması diyorum.

Üç haftadan fazla bir zaman her şey iyi gitti, aşağı yukarı, Bergere'i hiç düşünmedi, onu affetmişti: yalnızca yaşayışı boyunca onu bir daha görmemeyi diliyordu. Bazı bazı, gömleğini değiştirdiği sırada aynaya yaklaşıyor, şaşkınlıkla kendine bakıyordu: Bir erkek bu bedeni arzuladı, diye düşünüyordu. Ellerini yavaş yavaş bacaklarında gezdiriyordu ve düşünüyordu: Bu bacaklar bir erkeğin aklını başından aldı. Böğürlerine dokunuyordu ve ipek bir kumaşı okşar gibi kendi bedenini okşayabilmek için bir başka kişi olamadığına üzülüyordu. Bazı bazı komplekslerinden dolayı üzüntüye kapılıyordu: dayanıklıydılar onların koskoca karanlık kütleleri, bir safra gibi asılıyor, ağır geliyordu ona. Şimdi hepsi bitmişti, Lucien artık onlara inanmıyordu ve kendinde garip bir hafiflik duyuyordu. Bu o kadar tatsız bir şey değildi, daha çok, biraz can sıkan, pekala katlanılabilecek türden bir hoşnutsuzluktu, gerektiğinde can sıkıntısı yerine geçebiliyordu. Hiçbir şey değilim ben, diye düşünüyordu, işte bunun için de hiçbir şey beni kirletmedi. Berliac, o, iğrenç bir biçimde bağımlanmış.  

Biraz belirsizliğe pekala katlanabilirim: Bu saflığın fidyesidir. Bir gezinti sırasında, bir bayırda oturup düşündü: Altı yıl uyudum, sonra, güzel bir günde kozamdan çıktım. Tepeden tırnağa canlanmıştı. Bütün iyi niyetiyle karşıdaki görünüme baktı: Ben eylem için yaratılmışım! dedi kendi kendine. Ama o anda övünme düşünceleri yavan kaçtı. Alçak sesle: Biraz beklesinler, neymişim görsünler, dedi. Yüksek sesle konuşmuştu, ama sözcükler ağzından boş kabuklar gibi dışarı döküldüler. Neyim var benim? Bu garip kaygıyı yeniden tatmak istemiyordu, bu kaygının ona çok kötülüğü dokunmuştu bir zamanlar. Düşündü: Bu sessizlik... bu yerler... Sarı ve kara karınlarını tozların içinde sürükleyen cırcırböceklerinden başka tek bir canlı yoktu. Lucien, cırcırböceklerinden tiksiniyordu, çünkü onların hep yarı yarıya çatlamış gibi bir görünüşleri vardı. Yolun öteki yanında kül renkli, sıcaktan ölgünleşmiş, geniş bir fundalık ırmağa kadar alabildiğine uzanıyordu. Hiç kimse Lucien'i görmüyordu, hiç kimse onu işitmiyordu, ayağa fırladı, hareketleri hiçbir engelle, kendi ağırlığının engeliyle bile karşılaşmadı gibi bir izlenim uyandı içinde.

Şimdi ayaktaydı, kül renkli bir bulut perdesinin altında, sanki boşlukta gibiydi. Bu sessizlik... diye düşündü. Bu sessizlikten de fazla bir şeydi, hiçlikti. Lucien'in çevresinde kır son derece sessiz ve cansız, insan dışıydı; onu rahatsız etmemek için soluğunu tutuyor, kendini küçültüyor gibiydi. Metz Topçusu kışlaya dönünce... Sözcükler dudaklarında boşluktaki bir alev gibi söndü: Lucien, bu ağırlığı olmayan, çok ölçülü doğanın orta yerinde, gölgesiz, yankısız tekbaşınaydı. Kendini sarstı, düşüncelerinin akışını yakalamaya yeltendi.

Ben eylem için yaratılmışım. Önce etkinliğim var; aptallıklar yapabilirim, ama bu uzun sürmez, çünkü kendimi topluyorum. Düşündü: Benim sağlam ahlakım var. Ama yüzünü tiksintiyle buruşturarak durdu, can çekişen hayvanların dolaşıp durduğu bu beyaz yol üstünde sağlam ahlak'tan söz etmek saçma göründü ona.

Öfkeyle bir cırcırböceğinin üstüne bastı Lucien, ayağının altında küçücük esnek bir yuvarlakçık hissetti ve ayağını kaldırdığı zaman cırcırböceği hala yaşıyordu: Lucien onun üstüne tükürdü. Şaşkınım. Şaşkınım. Tıpkı geçen yılki gibi. Ona as'ların as'ı diyen Winckelmann'ı, onu adam yerine koyan Bay Fleurier'yi, ona Benim küçük bebeğim dediğim koca oğlan olmuş, şimdi onunla senli benli konuşamıyorum, utandırıyor beni, diyen Bayan Besse'i düşünmeye koyuldu. Ama onlar uzaktaydılar, çok uzaktaydılar. Ona öyle geldi ki, gerçek Lucien kaybolmuştu, beyaz ve şaşkın bir kurtçuktan başka bir şey yoktu ortada. Ben neyim?

Kilometrelerce fundalık, otsuz, kokusuz; düz, çatlak toprak ve sonra birdenbire bu akçıl kötü resmin sağında çıkan kuşkonmaz, öylesine tuhaf ki arkasında gölgesi bile yoktu. Ben neyim? Soru, önceki tatillerden beri değişmemişti, bırakmış olduğu yerde Lucien'i bekliyordu. Ya da bu bir soru sormaktan çok bir durumdu. Lucien omuz silkti. Ben çok kuruntuluyum, diye düşündü, kendimi pek fazla dinliyorum. Sonraki günler, kendini pek dinlememeye çalıştı: Dikkatini nesnelere vermek istemişti; uzun uzun rafadan yumurta fincanlarına, havlu geçirilen madenî halkalara, ağaçlara, dükkanların camekanlarına bakıyordu.

Annesinin gönlünü okşayarak gümüş takımlarını göstermesini istedi. Ama gümüşlere bakarken gümüşlere baktığını düşünüyor, bakışının ardında hareketli küçük bir sis kıpırdıyordu. Lucien'in Bay Fleurier ile bir konuşmaya dalması da boşunaydı; yalancı ışığı andıran donuk kıvamsız kütlesiyle bu yoğun ve ince sis, babasının konuşmalarını anlamak için harcadığı dikkatin arkasına geçip duruyordu. Bu sis ta kendisiydi. Canı sıkılan Lucien, zaman zaman dinlemeyi bir yana bırakıp başını çevirip bakıyor, sisi yakalamayı ve ona cepheden bakmayı deniyordu. Boşluktan başka bir şeyle karşılaşmıyordu; sis bunun da arkasındaydı.

Germaine iki gözü iki çeşme Bayan Fleurier'ye geldi: Erkek kardeşi zatürree olmuştu. Zavallı Germaine'ciğim, dedi Bayan Fleurier, her zaman onun ne kadar sağlam biri olduğunu söyler dururdunuz! Germaine'e bir aylığına izin verdi ve onun yerine de fabrika işçilerinden birinin kızını, on yedi yaşındaki küçük Berthe Mozelle'i getirtti. Küçüktü, saç örgülerini halkalamıştı. Hafifçe aksıyordu. Concarneau'dan geldiğinde Bayan Fleurier ondan dantel bir başlık giymesini istemişti: Böylesi daha güzel olacak. İlk günden beri Lucien'le
her karşılaşışında iri mavi gözleri tutkulu ve saygılı bir hayranlıkla parlıyordu; Lucien onun kendine hayran olduğunu anladı. Onunla içtenlikle konuştu ve ona birçok kereler: Bizim ev hoşunuza gidiyor mu? diye sordu. Koridorlarda, etkileyip etkilemediğini görmek için geçerken ona hafifçe dokunarak kendince eğleniyordu. Ama kız onu etkileyip duygulandırıyordu. O da bu sevgiden değerli bir avuntu çıkardı. Berthe'in gözünde yaratmış olduğu hayalini sık sık büyük bir coşkuyla düşünüyordu. Gerçekte ben onun ahbaplık ettiği genç işçilere hiç benzemiyorum. Winekelmann, kızı pek esaslı buldu: Talihlisin, diye sözünü tamamladı, ben senin yerinde olsam işi hallederdim. Ama Lucien kararsızdı: Kız ter kokuyordu, siyah gömleğinin koltuk altları yenmişti.

Yağmurlu bir eylül öğleden sonrası Bayan Fleurier otomobille Paris'e gitti. Lucien odasında yalnız kaldı. Yatağına yattı ve esnemeye başladı. Hep aynı ve hep başka, kıyı taraflarda havada hep suya dönüşen, geçici ve tutkulu bir bulut olmuş gibisine geliyordu. Niçin varım diye kendi kendime soruyorum? Oradaydı, yediği yemeği sindiriyor, esniyor, cama vuran yağmuru işitiyordu, kafasının içinde tiftiklenen bu beyaz sis vardı: Ya sonra? Varlığı bir rezaletti ve daha sonra üstüne alacağı sorumluluklar bu rezaleti doğrulamaya yetecekti. Her şey bir yana, dünyaya gelmeyi ben istemedim, dedi kendi kendine. Kendisine acır gibi bir hareket yaptı. Çocukluk kaygıları, uzun süren uyuşukluğu geldi aklına; bütün bunlar ona yeni bir günışığı altında gözüktüler. Aslında, yaşayışında, bu oylumlu ve yararsız armağandan sıkıntı duymayı bir yana atamamıştı; ne yapacağını, nereye koyacağını bilmeksizin kollarında taşımıştı onu. Zamanımı doğmuş olmama yazıklanmakla geçirdim.
Ama düşüncelerini daha uzaklara itmek uğruna pek yorgun düşmüştü, kalktı, bir sigara yaktı ve Berthe'e kendisine çay yapmasını söylemek için mutfağa indi.

Kız onun girdiğini görmedi. Kızın omzuna dokundu, kız korkuyla sıçradı. Sizi korkuttum mu? diye sordu. Kız, iki elini masaya dayamış korkuyla ona bakıyordu, göğsü kalkıp iniyordu, bir zaman sonra güldü ve: Boş bulunup sıçradım, evde kimsenin olmadığını sanıyordum, dedi. Lucien, hoşgörüyle güldü, Bana biraz çay yapsanız, zahmet olmazsa, dedi. Hemen şimdi, Bay Lucien, dedi küçük kız ve ocağa doğru seyirtti: Lucien'in orada oluşu kıza sıkıntı verirmiş gibi görünüyordu. Lucien kararsız bir durumda kapının eşiğinde duruyordu. Ee, söyleyin bakalım, dedi babacan bir tavırla, bizden hoşnut musunuz? Berthe ona sırtını dönmüş, musluktan bir kaba su dolduruyordu. Suyun gürültüsü verdiği yanıtı boğuntuya getirdi. Lucien bir an bekledi, kız kabı gazocağının üstüne koyunca yeniden sordu: Hiç sigara içtiniz mi? Pek çok, diye karşılık verdi kızcağız, kuşkuyla. Lucien, Craven paketini açtı, kıza uzattı. Durumdan pek hoşnut değildi: sanki kızın gözünde
saygınlığını azaltıyordu; kıza sigara içirmemeliydi. Kız İçmemi mi... istiyordunuz? diye sordu şaşırarak. Neden olmasın?

Hanımefendi gelince bana kızar.

Lucien'in içine suçortağı olmanın tedirgin edici duygusu düştü. Gülmeye başladı. Ona söylemeyiz, dedi. Berthe kızardı, parmaklarının ucuyla bir sigara alıp sigarayı dudaklarını arasına yerleştirdi. Sigarasını yakmalı mıyım? Bu yakışıksız kaçar. Kıza: Sigaranızı yakmıyor musunuz? dedi. Kız ona sıkıntı veriyordu. Orada, kolları kaskatı, hareketsiz, kırmızı ve uysal, sigaranın çevresinde dudakları tavuk kıçı gibi büzülmüş dikelip duruyordu:
sanki ağzının ortasına bir derece sokulmuştu.

Kız sonunda bir teneke kutudan bir kibrit aldı, çaktı, gözlerini kırpıştırarak birkaç nefes çekti ve: Yumuşak, dedi, sonra birdenbire ağzından sigarayı çıkardı, beş parmağının arasında beceriksizce sıktı. Doğuştan bir kurban, diye düşündü Lucien. Bretagne'ı sevip sevmediğini sorunca, kız biraz çözüldü, ona değişik biçimlerdeki Bretonne baş süslerini anlattı, bir de, tatlı
ve yapmacıklı bir sesle bir Rosporden şarkısı söyledi. Lucien ona kibarca takıldı, ama kız yapılan şakayı anlamıyor, ona şaşkın şaşkın bakıyordu: bu sırada bir tavşana benziyordu. Lucien bir arkalıksız iskemleye oturmuştu, kendini tümüyle rahat hissediyordu: Siz de oturun, dedi kıza. O! Olmaz Bay Lucien, siz varken oturamam Bay Lucien. Lucien kızı koltuk altlarından tutup dizlerinin üstüne çekti: Ya böyle? diye sordu. Kız mırıldanarak kendini bıraktı: Dizlerinizin üstüne mi?

Bunu tuhaf bir tarzda sitemli ve coşkulu bir tavırla mırıldanmıştı. Lucien can sıkıntısıyla düşündü: Kendimi fazla bırakıyorum, bu kadar ileri gitmemeliyim. Sustu: kız dizlerinde sıcacık, sakin sakin oturuyordu, Lucien yüreğinin çarptığını duyuyordu. Kız benim malım, diye düşündü, ne istersem yaparım. Kızı bıraktı, çaydanlığı aldı, odasına çıktı: Berthe onu tutmak için hiçbir hareket yapmadı. Lucien çayını içmeden önce annesinin kokulu sabunuyla
gitti ellerini yıkadı, çünkü elleri koltuk altı kokuyordu.

Onunla yatayım mı? Sonraki günler bu küçük sorun onun çok zamanını aldı. Berthe durmadan her geçtiği yerde önüne çıkıyor, ona bir İspanyol köpeğinin mahzun gözleriylebakıyordu. Ahlak çıkıyordu Lucien'in karşısına: Kızı gebe bırakmak tehlikesi olduğunu anladı, çünkü pek deney geçirmemişti (Ferolles'de prezervatif de satın alamazdı, çünkü herkes tanıyordu onu), bir de Bay Fleurier'nin başına dert açmak vardı işin içinde. Sonra kendi
kendine, işçilerden birinin kızı, ileride, onunla yatmış olmakla kalkar da övünürse fabrikadaki otoritesinin azalacağını düşündü. Ona dokunmamam gerekir. Eylülün son günlerinde onunla birlikte evde yalnız kalmaktan kaçındı.

Ne bekliyorsun yani? dedi Winckelmann. Yapamam, dedi Lucien soğuk bir biçimde, hizmetçi aşklarını sevmiyorum. ilk kez hizmetçi aşklarından söz edildiğini duyan Winckelmann, hafif bir ıslık çalıverdi ve sustu.

Lucien kendinden yana pek hoşnuttu: Kibar bir adam gibi davranmıştı ve bu da hataları bütünüyle önlüyordu. Biraz yazıklanarak Kız hazırdı, diyordu kendi kendine. Ama Avucumun içinde gibiydi, kendini vermişti ve ben bunu istemedim, diye düşündü. Bundan böyle kendini artık bakir olarak düşünmedi.

Bu küçük hoşnutluklar birkaç gün onun aklını kurcaladı, sonra onlar da sisler içinde eriyip gittiler. Ekimde okula dönüşte, kendini geçen ders yılı başındaki kadar isteksiz hissediyordu.

Berliac gelmemişti; kimsenin ondan haberi yoktu. Lucien birçok tanımadık yüz gördü: Lemordant adlı sağındaki çocuk, Poitiers'de bir yıl özel matematik okumuştu. Lucien' den daha da büyüktü, kara bıyıklarıyla bir erkek yüzü vardı onda. Lucien arkadaşlarını kuru buldu. Ona, çocuksu ve bön gürültücüler topluluğu gibi geldiler:

Papaz okulundan yetişmeydiler. Yine de onların ortak gösterilerine katılıyordu, ama ne yaptığını bilmemektendi bu; zaten kendisi dobra dobra niteliğine izin veriyordu. Lemordant onu genellikle kendine çekiyordu, çünkü olgundu, ama olgunluğunu Lucien gibi sayısız ve güç deneyimlerle kazanmışa benzemiyordu: O doğuştan bir yetişkindi. Lucien bazı bazı,
omuzlarının içinde eğik duran boyunsuz, bu iri ve düşünce dolu başı büyük bir hoşnutlukla seyrediyordu: Sanki oraya ne kulaklarından, ne de kırmızımtırak ve donuk küçük Çinli gözlerinden bir şey girebilirdi: Bu kanıları olan bir adam, diye düşünüyordu Lucien, saygıyla. Kendi kendine, biraz da kıskanarak, Lemordant'a böylesine kendi bilincinde olmayı veren bu kesinliğin nasıl olabileceğini soruyordu. İşte nasıl olmam gerektiğin: Bir kaya gibi.

Aynı zamanda matematiksel akıl yürütmelerden de Lemordant'ın anlıyor olması Lucien'i biraz şaşırttı, ama Bay Husson'un ilk ödevleri vermesi onu rahatlattı; Lucien yedinciydi ve Lemordant beş numara almıştı ve altmış dokuzuncu sıradaydı. Lemordant şaşırmadı, daha kötüsünü, bunu bekler gibiydi, minicik ağzı, sarı ve parlak yanakları duygularını anlatmak için yaratılmamışlardı; o bir Buda'ydı. Ancak bir kere kızdığını gördüler, o da Loewy'nin vestiyerde onu ittiği gündü. Önce bir düzine homurtu çıkardı gözlerini kırpıştırarak: Polonya'ya! dedi sonunda, Polonya'ya! Pis Bezirgan, bize bok sürmek için de yanımıza gelme. Loewy'yi yukarıdan aşağı süzüyordu ve koskoca gövdesi uzun bacakları üstünde titriyordu. Sonunda ona iki tokat attı ve küçük Loewy ondan özürler diledi; olay da orada bitti.

Perşembe günü, onu kızkardeşinin arkadaşlarından dansa götüren Guigard'la birlikte çıktılar. Ama Guigard sonunda bu aptallıkların canını sıktığını söyledi: Bir kız arkadaşım var, diye ona sırrını açtı, Royale Sokağında, Plisnier'lerde birincidir. Onun da bir kız arkadaşı var,
kızın kimsesi yok: cumartesi akşamı bizimle gelsene. Lucien anne babasına bir numara yaptı ve bütün cumartesi akşamları çıkmak için izin kopardı. Ona anahtarı paspasın altına bırakacaklardı. Saint-Honore Sokağındaki bir barda Guigard'ı saat dokuza doğru gitti buldu. Göreceksin, dedi Guigard, Fanny sevimli kızdır, sonra, önemli olan, giyinmesini de bilir.

Ya benim ki? Onu tanımıyorum, ufak tefek olduğunu ve Paris'e yeni geldiğini biliyorum, Angouleme'li. Sırası gelmişken söyleyeyim, diye ekledi, çam devirme sakın. Ben Pierre Daurat'yım. Sen de, sarışın olduğun için İngiliz kanı var sende de, bu daha iyi; senin adın da Lucien Bonnieres. Ama niçin? diye sordu Lucien kuşkulu. Babalık, diye karşılık verdi Guigard, bu bir yoldur. Bu kadınlarla dilediğini yapabilirsin, ama kendi adını hiç mi hiç söylememelisin. İyi, iyi! dedi Lucien, pek'i ben ne iş yapıyor olacağım? Ne istersen; en iyisi öğrenciyim dersin. Bu onların hoşuna gider, sonra çıktığın zaman da çok para harcamamana yarar. Giderler ortaklaşa verilir. Ama bu akşam bana bırak, pazar günü bana ne ödeyeceğini söylerim.

Lucien, Guigard'ın küçük çıkarlar peşinde olduğunu düşündü birden: Görünen o ki ben de giderek kuşkucu oluyorum, diye düşündü alaylı alaylı. Fanny bu sırada giriverdi: Esmer, zayıf, uzun bir kızdı, kalçaları uzundu, yüzü çok boyalıydı. Lucien, onu fütursuz buldu. İşte Bonnieres, dedi Guigard, sana sözünü ettiğim arkadaş. Sevindim, dedi Fanny, gözlerini kısarak. İşte Maud, küçük arkadaşım. Lucien, karşısında, tersine dönmüş
saksıyı andıran bir şapka giymiş, yaşını belli etmeyen küçücük bir kadın gördü.

Yüzünü boyamamıştı, göz alıcı Fanny'nin yanında rengi solgun gibi duruyordu. Lucien fena halde bozuldu, ama kızın güzel bir ağzı olduğunu fark etti, -hem sonra kızla kibarlık oyunu oynamaya da gerek yoktu. Guigard, önceden bira bardaklarını ayarlamaya özen göstermişti; öyle ki kızlara bir şey içecek vakit bırakmadan, geldikleri sıradaki karışıklıktan yararlanarak,
onları gülüşe söyleşe kapıya doğru itiştirivermişti. Lucien'in bu hoşuna gitti: Bay Fleurier ona ancak haftada yüz yirmi beş frank veriyordu, bu parayla da yol paralarını ödemesi gerekiyordu. Gece eğlenceli geçti. Quartierlatin'de, kuytu köşeleri olan, sıcak ve kırmızı küçük bir salona dans etmeye gittiler ve kokteylin fiyatı yüz sous'ydu. Fanny türünden kadınlarla gelmiş birçok öğrenci vardı, ama kadınlar Fanny'den daha az güzeldiler. Fanny alımlıydı: Pipo içen koca sakallı bir adamın gözlerinin içine baktı, yüksek sesle:

Dansinglerde pipo içen adamlardan korkarım, dedi. Adam kıpkırmızı oldu ve piposu yanıkken cebine sokuşturdu. Guigard ile Lucien'i biraz alaya alıyor, onlara sık sık, anacıl ve nazik bir tavırla -Siz koca bebeklersiniz, diyordu. Lucien kendini çok rahat ve gevşemiş hissediyordu; Fanny'ye ufak tefek eğlenceli şeyler anlattı; bunları anlatırken gülümsüyordu. Sonunda yüzünden gülümseme hiç eksik olmadı, kendini hiç salıvermeden, hafif bir alayla süslü inceliğini elden bırakmadan ölçülü bir konuşma tutturmayı bildi. Ama Fanny onunla az konuşuyordu: Guigard'ın çenesini eline alıyor, ağzını dışarı çıkartmak için yanaklarına bastırıyordu.

Dudakları, özsuyla şişmiş meyveler ya da sümüklüböcekler gibi biraz salyalı ve koskocaman olunca Baby, diyerek onları hafif dokunuşlarla yalıyordu. Lucien'in fena halde canı sıkılmıştı. Guigard'ı gülünç buluyordu: Guigard'ın dudağının kenarında ruj ve yanaklarında parmak izleri vardı. Ama öteki çiftlerin durumu daha da başıboştu: herkes öpüşüyordu, zaman zaman vestiyerci kadınlar küçük bir sepetle geçiyorlardı ve Oley, çocuklar, eğlenin, gülün, oley oley! diye bağırarak sepetten renk renk şeritler atıyorlardı ve herkes gülüyordu. Lucien, en sonunda Maud'un varlığını hatırladı ve ona gülümseyerek: Şu genç aşıklara bakın, dedi. Guigard ve Fanny'yi gösteriyordu, ekledi: Biz ötekiler, soylu yaşlılar... Cümlesini bitirmedi,
ama öyle bir tuhaf güldü ki Maud da güldü. Maud şapkasını çıkardı ve Lucien onun, dansingdeki öteki kadınlardan oldukça daha iyi olduğunu gördü. Sonra kızı dansa kaldırdı ve bakalorya yılında öğretmenlerine yaptığı numaraları anlattı. Kız iyi dans ediyordu, siyah akıllı gözleri, görmüş geçirmiş bir tavrı vardı. Lucien ona Berthe'den söz etti ve ona pişmanlıklar duyduğunu söyledi. Ama, diye ekledi, onun için böylesi daha uygun oldu. Maud, Berthe'in hikayesini şairane ve hüzünlü buldu, Lucien'in anne babasının yanında Berthe'in ne kadar ücret aldığını sordu. Hizmetçilik yapmak bir kız için çok daha tuhaf değil, diye ekledi.

Guigard ile Fanny artık onlarla ilgilenmiyorlardı, birbirlerini okşuyorlardı ve Guigard'ın yüzü ter içindeydi: Lucien, zaman zaman tekrarlıyordu: Genç aşıklara bak, baksana şunlara! ve cümlesi hazırdı: Onlar bana kendileri gibi yapmak arzusunu veriyorlar. Ama bunu söylemeye cesaret edemiyordu ve gülümsemekle yetiniyordu; hem sonra ona öyle geliyordu ki Maud ile o eskiden beri dostturlar, aşkı küçük görürler ve Lucien ona eski dost der ve
sırtına vururdu. Fanny birden başını çevirip onlara şaşkınlıkla baktı. Siz ne yapıyorsunuz? dedi. Haydi öpüşün, bunun için can atıyorsunuz. Lucien, Maud'u kollarına aldı, ama biraz rahatsız oldu, çünkü Fanny onlara bakıyordu: Öpüşme uzun ve başarılı olsun isterdi, ama kendi kendine, insanlar soluk almak için ne yaparlar, diye soruyordu. Sonuç olarak bu
düşündüğü kadar zor değildi, burun deliklerini tam açık bırakmak için yanlamasına öpmek yetiyordu. Guigard'ın Bir, iki... üç... dört... diye saydığını duyuyordu ve elli ikide Maud'u bıraktı. Başlangıç için fena değil, dedi Guigard, ama ben daha iyisini yapacağım.

Lucien, kol saatine baktı; sayma sırası kendindeydi: Guigard, elli dokuzuncu saniyede Fanny'nin ağzını bıraktı. Lucien, kızgındı ve bu yarışmayı aptalca buluyordu. Ben Maud'u ölçülü-davranmak için bıraktım, diye düşündü, ama bu zor bir şey değil, bir kere nefes alabildi mi insan, alabildiğince sürdürebilir. İkinci bir yarışma önerdi ve kazandı. Sonuna geldikleri zaman Maud, Lucien'e baktı ve ona ciddi ciddi: Güzel öpüyorsun, dedi. Lucien,
zevkten kıpkırmızı oldu. Emrinize amadeyim, dedi eğilerek. Ama daha çok Fanny'yi öpmek isterdi. Son metroyu kaçırmamak için geceyarısı yarıma doğru birbirlerinden ayrıldılar. Lucien çok neşeliydi, Raynouard Sokağında hoplaya zıplaya dans etti ve Çantada keklik, diye düşündü.

Dudağının ucu ağrıyordu, çünkü çok gülmüştü. Maud'u perşembe günleri saat altıda ve cumartesi akşamları görmeyi adet edinmişti. Kız öpülmeye ses çıkarmıyordu, ama kendini ona vermek istemiyordu.

Lucien, Guigard'a bu sıkıntısını anlattı, Guigard da onu yüreklendirdi: Bırak bunları, dedi Guigard, Fanny, kızın yatacağından emin, yalnız çok genç, ancak iki aşığı olmuş. Fanny ona çok yumuşak davranmanı salık verdi. Yumuşak mı? dedi Lucien. Emin misin? İkisi de güldüler. Guigard ekledi: Gereken neyse yapılmalı ahbap! Lucien pek yumuşak oldu. Maud'u çok öpüyordu ve onu sevdiğini söylüyordu, ama bu uzadıkça pek tekdüze oluyordu. Hem sonunda kızla çıkmaktan pek de kendine pay çıkartamıyordu: süslenmesi konusunda ona bir şeyler söylüyordu, ama kız önyargılarla doluydu, sinirleniveriyordu. Öpüşmeler arasında sessiz sedasız, gözleri dalgın el ele tutuşarak duruyorlardı. Böylesine ağırbaşlı bakışlarla
ne düşündüğünü Tanrı bilir. Lucien, her zaman aynı şeyi düşünüyordu: kendini, bu küçük kederli ve belirsiz varlığı. Kendi kendine: Lemordant olmak isterdim, işte yolunu bulmuş biri! diyordu. Bu sıralarda kendini bir başkası gibi görüyordu: Kendini seven bir kadının yanına oturmuş, eli elinde, öpüşlerle dudakları hala ıslak ve kadının ona verdiği alçakgönüllü mutluluğu geri çeviren biri. Yalnız biri. Böylece küçük Maud'un parmaklarını kuvvetle
sıkıyordu ve yaşlar gözlerine birikiyordu: Kızı mutlu etmek isterdi. Bir kasım sabahı Lemordant, Lucien'e yaklaştı. Elinde bir kağıt tutuyordu. İmzalamak ister misin? diye sordu. Nedir bu?

Yüksek Öğretmen Okulunun korkak Yahudileri yüzünden, Oeuvre'e, zorunlu askerlik hazırlığına çıkan iki yüz imzalı bir paçavra göndermişler. Şimdi biz bunu protesto ediyoruz, en azından bin tane isim gerekir bize: askeri okul, denizci, tarımcı, X'ler, bütün kodamanlara imzalatılacak. Lucien koltuklarının kabardığını hissetti, sordu: Yayınlanacak mı bu? Action'da tabii. Belki Echo de Paris'de de. Lucien hemen imzalamak niyetindeydi, ama bunun hoş kaçmayacağını düşündü. Kağıdı aldı, dikkatle okudu. Lemordant, ekledi: Sen siyasetle uğraşmazsın sanırım, senin tavrın bu. Ama bir Fransızsın, sözünü söylemek hakkın senin. Lucien, `Sözünü söylemek hakkın senin' sözünü işitince içine anlatılmaz, coşkun bir sevinç dolmuştu. İmzasını attı. Ertesi gün Action Française'i aldı, ama bildiri ortada yoktu.

Ancak perşembe günü yayınlandı. Lucien onu ikinci sayfada şu başlık altında buldu: Fransız gençliği Uluslararası Yahudiliğin ağzının ortasına sağlam bir yumruk indiriyor. Adı oradaydı, sıkışmış, keskin, Lemordant'ın adından pek uzağa düşmemiş, kendi yakınındaki Fleche ve Flippo'nun adları kadar yabancı bir ad; giyimli kuşamlı duran bir ad. Lucien Fleurier, diye
düşündü, bir köylü adı, tam bir Fransız adı. F ile başlayan bütün ad dizisini yüksek sesle okudu, sıra kendisininkine gelince onu tanımıyormuş gibi yaparak okudu. Sonra gazeteyi katlayıp cebine koydu, neşeyle eve döndü.

Birkaç gün sonra Lemordant'ı gidip bulan o oldu. Siyasetle uğraşıyor musun? diye sordu ona. Ben birlik üyesiyim, dedi Lemordant, bazı bazı Action'u okur musun? Pek sık değil, diye itiraf etti Lucien, şimdiye kadar bu beni pek ilgilendirmezdi, ama değişmekte olduğumu sanıyorum. Lemordant ona yüzünün anlatımsız görünüşüyle hiç ilgi duymadan bakıyordu. Lucien ona Bergere'in `karmaşa' diye adlandırdığını olduğu gibi anlattı.

Nerelisin? diye sordu Lemordant. Ferolles'lu. Babamın orada bir fabrikası var. Ne kadar zaman kaldın orada? Orta'ya kadar. Anlıyorum, dedi Lemordant, güzel, çok basit, sen bir taşralısın. Barres'yi okudun mu? Colette Baudoche'u okudum. Bu değil canım, dedi Lemordant sabırsızca. Ben sana Gurbetçiler'i getireyim öğleden sonra: bu senin hikayen. Orada hastalığını ve ilacını bulacaksın.

Kitap yeşil deri ciltliydi. Birinci sayfada bir `exlibris Andre Lemordant' damgası gotik harflerle belli belirsiz yazılı duruyordu. Lucien şaşırmıştı: Lemordant'ın bir küçük adı olacağını hiç düşünmemişti.

Okumaya büyük bir güvensizlikle başladı: Kaç kereler durumu ona açıklamak istenmişti, kaç kereler, Oku bunu, tam tamına seni anlatıyor, diyerek kitaplar vermişlerdi. Lucien, biraz kederli bir gülüşle, böyle birkaç cümleyle çözümlenebilecek biri olmadığını düşündü. Oidipus kompleksi, Karmaşa: ne çocukça şeyler ve ne kadar uzaktalar, bütün bunlar! Ama ilk
sayfadan başlayarak kitaba bağlandı. Bir kere, kitap, psikolojiyle ilgili değildi -Lucien'e gına gelmişti şu psikolojiden-Barres'in söz ettiği gençler, soyut kişilikler, Rimbaud ve Verlaine gibi bir sınıfa sokulamayanlar değillerdi; ne de Freud'un psikanalizlerini yaptığı Viyanalı aylak kadınlar gibi hasta insanlardı. Barres onları ortamlarına, ailelerinin içine yerleştirerek işe başlıyordu: katı gelenekler içinde, taşrada, iyi yetişmişlerdi, Lucien Struel'i kendine benzer
buluyordu. Bu doğru işte, dedi kendi kendine ben doğduğu yerden kopmuş biriyim.

Fleurier'lerin ahlak sağlığını düşündü, ancak köylük yerde kazanılan bir sağlık, beden gücüyle kazanılan bir sağlık. (Büyükbabası bronz bir parayı parmakları arasında bükerdi.) Ferolles sabahlarını coşkuyla hatırladı: kalkıyordu, anne babasını uyandırmamak için ayaklarının ucuna basarak aşağı iniyor, bisikletine atlıyor ve Ilede-France'ın yumuşak görünümü onu belli belirsiz okşayışla sarıyordu. Paris'ten hep tiksindim, diye düşündü.
Berenice'in Bahçesi'ni de okudu; zaman zaman okumasını kesiyor, gözleri dalgın, düşünmeye koyuluyordu: işte yeniden ona bir kişilik ve alınyazısı, bilincinin bitip tükenmeyen gevezeliklerinden kurtulma yolu, kendini tanımlama ve değerlendirmesi için bir yöntem sunuluyordu.

Ama Freud'un pis ve kirli hayvanlarına Barres'nin ona armağan ettiği köylük kokularıyla dolu bilinçaltını nasıl da yeğ tutardı. Bunu yakalamak için Lucien'in kendi kendine kuru ve korkunç bir gözlem yöneltmekten başka yapacak bir şeyi yoktu. Ferolles'ün toprağını ve toprak altını incelemesi, Sernette'e kadar uzanan dalgalı tepelerinin anlamını çözmesi, insan coğrafyasına ve tarihe başvurması gerekiyordu. Ya da yalnızca, Ferolles'e geri gitmeli, orada yaşamalıydı: Orada kendine uygun olanı bulacaktı; zararsız ve verimli, Ferolle kırları boyunca yayılmış; ormanlara, kaynaklara, ota kesmiş, besleyici bir humus gibi olan bu yerde Lucien bir yönetici olma gücünü en sonunda elde edecekti. Lucien bu uzun düşlerden büyük coşkuyla çıkıyor, zaman zaman da yolunu bulmuş gibi oluyordu.

Şimdi, Maud'un yanında, bir kolunu beline dolamış, sessiz sessiz otururken, içinde sözcükler, cümle artıkları ses veriyordu: geleneğe yeniden bağlanmak, toprak ve ölüler, derin ve donuk, bitmez tükenmez sözcükler. Ne kadar da ayartıcı, diye düşünüyordu. Yine de buna inanmaya cesaret edemiyordu: önceleri çoklukla düş kırıklığına uğratılmıştı. Korkularını Lemordant'a açtı: Bu çok güzel olurdu. Azizim, diye karşılık verdi
Lemordant, insan istediğine hemen inanıvermemeli: yapıp etmeler gerekir. Biraz düşündü ve ekledi: Bizimle birlikte gelmelisin. Lucien büyük bir istekle kabul etti, ama özgürlüğünü elinde tutmak için titizlendi: Gelirim, dedi, ama bu beni bağımlamaz.

Görmek ve düşünmek isterim. Lucien, genç dernekçilerin arkadaşlığıyla büyülenmişti: Ona yürekten ve yalın bir kabul gösterdiler, hemen kendini onların arasında rahat hissetti. Hemen hemen hepsi kadife bere giyen yirmi kadar öğrenciden oluşan Lemordant `çetesi'ni böylece tanıdı. Briç ya da bilardo oynadıkları Polder'in birahanesinin birinci katında oturumlarını
yapıyorlardı. Lucien, sık sık orada onları bulmaya gidiyordu. Hemen anladı ki onlar onu bağırlarına basmışlardı, çünkü her zaman İşte en güzel çocuk! ya da Bizim ulusal Fleurier'imiz! diye bağırarak karşılamışlardı onu.

Ama Lucien'i özellikle onlara çeken bu iyi huylarıydı: yüksekten bakmak, ukalalık etmek gibi şeyler yoktu, siyasal konuşmalar azdı. Gülünüyor, şarkı söyleniyordu, işte o kadar. Bir haykırıştır kopuyor, ya da öğrenci gençliği şerefine alkış tutuluyordu. Lemordant da, hiç kimsenin tanımazlık etmeye cesaret edemeyeceği bir yetkiden vazgeçmeksizin, biraz yayılıyor, yüzünü bir gülümsemedir kaplıyordu.

Lucien, genellikle susuyor, gözlerini bu gürültücü ve kasları gelişmiş genç adamların üzerlerinde gezdiriyordu: Bu bir güçtür, diye düşünüyordu. Onların arasında gençliğin gerçek anlamını azar azar keşfediyordu: bir Bergere'in değerlendirdiği yapmacıklı saflık içinde değildi artık. Gençlik. Fransa'nın geleceğiydi bu. Lemordant'ın arkadaşları zaten ergenlik çağının karmaşası içinde değillerdi: bunlar yetişkindiler, çoğunun da sakalları vardı. Onlara iyice bakınca, hepsinde, bir yakın tavır buluyordu insan: yaşlarının gereği olan
başıboşluktan, belirsizlikten kurtulmuşlardı, öğrenecek birşeyleri yoktu artık,
olgunlaşmışlardı.

Ciddi olmayan yırtıcı şakaları başlangıçta Lucien'i biraz şaşırttı: insan onların bilinçsiz oldukları sanısına kapılabilirdi. Remy gelip de köktenci liderin karısı Bayan Dubus'ün bacaklarını bir kamyonun çiğnediğini haber verince Lucien, önce, bahtsız hasma bir saygı gösterisi yapmalarını bekledi. Ama onlar katıla katıla güldüler ve İhtiyar leş!, Saygıdeğer kamyoncu! diye bağırarak kalçalarına vurdular. Lucien'in biraz canı sıkıldı, ama birden, bu arındırıcı gülüşlerin bir sığınak olduğunu anladı: bir tehlike kokusu sezmişlerdi, aşağılık bir acıma duygusuna gönülleri elvermemişti; kapanmışlardı. Lucien de gülmeye başladı. Azar azar, onların afacanlıkları Lucien'e gerçek aydınlığı içinde gözüktü: afacanlıkları havailikten öteye gitmiyordu, gerçekte bu bir hakkın olumlanmasıydı: inançları öylesine derin, öylesine dinseldi ki bu inanç onlara havai gibi gözükme, gezip tozma hakkını veriyordu, bütün bunlar işin özü değildi. Charles Maurras'nın soğuk mizahıyla Desperreau'nun şakaları arasında (sözgelişi sokaklarda cebinde bir İngiliz kaputu parçası taşıyarak geziyor ve buna Blum'un sünnet artığı diyordu) ancak bir derece farkı vardı. Ocak ayında, üniversite, iki İsveçli minerolojiste, `şeref doktoru' unvanının resmi bir törenle verileceğini bildirdi. Güzel bir cümbüş görmek ister misin? dedi Lemordant, Lucien'e bir çağrı kartı uzatarak. Büyük anfi silme doluydu. Marseillaise'in sesleri arasında Cumhurbaşkanının ve Rektörün girdiğini görünce Lucien'in yüreği atmaya başladı. Arkadaşları için korkuya kapılmıştı. Hemen aynı anda, tribünlerde bazı gençler ayağa kalktılar ve bağırmaya başladılar. Lucien yakın biri olarak Remy'yi tanıdı, domates gibi kıpkırmızıydı, ceketinden çekiştiren iki adamın arasından yırtınarak Fransa Fransızlarındır! diye bağırıp duruyordu.

Ama öte yanda, haşarı bir çocuk havasıyla, yaşlı bir beyin küçük bir trompeti üflediğini görünce çok hoşuna gitti. Sağlıklı doğrusu, diye düşündü. Çok gençlere bu ağırbaşlı havayı ve daha yaşlılara bu afacan tavrı veren gürültücülüğün ve inatçı ciddiliğin bu bir eşi daha olmayan karmaşasının tadına varıyordu. Lucien, sonra kendi de alaya almayı denedi. Bazı sonuçlara vardı ve Herriot üzerine Rahat yatağında ölürse bu adam, insan Tanrı'ya inanmamalı, yargısına vardığı zaman içinde kutsal bir öfkenin doğduğunu duyuyordu.

Dişlerini sıkıyordu o zaman ve bir an için kendini Remy ya da Desperreau kadar inançlı, sağlam, güçlü hissediyordu. Lemordant haklı, diye düşündü, insan yapıp etmeli, hepsi bu. Tartışmada karşı koymayı da öğrendi. Bir Cumhuriyetçiden başka bir şey olmayan Guigard itirazlarla onu yoruyordu. Lucien iyi niyetle dinliyor, ama bir süre sonra boş veriyordu. Guigard durmadan konuşuyordu, ama Lucien ona bakmıyordu artık; Pantolonunun kat yeriyle oynuyor, kadınlara doğru sigarasının dumanıyla halkalar yaparak dalga geçiyordu. Her şeye karşılık Guigard'ın karşı koymalarını biraz dinliyordu, ama onlar ağırlıklarını yitiriyorlar ve üstünden hafif ve başıboş kayıp gidiyorlardı. Guigard sonunda burulup susuyordu.

Lucien anne babasına yeni arkadaşlarından söz etti. Bay Fleurier, ona çığırtkanlıkla yetinip yetinmeyeceğini sordu. Lucien tereddüt etti ve ağırbaşlılıkla: İstiyorum, dedi, gerçekten istiyorum. Lucien, rica ederim böyle şeylerle uğraşma, dedi annesi, onlar çok hareketlidirler, hemen bir felaket gelir başına. Bakarsın paparayı yersin ya da hapse girersin, değil mi? Hem sonra siyaset yapmak için çok gençsin daha. Lucien annesine tatsız bir
gülüşle karşılık verdi. Bay Fleurier araya girdi: Bırak çocuğu şekerim, dedi tatlılıkla, bırak düşündüğünü yapsın, bu yolları geçmesi gerek. Bu günden sonra Lucien'e öyle geldi ki annesi babası ona belli bir saygınlıkla davranıyorlar. Bununla birlikte, o kendi kendine karar vermiyordu. Bu birkaç hafta ona çok şey öğretmişti; zaman zaman babasının iyilikçi merakıyla, Bayan Fleurier'nin kaygılarıyla, Guigard'ın beliren saygısıyla, Lemordant'ın
ısrarıyla, Remy'nin sabırsızlığıyla karşılaşıyordu ve başını sallayarak kendi kendine: Bu küçük bir iş değil, diyordu. Lemordant'la uzun bir konuşmaları oldu. Lemordant onun düşüncelerini çok iyi anladı, ona kendini sıkıştırmamasını söyledi. Lucien şimdi de şaşkınlık bunalımları içindeydi; içinde, bir kahve iskemlesinde oturup duran saydam bir pelte yığınından başka bir şey olmadığı izlenimi uyanıyor, çığırtkanların devinimleri ona saçma gibi gözüküyordu. Ama bir başka zaman, kendini bir taş kadar katı ve ağır hissediyor, hemen hemen mutlu oluyordu.

Bütün çeteyle iyiden iyiye arkadaş olmuştu. Hebard'ın geçen yaz tatilinde ona öğrettiği Rebecca'nın Düğünü şarkısını söyledi onlara; herkes onun pek eğlendirici buldu. Lucien coşkulu ve güzel bir konuşmayla Yahudilerle ilgili birçok iğneleyici düşünceler söyledi ve çok hasis olan Berliac'tan söz etti: Her zaman kendi kendime diyorum: bu kadar eli sıkı olmak mümkün değilken, nasıl böylesine eli sıkıdır? Günün birinde bunun nedenini anladım: çünkü o soydandır. Herkes gülmeye başladı ve bir çeşit coşku sardı Lucien'i;
kendini Yahudilere karşı gerçekten öfkeli hissetti. Berliac'ın anısı onun için pek tiksindiriciydi. Lemordant onun gözlerinin içine baktı ve ona: Sen temiz bir adamsın, dedi. Bundan sonra, Lucien'den sık sık dilekte bulunuyorlardı: Fleurier, bize mıhsıçtılarla ilgili güzel bir hikaye anlat, ve Lucien babasından duyduğu Yahudi hikayelerini anlatıyordu. Bir gün Lefy rastlar Plum'e... diye belli bir deyişle başlayarak arkadaşlarını neşelendiriyordu.

Günün birinde Remy ile Patenötre, Seine Nehri kıyısında Cezayirli bir Yahudi'yle karşılaştıklarını, onu suya atmak istermiş gibi üzerine yürüyüp onu fena halde korkuttuklarını anlattılar: Kendi kendime diyordum ki, diye sözünü tamamladı Remy, Fleurier'nin bizimle birlikte olmaması ne kötü. Belki böylesi daha iyi oldu, yani orada olmaması, diye araya girdi Desperreau. Yahudiyi suya atardı! Bir bakışta Yahudileri tanımakta Lucien'in üstüne yoktu. Guigard'la sokağa çıktıklarında onu dirseğiyle dürtüyordu: Birdenbire geri dönme; küçük, tıknaz, arkamızda onlardan biri! Bu konuda, diyordu Guigard, senin koklama yeteneğin var! Fanny'yse Yahudilerin kokusunu hiç alamıyordu. Bir perşembe dördü de Maud'un odasına çıktılar ve Lucien, Rebecca'nın Düğünü şarkısını söyledi. Fanny dayanamıyordu, Yeter yeter, altıma edeceğim, diyordu. Lucien şarkıyı bitirince Fanny ona
mutlu, daha da çok tatlı bir bakışla baktı.

Polder birahanesinde Lucien'e sonunda bir oyun oynadılar. Her zaman Yahudileri seven Fleurier, ya da Leon Blum, yani Fleurier'nin yakın dostu... diye uluorta konuşan biri çıkıyordu ve ötekiler ağızları açık, soluklarını tutarak kendilerinden geçip bekliyorlardı. Lucien kıpkırmızı oluyordu, Yeter be!.. diye bağırarak elini masaya vuruyordu ve ötekiler gülmekten kırılıyorlardı.

Yuttu! Yuttu! Hem de nasıl yuttu! diyorlardı. Siyasal toplantılarda sık sık onlarla birlikte oluyordu. Bu arada Profesör Claude'u ve Maxime Real del Sartre'ı dinledi. Yeni uğraşları yüzünden çalışması biraz aksıyordu, ama bu yüzden de Lucien, Centrale sınavlarına güvenemiyordu, Bay Fleurier olgunluk gösterdi: Lucien'in, yaşamayı öğrenmesi gerek, dedi karısına. Bu toplantıların çıkışında Lucien ve arkadaşları ateşleniyorlardı ve yaramazlıklar
yapıyorlardı. Bir keresinde bir düzine kadardılar ve Humanite gazetesini okuyarak Saint-Andre-des-Arts Sokağı'ndan geçen sessiz sedasız, ufak tefek bir adama rastladılar.

Adamı bir duvarın köşesine sıkıştırdılar ve Remy emretti: At elinden o gazeteyi. Ufak tefek adam numara yapmak istiyordu, ama Desperreau adamın arkasına geçiverdi, Lemordant gazeteyi çekip aldığı sırada onu kıskıvrak tuttu. Çok eğlenceliydi durum. Küçük adam: Bırakın beni, bırakın beni! diye bağırarak öfkeyle havaya tekmeler savuruyordu, tuhaf bir tavır vardı ama Lemordant, sakin sakin gazeteyi yırtıyordu. Ama Desperreau adamı bırakmak isteyince olanlar oldu, adam Lemordant'ın üstüne atıldı; Remy tam zamanında adamın kulağının arkasına bir yumruk patlamasaydı adam Lemordant'a vuracaktı. Adam gitti duvara tosladı, hepsine kötü kötü bakarak: Pis Fransızlar! dedi. Sıkıysa bir daha söyle, dedi Marchesseau. Lucien çıngar çıkacağını anladı. Marchesseau Fransa söz konusu oldu mu
şakaya gelmiyordu. Pis Fransızlar! dedi yabancı. Fena bir tokat yedi ve başı öne eğik, homurdanarak ileri doğru atıldı: Pis Fransızlar, pis kentsoylular, sizden tiksiniyorum, dilerim hepiniz geberesiniz, hepiniz, hepiniz! ve Lucien'in bile aklına getiremeyeceği bir şiddet ve bir yığın başka sövgü dalgası.

O zaman hepsinin sabrı taştı, ona hep birden girişmek, iyi bir ders vermek zorunda kaldılar. Bir süre sonra adamı bıraktılar; adam duvarın üstüne yığıldı, bacakları titriyordu, bir yumruk sağ gözünü şişirmişti, ötekiler onun çevresinde vurmaktan yorulmuş, adamın yere yığılmasını bekliyorlardı. Adam ağzını büzdü ve tükürdü: Pis Fransızlar! Yeniden başlayalım mı istiyorsun? dedi Desperreau, nefes nefeseydi. Adam işitmemiş gibiydi; onlara sol gözüyle, meydan okurcasına bakıyor ve tekrarlıyordu: Pis Fransızlar! Pis Fransızlar! Bir duraksama anı oldu ve Lucien, arkadaşlarının dövüşü bırakacaklarını anladı. O zaman kendinden güçlü bir şey onu itti, ileri fırladı ve bütün gücüyle vurdu. Çatırdayan bir şey işitti ve adamcağız ona şaşkın ve bitik bir tavırla baktı: Pis... diye geveledi ağzında. Ama patlamış olan gözü, kıpkırmızı bir küre ve gözbebeksiz olarak ortaya çıkmaya başladı, dişlerinin üstüne düştü ve tek bir söz söylemedi artık. Kirişi kıralım, diye soludu Remy. Koştular ve ancak Saint-Michel Alanında durdular; peşlerinde kimse yoktu. Kravatlarını düzelttiler; elinin içiyle her biri bir ötekinin üstünü başını silkti.

Akşam, gençlerin bir şey yaptıklarını anıştırmayacak bir şekilde geçti. Birbirlerine karşı özellikle nazik gözüktüler. Onlara duygularını örtmeye yarayan bu edepli sertliği bırakmışlardı her zaman olduğu gibi. Birbirleriyle nezaketle konuşuyorlardı, Lucien aileleri içinde nasıl olmak zorunda olduklarını ilk kez gösterdiklerini düşündü. Ama o da çok sinirliydi; sokak ortasında serserilerle dövüşmek adeti yoktu. Sevgiyle Maud ve Fanny'yi
düşündü.

Gözü uyku tutmadı. Bir amatör olarak peşlerinden gitmeyi sürdüremeyeceğim, diye düşündü. Şimdi her şey iyice belli oldu, bağımlanmam gerekiyor! İyi haberi Lemordant'a verirken kendini ağırbaşlı ve neredeyse dindar hissediyordu. Karar verildi, dedi, sizinle birlikteyim. Lemordant onun omzuna vurdu ve çete, bu olayı birkaç şişe devirerek kutladı. Neşeli gürültücü tavırlarını yeniden kazanmışlardı. Dünkü olaydan hiç söz etmediler. Ayrılırlarken Marchesseau, Lucien'e kısaca: Zehir zemberek adamsın! dedi. Lucien, Bir Yahudi'ydi! diye karşılık verdi.

Ertesi gün Lucien, elinde Saint-Michel Bulvarı'nda bir mağazadan aldığı hezaren bastonla gitti, Maud'u buldu. Maud hemencecik anladı; bastona baktı ve Yoksa oldu mu? dedi, Lucien gülümseyerek Oldu, dedi. Maud hoşlanmış gibi gözüktü; kişisel olarak daha çok sol düşüncelere yatkındı, ama geniş düşünceliydi.

Ben bütün partilerde, dedi kız, iyi yanlar buluyorum. Gece boyunca onun küçük çığırtkanı olduğunu söyleyerek birçok kez Lucien'in ensesini okşadı. Bundan kısa bir süre sonra, bir cumartesi gecesi, Maud kendini yorgun hissetti: Eve gitmek istiyorum galiba, dedi kız, Uslu uslu oturursan yukarı çıkabilirsin benimle: elimden tutarsın ye çok hasta olan küçük Maud'una nazik davranırsın, ona hikayeler anlatırsın. Lucien'in hiç canı çekmiyordu;
Maud'un odası düzenli yoksulluğuyla onu hüzünlendiriyordu: Buraya bir hizmetçi odası denebilirdi. Ama böylesine güzel bir fırsatı kaçırmakla suç işlemiş olurdu. Daha içeri yeni girmişlerdi ki Maud Oh! Ne kadar rahatladım, diyerek kendini yatağın üstüne attı, sonra sustu ve dudaklarını büzerek gözlerini Lucien'e dikti. Lucien yanına gelip uzandı ve kız parmaklarını aralık bırakarak elini gözünün üstüne kapattı ve çocuksu bir sesle: Hu hu, seni
görüyorum, biliyor musun, seni görüyorum, Lucien! diyordu Lucien kendini ağır ve yumuşak hissediyordu; kız parmaklarını onun ağzına götürdü ve Lucien onları emdi, sonra kızla tatlı tatlı konuştu, ona: Küçük Maud hasta, nedir onu sıkan, küçük Maud'cuğu? dedi. Kızın bütün bedenini okşadı, kız gözlerini kapamıştı ve esrarlı esrarlı gülümsüyordu. Bir süre sonra, Maud'un etekliğini yukarı sıyırmıştı, aşk yapmaktaydılar. Lucien: Ben nasipli biriyim, diye düşündü. Ah bilsen, dedi Maud bitirdikleri zaman, bunu ne kadar bekliyordum! Lucien'e tatlı bir yakınlıkla baktı: Koca oğlan, bir de senin uslu duracağını sanıyordum! Lucien de onun kadar şaşırmış olduğunu söyledi.

Bu da oldu işte, dedi Lucien. Kız biraz düşündü ve ona ciddi ciddi: Hiçbir şeyden pişman değilim, dedi. Bundan öncekiler belki çok temizdi, ama eksikti.

Benim bir metresim var, diye düşündü Lucien, metroda. İçki ve taze balık kokusu sinmişti üstüne, yorgun ve bomboştu. Terle ıslanmış gömleği bedenine değmesin diye dimdik oturdu, bedeni kesilmiş süt gibi geliyordu ona. Kendi kendine tekrarladı: Benim bir metresim var, ama kendini eksikleşmiş hissediyordu: daha geceleyin Maud'ta arzuladığı şey, örtülü gibi
duran kapalı ve sınırlı yüzü, ince görünüşü, ağırbaşlı hal ve tavrı, kendini bilen kız oluşu, erkek cinsine karşı önemsemez davranışlarıydı; yani kendine özgü küçük düşünceleriyle, utanmalarıyla, ipek çoraplarıyla, krepten entarisiyle, dalgalı saçlarıyla onu bilinmeyen, sahiden bir başka cins, katı ve belirli, alışılmışın dışında yapan bütün bunlardı. Bütün bu boyalar onun kucaklamalarıyla erimişti, ona bir et yığını kalıyordu, bir karın gibi çıplak,
gözsüz bir yüze yaklaştırmıştı dudaklarını, nemlenmiş bedeninin kocaman çiçeğine sahip olmuştu.

Örtülerin altında çalkantılarla ve tüylü esnemelerle seğiren kör hayvanı yeniden gördü ve düşündü: Biz ikimiz'indik. İkisi bir olmuşlardı, Maud'un etinden kendi etini ayıramıyordu, hiç kimse ona bu tiksindirici mahremiyet duygusunu vermemişti, çalılığın arkasından pipisini gösterdiği ya da altına ettiği ve karın üstü yattığı ve donu kurutulurken arkası çıplak debelendiği zaman belki Riri dışında hiç kimse. Lucien, Guigard'ı düşünerek biraz
rahatlamayı denedi; ona yarın, Maud'la yattım, küçük yaman bir kadın, babalık; onun kanında var bu, diyecekti. Ama oturduğu yerde rahat değildi: kendini metronun sıcaklığı içinde çıplak, elbiselerinin ince örtüsü altında çıplak, bir papazın yanında otururken, iki olgun kadının karşısında kirlenmiş koca bir kuşkonmaz gibi katı ve çıplak hissediyordu.

Guigard onu coşkuyla kutladı. Fanny'den yana canı sıkkındı: Onun sahiden pek kötü huyu var. Dün bütün gece kafamı şişirdi. İkisi de bir konuda anlaştılar: kadınlar böyleydi, onların olması da gerekiyordu, çünkü insan evleninceye kadar elini kadına sürmeden yaşayamazdı ve sonra kızlar ne çıkarcıydılar, ne de hasta, ama kızlara bağlanmak yanlış bir iş olacaktı.

Guigard büyük bir incelikle gerçek genç kızlardan söz etti. Lucien, kız kardeşinin ne yaptığını sordu.

İyidir, babalık, dedi Guigard, senin bir dönek olduğunu söylüyor.

Anlıyorsun, diye biraz aldırmazlıkla ekledi, bir kız kardeşim var diye şikayetçi değilim; yoksa insanın anlayamayacağı bir yığın şey var. Lucien onu çok iyi anlıyordu. Sonunda sık sık genç kızlardan söz ettiler ve kendilerini içleri şiir dolu hissettiler. Guigard kadınlardan yana pek başarılı olan dayılarından birinin sözlerini tekrarlamayı seviyordu: Belki her zaman
iyilik yapmadım şu kahrolası ömrümde, ama Tanrının benim için hesaba katacağı bir şey var: Bir genç kıza el sürmektense elimi keserim daha iyi. Bazı kereler Pierrette Guigard'ın arkadaşlarına gittiler. Lucien, Pierrette'i çok seviyordu, onunla biraz muzip bir ağabey gibi konuşuyordu. Lucien ona minnettardı, çünkü Pierrette saçlarını kesmemişti. Lucien, siyasal eylemlerle çok uğraşıyordu, her pazar sabahı Neully Kilisesinin önünden bir Action
Française almaya gidiyordu.

İki saatten fazla, bir boydan bir boya, ciddi bir yüzle dolaşıyordu. Ayinden çıkan genç kızlar bazı bazı güzel gözlerini ona doğru çeviriyorlardı, o zaman Lucien biraz gevşiyordu, kendini temiz ve güçlü hissediyordu, onlara gülüyordu. Kadınlara saygı gösterdiğini çeteye anlattı. Beklediği anlayışı onlarda bulduğu için mutlu olmuştu. Zaten hemen hemen hepsinin
kız kardeşleri vardı.

17 Nisanda Guigard'lar Pierrette'in on sekizinci yaş günü için bir toplantı yaptılar ve doğal olarak Lucien de çağrılmıştı. Pierrette'le pek yakın dosttu, kız ona kavalyem diyordu ve Lucien onu biraz kendisine aşık gibi görüyordu. Bayan Guigard, acemi bir piyanist getirtmişti; öğleden sonra çok neşeli geçeceğe benziyordu. Lucien birçok kere Pierrette'le dans etti ve sonra dostlarını holde karşılayan Guigard'ı bulmaya gitti. Merhaba, dedi Guigard, sanırım hepiniz tanışıyorsunuz: Fleurier, Simon, Vanusse, Ledoux. Guigard
arkadaşlarının adlarını söylerken Lucien, süt gibi beyaz tenli ve siyah kaşlı, kızıl kıvırcık saçlı genç bir adamın çekinerek onlara doğru yaklaştığını gördü, öfkelendi: Bu adamın burada ne işi var, diye sordu kendi kendine Guigard Yahudilerden hoşlanmadığını çok iyi biliyor üstelik!

Topuklarının üstünde döndü, tanıştırılmaktan kurtulmak için oradan hızla uzaklaştı. Bir zaman sonra Yahudi de kim? diye Pierrette'e sordu Weill adında biri, Yüksek Ticaret Okulu'nda, kardeşim onu silah salonunda tanımış. Yahudiler beni tiksindiriyor, dedi Lucien. Pierrette hafifçe güldü. Oldukça iyi bir çocuk, dedi kız. Hadi beni büfeye götürün. Lucien bir şampanya kupası aldı eline ve kupayı daha yeni bırakmıştı ki Guigard ve Weill'le burun buruna geldi. Guigard'a öfkeyle baktı ve yüz geri döndü. Ama Pierrette onu kolundan yakaladı. Guigard içten bir tavırla ona yaklaştı: Dostun Fleurier, dostum Weill, dedi rahatlıkla. İşte tanıştınız. Weill elini uzattı ve Lucien kendini çok mutsuz hissetti. Neyse ki birdenbire Desperreau geldi aklına: Fleurier, Yahudi'yi suya gönderirdi dosdoğru. Lucien
ellerini cebine soktu, Guigard'a sırtını döndü, çekip gitti. Bu eve adımımı atamam artık, diye düşündü, öteberisini isterken. Acı bir gurur duyuyordu içinde. İşte insanın kendi görüşlerine sıkı sıkıya bağlı olması bu demek; toplumun içinde artık yaşanamaz. Ama sokakta gururu eridi ve Lucien çok kaygılandı.

Guigard kızmış olmalı! Başını salladı, Beni çağırdığı yere bir Yahudiyi çağırmaya hakkı yoktu! diye kendi kendini kandırmaya çalıştı. Ama kızgınlığı sönmüştü, bir çeşit tedirginlikle Weill'yin şaşkın yüzünü, uzanmış elini görüyordu yeniden. Kendini uzlaşmaya eğilimli buluyordu:

Pierrette benim hamhalatın biri olduğumu düşünüyordur herhalde. O eli sıkmalıydım. Her şey bir yana bu beni bağımlamıyordu. Kısaca bir selam vermek, sonra da hemen oradan uzaklaşmak; işte yapılması gereken buydu.

Kendi kendine, Guigard'lara zaman geçmeden dönsem mi? diye düşündü. Weill'ye yaklaşır, Özür dilerim, birden rahatsızlandım, derdi, onun elini sıkardı ve kısa nazik bir konuşma yapardı. Ama hayır; çok geçti, yaptığı hareket onarılmazdı. Düşüncelerimi, onları anlayamayan insanlara göstermeye ihtiyacım yok! diye düşündü. Sinirli sinirli omuzlarını silkti, bu bir yıkımdı.

Aynı anda Guigard ve Pierrette onun hareketini konuşuyorlardı. Tam bir deli! diyordu Guigard. Lucien yumruklarını sıktı Of! diye düşündü umutsuzlukla, tiksiniyorum onlardan! Tiksiniyorum Yahudilerden! Bu engin tiksinti düşüncesini içinden çekip çıkartmaya çalıştı. Ama güç, gözünün önünde yıkılıp gitti; Almanlardan para alan, Fransızlardan nefret eden Leon Blum'ü boşu boşuna düşündü, tuhaf bir kayıtsızlıktan başka hiçbir şey hissetmiyordu. Maud'u evinde bulması konusunda Lucien'e talih yardım etti. Kıza onu sevdiğini söyledi ve ona birçok kereler, bir çeşit kudurganlıkla sahip oldu. Her şey bitti, diyordu kendi kendine, hiçbir zaman önemli biri olamayacağım. Olmaz, olmaz! diyordu Maud, dur şekerim, o olmaz, yasak o! Ama sonunda Lucien'i istediğini yapsın diye bıraktı: Lucien onu her yerinden öpmek istedi.

Kendini çocuksu ve yoldan çıkmış hissediyordu, canı ağlamak istiyordu. Ertesi sabah, lisede Guigard'ı görünce yüreği daraldı. Guigard'ın sinsice bir görünüşü vardı, onu görmezden gelir gibi yaptı. Lucien o kadar kızdı ki dersi izleyemedi. Aptal! diye düşündü, aptal! Dersin sonunda Guigard ona yaklaştı, pek solgundu. Su koyverirse kafasını kırarım, diye düşündü Lucien, öfkeyle. Bir zaman yan yana kaldılar, ikisi de ayakkabılarının ucuna bakıyordu.

Sonunda Guigard alçak bir sesle: Özür dilerim, babalık, sana öyle davranmamalıydım, dedi. Lucien şaşırdı, kuşkuyla ona baktı. Ama Guigard sıkıntıyla devam etti: Ona salonda rastlıyorum, anlıyor musun, işte istedim ki... hep birlikte tartışmalar yapalım. Hem beni evine de çağırmıştı, ama anlıyorum, biliyorsun, gitmek zorunda değildim, nasıl oldu bilmiyorum, ama çağrıları yazdığım zaman bunu bir saniyecik bile düşünmedim... Lucien hiçbir şey söylemiyordu, çünkü söyleyecek şey bulamıyordu, ama kendisinin kabalık ettiğini anlıyordu. Guigard, başı öne eğik, ekledi: Ee peki, bir patavatsızlık yüzünden... Hay budala, dedi.

Lucien onun omzuna vurarak, senin bilerek yapmadığını biliyorum. Açık yüreklilikle ekledi: Zaten ben de yapılmayacak şeyler yaptım. Kedimi kaba bir adam yerine koydum. Ama neylersin, bu benden daha güçlü bir şey, onlara dokunamıyorum, sanki ellerinin üstünde pullar varmış gibi geliyor. Pierrette ne dedi? Deli gibi güldü, dedi Guigard berbat bir halle. Ya adam? Anladı. Elimden geldiğince birşeyler söyledim, ama bir çeyrek sonra yaylandı gitti. Hep üzüntü içindeydi, ekledi: Annem, babam senin haklı olduğunu söylediler, böyle bir kanıdayken başka türlü davranamayacağını söylediler. Lucien `kanı' sözcüğünün tadını çıkardı. Canı Guigard'ı kollarının arasına alıp sıkmak istiyordu. Ziyanı yok, babalık, dedi ona, ziyanı yok, şimdi yine dost kalalım. Fevkalade bir coşkuyla Saint-Michel Bulvarından aşağı indi, sanki kendi kendisi değilmiş gibi geliyordu artık ona. Kendi kendine söylendi: Çok tuhaf, artık ben ben değilim, kendimi tanımıyorum! Hava sıcak ve hoştu, insanlar dolaşıyorlardı, yüzlerinde ilkbaharın ilk şaşkın gülümseyişi vardı.

Bu yumuşak kalabalığın içine Lucien çelikten bir sivrilik gibi gömülüyordu. Düşünüyordu: Artık ben, ben değilim. Ben, daha önceki gün, Ferolles'deki cırcırböcekleri gibi şişkin iri bir böcekti, şimdiyse Lucien kendini bir kronometre kadar yerli yerinde ve kesin hissediyordu. Source'a girdi ve bir pernod söyledi. Çete Source'a gelmiyordu, çünkü yabancılar buraya üşüşüyorlardı, ama o gün, yabancılar ve Yahudiler Lucien'i rahatsız etmiyordu. Rüzgar altında bir yulaf tarlası gibi hafif sesler çıkaran bu kara renkli bedenlerin ortasında kendini tuhaf ve korkutucu hissediyordu, banketin köşesine dayanmış pırıl pırıl parıldayan koskoca bir duvar saati.

Geçen dönem Hukuk Fakültesinin koridorlarında J.P.'lerin fena halde dövdükleri küçük bir Yahudi'yi görür görmez tanıdı. Yağlı ve düşünceli küçük dev'de yumrukların izi kalmamıştı, bir zaman yamru yumru kalmış olmalıydı, sonra tostoparlak biçimini kazanmıştı yeniden, ama onda bir çeşit utanmazca aldırmazlık vardı.

O an için mutlu gibiydi: İstekle esnedi; bir güneş ışığı burun deliklerini kaşındırıyordu, burnunu kaşıdı ve güldü. Bu bir gülüş müydü? Ya da daha çok, salonun birkaç adım ötesinden, dışarıda bir yerde doğmuş ve gelip onun dudaklarında ölmüş bir küçük kıpırtı mıydı? Bütün bu yabancılar, anaforlarıyla, onların kollarını kaldırıp parmaklarını kıpırdatıp biraz dudaklarıyla oynayıp yumuşak bedenlerini sarsan karanlık ve ağır bir suda yüzüyorlardı. Zavallı adamlar! Lucien onlara biraz acıdı. Fransa'ya ne yapmaya geliyorlardı? Hangi deniz akıntısı onları buraya taşımış ve yığmıştı? Boşu boşuna Saint-Michel Bulvarı'nın terzilerinden özenle giyiniyorlardı. Deniz analarından başka bir şey değillerdi. Lucien bir denizanası olmadığını, bu aşağılanmış görünüşe sahip olmadığını düşünüyordu; kendi kendine: Ben suya dalmışım! dedi. Sonra birdenbire Source'u ve yabancıları unuttu, bir sırt,
kaslarla kamburlaşmış bir geniş sırttan başka bir şey görmedi; sırt, sakin bir güçle uzaklaşıyordu, sislerin içinde, çaresiz, kayboluyordu. Guigard'ı da gördü: Guigard solgundu, gözleriyle bu sırtı izliyordu; görünmeyen Pierrette'e Ee peki, bir patavatsızlık yüzünden!.. diyordu.

Guigard'in içini neredeyse dayanılmaz bir sevinç kapladı: Bu güçlü ve sağlam sırt kendisininkiydi! Ve bu olay da dün olmuştu! Şiddetli bir gün pahasına bir an için Guigard olmuştu, kendi sırtını Guigard'ın gözleriyle izledi, kendi önünde Guigard'ın aşağılanışını yaşadı ve kendini hoş bir biçimde ürkmüş hissetti. Bu onlara ders olur! diye düşündü. Dekor değişti: Pierrette'in odasıydı, gelecekte geçiyordu olay.

Pierrette ile Guigard bir çağrı listesinde bir ad gösteriyorlardı. Lucien yoktu, ama etkisi onların üstündeydi. Guigard: A! Hayır! Oraya değil! Ee peki, Lucien'le güzel olurdu, Yahudilere katlanamayan Lucien'dir! Lucien bir kere daha kendi kendini seyretti, düşündü: Lucien, yani ben! Yahudilere katlanamayan biri! O sık sık söylemişti bu cümleyi, ama bugünkü geçmiştekilere benzemiyordu. Hiç benzemiyordu. Şurası kesin ki görünüşte basit bir gerçekliği gösterme değildi, Lucien istiridyeleri sevmiyor, ya da Lucien dansı seviyor, der gibi değildi. Ama burada aldanmamak gerekiyordu; dans sevgisi belki küçük Yahudi'de bile olan bir şeydi, bu denizanasının titreşmesinden başka bir şey değildi; ona kokusu, derisinin ışıltısı gibi yapışmış duran hoşlandıklarını ve tiksindiklerini anlamak için şu korkak bezirgana sadece bakmak yeterdi, bunlar onunla birlikte tıpkı ağır gözkapaklarının kırpışması, tıpkı hazzın yapışkan gülüşleri gibi kaybolup gideceklerdi.

Ama Lucien'in Yahudi düşmanlığı başka bir türdendi; acıma bilmez, katışıksız, başka göğüsleri tehdit eden, çelik bir namlu gibi uzanıyordu. Bu, diye düşündü. Bu... bu kutsal bir şey! Küçükken annesinin bazı ona kesin bir tavırla: Baban odasında çalışıyor, dediğini hatırladı. Ve bu cümle ona, havalı tüfeğiyle oynamaması, Tararabum, diye bağırmamasını gerektiren, birdenbire bir yığın dinsel yükümlülüğü hatırlatan kutsal bir söz gibi geliyordu. Koridorlarda ayaklarının ucuna basa basa yürüyordu, sanki bir tapınaktaydı. Şimdi sıra bende, diye düşündü hazla. Seslerini alçaltarak: Lucien Yahudileri sevmiyor, diyeceklerdi ve insanlar, bedenlerinin her yanı acı veren küçücük oklarla delik deşik olmuş gibi, kendilerini felce uğramış hissedeceklerdi. Guigard ve Pierette, dedi kendi kendine duygulanarak, çocuklar. Çok suçluydular, ama Lucien'in onlara biraz dişlerini göstermesi
yetmişti ve hemen pişmanlık duymuşlar, alçak sesle konuşmuşlar ve ayaklarının ucuna basarak yürümeye başlamışlardı.

İkinci bir kere daha Lucien kendini saygıyla dolu hissetti kendine karşı. Ama bu kez, Guigard'ın gözlerine ihtiyaç yoktu: saygıdeğer gözüken kendi gözleriydi -etin, tiksintilerin ve hoşlanmaların, alışkanlıkların ve mizaçların kabuklarını delip geçen kendi gözleri. Kendimi arıyordum orada, diye düşündü, kendimi bulamıyordum. Açık yüreklilikle, ne olduğunun dökümünü yapmıştı. Olduğum gibi olmak zorundaysam bu küçük bezirgandan fazla bir
değerim olmazdı. Böylece bu yıvışık mahremiyetin içine dalarak, etin kederi, eşitliğin aşağılık kuruntusu, düzensizlik yoksa, insan ne keşfedebilirdi?

İlk atalar sözü, diye düşündü Lucien, kendi içini görmeye kalkmamak; bundan daha büyük yanlış yoktur. Gerçek Lucien -şimdi biliyordu- onu başkalarının gözlerinde, Pierette'in ve Guigard'ın korkan boyun eğişlerinde, onun için büyüyen ve olgunlaşan bütün bu varlıkların, onun işçileri olacak olan bütün bu genç acemilerin, bir gün belediyesine başkan olacağı büyük küçük Ferolles'lülerin umut dolu bekleyişinde araması gerekiyordu.

 

Lucien biraz korkuyordu, kendini biraz fazla büyük hissediyordu. Nice insan onu hazır ol durumunda bekliyordu: o oydu, her zaman başkalarının sonsuz bekleyişi olacaktı o. İşte böyle, bir yönetici, diye düşündü. Ve yeniden kaslarla kamburlaşmış sırtın ortaya çıktığını gördü ve sonra hemen ardından bir tapınak. İçerideydi, camlardan içeri düşen ışığın altında ayaklarının ucuna basarak yürüyordu. Sadece, işte bu, sadece ben tapınağım! Bir sigar gibi
yumuşak ve esmer uzun bir Kübalı olan yanındaki komşusuna gözlerini dikti. Çok güzel buluşunu anlatmak için kesinlikle yeni sözcükler bulması gerekiyordu. Tıpkı yanan bir mumu kaldırır gibi, elini ağır ağır, sakınarak alnına kadar kaldırdı, sonra kendini bir an, düşünceli ve kutsalca, düşünmeye bıraktı ve sözcükler kendiliklerinden geldiler; mırıldandı: BENİM
HAKLARIM VAR! Haklar! Üçgenler ve daireler cinsinden bir şey; öylesine mükemmeldi ki var değildi, pergellerle boşu boşuna binlerce yuvarlak çizilmişti, bir tek daire çıkmıyordu ortaya. İşçi kuşakları Lucien'in emirlerine körü körüne boyun eğebiliyorlardı. Onun komuta etme hakkını hiçbir zaman tüketmeyeceklerdi; haklar, varlığın dışında, matematik doğrular, dinsel doğmalar gibiydi. İşte Lucien tamı tamına buydu: Sorumluluklardan ve haklardan yapılma koskoca bir demet. Raslantısal olarak varolduğuna uzun süre inanmıştı; ama bu az düşünmüş olmanın yanlışlığıydı...

Doğumundan çok önce onun yeri güneş ışığı altında, Ferolles'de belirlenmişti. Daha önce -giderek babasının evliliğinden bile önce- o bekleniyordu. Dünyaya gelmişse bu yeri almak içindi. Varım, diye düşündü, çünkü var olmaya hakkım var. Ve belki de ilk kez, kaderinin şanlı, şerefli bir görüntüsü canlandı gözünde. Ergeç Centrale'e girecekti (bunun zaten önemi de yoktu). Sonra Maud'u bırakacaktı. (Kız her zaman onunla yatmak istiyordu, bu can sıkıcıydı: birbirine girmiş bedenleri, ilkbaharın bu başlangıcının yakıcı sıcaklığında biraz yanık bir tavşan yahnisi kokusu salıyordu.

Hem sonra Maud orta malı, bugün benimle, yarın bir başkasıyla, bunun hiçbir anlamı yok. Ferolles'de oturmaya gidecekti. Fransa'da bir yerde Pierrette'in cinsinden pırıl pırıl bir genç kız vardı, çiçek gözlü, taşralı bir kız, kendini onun için el değmemiş olarak saklıyordu; bazı bazı gelecekteki efendisini, bu tatlı sert adamı düşlüyordu, ama kız oraya ulaşmıyordu. Kızoğlankızdı, bir tek Lucien'in sahip olmaya hakkı olan bedeninin sırlarını biliyordu olsa olsa. Lucien onunla evlenecekti, kız onun karısı olacaktı, kendi haklarının en tatlısı. Kız geceleyin neredeyse kutsal davranışlarla soyunduğu zaman, bu bir tören gibi olacaktı.

Herkesin beğenip onayladığı bir kız olarak onu kollarının arasına alacaktı, ona Sen benimsin, diyecekti. Kız kendini ona gösterecekti. Ondan başka kimseye kendini göstermemek kızın ödeviydi ve aşk eylemi Lucien için mallarının tadına doyulmayan dökümü olacaktı. En tatlı hakkı; hakkının en mahremi: onun etine kadar saygı gösterilmek hakkı, yatağına kadar boyun eğmiş olma hakkı. Genç evleneceğim, diye düşündü. Çok çocuğu olacağını da söyledi kendi kendine: Sonra babasının işini düşündü. Onu sürdürmek için sabırsızlanıyordu. Kendi kendine Bay Fleurier'in hemen ölüp ölmeyeceğini sordu.

Bir saat, öğleyi vurdu, Lucien ayağa kalktı. Değişim sona ermişti: Bu kahveye, bir saat önce, şaşkın ve sevimli bir ergen çocuk girmişti, şimdi buradan çıkan bir erkekti; Fransızlar arasında bir yöneticiydi, önderdi. Lucien bir Fransa sabahının şanlı ışığı altında birkaç adım yürüdü. Ecoles Sokağında ve Saint Michel Sokağının köşesinde bir kağıtçıya yaklaştı, aynada kendine baktı: Lemordant'ın yüzünde hayran hayran seyrettiği duyarsız tavrı kendi yüzünde bulmak istemişti. Ama ayna ona küçük güzel bir yüzden aşka bir şey yansıtmadı, henüz pek gösterişli değildi: Bıyık bırakacağım, diye karar verdi.

 

1      2      3      4      5