Küçük melek elbisemin içinde pek güzelim. Bayan Portier, anneme,
Minik oğlunuz pek
şeker şey. Küçük melek kılığı içinde çok güzel, demişti. Bay
Bouffardier, Lucien'i dizlerinin
arasına çekti ve çocuğun kollarını okşadı. Bu sahiden küçük bir
kız, dedi gülümseyerek. Senin adın ne bakayım? Jacqueline mi, Lucienne mi, Margot mu?
Lucien kıpkırmızı oldu
ve Benim adım Lucien, dedi. Küçük bir kız mıydı, değil miydi artık
pek bilmiyordu.
Birçok kimse onu küçükhanım diye öpmüştü. Herkes onu ince
kanatlarıyla, uzun mavi
elbisesiyle, küçük çıplak kolları ve lüle lüle kumral saçlarıyla
pek sevimli buluyordu.
İnsanların birdenbire onun artık küçük bir oğlan çocuk olmadığına
karar vereceklerinden
korkuyordu. Boşu boşuna karşı koydu; kimse onu dinlemezdi, ancak
uyurken elbisesini
çıkarmasına izin verilirdi, sabahleyin uyanınca da elbiseyi
ayakucunda bulurdu ve çişini
yapmak istediği zaman da, gündüz Nenette'in yaptığı gibi
entarisini kaldırması ve topuklarının
üstüne çömelmesi gerekirdi. Herkes ona Benim küçük güzel kızım,
derdi. Belki de böyledir,
ben küçük bir kızımdır.
Kendini içinden ne kadar yumuşak hissediyordu, sesi de
dudaklarından tatlı ve ince
çıkıyordu; belki bu birazcık tiksindiriciydi; yumuşak hareketlerle
herkese çiçek de sunardı;
kollarını dolayarak kucaklaşmak isterdi. Lucien düşündü: böyle bir
şey gerçekten olamaz.
Böyle bir şey gerçekten olmayınca pek seviyordu, ama Mardi Gras
günü daha fazla eğlenmişti. Ona Pierrot kılığı giydirmişlerdi,
Riri'yle birlikte bağıra çağıra koşup zıplamıştı ve
masaların altına saklanmışlardı. Annesi ona saplı gözlüğüyle
hafifçe vurdu. Küçük oğlumla
iftihar ediyorum. Gösterişli ve güzel kadındı, bütün bu hanımların
en tombulu, en irisiydi.
Beyaz bir örtüyle kaplı uzun büfenin önünden geçtiği zaman bir
kupa şampanya içmekte olan
babası, Lucien'i Koca adam! diyerek yerden kaldırdı. Lucien'in
ağlamak ve I-ıh, demek
isteği duydu içinden. Portakal şerbeti istedi, çünkü şerbet
buzluydu ve içmesi yasaklanmıştı.
Ama küçücük bir bardağa iki parmak koyarak verdiler. Şerbetin
yapış yapış bir tadı vardı ve o
kadar da buzlu değildi: Lucien, çok hasta olduğu zaman içtiği
hintyağlı portakal şerbetlerini
düşünmeye koyuldu. Hıçkıra hıçkıra ağladı ve otomobilin içinde
babasıyla annesinin arasına
oturmuş olmayı pek avundurucu buldu. Anne, Lucien'i kendine doğru
çekip bastırıyordu,
sıcaktı ve güzel kokuyordu, her şeyi ipektendi. Zaman zaman,
otomobilin içi tebeşir gibi
beyaz oluyor, Lucien gözlerini kırpıştırıyor, annesinin
elbisesinin göğüs kısmındaki
menekşeler gölgeden çıkıyor ve Lucien birden onların kokusunu
içine çekiyordu.
Yine de birazcık hıçkırıyordu, ama kendini nemli ve pırıltılı
hissediyordu, biraz da yapış
yapış, portakal şerbeti gibi. Küçük banyoluğunun içinde suyla
oynamayı severdi ve annesi
kauçuk süngerle onu yıkasaydı. Bebekliğinde olduğu gibi, anne ve
babasının odasında
yatmasına izin verildi. Güldü ve küçük yatağının yaylarını
gıcırdattı, babası da Bu çocuk pek
afacan, dedi. Biraz portakal çiçeği suyu içti ve babasını üzerinde
yalnız gömlekle gördü.
Ertesi gün, Lucien bazı şeyleri unutmuş olduğundan emindi. Gördüğü
düşü çok iyi
hatırlıyordu: Annesi ve babası melek elbisesi giymişlerdi, Lucien
çırılçıplak oturağına
oturmuştu, trampet çalıyordu, baba ve anne onun çevresinde
uçuşuyorlardı; bu bir
karabasandı. Ama, düş görmeden önce bazı şeyler olmuştu, Lucien
uyanmak zorunda
kalmıştı. Hatırlamaya çalışınca, akşamleyin yakılan gece lambasına
tıpatıp benzeyen mavi
küçük bir lambayla aydınlatılmış karanlık uzun bir tünel
görünüyordu, anne ve babasının
odasında. Bu karanlık ve mavi gecenin içinde gerçekten bir şey
olup bitmişti -beyaz bir şey.
Annesinin ayakları yanında yere oturdu ve trampetini aldı. Annesi
Niçin bana gözlerini
dikmiş bakıyorsun, şekerim? dedi. Lucien gözlerini indirdi ve Bum,
bum, tararabum! diye
bağırarak trampetine vurdu. Ama kadın başını çevirince ona inceden
inceye bakmaya
koyuldu, sanki ilk kez görüyordu onu. Kumaştan yapılma gülüyle bir
entari. Lucien entariyi
iyi biliyordu, yüzü de. Bununla birlikte artık benzer değillerdi.
Birdenbire böyle olduğunu
sandı; olup biteni biraz olsun daha da düşünseydi aradığını
buluverecekti. Tünel kül rengi
solgun bir günışığıyla aydınlandı ve bazı şeylerin de kıpırdadığı
görülüyordu. Lucien korktu
ve bir çığlık attı: tünel kayboldu. Neyin var yavrucuğum? dedi
annesi. Yanına diz çökmüştü
ve kaygılı bir hali vardı. Kendi kendime eğleniyorum, dedi Lucien.
Anne güzel kokuyordu,
kendine dokunmayacağından korktu, ona tuhaf gözüküyordu, baba da
öyle. Onların odasında
bir daha uyumamaya karar verdi.
Sonraki günler anne hiçbir şeyin farkına varmadı. Lucien her zaman
etekliklerinin içindeydi,
her zaman olduğu gibi, gerçek küçük bir erkek gibi kadınla
gevezelik ediyordu. Kendine
Kırmızı Şapkalı Kız'ı anlatmasını istedi ve anne onu dizlerinin
üstüne oturttu. Kurttan ve
Kırmızı Şapkalı Kız'ın büyükannesinden söz etti, bir parmağı
havada, gülümseyerek ve ağır
ağır. Lucien ona bakıyor, E sonra? diyordu ve bazı bazı boynundaki
saç lülelerine
dokunuyordu, ama onu dinlemiyordu, gerçek annesi olup olmadığını
kendi kendine
soruyordu.
Hikayesini bitirince ona Anne, bana küçük bir kız olduğun zamanı
anlat, dedi. Anne de
anlattı. Ama belki de yalan söylüyordu. Belki de eskiden küçük bir
oğlan çocuktu ve ona
entariler giydirmişlerdi -Lucien'e olduğu gibi, geçen akşam- bir
kıza benzemek için böyle
giyinip durmuştu. Tereyağ gibi yumuşak güzel tombul kollarını
ipekli kumaşın altından uslu
uslu elledi. Annenin entarisi çıkartılsa ne olurdu, babanın
pantolonları giydirilse? Belki
annede hemencecik bir kara bıyık çıkardı. Bütün gücüyle annesinin
kollarını sıktı, anne kendi
gözünde korkunç bir hayvana dönüşüveriyor gibi bir izlenime
kapıldı -ya da panayır
yerindeki gibi sakallı bir kadın olurdu belki de.
Kadın ağzını kocaman açarak güldü, Lucien kırmızı dilini ve
boğazının dibini gördü. Pisti,
içine tükürmek istedi. Ha ha ha! diyordu annesi, nasıl da
sıkıyorsun, yavrucuğum! Çok
kuvvetli sık beni. Beni sevdiğin kadar kuvvetli. Lucien gümüş
yüzüklerle dolu güzel
ellerinden birini aldı ve onu öpücüklere boğdu. Ama ertesi gün,
anne, Lucien'in yanında
otururken ve oturağının üstünde onu elleriyle tutarken ve ona Et,
Lucien, et şekerim, n'olursun, derken Lucien birden çişini tuttu
ve ona, biraz nefes nefese, sordu: Ama sen
benim sahici annem misin, sahici? Kadın ona, Küçük aptal, dedi ve
şimdi çişinin olup
olmadığını sordu. O günden sonra Lucien annesinin güldürü
oynadığına inandı ve ona
büyüdüğü zaman evleneceğini hiç söylemedi. Ama bu güldürünün ne
olduğunu pek
bilmiyordu.
Tüneli gördüğü gece hırsızlar anne ve babasını yataklarından
almaya gelmiş olabilirler ve
onların yerine bu ikisini koymuş olabilirlerdi. Ya da bunlar
sahici annesi ve babasıydılar da
gündüz bir rol oynuyorlardı, gece de başka oluyorlardı. Lucien
sıçrayarak uyandığı ve Noel
gecesi, onları şömineye oyuncakları koyarken gördüğü zaman oldukça
şaşırdı. Ertesi gün
Noel babadan söz ettiler ve Lucien de onlara inanır gibi yaptı. Bu
onların rolünün içindeydi
diye düşünüyordu. Oyuncakları çalmış olmaları gerekiyordu. Şubat
ayında, kızıla yakalandı
ve çok eğlendi.
İyileşince yetim oyunu oynamayı adet edindi. Kestane ağacının
altına, çimenliğin orta yerine
oturuyordu, ellerini toprakla dolduruyor ve düşünüyordu: Bir yetim
olurdum, adım Louis
olurdu. Altı günden beri yemek yememiş olurdum. Hizmetçi kadın
Germanie, öğle yemeği
için ona seslendi ve masada oyununa devam etti. Anne ve baba
hiçbir şeyin farkında
değillerdi.
Onu bir yankesici yapmak isteyen hırsızlar tarafından alıp
götürülmüştü. Öğle yemeğini
yiyince kaçardı, gider onlara haber verirdi. Az yemek yedi, az su
içti, Koyuncu Meleğin
Hanı'nda karnı acıkmış bir adamın ilk yemeğinin hafif olması
gerektiğini okumuştu.
Bu çok eğlenceliydi, çünkü herkes oyun oynuyordu. Baba ve anne,
baba ve anne olma oyunu
oynuyordu. Anne pek üzgün olma oyunu oynuyordu, çünkü yavrucuğu
pek az yemek yemişti,
baba gazete okumak ve zaman zaman Lucien'in önünde Badabum, koca
adam! diyerek
parmağını oynatma oyunu oynuyordu. Lucien de oynuyordu, ama sonunu
nasıl getireceğini
artık pek iyi bilmiyordu. Yetim mi? Yoksa Lucien mi olmak?
Sürahiye baktı. Suyun dibinde
oynaşan kırmızı küçük bir ışık vardı ve kara kıllarıyla, büyük ve
ışıklı sürahinin içindeki
babasının eli olduğuna insan yemin ederdi. Lucien'de birdenbire
sürahinin de sürahi olma
oyunu oynadığı izlenimi uyandı. Sonunda yemeklere pek az dokundu
ve öyle acıktı ki
öğleden sonra bir düzine erik çalmak zorunda kaldı; az kalsın
midesini bozuyordu. Lucien
olma oyununu oynamanın canına yettiğini düşündü.
Gelgelelim kendini bu işten alıkoyamıyordu ve her zaman oyun
oynuyormuş gibisine
geliyordu. Pek çirkin ve pek ciddi olan Bay Bouffardier gibi olmak
isterdi. Akşam yemeğine
geldiği zaman Bay Bouffardier Saygılarımı sunarım, hanımefendi,
diyerek annesinin elinin
üstüne eğiliyordu, Lucien salonun orta yerine dikiliyordu, adama
hayranlıkla bakıyordu. Ama
Lucien'in başından geçen hiçbir şey ciddiyet taşımıyordu. Düştüğü
ve bir yeri şiştiği zaman,
çoğu kez ağlamayı bırakıyor ve kendi kendine soruyordu: Ben
gerçekten kaka mıyım?
Böylece kendini daha da hüzünlü hissediyordu ve gözyaşları yeniden
bir güzel akmaya
başlıyordu. Saygılarımı sunarım hanımefendi, diyerek elini öptüğü
zaman annesi Bu hoş
bir şey değil, sevgilim, büyüklerle alay etmemelisin, diyerek onun
saçlarını karıştırdı.
Kendini iyice cesareti kırılmış hissetti. Ayın ilk ve üçüncü
cuması dışında kendini önemli
bulmuyordu. O günler birçok hanım annesini görmeye geliyordu;
içlerinden biri ya da ikisi
yasta oluyordu. Lucien yas tutan kadınları seviyordu, özellikle
ayakları büyük olursa.
Genellikle büyüklerle eğleniyordu, çünkü onlar pek
saygıdeğerdirler -ve insan, küçük oğlan
çocuklarının altlarına kaçırdıkları gibi o kadınların da
yataklarını kirlettiğini düşünmeye
kalkışamaz- çünkü iyi giyinmişlerdir, giysileri koyu renklidir,
elbisenin altında da ne
olduğunu, insan, kafasın da canlandıramaz. Hep bir arada oldukları
zaman her şeyi yerler,
konuşurlar, gülüşleri bile oturaklıdır, ayindeki gibidir.
Lucien'i adam yerine koyuyorlardı. Bayan Couffın, Lucien'i
dizlerinin üstüne alıyordu,
Gördüğüm en cici çocuk, diyerek baldırlarını elliyordu. Ardından
hoşlandığı şeyleri
soruyordu, onu öpüyordu, büyüyünce ne yapacağını soruyordu. Lucien
bazı bazı Jeanne d'Arc
gibi büyük bir general olacağını, Almanlardan Alsace-Lorraine'i
geri alacağını söylüyordu,
bazı da misyoner olmak istediğini söylüyordu. Her konuştuğunda
söylediklerine inanıyordu.
Bayan Besse, hafif bıyıklı, iri, kuvvetli bir kadındı. Lucien'i
arkaüstü yatırıyor, Küçük bebeğim, diyerek onu gıdıklıyordu.
Lucien hoşnuttu, rahatça gülüyordu ve gıdıklandıkça
kıvranıyordu. Küçük bir bebek olduğunu, büyükler için sevimli
küçük bir bebek olduğunu
düşünüyordu ve Bayan Besse'in onu soymasından, yıkamasından, onu
kauçuk bir bebek
gibi küçük bir beşiğin içine uykuya yatırmasından hoşlanacağını
düşünüyordu. Bazı kereler
de Ne diyor, benim bebeğim? diyordu ve birdenbire Lucien'in
karnına basıyordu. O zaman,
Lucien mekanik bir bebek taklidi yapıyordu, boğuk bir sesle Üeee,
diyordu ve ikisi birden
gülüyorlardı.
Her cumartesi eve öğle yemeğine gelen Papaz Efendi, Lucien'e,
annesini sevip sevmediğini
sordu. Lucien güzel annesine bayılıyordu ve babası da ne kadar
kuvvetli, ne kadar iyiydi.
Herkesi güldüren gururlu ve kararlı bir tavır takınıp Papaz
Efendinin gözlerinin içine bakarak
Evet, diye karşılık verdi. Papaz Efendinin bir ağaççileği gibi
kafası vardı: kırmızı ve
pürtüklü; her bir pürtüğün üstünde de bir kıl. Papaz Efendi bunun
iyi olduğunu ve daima
annesini çok sevmesi gerektiğini Lucien'e söyledi ve sonra
Lucien'in, Tanrı Babayı mı, yoksa
annesini mi yeğ tuttuğunu sordu. Lucien, birden sorunun içinden
çıkamadı ve saç lülelerini
oynatmaya, Bum, tararabum, diyerek havaya tekmeler atmaya koyuldu
ve büyükler sanki o
orada yokmuş gibi yeniden konuşmalarına daldılar. Bahçeye koştu,
arka kapıdan dışarı sıvıştı;
küçük kamış sopasını almıştı. Doğal olarak Lucien bahçeden dışarı
çıkamazdı, yasaktı.
Çoklukla Lucien uslu küçük bir çocuktu, ama bugün söz dinlemek
istememişti. Büyük
ısırganotu yığınına güvensizce baktı, buranın yasaklanmış bir yer
olduğu açıkça görülüyordu.
Duvar kararmıştı, ısırganotları zararlı kötü bitkilerdendi, bir
köpek ısırganların tam dibine
becermişti, burası bitki, köpek pisliği ve sıcak şarap kokuyordu.
Lucien Ben annemi
seviyorum, ben annemi seviyorum! diye bağırarak kamışıyla
ısırganları kamçıladı. Beyaz su
salarak sarkan kırılmış ısırganlara bakıyordu, aklaşan, tüylü
boyunları kırılarak
tarazlanmışlardı, bağıran yalnız küçük bir ses duyuluyordu: Ben
annemi seviyorum,
ben annemi seviyorum! Vızıldayan iri bir mavi sinek vardı. Bu bir
kaka sineğiydi. Lucien
sinekten korkuyordu. Güçlü, çürümüş ve dingin bir yasak koku burun
deliklerini dolduruyordu.
Tekrarladı: Ben annemi seviyorum, ama sesi kendine bir tuhaf
geldi, tüyler ürpertici bir
korku duydu ve bir çırpıda salona kadar koştu.
O gün, Lucien annesini sevmediğini anladı. Kendini suçlu
hissetmiyordu, ama inceliğini arttırdı, çünkü bütün yaşayışı
boyunca anne ve babasını sever
gözükmek zorunda olduğunu
düşünüyordu, böyle olmazsa kötü küçük bir oğlan olurdu insan.
Bayan Fleurier, Lucien'i
gitgide tatlı buluyordu, o yaz savaş da vardı, baba çarpışmaya
gitti, anne, üzüntülü de olsa
mutluydu. Lucien pek dikkatli olmuştu; bir yığın üzüntüsü olan
anne, öğleden sonra bahçede
açılır kapanır iskemlesine uzanıp dinlenirken, Lucien ona bir
yastık aramak için koşuyor,
yastığı başının altına koyuyor, ya da bacaklarına bir örtü
seriyordu ve anne gülerek karşı
koyuyor.
Ama sıcaktan patlarım, yavrucuğum, ne kadar da naziksin! diyordu.
Lucien Anne sen
benimsin, diyerek, soluk soluğa, coşkuyla öpüyordu anneyi ve gidip
kestane ağacının altına
oturuyordu.
Kestane ağacı! dedi ve bekledi. Ama hiçbir şey olmadı. Anne
verandanın altında
uzanmıştı, her yanı örten ağır bir sessizliğin dibinde küçücüktü.
Burası sıcak ot kokuyordu,
insan ayağı basmamış, ormanda bir araştırıcı olma oyunu
oynanabilirdi, ama Lucien'in canı
oyun oynamak istemiyordu artık. Hava, duvarın kırmızı çatısının
üstünde titreşiyordu,
güneş toprakta ve Lucien'in elleri üstünde yakıcı lekeler
oluşturuyordu. Kestane ağacı! Bu
çarpıcıydı: Lucien, annesine, Güzel anne benimsin, dediği zaman
anne gülüyordu.
Garmaine'e `Salak' dediği zaman Germaine ağlamıştı ve onu anneye
şikayet etmişti. Ama
`Kestane ağacı' dediği zaman hiçbir şey olmuyordu. Dişlerinin
arasından fısıldadı: `Pis ağaç'
ve emin değildi, ama ağaç kıpırdamadığından, daha kuvvetli tekrar
etti: Pis ağaç, pis kestane
ağacı! Bekle de gör, birazcık bekle! ve ağaca tekme attı. Fakat
ağaç hareketsiz kaldı,
hareketsiz -odundan yapılma olduğundandı. Akşamleyin yemekte,
Lucien, annesine: Biliyor
musun anne, ağaçlar evet ağaçlar, odundandır, dedi, annesinin pek
sevdiği şaşkın yüz
ifadesiyle karşılaştı. Bayan Fleurier öğle postasından mektup
almamıştı. Kuru kuru Budala
olma, dedi: Lucien küçük bir sakar oldu.
Nasıl yapıldıklarını anlamak için bütün
oyuncaklarını kırıyordu. Babanın eski bir usturasıyla
bir koltuğun koluna çentikler yaptı, düşünce kırılıp
kırılmayacağını ve içinde bir şey olup
olmadığını anlamak için salondaki heykelciği itip düşürdü;
gezinirken elindeki kamışla
çiçeklerin ve bitkilerin kellelerini uçuruyordu; her keresinde
derin bir hayal kırıklığına
uğruyordu; nesneler saçmalıktı; sahiden yoktular. Anne çoklukla
çiçekleri ya da ağaçları
göstererek, Bunun adı ne? diye soruyordu ona. Lucien başını
sallıyor ve karşılık veriyordu:
Hiçbir şey değil o, adı yok. Bütün bunlar dikkat etmek için
katlanılan zahmete değmiyordu.
Bir çekirgenin ayaklarını koparmak çok daha eğlenceliydi, çünkü
bir topaç gibi
parmaklarınızın arasında titreşiyordu ve karnının üstüne ayakla
basılınca ondan sarı bir krem
çıkıyordu. Bununla birlikte çekirgeler bağırmıyordu. Kendilerine
eziyet edilince bağıran
hayvanlardan birine acı vermek pek istemişti, sözgelişi bir tavuk,
ama onlara yaklaşmaya
cesaret edemiyordu.
Bay Fleurier mart ayında geri döndü, çünkü o bir yöneticiydi,
herhangi biri gibi siperde
duracağına fabrikasının başında durmasının daha yararlı olacağını
söylemişti general. Baba,
Lucien'i çok değişmiş buldu, küçük koca adamı artık tanıyamaz
olduğunu söyledi. Lucien bir
çeşit uyuşukluk içine düşmüştü, aptalca yanıtlar veriyordu, hemen
her zaman bir parmağı
burnundaydı ya da parmaklarına üflüyor ve onları koklamaya
başlıyordu, kakasını yapması
için yalvarıp yakarmak gerekiyordu. Şimdi ayak yoluna yalnız
başına gidiyordu, yalnızca
kapıyı aralık bırakması gerekiyordu ve zaman zaman anne ya da
Germaine ona cesaret
vermeye geliyorlardı. Saatlerce oturakta oturuyordu ve bir
keresinde öyle canı sıkıldı ki
uyuyakaldı. Hekim çabuk büyüdüğünü ve kuvvet ilacına ihtiyaç
duyduğunu söyledi. Anne,
Lucien'i yeni oyunlarla yetiştirmek istedi, ama o yeteri kadar
böyle oyunlar oynadığını ve
sonuç olarak bütün oyunların aynı değerde olduğunu söyledi; hepsi
aynı şeydi.
Her zaman yüzünü asıyordu: Bu da bir oyundu, ama daha çok
eğlenceliydi. Anneye eziyet
edilir, insan kendini kederli ve hınçlı hissederdi, kapalı bir
ağız ve dumanlı bakışlarla biraz
sağır olunurdu, içteyse, tıpkı gece yatakta örtülerin altında ve
kendi kokusunu duyar gibi ılık
ve rahat olunurdu, insan dünyada bir başınaydı. Lucien asık
yüzlülüğünden artık
kurtulamıyordu. Babası ona, Yüzünü asıyorsun, demek için alaycı
sesini kullandığı zaman
Lucien hıçkırarak yerlerde yuvarlanıyordu. Annesinin konukları
geldiğinde salona oldukça sık
gidiyordu, ama saç lülelerini kestiklerinden bu yana büyükler
onunla az ilgileniyorlardı
ya da ilgilenseler bile bu, ona ahlak dersi vermek ve eğitici
öyküler anlatmak içindi. Yeğeni
Riri, güzel annesiyle, yani Berthe Halayla bombardıman yüzünden
Ferolles'e geldiği zaman
Lucien çok sevindi; ona oyun oynamayı öğretmeyi denedi. Ama
Riri'nin kafasına
Boches'lardan tiksinmeyi sokmuşlardı; Lucien'den altı ay büyük
olmasına karşılık ağzı daha
süt kokuyordu. Yüzünde çiller vardı ve çoğu zaman söylenenleri iyi
anlamıyordu. Yine de
Lucien ona bir uyurgezer olduğu sırrını verdi. Bazı insanlar
geceleyin kalkar, konuşur ve
uyurken gezer.
Lucien bunu Küçük Araştırıcı adlı kitapta okumuştu ve geceleyin
yürüyen, konuşan ve
annesini babasını gerçekten seven sahici bir Lucien olması
gerektiğini düşünmüştü.
Yalnız, sabah olunca, her şeyi unutuyordu ve Lucien olmuş gibi
gözükme işine yeniden
başlıyordu. Başlangıçta Lucien bu öykünün ancak yarısına
inanıyordu, ama bir gün
ısırganotlarının oraya gittiler. Riri Lucien'e pipisini gösterdi,
ona, Bak ne kadar büyük, ben
büyük bir oğlanım. İyice büyüyünce bir erkek olacağım ve
siperlerde Boches'lara karşı
dövüşmeye gideceğim, dedi. Lucien, Riri'yi çok tuhaf buldu, deli
gibi güldü. Seninkini
göster, dedi Riri. Karşılaştırdılar, Lucien'inki daha küçüktü, ama
Riri hile yapıyordu,
kendininkini uzatmak için çekiyordu.
Daha büyük olan benimki, dedi Riri. Evet, ama ben bir uyurgezerim,
dedi Lucien, sakin
sakin, Riri, uyurgezerin ne olduğunu bilmiyordu ve Lucien bunu ona
anlatmak zorunda
kaldı. Bitirince düşündü: Sahi mi benim uyurgezer olduğum? ve
korkunç bir ağlamak isteği
duydu. Aynı yatakta yattıklarından ertesi gece Riri'nin uyanık
kalmasını, Lucien kalktığı
zaman onu iyice gözlemesini ve Lucien'in söyleyeceği şeyleri iyice
aklında tutmasını
kararlaştırdılar. Bir zaman sonra beni uyandıracaksın, dedi Lucien;
bakalım yaptıklarımı
hatırlayabilecek miyim? Akşam, uyuyamayan Lucien, tiz horlamalar
duydu ve Riri'yi
uyandırmak zorunda kaldı. Zanzibar! dedi Riri. Uyan, Riri,
kalkacağım zaman beni
gözlemelisin. Bırak uyuyayım, dedi Riri, ağır bir sesle.
Lucien onu sarstı ve gömleğinin altından bir çimdik attı; Riri
debelenmeye başladı ve gözleri
açık, yüzünde tuhaf bir gülüşle uyandı. Lucien babasının ona
alması gereken bir bisikleti
düşündü, bir lokomotifin sesini duydu ve sonra, birdenbire
hizmetçi kadın içeri girdi ve
perdeleri çekti, saat sabahın sekiziydi. Lucien geceleyin ne
yapmış olduğunu hiç bilmedi. Bunu
yüce Tanrı Baba biliyordu, çünkü Tanrı Baba her şeyi görüyordu.
Lucien dua minderine diz
çöküyordu ve ayinden çıkarken annesi ona aferin desin diye uslu
olmaya çabalıyordu, ama
Tanrı Babadan nefret ediyordu. Tanrı Baba Lucien'le ilgili her
şeyi biliyordu da Lucien
kendisiyle ilgili pek çok şeyi bilmiyordu. Lucien'in annesini,
babasını sevmediğini, uslu gibi
gözüktüğünü, geceleyin yatakta pipisini ellediğini biliyordu.
Neyse ki Tanrı Baba bütün
bunları hatırında tutamıyordu, çünkü yeryüzünde bir yığın küçük
oğlan çocuk vardı. Lucien,
`Arpalık' diye alnına vurduğu zaman Tanrı Baba bütün gördüklerini
hemen unutuyordu.
Lucien, Tanrı Babayı, annesini sevdiğine inandırmak için de çok
çalıştı. Zaman zaman
kafasının içinde Anneciğimi nasıl da seviyorum! diyordu. Her zaman
bir türlü pek
inanmayan bir köşecik kalıyordu kafasında, Tanrı Baba da bu
köşeciği görüyordu tabii. Böyle
olunca kazanan O oluyordu. Fakat insan bazı kere söylenenlerin
içine bütünüyle
dalabiliyordu. Çarçabuk söyleniyordu: Oh! Ben annemi seviyorum.
Tane tane söylüyordu
ve annenin yüzü görülüyordu ve insan kendini baştan aşağı
duygulanmış hissediyordu,
Tanrı Babanın size baktığını belli belirsiz düşünüyordunuz ve
sonra bunu bile düşünmemenin
ardından şefkatle büsbütün yumuşacık olunuyordu ve sonra
kulaklarınızda oynaşıp duran
kelimeler oluyordu; anne, anne, ANNE. Bu ancak bir an sürerdi,
kuşkusuz, tıpkı Lucien'in iki
ayağı üstünde bir iskemleyi dengede tutmaya çalıştığı zamanki
gibi. Ama tam o sırada,
`Pacoto' denirse Tanrı Baba kandırılmış oluyordu: Yalnızca İyi'yi
görmüştü ve bu gördüğü de
sonsuza dek Belleği'nde kalmıştı. Ama Lucien bu oyundan yoruldu,
çünkü güç harcamak
gerekiyordu ve sonra sonuç olarak da Tanrı Babanın kazandığı ya da
yitirdiği hiç
bilinemiyordu.
Lucien artık Tanrıyla uğraşmadı. İlk ayinine gittiğinde Papaz
Efendi onu çok uslu ve din
dersinin en iyi öğrencisi olduğunu söyledi. Lucien çabuk anlıyordu
ve iyi bir belleği vardı,
fakat kafasının içi sislerle doluydu. Pazar günü bir aydınlanma
oldu. Lucien babayla birlikte
Paris sokağında gezinirken sisler de dağılıyordu. Güzelim denizci
elbisesini giymişti ve
babayı ve Lucien'i selamlayan babasının işçileriyle
karşılaşıyordu. Baba onlara yaklaşıyor
onlar da, Günaydın, Bay Fleurier, diyorlardı; Günaydın, küçük bey,
de diyorlardı. Lucien
işçileri seviyordu, çünkü bunlar büyüktüler, ama ötekiler gibi
değil. Önce ona bey,
diyorlardı. Sonra başlarında kasketleri vardı ve çile çekmiş ve
çatlamış bir görünüşü olan küt
tırnaklı iri elleri vardı.
Güvenilir ve saygıdeğerdiler. Baba Bouligaud'un bıyığının
çekilmemesi gerekirdi, babası
paylardı Lucien'i. Ama baba Bouligaud, babasıyla konuşmak için
kasketini çıkarırdı başından,
babası ve Lucien şapkalarını çıkarmıyorlardı başlarından ve babası
neşeli ve pürüzlü ağır bir
sesle konuşuyordu: Evet baba Bouligaud, senin oğlanı bekliyoruz,
ne zaman alacak iznini?
Ayın sonunda, Bay Fleurier, sağolun Bay Fleurier. Baya
Bouligaud'nun mutlu bir görünüşü
vardı ve Bay Bouffardier gibi `Afacan' diyerek Lucien'in sırtına
vurmazdı. Lucien Bay
Bouffardier'den tiksiniyordu, çünkü pek çirkindi. Ama baba
Bouligaud'yu görünce içi rahat
ediyordu ve iyi olmak istiyordu canı.
Bir keresinde gezmeden döndüklerinde, baba, Lucien'i dizlerine
aldı ve bir yöneticinin ne
olduğunu ona açıkladı. Lucien, fabrikadayken babasının işçilerle
nasıl konuştuğunu öğrenmek
istedi, baba bu işi nasıl yapması gerektiğini gösterdi ona ve sesi
iyice değişmişti.
-Ben de yönetici olacak mıyım? diye sordu Lucien.
-Elbette koca adam, seni bunun için yetiştirdim.
-Peki ben kime emir vereceğim?
-Bak, ben öleceğim, sen benim fabrikamın sahibi olacaksın ve benim
işçilerime emir
vereceksin.
-Ama işçiler de ölecek.
-Öyle, onların çocuklarına emir vereceksin, sözünü dinletmeyi,
kendini sevdirmeyi bilmen
gerekecek.
-Ee, peki kendimi nasıl sevdireceğim, baba? Baba biraz düşündü ve
karşılık verdi: Önce,
hepsini adlarıyla tanıman gerekir. Lucien iyice heyecanlandı ve
ustabaşı Morel'in oğlu
babasının iki parmağını kestiğini haber vermek için eve geldiği
zaman Lucien çocuğun
gözlerinin içine bakarak ona Morel diyerek çocukla akıllı uslu ve
tatlı tatlı konuştu. Anne
böylesine iyi ve böylesine duygulu bir oğlu olduğu için gurur
duyduğunu söyledi. Bundan
sonra ateşkes anlaşması oldu, baba her akşam yüksek sesle gazete
okuyordu, herkes
Ruslardan söz ediyordu, Alman hükümetinden, savaş tazminatlarından
söz ediyordu ve baba,
Lucien'e harita üstünde ülkeler gösteriyordu.
Lucien hayatının en can sıkıcı yılını geçirdi, savaş olduğu
zamanları daha çok seviyordu.
Şimdiyse herkeste bir aylaklık vardı ve Bayan Coffın'in gözlerinde
görülen ışıltılar sönmüştü.
1919 yılının ekiminde Bayan Fleurier onu gündüzlü olarak
Saint-Joseph Okulunun derslerine
götürdü.
Papaz Gerromet'nin odası çok sıcaktı. Lucien, Papaz Efendinin
koltuğunun yanında
ayaktaydı, ellerini arkasında bağlamıştı ve çok sıkılıyordu. Annem
şimdi alıp başını
gitmeyecek mi? Ama Bayan Fleurier şimdilik gitmeyi düşünmüyordu.
Yeşil bir koltuğun
iyice ucuna oturuyor ve iri göğüslerini Papaz Efendiye
doğrultuyordu; çok hızlı konuşuyordu
ve kızıp da kızgınlığını göstermek istemediği zamanlardaki gibi
sesi ahenkliydi. Papaz Efendi
ağır ağır konuşuyordu, başkalarından daha çok uzatıyor gibiydi
ağzında sözcükleri, ağzından
çıkarmadan ince onları akide şekeri gibi emiyor dense yeriydi.
Lucien'in çok efendi ve
çalışkan bir çocuk olduğunu, ama korkunç derecede kayıtsız
olduğunu anneye anlatıyordu.
Bayan Fleurier hayal kırıklığına uğradığını, çünkü
yer değişikliğinin çocuğa iyi geleceğini
düşündüğünü söyledi. Hiç olmazsa teneffüslerde oynayıp
oynamadığını sordu. Ne yazık ki,
hanımfendi, diye karşılık verdi; muhterem peder, oyunlar da onu
pek ilgilendirir
gözükmüyor. Bazı bazı gürültücü oluyor ve hatta yaramazlık ediyor,
ama çarçabuk bıkıyor.
Sanırım ki bu çocukta sebat yok. Lucien düşündü: Sözü edilen
benim. Tıpkı savaşın,
Alman hükümetinin ya da Bay Poincare'nin konuşma konusu yapıldığı
gibi bu iki büyük
kendinden söz ediyorlardı. Ciddi bir görünüşleri vardı ve durumu
üzerine düşünüyorlardı.
Ancak bu düşünce de hoşuna gitmedi. Kulakları annesinin ahenkli
sözcükleri, Papaz
Efendinin emilmiş ve yapışkan sözcükleriyle doluydu, içinden
ağlamak geliyordu. Neyse
ki zil çaldı, onu da bıraktılar. Ama, coğrafya dersinde pek
sinirleri bozuldu ve Papaz
Jacquin'den tuvalete gitmek için izin istedi, çünkü hareket etmeye
ihtiyacı vardı.
Önce tuvaletin serinliği, sessizliği ve güzel kokusu onu
yatıştırdı. Adet yerini bulsun diye
çömeldi, ama bir şey yoktu; başını kaldırdı, kapıyı baştan başa
donatan yazıları okumaya
koyuldu. Mavi kalemle `Barataud bir tahtakurusudur' diye
yazmışlardı. Lucien güldü:
Doğruydu; Barataud bir tahtakurusuydu, minicikti ve biraz
büyüyeceği söyleniyordu, ama
hemen hemen hiç büyümüyordu, çünkü babası ufacıktı, neredeyse bir
cüceydi. Lucien kendi
kendine Barataud'nun bu yazıyı okuyup okumamış olduğunu sordu ve
okumamıştır diye
düşündü, yoksa yazı silinmiş olurdu. Barataud parmağını emip
ıslatacak ve harfleri yitip
gidinceye dek silip duracaktı.
Lucien, Barataud'nun saat dörtte tuvalete geleceğini ve küçük
kadife donunu indireceğini ve
`Barataud bir tahtakurusudur' yazısını okuyacağını düşünerek biraz
neşelendi. Belki de bu
kadar küçük olduğunu hiç düşünmemişti. Lucien yarın sabahtan
itibaren teneffüste ona
tahtakurusu demeyi karşılaştırdı. Ayağa kalktı ve sağdaki duvar
üstünde bir başka yazı gördü,
aynı mavi kalemle yazılmıştı: Lucien Fleurier koca bir sırıktır.
Yazıyı özenle sildi ve
sınıfa döndü. Doğru, dedi arkadaşlarına bakarak, bunların hepsi
benden çok küçük.
Kendini rahatsız hissetti. Koca sırık. Iles tahtasından yapılma
küçük çalışma masasına
oturmuştu. Germaine mutfaktaydı, annesi daha eve dönmemişti.
Yazılışını düzeltmek için
beyaz bir kağıdın üstüne `koca sırık' yazdı. Ama sözcükler pek
alışılmış gibi gözüktü, hiçbir
etki yapmadılar. Germaine, Germaine'ciğim! diye seslendi
-Ne istiyorsunuz? diye sordu Germaine.
-Germaine, şu kağıda `Lucien Fleurier koca bir sırıktır,' diye
yazmanı istiyorum.
-Deli misiniz Bay Lucien? Lucien kollarını Germaine'in boynuna
doladı. Germaine,
Germaine'ciğim, n'olursunuz.
Germaine gülmeye başladı ve parmaklarını önlüğüne kuruladı. Kadın
yazarken Lucien ona
bakmadı, ama sonra, yazıyı odasına götürdü, uzun uzun seyretti.
Germaine'in yazısı kargacık
burgacıktı, Lucien kulağına `Koca sırık' diyen kuru bir ses
geldiğini sanıyordu. Düşündü:
Ben büyüğüm. Utançtan ezildi:
Barataud nasıl küçükse öyle büyük olmak. -Ve ötekiler arkasından
alay ediyorlardı. Sanki
bir yazgıya bağlanmış gibiydi: Şimdiye kadar arkadaşlarını
yukarıdan aşağıya doğru görmek
ona doğal geliyordu. Ama şimdi, hayatının geri kalanı için
birdenbire büyük olmaya mahkum
edilmiş buluyordu kendini. Akşamleyin, insan bütün gücüyle istese
yeniden küçülebilir
mi, diye babasına sordu. Bay Fleurier, hayır dedi: Bütün
Fleurier'ler büyük ve güçlüydüler ve
Lucien de daha büyüyecekti. Lucien umutsuzluğa kapıldı. Annesi onu
yatırınca kalktı, aynada
kendine bakmaya gitti: Ben büyüğüm. Ama boşuna bakıyordu, bu
görünmüyordu, ne büyük
ne küçük gibi görünüyordu. Gömleğini biraz kaldırdı ve bacaklarını
gördü, o zaman Costil'in
Hebrard'a: Bak bak, sırığın uzun bacaklarına bak, dediğini düşündü
ve bu ona büsbütün
tuhaf geldi. Hava soğuktu, Lucien ürperdi ve biri ona. Sırığın
tüyleri diken diken olmuş,
dedi. Lucien gömleğinin eteğini daha yukarı kaldırdı, bütün göbeği
ve bütün takım taklavatı
göründü. Sonra yatağına koştu ve içine daldı yatağın.
Elini gömleğinin altına soktuğu zaman Costil'in onu gördüğünü ve
Bakın, koca sırık ne
yapıyor! dediğini düşündü. Kıpırdandı ve yatağında soluyarak
döndü: Koca sırık! Koca
sırık! ta ki parmaklarının arasında küçük mayhoş bir kaşıntı
yaratıncaya kadar. Sonraki
günler, sınıfın en arka sırasında oturmak için Papaz Efendiden
izin almaya niyetlendi. Bunun
nedeni, arkasında oturan ve ensesine bakabilen Boisset,
Winckelmarın ve Costil'di.
Lucien, ensesinin varlığını hissediyor, ama onu
görmüyordu ve genellikle unutuyordu. Ama
Papaz Efendiye elinden geldiğince yanıt vermeye çabaladığı ve Don
Diegue tiradını ezbere
okuduğu sırada, ötekiler arkasındaydılar ve ensesine bakıyorlardı.
Ne kadar zayıf,
boynu ip gibi, diye düşünerek onunla alay edebiliyorlardı. Lucien,
sesini yükseltmek ve Don
Diegue'in meydan okuyuşunu anlatmak için kendini zorluyordu.
Sesiyle istediğini yapıyordu,
ama ensesi hep olduğu yerde, durgun ve kaskatıydı, dinlenen biri
gibi. Basset de ensesini
görüyordu. Yer değiştirmeyi göze alamadı. Arka sıra tembel
öğrencilere ayrılmıştı, ama
ensesi ve kürek kemikleri durmadan onu kaşındırıyordu. Durmadan da
kaşınmak zorundaydı.
Lucien yeni bir oyun buldu: Sabahları büyük bir adam gibi kendi
başına banyoda yıkanırken
birinin anahtar deliğinden baktığını hayal ediyordu: bazan
Costil'in, bazan Baba
Bouligaud'nun, bazan Germaine'in. Böylece, her yanını görsünler
diye her yana dönüyordu.
Bazen arkasını kapıya dönüyor, iyice çıkıntılı ve gülünç olsun
diye yüzükoyun duruyordu.
Bay Bouffardier lavman yapmak için sezdirmeden ona yaklaşıyordu.
Bir gün banyodayken
sürtünme sesleri duydu. Bu içerideki dolabın cilasını parlatan
Gertrude'dü. Kalbi durur gibi
oldu, yavaşça kapıyı açıp çıktı; donu topuklarına kadar inikti ve
gömleği böğürlerine kadar
kıvrılmıştı. Dengesini bozmadan ilerlemek için küçük küçük
sıçramalar yapması gerekiyordu.
Germaine ona hiç tepki göstermeden bir göz attı. Çuval yarışı mı
yapıyorsunuz? diye
sordu. Lucien, öfkeyle pantolonunu çekti ve yatağına girmek için
koştu. Bayan Fleurier
şikayetçiydi, kocasına sık sık: Küçükken ne kadar edepliydi, bak
bozuldu, tehlikeli bu!
diyordu. Bay Fleurier Lucien'e şöyle bir bakıyordu ve Çağı, diye
karşılık veriyordu. Lucien
bedenini ne yapacağını bilmiyordu, hangi işe girişse, hiç fikrini
sormadan, bu bedeni de her
köşede kendini göstermeye koyuluyor gibisine geliyordu. Lucien
görünmez adam olmayı
düşündü ve bundan hoşlandı.
Öcünü almak, ötekilerin bundan habersizken nasıl olduklarını
görmek için anahtar
deliklerinden bakmayı adet edindi. Yıkanırken annesini gördü.
Banyoda oturmuştu, uyur
gibiydi, bedenini ve hatta yüzünü tamamıyla unutmuştu, kimsenin
onu görmediğini
düşünüyordu. Yalnız bu kendi kendine bırakılmış bedenin üstünde
bir sünger gidip geliyordu;
tembel hareketleri vardı ve işi yarı yolda bırakıverecekmiş gibi
geliyordu insana. Anne bir
sabun parçasıyla bir bezi köpürttü ve eli bacaklarının arasında
kayboldu. Yüzü dinlenikti,
hemen hemen hüzünlüydü, başka şeyleri düşünüyordu kesinlikle,
Lucien'in
eğitimini ya da Bay Poincare'yi. Ama o sırada da, bu kırmızı büyük
yığındı, bu iri beden
banyonun fayansı üstünde oturup duruyordu. Bir başka defa Lucien
terliklerini çıkardı ve
çatı aralığına kadar tırmandı. Germaine'i gördü. Ayaklarına kadar
inen uzun yeşil bir gömleği
vardı, küçük yuvarlak bir aynanın karşısında saçlarını tarıyordu,
kendi görüntüsüne uyuşuk
uyuşuk gülüyordu. Lucien'i bir gülmedir aldı ve çarçabuk aşağıya
inmek zorunda kaldı.
Bundan sonra salonun büyük aynası karşısında gülümsüyor ve yüzünü
buruşturuyordu,
bir süre sonra berbat bir korkuya yakalandı. Lucien, sonunda
uyuyakaldı, ama ona ormanda
uyuyan güzel diyen Bayan Coffın'den başka kimse bunun farkında
değildi; ne yutabildiği, ne
tükürebildiği koca bir hava kabarcığı ağzının hep yarı açık
kalmasına neden oluyordu: Bu
onun esnemesiydi. Yalnız olduğu zaman dilini ve ağzının içini
yavaşça okşayarak bu kabarcık
irileşiyordu. Ağzı koskocaman açılıyor, yanağına yaşlar
dökülüyordu. Bunlar çok hoş
zamanlardı.
Tuvaletlerde pek eskisi kadar eğlenemiyordu, buna karşılık
aksırmayı çok seviyordu, bu onu
uyandırıyordu, bir an keyifle çevresine bakıyor, sonra yeniden
uyuklamaya başlıyordu. Çeşitli
biçimlerde uyumayı öğrendi: Kışın ocağın önüne oturuyor ve başını
ateşe doğru uzatıyordu;
kırmızılaşıp iyice kızarınca başı bir anda boşalıyordu; o buna
kafayla uyumak, diyordu.
Pazar sabahı, tam karşıtı, ayaklarıyla uyuyordu: Banyosuna
giriyordu, yavaşça eğiliyordu ve
uyku, bacakları ve böğürleri boyunca çalkalanarak yukarı doğru
çıkıyordu. Bembeyaz ve
suyun dibinde şişkince gözüken, kaynayan bir tavuğu andıran,
uyumuş bedenin üstünde küçük
kumral bir baş, içi templum, templi, templo, deprem, putkırıcılar
gibi bilgece sözcüklerle
dolu bir baş, üstünlük taslıyordu.
Sınıfta uyku beyazdı, ışıklarla delinmişti: Üçe karşı ne yapsın
istiyorsunuz? Birincisi.
Lucien Fleurier. Halk sınıfı nedir: hiç. Birinci Lucien Fleurier,
ikinci Winckelmarın.
Pellereau cebirde birinciydi. Tek yumurtalığı vardı, öteki
çıkmamıştı. Görmek için iki kuruş,
dokunmak için on kuruş vermek gerekiyordu. Lucien on kuruş verdi,
duraksadı, elini uzattı ve dokunmadan gitti, ama sonra
pişmanlıkları öylesine can alıcıydı ki bu yüzden bazan bir
saatten fazla uykusuz kaldığı oluyordu. Tarihten iyiydi de,
jeolojiden kötüydü; birinci:
Winckelmarın, ikinci: Fleurier. Pazar günü, Costil ve
Winckelmarın'la birlikte bisikletle
dolaşmaya gittiler. Sıcağın altında kavrulmuş çayırlar boyunca
bisikletler yumuşak tozun
üstünde kayıyordu.
Lucien'in bacakları canlı ve kaslıydı, ama yolun uyku veren kokusu
başına vuruyordu,
gidonun üstüne eğilmişti, gözleri kızarıyor yarı yarıya
kapanıyordu. Üç kez başarı ödülü
almıştı sonunda. Ona Fabiola ya da Yer Altı Kiliseleri,
Hıristiyanlığın Dehası ve Lavigerie
Kardinalinin Hayatı adlı kitaplar verildi.
Yaz tatili sonunda Costil, onlara De Profundis Morpionibus ve
Metz'in Topçusu'nu öğretti.
Lucien, daha iyisini yapmaya karar verdi ve babasının tıbbi
Larousse'undaki `Döl Yatağı'
bölümünü inceledi, sonra da kadınların yapısı üzerine onlara
açıklamalar yaptı. Tahtaya bir
şekil de çizdi, Costil bunun uydurma olduğunu ileri sürdü. Ama
bundan sonra boru sözü
edildi mi gülmekten kırılıyorlardı. Lucien bütün Fransa'da kendi
kadar kadın organları
üzerinde bilgisi olan bir ikinci sınıf ve hatta son sınıf
öğrencisinin bulunamayacağını
sevinerek düşünüyordu. Fleurier'ler Paris'e yerleşince bu pek
parlak bir şey oldu. Lucien,
sinemalar, otomobiller ve yollar yüzünden artık uyuyamıyordu.
Bir Voisin'i bir Packard'tan, bir Hispano-Suiza'yı bir Rolls'dan
ayırdetmeyi öğrendi. Fırsat
düştükçe basık arabalardan söz ediyordu. Bir yıldan fazla bir
süredir uzun pantolon giyiyordu.
Bakaloryasının ilk bölümünde gösterdiği başarıyı ödüllendirmek
için babası onu İngiltere'ye
gönderdi; Lucien suyla kabarmış çayırları ve beyaz yalıyarları
gördü. John Latimer'le birlikte
boks yaptı ve overarm-stroke'u öğrendi, ama güzel bir sabah,
sersem sersem uyandı, yeniden
eski huyu depreşmişti; dalgın dalgın Paris'e döndü. Condorcet
Lisesinin Matematik-Başlangıç
sınıfında otuz yedi öğrenci vardı. Bu öğrencilerden sekizi
kendilerinin gözü-açıklar olduğunu
ve ötekilerin de çaylaklar olduklarını söylüyorlardı.
Gözüaçıklar, onu 1 Kasıma kadar hor gördüler, ama Toussaint günü
Lucien hepsinin en gözü
açığı olan Garry'yle gezmeye gitti, insan yapısı bilgisinin pek
değerli olduğunu kanıtlayınca
Garry şaştı kaldı. Lucien gözü açıklar topluluğuna girmedi, çünkü
annesi babası gece dışarı
çıkmasına izin vermiyorlardı. Ama onlarla güçlü mü güçlü bir
ilişki kurdu. Perşembe günü
Berthe Hala, Riri'yle birlikte Raynouard Sokağına öğle yemeğine
geliyordu. Kadın irileşmiş
ve hüzünlenmişti; zamanını iç çekerek geçiriyordu. Ama teni nazik
ve bembeyaz kalmıştı
yine. Pierre onu çırılçıplak görmek isterdi. Gece yatağında bunu
düşünüyordu: Bu bir kış
günü olabilirdi; Boulogne Ormanında, onu çıplak, kolları göğsünün
üstüne kavuşmuş;
üşümekten tüyleri diken diken olmuş bulurlardı.
Miyop birinin Bu da ne? diyerek kamış bastonunun ucuyla ona
dokunduğunu hayal
ediyordu. Lucien, yeğeni Riri'yle iyi anlaşamıyordu: Riri biraz
fazla nazik, sevimli bir genç
adam olmuştu. Lakanal'de felsefe okuyordu, matematikten de zerre
kadar anlamıyordu.
Lucien, Riri'nin, yedi yıl geçse de, büyüğünü altına yaptığını ve
o zaman bir ördek gibi
bacaklarını aça aça yürüdüğünü ve annesine Yok hayır yapmadım
anneciğim, yemin
ederim, diyerek saf saf baktığını düşünmekten kendini alamıyordu.
Lucien, Riri'nin eline
dokunmak konusunda bir iğrenme duyardı. Yine de onunla bir
aradayken çok nazikti ve ona
matematik derslerinde yardım ediyordu; sabrını taşırmamak için
büyük bir güç harcaması
gerekiyordu, çünkü Riri pek kafası çalışan bir çocuk değildi. Ama
hiç öfkelenmiyordu,
çok sakin ve ağırbaşlı bir sesle konuşuyordu. Bayan Fleurier,
Lucien'i pek incelikli buluyordu,
ama Berthe Hala ona hiçbir gönül borcu duymuyordu. Lucien, Riri'ye
ders vermek isteyince,
kadın kızarıyordu, Ama olmaz, pek naziksin Lucien'ciğim, fakat
koca çocuk. İsterse yapar:
Başkalarına güvenmeye alıştırmamak gerek, diyerek sandalyesinde
kıpırdanıyordu. Bir
akşam, Bayan Fleurier, birdenbire Lucien'e Sen sanıyorsun ki Riri
senin ona yaptıklarının
farkında, öyle mi? Kendini yanılgıdan kurtar çocuğum. O senin
yuttuğunu ileri sürüyor,
Berthe Halan bunu söyledi bana, dedi. İyilikçi bir görünüşü ve
ahenkli bir sesi vardı. Lucien,
annesinin öfkeden deliye döndüğünü anladı. Şöyle ya da böyle bir
biçimde aldatıldığını
anlıyordu, verecek bir yanıt bulamadı. Ertesi gün ve daha ertesi
gün çok çalıştı ve olup biteni
aklından çıkardı.
Pazar sabahı birdenbire kalemini bıraktı ve kendi
kendine sordu: Yutuyor muyum? Saat on
birdi, Lucien masasının başına oturmuş, duvar kağıtlarının
üzerindeki kırmızı adamlarına
bakıyordu, sol yanağının üstünde ilk nisan güneşinin tozlu ve kuru
sıcaklığını duyuyordu, sağ
yanağında da radyatörün yoğun sıcaklığını. Yutuyor muyum? Bunun
karşılığını vermek
güçtü. Lucien önce Riri'yle olan son tartışmasını düşündü, kendi
durumunu yargılamaya
çalıştı. Riri'ye doğru eğilmişti ve ona Çakıyor musun? Çakmıyorsan
bunu bırakalım
demekten çekinme, aslan Riri, diyerek gülümsemişti. Biraz daha
sonra ince bir hesapta bir
yanlış yapmıştı ve neşeyle Al benden de bu kadar, demişti. Bu Bay
Fleurier'den aldığı ve
onun hoşlandığı bir deyimdi. Yapacak başka da bir şeyi yoktu. Ama
böyle dediğim sırada
yutuyor muydum acaba? Arayıp dururken birdenbire beyaz, yuvarlak,
bir bulut parçası kadar
yumuşak bir şeyler canlandı kafasında.
Bu geçen günkü düşüncesiydi. Çakıyor musun? demişti. Bu vardı
kafasında, ama bu,
açıklamaya yetmiyordu. Lucien bu bulut parçasına bakmak için
umutsuzca çabaladı ve birden
bulutun dışına düştüğünü hissetti, önce başı, içi buğuyla
dopdoluydu, kendi de buğulaşıyordu,
çamaşır kokan ıslak ve beyaz bir sıcaklıktan başka bir şey
değildi. Bu buğuyu çekip atmak
istedi, kaçmak istedi ondan, ama buğu onunla birlikte geliyordu.
Düşündü: Bu benim,
Lucien Fleurier, odamdayım, bir fızik problemi çözüyorum, bugün
pazar. Ama düşünceleri
sisler içinde eriyip gidiyordu, beyaz üstüne beyazdı. Kendini
sarstı, duvar kağıtları üstündeki
adamları bir bir ayırdetmeye koyuldu, iki kadın çoban, iki erkek
çoban ve Aşk. Sonra birden
kendi kendine: Ben... dedi ve hafifçe bir tetik düştü: uzun
dalgınlığından uyanmıştı.
Bu hoş değildi: çobanlar geriye sıçramışlardı, sanki bir dürbünün
tersinden onlara bakar
gibiydi Lucien. Ona çok tatlı gelen, kendi sırları içinde kendini
şehvetle kaybettiği bu
sersemliğin yerine, ona Ben kimim? diye soran pek uyanık küçük bir
şaşkınlık vardı ortada.Ben kimim? Masaya bakıyorum, deftere bakıyorum. Adım Lucien
Fleurier, ama bu bir addan
başka bir şey değil. Yutuyorum. Yutmuyorum. Bilmiyorum, bir anlamı
yok bunun.
Ben iyi bir öğrenciyim. Hayır. Görünüşte öyle: İyi bir öğrenci
çalışmayı sever. İyi notlar alıyorum, ama çalışmayı sevmiyorum. Artık bundan
nefret etmiyorum,
aklımı kaçırıyorum. Her şey beni çıldırtıyor. Hiçbir zaman bir
yönetici olamayacağım.
Sıkıntıyla düşündü: Peki, ama ne olacağım? Bir an geçti, yanağı
kaşındı, sol gözünü kırptı,
çünkü güneş gözüne giriyordu: Ben neyim, ben? Kendi üstüne
kıvrılmış, belirsiz, bu bulut
vardı. Ben! Uzağa baktı, kelime kafasının içinde çınlıyordu, sonra
köşeleri uzakta, sis içinde
yitip giden bir piramidin karanlık tepesi gibi bir şey
seçebiliyordu belki. Lucien ürperdi ve
elleri titriyordu: Bu ortada, diye düşündü, bu ortada! Bundan
eminim ben var değilim.
Sonraki aylar, Lucien çoklukla kendinden geçmeyi denedi, ama
başaramadı. Her gece düzenli
olarak dokuz saat uyuyordu, geri kalan zamanda capcanlıydı ve
gitgide daha şaşkındı:
Annesi babası hiç bu kadar iyi olmadığını söylüyorlardı. Kafasına
kendinde yönetici olma
niteliği bulunmadığı düşüncesi gelince kendini romantik buluyordu
ve ayışığı altında saatlerce
yürümek istiyordu canı. Ama annesi babası akşamları çıkmasına izin
vermiyorlardı.
Genellikle yatağına uzanıyor; ateşine bakıyordu: derece 37.5 ve
37.6'yı gösteriyordu.
Lucien, acı bir zevkle anne babasının onu iyi bulduklarını
düşünüyordu. Ben var değilim.
Gözlerini kapatıyor, kendini salıveriyordu: Varlık bir
yanılsamadır, madem ki varolmadığımı
biliyorum, kulaklarımı tıkamaktan, hiçbir şey düşünmemekten başka
yapacak bir şeyim yok
ve ben hiçleşmeliyim. Ama yanılsama dayatıyordu. Hiç olmazsa öteki
insanlara karşı,
bir sırra sahip olmanın pek kötücül üstünlüğü vardı onda: Garry,
sözgelişi, Lucien'den daha
fazla var olmuyordu. Ama hayranlarının arasında onu gürültüyle
hırıldarken görmek
yetiyordu: Kendi öz varlığına demir gibi kaskatı inandığı
hemencecik anlaşılıyordu. Bay
Fleurier de artık var değildi -ne Riri, ne kimse vardı- dünya
oyuncusuz bir güldürüydü.
`Ahlak ve Bilim' üzerine yazdığı bir ödevden 15 alan Lucien,
Yokluğun İncelenmesi diye bir
yazı yazmayı düşündü; bunu okuyunca insanların tıpkı alacakaranlık
vampirleri gibi birbiri ardı sıra kendi kendilerini yok edeceklerini hayal ediyordu.
İncelemesini yazmadan önce,
felsefe öğretmeni Şebek'in görüşünü almak istedi. Afedersiniz
efendim, dedi bir dersin sonunda, bizim varolmadığımız
savunulabilir mi? Maymun hayır, dedi. Düşünüyorum,
dedi, öyleyse varım. Madem ki varlığınızdan kuşkuya
kapılıyorsunuz, öyleyse varsınız.
Lucien ikna olmamıştı, ama yapıtını yazmaktan vazgeçti. Temmuzda,
gürültüsüzce
matematik bakaloryasını kazandı ve anne babasıyla birlikte
Ferolles'e gitti. Şaşkınlık bir türlü
peşini bırakmıyordu: Aksırmak isteği gibi bir şeydi bu.
Baba Bouligaud ölmüştü ve Bay Fleurier'nin işçilerinin düşünceleri
çok değişmişti. Şimdi
yüksek üret alıyorlar ve karıları ipek çoraplar giyiyorlardı.
Bayan Bouffardier, olup
bitenleri şaşkınlıkla Bayan Fleurier'ye anlatıyordu: Hizmetçim dün
kasapta küçük Ansiaum'u
gördüğünü söyledi bana. Hani şu kocanızın iyi işçilerinden birinin
kızı, annesi ölünce onunla
meşgul olmuştuk. Beaupertuis'nin bir tesviyecisiyle evlendi.
Güzel, yirmi franklık bir tavuk
ısmarlamış! Bir kibir, bir kibir! Hiçbir şeyi beğenmiyorlar! Bizim
nemiz varsa kendilerinin de
olsun istiyorlar. Şimdi, pazar günü, Lucien babasıyla küçük bir
gezinti yaparken işçiler onları
gördükleri zaman kasketlerine şöyle bir dokunarak selam
veriyorlardı ve hatta selam
vermemek için başka taraflardan geçenler vardı.
Bir gün, Lucien onu tanımamış gibi gözüken Bouligaud babanın
oğluyla karşılaştı. Lucien
biraz heyecanlandı, bir yönetici olduğunu göstermenin tam
sırasıydı. Jules Bouligaud'ya
sertçe baktı ve ona doğru ilerledi, elleri arkasındaydı. Ama
Bouligaud'da utanmış bir hal
yoktu. Boş gözlerle Lucien'e baktı ve ıslık çalarak geçti gitti.
Beni tanımadı, dedi kendi
kendine Lucien. Ama iyiden iyiye düş kırıklığına uğramıştı.
Sonraki günler, dünyanın bundan böyle var olmadığını düşündü.
Bayan Fleurier'nin küçük
tabancası, konsolunun sol çekmecesinde duruyordu. Kocası bunu ona
1914'te cepheye
gitmeden önce armağan etmişti. Lucien onu eline aldı, uzun süre
parmaklarının arasında
evirdi çevirdi: Bu, kabzası sedef kakmalı, namlusu altından olan
küçük bir mücevherdi. İnsan,
insanlara var olmadıklarını inandırmak için bir felsefe
incelemesine güvenemezdi. Bunun bir
eylem olması gerekiyordu, gerçekten öylesine umutsuz bir eylem ki
görüntüleri silsin
götürsündü ve dünyanın hiçliğini günışığında göstersindi.
Bir patlama, kan içinde genç bir beden halının üstünde, bir kağıda
yazılmış sözcükler:
Kendimi öldürüyorum, çünkü var değilim. Ve siz de, insan
kardeşlerim, hiçsiniz! İnsanlar
sabahleyin gazetelerini okuyacaklardı ve göreceklerdi: Bir genç
kendini öldürdü. Her biri
kendini fena halde karmakarışık hissedecekti ve kendi kendilerine
soracaklardı: Ya ben? Ben
var mıyım? Tarihte, Werther'in intihar haberinden beri ötekiler
arasında, buna benzer intihar
salgınları olduğu bilinirdi. Lucien fikir kurbanının yunancada
`tanık' anlamına geldiğini
düşündü.
Bir yönetici yaratmak için çok hevesliydi, ama bir fikir kurbanı
yaratmak için değildi.
Kısacası, sık sık annesinin odasına girdi; tabancaya bakıyor ve
can çekişir gibi oluyordu.
Kabzayı parmaklarının arasında kuvvetle sıkarak altın namluyu
ısırdığı da oluyordu. Geri
kalan zamanda neşeliydi, çünkü gerçek yöneticilerin intihar
kışkırtısını tanımış olduklarını
düşünüyordu. Sözgelişi, Napoleon Lucien, umutsuzluğun sonuna
vardığını kendinden
gizlemeye çalışıyordu, ama tavlanmış bir ruhla bu bunalımdan
çıkacağını umuyordu ve ilgiyle
Sainte-Helene Anıları'nı okudu. Bununla birlikte bir kesinliğe
varmak gerekiyordu: Lucien 30
Ekimi kararsızlığının son günü olarak saptadı. Son günler çok
üzücü oldular: bunalım
kurtarıcıydı, ama Lucien öyle bir gerilimle zorluyordu ki kendini,
günün birinde camdan
yapılma bir şey gibi kırılacağından korkuyordu.
Artık tabancaya dokunmaya cesaret etmiyordu; çekmeceyi açmakla
yetiniyordu, annesinin
kombinezonlarını birazcık kaldırıyor, uzun uzun kendi başına pembe
ipeğin içinde gömülü
oturan bu küçük soğuk, inatçı devi seyrediyordu. Bununla birlikte
yaşamayı kabul ettiğinden
canlı bir hayal kırıklığı duydu ve kendini işe yaramaz olarak
gördü. Ama okullar açılınca bir
yığın kaygıyla doldu içi: anne babası onu yüksek okul için
hazırlık derslerini izlesin diye
Saint-Louis Lisesine gönderdiler. Armasıyla birlikte kırmızı zıhı
olan güzel bir kasketi vardı ve şarkı söylüyordu:
Makineleri yürüten pistondur.
Vagonları yürüten pistondur...
`Piston'un bu yeni saygınlığı, Lucien'in içini gururla
dolduruyordu; sonra sınıfı da ötekilere
benzemiyordu. Bir geleneği ve bir tören düzeni vardı; bu bir
güçtü. Sözgelişi, Fransızca
derslerinde zil çalmadan bir çeyrek saat önce bir sesin: Bir
Harbiyeli nedir? diye sorması
adetti, herkes yavaşça: Bir aptaldır! diye karşılık veriyordu.
Bunun üstüne ses yeniden: Bir
tarımcı nedir? diye soruyordu, bu kez daha kuvvetli: Bir aptaldır!
diye karşılık veriyorlardı.
O zaman, hemen hemen gözleri hiç görmeyen ve kara bir gözlük takan
Bay Bethune bıkkınlıkla: Rica ederim, baylar! diyordu. Birkaç dakikalık kesin
bir sessizlik oluyordu ve öğrenciler birbirlerine anlamlı gülümsemelerle bakıyorlardı, sonra
biri bağırıyordu: Bir
piston nedir? ve hepsi birden bağırıyorlardı: Koskocaman biridir!
Bu zamanlarda Lucien
kendini kışkırtılmış hissediyordu.
Akşam, bütün olup bitenleri bir bir anne babasına anlatıyordu.
Bütün sınıf dalga geçmeye
başladı, ya da bütün sınıf Meyrinez'yi dörtlükler yapmaya karar
verdi, derken, sözcükler,
sanki alkol yudumlamış gibi, ağzını ısıtıyordu. Bununla birlikte
ilk aylar pek zor geçti.
Lucien, matematikten ve fizikten geriydi, arkadaşları da pek cana
yakın kişiler değillerdi.
Bunlar bursluydular, kötü davranan, inek ve pis öğrencilerdi. Bir
tanecik bile yok, dedi
babasına, bir tanecik bile kendime arkadaş yapacak adam yok.
Burslular, dedi dalgın
dalgın, Bay Fleurier, okumuş seçkin kişilerdir; bununla birlikte
kötü yöneticiler olurlar. Dur
durak bilmezler. Lucien `kötü yöneticiler'den söz edildiğini
duyunca yüreğinde hoş olmayan
bir sıkıntı duydu ve sonraki haftalarda kendini öldürmeyi düşündü
yeniden; ama tatildeki
heyecan değildi şimdi duyduğu.
Ocak ayında Berliac adlı bir yeni öğrenci bütün sınıfı kırdı
geçirdi: Son moda yeşil ya da
açık mor renk kemerli ceketler giyiyordu, küçük yuvarlak
yakalıydı, terzilerdeki resimlerde
görüldüğü gibi pantolonlar giyiyordu, o kadar dardılar ki insan
onları nasıl giydiğine
şaşırıyordu. Hemen matematikte sınıfın sonuncusu oldu. Deli
oluyorum, diye söylendi,
ben bir edebiyatçıyım, beni gebertmek için matematik okutuyorlar.
Bir ayın sonunda
herkesi baştan çıkarmıştı. Kaçak sigaralar dağıtıyordu; pek çok
kadınla tanıştığını söyledi
çocuklara ve kadınların ona yolladıkları mektupları gösterdi.
Bütün sınıf bunun parlak çocuk
olduğuna ve onunla iyi geçinmek gerektiğine karar verdi. Lucien
onun inceliğine ve
tavırlarına bayılıyordu, ama Berliac, Lucien'e alçakgönüllülükle
davranıyor, ona Zengin
çocuğu diyordu. Her şey bir yana, dedi Lucien günün birinde,
yoksul çocuğu olsam daha
iyi olurdu! Berliac, güldü, Sen küçük bir edepsizsin! dedi ona ve
ertesi gün ona şiirlerinden
birini okuttu: Caruso her akşam çiğ gözler yutuyordu, bunun
dışında deve gibi kanaatkardı.
Bir kadın evdekilerin gözlerinden bir demet çiçek yaptı ve sahneye
attı onu. Bu örnek
hareket karşısında başını eğdi herkes. Ama unutmayın ki otuz yedi
dakika sürdü onun
görkemli çağı: Tamı tamına ilk bravodan operanın büyük avizesinin
sönmesine kadar (sonuç
olarak kadının kocasını, birçok yarışmalarda ödül almış,
gözlerinin pembe çukurlarını iki
savaş nişanıyla kapatmış kocasını keyfince gütmesi gerekiyordu.)
Şunu iyice not ediniz:
konserve halinde fazlaca insan eti yiyenlerden aramızdakilerin
hepsi iskorpit hastalığından
telef olacaklardır. Çok güzel, dedi Lucien, sarsılmıştı. Bunları
yeni bir yolla elde
ediyorum, dedi rahatlıkla Berliac, buna otomatik yazı diyorlar!
Bundan bir süre sonra,
korkunç bir kendini öldürme isteği duydu Lucien ve Berliac'tan
akıl danışmaya karar verdi.
Ne yapmalıyım? diye sordu durumunu göz önüne serdikten sonra.
Berliac onu dikkatle
dinlemişti; parmaklarını emmek adetiydi, sonra da yüzündeki
sivilcelere tükürüğünü sürerdi,
öyle ki yüzü yağmurdan sonra bir yol gibi yer yer parlıyordu.
Dilediğin gibi yap, dedi
sonunda, bir önemi yok bunun. Bir an düşündü ve sözcüklerin üstüne
basa basa ekledi: Hiçbir şeyin asla önemi yoktur. Lucien'in biraz
canı sıkıldı, ama Berliac'ın çok sarsıldığını,
kendisini bir dahaki perşembe günü eve çağırdığı zaman anladı
Lucien. Bayan Berliac pek
sevimliydi, yüzünde et benleri ve sol yanağında şarap tortusu
renginde bir leke vardı.
Görüyorsun, dedi Berliac, asıl savaş kurbanları bizleriz.
Lucien'in düşüncesi de tam
buydu ve her ikisi de kurban edilmiş bir kuşaktan oldukları
konusunda anlaştılar.
Akşam oluyordu, Berliac ellerini ensesinin altında kenetlemiş,
yatağına yatmıştı. İngiliz
sigaraları içtiler, gramofonda plak çaldılar; Lucien, Sophie
Tucker ve Al Johnson'ın sesini
işitti. Hüzünlendiler ve Lucien, Berliac'ın kendisinin en iyi
arkadaşı olduğunu düşündü.
Berliac ona psikanalizi bilip bilmediğini sordu; sesi ciddiydi,
Lucien'e ciddiyetle bakıyordu.
On beş yaşıma kadar annemi arzuladım, diye ona itiraf etti. Lucien
kendini rahatsız hissetti,
kızarmaktan korkuyordu; sonra Bayan Berliac'ın benleri aklına
geliyor, insanın böyle bir
kadını arzulayabileceğini pek anlayamıyordu.
Bununla birlikte kadın onlara kahvaltı getirmek için içeri girince
Lucien allak bullak oldu ve
kadının giydiği sarı kazağın altından göğsünü keşfetmek için
çabaladı. Kadın çıkınca Berliac
kendinden emin birinin sesiyle: Doğal bir şey bu, sen de annenle
yatmak istemişsindir, dedi.
Sorgulamıyordu, doğruluyordu. Lucien omuz silkti: Doğal bir şey,
dedi. Ertesi gün
kaygılıydı, Berliac'ın konuşmalarını sağda solda
tekrarlayacağından korktu. Ama çabuk
rahatladı: Her şey bir yana, diye düşündü, benden daha çok kendi
kendine saygısı vardı.
Onların sırlarını gizleyen bilimsel oyun Lucien'i pek sarmıştı ve
sonraki perşembe Sainte
Genevieve kitaplığında düşler konusunda Freud'un bir yapıtını
okudu. Bu ona birçok şeyi
açıkladı.
Yollarda aylak aylak yürüyerek Demek ki buymuş,
diye kendi kendine tekrar ediyordu
Lucien, demek ki buymuş! Sonunda Psikanalize Giriş'i ve Günlük
Yaşayışın
Psikopatalojisi'ni aldı, her şey apaydınlık oldu onun için. Bu
acayip var olmamak izlenimi,
bilincinde uzun süre kalan bu boşluk, dalgınlıkları, sıkıntıları,
kendini tanımak için boşa
harcanan çabalar, ki bütün bunlar ancak bir sis perdesiyle
karşılaşıyorlardı... Kör şeytan,
diye düşündü, benim bir kompleksim var. Berliac'a çocukluğunda
uyurgezer olduğunu
düşündüğünü, nasıl nesneleri bütünüyle gerçek olarak göremediğini
anlattı: Bende, dedi;
çok gizlilerde kalmış bir kompleks var. Tam benim gibi, dedi
Berliac. Bizde aile
kompleksleri var! Gördükleri düşleri en ince ayrıntılarına
varıncaya kadar yorumlamayı adet
edindiler. Berliac her zaman öylesine hikayeler anlatıyordu ki
Lucien bazılarını onun
uydurduğunu ya da hiç olmazsa onları süslediğini sanıyordu. Ama
çok iyi anlaşıyorlardı ve en
ince konulara nesnellikle yaklaşıyorlardı.
Birbirlerine, çevrelerindekileri aldatmak için gülümseyen bir yüz
takındıklarını, ama aslında
korkunç bir biçimde altüst olduklarını itiraf ettiler. Lucien,
kaygılarından kurtulmuştu.
Psikanalizin üstüne açgözlülükle atılmıştı, çünkü kendisine uygun
düşenin bu olduğunu
anlamıştı; şimdi kendini daha sağlam hissediyordu; tasalanmaya ve
bilincinde kişiliğinin
belirgin açığa çıkışlarını durmadan aramak zorunda kalmaya artık
ihtiyacı yoktu. Gerçek
Lucien, bilinçaltında derin bir yere kaçıp gizlenmişti; onu
görmeden düşlemek gerekiyordu,
tıpkı var olmayan bir beden gibi. Lucien bütün gün komplekslerini
düşünüyor, bilincinin
sisleri altında kıpırdayan karanlık, acayip ve şiddetli dünyayı
sağlam bir güvenle düşlüyordu.
Anlıyorsun, diyordu Berliac'a, görünüşte ben uyuşuk ve kayıtsız
bir oğlanım, kimse
umurumda değil. İçte de böyle, biliyorsun, kendimi böylesine
salıvermem gerekti.
Ama bunun bir başka şey olduğunu da pekala biliyordum. Her zaman
bir başka şey
vardır, diye karşılık veriyordu Berliac. Gururla birbirlerine
gülümsüyorlardı. Lucien, Sis
Açılacağı Zaman diye ad koyduğu bir şiir yazdı ve Berliac şiiri
eşsiz buldu, ama kurallara
uygun dizeler yazmış olduğundan ötürü Lucien'e sitem etti. Hemen
şiiri ezberlediler ve
libidolarından söz etmek istedikleri zaman şöyle diyorlardı:
Yayılmış büyük çağanozlar sisin
örtüsü altında, sonra, yalnızca göz kırparak `çağanozlar'. Ama
belli bir süre sonra, Lucien,
yalnızken ve özellikle geceleri, bütün bu olup bitenleri biraz
korkutucu buldu. Annesinin
yüzüne bakmaya artık cesaret edemiyordu ve yatmaya gitmeden önce
onu öptüğü zaman
karanlık bir gücün öpüşünün yolunu saptıracağından, onu Bayan
Fleurier'nin dudaklarına
doğru iteceğinden korkuyordu, sanki bu içinde bir yanardağ taşımak
gibi bir şeydi. Keşfetmiş
olduğu karanlık ve gösterişli ruhunu zorlamamak için kendini
kendinden sakınıyordu. Şimdi
onu ne pahasına olursa olsun tanıyordu ve ondaki tehlikeli
uyanışlardan korkuyordu.
Kendimden korkuyorum, diyordu kendi kendine. Altı aydan beri kendi
başına yaptığı
çalışmalardan vazgeçmişti, çünkü canını sıkıyordu onlar ve bir
yığın çalışacak şeyi vardı, ama
o ötekilerle uğraşıyordu. Herkesin kendi eğilimiyle uğraşması
gerekiyordu, Freud'un kitapları,
alışkanlıklarıyla birdenbire aralarındaki ilişki kopmuş olduğundan
sinir hastalığına
yakalanmış bahtsız gençlerin hikayeleriyle doluydu. Biz de deli
olmak üzere miyiz? diye
soruyordu Berliac'a. Ve bazı perşembeler, kendilerini bir tuhaf hissediyorlardı. Yarı gölge,
Berliac'ın odasını sinsice doldurmuştu, paket paket afyonlu
sigaralar içmişlerdi, elleri
titriyordu. Sonra biri, tek bir söz söylemeden kalktı, sessiz
adımlarla kapıya kadar gitti,
elektrik düğmesini çevirdi. Sarı bir ışık odayı kaplıyor,
birbirlerine güvensizlikle bakıyorlardı.
Lucien, Berliac'la olan dostluklarının bir yanlışlık üstüne
kurulduğunu fark etmekte
gecikmedi; şurası kesin ki hiç kimse onun kadar Oedipus
kompleksinin coşkulu güzelliğine
karşı duyarlı değildi, ama burada, daha başka uçlara doğru
yönelmesini dilediği bir tutku
gücünün işaretini görüyordu. Berliac, bunun karşıtı, durumundan
hoşnut gibi gözüküyordu,
bu durumdan çıkmak da istemiyordu. Biz gümbürtüye gitmiş
insanlarız, diyordu gururla,
biz rate'yiz. Hiçbir işe yaramayacağız. Hiçbir işe, diye karşılık
veriyordu Lucien, yankı
gibi. Paskalya tatili dönüşünde Berliac, Dipon'da bir otelde
annesiyle aynı odada kaldıklarını
anlattı ona: Sabah erkenden kalkmıştı, annesinin daha uyuduğu
yatağa yaklaşmıştı ve
yavaşçacık örtüyü açmıştı. Geceliği sıyrılmıştı, dedi alay ederek.
Bu sözcükleri duyunca Lucien, Berliac'ı aşağılamaktan kendini
alamadı ve kendini
yapayalnız hissetti. Kompleksleri olmak iyiydi, ama zamanında
onların hesabını görmek
gerekiyordu. Bir insan nasıl sorumluluklar yüklenebilirdi, nasıl
yöneticilik yapardı içinde
çocuksu bir cinsellik varsa? Lucien birdenbire kendi kendinden
ciddi ciddi kaygılanmaya
başladı. Aklı başında bir adama danışmak isterdi, ama kime
başvuracağını bilmiyordu.
Berliac ona, psikanalizde derinleşmiş ve kendi
üzerinde büyük bir etkisi olduğu sezilen
Bergere adlı bir gerçeküstücüden sık sık söz ediyordu. Ama hiçbir
zaman onu Lucien'le
tanıştırmaya yanaşmamıştı. Lucien büyük bir hayal kırıklığına
uğramıştı, çünkü Berliac'a
kadınları elde etme konusunda da güvenmişti. Güzel bir kadına
sahip olmak, doğal olarak
düşüncelerinin akışını da değiştirdi, diye düşünüyordu. Ama
Berliac güzel kadın dostlarından
hiç söz etmiyordu.
Bazı bazı bulvarda dolaşıyorlar, kadınların peşine takılıyorlardı,
ama onlarla konuşmaya
cesaret edemiyorlardı: Neylersin, babalık, diyordu Berliac, biz
hoşa giden cinsten değiliz
demek ki. Kadınlar bizde onları ürküten birşeyler hissediyorlar.
Lucien karşılık vermiyordu.
Berliac onu sinirlendirmeye başlıyordu. Çoğu kez Lucien'in anne ve
babası için çok kötü
şakalar yapıyordu, onlara Bay ve Bayan Dumollet (Baldır) diyordu.
Lucien, bir
gerçeküstücünün genellikle kentsoyluluğu aşağıladığını çok iyi
anlıyordu, ama Berliac, ona
karşı dostça ve güvenle davranan Bayan Fleurier tarafından eve çok
kereler çağrılmıştı.
Minnettarlık bir yana, kadına karşı böyle konuşmaktan ufacık bir
kibar davranma kaygısı onu
engellemiş olacaktı. Sonra Berliac'ın ödünç aldığı parayı geri
vermemek gibi bir de kötü huyu
vardı.
Otobüste hep parasız olurdu, onun parasını vermek gerekirdi,
kahvelerde beş kere Lucien
öderse ancak bir kere öteki öderdi parayı. Lucien bunu ona günün
birinde açıkça söyledi,
böylesini anlamıyordu, arkadaşlar arasında, dışarı çıkıldı mı her
şey ortaklaşa olmalıydı.
Berliac anlamlı anlamlı baktı ve ona: Ben kuşkulanıyorum, sen bir
anal'sın, dedi, Freud'cu
ilişkilerin açıklamasını yaptı: insan dışkısı-altın ve cimriliğin
Freud'cu kuramı. Şunu
öğrenmek isterim, dedi, kaç yaşına kadar annen sildi altını? Az
kaldı araları açılıyordu.Mayıs ayının başlangıcından sonra okulu asmaya başladı Berliac.
Lucien onu dersten sonra,
Crucufıx vermutları içtikleri Petits-Champs Sokağındaki bir barda
bulmaya gidiyordu. Bir salı
öğleden sonra Lucien, Berliac'ı boş bir şişenin başında otururken
buldu. Sen misin, dedi
Berliac, dinle, benim saat beşte dişçide olmam gerek. Beni bekle,
köşe başında oturuyor,
yarım saatte bitiririm işimi. O.K., diye karşılık verdi Lucien,
bir iskemleye çökerek,
François bana beyaz vermut ver. Bu sırada bir adam girdi içeri ve
onları görünce şaşırarak
gülümsedi. Berliac kızardı ve birden kalkıverdi.
Kim olabilir? diye sordu kendi kendine Lucien. Berliac yabancının
elini sıkarken Lucien'i
gizlemeye çabalamıştı. Alçak sesle ve hızlı hızlı konuşuyordu,
öteki açık seçik karşılık verdi:
Ama hayır, küçüğüm, değil, sen bir soytarıdan başka bir şey
olmayacaksın. Aynı anda
ayaklarının ucunda yükselerek ve Berliac'ın başının üstünden
Lucien'e baktı, sakin bir güven
içindeydi. Otuz beş yaşlarında olabilirdi; solgun bir yüzü ve
muhteşem beyaz saçları vardı:
Bu muhakkak Bergere'dir, diye düşündü Lucien yüreği çarparak, ne
yakışıklı adam!Berliac, utangaç, ama etkili bir hareketle beyaz saçlı adamı
dirseğinden tuttu:
-Benimle gelin, dedi, dişçiye gidiyorum, iki adımlık yer.
-İyi, ama bir arkadaşlaydın, galiba, diye karşılık verdi öteki
gözlerini Lucien'den ayırmadan,
bizi tanıştırman gerekir.
Lucien gülümseyerek kalktı. Tuzak! diye düşündü. Yanakları ateş
gibiydi. Berliac'ın
boynu omuzlarının içine gömüldü ve Lucien bir an için onun itiraz
edeceğini sandı. Haydi
öyleyse, beni tanıt, dedi neşeli bir sesle. Ama konuşur konuşmaz
şakaklarına kan hücum etti,
yerin dibine girmek istemiş olmalıydı. Berliac yüz geri döndü ve
kimseye bakmadan
mırıldandı:
-Lucien Fleurier, liseden arkadaşım, Bay Achille Bergere.
-Beyefendi, yapıtlarınıza hayranım, dedi Lucien, zayıf bir sesle.
Bergere onun elini uzun
ince elleriyle tuttu ve onu oturmaya zorladı. Bir sessizlik oldu.
Bergere, Lucien'i yumuşak
sıcak bir bakışla sarmaladı. Hep elini tutuyordu:
-Kaygılı mısınız? diye sordu tatlılıkla.
Lucien sesini yumuşattı ve Bergere'e kararlı bir bakışla baktı:
-Kaygılıyım! diye karşılık verdi açık açık. Ona
öyle geliyordu ki bir giriş sınavıyla karşı
karşıyaydı. Berliac bir an duraksadı sonra şapkasını masanın
üstüne atarak öfkeyle
yerine oturuverdi. Lucien, Bergere'e kendi intihar etme eğilimini
anlatmak isteğiyle yanıp
tutuşuyordu. Bu, kendisiyle hiç özenip bezenilmeden ve olduğu gibi
konuşulması gereken
biriydi. Berliac nedeniyle hiçbir şey söylemeye cesaret edemedi,
Berliac'tan nefret ediyordu.
-Rakınız var mı? diye sordu garsona Bergere.
-Hayır, yoktur, dedi Berliac aceleyle, burası küçücük sevimli bir
yer, ama vermuttan başka
içecek bir şey yok.
-Şu yukarıda sürahinin içindeki sarı şey nedir? diye sordu Bergere,
yumuşaklık dolu bir
rahatlıkla.
-O beyaz Crucifix, dedi garson.
-İyi öyleyse, bana ondan ver.
Berliac iskemlesinde kıpırdanıyordu: dostlarıyla övünmek zevkiyle
Lucien'i masrafa sokmak
korkusu arasında kalmışa benziyordu. Sonunda tasalı ve gururlu bir
sesle söylendi:
-Kendini öldürmek istedi.
-Neden olmasın! dedi Bergere, bunu umarım.
Yeni bir sessizlik oldu: Lucien alçakgönüllü bir tavırla yere
indirmişti gözlerini, ama kendi
kendine Berliac'ın gidip gitmeyeceğini soruyordu. Bergere birden
saatine baktı.
-Dişçi ne oldu? diye sordu. Berliac istemeyerek kalktı.
-Benimle gel, Bergere, diye rica etti, iki adımlık yer.
-Niye canım, nasıl olsa geri döneceksin. Arkadaşının yanında
kalayım.
Berliac bir an durdu, bir bu ayağının bir ötekinin üstünde
sıçrıyordu.
-Haydi git, dedi Bergere, hükmedici bir sesle, bizi burada
bulursun. Berliac gidince Bergere
kalktı, teklifsizce Lucien'ın yanına oturdu.
Lucien ona uzun uzun intiharını, annesini arzulamış olduğunu ve
bir sadikoanal olduğunu,
aslında hiçbir şeyi sevmediğini, her şeyin ona gülünç geldiğini
anlattı. Bergere ona derin derin
bakarak tek bir söz söylemeden dinliyordu onu. Lucien anlaşılmış
olmayı tadına doyulmaz bir
şey olarak görüyordu. Bitirdiği zaman Bergere teklifsizce kolunu
onun omzuna attı ve Lucien
bir limon kolonyası ve İngiliz tütünü kokusu duydu.
-Biliyor musun Lucien, sizin durumunuza ne ad verilir?
Lucien, Bergere'e umutla baktı, umutsuz değildi.
-Ben buna, dedi Bergere, karmaşa diyorum. Karmaşa: sözcük yumuşak
ve ak, tıpkı ayışığı
gibi başlamıştı, ama o son `şa' da bir borunun bakırsı sesi vardı.
-Karmaşa... dedi Lucien.
Tıpkı Riri'ye uyurgezer olduğunu söylediği zamanki gibi kendini
kötü ve kaygılı hissetti. Bar
karanlıkçaydı, ama kapı, sokağa, ilkbaharın kumral ışıklı sisine
ardına kadar açılıyordu.
Bergere'den yayılan hoş koku içinde Lucien kırmızı şarap ve ıslak
tahta kokusundan oluşan,
karanlıkça salonun ağır kokusunu duyuyordu. Karmaşa... diye
düşündü, ne yapıp ne
etmeliyim?
Ama yeni bir hastalığın ya da bir saygınlığın
açıklanıp açıklanmadığını pek bilemiyordu.
Gözlerinin pek yakınında Bergere'in, altın bir dişin parıltısını
durmadan örten ve ortaya
çıkartan dudaklarını görüyordu.
-Karmaşa içinde olan yaratıkları severim, diyordu Bergere; sizi
olağanüstü talihli
buluyorum. Çünkü bu size sunulmuş. Bütün bu domuzları görüyor
musunuz? Kendilerine yer
edip oturmuşlar.
Onları kırmızı karıncalara vermeli, biraz tedirgin olsunlar diye.
Bilir misiniz bu akıllı
hayvancıklar ne yaparlar?
-İnsan yerler, dedi Lucien.
-Evet, insanın etini iskeletinden sıyırırlar.
-Bilirim, dedi Lucien. Arkasından ekledi: Ya ben? Benim ne yapmam
gerekir?
-Hiç, Tanrı aşkına, dedi Bergere, gülünç bir korkuyla. Özellikle
oturup kalmayın. Oturulursa
hiç olmazsa, dedi gülerek, bu bir kazığın üstüne olsun, Rimbaud'yu
okudunuz mu?
-Yooo, dedi Lucien.
-Size Illuminations'u vereceğim. Dinleyin, yeniden görüşmemiz
gerekir. Perşembe günü boşsanız saat üçe doğru bana gelin, Montparnasse'da, Campagne-Premiere
Sokağında 9
numarada oturuyorum.
Sonraki perşembe Lucien, Bergere'e gitti ve mayıs ayının hemen
hemen her günü ona
uğradı. Berliac'a haftada bir kere görüştüklerini söylemeyi uygun
bulmuşlardı, çünkü onu
üzmemek için her şeyden kaçınarak onunla ilişkilerinde açık olmak
istiyorlardı. Berliac tam
anlamıyla yer değiştirmiş gözüküyordu. Lucien'e alay ederek: Ne
muhabbet, ha? O sana
kaygı numarası çekti, sen de ona intihar; ne numara be! demişti.
Lucien karşı çıktı: Benim
intiharımdan ilk söz eden sen oldun; hatırlatırım, dedi kızararak.
O! dedi Berliac,
senin bunu söylemen gerekirdi, benim yaptığım yalnızca seni
utançtan kurtarmak içindi.
Buluşmalarını seyrekleştirdiler.
Onda hoşuma giden şey, dedi bir gün Lucien, Bergere'e, sizden
aldıklarıydı, şimdi bunu
anlıyorum. Berliac bir maymundur, dedi Bergere gülerek. Beni ona
çeken hep buydu.
Biliyor musunuz, ana tarafından büyükannesi Yahudidir? Bu birçok
şeyi açıklar.
Gerçekten, dedi Lucien. Bir süre sonra ekledi: Aslında hoş
biridir. Bergere'in
apartmanında her yan gülünç ve acayip şeylerle doluydu: boyalı
tahtadan yapılma kadın
bacakları üstünde duran kırmızı ipekli sandalyelerin minderleri,
küçük Zenci heykelleri,
demirden yapılma, üstü dikenli bir bekaret kemeri, içine küçük
kaşıklar batırılmış alçıdan
yapılma kadın göğüsleri, masanın üstünde bronzdan yapılma
koskocaman bir bit ve kağıt
uçurmaz işi gören ve Mirtra Mezarlığından aşırılmış bir keşiş
kafatası. Duvarlar gerçeküstücü
Bergere'in öldüğünü bildiren ve cenaze törenine çağıran
davetiyelerle kaplıydı. Her şeye
karşılık, apartman rahat ve akıllıca döşenmiş izlenimi veriyordu
ve Lucien oturma odasının
divanına uzanıp yatmayı seviyordu. Özellikle onu şaşırtan şey
Bergere tarafından bir rafın
üstüne yığılmış olan ıvır zıvır ve gülünç şeylerin çokluğuydu:
aksırık tozu, kaşıntı tüyü, kadın
çorabı lastiği, şeytan boku, yapay buz, yapay kesmeşeker. Bergere,
konuşurken, şeytan
bokunu eline alıyor, önemseyerek inceliyordu: Bu ıvır zıvırın
devrimci bir değeri vardır,
tedirgin ederler. Lenin'in bütün yapıtlarından daha fazla bir
yıkıcı güç vardır bunlarda.
Lucien, şaşkın ve hayran, bir çukur gözlü bu fırtınalı güzel yüze
ve bir kusursuzca taklit
edilmiş dışkıyı özenle tutan ince parmaklara bakıyordu. Bergere
ona sık sık Rimbaud'dan ve
bütün duyguların sistematik düzensizliğinden söz ediyordu.
Concorde Alanından geçerken
isteyerek ve bilinçle görebildiğiniz zaman bir Zenci kadını diz
çöküp dikilitaşı emmeye koyulmuş olarak görünce, kendinize dekoru
geberttiğinizi ve kurtulduğunu söyleyebilirsiniz.
Ona Illuminatinos'u Maldoror'un Şarkıları'nı ve Marki de Sade'ın
kitaplarını verdi. Lucien
anlamak için işi ciddi tutuyordu, ama pek çok şeyi yakalayamıyordu
ve şaşırmıştı, çünkü
Rimbaud oğlancıydı. Bunu, Bergere'e söyledi; Bergere katıla katıla
gülerek Niçin şaştın,
dostum? dedi. Lucien çok sıkılmıştı.
Kızardı ve bir dakika süresince vargücüyle Bergere'den nefret
etti; ama kendine hakim oldu,
başını kaldırdı ve alabildiğine açıkyüreklilikle: Aptallık ettim,
dedi. Bergere onun saçlarını
okşadı, duygulanmışa benziyordu: Bu şaşkınlık dolu iri gözler,
dedi, bu maral gözleri...
Evet, Lucien, aptallık ettiniz. Rimbaud'nun oğlancılığı;
duyarlığının ilk ve dahice
kargaşasıdır. Bu şiirleri ona borçluyuz. Cinsel isteğin kendine
özgü nesneleri olduğuna ve
kadınlar demek olan bu nesnelere inanmalı, çünkü onların
bacaklarının arasında bir delik
vardır, durmuş oturmuşların çirkin ve iradeli yanılgısıdır bu.
Bak! Masasından bir düzine
kadar sararmış resim çıkardı ve onları Lucien'in kucağına attı.
Lucien, dişleri dökülmüş
ağızlarıyla gülen, bacaklarını dudak gibi ayıran ve oyluklarının
arasından yosunlu bir dil gibi
bir şey gösteren korkunç orospular gördü.
Bou-Saada'da üç franklık koleksiyonum vardı, dedi. Bergere. Bu
kadınlara arkadan
yaklaşsanız bile iyi aile çocuğusunuzdur ve herkes de erkekçe
hayat yaşadığınızı söyler.
Çünkü bunlar kadındır, anlıyor musunuz? Ama yapılacak ilk iş her
şeyin cinsel zevk nesnesi
olabileceğine kendinizi inandırmanız olduğunu söyleyeceğim, bir
dikiş makinesi, bir deney
kabı, bir at ya da bir terlik gibi. Ben, dedi gülerek, sineklerle
aşk yaptım, ördeklerle yatan
bir deniz piyadesi tanıdım. Başlarını çekmeceye sokuyordu,
ayaklarından sıkıca tutuyordu
ve haydi yallah! Bergere, dalgın dalgın Lucien'in kulağını sıktı
ve sözünü bitirdi: Ördek bu
yüzden ölünce tabur da onu yiyordu.
Lucien bu konuşmalardan kafası kazan gibi çıkıyor, Bergee'in bir
dahi olduğunu
düşünüyordu, ama geceleri ter içinde, kafasının içi ürkünç ve açık
saçık görüntülerle dolu
uyanıyordu ve Bergere'in onun üstünde iyi bir etkisi olup
olmadığını soruyordu kendi
kendine: Yalnız olmak! diye ellerini ovuşturarak inliyordu, akıl
danışacak kimsesi
olmamak, doğru yolda mıyım, değil miyim bana söyleyecek birisi!
Sonuna kadar gidiyorsa,
bütün duygularının karmaşasını yaşıyorsa yolunu yitirmesine ve
boğulmasına kıl payı
kalmıyor muydu acaba? Bir gün Bergere ona uzun uzun Andre
Breton'dan söz etmişti, Lucien
uykuda gibi mırıldandı: Evet, ama nasıl, bundan sonra, nasıl
geriye dönebilirim? Bergere
şaşırdı: Geriye mi dönmek? Kim söz etti sana geriye dönmekten?
Delirsen daha iyi. Sonra,
Rimbaud'nun dediği gibi, öteki ürkütücü işçiler gelecekler.
Düşündüğüm iyidir, diye
mırıldandı Lucien kederli kederli. Bu uzun tartışmaların
Bergere'in dileğinin tam karşıtı bir
sonuç verdiğini fark etmişti: Lucien ne zaman istemeden ince bir
duyum, özgün bir izlenim
yaşamaya kalkışsa bir titremedir alıyordu onu: Başlıyor, diye
düşünüyordu: En bayağı ve en
kaba saba yaşantılardan başkasını yaşamamayı gönülden isteyecekti.
Kendini ancak
akşamleyin annesi ve babasıyla bir aradayken rahat hissediyordu:
bu onun sığınağıydı.
Briand'an, Almanların kötü niyetinden değerinden söz ediyorlardı.
Lucien onlarla tatlı tatlı
gündelik, sıradan söyleşiler yapıyordu. Bir gün, Bergere'den
ayrıldıktan sonra odasına girdiği
zaman makineleşmiş gibi kapıyı anahtarla kapadı ve sürgüyü çekti.
Yaptığı hareketin
farkına varınca kendini gülmekten alamadı, ama gece uyuyamadı:
korktuğunu anlamakta
gecikmedi.
Yine de Bergere'in dünyasıyla yok yere dostluğunu kesmedi. O beni
büyülüyor, diyordu
kendi kendine. Bergere'in aralarında kurmayı becerdiği o sıkı fıkı
ve öylesine ince arkadaşlığa
çok değer veriyordu. Bergere erkekçe, neredeyse haşin bir havayı
elden bırakmaksızın
duygulandırmak ve giderek şefkatle Lucien'e yaklaşmak gücüne
sahipti. Sözgelişi kötü
giyindiğini homur homur söylenerek kravatını yeniden bağlıyor,
Kamboçya'dan gelme
altın bir tarakla saçlarını tarıyordu. Lucien'e onun kendi
bedenini keşfettiriyor, gençliğin
coşkulu, alımlı güzelliğini ona açıklıyordu: Siz Rimbaud'sunuz,
diyordu ona, Verlaine'i görmek için Paris'e geldiği zaman sizin
büyük elleriniz vardı onda da, sağlıklı köylü delikanlısının bu
kırmızı yüzü ve kumral genç kızı andıran bir dal gibi ince bedeni
vardı. Lucien'i yakasını açıp gömleğini aralamaya
zorluyordu ve onu, pek utanmış, olarak bir aynanın önüne götürüyor
ona kırmızı yanaklarının,
beyaz boynunun güzel uyumunu seyrettiriyordu; o sırada Lucien'in
kalçalarını eliyle hafifçe
okşuyor; kederli kederli ekliyordu: İnsan yirmi yaşında kendini
öldürmeli.
Şimdi sık sık Lucien, kendine aynalarda bakar olmuştu, sallıkla
dolu genç sevimliliğinden tat
almayı öğreniyordu. Ben Rimbaud'yum, diye düşündü, akşamleyin,
yumuşak hareketlerle
giysilerini çıkartırken, çok güzel bir çiçeğin acıklı ve kısa
hayatına sahip
olacağına inanmaya başlıyordu. Bu sıralarda, buna benzer
izlenimleri uzun süreler önce
duymuş gibi geliyordu ona ve saçma bir imge canlanıyordu
kafasında: kendini uzun mavi bir
giysi ve melek kanatlarıyla, bağış toplamak için yapılan bir
satışta çiçek dağıtırken,
küçükken görüyordu. Uzun bacaklarına bakıyordu. Benim yumuşak bir
tenim olduğu doğru
mu acaba? diye düşündü dalga geçerek. Bir keresinde de
dudaklarını, kolunda bileğinden
dirsek içine kadar uzanan küçük güzel mavi damar boyunca gezdirdi.
Bir gün Bergere'in evine girince hoş olmayan bir şeyle karşılaştı:
Berliac oradaydı; elindeki
bıçakla bir toprak topağı görünüşündeki karamsı bir şeyin
kabuklarını ayırmaya uğraşıyordu.
İki genç on günden beri birbirlerini görmemişlerdi, soğuk bir
tavırla el sıkıştılar. Bu
gördüğün şey, dedi Berliac, haşhaş. İki kat esmer tütün arasına bu
pipolara koyacağız bunu,
şaşırtıcı bir sonuç veriyor.
Senin için de var, diye ekledi. Teşekkürler, dedi Lucien, istemem.
Öteki ikisi gülmeye
başladılar. Berliac şeytanca diretti: Amma aptalsın dostum,
içeceksin, hoş olmadığını ileri
süremezsin. Ben sana hayır dedim! dedi Lucien. Berliac hiç
karşılık vermedi, üstten bakan
bir edayla gülümsedi Lucien, Bergere'in de güldüğünü gördü. Hızla
yere vurdu ayağını ve:
İstemiyorum, harap olmaya niyetim yok, sizi serseme çeviren şu
dalavereleri içmeyi
salakça buluyorum, dedi. Elinde olmadan kendini koyvermişti, ama
az önce söylediklerini ve
Bergere'in onun için ne düşüneceğini aklına getirence Berliac'ı
öldüresi geldi; gözleri yaşla
doldu. Sen bir kentsoylusun, dedi Berliac, omuz silkerek, yüzer
gibi gözüküyorsun, ama
ayağını dipten çekmekten ödün patlıyor. Uyuşturucuya alışmak
niyetinde değilim, dedi
Lucien, sakin bir sesle, bir başka kölelik bu, oysa ben bağımsız
kalmak istiyorum. Kendini
bağımlamaktan korkuyorsun desene, diye sertçe karşılık verdi
Berliac. Lucien, az daha
tokatı yapıştıracakken Bergere'in emredici sesini duydu: Bırak onu
Charles, diyordu.
Berliac'a, haklı olan o. Onun bağımlanmak korkusu, o bile
karmaşadan geliyor. Divana
uzanmış olarak ikisi içtiler ve bir Armenie kağıdı kokusu doldurdu
odayı. Lucien kırmızı
ipekten bir pufun üstüne oturmuş sessizce onları seyrediyordu. Bir
süre sonra Berliac başını
arkaya attı ve gözlerini baygın bir gülüşle kırpıştırdı.
Lucien ona hınçla bakıyordu ve kendini aşağılanmış hissediyordu.
Sonunda Berliac ayağa
kalktı, odadan sallantılı bir yürüyüşle çıktı: Dudaklarında hep o
uykulu ve arzulu gülüşün
tuhaflığı vardı. Bana bir pipo ver, dedi Lucien boğuk bir sesle.
Bergere gülmeye başladı.
Uğraşma, dedi: Berliac yüzünden yapma bunu. Şimdi ne halde
bilmiyorsun, değil mi?
Deli olacağım, dedi Lucien. Ee, peki, şimdi kusuyor, bunu bil,
dedi Bergere sakin sakin.
Haşhaşın ona yapacağı tek etki bu. Gerisi bir güldürüden başka bir
şey değil, ama ona birkaç
kez içirdim, çünkü beni şaşırtmak istiyor ve bu beni eğlendiriyor.
Ertesi gün Berliac liseye
geldi, Lucien'e tepeden bakarak, Trenlere biniyorsun, dedi, ama
garda kalanları özenle
seçiyorsun. Ama karşısındaki de konuştu: Sen düzenbazsın, dedi ona
Lucien, dün
banyoda ne yaptığını bilmiyorum sanıyorsun belki, değil mi? Kustun
dostum!
Berliac solgunlaştı. Bunu sana Bergere mi söyledi? Ya kim olsun
isterdin? Güzel, diye
kekeledi Berliac, ama Bergere'in yeni dostlar önünde eski
dostlarını harcayan bir adam olduğunu sanmıyordum. Lucien biraz
kaygılanmıştı:
Bergere'e kimseye bir şey söylemeyeceğine söz vermişti. Hadi canım
sen de, dedi, seni
harcamadı o, yalnızca bana işin böyle olmadığını göstermek istedi.
Ama Berliac sırtını
döndü, Lucien'in elini sıkmadan yürüdü gitti. Lucien, Bergere'le
yeniden buluştuğu zaman pek
rahat değildi. Berliac'a ne söylediniz? diye sordu Bergere, yan
tutmayan bir tavırla. Lucien,
karşılık vermeden başını öne eğdi: Ezilmişti. Ama birden
Bergere'in elini ensesinde hissetti:
Zararı yok, dostum.
Ne olursa olsun bitmesi gerekiyordu: Komedyenler uzun süre benimle
eğlenemezler.
Lucien biraz yüreklendi: Başını kaldırdı ve güldü: Ama ben de bir
komedyenim, dedi,
gözkapaklarını indirerek. Evet, ama sen, sevimlisin, diye karşılık
verdi Bergere, onu
kendine doğru çekerek. Lucien kendini bırakıverdi, kendini bir kız
gibi uysal hissediyordu
ve gözleri yaşlıydı. Bergere onu yanağından öptü, Benim küçük
güzel serserim, dedi.
Kardeşim benim, diyerek hafifçe kulağını ısırdı. Lucien, böyle
duygulu, böyle hoşgörülü bir
ağabeye sahip olmanın çok hoş bir şey olduğunu düşünüyordu.
Bay ve Bayan Fleurier, Lucien'in bu kadar sözünü
ettiği şu Bergere'i tanımak istediler ve onu
akşam yemeğine davet ettiler. Hiç bu kadar yakışıklı bir erkek
görmemiş olan Germaine'e
varıncaya kadar herkes onu çok canayakın buldu. Bay Fleurier,
Bergere'in dayısı olan General
Nizan'ı tanıyordu, uzun uzun ondan söz etti. Bayan Fleurier de
tatilde Bente-Cote'a
gitmek için Lucien'i Bergere'e emanet edeceğinden pek hoşnuttu.
Otomobille Rouen'a kadar gittiler, Lucien, katedrali ve belediyeyi
görmek istedi, ama
Bergere kesinlikle reddetti bunu: O süprüntüleri mi? dedi,
saygısızca. Sonunda Cordeliers
Sokağında bir geneleve gidip iki saatlerini geçirdiler ve Bergere
tuhaf bir havaya girdi:
Masanın altından Lucien'i diziyle dürterken bir yandan bütün
kızlara Küçükhanım,
diyordu; sonra onlardan biriyle yukarı çıkmaya kalktı, ama beş
dakika sonra aşağı
indi. Kirişi kıralım, diye fısıldadı, yoksa çıngar çıkacak.
Çarçabuk parayı ödeyip çıktılar.
Sokakta Bergere olup biteni anlattı: Bir avuç kaşıntı tozunu
yatağa atmak için kadının
arkasını dönmesinden yararlanmış, sonra iktidarsız olduğunu
söyleyip aşağı inmiş. Lucien iki
viski içmişti, biraz kafayı bulmuştu, Metz Topçusu'nu ve De
Profundis Morpionubus'u
söyledi, Bergere'in hem ağırbaşlı, hem de haylaz olmasına hayran
oluyordu. Bir tek oda
tuttum sadece, dedi Bergere otele geldiklerinde. Ama büyük bir
banyosu var. Lucien
şaşırmadı: yolculuk boyunca Bergere'le birlikte aynı odayı
paylaşacağını şöyle bir
düşünmüştü, ama bu düşünce üstünde uzun süre durmamıştı.
Şimdi artık geri adım atamazdı; durumu biraz iğrenç buluyordu,
özellikle ayakları temiz
değildi. Valizler yukarı çıkarken, Bergere'in ona: Pek kirlisin,
örtüleri kirleteceksin,
diyeceğini ve ona kayıtsızlıkla: Temizlik konusunda pek
kentsoyluca düşüncelerin var, diye
karşılık vereceğini düşündü. Ama Bergere onu valiziyle birlikte
banyo odasına soktu: Sen
içeride hazırlan, ben odada soyunacağım, dedi. Lucien, ayaklarını
ve yarı belinden aşağısını
yıkadı. Tuvalete gitmek ihtiyacı duydu, ama cesaret edemedi ve
lavaboya işeyerek işini
bitirdi: sonra gecelik gömleğini giydi, annesinin ona verdiği
ponponlu terlikleri ayağına
geçirdi (kendininkiler delik deşik olmuştu) ve kapıyı vurdu: Hazır
mısınız? diye sordu.
Evet, evet, gir. Bergere gök mavisi bir pijamanın üstüne siyah bir
ropdöşambr giymişti. Oda
limon kolonyası kokuyordu. Tek bir yatak mı yalnızca? diye sordu
Lucien, Bergere karşılık
vermedi: Lucien'e, kuvvetli bir kahkahayla son bulan bir
şaşkınlıkla bakıyordu: Giyinip
kuşanmışsın! dedi gülerek. Yatak takkeni ne yaptın? Aa yok, çok
tuhafsın, kendi halini
görmeni isterdim. İşte iki yıldır, dedi Lucien, çok sıkılmıştı,
anneme bana pijama almasını
söylüyorum.
Bergere ona doğru yürüdü: Haydi, çıkar şunu, dedi, ötekine söz
hakkı vermeyen bir tavırla,
benimkilerden birini vereyim sana. Biraz büyük olacak, ama bundan
daha iyi gidecek sana.
Lucien, gözleri duvar kağıdının yeşil kırmızı yollarına takılmış,
odanın orta yerinde çakıldı
kaldı. Banyoya dönmek en iyisiydi, ama aptal yerine konmaktan
korktu, sert bir hareketle
gecelik entarisini başının üstünden çıkarıverdi. Bir süre
sessizlik oldu: Bergere gülerek
Lucien'e bakıyordu. Lucien birdenbire odanın orta yerinde çıplak
durduğunu, ayaklarında da
annesinin ponponlu terlikleri olduğunu anladı. Ellerine baktı -Rimbaud'nun
büyük ellerine-kasığına onları kapatmak, hiç olmazsa orasını gizlemek isterdi,
ama kendini topladı, ellerini
kahramanca arkasına koydu. Duvarlarda, eşkenar dörtgen dizilerinin
arasında uzaktan uzağa
küçük mor bir kare vardı. Doğrusu, dedi Bergere, bir bakire kadar
iffetlisin.
Aynada kendine bak Lucien, göğsüne kadar kızardın. Öteki
kılığından böylesi daha iyi.
Evet, dedi Lucien kuvvetle, ama insan çıplakken hiç de kibar
gözükmez. Bana çabuk
pijamayı ver.
Bergere ona lavanta kokan bir pijama attı ve yatağa girdiler. Ağır
bir sessizlik oldu: Durum
kötü, dedi Lucien. Kusacağım. Bergere karşılık vermedi. Lucien
geğirince ağzında viski
tadı hissetti. Benimle sevişecek, diye söylendi içinden. Limon
kolonyasının boğucu kokusu
boğazını sardığı sırada duvar kağıtlarının çizgileri dönmeye
başladı. Bu yolculuğa çıkmayı
kabul etmemem gerekirdi. Talihi yoktu; son zamanlarda belki yirmi
kere Bergere'in
kendinden ne istediğini keşfedecek gibi olmuştu, sonra her
keresinde, bilerek yapılmış gibi,
onu düşüncesinden caydıran bir olay çıkmıştı ortaya. Şimdiyse,
burada, bu adamın
yatağındaydı ve onun keyfini bekliyordu. Yastığımı alıp banyoya
yatmaya gideyim. Ama
cesaret edemedi. Bergere'in alaycı bakışını düşündü. Gülmeye
başladı: Birden orospu aklıma
geldi, dedi, kaşınıp duruyor olmalı. Bergere hiç karşılık
vermiyordu, Lucien ona göz ucuyla baktı: Masum bir tavırla, elleri
ensesinin altında, uzanmış yatıyordu. O zaman şiddetli
bir öfke sardı Lucien'i, dirseğinin üstünde doğruldu ve ona:
Ee peki ne bekliyorsunuz? Beni buraya ipliğe inci dizmeye mi
getirdiniz?
Söylediği cümleden pişman olması için çok geçti artık: Bergere ona
doğru dönmüştü; alaycı
bir bakışla onu seyrediyordu:
Melek yüzlü bir küçük orospuyla başım belada. Haydi, bebeğim, ben
sana söyletmedim
bunu; sıradan duygularını çığırından çıkarmak için bana bel
bağlayan sensin. Bir an ona
baktı, yüzleri hemen hemen birbirine değiyordu, sonra Lucien'i
kollarının arasına aldı, pijama
ceketinin altından göğsünü okşadı. Bu hoş olmayan bir şey değildi,
biraz gıdıklıyordu,
yalnızca Bergere korkutucuydu; aptalsı bir tavır almıştı ve
kuvvetle tekrarlıyordu: Utanma,
küçük domuz, utanma, küçük domuz! tıpkı garlarda trenlerin
gelişini haber veren gramofon
plakları gibi. Bergere'in eli, tersine, canlı ve hafif, insana
benziyordu.
Lucien'in göğüslerinin ucunu tatlı tatlı okşuyordu; sanki banyoda
ılık suyun okşaması gibi.
Lucien bu eli yakalamak, kendinden ayırmak, onu bükmek isterdi,
ama Bergere alay etmişti:
Orospuyla başım belada.
El yavaşça karnından aşağı kaydı ve pantolonunu tutan düğümü
çözmek için durdu. Yapsın
yapacağını diye bıraktı eli: Islak bir sünger gibi ağır ve
yumuşaktı ve fena halde ödü
kopuyordu.
Bergere örtüleri açmıştı, başını Lucien'in göğsüne koymuştu ve onu
dinler gibi bir hali vardı.
Lucien arka arkaya iki kere geğirdi, gümüş renkli bu güzel
saçların üstüne kusacağından
korktu. Karnımı sıkıştırıyorsunuz, dedi. Bergere biraz kalktı ve
bir elini Lucien'in böğrünün
altına geçirdi, öteki el artık okşamıyordu, sıkıyordu. Küçük güzel
kalçaların var, dedi birden
Bergere. Lucien bir kabus gördüğünü sanıyordu:
Hoşunuza gidiyorlar mı? diye sordu nazlanarak. Ama Bergere birden
bıraktı onu ve canı
sıkılmış bir tavırla başını kaldırdı.
Ah küçük blöfçü, dedi öfkeyle, Rimbaud numaraları yapıyor ve ben
de bir saatten fazladır
onu baştan çıkarayım diye akıntıya kürek çekiyorum. Lucien'in
sinirden gözleri yaşardı.
Bergere'i bütün gücüyle itti: Bu benim suçum değil, dedi tıslayan
bir sesle, bana fazlasıyla
içki içirdiniz, içimden kusmak geliyor.
İyi öyleyse git, dedi Bergere, git, ne halin varsa gör. Dişlerinin
arasından ekledi. Aman
ne gece. Lucien pantolonunu çekti, sırtına siyah robdöşambrı
geçirdi çıktı. Tuvaletin kapısını
kapattığı zaman kendini o kadar yalnız ve dayanıksız hissetti ki
hıçkırıklarını tutamadı.
Ropdöşambrın cebinde mendil yoktu, gözleriyle burnunu tuvalet
kağıdına sildi. Boş yere iki
parmağını boğazına soktu, kusamadı.
Sonra durup dururken pantolonunu indirdi ve soğuktan titreyerek
tuvalete oturdu. Hıyar
herif, diye düşündü, hıyar herif! Canavarca aşağılanmıştı, ama
Bergere'in okşayışlarına
boyun eğmiş olmaktan ya da allak bullak olmamaktan utanıp
utanmayacağını bilmiyordu.
Kapının öteki yanından çıtırtılar geliyordu, Lucien her çıtırtıda
yerinden sıçrıyordu, odaya
dönmeye karar veremiyordu: Oraya gitmeliyim, diye düşündü,
gitmeliyim, yoksa beni
bırakır çeker gider; Berliac'la! ve yarım doğruldu, ama hemen
gözünün önüne Bergere'in
yüzü ve hayvanca tavrı geliyordu, Utanma, küçük domuz, dediğini
işitiyordu. Yeniden
oturuyordu, umutsuzca! Bir süre sonra onu biraz yatıştıran
şiddetli bir sürgüne tutuldu:
Aşağıdan gidiyor, diye düşündü, böylesi daha iyi. Gerçekte artık
kusma ihtiyacı
kalmamıştı.
Fena oluyorum, diye düşündü birdenbire, neredeyse bayılacağını
sandı. Lucien sonunda
öyle üşüdü ki dişleri takırdamaya başladı, hasta olacağını düşündü
ve birden ayağa kalktı.
İçeri girdiği zaman Bergere ona sıkıntılı bir tavırla baktı;
sigara içiyordu, pijaması açıktı ve
zayıf bedeni görünüyordu. Lucien yavaşça terliklerini ve
robdöşambrını çıkardı, tek söz
söylemeden örtünün altına girdi: Nasıl gidiyor? diye sordu
Bergere. Lucien omuz silkti: Üşüyorum! Seni ısıtmamı istiyor
musun?
Deneyin hiç olmazsa, dedi Lucien. O zaman büyük bir ağırlık
altında ezildiğini hissetti.
Ilık ve yumuşak bir ağız kendi ağzına yapıştı, çiğ bir biftekti
sanki. Lucien artık hiçbir şey
anlamıyordu, nerede olduğunu bilmiyordu artık; yarı yarıya soluğu
kesilmişti, ama hoşnuttu,
çünkü ısınmıştı. Benim küçük bebeğim, diye karnına elini bastıran
Bayan Besse'i, ona koca
sırık, diyen Hebrard'ı, Bay Bouffardier'nin gelip ona lavman
yapacağını hayal ederek
yıkandığı banyo leğenlerini düşündü ve kendi kendine Ben senin
küçük bebeğinim! dedi.
Bu anda Bergere bir zafer çığlığı attı. İşte, dedi, kararını
veriyorsun, haydi, diye ekledi
soluyarak, sende iş var. Lucien kendisi çıkarıp pijamasını bir
yana attı.
Ertesi gün öğleyin uyandılar. Garson kahvaltılarını yatağa getirdi
ve Lucien onun tavrını
çalımlı buldu. Beni bir yem yerine koyuyor, diye düşündü sıkıntılı
bir ürpertiyle. Bergere
pek nazik olmuştu, ilk önce o giyindi, Vieux-Marche Alanında
sigara tüttürmeye gitti. Bu
sırada Lucien yıkanıyordu. Olanlar can sıkıcı, diye düşündü
Lucien, keseyi ağır ağır
bedeninde gezdirirken. İlk ürkü anı geçince ve bunun sandığı kadar
acı veren bir şey
olmadığını fark ettiği zaman, hüzünlü bir sıkıntıya gömülmüştü.
Hep bunun bitmesini, uykuya dalıvermeyi diliyordu, ama Bergere
sabahın saat dördüne
kadar onu rahat bırakmamıştı. İçinden Trigonometri problemimi
hemen bitirmem gerekirdi,
diye söylendi. Ödevinden başka bir şey düşünmemeye zorladı
kendini. Gün uzadıkça uzadı.
Bergere ona Lautreamont'nun hayatını anlattı, ama Lucien onu pek
dikkatle dinlemiyordu.
Bergere onun canını sıkıyordu biraz. Akşam Caudebec'de yattılar ve
Bergere, Lucien'i uzun
bir süre rahatsız etti, ama sabahın birine doğru Lucien, ona açık
açık uykusu olduğunu söyledi
Bergere de kızmadan onu rahat bıraktı. Akşam üstüne doğru Paris'e
vardılar. Genellikle
Lucien kendi adına hoşnuttu.
Anne babası onu kucaklayarak karşıladılar: Hiç olmazsa Bay
Bergere'e bir teşekkür ettin
mi? diye sordu annesi. Normand kırları konusunda onlarla biraz
gevezelik etti ve
erkenden yattı. Bir melek gibi uyudu, ama ertesi gün uyanınca içi
titriyormuş gibi geldi.
Kalktı, kendini aynada uzun uzun seyretti. Ben bir eşcinselim,
dedi kendi kendine. Ve
yıkıldı.
Uyan Lucien, diye bağırdı annesi kapının dışından, bu sabah okula
gideceksin. Evet
anne, diye karşılık verdi Lucien, uysallıkla, ama kendini yatağa
attı ve ayak parmaklarına
bakmaya başladı. Bu çok haksızca bir şey, kendime güvenemiyorum,
deneyimim yok
benim. Bu parmakları, bir adam sırayla emmişti.
Lucien başını çevirdi: Biliyor o. Bana nasıl bir ad
yakıştırttığını biliyor, buna bir erkekle
yatmak derler ve o bunu biliyor. Can sıkıcıydı bu. Lucien acıyla
güldü. Günler boyu insan
kendi kendine sorabilirdi: Ben akıllı mıyım, kendimi bir şey mi
sanıyorum, diye; asla bir
karara varılamazdı. Bunun yanında bir sabah size takılan etiketler
vardı ve hayat boyu onları
taşımak gerekiyordu: sözgelişi, Lucien iri ve kumraldı, babasına
benziyordu, onun tek
oğluydu ve dünden beri eşcinseldi. Ondan şöyle söz edeceklerdi:
Fleurier, tanır mısınız, hani
şu erkeklerden hoşlanan iri kumral çocuk? Ötekiler karşılık
vereceklerdi:
Ha! Evet. Koca tekerlek mi? Onu iyi tanırım canım.
Giyinip çıktı, ama okula gitmeye cesareti yoktu. Seine nehrine
kadar Lambelle Sokağı'ndan
aşağıya indi; iskeleleri izledi. Hava açıktı, sokaklar yeşil
yaprak, katran ve İngiliz tütünü
kokuyordu. Yepyeni bir ruhla birlikte iyice yıkanmış bir bedene
tertemiz giysiler giymek için
hayal edilen bir zaman. İnsanlar, tepeden tırnağa ahlaki bir hava
içindeydiler; bir tek Lucien,
bu ilkbaharda kendini tuhaf ve ahlaksız hissediyordu. Bu
kaçınılmaz bir eğilim, diye
düşündü, Oidipus kompleksiyle başladım, bundan sonra sadikoanal
oldum, şimdi de eşcinsel
oldum, nerede duracağım acaba? Gerçekte durumu henüz pek vahim
değildi, Bergere'in
okşamalarından büyük bir zevk almamıştı. Ama ya alışkanlık
kazanırsam? diye düşündü
sıkıntıyla. Bundan ayrılamazsam, esrar gibi bir alışkanlık olur!
Çürük bir adam olacaktı,
kimse onunla bir arada olmak istemeyecekti, bir emir verdiği zaman
babasının işçileri
onunla alay edeceklerdi.
Lucien korkunç yazgısını rahatça hayal etti.
Kendini, yüzü gözü boyalı, otuz beş yaşında
görüyordu ve göğsünde Legion d'honneur nişanı olan bıyıklı bir
adam korkunç bir tavırla
bastonunu kaldırıyordu. Sizin varlığınız burada, bayım, kızlarımız
için hakarettir. Sonra
birden sallandı ve oyun oynamayı kesti: Bergere'in bir sözü
geliyordu aklına. Caudebec'de,
geceleyindi, Bergere ona: Söyle ama! Hoşlanıyorsun, değil mi!
demişti. Ne demek
istemişti? Doğal olarak, Lucien tahtadan değildi ve mıncıklana
mıncıklana...
Bu bir şeyi kanıtlamaz, dedi kendi kendine, kaygıyla. Ama
benzerlerini bulup çıkarmakta
bu adamların usta oldukları ileri sürülüyordu, bu altıncı duyu
gibiydi. Lucien uzun uzun Iena
Köprüsünün önünde gidiş gelişi yöneten polis memuruna baktı. Bu
polis beni tahrik edebilir
miydi?
Polisin mavi pantolonuna gözlerini dikiyor, kaslı ve tüylü
oyluklarını düşünüyordu: Acaba
bu beni etkiliyor mu? Çok rahatlamış olarak yola koyuldu. Bu o
kadar ciddi bir durum
değil, diye düşündü, henüz kendimi kurtarabilirim. Yaşadığım
karmaşayı kötüye kullandı o,
ama ben bir eşcinsel değilim gerçekten. Karşılaştığı bütün
erkeklerle deneyi yeniledi ve her
keresinde de sonuç olumsuzdu. Of! diye düşündü, iyi, sıcakladım!
Bu bir uyarıydı, hepsi
bu. Artık yeniden başlamaması gerekiyordu, çünkü kötü bir
alışkanlık çabuk kapılır. Onun,
komplekslerini sağlığa kavuşturmakta acele etmesi gerekiyordu.
Anne babasına söylemeden
bir uzmana gidip psikanaliz yaptırmaya karar verdi. Sonra bir dost
tutacaktı, o da ötekiler gibi
bir erkek olacaktı. Lucien birdenbire aklına Bergere gelince
kendini kurtarmaya çalıştı. Şu
anda Bergere Paris'te bir yerdeydi, kendinden hoşnut ve kafası
anılarla dolu: Nasıl olduğumu
biliyor, dudaklarıma yabancı değil, bana: Unutmayacağım bir kokun
var, dedi, gidip
arkadaşlarının yanında övünecek, `Ona sahip oldum,' diyerek, sanki
ben bir orta malıymışım
gibi. Şu sırada belki de geçirdikleri geceleri anlatmaya
koyulmuştur filancaya...
-Lucien'in yüreği durdu sanki-Berliac'a! Böyle bir şey yaparsa
öldürürüm onu: Berliac
benden nefret eder, olup biteni bütün sınıfa anlatacak, ben
aşağılık bir insanım, arkadaşlarım
elimi sıkmayacaklar. Bunun doğru olmadığını söyleyeceğim, dedi
Lucien içinden, kendini kaybetmişçesine, dava açacağım, beni
kirlettiğini söyleyeceğim.
Lucien bütün gücüyle Bergere'den tiksiniyordu: onsuz, bu rezil ve
onarılmaz bilinç
olmaksızın, her şey düzene girebilirdi, hiç kimse bir şey bilmezdi
ve Lucien bile sonunda
unuturdu bunu. Geberip gitse birdenbire! Tanrım, yalvarırım sana,
bu olanları kimseye
anlatmadan bu gece öldür onu. Tanrım, bunu yap ki bu olay kapanmış
olsun, bir eşcinsel
olmamı sen isteyemezsin! Ne olursa olsun, beni elinden bırakmaz,
diye düşündü Lucien
hırsla. Ona dönmem ve istediği her şeyi yapmam ve böylesini
sevdiğimi söylemem
gerekiyor, yoksa giderim gürültüye! Bir iki adım daha attı ve
önlem olarak ekledi: Tanrım,
Berliac da ölsün.
Lucien Bergere'e gitmeye kalkışmadı. Sonraki haftalar her adımda
ona rastlayacağını
sanıyordu, odasında çalıştığı zaman kapı çaldıkça yerinden
sıçrıyor, geceleri korkunç
kabuslar görüyordu: Bergere, Saint-Louis Lisesinin bahçesinden onu
zorla alıyordu, bütün
öğrenciler oradaydılar ve ona alay ederek bakıyorlardı. Ama
Bergere onu görmek için hiçbir
şey yapmıyordu; yaşayıp yaşamadığı bile belli değildi. Benim
bedenimden başka bir şey
istemiyordu, diye düşündü Lucien, sıkıntıyla. Berliac da ortadan
yok olmuştu. Bazı Pazar
günleri çalışmaya onunla birlikte gelen Guigard, onun bir sinir
bunalımı sonunda Paris'ten
ayrılıp gittiğini söylüyordu. Lucien yavaş yavaş yatıştı. Rouen'e
yaptığı yolculuk onda
karanlık, kaba bir düş etkisi yapıyordu, bu düş hiçbir şeye
bağlanmıyordu. Olup bitenlerin
bütün ayrıntılarını hemen hemen unutmuştu, yalnızca tatsız bir
beden ve limon kolonyası
kokusunun ve dayanılmaz can sıkıntısının bıraktığı izleri
taşıyordu.
Bay Fleurier, birçok kereler dostları Bergere'in ne olduğunu
sordu: Kendisine teşekkür
etmemiz için onu Ferolles'e çağırmalıyız. New York'a gitti, diye
sözü kapatmaya çalıştı
Lucien. Birçok kereler Guigard ve kızkardeşiyle birlikte Marne'da
sandala binmeye gitti ve
Guigard ona dans etmeyi öğretti. Uyanıyorum, diye düşündü, yeniden
dünyaya
geliyorum. Ama yine de, sık sık, çuval gibi bir şeyin sırtına
ağırlık verdiğini hissediyordu.
Bu onun kompleksiydi. Gidip Viyana'da Freud'u
bulması mı gerekirdi, bunu soruyordu kendi
kendine: Meteliksiz gideceğim, gerekirse yayan yürüyeceğim, ona:
Param yok, ama ben bir
olguyum, diyeceğim. Haziranın sıcak bir öğleden sonrasında,
Saint-Michel Alanında
Şebek'le yani eski felsefe öğretmeniyle karşılaştı. Ee Fleurier,
dedi.
Şebek, Yüksekokula hazırlanıyor musunuz? Evet efendim, dedi
Lucien. Kendinizi
edebiyat çalışmalarına doğru yöneltebileceksiniz, dedi Şebek.
Felsefeden iyiydiniz.
Felsefeyi bırakmadım, dedi Lucien. Bu yıl kitaplar okuyorum.
Freud'u sözgelişi. Sırası
gelmişken, diye ekledi, aklına gelmiş gibi, psikanaliz üzerine ne
düşündüğünüzü sormak
isterim? Şebek gülmeye başladı: Bir moda, dedi. Geçecek. Freud'da
çok iyi bulduğunuz
şeyleri daha önce Platon'da buluyorsunuz. Size diyeceğim şu ki,
diye ekledi, soluk almadan,
ben böyle şeylere kulak asmıyorum. Spinoza'yı okusanız daha iyi
edersiniz. Lucien kendini
büyük bir yükten kurtulmuş gibi hissetti, hafiften bir ıslık
tutturup yürüyerek eve döndü: Bir
karabasandı, diye düşündü, ama geriye hiçbir şey kalmadı artık! O
gün güneş güçlü ve
yakıcıydı, ama Lucien başını kaldırıp gözlerini kırpmadan güneşe
baktı: Bu herkesin
güneşiydi; Lucien'in ona gözlerini dikerek bakmaya hakkı vardı,
kurtulmuştu! Saçma
şeyler! diye düşündü, bunlar saçmasapan şeylerdi! Beni yoldan
çıkarmaya kalkıştılar, ama
yapamadılar. Gerçekte karşı koymayı elden bırakmamıştı: Bergere
düşüncelerinde onu
karmakarışık etmişti, ama Lucien, sözgelişi, Rimbaud'nun
eşcinselliğinin bir kusur olduğunu
pekala hissetmişti ve şu Berliac denen küçük keçi ona haşhaş
içirmek istediği zaman Lucien
ona ağzının payını vermişti: Az daha kendimi kaybediyordum, diye
düşündü, ama beni
koruyan şey sağlam ahlakım oldu! Akşam yemekte, babasına sevgiyle
baktı. Bay Fleurier
geniş omuzluydu, onda bir köylünün aheste ve ağır hareketleri,
soydan gelme bir şey, bir
yöneticinin soğuk, metalsi gri gözleri vardı. Ben ona benziyorum,
diye düşündü Lucien.
Dört kuşaktan beri Fleurier'lerin babadan oğula sanayiyle uğraşan
yöneticiler oldukları
aklına geldi. Ne derlerse desinler, aile diye bir şey var! Ve Fleurier'lerin sağlam ahlakını
düşündü gururla.
O yıl Lucien, Ecole Centrale'in sınavlarına girmedi ve
Fleurier'ler Frollese daha erken
gittiler. Lucien, evi, bahçeyi, fabrikayı, sakin ve dengeli küçük
şehri yeniden bulunca çok
sevinmişti. Başka bir dünyaydı bu. Yörede uzun gezintiler yapmak
için erkenden kalkmaya
karar verdi. Temiz havayla ciğerlerimi doldurmak, ağır çalışmalar
başlamadan önce gelecek
yıl için sağlıklı olmak istiyorum, dedi babasına. Bouffardier'lere
ve Besse'lere gitmek için
annesine arkadaşlık etti. Herkes onu koskocaman akıllı uslu bir
çocuk olarak buldu. Hebard
ve Winckelmann, Paris'te hukuk okuyorlardı, tatil için Ferolles'e
gelmişlerdi.
Lucien birçok kereler onlarla birlikte gezmeye çıktı, Papaz
Jacquemant'a yaptıkları
şakalardan, bisikletle gittikleri gezilerden söz ettiler ve üçlü
olarak Metz Topçusu'nu
söylediler. Lucien eski arkadaşlarının bağlılığını ve yakınlığını
çok beğeniyordu; onları bir
yana bırakmış olmasına kızdı kendi kendine. Hebard'a Paris'i hiç
sevmediğini itiraf etti, ama
Hebard onu anlayamıyordu: Anne babası onu bir papaza emanet
etmişlerdi ve papaz çok sıkı
bir adamdı, Louvre Müzesine yaptığı ziyaretler ve Opera'da
geçirdiği geceler onun dünyasını
doldurmaya yetiyordu. Lucien'in bu basitliğe içi sızlamıştı,
kendini Hebard ve
Winckelmann'ın ağabeyi sandı ve böylesine karmaşık bir yaşayışı
olmasına üzülmediğini
kendi kendine söylemeye başladı. Deneyim kazanmıştı. Onlara Freud
ve psikanalizden söz
etti ve onları şaşkınlıklar içinde bırakarak biraz keyiflendi.
Komplekslerle ilgili kuramı
amansızca eleştirdiler, ama karşı çıkışları safçaydı ve Lucien
bunu onlara gösterdi, sonra
Freud'un yanlışlarının kolayca bulunabileceğini, bunun felsefe
açısından yapılacağını ekledi.
Ona çok hayran kaldılar, ama Lucien bunun farkına varmamış gibi
göründü. Bay Fleurier,
Lucien'e fabrikanın işleyiş biçimini anlattı. Götürüp ona önemli
binaları gösterdi. Lucien uzun
uzun işçilerin çalışmalarını inceledi. Ben ölürsem, dedi Bay
Fleurier, hemen ertesi gün
fabrikanın yönetimini eline alabilmelisin. Lucien babasını payladı
ve ona: Babacığım, böyle
konuşmasan iyi olur! dedi. Ama ergeç kendi sırtına yüklenecek
sorumlulukları düşünerek
sonraki günler daha ağırbaşlı davrandı. İşverenin görevleri
konusunda uzun konuşmaları oldu,
Bay Fleurier ona sahipliğinin bir hak değil bir
görev olduğunu anlattı: İşverenlerle işçilerin çıkarları karşıt olsaydı, dedi, sınıf
kavgalarıyla gelir bizim canımızı sıkarlardı.
Benim tutumumu al Lucien. Ben küçük bir iş
sahibiyim, Paris argosunda buna esnaf derler.
Ben aileleriyle birlikte yüz işçiyi besliyorum, iyi
iş yapıyorsam bundan ilk yararlananlar onlardır. Ama fabrikayı kapamak zorunda kalırsam,
işte hepsi kaldırımlara dökülürler. Buna hakkım yok, dedi üstüne basarak, kötü işler yapmaya
hakkım yok. İşte ben buna sınıfların dayanışması diyorum.
Üç haftadan fazla bir zaman her şey iyi gitti,
aşağı yukarı, Bergere'i hiç düşünmedi, onu affetmişti: yalnızca yaşayışı boyunca onu bir daha
görmemeyi diliyordu. Bazı bazı, gömleğini değiştirdiği sırada aynaya yaklaşıyor, şaşkınlıkla
kendine bakıyordu: Bir erkek bu bedeni arzuladı, diye düşünüyordu. Ellerini yavaş yavaş
bacaklarında gezdiriyordu ve düşünüyordu: Bu bacaklar bir erkeğin aklını başından aldı.
Böğürlerine dokunuyordu ve ipek bir kumaşı okşar gibi kendi bedenini okşayabilmek için bir
başka kişi olamadığına üzülüyordu. Bazı bazı komplekslerinden dolayı üzüntüye kapılıyordu:
dayanıklıydılar onların koskoca karanlık kütleleri, bir safra gibi asılıyor, ağır geliyordu
ona. Şimdi hepsi bitmişti, Lucien artık onlara inanmıyordu ve kendinde garip bir hafiflik
duyuyordu. Bu o kadar tatsız bir şey değildi, daha çok, biraz can sıkan, pekala katlanılabilecek
türden bir hoşnutsuzluktu, gerektiğinde can sıkıntısı yerine geçebiliyordu. Hiçbir şey
değilim ben, diye düşünüyordu, işte bunun için de hiçbir şey beni kirletmedi. Berliac, o,
iğrenç bir biçimde bağımlanmış.
Biraz belirsizliğe pekala katlanabilirim: Bu
saflığın fidyesidir. Bir gezinti sırasında, bir bayırda oturup düşündü: Altı yıl uyudum, sonra,
güzel bir günde kozamdan çıktım. Tepeden tırnağa canlanmıştı. Bütün iyi niyetiyle karşıdaki
görünüme baktı: Ben eylem için yaratılmışım! dedi kendi kendine.
Ama o anda övünme düşünceleri yavan kaçtı. Alçak sesle: Biraz beklesinler, neymişim
görsünler, dedi. Yüksek sesle konuşmuştu, ama sözcükler ağzından boş kabuklar gibi dışarı
döküldüler. Neyim var benim? Bu garip kaygıyı yeniden tatmak istemiyordu, bu
kaygının ona çok kötülüğü dokunmuştu bir zamanlar. Düşündü: Bu sessizlik... bu yerler...
Sarı ve kara karınlarını tozların içinde sürükleyen cırcırböceklerinden başka tek bir canlı
yoktu. Lucien, cırcırböceklerinden tiksiniyordu, çünkü onların hep yarı yarıya
çatlamış gibi bir görünüşleri vardı. Yolun öteki yanında kül renkli, sıcaktan ölgünleşmiş, geniş bir
fundalık ırmağa kadar alabildiğine uzanıyordu. Hiç kimse Lucien'i görmüyordu, hiç
kimse onu işitmiyordu, ayağa fırladı, hareketleri hiçbir engelle, kendi ağırlığının
engeliyle bile karşılaşmadı gibi bir izlenim uyandı içinde.
Şimdi ayaktaydı, kül renkli bir bulut perdesinin
altında, sanki boşlukta gibiydi. Bu sessizlik... diye düşündü. Bu sessizlikten de fazla
bir şeydi, hiçlikti. Lucien'in çevresinde kır son derece sessiz ve cansız, insan dışıydı; onu
rahatsız etmemek için soluğunu tutuyor, kendini küçültüyor gibiydi. Metz Topçusu kışlaya
dönünce... Sözcükler dudaklarında boşluktaki bir alev gibi söndü: Lucien, bu ağırlığı
olmayan, çok ölçülü doğanın orta yerinde, gölgesiz, yankısız tekbaşınaydı. Kendini sarstı,
düşüncelerinin akışını yakalamaya yeltendi.
Ben eylem için yaratılmışım. Önce etkinliğim var;
aptallıklar yapabilirim, ama bu uzun sürmez, çünkü kendimi topluyorum. Düşündü: Benim
sağlam ahlakım var. Ama yüzünü tiksintiyle buruşturarak durdu, can çekişen
hayvanların dolaşıp durduğu bu beyaz yol üstünde sağlam ahlak'tan söz etmek saçma göründü
ona.
Öfkeyle bir cırcırböceğinin üstüne bastı Lucien,
ayağının altında küçücük esnek bir yuvarlakçık hissetti ve ayağını kaldırdığı zaman
cırcırböceği hala yaşıyordu: Lucien onun üstüne tükürdü. Şaşkınım. Şaşkınım. Tıpkı
geçen yılki gibi. Ona as'ların as'ı diyen Winckelmann'ı, onu adam yerine koyan Bay
Fleurier'yi, ona Benim küçük bebeğim dediğim koca oğlan olmuş, şimdi onunla senli benli
konuşamıyorum, utandırıyor beni, diyen Bayan Besse'i düşünmeye koyuldu. Ama onlar uzaktaydılar,
çok uzaktaydılar. Ona öyle geldi ki, gerçek Lucien kaybolmuştu, beyaz ve şaşkın bir
kurtçuktan başka bir şey yoktu ortada. Ben neyim?
Kilometrelerce fundalık, otsuz, kokusuz; düz, çatlak toprak ve
sonra birdenbire bu akçıl kötü
resmin sağında çıkan kuşkonmaz, öylesine tuhaf ki arkasında
gölgesi bile yoktu. Ben
neyim? Soru, önceki tatillerden beri değişmemişti, bırakmış olduğu
yerde Lucien'i
bekliyordu. Ya da bu bir soru sormaktan çok bir durumdu. Lucien
omuz silkti. Ben çok
kuruntuluyum, diye düşündü, kendimi pek fazla dinliyorum. Sonraki
günler, kendini pek
dinlememeye çalıştı: Dikkatini nesnelere vermek istemişti; uzun
uzun rafadan yumurta
fincanlarına, havlu geçirilen madenî halkalara, ağaçlara,
dükkanların camekanlarına
bakıyordu.
Annesinin gönlünü okşayarak gümüş takımlarını göstermesini istedi.
Ama gümüşlere
bakarken gümüşlere baktığını düşünüyor, bakışının ardında
hareketli küçük bir sis
kıpırdıyordu. Lucien'in Bay Fleurier ile bir konuşmaya dalması da
boşunaydı; yalancı ışığı
andıran donuk kıvamsız kütlesiyle bu yoğun ve ince sis, babasının
konuşmalarını anlamak
için harcadığı dikkatin arkasına geçip duruyordu. Bu sis ta
kendisiydi. Canı sıkılan Lucien,
zaman zaman dinlemeyi bir yana bırakıp başını çevirip bakıyor,
sisi yakalamayı ve ona
cepheden bakmayı deniyordu. Boşluktan başka bir şeyle karşılaşmıyordu; sis bunun da arkasındaydı.
Germaine iki gözü iki çeşme Bayan Fleurier'ye
geldi: Erkek kardeşi zatürree olmuştu.
Zavallı Germaine'ciğim, dedi Bayan Fleurier, her zaman onun ne
kadar sağlam biri
olduğunu söyler dururdunuz! Germaine'e bir aylığına izin verdi ve
onun yerine de fabrika
işçilerinden birinin kızını, on yedi yaşındaki küçük Berthe
Mozelle'i getirtti. Küçüktü, saç
örgülerini halkalamıştı. Hafifçe aksıyordu. Concarneau'dan
geldiğinde Bayan Fleurier ondan
dantel bir başlık giymesini istemişti: Böylesi daha güzel olacak.
İlk günden beri Lucien'le
her karşılaşışında iri mavi gözleri tutkulu ve saygılı bir
hayranlıkla parlıyordu; Lucien onun
kendine hayran olduğunu anladı. Onunla içtenlikle konuştu ve ona
birçok kereler: Bizim ev
hoşunuza gidiyor mu? diye sordu. Koridorlarda, etkileyip
etkilemediğini görmek için
geçerken ona hafifçe dokunarak kendince eğleniyordu. Ama kız onu
etkileyip
duygulandırıyordu. O da bu sevgiden değerli bir avuntu çıkardı.
Berthe'in gözünde yaratmış
olduğu hayalini sık sık büyük bir coşkuyla düşünüyordu. Gerçekte
ben onun ahbaplık ettiği
genç işçilere hiç benzemiyorum. Winekelmann, kızı pek esaslı
buldu: Talihlisin, diye
sözünü tamamladı, ben senin yerinde olsam işi hallederdim. Ama
Lucien kararsızdı: Kız ter
kokuyordu, siyah gömleğinin koltuk altları yenmişti.
Yağmurlu bir eylül öğleden sonrası Bayan Fleurier otomobille
Paris'e gitti. Lucien odasında
yalnız kaldı. Yatağına yattı ve esnemeye başladı. Hep aynı ve hep
başka, kıyı taraflarda
havada hep suya dönüşen, geçici ve tutkulu bir bulut olmuş
gibisine geliyordu. Niçin varım
diye kendi kendime soruyorum? Oradaydı, yediği yemeği sindiriyor,
esniyor, cama
vuran yağmuru işitiyordu, kafasının içinde tiftiklenen bu beyaz
sis vardı: Ya sonra? Varlığı
bir rezaletti ve daha sonra üstüne alacağı sorumluluklar bu
rezaleti doğrulamaya yetecekti.
Her şey bir yana, dünyaya gelmeyi ben istemedim, dedi kendi
kendine. Kendisine acır gibi
bir hareket yaptı. Çocukluk kaygıları, uzun süren uyuşukluğu geldi
aklına; bütün bunlar
ona yeni bir günışığı altında gözüktüler. Aslında, yaşayışında, bu
oylumlu ve yararsız
armağandan sıkıntı duymayı bir yana atamamıştı; ne yapacağını,
nereye koyacağını
bilmeksizin kollarında taşımıştı onu. Zamanımı doğmuş olmama
yazıklanmakla geçirdim.
Ama düşüncelerini daha uzaklara itmek uğruna pek yorgun düşmüştü,
kalktı, bir sigara yaktı
ve Berthe'e kendisine çay yapmasını söylemek için mutfağa indi.
Kız onun girdiğini görmedi. Kızın omzuna dokundu, kız korkuyla
sıçradı. Sizi korkuttum
mu? diye sordu. Kız, iki elini masaya dayamış korkuyla ona
bakıyordu, göğsü kalkıp
iniyordu, bir zaman sonra güldü ve: Boş bulunup sıçradım, evde
kimsenin olmadığını
sanıyordum, dedi. Lucien, hoşgörüyle güldü, Bana biraz çay
yapsanız, zahmet olmazsa,
dedi. Hemen şimdi, Bay Lucien, dedi küçük kız ve ocağa doğru
seyirtti: Lucien'in orada
oluşu kıza sıkıntı verirmiş gibi görünüyordu. Lucien kararsız bir
durumda kapının eşiğinde
duruyordu. Ee, söyleyin bakalım, dedi babacan bir tavırla, bizden
hoşnut musunuz?
Berthe ona sırtını dönmüş, musluktan bir kaba su dolduruyordu.
Suyun gürültüsü verdiği
yanıtı boğuntuya getirdi. Lucien bir an bekledi, kız kabı
gazocağının üstüne koyunca yeniden
sordu: Hiç sigara içtiniz mi? Pek çok, diye karşılık verdi
kızcağız, kuşkuyla. Lucien,
Craven paketini açtı, kıza uzattı. Durumdan pek hoşnut değildi:
sanki kızın gözünde
saygınlığını azaltıyordu; kıza sigara içirmemeliydi. Kız İçmemi
mi... istiyordunuz? diye
sordu şaşırarak. Neden olmasın?
Hanımefendi gelince bana kızar.
Lucien'in içine suçortağı olmanın tedirgin edici duygusu düştü.
Gülmeye başladı. Ona
söylemeyiz, dedi. Berthe kızardı, parmaklarının ucuyla bir sigara
alıp sigarayı dudaklarını
arasına yerleştirdi. Sigarasını yakmalı mıyım? Bu yakışıksız
kaçar. Kıza: Sigaranızı
yakmıyor musunuz? dedi. Kız ona sıkıntı veriyordu. Orada, kolları
kaskatı, hareketsiz,
kırmızı ve uysal, sigaranın çevresinde dudakları tavuk kıçı gibi
büzülmüş dikelip duruyordu:
sanki ağzının ortasına bir derece sokulmuştu.
Kız sonunda bir teneke kutudan bir kibrit aldı, çaktı, gözlerini
kırpıştırarak birkaç nefes çekti
ve: Yumuşak, dedi, sonra birdenbire ağzından sigarayı çıkardı, beş
parmağının arasında
beceriksizce sıktı. Doğuştan bir kurban, diye düşündü Lucien.
Bretagne'ı sevip sevmediğini
sorunca, kız biraz çözüldü, ona değişik biçimlerdeki Bretonne baş
süslerini anlattı, bir de, tatlı
ve yapmacıklı bir sesle bir Rosporden şarkısı söyledi. Lucien ona
kibarca takıldı, ama kız
yapılan şakayı anlamıyor, ona şaşkın şaşkın bakıyordu: bu sırada
bir tavşana benziyordu.
Lucien bir arkalıksız iskemleye oturmuştu, kendini tümüyle rahat
hissediyordu: Siz de
oturun, dedi kıza. O! Olmaz Bay Lucien, siz varken oturamam Bay
Lucien. Lucien kızı
koltuk altlarından tutup dizlerinin üstüne çekti: Ya böyle? diye
sordu. Kız mırıldanarak kendini bıraktı: Dizlerinizin üstüne mi?
Bunu tuhaf bir tarzda sitemli ve coşkulu bir tavırla
mırıldanmıştı. Lucien can sıkıntısıyla
düşündü: Kendimi fazla bırakıyorum, bu kadar ileri gitmemeliyim.
Sustu: kız dizlerinde
sıcacık, sakin sakin oturuyordu, Lucien yüreğinin çarptığını
duyuyordu. Kız benim malım,
diye düşündü, ne istersem yaparım. Kızı bıraktı, çaydanlığı aldı,
odasına çıktı: Berthe onu
tutmak için hiçbir hareket yapmadı. Lucien çayını içmeden önce
annesinin kokulu sabunuyla
gitti ellerini yıkadı, çünkü elleri koltuk altı kokuyordu.
Onunla yatayım mı? Sonraki günler bu küçük sorun onun çok zamanını
aldı. Berthe
durmadan her geçtiği yerde önüne çıkıyor, ona bir İspanyol
köpeğinin mahzun gözleriylebakıyordu. Ahlak çıkıyordu Lucien'in karşısına: Kızı gebe bırakmak
tehlikesi olduğunu
anladı, çünkü pek deney geçirmemişti (Ferolles'de prezervatif de
satın alamazdı, çünkü herkes
tanıyordu onu), bir de Bay Fleurier'nin başına dert açmak vardı
işin içinde. Sonra kendi
kendine, işçilerden birinin kızı, ileride, onunla yatmış olmakla
kalkar da övünürse fabrikadaki
otoritesinin azalacağını düşündü. Ona dokunmamam gerekir. Eylülün
son günlerinde onunla
birlikte evde yalnız kalmaktan kaçındı.
Ne bekliyorsun yani? dedi Winckelmann. Yapamam, dedi Lucien soğuk
bir biçimde,
hizmetçi aşklarını sevmiyorum. ilk kez hizmetçi aşklarından söz
edildiğini duyan
Winckelmann, hafif bir ıslık çalıverdi ve sustu.
Lucien kendinden yana pek hoşnuttu: Kibar bir adam gibi
davranmıştı ve bu da hataları
bütünüyle önlüyordu. Biraz yazıklanarak Kız hazırdı, diyordu kendi
kendine. Ama
Avucumun içinde gibiydi, kendini vermişti ve ben bunu istemedim,
diye düşündü. Bundan
böyle kendini artık bakir olarak düşünmedi.
Bu küçük hoşnutluklar birkaç gün onun aklını kurcaladı, sonra
onlar da sisler içinde eriyip
gittiler. Ekimde okula dönüşte, kendini geçen ders yılı başındaki
kadar isteksiz hissediyordu.
Berliac gelmemişti; kimsenin ondan haberi yoktu. Lucien birçok
tanımadık yüz gördü:
Lemordant adlı sağındaki çocuk, Poitiers'de bir yıl özel matematik
okumuştu. Lucien' den
daha da büyüktü, kara bıyıklarıyla bir erkek yüzü vardı onda.
Lucien arkadaşlarını kuru
buldu. Ona, çocuksu ve bön gürültücüler topluluğu gibi geldiler:
Papaz okulundan yetişmeydiler. Yine de onların ortak gösterilerine
katılıyordu, ama ne
yaptığını bilmemektendi bu; zaten kendisi dobra dobra niteliğine
izin veriyordu. Lemordant
onu genellikle kendine çekiyordu, çünkü olgundu, ama olgunluğunu
Lucien gibi sayısız ve
güç deneyimlerle kazanmışa benzemiyordu: O doğuştan bir
yetişkindi. Lucien bazı bazı,
omuzlarının içinde eğik duran boyunsuz, bu iri ve düşünce dolu
başı büyük bir hoşnutlukla
seyrediyordu: Sanki oraya ne kulaklarından, ne de kırmızımtırak ve
donuk küçük Çinli
gözlerinden bir şey girebilirdi: Bu kanıları olan bir adam, diye
düşünüyordu Lucien,
saygıyla. Kendi kendine, biraz da kıskanarak, Lemordant'a
böylesine kendi bilincinde olmayı
veren bu kesinliğin nasıl olabileceğini soruyordu. İşte nasıl
olmam gerektiğin: Bir kaya gibi.
Aynı zamanda matematiksel akıl yürütmelerden de Lemordant'ın
anlıyor olması Lucien'i
biraz şaşırttı, ama Bay Husson'un ilk ödevleri vermesi onu
rahatlattı; Lucien yedinciydi ve
Lemordant beş numara almıştı ve altmış dokuzuncu sıradaydı.
Lemordant şaşırmadı, daha
kötüsünü, bunu bekler gibiydi, minicik ağzı, sarı ve parlak
yanakları duygularını anlatmak
için yaratılmamışlardı; o bir Buda'ydı. Ancak bir kere kızdığını
gördüler, o da Loewy'nin
vestiyerde onu ittiği gündü. Önce bir düzine homurtu çıkardı
gözlerini kırpıştırarak:
Polonya'ya! dedi sonunda, Polonya'ya! Pis Bezirgan, bize bok
sürmek için de yanımıza
gelme. Loewy'yi yukarıdan aşağı süzüyordu ve koskoca gövdesi uzun
bacakları üstünde
titriyordu. Sonunda ona iki tokat attı ve küçük Loewy ondan
özürler diledi; olay da orada bitti.
Perşembe günü, onu kızkardeşinin arkadaşlarından dansa götüren
Guigard'la birlikte çıktılar.
Ama Guigard sonunda bu aptallıkların canını sıktığını söyledi: Bir
kız arkadaşım var,
diye ona sırrını açtı, Royale Sokağında, Plisnier'lerde
birincidir. Onun da bir kız arkadaşı var,
kızın kimsesi yok: cumartesi akşamı bizimle gelsene. Lucien anne
babasına bir numara yaptı
ve bütün cumartesi akşamları çıkmak için izin kopardı. Ona
anahtarı paspasın altına
bırakacaklardı. Saint-Honore Sokağındaki bir barda Guigard'ı saat
dokuza doğru gitti buldu.
Göreceksin, dedi Guigard, Fanny sevimli kızdır, sonra, önemli
olan, giyinmesini de bilir.
Ya benim ki? Onu tanımıyorum, ufak tefek olduğunu
ve Paris'e yeni geldiğini biliyorum,
Angouleme'li. Sırası gelmişken söyleyeyim, diye ekledi, çam
devirme sakın. Ben Pierre
Daurat'yım. Sen de, sarışın olduğun için İngiliz kanı var sende
de, bu daha iyi; senin adın da
Lucien Bonnieres. Ama niçin? diye sordu Lucien kuşkulu. Babalık,
diye karşılık verdi
Guigard, bu bir yoldur. Bu kadınlarla dilediğini yapabilirsin, ama
kendi adını hiç mi hiç
söylememelisin. İyi, iyi! dedi Lucien, pek'i ben ne iş yapıyor
olacağım? Ne istersen; en
iyisi öğrenciyim dersin. Bu onların hoşuna gider, sonra çıktığın
zaman da çok para
harcamamana yarar. Giderler ortaklaşa verilir. Ama bu akşam bana
bırak, pazar günü bana ne
ödeyeceğini söylerim.
Lucien, Guigard'ın küçük çıkarlar peşinde olduğunu düşündü birden:
Görünen o ki ben de
giderek kuşkucu oluyorum, diye düşündü alaylı alaylı. Fanny bu
sırada giriverdi: Esmer,
zayıf, uzun bir kızdı, kalçaları uzundu, yüzü çok boyalıydı.
Lucien, onu fütursuz
buldu. İşte Bonnieres, dedi Guigard, sana sözünü ettiğim arkadaş.
Sevindim, dedi
Fanny, gözlerini kısarak. İşte Maud, küçük arkadaşım. Lucien,
karşısında, tersine dönmüş
saksıyı andıran bir şapka giymiş, yaşını belli etmeyen küçücük bir
kadın gördü.
Yüzünü boyamamıştı, göz alıcı Fanny'nin yanında rengi solgun gibi
duruyordu. Lucien fena
halde bozuldu, ama kızın güzel bir ağzı olduğunu fark etti, -hem
sonra kızla kibarlık oyunu
oynamaya da gerek yoktu. Guigard, önceden bira bardaklarını
ayarlamaya özen göstermişti;
öyle ki kızlara bir şey içecek vakit bırakmadan, geldikleri
sıradaki karışıklıktan yararlanarak,
onları gülüşe söyleşe kapıya doğru itiştirivermişti. Lucien'in bu
hoşuna gitti: Bay Fleurier ona
ancak haftada yüz yirmi beş frank veriyordu, bu parayla da yol
paralarını ödemesi
gerekiyordu. Gece eğlenceli geçti. Quartierlatin'de, kuytu
köşeleri olan, sıcak ve kırmızı
küçük bir salona dans etmeye gittiler ve kokteylin fiyatı yüz
sous'ydu. Fanny türünden
kadınlarla gelmiş birçok öğrenci vardı, ama kadınlar Fanny'den
daha az güzeldiler. Fanny
alımlıydı: Pipo içen koca sakallı bir adamın gözlerinin içine
baktı, yüksek sesle:
Dansinglerde pipo içen adamlardan korkarım, dedi. Adam kıpkırmızı
oldu ve piposu
yanıkken cebine sokuşturdu. Guigard ile Lucien'i biraz alaya
alıyor, onlara sık sık, anacıl ve
nazik bir tavırla -Siz koca bebeklersiniz, diyordu. Lucien kendini
çok rahat ve gevşemiş
hissediyordu; Fanny'ye ufak tefek eğlenceli şeyler anlattı;
bunları anlatırken gülümsüyordu.
Sonunda yüzünden gülümseme hiç eksik olmadı, kendini hiç
salıvermeden, hafif bir alayla
süslü inceliğini elden bırakmadan ölçülü bir konuşma tutturmayı
bildi. Ama Fanny onunla az
konuşuyordu: Guigard'ın çenesini eline alıyor, ağzını dışarı
çıkartmak için yanaklarına
bastırıyordu.
Dudakları, özsuyla şişmiş meyveler ya da sümüklüböcekler gibi
biraz salyalı ve koskocaman
olunca Baby, diyerek onları hafif dokunuşlarla yalıyordu.
Lucien'in fena halde canı
sıkılmıştı. Guigard'ı gülünç buluyordu: Guigard'ın dudağının
kenarında ruj ve yanaklarında
parmak izleri vardı. Ama öteki çiftlerin durumu daha da başıboştu:
herkes öpüşüyordu, zaman
zaman vestiyerci kadınlar küçük bir sepetle geçiyorlardı ve Oley,
çocuklar, eğlenin, gülün,
oley oley! diye bağırarak sepetten renk renk şeritler atıyorlardı
ve herkes gülüyordu. Lucien,
en sonunda Maud'un varlığını hatırladı ve ona gülümseyerek: Şu
genç aşıklara bakın, dedi.
Guigard ve Fanny'yi gösteriyordu, ekledi: Biz ötekiler, soylu
yaşlılar... Cümlesini bitirmedi,
ama öyle bir tuhaf güldü ki Maud da güldü. Maud şapkasını çıkardı
ve Lucien onun,
dansingdeki öteki kadınlardan oldukça daha iyi olduğunu gördü.
Sonra kızı dansa kaldırdı ve
bakalorya yılında öğretmenlerine yaptığı numaraları anlattı. Kız
iyi dans ediyordu, siyah akıllı
gözleri, görmüş geçirmiş bir tavrı vardı. Lucien ona Berthe'den
söz etti ve ona pişmanlıklar
duyduğunu söyledi. Ama, diye ekledi, onun için böylesi daha uygun
oldu. Maud,
Berthe'in hikayesini şairane ve hüzünlü buldu, Lucien'in anne
babasının yanında Berthe'in ne
kadar ücret aldığını sordu. Hizmetçilik yapmak bir kız için çok
daha tuhaf değil, diye
ekledi.
Guigard ile Fanny artık onlarla ilgilenmiyorlardı, birbirlerini
okşuyorlardı ve Guigard'ın
yüzü ter içindeydi: Lucien, zaman zaman tekrarlıyordu: Genç
aşıklara bak, baksana şunlara!
ve cümlesi hazırdı: Onlar bana kendileri gibi yapmak arzusunu
veriyorlar. Ama bunu
söylemeye cesaret edemiyordu ve gülümsemekle yetiniyordu; hem
sonra ona öyle geliyordu
ki Maud ile o eskiden beri dostturlar, aşkı küçük görürler ve
Lucien ona eski dost der ve
sırtına vururdu. Fanny birden başını çevirip onlara şaşkınlıkla
baktı. Siz ne yapıyorsunuz? dedi. Haydi öpüşün, bunun için can
atıyorsunuz. Lucien, Maud'u kollarına aldı, ama biraz
rahatsız oldu, çünkü Fanny onlara bakıyordu: Öpüşme uzun ve
başarılı olsun isterdi, ama
kendi kendine, insanlar soluk almak için ne yaparlar, diye
soruyordu. Sonuç olarak bu
düşündüğü kadar zor değildi, burun deliklerini tam açık bırakmak
için yanlamasına öpmek
yetiyordu. Guigard'ın Bir, iki... üç... dört... diye saydığını
duyuyordu ve elli ikide Maud'u
bıraktı. Başlangıç için fena değil, dedi Guigard, ama ben daha
iyisini yapacağım.
Lucien, kol saatine baktı; sayma sırası kendindeydi: Guigard, elli
dokuzuncu saniyede
Fanny'nin ağzını bıraktı. Lucien, kızgındı ve bu yarışmayı aptalca
buluyordu. Ben Maud'u
ölçülü-davranmak için bıraktım, diye düşündü, ama bu zor bir şey
değil, bir kere nefes
alabildi mi insan, alabildiğince sürdürebilir. İkinci bir yarışma
önerdi ve kazandı. Sonuna
geldikleri zaman Maud, Lucien'e baktı ve ona ciddi ciddi: Güzel
öpüyorsun, dedi. Lucien,
zevkten kıpkırmızı oldu. Emrinize amadeyim, dedi eğilerek. Ama
daha çok Fanny'yi
öpmek isterdi. Son metroyu kaçırmamak için geceyarısı yarıma doğru
birbirlerinden
ayrıldılar. Lucien çok neşeliydi, Raynouard Sokağında hoplaya
zıplaya dans etti ve Çantada
keklik, diye düşündü.
Dudağının ucu ağrıyordu, çünkü çok gülmüştü. Maud'u perşembe
günleri saat altıda ve
cumartesi akşamları görmeyi adet edinmişti. Kız öpülmeye ses
çıkarmıyordu, ama kendini
ona vermek istemiyordu.
Lucien, Guigard'a bu sıkıntısını anlattı, Guigard da onu
yüreklendirdi: Bırak bunları, dedi
Guigard, Fanny, kızın yatacağından emin, yalnız çok genç, ancak
iki aşığı olmuş. Fanny ona
çok yumuşak davranmanı salık verdi. Yumuşak mı? dedi Lucien. Emin
misin? İkisi de
güldüler. Guigard ekledi: Gereken neyse yapılmalı ahbap! Lucien
pek yumuşak oldu.
Maud'u çok öpüyordu ve onu sevdiğini söylüyordu, ama bu uzadıkça
pek tekdüze oluyordu.
Hem sonunda kızla çıkmaktan pek de kendine pay çıkartamıyordu:
süslenmesi konusunda ona bir şeyler söylüyordu, ama kız önyargılarla doluydu,
sinirleniveriyordu. Öpüşmeler arasında
sessiz sedasız, gözleri dalgın el ele tutuşarak duruyorlardı.
Böylesine ağırbaşlı bakışlarla
ne düşündüğünü Tanrı bilir. Lucien, her zaman aynı şeyi
düşünüyordu: kendini, bu küçük
kederli ve belirsiz varlığı. Kendi kendine: Lemordant olmak
isterdim, işte yolunu bulmuş
biri! diyordu. Bu sıralarda kendini bir başkası gibi görüyordu:
Kendini seven bir kadının
yanına oturmuş, eli elinde, öpüşlerle dudakları hala ıslak ve
kadının ona verdiği alçakgönüllü
mutluluğu geri çeviren biri. Yalnız biri. Böylece küçük Maud'un
parmaklarını kuvvetle
sıkıyordu ve yaşlar gözlerine birikiyordu: Kızı mutlu etmek
isterdi. Bir kasım sabahı
Lemordant, Lucien'e yaklaştı. Elinde bir kağıt tutuyordu.
İmzalamak ister misin? diye
sordu. Nedir bu?
Yüksek Öğretmen Okulunun korkak Yahudileri yüzünden, Oeuvre'e,
zorunlu askerlik
hazırlığına çıkan iki yüz imzalı bir paçavra göndermişler. Şimdi
biz bunu protesto ediyoruz,
en azından bin tane isim gerekir bize: askeri okul, denizci,
tarımcı, X'ler, bütün kodamanlara
imzalatılacak. Lucien koltuklarının kabardığını hissetti, sordu:
Yayınlanacak mı bu?
Action'da tabii. Belki Echo de Paris'de de. Lucien hemen imzalamak
niyetindeydi, ama
bunun hoş kaçmayacağını düşündü. Kağıdı aldı, dikkatle okudu.
Lemordant, ekledi: Sen
siyasetle uğraşmazsın sanırım, senin tavrın bu. Ama bir
Fransızsın, sözünü söylemek hakkın
senin. Lucien, `Sözünü söylemek hakkın senin' sözünü işitince
içine anlatılmaz, coşkun bir
sevinç dolmuştu. İmzasını attı. Ertesi gün Action Française'i
aldı, ama bildiri ortada yoktu.
Ancak perşembe günü yayınlandı. Lucien onu ikinci sayfada şu
başlık altında buldu: Fransız
gençliği Uluslararası Yahudiliğin ağzının ortasına sağlam bir
yumruk indiriyor. Adı oradaydı,
sıkışmış, keskin, Lemordant'ın adından pek uzağa düşmemiş, kendi
yakınındaki Fleche ve
Flippo'nun adları kadar yabancı bir ad; giyimli kuşamlı duran bir
ad. Lucien Fleurier, diye
düşündü, bir köylü adı, tam bir Fransız adı. F ile başlayan bütün
ad dizisini yüksek sesle
okudu, sıra kendisininkine gelince onu tanımıyormuş gibi yaparak
okudu. Sonra gazeteyi
katlayıp cebine koydu, neşeyle eve döndü.
Birkaç gün sonra Lemordant'ı gidip bulan o oldu. Siyasetle
uğraşıyor musun? diye sordu
ona. Ben birlik üyesiyim, dedi Lemordant, bazı bazı Action'u okur
musun? Pek sık
değil, diye itiraf etti Lucien, şimdiye kadar bu beni pek
ilgilendirmezdi, ama değişmekte olduğumu sanıyorum. Lemordant ona
yüzünün anlatımsız görünüşüyle hiç ilgi duymadan
bakıyordu. Lucien ona Bergere'in `karmaşa' diye adlandırdığını
olduğu gibi anlattı.
Nerelisin? diye sordu Lemordant. Ferolles'lu. Babamın orada bir
fabrikası var. Ne kadar
zaman kaldın orada? Orta'ya kadar. Anlıyorum, dedi Lemordant,
güzel, çok basit, sen
bir taşralısın. Barres'yi okudun mu? Colette Baudoche'u okudum. Bu
değil canım, dedi
Lemordant sabırsızca. Ben sana Gurbetçiler'i getireyim öğleden
sonra: bu senin hikayen.
Orada hastalığını ve ilacını bulacaksın.
Kitap yeşil deri ciltliydi. Birinci sayfada bir `exlibris Andre
Lemordant' damgası gotik
harflerle belli belirsiz yazılı duruyordu. Lucien şaşırmıştı:
Lemordant'ın bir küçük adı
olacağını hiç düşünmemişti.
Okumaya büyük bir güvensizlikle başladı: Kaç kereler durumu ona
açıklamak istenmişti,
kaç kereler, Oku bunu, tam tamına seni anlatıyor, diyerek kitaplar
vermişlerdi. Lucien,
biraz kederli bir gülüşle, böyle birkaç cümleyle çözümlenebilecek
biri olmadığını düşündü.
Oidipus kompleksi, Karmaşa: ne çocukça şeyler ve ne kadar
uzaktalar, bütün bunlar! Ama ilk
sayfadan başlayarak kitaba bağlandı. Bir kere, kitap, psikolojiyle
ilgili değildi -Lucien'e gına
gelmişti şu psikolojiden-Barres'in söz ettiği gençler, soyut
kişilikler, Rimbaud ve Verlaine
gibi bir sınıfa sokulamayanlar değillerdi; ne de Freud'un
psikanalizlerini yaptığı Viyanalı
aylak kadınlar gibi hasta insanlardı. Barres onları ortamlarına,
ailelerinin içine yerleştirerek
işe başlıyordu: katı gelenekler içinde, taşrada, iyi
yetişmişlerdi, Lucien Struel'i kendine benzer
buluyordu. Bu doğru işte, dedi kendi kendine ben doğduğu yerden
kopmuş biriyim.
Fleurier'lerin ahlak sağlığını düşündü, ancak köylük yerde
kazanılan bir sağlık, beden
gücüyle kazanılan bir sağlık. (Büyükbabası bronz bir parayı
parmakları arasında bükerdi.)
Ferolles sabahlarını coşkuyla hatırladı: kalkıyordu, anne babasını
uyandırmamak için
ayaklarının ucuna basarak aşağı iniyor, bisikletine atlıyor ve
Ilede-France'ın yumuşak
görünümü onu belli belirsiz okşayışla sarıyordu. Paris'ten hep
tiksindim, diye düşündü.
Berenice'in Bahçesi'ni de okudu; zaman zaman okumasını kesiyor,
gözleri dalgın, düşünmeye
koyuluyordu: işte yeniden ona bir kişilik ve alınyazısı,
bilincinin bitip tükenmeyen
gevezeliklerinden kurtulma yolu, kendini tanımlama ve
değerlendirmesi için bir yöntem
sunuluyordu.
Ama Freud'un pis ve kirli hayvanlarına Barres'nin ona armağan
ettiği köylük kokularıyla
dolu bilinçaltını nasıl da yeğ tutardı. Bunu yakalamak için
Lucien'in kendi kendine kuru ve
korkunç bir gözlem yöneltmekten başka yapacak bir şeyi yoktu.
Ferolles'ün toprağını ve
toprak altını incelemesi, Sernette'e kadar uzanan dalgalı
tepelerinin anlamını çözmesi,
insan coğrafyasına ve tarihe başvurması gerekiyordu. Ya da
yalnızca, Ferolles'e geri gitmeli,
orada yaşamalıydı: Orada kendine uygun olanı bulacaktı; zararsız
ve verimli, Ferolle kırları
boyunca yayılmış; ormanlara, kaynaklara, ota kesmiş, besleyici bir
humus gibi olan bu yerde
Lucien bir yönetici olma gücünü en sonunda elde edecekti. Lucien
bu uzun düşlerden
büyük coşkuyla çıkıyor, zaman zaman da yolunu bulmuş gibi
oluyordu.
Şimdi, Maud'un yanında, bir kolunu beline dolamış, sessiz sessiz
otururken, içinde
sözcükler, cümle artıkları ses veriyordu: geleneğe yeniden
bağlanmak, toprak ve ölüler,
derin ve donuk, bitmez tükenmez sözcükler. Ne kadar da ayartıcı,
diye düşünüyordu. Yine
de buna inanmaya cesaret edemiyordu: önceleri çoklukla düş
kırıklığına uğratılmıştı.
Korkularını Lemordant'a açtı: Bu çok güzel olurdu. Azizim, diye
karşılık verdi
Lemordant, insan istediğine hemen inanıvermemeli: yapıp etmeler
gerekir. Biraz düşündü
ve ekledi: Bizimle birlikte gelmelisin. Lucien büyük bir istekle
kabul etti, ama özgürlüğünü
elinde tutmak için titizlendi: Gelirim, dedi, ama bu beni
bağımlamaz.
Görmek ve düşünmek isterim. Lucien, genç dernekçilerin
arkadaşlığıyla büyülenmişti: Ona
yürekten ve yalın bir kabul gösterdiler, hemen kendini onların
arasında rahat hissetti. Hemen
hemen hepsi kadife bere giyen yirmi kadar öğrenciden oluşan
Lemordant `çetesi'ni böylece
tanıdı. Briç ya da bilardo oynadıkları Polder'in birahanesinin
birinci katında oturumlarını
yapıyorlardı. Lucien, sık sık orada onları bulmaya gidiyordu.
Hemen anladı ki onlar onu bağırlarına basmışlardı, çünkü her zaman
İşte en güzel çocuk! ya da Bizim ulusal
Fleurier'imiz! diye bağırarak karşılamışlardı onu.
Ama Lucien'i özellikle onlara çeken bu iyi huylarıydı: yüksekten
bakmak, ukalalık etmek
gibi şeyler yoktu, siyasal konuşmalar azdı. Gülünüyor, şarkı
söyleniyordu, işte o kadar. Bir
haykırıştır kopuyor, ya da öğrenci gençliği şerefine alkış
tutuluyordu. Lemordant da, hiç
kimsenin tanımazlık etmeye cesaret edemeyeceği bir yetkiden
vazgeçmeksizin, biraz
yayılıyor, yüzünü bir gülümsemedir kaplıyordu.
Lucien, genellikle susuyor, gözlerini bu gürültücü ve kasları
gelişmiş genç adamların
üzerlerinde gezdiriyordu: Bu bir güçtür, diye düşünüyordu. Onların
arasında gençliğin
gerçek anlamını azar azar keşfediyordu: bir Bergere'in
değerlendirdiği yapmacıklı saflık
içinde değildi artık. Gençlik. Fransa'nın geleceğiydi bu.
Lemordant'ın arkadaşları
zaten ergenlik çağının karmaşası içinde değillerdi: bunlar
yetişkindiler, çoğunun da sakalları
vardı. Onlara iyice bakınca, hepsinde, bir yakın tavır buluyordu
insan: yaşlarının gereği olan
başıboşluktan, belirsizlikten kurtulmuşlardı, öğrenecek birşeyleri
yoktu artık,
olgunlaşmışlardı.
Ciddi olmayan yırtıcı şakaları başlangıçta Lucien'i biraz
şaşırttı: insan onların bilinçsiz
oldukları sanısına kapılabilirdi. Remy gelip de köktenci liderin
karısı Bayan Dubus'ün
bacaklarını bir kamyonun çiğnediğini haber verince Lucien, önce,
bahtsız hasma bir saygı
gösterisi yapmalarını bekledi. Ama onlar katıla katıla güldüler ve
İhtiyar leş!, Saygıdeğer
kamyoncu! diye bağırarak kalçalarına vurdular. Lucien'in biraz
canı sıkıldı, ama birden, bu
arındırıcı gülüşlerin bir sığınak olduğunu anladı: bir tehlike
kokusu sezmişlerdi, aşağılık bir
acıma duygusuna gönülleri elvermemişti; kapanmışlardı. Lucien de
gülmeye başladı. Azar
azar, onların afacanlıkları Lucien'e gerçek aydınlığı içinde
gözüktü: afacanlıkları havailikten
öteye gitmiyordu, gerçekte bu bir hakkın olumlanmasıydı: inançları
öylesine derin,
öylesine dinseldi ki bu inanç onlara havai gibi gözükme, gezip
tozma hakkını veriyordu,
bütün bunlar işin özü değildi. Charles Maurras'nın soğuk mizahıyla
Desperreau'nun şakaları
arasında (sözgelişi sokaklarda cebinde bir İngiliz kaputu parçası
taşıyarak geziyor ve buna
Blum'un sünnet artığı diyordu) ancak bir derece farkı vardı. Ocak
ayında, üniversite, iki
İsveçli minerolojiste, `şeref doktoru' unvanının resmi bir törenle
verileceğini bildirdi.
Güzel bir cümbüş görmek ister misin? dedi Lemordant, Lucien'e bir
çağrı kartı uzatarak.
Büyük anfi silme doluydu. Marseillaise'in sesleri arasında
Cumhurbaşkanının ve Rektörün
girdiğini görünce Lucien'in yüreği atmaya başladı. Arkadaşları
için korkuya kapılmıştı.
Hemen aynı anda, tribünlerde bazı gençler ayağa kalktılar ve
bağırmaya başladılar. Lucien
yakın biri olarak Remy'yi tanıdı, domates gibi kıpkırmızıydı,
ceketinden çekiştiren iki adamın
arasından yırtınarak Fransa Fransızlarındır! diye bağırıp
duruyordu.
Ama öte yanda, haşarı bir çocuk havasıyla, yaşlı bir beyin küçük
bir trompeti üflediğini
görünce çok hoşuna gitti. Sağlıklı doğrusu, diye düşündü. Çok
gençlere bu ağırbaşlı havayı
ve daha yaşlılara bu afacan tavrı veren gürültücülüğün ve inatçı
ciddiliğin bu bir eşi daha
olmayan karmaşasının tadına varıyordu. Lucien, sonra kendi de
alaya almayı denedi. Bazı
sonuçlara vardı ve Herriot üzerine Rahat yatağında ölürse bu adam,
insan Tanrı'ya
inanmamalı, yargısına vardığı zaman içinde kutsal bir öfkenin
doğduğunu duyuyordu.
Dişlerini sıkıyordu o zaman ve bir an için kendini Remy ya da
Desperreau kadar inançlı,
sağlam, güçlü hissediyordu. Lemordant haklı, diye düşündü, insan
yapıp etmeli, hepsi bu.
Tartışmada karşı koymayı da öğrendi. Bir Cumhuriyetçiden başka bir
şey olmayan Guigard
itirazlarla onu yoruyordu. Lucien iyi niyetle dinliyor, ama bir
süre sonra boş veriyordu.
Guigard durmadan konuşuyordu, ama Lucien ona bakmıyordu artık;
Pantolonunun kat
yeriyle oynuyor, kadınlara doğru sigarasının dumanıyla halkalar
yaparak dalga geçiyordu. Her
şeye karşılık Guigard'ın karşı koymalarını biraz dinliyordu, ama
onlar ağırlıklarını yitiriyorlar
ve üstünden hafif ve başıboş kayıp gidiyorlardı. Guigard sonunda
burulup susuyordu.
Lucien anne babasına yeni arkadaşlarından söz etti. Bay Fleurier,
ona çığırtkanlıkla yetinip
yetinmeyeceğini sordu. Lucien tereddüt etti ve ağırbaşlılıkla:
İstiyorum, dedi, gerçekten istiyorum. Lucien, rica ederim böyle
şeylerle uğraşma, dedi annesi, onlar çok
hareketlidirler, hemen bir felaket gelir başına. Bakarsın paparayı
yersin ya da hapse girersin,
değil mi? Hem sonra siyaset yapmak için çok gençsin daha. Lucien
annesine tatsız bir
gülüşle karşılık verdi. Bay Fleurier araya girdi: Bırak çocuğu
şekerim, dedi tatlılıkla, bırak
düşündüğünü yapsın, bu yolları geçmesi gerek. Bu günden sonra
Lucien'e öyle geldi ki
annesi babası ona belli bir saygınlıkla davranıyorlar. Bununla
birlikte, o kendi kendine karar
vermiyordu. Bu birkaç hafta ona çok şey öğretmişti; zaman zaman
babasının iyilikçi
merakıyla, Bayan Fleurier'nin kaygılarıyla, Guigard'ın beliren
saygısıyla, Lemordant'ın
ısrarıyla, Remy'nin sabırsızlığıyla karşılaşıyordu ve başını
sallayarak kendi kendine: Bu
küçük bir iş değil, diyordu. Lemordant'la uzun bir konuşmaları
oldu. Lemordant onun
düşüncelerini çok iyi anladı, ona kendini sıkıştırmamasını
söyledi. Lucien şimdi de şaşkınlık
bunalımları içindeydi; içinde, bir kahve iskemlesinde oturup duran
saydam bir pelte
yığınından başka bir şey olmadığı izlenimi uyanıyor,
çığırtkanların devinimleri ona saçma
gibi gözüküyordu. Ama bir başka zaman, kendini bir taş kadar katı
ve ağır hissediyor,
hemen hemen mutlu oluyordu.
Bütün çeteyle iyiden iyiye arkadaş olmuştu. Hebard'ın geçen yaz
tatilinde ona öğrettiği
Rebecca'nın Düğünü şarkısını söyledi onlara; herkes onun pek
eğlendirici buldu. Lucien
coşkulu ve güzel bir konuşmayla Yahudilerle ilgili birçok
iğneleyici düşünceler söyledi ve
çok hasis olan Berliac'tan söz etti: Her zaman kendi kendime
diyorum: bu kadar eli sıkı
olmak mümkün değilken, nasıl böylesine eli sıkıdır? Günün birinde
bunun nedenini
anladım: çünkü o soydandır. Herkes gülmeye başladı ve bir çeşit
coşku sardı Lucien'i;
kendini Yahudilere karşı gerçekten öfkeli hissetti. Berliac'ın
anısı onun için pek
tiksindiriciydi. Lemordant onun gözlerinin içine baktı ve ona: Sen
temiz bir adamsın, dedi.
Bundan sonra, Lucien'den sık sık dilekte bulunuyorlardı: Fleurier,
bize mıhsıçtılarla ilgili
güzel bir hikaye anlat, ve Lucien babasından duyduğu Yahudi
hikayelerini anlatıyordu. Bir
gün Lefy rastlar Plum'e... diye belli bir deyişle başlayarak
arkadaşlarını neşelendiriyordu.
Günün birinde Remy ile Patenötre, Seine Nehri
kıyısında Cezayirli bir Yahudi'yle
karşılaştıklarını, onu suya atmak istermiş gibi üzerine yürüyüp
onu fena halde korkuttuklarını
anlattılar: Kendi kendime diyordum ki, diye sözünü tamamladı Remy,
Fleurier'nin bizimle
birlikte olmaması ne kötü. Belki böylesi daha iyi oldu, yani orada
olmaması, diye araya
girdi Desperreau. Yahudiyi suya atardı! Bir bakışta Yahudileri
tanımakta Lucien'in üstüne
yoktu. Guigard'la sokağa çıktıklarında onu dirseğiyle dürtüyordu:
Birdenbire geri dönme;
küçük, tıknaz, arkamızda onlardan biri! Bu konuda, diyordu
Guigard, senin koklama
yeteneğin var! Fanny'yse Yahudilerin kokusunu hiç alamıyordu. Bir
perşembe dördü de
Maud'un odasına çıktılar ve Lucien, Rebecca'nın Düğünü şarkısını
söyledi. Fanny
dayanamıyordu, Yeter yeter, altıma edeceğim, diyordu. Lucien
şarkıyı bitirince Fanny ona
mutlu, daha da çok tatlı bir bakışla baktı.
Polder birahanesinde Lucien'e sonunda bir oyun oynadılar. Her
zaman Yahudileri seven
Fleurier, ya da Leon Blum, yani Fleurier'nin yakın dostu... diye
uluorta konuşan biri
çıkıyordu ve ötekiler ağızları açık, soluklarını tutarak
kendilerinden geçip bekliyorlardı.
Lucien kıpkırmızı oluyordu, Yeter be!.. diye bağırarak elini
masaya vuruyordu ve ötekiler
gülmekten kırılıyorlardı.
Yuttu! Yuttu! Hem de nasıl yuttu! diyorlardı. Siyasal
toplantılarda sık sık onlarla birlikte
oluyordu. Bu arada Profesör Claude'u ve Maxime Real del Sartre'ı
dinledi. Yeni uğraşları
yüzünden çalışması biraz aksıyordu, ama bu yüzden de Lucien,
Centrale sınavlarına
güvenemiyordu, Bay Fleurier olgunluk gösterdi: Lucien'in, yaşamayı
öğrenmesi gerek, dedi
karısına. Bu toplantıların çıkışında Lucien ve arkadaşları
ateşleniyorlardı ve yaramazlıklar
yapıyorlardı. Bir keresinde bir düzine kadardılar ve Humanite
gazetesini okuyarak Saint-Andre-des-Arts Sokağı'ndan geçen sessiz sedasız, ufak tefek bir
adama rastladılar.
Adamı bir duvarın köşesine sıkıştırdılar ve Remy emretti: At
elinden o gazeteyi. Ufak
tefek adam numara yapmak istiyordu, ama Desperreau adamın arkasına
geçiverdi, Lemordant
gazeteyi çekip aldığı sırada onu kıskıvrak tuttu. Çok eğlenceliydi
durum. Küçük adam:
Bırakın beni, bırakın beni! diye bağırarak öfkeyle havaya tekmeler
savuruyordu, tuhaf bir
tavır vardı ama Lemordant, sakin sakin gazeteyi yırtıyordu. Ama
Desperreau adamı bırakmak
isteyince olanlar oldu, adam Lemordant'ın üstüne atıldı; Remy tam
zamanında adamın
kulağının arkasına bir yumruk patlamasaydı adam Lemordant'a
vuracaktı. Adam gitti duvara
tosladı, hepsine kötü kötü bakarak: Pis Fransızlar! dedi. Sıkıysa
bir daha söyle, dedi
Marchesseau. Lucien çıngar çıkacağını anladı. Marchesseau Fransa
söz konusu oldu mu
şakaya gelmiyordu. Pis Fransızlar! dedi yabancı. Fena bir tokat
yedi ve başı öne eğik,
homurdanarak ileri doğru atıldı: Pis Fransızlar, pis kentsoylular,
sizden tiksiniyorum,
dilerim hepiniz geberesiniz, hepiniz, hepiniz! ve Lucien'in bile
aklına getiremeyeceği bir
şiddet ve bir yığın başka sövgü dalgası.
O zaman hepsinin sabrı taştı, ona hep birden girişmek, iyi bir
ders vermek zorunda kaldılar.
Bir süre sonra adamı bıraktılar; adam duvarın üstüne yığıldı,
bacakları titriyordu, bir yumruk
sağ gözünü şişirmişti, ötekiler onun çevresinde vurmaktan
yorulmuş, adamın yere yığılmasını
bekliyorlardı. Adam ağzını büzdü ve tükürdü: Pis Fransızlar!
Yeniden başlayalım mı
istiyorsun? dedi Desperreau, nefes nefeseydi. Adam işitmemiş
gibiydi; onlara sol gözüyle,
meydan okurcasına bakıyor ve tekrarlıyordu: Pis Fransızlar! Pis
Fransızlar! Bir duraksama
anı oldu ve Lucien, arkadaşlarının dövüşü bırakacaklarını anladı.
O zaman kendinden
güçlü bir şey onu itti, ileri fırladı ve bütün gücüyle vurdu.
Çatırdayan bir şey işitti ve
adamcağız ona şaşkın ve bitik bir tavırla baktı: Pis... diye
geveledi ağzında. Ama patlamış
olan gözü, kıpkırmızı bir küre ve gözbebeksiz olarak ortaya
çıkmaya başladı, dişlerinin üstüne
düştü ve tek bir söz söylemedi artık. Kirişi kıralım, diye soludu
Remy. Koştular ve ancak
Saint-Michel Alanında durdular; peşlerinde kimse yoktu.
Kravatlarını düzelttiler; elinin
içiyle her biri bir ötekinin üstünü başını silkti.
Akşam, gençlerin bir şey yaptıklarını anıştırmayacak bir şekilde
geçti. Birbirlerine karşı
özellikle nazik gözüktüler. Onlara duygularını örtmeye yarayan bu
edepli sertliği
bırakmışlardı her zaman olduğu gibi. Birbirleriyle nezaketle
konuşuyorlardı, Lucien aileleri
içinde nasıl olmak zorunda olduklarını ilk kez gösterdiklerini
düşündü. Ama o da çok
sinirliydi; sokak ortasında serserilerle dövüşmek adeti yoktu.
Sevgiyle Maud ve Fanny'yi
düşündü.
Gözü uyku tutmadı. Bir amatör olarak peşlerinden gitmeyi
sürdüremeyeceğim, diye düşündü. Şimdi her şey iyice belli oldu,
bağımlanmam gerekiyor! İyi haberi Lemordant'a
verirken kendini ağırbaşlı ve neredeyse dindar hissediyordu. Karar
verildi, dedi, sizinle
birlikteyim. Lemordant onun omzuna vurdu ve çete, bu olayı birkaç
şişe devirerek kutladı.
Neşeli gürültücü tavırlarını yeniden kazanmışlardı. Dünkü olaydan
hiç söz etmediler.
Ayrılırlarken Marchesseau, Lucien'e kısaca: Zehir zemberek
adamsın! dedi. Lucien, Bir Yahudi'ydi! diye karşılık verdi.
Ertesi gün Lucien, elinde Saint-Michel Bulvarı'nda bir mağazadan
aldığı hezaren bastonla
gitti, Maud'u buldu. Maud hemencecik anladı; bastona baktı ve
Yoksa oldu mu? dedi,
Lucien gülümseyerek Oldu, dedi. Maud hoşlanmış gibi gözüktü;
kişisel olarak daha çok sol
düşüncelere yatkındı, ama geniş düşünceliydi.
Ben bütün partilerde, dedi kız, iyi yanlar buluyorum. Gece boyunca
onun küçük
çığırtkanı olduğunu söyleyerek birçok kez Lucien'in ensesini
okşadı. Bundan kısa bir süre
sonra, bir cumartesi gecesi, Maud kendini yorgun hissetti: Eve
gitmek istiyorum galiba,
dedi kız, Uslu uslu oturursan yukarı çıkabilirsin benimle: elimden
tutarsın ye çok hasta olan
küçük Maud'una nazik davranırsın, ona hikayeler anlatırsın.
Lucien'in hiç canı çekmiyordu;
Maud'un odası düzenli yoksulluğuyla onu hüzünlendiriyordu: Buraya
bir hizmetçi odası
denebilirdi. Ama böylesine güzel bir fırsatı kaçırmakla suç
işlemiş olurdu. Daha içeri yeni
girmişlerdi ki Maud Oh! Ne kadar rahatladım, diyerek kendini
yatağın üstüne attı,
sonra sustu ve dudaklarını büzerek gözlerini Lucien'e dikti.
Lucien yanına gelip uzandı ve kız
parmaklarını aralık bırakarak elini gözünün üstüne kapattı ve
çocuksu bir sesle: Hu hu, seni
görüyorum, biliyor musun, seni görüyorum, Lucien! diyordu Lucien
kendini ağır ve
yumuşak hissediyordu; kız parmaklarını onun ağzına götürdü ve
Lucien onları emdi, sonra
kızla tatlı tatlı konuştu, ona: Küçük Maud hasta, nedir onu sıkan,
küçük Maud'cuğu?
dedi. Kızın bütün bedenini okşadı, kız gözlerini kapamıştı ve
esrarlı esrarlı gülümsüyordu. Bir
süre sonra, Maud'un etekliğini yukarı sıyırmıştı, aşk
yapmaktaydılar. Lucien: Ben nasipli
biriyim, diye düşündü. Ah bilsen, dedi Maud bitirdikleri zaman,
bunu ne kadar
bekliyordum! Lucien'e tatlı bir yakınlıkla baktı: Koca oğlan, bir
de senin uslu duracağını
sanıyordum! Lucien de onun kadar şaşırmış olduğunu söyledi.
Bu da oldu işte, dedi Lucien. Kız biraz düşündü ve ona ciddi
ciddi: Hiçbir şeyden pişman
değilim, dedi. Bundan öncekiler belki çok temizdi, ama eksikti.
Benim bir metresim var, diye düşündü Lucien, metroda. İçki ve taze
balık kokusu sinmişti
üstüne, yorgun ve bomboştu. Terle ıslanmış gömleği bedenine
değmesin diye dimdik oturdu,
bedeni kesilmiş süt gibi geliyordu ona. Kendi kendine tekrarladı:
Benim bir metresim var,
ama kendini eksikleşmiş hissediyordu: daha geceleyin Maud'ta
arzuladığı şey, örtülü gibi
duran kapalı ve sınırlı yüzü, ince görünüşü, ağırbaşlı hal ve
tavrı, kendini bilen kız oluşu,
erkek cinsine karşı önemsemez davranışlarıydı; yani kendine özgü
küçük düşünceleriyle,
utanmalarıyla, ipek çoraplarıyla, krepten entarisiyle, dalgalı
saçlarıyla onu bilinmeyen,
sahiden bir başka cins, katı ve belirli, alışılmışın dışında yapan
bütün bunlardı. Bütün bu
boyalar onun kucaklamalarıyla erimişti, ona bir et yığını
kalıyordu, bir karın gibi çıplak,
gözsüz bir yüze yaklaştırmıştı dudaklarını, nemlenmiş bedeninin
kocaman çiçeğine sahip
olmuştu.
Örtülerin altında çalkantılarla ve tüylü esnemelerle seğiren kör
hayvanı yeniden gördü ve
düşündü: Biz ikimiz'indik. İkisi bir olmuşlardı, Maud'un etinden
kendi etini ayıramıyordu,
hiç kimse ona bu tiksindirici mahremiyet duygusunu vermemişti,
çalılığın arkasından pipisini
gösterdiği ya da altına ettiği ve karın üstü yattığı ve donu
kurutulurken arkası çıplak
debelendiği zaman belki Riri dışında hiç kimse. Lucien, Guigard'ı
düşünerek biraz
rahatlamayı denedi; ona yarın, Maud'la yattım, küçük yaman bir
kadın, babalık; onun
kanında var bu, diyecekti. Ama oturduğu yerde rahat değildi:
kendini metronun sıcaklığı
içinde çıplak, elbiselerinin ince örtüsü altında çıplak, bir
papazın yanında otururken, iki olgun
kadının karşısında kirlenmiş koca bir kuşkonmaz gibi katı ve
çıplak hissediyordu.
Guigard onu coşkuyla kutladı. Fanny'den yana canı sıkkındı: Onun
sahiden pek kötü huyu
var. Dün bütün gece kafamı şişirdi. İkisi de bir konuda
anlaştılar: kadınlar böyleydi, onların
olması da gerekiyordu, çünkü insan evleninceye kadar elini kadına
sürmeden yaşayamazdı ve
sonra kızlar ne çıkarcıydılar, ne de hasta, ama kızlara bağlanmak
yanlış bir iş olacaktı.
Guigard büyük bir incelikle gerçek genç kızlardan
söz etti. Lucien, kız kardeşinin ne
yaptığını sordu.
İyidir, babalık, dedi Guigard, senin bir dönek olduğunu söylüyor.
Anlıyorsun, diye biraz aldırmazlıkla ekledi, bir kız kardeşim var
diye şikayetçi değilim;
yoksa insanın anlayamayacağı bir yığın şey var. Lucien onu çok iyi
anlıyordu. Sonunda sık
sık genç kızlardan söz ettiler ve kendilerini içleri şiir dolu
hissettiler. Guigard kadınlardan
yana pek başarılı olan dayılarından birinin sözlerini tekrarlamayı
seviyordu: Belki her zaman
iyilik yapmadım şu kahrolası ömrümde, ama Tanrının benim için
hesaba katacağı bir şey var: Bir genç kıza el sürmektense elimi keserim daha iyi. Bazı kereler Pierrette Guigard'ın
arkadaşlarına gittiler. Lucien, Pierrette'i çok seviyordu, onunla
biraz muzip bir ağabey
gibi konuşuyordu. Lucien ona minnettardı, çünkü Pierrette
saçlarını kesmemişti. Lucien,
siyasal eylemlerle çok uğraşıyordu, her pazar sabahı Neully
Kilisesinin önünden bir Action
Française almaya gidiyordu.
İki saatten fazla, bir boydan bir boya, ciddi bir yüzle
dolaşıyordu. Ayinden çıkan genç kızlar
bazı bazı güzel gözlerini ona doğru çeviriyorlardı, o zaman Lucien
biraz gevşiyordu, kendini
temiz ve güçlü hissediyordu, onlara gülüyordu. Kadınlara saygı
gösterdiğini çeteye anlattı.
Beklediği anlayışı onlarda bulduğu için mutlu olmuştu. Zaten hemen
hemen hepsinin
kız kardeşleri vardı.
17 Nisanda Guigard'lar Pierrette'in on sekizinci yaş günü için bir
toplantı yaptılar ve doğal
olarak Lucien de çağrılmıştı. Pierrette'le pek yakın dosttu, kız
ona kavalyem diyordu ve
Lucien onu biraz kendisine aşık gibi görüyordu. Bayan Guigard,
acemi bir piyanist
getirtmişti; öğleden sonra çok neşeli geçeceğe benziyordu. Lucien
birçok kere Pierrette'le
dans etti ve sonra dostlarını holde karşılayan Guigard'ı bulmaya
gitti. Merhaba, dedi
Guigard, sanırım hepiniz tanışıyorsunuz: Fleurier, Simon, Vanusse,
Ledoux. Guigard
arkadaşlarının adlarını söylerken Lucien, süt gibi beyaz tenli ve
siyah kaşlı, kızıl
kıvırcık saçlı genç bir adamın çekinerek onlara doğru yaklaştığını
gördü, öfkelendi: Bu
adamın burada ne işi var, diye sordu kendi kendine Guigard
Yahudilerden hoşlanmadığını
çok iyi biliyor üstelik!
Topuklarının üstünde döndü, tanıştırılmaktan kurtulmak için oradan
hızla uzaklaştı. Bir
zaman sonra Yahudi de kim? diye Pierrette'e sordu Weill adında
biri, Yüksek Ticaret
Okulu'nda, kardeşim onu silah salonunda tanımış. Yahudiler beni
tiksindiriyor, dedi
Lucien. Pierrette hafifçe güldü. Oldukça iyi bir çocuk, dedi kız.
Hadi beni büfeye götürün.
Lucien bir şampanya kupası aldı eline ve kupayı daha yeni
bırakmıştı ki Guigard ve Weill'le
burun buruna geldi. Guigard'a öfkeyle baktı ve yüz geri döndü. Ama
Pierrette onu kolundan
yakaladı. Guigard içten bir tavırla ona yaklaştı: Dostun Fleurier,
dostum Weill, dedi rahatlıkla. İşte tanıştınız. Weill elini uzattı ve Lucien kendini
çok mutsuz hissetti. Neyse ki
birdenbire Desperreau geldi aklına: Fleurier, Yahudi'yi suya
gönderirdi dosdoğru. Lucien
ellerini cebine soktu, Guigard'a sırtını döndü, çekip gitti. Bu
eve adımımı atamam artık, diye
düşündü, öteberisini isterken. Acı bir gurur duyuyordu içinde.
İşte insanın kendi görüşlerine
sıkı sıkıya bağlı olması bu demek; toplumun içinde artık
yaşanamaz. Ama sokakta gururu
eridi ve Lucien çok kaygılandı.
Guigard kızmış olmalı! Başını salladı, Beni çağırdığı yere bir
Yahudiyi çağırmaya hakkı
yoktu! diye kendi kendini kandırmaya çalıştı. Ama kızgınlığı
sönmüştü, bir çeşit tedirginlikle
Weill'yin şaşkın yüzünü, uzanmış elini görüyordu yeniden. Kendini
uzlaşmaya eğilimli
buluyordu:
Pierrette benim hamhalatın biri olduğumu düşünüyordur herhalde. O
eli sıkmalıydım. Her
şey bir yana bu beni bağımlamıyordu. Kısaca bir selam vermek,
sonra da hemen oradan
uzaklaşmak; işte yapılması gereken buydu.
Kendi kendine, Guigard'lara zaman geçmeden dönsem mi? diye
düşündü. Weill'ye
yaklaşır, Özür dilerim, birden rahatsızlandım, derdi, onun elini
sıkardı ve kısa nazik bir
konuşma yapardı. Ama hayır; çok geçti, yaptığı hareket
onarılmazdı. Düşüncelerimi, onları anlayamayan insanlara
göstermeye ihtiyacım yok! diye düşündü. Sinirli sinirli
omuzlarını silkti, bu bir yıkımdı.
Aynı anda Guigard ve Pierrette onun hareketini konuşuyorlardı. Tam
bir deli! diyordu
Guigard. Lucien yumruklarını sıktı Of! diye düşündü umutsuzlukla,
tiksiniyorum
onlardan! Tiksiniyorum Yahudilerden! Bu engin tiksinti düşüncesini
içinden çekip
çıkartmaya çalıştı. Ama güç, gözünün önünde yıkılıp gitti;
Almanlardan para alan,
Fransızlardan nefret eden Leon Blum'ü boşu boşuna düşündü, tuhaf
bir kayıtsızlıktan başka
hiçbir şey hissetmiyordu. Maud'u evinde bulması konusunda Lucien'e
talih yardım etti. Kıza
onu sevdiğini söyledi ve ona birçok kereler, bir çeşit
kudurganlıkla sahip oldu. Her şey bitti,
diyordu kendi kendine, hiçbir zaman önemli biri olamayacağım.
Olmaz, olmaz!
diyordu Maud, dur şekerim, o olmaz, yasak o! Ama sonunda Lucien'i
istediğini yapsın diye
bıraktı: Lucien onu her yerinden öpmek istedi.
Kendini çocuksu ve yoldan çıkmış hissediyordu, canı ağlamak
istiyordu. Ertesi sabah, lisede
Guigard'ı görünce yüreği daraldı. Guigard'ın sinsice bir görünüşü
vardı, onu görmezden gelir
gibi yaptı. Lucien o kadar kızdı ki dersi izleyemedi. Aptal! diye
düşündü, aptal! Dersin
sonunda Guigard ona yaklaştı, pek solgundu. Su koyverirse kafasını
kırarım, diye düşündü
Lucien, öfkeyle. Bir zaman yan yana kaldılar, ikisi de
ayakkabılarının ucuna bakıyordu.
Sonunda Guigard alçak bir sesle: Özür dilerim, babalık, sana öyle
davranmamalıydım,
dedi. Lucien şaşırdı, kuşkuyla ona baktı. Ama Guigard sıkıntıyla
devam etti: Ona salonda
rastlıyorum, anlıyor musun, işte istedim ki... hep birlikte
tartışmalar yapalım. Hem beni evine
de çağırmıştı, ama anlıyorum, biliyorsun, gitmek zorunda değildim,
nasıl oldu bilmiyorum,
ama çağrıları yazdığım zaman bunu bir saniyecik bile düşünmedim...
Lucien hiçbir şey
söylemiyordu, çünkü söyleyecek şey bulamıyordu, ama kendisinin
kabalık ettiğini anlıyordu.
Guigard, başı öne eğik, ekledi: Ee peki, bir patavatsızlık
yüzünden... Hay budala, dedi.
Lucien onun omzuna vurarak, senin bilerek yapmadığını biliyorum.
Açık yüreklilikle
ekledi: Zaten ben de yapılmayacak şeyler yaptım. Kedimi kaba bir
adam yerine koydum.
Ama neylersin, bu benden daha güçlü bir şey, onlara dokunamıyorum,
sanki ellerinin üstünde
pullar varmış gibi geliyor. Pierrette ne dedi? Deli gibi güldü,
dedi Guigard berbat bir
halle. Ya adam? Anladı. Elimden geldiğince birşeyler söyledim, ama
bir çeyrek sonra
yaylandı gitti. Hep üzüntü içindeydi, ekledi: Annem, babam senin
haklı olduğunu
söylediler, böyle bir kanıdayken başka türlü davranamayacağını
söylediler. Lucien `kanı'
sözcüğünün tadını çıkardı. Canı Guigard'ı kollarının arasına alıp
sıkmak istiyordu. Ziyanı
yok, babalık, dedi ona, ziyanı yok, şimdi yine dost kalalım.
Fevkalade bir coşkuyla Saint-Michel Bulvarından aşağı indi, sanki kendi kendisi değilmiş gibi
geliyordu artık ona. Kendi
kendine söylendi: Çok tuhaf, artık ben ben değilim, kendimi
tanımıyorum! Hava sıcak ve
hoştu, insanlar dolaşıyorlardı, yüzlerinde ilkbaharın ilk şaşkın
gülümseyişi vardı.
Bu yumuşak kalabalığın içine Lucien çelikten bir sivrilik gibi
gömülüyordu. Düşünüyordu:
Artık ben, ben değilim. Ben, daha önceki gün, Ferolles'deki
cırcırböcekleri gibi şişkin
iri bir böcekti, şimdiyse Lucien kendini bir kronometre kadar
yerli yerinde ve kesin
hissediyordu. Source'a girdi ve bir pernod söyledi. Çete Source'a
gelmiyordu, çünkü
yabancılar buraya üşüşüyorlardı, ama o gün, yabancılar ve
Yahudiler Lucien'i rahatsız
etmiyordu. Rüzgar altında bir yulaf tarlası gibi hafif sesler
çıkaran bu kara renkli bedenlerin
ortasında kendini tuhaf ve korkutucu hissediyordu, banketin
köşesine dayanmış pırıl pırıl
parıldayan koskoca bir duvar saati.
Geçen dönem Hukuk Fakültesinin koridorlarında J.P.'lerin fena
halde dövdükleri küçük bir Yahudi'yi görür görmez tanıdı. Yağlı ve düşünceli küçük dev'de
yumrukların izi kalmamıştı,
bir zaman yamru yumru kalmış olmalıydı, sonra tostoparlak biçimini
kazanmıştı yeniden, ama
onda bir çeşit utanmazca aldırmazlık vardı.
O an için mutlu gibiydi: İstekle esnedi; bir güneş ışığı burun
deliklerini kaşındırıyordu,
burnunu kaşıdı ve güldü. Bu bir gülüş müydü? Ya da daha çok,
salonun birkaç adım
ötesinden, dışarıda bir yerde doğmuş ve gelip onun dudaklarında
ölmüş bir küçük kıpırtı mıydı? Bütün bu yabancılar, anaforlarıyla,
onların kollarını kaldırıp parmaklarını kıpırdatıp
biraz dudaklarıyla oynayıp yumuşak bedenlerini sarsan karanlık ve
ağır bir suda
yüzüyorlardı. Zavallı adamlar! Lucien onlara biraz acıdı.
Fransa'ya ne yapmaya geliyorlardı?
Hangi deniz akıntısı onları buraya taşımış ve yığmıştı? Boşu
boşuna Saint-Michel Bulvarı'nın
terzilerinden özenle giyiniyorlardı. Deniz analarından başka bir
şey değillerdi. Lucien bir
denizanası olmadığını, bu aşağılanmış görünüşe sahip olmadığını
düşünüyordu; kendi
kendine: Ben suya dalmışım! dedi. Sonra birdenbire Source'u ve
yabancıları unuttu, bir sırt,
kaslarla kamburlaşmış bir geniş sırttan başka bir şey görmedi;
sırt, sakin bir güçle
uzaklaşıyordu, sislerin içinde, çaresiz, kayboluyordu. Guigard'ı
da gördü: Guigard solgundu,
gözleriyle bu sırtı izliyordu; görünmeyen Pierrette'e Ee peki, bir
patavatsızlık yüzünden!..
diyordu.
Guigard'in içini neredeyse dayanılmaz bir sevinç kapladı: Bu güçlü
ve sağlam sırt
kendisininkiydi! Ve bu olay da dün olmuştu! Şiddetli bir gün
pahasına bir an için Guigard
olmuştu, kendi sırtını Guigard'ın gözleriyle izledi, kendi önünde
Guigard'ın aşağılanışını
yaşadı ve kendini hoş bir biçimde ürkmüş hissetti. Bu onlara ders
olur! diye düşündü. Dekor
değişti: Pierrette'in odasıydı, gelecekte geçiyordu olay.
Pierrette ile Guigard bir çağrı listesinde bir ad gösteriyorlardı.
Lucien yoktu, ama etkisi
onların üstündeydi. Guigard: A! Hayır! Oraya değil! Ee peki,
Lucien'le güzel olurdu,
Yahudilere katlanamayan Lucien'dir! Lucien bir kere daha kendi
kendini seyretti, düşündü:
Lucien, yani ben! Yahudilere katlanamayan biri! O sık sık
söylemişti bu cümleyi, ama
bugünkü geçmiştekilere benzemiyordu. Hiç benzemiyordu. Şurası
kesin ki görünüşte basit bir
gerçekliği gösterme değildi, Lucien istiridyeleri sevmiyor, ya da
Lucien dansı seviyor, der
gibi değildi. Ama burada aldanmamak gerekiyordu; dans sevgisi
belki küçük Yahudi'de bile
olan bir şeydi, bu denizanasının titreşmesinden başka bir şey
değildi; ona kokusu, derisinin
ışıltısı gibi yapışmış duran hoşlandıklarını ve tiksindiklerini
anlamak için şu korkak bezirgana
sadece bakmak yeterdi, bunlar onunla birlikte tıpkı ağır
gözkapaklarının kırpışması, tıpkı
hazzın yapışkan gülüşleri gibi kaybolup gideceklerdi.
Ama Lucien'in Yahudi düşmanlığı başka bir türdendi; acıma bilmez,
katışıksız, başka
göğüsleri tehdit eden, çelik bir namlu gibi uzanıyordu. Bu, diye
düşündü. Bu... bu kutsal
bir şey! Küçükken annesinin bazı ona kesin bir tavırla: Baban
odasında çalışıyor, dediğini
hatırladı. Ve bu cümle ona, havalı tüfeğiyle oynamaması,
Tararabum, diye bağırmamasını
gerektiren, birdenbire bir yığın dinsel yükümlülüğü hatırlatan
kutsal bir söz gibi geliyordu.
Koridorlarda ayaklarının ucuna basa basa yürüyordu, sanki bir
tapınaktaydı. Şimdi sıra
bende, diye düşündü hazla. Seslerini alçaltarak: Lucien Yahudileri
sevmiyor, diyeceklerdi
ve insanlar, bedenlerinin her yanı acı veren küçücük oklarla delik
deşik olmuş gibi,
kendilerini felce uğramış hissedeceklerdi. Guigard ve Pierette,
dedi kendi kendine
duygulanarak, çocuklar. Çok suçluydular, ama Lucien'in onlara
biraz dişlerini göstermesi
yetmişti ve hemen pişmanlık duymuşlar, alçak sesle konuşmuşlar ve
ayaklarının ucuna
basarak yürümeye başlamışlardı.
İkinci bir kere daha Lucien kendini saygıyla dolu hissetti kendine
karşı. Ama bu kez,
Guigard'ın gözlerine ihtiyaç yoktu: saygıdeğer gözüken kendi
gözleriydi -etin, tiksintilerin ve
hoşlanmaların, alışkanlıkların ve mizaçların kabuklarını delip
geçen kendi gözleri. Kendimi
arıyordum orada, diye düşündü, kendimi bulamıyordum. Açık
yüreklilikle, ne olduğunun
dökümünü yapmıştı. Olduğum gibi olmak zorundaysam bu küçük
bezirgandan fazla bir
değerim olmazdı. Böylece bu yıvışık mahremiyetin içine dalarak,
etin kederi, eşitliğin
aşağılık kuruntusu, düzensizlik yoksa, insan ne keşfedebilirdi?
İlk atalar sözü, diye düşündü Lucien, kendi içini görmeye
kalkmamak; bundan daha
büyük yanlış yoktur. Gerçek Lucien -şimdi biliyordu- onu
başkalarının gözlerinde, Pierette'in
ve Guigard'ın korkan boyun eğişlerinde, onun için büyüyen ve
olgunlaşan bütün bu
varlıkların, onun işçileri olacak olan bütün bu genç acemilerin,
bir gün belediyesine başkan
olacağı büyük küçük Ferolles'lülerin umut dolu bekleyişinde
araması gerekiyordu.
Lucien biraz korkuyordu, kendini biraz fazla büyük hissediyordu.
Nice insan onu hazır ol
durumunda bekliyordu: o oydu, her zaman başkalarının sonsuz
bekleyişi olacaktı o. İşte
böyle, bir yönetici, diye düşündü. Ve yeniden kaslarla
kamburlaşmış sırtın ortaya çıktığını
gördü ve sonra hemen ardından bir tapınak. İçerideydi, camlardan
içeri düşen ışığın altında
ayaklarının ucuna basarak yürüyordu. Sadece, işte bu, sadece ben
tapınağım! Bir sigar gibi
yumuşak ve esmer uzun bir Kübalı olan yanındaki komşusuna
gözlerini dikti. Çok güzel
buluşunu anlatmak için kesinlikle yeni sözcükler bulması
gerekiyordu. Tıpkı yanan bir mumu
kaldırır gibi, elini ağır ağır, sakınarak alnına kadar kaldırdı,
sonra kendini bir an, düşünceli ve
kutsalca, düşünmeye bıraktı ve sözcükler kendiliklerinden
geldiler; mırıldandı: BENİM
HAKLARIM VAR! Haklar! Üçgenler ve daireler cinsinden bir şey;
öylesine mükemmeldi ki
var değildi, pergellerle boşu boşuna binlerce yuvarlak çizilmişti,
bir tek daire çıkmıyordu
ortaya. İşçi kuşakları Lucien'in emirlerine körü körüne boyun
eğebiliyorlardı. Onun komuta
etme hakkını hiçbir zaman tüketmeyeceklerdi; haklar, varlığın
dışında, matematik doğrular,
dinsel doğmalar gibiydi. İşte Lucien tamı tamına buydu:
Sorumluluklardan ve haklardan
yapılma koskoca bir demet. Raslantısal olarak varolduğuna uzun
süre inanmıştı; ama bu az
düşünmüş olmanın yanlışlığıydı...
Doğumundan çok önce onun yeri güneş ışığı altında, Ferolles'de
belirlenmişti. Daha önce
-giderek babasının evliliğinden bile önce- o bekleniyordu. Dünyaya
gelmişse bu yeri almak
içindi. Varım, diye düşündü, çünkü var olmaya hakkım var. Ve belki
de ilk kez,
kaderinin şanlı, şerefli bir görüntüsü canlandı gözünde. Ergeç
Centrale'e girecekti (bunun
zaten önemi de yoktu). Sonra Maud'u bırakacaktı. (Kız her zaman
onunla yatmak istiyordu,
bu can sıkıcıydı: birbirine girmiş bedenleri, ilkbaharın bu
başlangıcının yakıcı sıcaklığında
biraz yanık bir tavşan yahnisi kokusu salıyordu.
Hem sonra Maud orta malı, bugün benimle, yarın bir başkasıyla,
bunun hiçbir anlamı yok.
Ferolles'de oturmaya gidecekti. Fransa'da bir yerde Pierrette'in
cinsinden pırıl pırıl bir genç
kız vardı, çiçek gözlü, taşralı bir kız, kendini onun için el
değmemiş olarak saklıyordu; bazı
bazı gelecekteki efendisini, bu tatlı sert adamı düşlüyordu, ama
kız oraya ulaşmıyordu.
Kızoğlankızdı, bir tek Lucien'in sahip olmaya hakkı olan bedeninin
sırlarını biliyordu
olsa olsa. Lucien onunla evlenecekti, kız onun karısı olacaktı,
kendi haklarının en tatlısı. Kız
geceleyin neredeyse kutsal davranışlarla soyunduğu zaman, bu bir
tören gibi olacaktı.
Herkesin beğenip onayladığı bir kız olarak onu kollarının arasına
alacaktı, ona Sen
benimsin, diyecekti. Kız kendini ona gösterecekti. Ondan başka
kimseye kendini
göstermemek kızın ödeviydi ve aşk eylemi Lucien için mallarının
tadına doyulmayan dökümü
olacaktı. En tatlı hakkı; hakkının en mahremi: onun etine kadar
saygı gösterilmek hakkı,
yatağına kadar boyun eğmiş olma hakkı. Genç evleneceğim, diye
düşündü. Çok çocuğu
olacağını da söyledi kendi kendine: Sonra babasının işini düşündü.
Onu sürdürmek için
sabırsızlanıyordu. Kendi kendine Bay Fleurier'in hemen ölüp
ölmeyeceğini sordu.
Bir saat, öğleyi vurdu, Lucien ayağa kalktı. Değişim sona ermişti:
Bu kahveye, bir saat önce,
şaşkın ve sevimli bir ergen çocuk girmişti, şimdi buradan çıkan
bir erkekti; Fransızlar
arasında bir yöneticiydi, önderdi. Lucien bir Fransa sabahının
şanlı ışığı altında birkaç adım
yürüdü. Ecoles Sokağında ve Saint Michel Sokağının köşesinde bir
kağıtçıya yaklaştı, aynada
kendine baktı: Lemordant'ın yüzünde hayran hayran seyrettiği
duyarsız tavrı kendi yüzünde
bulmak istemişti. Ama ayna ona küçük güzel bir yüzden aşka bir şey
yansıtmadı, henüz pek
gösterişli değildi: Bıyık bırakacağım, diye karar verdi.
|