NİHAT BEHRAM
1946 yılında Kars'ta doğdu. On şiir kitabı yayınlandı. Yayınlanmış
yirmi kitabı bulunmaktadır. Çeşitli yapıtları yabancı dillere
çevrilmiştir. -Halkın Dostları-, -Militan- ve -Güney- dergilerini
çıkaranlar arasındadır. Yazdıklarından ötürü 12 Mart döneminde 2
yıl tutuklu kaldı. 70'li yıllarda bir süre gazetecilik yaptı. 12
Eylül döneminde Bakanlar Kurulu kararıyla T.C. vatandaşlığından
çıkarıldı. Uzun yıllar yurdundan uzakta yaşamak zorunda kalan
Behram, 17 yıllık politik sürgünlükten sonra 1996 yılında yurduna
dönebildi.
SUNU
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan yakın tarihimizin
simgeleşmiş adlarından üçüdür. Bilindiği gibi bu üç genç -12 Mart
Döneminin karanlık günlerinde, 6 Mayıs 1972 sabahı darağacına
çıkarıldılar.
12 Mart'ın hukuk anlayışının bir göstergesi ve sonucu olan bu
infazlar yıllardır kamuoyunun vicdanını rahatsız etmiş ve
etmektedir. 12 Mart darbecileri bu üç gencin muhalif
etkinliklerine son vermek, onların birer mitos olma
potansiyellerini engellemek amacıyla yaşamları ve son dönemlerine
ilişkin her şeyi bir sis perdesi altında tutmaya çalıştılar. İnfaz
haberini veren spikerin, -haberi okurken sesi titredi- diye işten
uzaklaştırılması, dönemin baskı ve sansürünün boyutları hakkında
fikir verir.
1976 yılının Mayıs'ında, üç gencin darağacında can verişlerinin
dördüncü yılında, bu sis perdesi -Darağacında Üç Fidan'ın
yayımlanmasıyla aralandı. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin
İnan'ın yaşamları, son günleri, son sözleri aynı kuşağın şair ve
yazarı Nihat Behram'ın kaleminden kamuoyuna
yansıdı.
Bu yapıt aynı adla (Darağacında Üç Fidan) belgesel anlatı tarzında
on sekiz gün süren bir dizi yazıdan sonra kitaplaştırılmıştır.
Dizinin yayını süresince hemen her gün ağır cezalık dava ve
toplatma konusu edildiğini ayrıca bir not olarak düşmeliyiz.
Kitaplaşan yapıt ağır baskılara uğradı. Yasaklandı;
yedinci basımının kurşun dizgileri baskı makinesinden sökülerek el
konuldu.
1980 Darbesi, kitap üstündeki baskıyı daha da koyulaştırdı. Yazarı
hakkındaki ağır ceza davaları sıkıyönetim mahkemelerine
devredildi.
1980 yılında yurtdışına çıkmak zorunda kalan yazar tam 17 yıl
sürecek politik sürgün hayatı yaşadı.
Behram'ın bu yapıtı 1988 yılında -Yürekleri Şafakta Kıvılcımlar-
adıyla yeniden yayımlandı. Ama başına yine aynı şeyler geldi:
Yasal dayanağa gerek görülmeksizin matbaa ve yayınevi baskınları,
el koymalar.
Bu arada uzun süre verilen hukuk mücadelesiyle kitap hakkında
beraat kararı çıktı.
Nihat Behram 1996 yılında 17 yıllık sürgün yaşamından sonra yurda
döndü. Yazar kitap ile ilgili 16 yıl önce verilen tutuklama
kararlarına dayanılarak gözaltına alındı, ancak beraat kararının
kanıtlanması sonucu serbest bırakıldı.
Öyküsünü kısaca anımsattığımız -Darağacında Üç Fidan- yine
okurunun karşısında. Belgesel yönüyle yakın tarihimizin bir bölümü
hakkında kamuoyunu bilgilendireceğine inandığımız bu kitap,
ideolojik tasarımların dışında okura sunulmaktadır. Ülkeler
çalkantılı yıllarını, hukuku ve demokrasiyi gözeten, cürümleri,
kışkırtmaları, yönlendirmeleri dışlayan sivil tarih belgeciliğiyle
değerlendirerek aşarlar. Bu süreçte bizzat belgeler kadar,
araştırmacı yazar emeğine dayanan belgesel anlatılar da ışık
tutarlar.
Kitabın kendi mücadelesini içeren belgelere dayalı yeni bölümüyle
bir yayıncılık hizmeti verdiğimize inanıyoruz.
Okurlar, yakın tarihimizin simgeleşmiş üç adının öyküsünü izleme
hakkına sahiplerdir.
Adnan Özer-Hasan Öztoprak
Öyle bir an vardır ki, bir can, bir duygunun simgesi olur.
Bütünleşir o duyguyla. Anlamı derinleşir.
Ölümle ikiye bölünmek istenen bir şeydir bu. Kimisi yaşatmanın
saflarında kenetlenir, kimisi öldürmek için pusuya yatar; en
karanlık yollarını arar can almanın.
Tarih böyle oluşagelmiştir. Bir bakıma yaşama arzusuyla, ölümün
çarpıştığı yerdir dünya. Toplum yasalarının anlamı da bunun içinde
düğümlüdür. Kimisi o düğüm çözülmesin ister; kimisi çözülsün
düğüm, toplum ferahlasın diye, can vermeyi göze alır...
Sinsiliğin, çıkarın, acının, açlığın, acımasızlığın, korkaklığın,
bencilliğin, açgözlülüğün, kalleşliğin, sömürünün... kol gezdiği
bir dünyada her gün binlerce bebek doğmakta. Şefkate, merhamete,
doymaya muhtaç; çıkarsız, dürüst bir titreyiş taşıyan çocuklar. Ve
onların büyük kesimini açlık beklemektedir; kalleşlikler, acılar,
sömürü... Ve içlerinden bazıları düşünmeye başlar. Düşünür ve
düşündükçe yiğitlenir, korkusuzlanır, bilinçlenir... Eğilir
halkının acılarına. Umut verir.
Halkın umudu bir nehre benzer. Ve o nehri besleyen sular vardır.
İşte ölüm arayıcılar, bu nehrin önü kesilsin. isterler; önü
kesilen nehir derinleşir, taşar; kurusun isterler bu nehir,
sularını gözbağında bulandırırlar, fakat bakarlar ki, dağ su olur,
gözyaşı irileşir, dağlaşır; nehre doğru yuvarlanır. Dağ diplerinde
ve dağ diplerini omuzlaya omuzlaya köpürür gider o nehir...
Nice isimsiz yiğitler düşmüştür bu dövüşte. Ne var ki, çoğalan
acının da bir taşma anı vardır. Canlanır. Kimisi onun soluğu
kesilsin ister, kimisi daha gür yaşasın diye canını canına, sesini
sesine katar. O an, umudun hesap anıdır.
Bir yanda halk vardır; bir yanda halkın cevherine kök salmış
asalaklar. Bir yanda halkla varolan duygular; bir yandan halkın
duygularına kurulan pusu.
İnançları uğruna ölümün eşiğinde bükülmeden duranları, varolalı
beri tanır dünyamız. Çünkü bazı ölüler dünyanındır.
Hemen her ülkede yaşandı bu, yaşanıyor, daha kim bilir ne kadar
yaşanacak.
Bir zamanlar Sacco ile Vanzetti ölümün karşısında bekletildi.
Dünyanın kılmıştı onları, yaşadıkları şey. Amerika'da elektrikli
sandalyede can verdiler. Halkın sevgisi üstlerinden eksilmedi.
Çoğaldılar.
İspanya'da altı gencin dökülen kanı daha kurumadı.
Onları da dünyanın kılmıştı simgeledikleri şey. Kurşuna
dizildiler. Halkın bağlılığı varlıklarında dalgalandı. Milyonlarca
basıldı resimleri. Bir ucundan bir ucuna dünyaya uzanıp uyudular.
Bilinir, nice isimsiz ölünün omuzlarında yükseldi Vietnam'da
zafer. Ve zaman zaman tümünün adına dikilerek ölümün karşısında
bazı isimler, simgesi oldu bu ülkenin. Genç elektrik işçisi Nguyen
Van Troi bunlardan biriydi...
Doğduğunda savaş vardı; ülkesi yağmalanıyordu. Ve yağmacılar yerli
çeteleri dört bir yanı tutmuştu. Halkı yıllardır direnmekteydi
emperyalizme ve uşaklarına karşı. Nguyen dünyaya baktıkça kendine
geldi. Halkın saflarına katıldı. Amerika Savunma Bakanı
McNamara'nın öldürülmesi görevini verdi ona mücadelesi. Girişimi
başarısızlığa uğradı. Vietnam'daki azgın sömürgeci güçleri
denetlemeye gelen McNamara, ölümden kıl payı kurtuldu. Nguyen
yakalanmıştı. İşkencelerden geçirildi. Troi'nun devrimci bilinci,
yurtsever duyarlılığı, kararlılığı bir an bile geri basmadı.
Üstelik halk düşmanlarının elinden kaçmak, mücadeleye katılmak
için her fırsatı değerlendirdi. İki kez
ellerinden sıyrıldı. Fakat ayağı kırılmış, başaramamıştı. Yeni bir
fırsatta yine kaçacağını söylemekten çekinmedi; bir de
eylemlerinin suç değil, halkına bir borcu olduğunu söylüyordu. Bu
iki sözden başka tek şey alamadılar ağzından. Kurşuna dizileceği
günü beklemeye başladı.
Yakalandığında yirmi günlük karısı, pamuk işçisi Quyen, umut
ışığının sönmemesini dileyen bir duyguyla, acı içinde Saygon
sokaklarında dolaşırken, gazete satan çocukların birden parlayan
çığlıklarıyla irkilmişti:
-Son baskı, yazıyor... bir telefon konuşması bir hayatı
kurtarıyor...-
Telefon Venezuellalı gerillalardan geliyordu. Yani dünyanın bir
başka ucundan. Gerillalar kaçırdıkları bir Amerikalı albayın
hayatına karşılık, Nguyen'in hayatını istiyorlardı. Yani Nguyen'in
kişiliğinde umudu...
Quyen ne Venezuella'yı duymuştu ne de kocasını kurtarmaya
çalışanları tanıyordu. Şaşkınlık ve sevinç içinde, yaşlı ve
bilgili tanıdık bir işçiye koşarken, Saygon sokakları da bir anda
hareketlenmişti. Karanlık altında bir şenlik fısıltısı esiyordu.
Quyen değiş tokuş sırasında giysin diye, kocasının tek giysisini
fırçalayıp bohçalarken, kocasından gelen bir mektup, onun her
şeyden habersiz olduğunu gösteriyordu. Quyen daha da
heyecanlanmıştı. Nguyen mektubunda -idamımdan sonra karıma iyi
bakın- diyordu. Quyen sevinçli haberi kocasına iletmek için
zindana seğirmiş, orada olağanüstü güvenlik
önlemleriyle karşılaşmıştı.
Satılık,
kukla Saygon yönetimi Venezuellalı gerillaları aldatmıştı.
Nguyen'i saldık deyip kurşuna dizmişlerdi.
Nguyen öldürüldüğünde yirmi yaşındaydı. Onun öldürüldüğü zindan,
Saygon yönetiminin en sıkı korunan zindanıydı. Fakat bir grup
devrimci, akla durgunluk veren bir başarıyla, zindana girip,
Nguyen'in kurşuna dizildiği direğin dibinde gösteri yaptılar.
Satılık Saygon yönetimi, yeni Nguyenlerle karşı karşıyaydı.
Artık karısı Quyen de devrimin bir neferi olmuştu.
Bugün siyasal nitelikteki cinayetler, dünyada alabildiğine
yaygındır. Ölüm kimi zaman ansızın gelir. Kimi zaman ölümle
yargılanır, beklenir ve sonunda bir duvarın dibine, elektrikli
sandalyeye ya da darağacına doğru yürünür...
25 Temmuz 1968'de Vedat Demircioğlu'nun öldürülmesiyle, Türkiye'de
de hızlanmaya başlayan siyasal cinayetlerin sayısı bugün yüzlerin
üstüne ulaşmıştır. Yani sekiz yıldır, yaşları yirmi beşe değmeyen
bir kuşak ölümle susturulmaya çalışılıyor.
6 Mayıs 1972'de idam hükmü giyip darağacında can verdiklerinde,
Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in yaşları toplamı, o güne dek ölen
arkadaşlarının sayısının altındaydı.
Vedat öldürüldüğü gün Deniz, Üniversite Merkez Binası'ndan
Sultanahmet'e doğru yürüyen kalabalığın önündeydi. Kavgasına adını
kanıyla yazdırdığı ilk yıllardı. Yediği taşlardan sarsılacak kadar
ince, genç; geri dönmeyecek kadar gözüpekti...
Günlerin ölüm haberleriyle geldiği bir dönemdi. Yaşadığı kısacık
hayatında, en yakın arkadaşlarının bir bir düşüşüne tanık oluyor,
bu onu derinden etkiliyordu. Kavgasına ölüm haberleri içinde
hazırladı kendisini.
Üçü de inançlarının yolunu kendi görüşleri doğrultusunda
belirginleştirdikleri ve bir araya geldikleri zaman, bir gün
ölebilecekleri olasılığını biliyorlar ve bunu hiç sorun
etmiyorlardı. Birlikte birçok kez ölüme gidip geldiler. Baştan
beri aileleri ve yakınlarını, bir gün başlarına gelebilecek olana
karşı hazırlamaya çalışıyorlardı.
Köyüne geldiği bir gün üstüne örttüğü yorganın kısa gelmesi
karşısında, anasının eğilip Hüseyin'i öperek -Üzülme oğlum, yarın
yorganını uzatırım- dediğini anlatıyor babası. Hüseyin, -Benim
için böyle bir zahmete girmeyin, belki bu, eve son gelişimdir-
demişti...
Yusuf, daha dışarda olduğu günlerde, babasına yazdığı bir mektupta
kendisini unutmaya çalışmalarını istiyordu.
Duygulu, gözüpek, şakacı kişiliğle Deniz, ilk arkadaş ölümünün
acısını tattığı 25 Temmuz 1968'den dört yıl sonra; cesareti,
dayanıklılığı ve kararlılığıyla hareket içinde belirginleşen Yusuf
ve ağırbaşlılığı, az öz konuşuşu, bilgisiyle belirginleşen
Hüseyin'le birlikte 6 Mayıs 1972'de darağacına doğru yürüdü...
Cumhuriyet tarihinde solun, infazı can karşılığı olan ilk hüküm
giyişiydi bu. Onlar darağacının gölgesinde aylarca bekletildiler.
Son tutuklanışlarıyla başlayan serüvenleri, hareket içinde değişik
bir gerilim oluşturdu. Arkadaşları için Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in
kurtarılması kendi hayatlarından daha fazla önem kazanmıştı. Çünkü
onların kurtarılmalarındaki
anlam, sıradan bir görünümün dışına taşmıştı. Varlıklarından çok,
simgeledikleri şey öne fırlamıştı.
Ölümlerini bekledikleri günlerde, dışarıda kendileri için can
verenleri duyuyorlar, bu durum onları son derece etkiliyordu.
Deniz, saatlerce arkadaşlarının resimlerine bakıyor; Yusuf, büyük
bir buruklukla hücresinde sabırsızlanıyor; Hüseyin -hareketin
kendilerinin kurtarılması biçiminde odaklanmaması- gereğini
arkadaşlarına iletmeye çalışıyordu.
Bir an vardır, uğruna ölüme gidilir. Kendi inançları doğrultusunda
Deniz, Hüseyin ve Yusuf bunu yaşadı. İnançlarının siyasal yorumu;
bıraktıkları mirasın genişlemesine ve derinlemesine
değerlendirilmesi tarihin sorunudur. Ne var ki onların son
tutuklanmalarıyla başlayan ve asılmalarıyla sonuçlanan
bir yargılanmanın üstünden kolayca geçilemiyor. Evet, onlara
biçilen hüküm infaz edildi, fakat varolan yasalar karşısında
suçları, hükümle uyum halinde miydi?
Onların inandıkları yolun değerlendirilmesi, ne kadar tarihin
sorunuysa, onların yargılanış biçiminin değerlendirilmesi de, o
kadar bugünün sorunudur...
ÖLÜLERİMİZ...
Her sabah
her sabah
o kusursuz acının kollarında
o kusursuz acının kollarında öpüştüğüm gökyüzü artık
çırpınan yüreğimi yatıştırmıyor. Ve onun
koparıp dizginlerini
uçarcasına boylu boyunca
sakınmasız çarpışı
heyecanlandırıyor beni.
...
Bir serçe kümesinin konması karşıki dala
belki hiçbir şeydir,
ama sevgilimin mektubunda bir kuş resmi
beni coşkulandırabilir.
Milyarla yıldız arasında tanırım onu
çünkü seyredince güzelleşir sevginin ışıltısı
binlerce gözüm var
binlerce şafak halindeyim
anlamak istediğim şeyin karşısında,
çünkü anlamak zorundayım;
her sevinç kolayca ele geçmez
insan her acının sahibi değildir,
gökyüzü ve nehirler olmasa toprak da anlaşılmaz
ve hayatın kararı kesin:
son ana kadar onuru koruyanlar yaşayacak
söylenecek son söz kahramanca olmalıdır.
...
Vurgunum
inceliğinim senin
eyy
yapraklarda bir kuş hafifliğinde sürüp giden titreyiş
vurgunum
bir nehri besleyen suların uyumuna,
taşlara hırsla vuruşuna dalganın
...
Ölüm seni yanıltmasın...
Nasıl ki yığılır yüzüne gecenin karanlığı
gözlerinle bir başına kalırsın
ölüm öylesine gözuçlarında,
savun, kavuştur yüreğini
minicik bir çiçeğin bile kökleri
yaşamak hırsıyla uykusuzdur.
...
Ölüleriniz...
İşte Stevan Flipoviç.
Bir kahraman.
Faşistler sarmış çevresini.
Sehpada.
Boynunda ip.
Ve o son nefesiyle dalayıp ciğerini
bir bıçak gibi vuruyor kelimeleri dişleri arasından
haykırıyor : -Kahrolsun faşizm; Yaşasın mücadelemiz.-
...
Stevan Flipoviç
onurun bekçisi
direnmenin...
...
Ölüm seni yanıltmasın...
bir bir düşün yaşayanları,
alnını korkusuzca kaldır
kimin yanındasın
yerin neresi
ve senin en çaresiz anında
tek silahın nedir?
...
Ölüm seni yanıltmasın...
Usanma hayata yaraşan sesi aramaktan
her kuşun palazlandığı bir yuva vardır,
her dal güneşin ve rüzgarın avuçlarında
kendi hevesince boyanır;
çünkü yaşaması gerekiyor bir şeylerin
bir şeylerin bir şeylerin: senin olan
...
Bak: kollarını bağlıyorlar
son defa bakıyor dünyaya Nguyen Van Troi
birazdan göğsünü parçalayacaklar
ama kan onu geriletmiyor
başlıyor şarkısına:
-Yaşasın Ho Chi Minh; Yaşasın Vietnam...-
...
Damarlarım damarlarına bağlı yaralarından
çünkü öldürülmek istenen benim de sevincimdir
Nguyen onun siperi...
...
Bir buğday tanesi midir
aynı titreyişle
toprağa düşer düşmez kıpırdayan
o şarkı... bir buğday tanesi mi?
...
Ölülerimiz...
Sesleri dünyamız kadar bilge.
Birazdan kalkacaklarmış gibi
uzanıp bir sipere
koyulaşan...
Ölülerimiz...
Bakışları
uçmaya hazırlanan bir kartal kadar çevik,
vurgunum
gizleyemem.
...
Sen bağrımı amansızca zorlayan siyahlık
unutma
öldürmekten daha kuvvetlidir ölebilmek
N. Behram
BU GÜNLER Kİ...
İşte yüzleri ne kadar net
dostun da, düşmanın da
...
Ve ilk kalkışı tozların doğacak fırtınada
denizi coşturan dalganın ilk çalkanışı
...
Oy, sancıyla kavrulan ten
bir canı ortak taşımadaki deryalı nabız
oy, mert bir buluşmanın gözlerde parlayışı
hesapsız hurdasız iletilen heyecan
...
Ve kusursuz çırpınışlarla
hayata bağlanışın ilk atakları
düpedüz, çarpa çarpa
güneşin ve toprağın dostluğuyla,
çoğalan vahşetin
zulmüne, iğrençliğine karşı
halka adanışın
ilk atakları
...
Artık
pürüzsüz bakışımızdaki hüzün
kaybedişten değil,
acıyla da olsa
bayırlardaki yuvalarından
sıyrılarak uçan yavru kuşlarda
coşkunun yaralarla bezenişidir
Onların kalbini öpüyoruz ağlayışlarda
N. Behram 1971
TÜRKİYE'DE KARANLIK BİR DÖNEM VE DENİZ, YUSUF, HÜSEYİN'İN
DIŞARDA SON GÜNLERİ
12 Mart'la başlayan dönem Türkiye'nin üstündeki karartıyı daha da
yoğunlaştırmıştı. Sözde -söz özgürlüğü, düşünce özgürlüğü- denen
şey, artık sözde bile değildi. Özellikle 1967-68'lerden sonra
giderek yaygınlaşan toplumsal, ekonomik ve siyasal huzursuzluk, 12
Mart'la birlikte, tek taraflı olarak, bu kez sıkıyönetim
uygulamalarıyla sürdürülmeye başlandı. Yıl be yıl sıçramalarla
gelen bu gerginlik, mücadele biçimlerinde de karşılıklı olarak çok
çeşitli boyutlara varmıştı. Artık tutuklanmalar, öldürülmeler,
işkenceler her günün haberleri arasındaydı. Sıkıyönetimin kendi
içindeki ilk acemiliği
sonunda, birçok Sıkıyönetim Mahkemesi, önceden (ve bilinen
yöntemlerle) bnlunan suçluları, yargılamaya başladı. Bu
mahkemelerden bir çoğu, sanıkları -ölüm istemi-yle yargılıyordu.
Ölümle yargılanmak da sıradan bir yargılama biçimi olmuştu.
Türkiye'deki, siyasal yargılama tarihinde ender uygulanmış
maddeler, bu dönemde günlük istekler arasındaydı. Yüzlerce sanığın
ölümle yargılanışına tanık olundu. Bunlardan üçünün, Deniz, Yusuf
ve Hüseyin'e verilen hüküm infaz edildi.
Çeşitli siyasal suçlardan aranan Deniz Gezmiş, 16.3.1971'de
Gemerek'te yakalanmış. 18.3.1971'de tutuklanma kararı verilmişti.
5.4.1971'de tutuklanma kararı verilen, Yusuf Aslan da Deniz'le
birlikteyken Şarkışla'da yakalanmıştı. 23.3.1971 tarihinde
Pınarbaşı'nda yakalanan Hüseyin
İnan 24.3.1971 tarihinde tutuklanmıştı.
Bu son tutuklanışlarıydı üçünün de. Daha önce, özellikle Deniz
başta olmak üzere, birçok kez tutuklanmışlardı. Hele 1968-71
döneminde; içinde Deniz olsun olmasın, her hareketten sonra Deniz
hakkında arama, tutuklama kararı verilirdi. Üçü de çeşitli
cezavelerinde kalmışlardı daha önceleri; işkencelerden
geçirilmişlerdi. Hüseyin'e, Filistin dönüşü yakalandığı
Diyarbakır'da çok ağır işkenceler uygulanmıştı. Yine de istenilen
ifadeler alınamamıştı.
Bu son tutuklanışlarıydı. Bu tutuklanışlarıyla başlayan
serüvenleri, ölümleriyle sonuçlandı. Tutuklanma öncesinde bunu üçü
de biliyordu. Artık hareketleri bir başka boyuta varmıştı. Öğrenci
hareketi olmanın üstünde bir anlam taşıyordu. 12 Mart Muhtırasıyla
birlikte eylemleri de yoğunluk
kazandı. Bir süre sonra Ankara'dan ayrıldılar. Şarkışla'ya doğru
yola çıktılar. Elazığ yöresinde bir köprüde kendileriyle birlikte
Ankara'dan ayrılan Sinan'la buluşacaklardı, Nurhak Dağları'ndaki
barınaklarına gideceklerdi. Şarkışla'da bir kuşku üzerine
çevrildiler. İsteseler ellerindeki otomatik silahlarla kendilerini
çevirenlerden bir anda sıyrılabilirlerdi.
O güne dek silahlarını öldürmek için ateşlememişlerdi... Öldürme
duygusu onları her zaman tedirgin etmişti. Özellikle en yakın
arkadaşları Sinan, bu konuda alabildiğine titiz davranırdı...
Dört Amerikalıyı esir alıp kaçırdıklarında Sinan da, Deniz de,
Yusuf da ellerindeki tutsakları öldürmek zorunda kalabileceklerini
düşünmek bile istemiyorlardı... Sinan, böyle bir olasılık aklına
düşmesin diye sürekli uzak duruyor, konuşmalara katılmıyordu.
Deniz, -bunlar nesnel olarak ölümü
haketseler de, öznel olarak suçsuz insanlar- diye düşünüyordu.
Amerikalıları esir aldıklarının ertesi günü, içlerinden birinin
gizlice karısına yazdığı mektubu yakaladılar. Amerikalı karısına,
-artık görüşmeyeceğiz- diye yazmıştı. Deniz mektubu okurken
oldukça hüzünlenmişti. Mektubu yakalatan Amerikalı çavuşsa, çok
korkmuş, Deniz'e -karısının hamile
olduğunu- söylüyordu. Deniz -üzülme görüşürsünüz- diye avutmuştu
onu.
İşte aynı duygu Şarkışla'da Deniz'in içini kaplamıştı.
Çevrilmişlerdi ve kaçmaları gerekiyordu. Yeri ve göğü ateşleyip
döndüler. Döndüklerinde ilk kurşunu Yusuf yedi arkadan. Deniz,
düşen Yusufa koştu. Bakıştılar; Yusuf; Deniz kaçsın istedi; o
Yusuf'u kaçırmak istedi. Hayatları saniyelerle çevriliydi.
Bakıştılar ve Deniz sıyrılıp kaçtı...
Deniz seğirtirken içinden bir yanı kopmuş gibi duyuyordu Yusuf'u.
Önünde araba duran bir kapıyı çaldı. Kapıyı açan kadına kocasını
çağırmasını söyledi. Kadın ansızın kapıyı örtünce, silahını kilide
doğru çalıştırdı.. Deniz'in hiç istemediği bir şey olmuş, kapının
öbür yanındaki kadın yaralanmıştı.
Kocası geldi. Arabaya bindiler. Deniz arabanın yönünü, Yusuf'un
kendinden koparıldığı yana çevirdi. Orada bir iki tur attı. Ve
dışarı doğru -Yusuf, Yusuf- diye seslendi. Kendi sesi ve motor
gürültüsü dışında bir ses alamıyordu. -Yusuf'u öldürdüler- diye
geçirdi içinden. Yüzündeki çizgiler gerildi. Metin ve kararlı
olması gerektiğini mırıldandı kendi kendine. Metin ve kararlı
olmak onun ilk gençliğinden beri en temel niteliğiydi.
Arabasını aldığı Assubay İbrahim Fırıncı'ya, Şarkışla dışına
çıkmasını söyledi. Gemerek'e doğru yöneldiler, Assubay'a karısının
yaralanmasından duyduğu üzüntüyü belirtip, tedavisi için para
verdi. -Şu beş yüz lirayla tedavi ettirin. Korkmayın bankanın
parası değil, harçlığımdan veriyorum. Bu 10 lira da bana yeter-
demişti.
Yolda iki kez barikatla karşılaştılar. Silahına sarılıp ikisinden
de sıyrıldı. Öldürmek amacıyla ateşlemedi silahını. Çevredekilerin
ayakları dibine ve başları üstüne doğru yön veriyordu kurşunlara.
Deniz keskin nişancıydı. Koşarken uzakta küçük bir hedefi ilk
atışta vurabilirdi.
Gemerek'e yaklaştıklarında bir benzin istasyonu çevresinde yolun
kesilmiş olduğunu gördü. Belediye hoparlöründen bir ses sürekli
ortalığı çınlatıyordu. Deniz'in Gemerek yönünde geldiğini
duyuruyor, herkesi -bu kanun kaçağının-
yakalanması için seferber olmağa çağırıyordu.
Deniz bundan sonraki anısını hücresinde Niyazi Ağırnaslı'ya şöyle
anlatmıştı:
-Uzaktan, bir benzin istasyonunun yakınında yolun kesildiğini
görünce direksiyonu tarlalara doğru kır dedim. Biraz sonra
aradabadan indim, kaçmaya başladım. Bu arada, etraftan sesler,
anonslar geliyordu. Bir kalabalık dörder beşer kişilik gruplar
halinde bana doğru sokuluyordu. Elimdeki makineliyle etrafa, yere,
havaya doğru ateş açtım. Kalabalık
kaçıştı. İçlerinden bir sivil kaçamadı. Onu yakaladım. Kimsin ne
istiyorsun benden? diye sordum. Ayaklarıma kapandı. Beni
çocuklarıma bağışla yiğidim, diye yalvarıyordu. Omuzuna ayağımla
vurdum. Kalk çabuk defol yanımdan dedim. Belediye başkanıymış.
Kalktı ve kaçmaya başladı...-
Deniz bir süre tarlalara doğru yön aldı. Seğirtti ve önüne gelen
bir çukura girdi. Silahında iki mermisi kalmıştı. -Biri kendime,
biri hedefe- diye geçirdi içinden. Gözü gökyüzüne takıldı. Kısacık
genç ömrü bir geldi, bir gitti gözü önüne. Mermilerden kendine
ayırdığını kalbine sıkmayı geçirdi içinden. Bir an ince bir
duyguyla sarsıldı.
-Kalbe girecek bir mermi... Kalbinden giren bir mermiyle
intihar...-
Sanki soyut bir şeyler vardı kalbe sıkılan mermiyle ölmede. Deniz
bunu düşünürken duygulanıyordu. Ölümü kalbinden olsun istemiyordu.
Kendini beynine saplanacak bir kurşunla öldürmek daha somuttu.
Düşünceleri beyni ve kalbi arasında gidip gelirken, yakınlaşan
seslerle irkilip doğruldu. Yukarı baktı. Yukarda yalnızca gökyüzü
görünüyordu. O anda vazgeçti kendini vurmaktan -İşkence acıları
unutulur- diye geçirdi içinden. Yaşamaya olan inancı baskın geldi.
-Teslim ol- diye bağırıyorlardı.
-Sonunda ölüm de olsa konuşmam,- diye mırıldandı; -işkence acıları
unutulur, dik yaşamak iz bırakır hayatta...-
Bu onun son yakalanışıydı.
Yakalayanların tümünden uzundu boyu. Büyük bir telaş içindeydiler.
Yere bıraktığı silahını kaptılar hemen. Deniz Yusuf'u geçirdi
aklından. Bir yandan onu öldü sanıyor, bir yandan yaşıyor olması
umudunu taşıyordu içinde. Gemerek'ten Kayseri'ye, oradan da
Ankara'ya getirildi. Devrin İçişleri Bakanı'nın karşısına
çıkarıldı. Onun sorularına gereken yanıtı verdi. Tutuklanıp Merkez
Cezaevi'nde hücreye konuldu. Avukatı Niyazi Ağırnaslı uzun bir
uğraştan sonra onunla görüşmeyi başardı. Deniz görüşme yerine
getirildiğinde ilk sözü -Yusuf sağ mı?- oldu.
Yusuf vurulup düştüğü buzlamış yerde, iki saate yakın uzandı
durdu. Öylece beklettiler. Sonra götürmek için aldılar. Yarı
baygındı. Bir yandan vuruyorlardı. Darbeler indikçe ayılıyor,
sonra yine kendinden geçiyordu. Bir binaya getirip yatırdılar.
-Kimsin?- diyorlardı. Yusuf'un, yarı baygın gözlerinden, Deniz'in
görüntüsü geçiyordu. -Belki yakalanmamıştır, ismimi
söylememeliyim...- diye kendine diş geçiriyordu.
Odaya getirilen fotoğraflar arasında onu tanıdılar. -Bu Yusuf
Aslan- diye bağırırlarken, seslerinde hem gizli bir korku, hem
gizli bir sevinç vardı. O sırada odaya giren biri Gemerek'te
Deniz'in yakalandığı haberini getirdi.
Görevliler Yusuf'u soymuşlardı. Yaralı vücudundan hala kan
sızmaktaydı. Akıp götürüyordu gücünü.
Yusuf uzun süre çıplak kaldı. Bu çıplaklık keskin soğuk altında
bir de zatürree bulaştırdı ona. Ve komaya girdi.
Hüseyin, Deniz ve Yusuf'tan iki gün sonra, Ankara'dan ayrılacaktı.
Denizler'in Sinan'la buluşup, Nurhak Dağları'ndaki barınaklarına
varmalarından sonra, Hüseyin onlara katılacaktı.
Deniz ve Yusuf'un Şarkışla'da çevrildiklerini, Deniz'in
Gemerek'te, Yusuf'un Şarkışla'da vurularak yakalandığını
Ankara'da, saklandığı yerde öğrendi. Onların yakalanmış olması
Hüseyin'i çok etkiledi. Hüseyin'in çok sakin bir kişiliği vardı.
Bir olay karşısında ilk tepkisi nedir, kolay kolay anlaşılmazdı.
Deniz'in heyecanlı ve coşkulu oluşuna karşılık, Hüseyin daha çok
sakin ve düşünceliydi. Fakat Denizler'in yakalanması karşısındaki
etkilenişi, bakışlarında birden kendini göstermişti. Yine de
kararlı sakinliğini yitirmemişti. Konuşmalarıyla, çevresinde umudu
sarsılmaya yüz tutabilecekleri yatıştırıyordu. Ağzından ilk çıkan
söz bir panik havasında
olmanın tam tersine yatıştırıcı ve toparlayıcıydı.
Sadece Yusuf'un sağlığı hakkında kaygılanıyordu. Ona yaralıyken
işkence yapabileceklerini düşünüyordu. Fakat Yusuf'un çok
dayanıklı olduğunu söylüyordu. Onun daha önceki bir yakalanışında
ağır işkenceler altında suçu, bulunan silahı kabullenmeyip,
istedikleri ifadeyi vermediği için, serbest
bırakıldığını düşünüyordu. Bu kez de konuşmayacağına inanıyordu.
Denizler'in yakalandığı ilk andan itibaren onları kurtarabilmenin
yollarını düşünmeye başladı. Yakalanma olayı Hüseyin'in Ankara'dan
ayrılışını geciktirdi. Ankara'da bir yurtta kalıyordu. Denizler'in
yakalanışından bir hafta sonra Ankara'dan ayrıldı. M. Nakipoğlu
ile birlikte Pınarbaşı'na geldi.
Gece yarısı, dayısının evine dayandı. Uzun bir yoldan geliyordu.
Saatlerce yürümüşlerdi daha önce. Son derece yorgundular. Bir
odaya çekilip uyudular.
Sabaha karşı vurulan kapının gürültüsüyle uyandı Hüseyin. Bir an
tedirgin davrandı. Sonra dedesinin sesini duydu. Kapıyı açtı.
Karşısında dedesi duruyordu. İlerde, arkasında bir iki görevli
vardı. Hüseyin birden irkilip içeri girmek istedi. Dedesi ona
çevrenin çok sıkı sarıldığını, kurtulamayacağını,
kaçmaya çalışırsa vurulacağını, müsademenin köylüye zarar
vereceğini söylüyor, teslim olmasını istiyordu. Hüseyin dedesine
aradan çekilmesini, kurtulabileceğini söyledi. Dedesi yalvarır bir
sesle ona öldürüleceğini, teslim olmasını öğütlüyordu.
Hüseyin düşündü, düşündü ve teslim oldu. Görevliler hemen atılıp
onu bağladılar.
Dışarı çıktığında dayısı, üç-dört görevli ve dedesinden başka
kimseyi göremedi. Çok sonra dayısının, onu öldürülecek korkusuyla
gidip -evimde- diye ihbar ettiğini, babasından öğrendi.
Hüseyin kendisini ihbar ettikleri halde, hiçbir zaman dedesi ve
dayısına intikam duygusu gütmedi. Hatta onlara acıdı da. Ve
arkadaşlarına onları hain saymamalarını, bir gün onların da her
şeyi anlayacağını söyledi. İçerlediği tek şey çok az sayıda;
üç-dört kişinin kendini teslim almasıydı.
-Kurtulabilirdim- diyordu. Yakalanmasında onu inciten tek şey
buydu.
Deniz, Yusuf, Hüseyin yakalanmış ve tutuklanmışlardı. Yusuf
hastanede, Deniz ve Hüseyin cezaevinde hücrelerinde mahkeme
günlerini beklemeye başladılar...
DENİZ GEZMİŞ -MAHKEME DİYE BÖYLE BİR YERDE BULUNMAKTAN
UTANÇ DUYUYORUM- DEDİ
-Deniz Gezmiş Davası- diye anılan 1'inci THKO duruşmalarına
16.7.1971'de Altındağ Veteriner Okulu binasında başlanmış;
9.10.1971'de, yani iki ay on gün sonra karara bağlanmıştı.
Mahkemenin vardığı sonuç, yirmi beş sanıktan on sekizinin ölümle
cezalandırılışıydı.
Askeri Yargıtay 2'inci Dairesi'nce üçü -asli fail- sayılmış ve
haklarındaki hüküm onanmış, diğerleri hakkındaki karar bozulmuştu.
1 No'lu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi, Yargıtay'ın kararına uymadı
ve ilk hükmünü tekrarladı. Daha sonra dava dosyası, Askeri
Yargıtay Daireler Kurulu'nda incelendi. Ve 2'inci Daire'nin kararı
onandı. Yasalar gereği bu kez mahkeme zorunlu olarak Yargıtay
Daireler Kurulu'nun kararına uydu. Sanıkların avukatları, temyiz
etti. Sonuçta karar As. Yargıtay 2'inci Dairesi'nce onandı.
İş meclise kalmıştı. Meclis, Yargıtay'ın, dolayısıyla mahkemenin
son kararını onayladı. Aynı günlerde İsmet İnönü, görüşmelerde
usule aykırılık olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi'nde -kararı
iptal- davası açtı. Anayasa Mahkemesi kararı usul yönünden bozdu.
T.B.M.M. ikinci kez görüşmelerinde -infaz- kararı onandı. Ve
Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay da onaylayınca, karar hemen Resmi
Gazete'de yayınlandı.
Denizgilin hakkında görülen davanın kronolojik sıralaması kısaca
böyle.
Davanın gerek kendi içinde, gerek dışında, dönemin yapısına bağlı
olarak bir başka görünüşü daha vardı. Denizler yakalanıp ilkin
Ankara'ya getirilmişler, daha sonra Kayseri'ye götürülüp ayrı ayrı
hücrelere kapatılmışlardı. Gerek bu duruma, gerekse uygulamalarla
ilişkin olarak avukatları (Şakir Keçeli ve Halit Çelenk) 3 Nisan
1971'de bir dilekçeyle itirazda bulundular.
Ne bu itiraz, ne de uygulamalara ilişkin diğer itiraz ve
girişimler hiçbir sonuç vermedi. Hatta öyle durumlar oldu ki,
adeta mahkemeye resmen -ölüm hükmü-, -telkin ve tavsiye-
ediliyordu.
27 Eylül 1971'de Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'nın yayınladığı 49
No'lu bildiri bunun bir kanıtıydı. Yine avukatlar 29 Eylül 1971'de
Nihat Erim'e uyarı telgrafı çektiler. Bir tutuklu olan Yusuf
Aslan'ın yaralı yatağında zincire vurulması, sanıkların mahkeme
salonunda dövülmeleri gibi olaylar karşısında da gerekli merciler,
avukatların ve sanık yakınlarının başvurmaları karşısında her
zamanki gibi suskunluğu seçtiler.
21 ve 22 Ekim 1971 günlerinde Türkiye radyoları, İzmir Sıkıyönetim
Komutanlığı'nın 26 sayılı bildirisini tekrarlıyordu. Davanın
sürmekte olduğu bir sırada yayınlanan bu bildiride -verilmiş
kararların infaz işlemine başlanacağı şu günler- deniliyordu.
Mahkeme haberlerine sansür uygulanıyordu. Oysa davayı ters yönde
etki altında bırakacak her türlü haber ve yayın sağ basında yer
alıyordu.
Gerek avukatların, gerek sanık yakınlarının bu işlemelere karşı
çırpınışlarının bir sonuç vermemesi bir yana, avukatlara da
sanıkmış gözüyle bakılmış ve hatta savunmalarında geçen bir
sözcüğün suç olduğu gerekçesiyle davanın on bir avukatı hakkında
T.C.K 266'ıncı maddesi gereğince dava açılıp,
Ankara 3 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nce üçer ay hapse mahkum
edilmişlerdi.
16.7.1971'de başlayan 1'inci THKO davasının mahkeme başkanlığında
Tuğgeneral Ali Elverdi, duruşma hakimliğinde Yarbay Ahmet Tetik,
üye hakimliğinde Binbaşı Mehmet Turan, iddia makamında ise Binbaşı
Keramettin Çelebi ve Yüzbaşı Baki Tuğ bulunuyordu.
1'inci THKO Davası'nın avukatlarından Zeki Oruç Erel, o günle
ilgili anılarını şöyle anlatıyor.
-16 Temmuz 1971 günü Askeri Veteriner Okulu'nun çevresinde,
avlusunda elleri makineli tüfekli pek çok komando askeri;
verilecek komutla her an ateş etmeğe hazır bir durumda
bekliyorlar.
Topçu yedek subay olarak bulunduğum askerlikten yeni döndüğümden;
askerin ve başındakilerin ruh halini ezbere biliyorum. Binanın
içindeki önlemler; dışarıya kıyaslanmayacak ölçüde. Kesinlikle
söyleyebilirim ki; hiçbir askeri birlikte birinci derecede alarm
verilmeden bir bina bu denli korunmaya kalkılamaz.
Üstümüz, başımız, çantamız, kısaca her yerimiz aranarak, dış
kapıdan gidiyoruz. Sanki sanık müdafileri değil, tutuklanıp
cezaevine yeni konulan sanıklarız. Şüphesiz o zaman, bu işlemin
-doğal bir önlem- olduğunu düşünüyoruz. En kötümserimiz; bunu,
olsa olsa işgüzarlık olarak değerlendiriyor. Sıkıyönetim
Mahkemeleri'nin avukatlar için bile bir
cezaevi, oradaki tüm görevlilerin ise; birer gardiyan olduğu
konusunda, hiçbirimizin bir bilgisi, görgüsü ve deneyi yok daha.
18 Temmuz 1971 günü saat 9.00'da; binbir güçlükle -dinleyici-lik
olanağına kavuşmuş yargılananların yakınları, 18 kişinin idam
istemiyle görülecek bir davayı izlemek üzere gelmiş yerli ve
yabancı basın mensupları, başkanlığını,
bugün artık kim olduğu bilinen Ali Elverdi, duruşma yargıçlığını
Alb. Ahmet Tetik, üye yargıçlığını Yb. Mehmet Turan'ın yaptığı
mahkeme heyeti, yargılanacakları savunacak çok sayıda avukat;
duruşma salonunda, sessiz, yerlerini almış bekliyorlar; henüz
salona getirilememiş yargılanacak olanlar.
Bekleyiş 10 dakika sürdü, 20 dakika sürdü, yarım saat sürdü; gelen
yok.
Duruşma usulünü bilenler için belki garip olacak. Fakat,
gerçekten; savcı hazır, basın hazır, mahkeme heyeti hazır,
avukatlar, dinleyiciler hazır. Ama, yargılanacaklar tüm bu -hazır-lara
karşın, tam 45 dakikadan beri salonda yoklar. Kısaca; herkes
yerini almış 45 dakikadır onları beklemekte.
Nihayet saat 10'a doğru, çok uzaklardan! Nasıl bir radyonun sesi
kulağın duyabileceği en düşük düzeyde açılırsa, ancak o kadar
duyabilecek bir ses tonunda, devrimci marşlar duymağa başladı
-hazır-lar.
Giderek sesler yakınlaştı, gürleşti, netleşti; sözcükleri bile
açık ve kesin olarak seçebiliyoruz artık... Beklenenlerin
geldiğinden hiç kimsenin şüphesi yok; şüphe, yalnızca duruşma
salonuna nasıl gireceklerinde.
Girişi anlatamam. Böyle bir olayı anlatmada, -duygusal bir kişi
olmamak- için ne kadar çaba harcasam, içtenlikle belirtmek isterim
ki gerçekten anlatamam.
Biraz önce aşağıda bir gürültü kıyamet koptu; belli ki iyice bir
arbede var. Sonradan öğrendiğimize göre; sıkıyönetimin, otomatik
silahlı görevliler tarafından, her birinin sağ eli diğerinin sol
eline, boşta kalan sağ ve sol eller de iki ayrı komando askerine
kelepçelenen ve böylece ikişer ikişer askeri
ambulanslara konulan Deniz, Yusuf, Hüseyin ve arkadaşları
ambulanslardan inip, yukarı çıkarlarken, elleri kolları zincirli
kelepçeli durumda, -vatan kahramanları- tarafından dipçiklenip,
susmaları buyrulmuş. İşte demin sözünü ettiğim, gürültü, patırtı
ve kıyamet bu yüzden kopmuş...
Tutuklunun mahkemeye -bağımsız- olarak alınması yasa hükmündendir.
Biz avukatlar, salonun giriş kapısına göre sağ dipde olduğumuzdan,
kelepçelerin çözülmesini göremedik. Fakat, anahtar seslerinden
bunu anlıyor ve ayrıca yasa hükmünü bilmemizin yardımıyla,
kesinlikle seziyorduk.
Gepgenç, hayatlarının baharında, pervasız; bizleri heyecandan,
mahkemeyi teşkil edenleri ne yapacaklarını bilememekten
karmakarışık eden bir havada girdiler içeriye. -Su- durulunca,
askeri yargılama usulüne göre, mahkemeye güvenleri olup olmadığı
soruldu. Buraya bir parantez açmak istiyorum:
Savunma yöntemine uygun olduğu sanıldığından, benim de dahil
olduğum avukatlarca; anayasaya aykırılığı ne kadar açık bile olsa,
sanıkların mahkemeye karşı, peşinen ters bir tutum almamaları
istenmişti.
Duruşma yargıcı soruyordu:
-Mahkemeye itimadınız var mı?-
Cemil oğlu, 1947 doğumlu, Erzurum Ilıca Mahallesi, Öznü köyü
nüfusunda kayıtlı, Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi Deniz
Gezmiş:
-Mahkemeye asla güvenim yoktur. Mahkeme diye böyle bir yerde
bulunmaktan utanç duyuyorum.-
Duruşma yargıcı soruyordu:
-Mahkemeye itimadınız var mı?-
Beşir oğlu, 1947 doğumlu, Çekerek ilçesi Kuşsaray köyü nüfusuna
kayıtlı Ankara ODTÜ fizik bölümü 2'inci sınıf öğrencisi
Yusuf Aslan.
-Mahkemeye güvenim yoktur.-
Duruşma yargıcı soruyordu;
-Mahkemeye itimadınız var mı?-
Hıdır oğlu 1949 doğumlu Kayseri Sarız ilçesi, Bahçeli Mahallesi
Nüfusuna kayıtlı ODTÜ'den ayrılma Hüseyin İnan:
-Mahkemeye güvenim yoktur. Sıkıyönetim Mahkemeleri'ni yargı organı
olarak kabul etmiyorum.-
Ve Hüseyin mahkeme ve dava konusundaki düşüncelerini sorgusunda,
açıklamaya devam ediyor:
-... 50 yılın bütün hesabını 20 gençten soruyorlar. Bununla da
kalmayarak, daha ileri gidiyorlar; üç ayda eşi görülmemiş
zamların, vergilerin, hayat pahalılığının ve reformları engelleyen
parti ve bakanların üstüne örtü çekilerek, dikkatler bizim
üzerimize toplanıp, biz, bu 20 genç topun ağzına sürülüyoruz.
İddianameyi okuduğum zaman, cezanın suça değil, suçun cezaya
uydurulmaya çalışıldığını gördüm. Cezamızı; biraz önce bahsettiğim
pazarlık tayin edecektir. Böyle bir pazarlığın bize reva göreceği
cezayı bağımsız yargı organlarından çıkarmak zor olduğu için,
Sıkıyönetim Mahkemeleri'ne çıkartılıyoruz.
Haklı olarak belirtiyorum; iddia makamını muhatap olarak almıyorum
ve mahkemeyi bağımsız yargı organı olarak kabul etmiyorum.
Karanlık günler yaşadığımız Erim iktidarı döneminde sözlerimizin
halktan gizleneceğini biliyorum. Fakat, hürriyetlerimizin alındığı
bu ortamda, konuşma fırsatı
bulmak dahi önemlidir. Cezamızın başka organlar tarafından
verileceğini de çok iyi biliyorum.
Cumhuriyet tarihinde ilk defa 20 genç idam talebiyle yargılanıyor.
... Erim iktidarı 3 aylık politikası ile; sanayiciler ve büyük
tüccarlar hariç, Türkiye halkını; açlığın ve sefaletin eşiğine
getirmiştir. Bu tehlikeli uygulamayı örtbas etmek için 20 genci
topun ağzına sürmek yetmeyecektir!
Tarih, asıl suçluları affetmeyecektir!
Asıl suçlular kurtulsa dahi onları koruyanlar tarih önünde er geç
hesap vereceklerdir.
Bu mahkemenin sonucu adli bir skandal olabilir. Fakat, mahkemenin
sonucu ne olursa olsun dediklerimiz gerçekleşecektir!
... Ta ki vatanı Amerika'ya satanlar ve gericilerin sonu gelene
kadar, bu kavga biz olmasak da devam edecektir!
Yurtsever analar var oldukça devam edecektir! Kısaca; anaların
rahmine el atılamayacağına göre, mutlaka devam edecek ve
başarılacaktır!-
Bu gerilim içinde başlayan duruşmalar, sonuna dek aynı gerilimde
sürdü. Hem de ölümün eşiğinde, geri bakmadan durabilmenin
duyarlığıyla...
TUTANAKLAR (I)
Sen kalbini savunurken düşmana uluorta
bağrından alkış benzeri bir gürültüyle yükselerek
şehri beyaz bir örtüyle kaplıyor içindeki duygular
...
Sen kalbini savunurken
ha bire göğsünde yumruklanan dünya
nemli duvarlarında hücrelerin
kanayan parmakların izleri gibi
...
Bilemem
hatıralar mı artık
seni
karanlık bir sokakta unutulmuş
sessiz gözyaşları mı gizler
...
Akarsular kadar berraksın oysa
adımların
kayalıklar kadar görkemli senin
N. Behram 1971
ORTAK SAVUNMALARlNA -EZENLERE KARŞI VERDİKLERİ MÜCADELELERDE ÖLEN
TÜM EZİLENLERE SELAM OLSUN- DİYE BAŞLADILAR...
İddianameye şöyle girmişti savcı:
-1968 yılı Türkiye'sindeki kıpırdanışlar gözle görünür bir durum
arz ettiği halde, gaflet, korku, kurnazlık ve ihtiras içerisinde
bekleniyor, sükunetle karşılanıyor, devamında fayda umuluyor,
samimi ve gerçekçi bakışlarla karşılanıyordu. O günlerden bu güne
gelindi; basiretliler geleceği gördüler, gizli yöneticiler
kayboldular, kurnazlar lüzumlu dersi hafif geçiştirerek
aldılar, gafiller uyandılar, korkaklar hala yerlerinde muhterisler
umduklarını bulamadılar: Türk milleti uyanıktı...-
Savcı iddianamesi sonunda yirmi bir sanık hakkında 146/1'den ölüm
cezası istiyordu.
Deniz, Yusuf ve avukatları 16.7.71'de mahkemeye güvensizliklerini
bildirmişler ve bu istek reddedilmişti.
Davanın avukatları yaptıkları savunmada, Türkiye'nin yapısı,
siyasal, toplumsal, ekonomik bunalımın nedenlerini uzun uzun
anlatmışlar, sanıkların suçlarıyla istenilen ceza arasındaki
oransızlığı belirtmişlerdi. Avukatların savunmalarında suç
bulunmuş ve haklarında dava açılmıştı.
Deniz Gezmiş ve arkadaşları ortak bir savunma hazırlamışlardı.
Savunmalarına şöyle başlamışlardı:
-... İçinde bulunduğumuz şartlar, geniş bir savunma yapmamızı ve
şahıslarımızda zincire vurulmak istenen bilimi ve gerçekleri
savunmamızı gerektiriyor.
Amacımız, aleyhimize verilecek cezayı önlemekten çok, doğruluğuna
inandığımız doğa ve toplum kanunlarının, insanlık tarihine nasıl
yön verdiğini açıklamaktır.
Toplumların tarihi, ezenler ve ezilenler arasındaki mücadelelerin
tarihidir. Çağımıza kadar bu mücadelelerde ezilenler daima
yenilmişlerdi. Fakat 20'inci yy. tarihimiz, ezenlerin barbarlığına
ve bütün baskılarına rağmen ezilenlerin kurtuluşuna sahne
olmaktadır.
Günümüzde ezenleri temsil eden ve çıkarı uğruna yoksul ulusları
boyunduruğu altında tutan EMPERYALİZM'dir. İnsanlık tarihi
gericiliğin, barbarlığın ve vahşetin son kalesi olan emperyalizmin
de sonunu müjdeliyor.
Bütün ezilen uluslar, emperyalizme her gün darbe üstüne darbe
vuruyorlar. Asırlardır ezenlere karşı mücadelelerde hayatlarını
feda edenlerin çabaları boşa gitmemiştir. Dünyamız zafer
türkülerini söylemek üzeredir...
Ezenlere karşı verdikleri mücadelelerde, ölen tüm ezilenlere selam
olsun...
Dünyanın ve Ortadoğu'nun en eski devletlerinden biri olan Türkiye,
hala kalkınamamış olup, yarı bağımlı durumdadır. Bir avuç sermaye
çevresi Amerikan doları uğruna ulusumuza ihanet etmiş ve
bağımsızlığımızı yabancılara ticaret konusu yapmışlardır.
Yurdumuzun bağımsızlığı için giriştiğimiz bu kavgada Kurtuluş
Savaşı'mızda şehit olanların onurlarını
ve ulusumuzun kaderini korumaya kararlı olduğumuzu bildiriyoruz.
Kurtuluş Savaşı'mızın tüm şehitlerine selam olsun.
...
Çağımıza damgasını vuran en güçlü silah bağımsızlık ve kurtuluş
savaşlarıdır.
Emperyalizme karşı verdikleri mücadelelerinde başlarını eğmeden
kahramanca savaşan tüm ezilen uluslara selam olsun.
İşçiler, köylüler, öğrenciler ve tüm yurtseverler gericilere
kahramanca karşı koymuşlar ve bu uğurda birçokları şehit olmuştur.
Emperyalizme ve onun emrindeki uşaklara karşı verdiğimiz kutsal
bağımsızlık kavgamızın şehitlerine selam olsun...-
...
Ve Denizler uzun savunmalarını şu sözlerle tamamladılar:
-Sayın Savcı,
1) Amerikan emperyalizmi gayri millidir.
2) Ona ortaklık edenler ulusumuza ihanet etmişlerdir.
3) Emperyalizme karşı mücadele suç değildir, silahlı mücadele
ise anayasayı ihlal değildir.
4) Gayri milli olan emperyalizm ve ortaklarının sömürüsü,
anayasaya aykırıdır.
Buna göre iki şey var:
1) Eğer belli bir hata sonucu, iddianame ve mütalaayı
hazırladınızsa,
dikkatli olunuz; idamını istediğiniz kişiler kasaplık koyun
değildir ve siz savcısınız...
2) Yok eğer yaptığınızın bilincindeyseniz; yolunuz açık olsun.-
Denizler'in savunmalarını tamamlamaları ve hüküm günüyle ilgili
anılarını Avukat Zeki Oruç Erel şöyle anlatıyor:
-Savunmaların sonuna gelmiştik.
Müşterek savunmayı, arkadaşları adına, Deniz, Yusuf, Atilla Keskin
ve Hüseyin okumuşlardı. Savunmanın son bölümünü, zaman zaman
yazılı metne bakarak, fakat, genellikle mealen yapan Hüseyin,
mahkeme heyetinde, gerçek anlamda tam bir etki yaratmıştı. O kadar
bilimsel ve içten konuşmuştu ki; duruşma yargıcı Ahmet Tetik
renkten renge giriyor, üye Mehmet Turan da oldukça etkilenmiş
görünüyordu. Ancak çok dikkatli bir gözlemle anlaşılabilecek, içe
dönük paniğine rağmen, Mahkeme Başkanı Ali Elverdi hiç renk
vermemeğe çalışıyordu.
Mahkemenin bu görünümüne bakan biz avukatların büyük çoğunluğu,
hiçbir idam kararı çıkmayacağını ummaya başlamıştık.
Deniz'i yakalandıktan sonra, Ankara Adliyesi'ne getirilişinde
görmüş ve ilk defa Ankara Cezaevi'nde tanışmıştım.
Yusuf'la ilk karşılaşmam, ancak mahkeme salonunda olmuştu.
Hüseyin'i ise, daha 1965 yılından, öğrenciliğinden, çok yakından
tanıyordum. Bu bakımdan onunla yakınlığımız --ama, sadece bu
nedenle-- biraz daha fazla idi. Bende daha yıllarca önce çok zeki,
bilgili, tutarlı ve kararlı bir insan izlenimi bıraktığını açıkça
belirtmek isterim.
Savunmalar bitip, dava karara kaldığı günlerden birinde Av. Halit
Çelenk ve Av. Niyazi Ağırnaslı ile birlikte, görüşmek üzere, Mamak
Askeri Cezaevi'ne gitmiştik. Cezaevi Müdürü M. K. Saldıraner ve
birkaç subay, astsubay ve erin nezaretinde, cezaevi müdürünün
odasında; Yusuf, Hüseyin ve Deniz'le
görüşüyorduk. Genellikle herkes birbiriyle konuşmasına rağmen;
Deniz, Halit Çelenk'in, Yusuf, Niyazi Ağırnaslı'nın; Hüseyin de
benim yanımda oturuyordu. Hüseyin bana:
-Sence karar ne yönde çıkabilir?- diye sordu. Ben:
-Her türlü olabilir. Bu sorunun en iyi cevabı duruşmanın başında
sen, kendin verdin; Sıkıyönetim Mahkemeleri yargı organı değildir,
bu mahkemenin sonucu adli bir skandal olabilir dedin. Bu sözünün
doğruluğunu, ben de, aynen kabul ediyorum. Yargı organı olmayan
yerden her şey çıkabilir.-
Ama, Hüseyin böyle üstü kapalı, genel anlam taşıyan cevaplarla
yetinecek kişilerden değildi. Benden, gerçek kişisel düşüncemin ne
olduğunu kesin bir şekilde, tekrar sordu. Ben de:
-Bunlar, benim görüşüme göre; halkın üzerinde baskı ve terör
yaratmak amacıyla sizin davada ve diğer davalarda yargılananlardan
toplam 10-15 kişiyi yok etmek isteyebilirler. Örneğin, sizin
davayla ilgili olarak, önce mahkemeden 8-10 idam kararı çıkarmak,
bunun bir kısmını Askeri Yargıtay'da onamak ve sonra da halka
dönüp; -ne yapalım, kurtara
kurtara ancak bu kadar kurtarabildik- demek istiyebilirler,-
dedim. Bu sözlerim üzerine, o kendine özgü duruşuyla bakıp:
-Gerçekten böyle iğrenç bir taktiğe başvurabilirler,- dedi...
9 Ekim 1971 günü gelip çattı. Bugün hüküm verilecekti.
Askeri Veteriner Okulu'un çevresinde, avlusunda ve içinde her
zamankinden çok daha fazla önlem alınmış; sadece tank, top
getirmemişler, o kadar. Askeri ambulanslar orada; park yerine
çekilip konulmuş. Demek, haklarında hüküm verilecekler
getirilmişler.
Artık olağan duruma gelen, üstümüzün başımızın, çanta ve
evraklarımızın aranıp taranmasından sonra, dış kapıdan giriyoruz.
Binanın girişinden başlayıp, merdivenlere, koridorlarda süren ve
duruşma salonunda -sanıklar bölme-sinde son bulan, onlarca komando
erinin yan yana ve karşı karşıya
dizilmesiyle meydana getirilmiş; yani insandan meydana getirilmiş
ince, patika gibi bir yol var. -Patika-dan geçip, duruşma salonuna
giriyoruz. Yusuf, Deniz, Hüseyin ve arkadaşları salonda gene yok.
Halbuki, aşağıda ambulansları görmüştük. Savunduğumuz kişilerin,
birbirinden ayrı ayrı,
mahkemenin çalıştığı binanın bitişiğindeki ana tamir depolarının
çeşitli yerlerine konulmuş olabileceğini, aklımızın kenarından
bile geçiremiyoruz o anda.
Mahkeme salonunda, hepimizin dikkatini derhal çeken; ama cevabını
bir türlü bulamadığımız, büyük bir gariplik var. Tahta
parmaklıklarla çevrili; yargılananların tümünü rahatça alan,
içinde her zaman 20-25 iskemlenin bulunduğu -sanıklar bölümü-
iyice küçültülmüş. Oraya, bugün, sadece 3
iskemle koymuşlar. Halbuki hakkında hüküm verilecek en az 20 kişi
var.
Bir türlü yanıtını bulamağımız garipliğin nedenini, biraz sonra,
orada bulunan herkes gibi, biz de öğreneceğiz.
Komando erlerinden oluşan -patika yol-un içinden, önce Deniz'le
Yusuf'u getirdiler. Arkadaşlarının nerede olduğunu bilmedikleri
belli. Hatta bize bakıp, gözleriyle soruyorlar. Biz de
bilmediğimizi belirten hareketlerle cevap veriyoruz.
Duruşma Yargıcı Ahmet Tetik:
-Anayasayı tebdil, tağyir ve ilgaya... T.C.K'nın 146//1'inci
maddesine... Ölüm cezasına... Tahfife mahal olmadığına...
Deniz; hiç beklemeden, dimdik, yumruğu sıkılı, kolu havada
bağırıyor.
-YAŞASIN BAĞIMSIZ TÜRKİYE-
Yusuf, aynı şekilde:
-YAŞASIN BAĞIMSIZ TÜRKİYE-
Sonra Hüseyin, Atilla ve diğerleri...
Ama görevliler, gençlere son sözleri söyleme fırsatı vermemeye,
hepimizin gözleri önünde duruşma salonunda, sıkılı yumruğu havaya
kalkan her birinin üzerine çullanıp, yaka paça dışarı atmaya
başladılar...-
Haklarındaki hükmü dinlemeye salona ilk giren Deniz'le Yusuf,
dışarı çıkınca birbirlerine -vatan sağ olsun- diyerek sarılmış ve
sonra kelepçelenip götürülmüşlerdi.
Artık celseler bitmişti. Beklemeye başladılar. Dışarı da
arkadaşları,
yakınları, avukatları onları kurtarmak için çırpınıyordu. Günler
ilerledikçe beklemenin gerilimi de çok geniş alanlarda derinleşti.
İnançlarından hiçbir ödün vermeden beklediler. |