...................
DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN   -2
Nihat Behram
Ekim 1996 İstanbul
                         
...................
...................
GECENİN GÖLGELERİNDE AYRILIK

Karlı dal uçlarında kımıldayan ay mı
kabuğunun altında
çığlık çığlığa ışıldıyor tomurcuklar
yıldızlar mı dökülüyor gökten kırlara
Geceyle sel sularında çalkanan yapraklar kaybolur
artık görünmez omzuna serpilmiş benekler
bayırlardan aşağılara doğru derinleşen karanlık
rüzgarla ıslık çalar kayalıklar boyunca
...

Çiğdem telleriyle bezenmiş yastığın ıslak
uykuna renkler topluyor dalgın dolaşan kelebekler.
motor ve ayak sesleriyle çırpınırken sokaklar,
ıssız bucaksız tarlalarda başaklar nasıl da titrek
...

Kanla beklediğim şarkılarda gelişen sevgilim
belki de kalbinde düğümlenen
ölüme giderken duyduğum gülümseyiştir
bakarsın seninle artık görüşemem
alnına vuran ışığı
sakın kaybetme geceleri.

N. Behram 1972


N. AĞIRNASLI İNÖNÜ'YE -KORKARIM BU KAN GÖLÜ ONU DÖKTÜRENLERLE BİRLİKTE, SUSANLARI DA BOĞAR- DEDİ...

1 Numaralı Sıkıyönetim As. Mahkemesi'nde 1'inci THKO Davası sonuçlanmış ve 18 genç hakkında idam kararı verilmişti. Gelişmeler sonucunda artık, kamuoyunda Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in asılacakları söylentisi almış yürümüştü. Avukatlar son girişimlerde bulunuyorlardı. Bu dönemde Niyazi Ağırnaslı, İnönü'yle bir görüşme yaptı. Ağırnaslı İnönü'yle
görüşmesine ilişkin anılarını şöyle anlatıyor:

-Bizim endişemiz, bu üç gençle ilgili kararın onanacağı merkezindeydi. Doysa As. Yargıtay'da, Başsavcılık tetkikindeydi. İnönü'yü ziyaretim bu safhada oldu. 1933-1946 yılları arasında T.B.M.M.'de özellikle son yıllarda Bütçe Komisyonu'nda memurken, başbakanlığı, cumhurbaşkanlığı dönemlerinde sayın İnönü'nün, bana karşı bir göz aşinalığı vardı. 1961 seçimlerinde C. Senatosuna Ankara Senatörü olarak girdikten sonra kendileriyle ilişkilerimiz oldu. Altı yıl süren senatörlüğüm sırasında konuşmalarına, T.İ.P adına yaptığım girişimlere daima ilgi duyar, Parlamento kulislerinde koluma girip benimle konuşarak dolaştığı olurdu. C. Senatosundan ayrıldığım zaman da -parlamentonun çalışkan üyelerinden
birisiydi. Yeni bir ses getirdi. Onu seçtirmek için girişimde bulunalım, kendisiyle konuşup bana haber getiriniz.- diye eski CHP bakanlarından bir arkadaşımla bana mesaj yollamıştı. Bütün bu ilişkilerden cesaret alarak telefonla Mevhibe Hanımefendi aracılığıyla istediğimiz randevuyu kabul
etti. Pembe Köşk'ün giriş katındaki küçük salonda 55 dakika süren bir konuşma yaptık. Daha doğrusu beni dinledi ve ara sıra bir iki cümleyle konuşmaya yön verdi. Ben bu konuşmaya 18 genç aleyhine çıkan idam kararından duyduğumuz endişeyi belirterek başladım.

-Telaşlanma Ağırnaslı, ben ortada bir idam furyası görmüyorum. Olsa olsa 3-5 kişi hakkında bir kesin hükme varılır. Onları da biz meclislerde hallederiz- demişti.

-Paşam, parlamentonun yapısı bu umudu besleyici nitelikte değil sanıyorum. İşin sosyopolitik, sosyo-ekonomik nedenlerini, bu olayları hazırlayan ortamı, dış ve iç etkenleri yeterince bilen kaç kişi olduğunu bilemiyorum, amma bizzat sizin partiniz de bile böyle müşfik ve hoşgörülü bir davranışa
karşı çıkanlar olacağını sanıyorum,- dedim.

-Eveet...- dedikten sonra -o halde ne yapabiliriz?- diye ilave etti. O sıralarda gözlerindeki rahatsızlık nedeniyle, katarakt ameliyatı için Paris'e gidecekleri duyulmuştu. Bir olup bittiden endişeliydik.

-Siz, ilk Talat Aydemir olayında -kan dökülmeden silahı teslim ederseniz kovuşturma açtırmam, amma sizi emekliye sevk ettiririm.- diye Talat Aydemir'e mesaj göndermiş ve bu sözünüzü parlamentoda da tekrarlamıştınız. Birincide kovuşturma açılmadı, bunu biliyoruz. Sizden başka kimsenin gücü yetmezdi kovuşturma açtırmamaya, dedim. Gülümsedi. -Bu gençlerin devleti devirecek, anayasayı yok edecek güçte
olduklarını sanmıyorum. Konu herhalde Yargıtay'da titizlikle incelenecektir inancındayım..- gibi bir mesajınız yeterli olur, dedim. -Bu, adalete müdahale olmaz mı Ağırnaslı?- deyince de; -Paşam, sıkıyönetim komutanlarından bazıları, başta Faik Türün, bildiriler yayınladılar ve infazların çok yaklaştığı şu günlerde... diyerek adalate açıkca yön verme çabası gösterdiler. Biliyorsunuz infaz deyimi sadece idamlar için kullanılıyor. Sizin salt adaletin gerçekleşmesi istikametindeki uyarmanız, adalete olumlu yönde müdahale olur inancındayım, elbette bunun şeklini siz takdir buyurursunuz- cevabını verdim. Bunun üzerine de: -Amma ben Yargıtay'dan kimseyi tanımıyorum ki- dedi. -Paşam sizin bu genç insanları tanımanız olanaksız elbette. Amma memleketin İsmet Paşası bir tanedir. Onu herkes tanır ve ondan gelecek
telkinlere ve uyarılara dost düşman kulak kabartmak zorunluğunu duyar.- yanıtını verdim. Gülümsedi. Ben de durup bir şey söylemesini bekledim. -Sen konuşmana devam et Ağırnaslı seni dikkatle dinliyorum- demekle yetindi. Sonradan bazı girişimlerde bulunduğunu duyduk, amma karanlık güçler kamuoyunu öylesine yanıltarak hazırladılar ve olaylar öyle gelişti ki korkulan sonuç 6 Mayıs 1972 gecesi sabaha karşı gerçekleşti.

İnönü'yle görüşmemiz sırasında anayasayı ihlalin Türkiye'de üç kez söz konusu olduğunu; bunlardan birinin devleti yöneten çoğunluk partisi iktidarına, ikincisinin Silahlı Kuvvetler'in bir bölümüne ait olduğunu, bunlarda vasıtaların yeterli ve maksadı istihsale elverişli olduğunu, T.H.K.O. davasında
durumun çok farklı bulunduğunu açıklamaya çalıştım. Siyasi cinayetlere, failleri bulunamadığına göre iktidarı suç ortağı, hatta asıl suçlu saymanın zorunlu olduğuna değindim. -Meşruluğunu yitiren bir iktidara karşı direnme hakkını kullananları sorumlu saymak güçtür. Gençliğin taptaze ve gür kanı durmadan gölleniyor paşam. Korkarım bu kan gölü bir gün onu döktürenlerle birlikte susanları da boğar.- deyince, İnönü'nün kaşları çatıldı. -Sütünü iç sütünü- diye sehpaya konan süt bardağını işaretledi. -Siz Türkiye'de özgürlükçü demokrasiye doğru ilk olumlu adımları atan insansınız- diyerek konuşmayı yumuşattım. Özgürlükçü demokrasi karşıt fikirlerin birbirine tahammülünü gerektirir. Devlet, kaba kuvvete karşı tarafsız bir uyanıklık gösterse, bazı düşüncelerin meclisten, hatta ülkeden kovulması için linç olayları düzenlemese ülkenin 12 Mart ortamına gelmesine gerek olmazdı...-
filan gibi sözler söyledim. Hiçbir söz alamadan İnönü'nün yanından ayrıldım, amma yine de İnönü'nün bir şeyler yapacağı umudu bende uyanmıştı. Sonradan bazı girişimlerde bulundu da. Anayasa Mahkemesi'ne açtığı iptal davası, infazı 50 gün kadar geciktirmiş oldu, ama büyük yerler işgal etmiş bazı küçük kişilerin hıncı, işbirlikçi sermayesinin devrimci eğilimleri sindirme çabaları, acımasızca çökmüştü memleket ufkuna bir kez. İnönü'nün Deniz Gezmiş'i -Hukuk okuyormuş, kaçıncı sınıfta?- -Çok akıllı çocukmuş diyorlar,
doğru mu?- -İngilizceyi iyi biliyormuş öyle mi?- gibi soruları zihnimizi karıştırdı. Arkadaşlarla yaptığımız değerlendirmelerde Hüseyin'le Yusuf'un ölüm cezalarının meclislerde ömür boyu hapse çevrileceğinden ve Deniz'in cezasının onanacağından kuşku duyar olmuştuk...-

Gün, günü kovaladı. Zaten mahkemelerde tıkanmış olan yasalar, mahkeme sonrası başvurmalarda da, kendini aynı nitelikleriyle sürdürdü. Denizler bir şarkı söyleme öncesi duyarlığıyla, hücrelerinde ödünün izini taşımadan beklediler. Gün günü kovaladı. Mayıs geldi dayandı. Artık avukatları son görüşmelerini yapıyorlardı. Niyazi Ağırnaslı son görüşmesini şöyle anlatıyor:

-Son ziyaretimiz infazdan birkaç gün önce Zeki Oruç Erel'le birlikte olmuştu. Hala bazı ümitlerin bulunduğundan, cumhurbaşkanının vetosundan bahsettiğimizi gören Deniz Gezmiş -Yok ağbey- demişti, -bizim asılma kararımızı çok önceden vermişlerdi zaten, bunu hep söyledik. Dileriz ki biz
boş yere ölmüş olmayalım ve vatan satıcılarının oyunları anlaşılsın yoksul halkımızca. Boşa ölmüş olursak işte o zaman yazık olur.-

Gözlerimi gizlemek zorunda kaldım ve sustuk. Kısa bir süre sonra,

-Bizi TAYLAN ÖZGÜR'ün yanına gömdürün ve infazlar sırasında mutlaka bulunun. Burjuvazinin paçavra gazeteleri, korktular, düştüler, bayıldılar gibi onurumuzu kırıcı yayın yapmaya çalışır. Duruma avukatlarımız tanık olmalılar,- dedi. Görüşme hücrelerine tek tek geliyorlardı. Hüseyin İnan'a
-Hadi sen öbür hücreye geç de Yusuf'u göreyim- dedim bir ara. Durup bir şey söylemek istedi. Sonra dudağı hafifçe aralanmış olarak çıktı hücreden. Yusuf'un dudaklarında acı bir gülümseme vardı. Üçünde de korkudan hiç eser yoktu. Güçler dengesinde henüz uyanışı tamamlanmış halkın karşısında dış sömürüden pay alan sermayenin ağır bastığının, bu ağırlığa kurban edileceklerinin bilincindeydiler.-

Avukat Zeki Oruç Erel ise son görüşmesiyle ilgili anısını şöyle anlatıyor:

-Mamak Askeri Cezaevi'nde, çarşamba günleri sadece tutuklu yakınları görüş yapabilirler. Haftanın bu günü; yani çarşamba günü, avukatlar müvekkilleriyle görüştürülmezler.

3 MAYIS 1972 ÇARŞAMBA...

Bir gün önce, 2 Mayıs 1972'de senatodan idam kararları onaylanıp, çıktı.

11 gündür DENİZ, YUSUF, HÜSEYİN açlık grevini sürdürüyorlar. Greve başladıkları gün, greve gitmelerinin nedenlerini belirten yazılı metni; cezaevi yöneticileri, bütün çabalarımıza karşın bize vermedi. Mamak Askeri Cezaevi'nde kanunsuzluk, asıl; yasallık, istisna olduğundan bu konunun
üzerinde fazla durmağa gerek yok sanıyorum. Bu durumda üçü de sözlü olarak, bize; açlık grevine gitmelerinin nedenini şöyle açıkladılar.

-Dışardaki gelişmelere bakılırsa, üçümüzün idamı kesin gibi görünüyor. Ayrı ayrı kapatıldığımız hücrelerimizde, Türkiye işçi sınıfı ve halkımız için yapabileceğimiz son eylem, ancak bu olabilir.-

3 MAYIS 1972 ÇARŞAMBA. Bu tarih; şüphesiz kişisel olarak benim için, özel bir anlam taşımaktadır. Zira; onları en son gördüğüm gün: 3 Mayıs 1972 Çarşamba günüdür.

2 Mayıs'ta senatodan idam kararları çıkınca; savunmayı üstlenen biz 11 avukat, bir mucize dışında, idamların önlenmesinden umudumuzu kesmiştik. Dava süresince üçünü de yakından tanıma fırsatını bulmuş olan bizler; onların ölüm karşısında en ufak bir tereddüt göstermeyeceklerini kesinlikle
biliyorduk. Bu konuda, hiçbirimizin en ufak bir şüphesi yoktu. Ancak, 11 gündür açlık grevinde olduklarını da biliyorduk. 11 günden beri süren açlık grevinin, en sağlıklı kişiyi bile, -fizik- olarak nasıl halsiz düşürebileceği kolaylıkla tahmin edilebilir. Bu nedenle, açlık grevine son vermelerini
kendilerine önermeye karar verdik. İşte, bu öneriyi iletmek üzere 3 Mayıs 1972 Çarşamba günü Mamak Askeri Cezaevi'ne gittik.

Onları mutlaka asmaya kararlı olanlar da açlık grevinden son derece tedirgindiler. Grev süresince, her gün, içlerinde profesörlerin de bulunduğu Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nden bir doktorlar heyeti cezaevine gelip muayene ediyor, 24 saatlik hücredeki yaşamları; her yarım saatte bir, cezaevi yönetimince, yazılı olarak saptanıyordu. Bu nedenle, görüş yasağına
karşın bizi cezaevine aldılar.

Başta cezaevi müdürü olmak üzere 5-6 görevli, başımızda dikilmiş, Hüseyin, Yusuf ve Deniz'le yaptığımız konuşmayı dinliyorlar. Söze Halit Çelenk başladı:

-Biz, infazların durdurulması için, hala, ciddi çabalar sarf ediyoruz. Ancak, bu çabalar sonuç vermezse infazlar gerçekleşebilir. İnfazlar gerçekleştiği takdirde, biz avukatlar; sizin infaz yerine sağlıklı ve rahat bir şekilde gidebilmeniz için, açlık grevine son vermenizi öneriyoruz. Şüphesiz, bu konuda karar sizindir.-

Öneriye cevap için bizden bir saat süre istediler. Ama, on dakika kadar sonra Deniz, gülerek geri geldi ve şöyle dedi:

-Önerinizi kabul ediyoruz. Sizlerden en az bir kişinin, infazlarda mutlaka bulunmasını istiyoruz. Ancak, faşizm; bizlerle ilgili halka yalan söyleyebilmek için, sizleri infaz mahallinde bulundurmayabilir. Eğer böyle bir durum olursa, bütün arkadaşlar kesinlikle emin olsunlar ki, bir devrimciye
yakışır şekilde gideceğiz.-

Kendisine infazlarda iki avukatın bulunacağını, bu yönde bütün tedbirleri aldığımızı söylüyoruz. Benimle rahat, kendinden ve arkadaşlarından kesinlikle emin bir havada biraz daha görüştükten sonra; konuşmayı, gene Deniz bitirdi:

-ŞİMDİLİK HOŞÇAKALIN. İNFAZLARDA BULUŞURUZ!-

Evet mayıs gün gün ilerliyordu. Ve sanki ölümü bekleyen onlar değildi. Öyle genç, öyle meraklı bekliyorlardı hücrelerinde. Son anlarına dek yaşamayla, yurtlarıyla, insanlarla ilgili şeyler düşüyordu akıllarına.

Deniz Yusuf ve Hüseyin'le son görüşmesine ilişkin anılarını Avukat Orhan İzzet Kök şöyle anlatıyor:

-Yapabilecek her şey yapılmış, sonuç belli olmuştu. İnfazlarla ilgili üç maddelik yasayı meclis onaylamış, cumhurbaşkanı imzalamıştı. Her an infazların yapılması bekleniyordu. Her üçü de hücrelerindeydiler. 6 Mayıs'tan bir-iki gün önce (tam hatırlayamıyorum) tutukevinden avukat istendiği haberi
geldi. Gittim. Tek tek üçüyle de görüştüm (bu onları son görüşümdü). İnfazlarla, dışarıdaki politik ortamla ilgili bazı şeyler sordular. Tam ayrılacağım sırada Hüseyin, Toprak ve Tarım Reformu Ön Tedbirler Yasa Tasarısı'ndan bir tane elde edip kendisine getirmeye çalışmamı rica etti. Tasarının köylüye ne getirip götürdüğünü öğrenmek istiyordu. (O sırada
basında ve kamuoyunda söz konusu tasarı tartışılıyordu.)

Donup kalmıştım. Her an ölüme götürülmesini bekleyen bir insan, o zamana kadar hücresinde, adı reform olan bir toprak yasasını okumak istiyordu. Güç toparlandığımı, hemen şehre döndüğümü, bir yerlerden aldığım teksir ya da gazete küpürü benzeri bir tomar kağıdı geri götürüp içeriye yolladığımı
hatırlıyorum.-

Orhan İzzet, Hüseyin'in istediği şeyleri getirmiş fakat kendisi görüşememiş, elden içeriye yollamıştı. Küpürler içeride Hüseyin'e verilmişti. Hüseyin götürüleceği ana kadar -Toprak ve Tarım Ön Tedbirler Tasarısı-nı inceledi. Notlar düştü kenarına, satırların altını çizdi...

Ve Deniz de ve Yusuf da... Halkın hayatını düşünerek vardılar Altı Mayıs'a...


ÜÇ DAĞA AĞlT

Açlığın
çıplaklığın acısı mı genişliyor
dalları
meyvaya çağıran rüzgar mı
...

Dalgın bir kuşun ötüşünden
sevdiğinin kalbine düşen aşık mı
yağmuru emen toprak mı derinleşiyor
...

Yas mı tutmalıyım onurlu ölüme
halkın gözlerini dolduran çizgilere
umudu mu çağırmalıyım
...

Ah, gidiyor işte gidiyor göz göre göre
sıcak titreyişi varlığını hayata adamışların
gidiyor
öfkenin haykırışları
yasalarıyla gidiyor kahredişin
zulmün ve iğrençliğin buyruklarıyla gidiyor
toprağa düşen bakımsız yapraklar gibi değil
azarlanmış çocukların kederiyle değil
doğuşun ve sevmenin feryadıyla gidiyor
ölümü donatan arkadaşlarım
...

Ah, gidiyor işte gidiyor göz göre göre
durutarak gündüzleri geceleri
durutarak adanmışlığı, mertliği yüceliği
damıtıp sevdalarına
nefesi toprağa aşılamaya gidiyor arkadaşlarım
...

Bulutlar da hafif mi kar taneleri kadar
özgürlüğün borcu mu ödeniyor
...

Yaralar mı açılıyor yoksulluğa
ezilmişliğin isyanı mı sesleniyor
...

Ah, gidiyor işte gidiyor göz göre göre
birer rüzgar uğultusu bırakarak yanan ateşe

N. Behram Mayıs 1972


6 MAYIS'IN İLK DAKİKALARINDA DENİZ, YUSUF VE HÜSEYİN'İN
HÜCRELERİ AÇILDI... ZİNCİRE VURULDULAR...

1972 Mayıs'ının 5'inci günü Resmi Gazete'de bir kanun yayınlandı. -İnfaz-a ilişkindi. Kanun yayınlanmıştı fakat hükümlü vekillerinin 2.5.1972 ve 4.5.1972 tarihlerinde verdikleri iki ayrı -karar düzeltme- istemine henüz bir yanıt gelmemişti...

Kanunun yayınlandığı gün, hükümlü vekillerinden Ersen Şansal ve Mükerrem Erdoğan, Mamak Cezaevi'ne geldi. Denizlerle görüşmek istediklerini bildirdiler. Beklemenin sonu gelmiyordu. Saat 17.00 olmuştu. Hala görüşememişlerdi. Ayrılmak zorunda kaldılar.

Ve yavaş yavaş karanlık çöktü. İlerleyen dakikalar 6 Mayıs'a devirdi günü. Artık Mayıs'ın 6'sıydı...

Ankara'nın göğünde ılınmaya direnen bir gece yarısı. Ege'nin ve Akdeniz'in ılınmış rüzgarı uç vermiş Ankara'da. Ege'de dallar yırtılmış. Çiçeğe durmuş tomurcuklar. Akdeniz'de ilk turfandalar dirilmeye başlamış. Ilınan hava, uzansın istiyor Anadolu'ya. Ankara'da düğümlenmiş. Durmuş. Burulmuş. Bu bahar gecesinde Ankara sisli. Suskun. Susturulmuş.

Yağmur yağıyor Sivas'ta. Yamaçlarda beyazlıklar başlıyor Doğu'ya doğru. Kar daha çekilmemiş. Çektikleri, çekilir cinsten değil Doğulunun. Binlerce can, kulağını Ankara'ya dikmiş. Karanlık altında bir haber bekliyor havadan.

Kar daha çekilmemiş. Ankara'ya vuruyor serinliği.

Ankara'da üç dal fidan; ellerinde bıçkılarla gelenlerin ayak seslerini dinliyor.

Yeni bir günün ilk dakikaları. Demir topuklar çınlatıyor betonu. Sokakların gözleri yumuk. Geceleri sokağa çıkması yasaklanmış Ankaralıların. Binlerce göz uyanık ev içlerinde, açık, bekliyor... aylardır yoldaki haberi, ölüm haberini... An an beklenen uykusuzluk gelip irkiltti körpecik bedenleri.

Mayıs'ın 6'sıydı. Şafak sökmeden, gerilemeden karanlık, gün yükselmeden, darağacına çıkacaktı Deniz, Hüseyin, Yusuf. Görevliler doldurmuştu her yanı. Sanki bir şeylerden bir şeyleri kaçırıyorlardı. Telaş içindeydiler.

Güvenlik kuvvetlerinde bütün izinler kaldırılmıştı. Beş kişi ölümle yüz yüze getirilmeyi bekliyordu. Üçünün durdurulacaktı yüreği. İkisi avukattı; durdurup yüreklerini, darağacında üç kişiyi seyredeceklerdi.

Saat 00.30 olmuştu ki, Halit Çelenk ve Mükerrem Erdoğan'ın evleri önünde görevliler belirdi. Arabaları gelmişti, bindiler...

Yollar bomboştu. Semtlerinden ayrılıp Merkez Cezaevi'ne doğru yöneldiler.

Ankara'da Mamak Askeri Cezaevi çok sayıda kuvvetle çevrilmişti. Tanklar ve çember çember güvenlik görevlisiyle, yüksek dereceden güvenlik görevlileri ve yüksek rütbeli subaylar, sağa sola gidip geliyorlardı. Telsizlerle sürekli olarak komut alınıp veriliyordu. Cezaevinin içi dışı projektörlerle aydınlatılmıştı.

Bir ara bir telsiz komutu bütün bekleyenleri harekete geçirdi. Görevliler Mamak Askeri Cezaevi içinde Deniz'in bulunduğu hücreliklere doğru yöneldiler. Kaldıkları hücrelerin birer birer kapıları açıldı. Gidecekleri haberi verildi.

Yusuf ve Hüseyin daha önce yazdıkları son mektuplarını koyunlarına koymuşlardı. Görevliler ilkin, hücresinde Deniz'i ayaklarından zincire vurdular. Ellerini arkadan bağlayıp dışarı çıkardılar. Zincirler yürümesini engelliyordu. Bir görevli zincirleri kaldırarak yürümesine yardımcı oluyordu.

Dışarda her biri için ayrı bir zırhlı araba bekliyordu. Deniz hücresinden çıkarılmış, koridordan geçiyordu. Koğuşların kapılarının açıldığı koridora geldiğinde, haykırarak kapalı kapılar ardındaki arkadaşlarına veda etti. Ve görevliler arasında zırhlı arabaya doğru yürüdü.

Arabaya bindirip kapılarını kilitlediler.

Yusuf ve Hüseyin de aynı şekilde alındılar ve aynı yerde haykırıp, arkadaşlarına veda etmelerinden sonra, ayaklarından zincire vurulmuş, elleri arkadan bağlanmış bir durumda zırhlılara bindirildiler.

Yeni bir telsiz komutuyla zırhlılar harekete geçti. Mamak Askeri Cezaevi'nin karanlıkta buruk sessizliği, arabaların gürültüsü uzaklaşınca daha da yoğunlaştı. Ve göz göz kapalı gökyüzünün altında büküldü kaldı. Uzaklaşan sesler içerdekilerin kulaklarında ağır ağır donuklaşıp çınlamaya dönüştü.

Arabalar arka arkaya Merkez Cezaevi'ne yanaştılar. Bir süre koşuşmalar, konuşmalar ve hazırlıklardan sonra birer birer zırhlıların kapıları açıldı.

Deniz'i başgardiyan odasına getirdiler. Yusuf ilerde bir başka küçük odaya, Hüseyin avukatlarla mahkumların görüşme odasına getirildi.

Başgardiyan odası avluya bakıyordu. Zifiri geceyi, Ankara Merkez Cezaevi'nin ışıkları kendi gücünde çelmişti. Avludaki darağacına, alaca karanlık altında ışık vuruyordu. Deniz, yüzü pencereye dönük olarak oturtulmuştu. Görevliler omuzlarından tutuyordu. Ayakları hala zincire vurulmuş, elleri bir daha çözülmemek üzere arkadan bağlanmıştı.

Başgardiyan odasında aşağı yukarı, yirmi-otuz yüksek dereceden görevli vardı. Cezaevi görevlileri, merkez komutanları, güvenlik görevlileri, Tevfik Türüng, İnfaz Savcısı Sami Uğur ve diğerleri...

Deniz son mektubunu önceden hazırlamamıştı. Son mektubunu darağacının karşısında yazdıracaktı. Bir zabıt katibi ve daktilo getirttiler.

Sigara içeceğini söyledi. Bir görevli Deniz'in sigarasından bir tane ağzına koyup yaktı. Bir iki nefes çektikten sonra geri aldı. Deniz istedikçe veriyordu.

Darağacına bakarak son mektubunu yazdırmaya başladı:

Merkez Cezaevi

Baba

Mektup elinize geçmiş olduğu zaman aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben ne hadar üzülmeyin dersem yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum, insanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler, önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektedir. Bu nedenle, ben erken gitmeyi normal karşılıyorum, ve kaldı ki, benden evvel giden arkadaşlarım hiçbir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de düşmeyeceğimden şüphen olmasın, oğlun
ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir, o bu yola bilerek girdi ve sonunun da bu olduğunu biliyordu, seninle düşüncelerimiz ayrı, ama beni anlayacağını tahmin ediyorum. Sadece senin değil, Türkiye'de yaşayan Kürt ve Türk halklarının da anlayacağına inanıyorum. Cenazem için avukatlarıma gerekli talimatı verdim. Ayrıca savcıya da bildireceğim. Ankara'da 1969'da ölen arkadaşım Taylan Özgür'ün yanına gömülmek istiyorum. Onun için cenazemi İstanbul'a götürmeye kalkma, annemi teselli etmek sana düşüyor, kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum, kendisine özellikle tembih et, onun bilim adamı olmasını istiyorum, bilimle uğraşsın ve unutmasın ki, bilimle uğraşmak da bir yerde insanlığa hizmettir, son anda yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir, seni, annemi, ağabeyimi ve kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşi ile kucaklarım.

Oğlun DENİZ GEZMİŞ


Deniz başgardiyan odasında son mektubunu yazdırmaktayken, dışarda üstleri başları didik didik, don, çorap, ayakkabı içine kadar arandıktan sonra avukatları Halit Çelenk ve Mükerrem Erdoğan içeri alındılar.

İlkin infaz savcısı Sami Uğur'la karşılaştılar. Savcı onlara son -kararı düzeltme istemleri-nin red olunduğunu sözlü olarak iletti. -Hukuki bütün formaliteler tamamlandı- dedi... Avukatlar başgardiyan odasına getirildiler. Deniz onları görünce gülümsedi ve -Hoşgeldiniz- dedi. Metin bir görünüşü
vardı. Saçı traşlıydı.

Bir ara infaz savcısı Sami Uğur, Deniz'e doğru eğilerek -Nasılsınız?- dedi. Deniz -Çok mutluyum ve rahatım- diye yanıtladı. Ve devamla mektubunun tamamlandığını söyledi...

Mektubu infaz savcısına verdiler. Avukatları, Deniz'e bir arzusu, diyeceği olup olmadığını sordu. Deniz onlara -Cezaevindeki bütün arkadaşlarımı benim tarafımdan öpün. Onlara ve dışarıdaki bütün devrimci arkadaşlara selam ve sevgilerimi söyleyin. Her ikiniz de idam sehpasına nasıl gittiğimize tanık olun ve bunu anlatın- dedi.

Avukatlar, Deniz'in yanından ayrılıp Yusuf'un olduğu odaya geldiler. Zincire vurulmuş ve bağlı bir durumda oturan Yusuf'un, avukatları görünce, yüzünü bir gülümseme kapladı ve onlara -hoşgeldiniz- dedi. Arkasından -Babam infazı biliyor mu?- diye sordu. Avukatlar -Biliyor- dediler. Yusuf -Ne durumda?- diye sürdürdü. Avukatlar -Metin ve soğukkanlı- diye yanıtladılar.

Avukatlarının bir diyeceği olup olmadığını sormaları üzerine Yusuf, -Çok iyiyim!- dedi. Ve şu sözleri ekledi -Biz inanıyoruz ki, bu mücadele bizim ölmemizle son bulmayacak...-

Kısa bir suskunluktan sonra Yusuf avukatlarına -Son bir kez Deniz'i görmek istiyorum- dedi.

İnfaz savcısı Yusuf'un bu sözü üzerine -Buna ne lüzum var- diye araya girdi. Avukatlar -İdam hükümlülerinin son arzularının yerine getirilmesi bir gelenektir, bunda bir sakınca yoktur, her üçünün de birbiriyle görüştürülmeleri gerekir- diye direttiler.

Yusuf odasından alınarak Deniz'in yanına getirildi.

Sanki, günlerce süren ölüm orucundan, çıkan onlar değildi. Sanki, az sonra darağacında can verecek olan onlar değildi. Uzun bir hasretlikten sonra buluşan iki kardeş gibi kucaklaştılar. Öpüştüler. Dizleri ayaklarındaki zircirleri zorladı bir an. Omuzları arkalarından bağlı kollarını zorladı bir an. Sessiz bakışlarla veda ediyorlardı birbirlerine. İkisi de birbirlerine, yapacakları şeylerden emin bir duyguyla bakıyorlardı.

Ayları, yılları tutmuştu arkadaşlıkları, daha önce birçok kez birlikte ölüme gidip gelmişlerdi.

Şimdi bu son yolculuklarından bakışları, saniyelerle sınırlıydı. Bakıştılar... Bir ömür boyu kadar uzun bir bakış... Ama bir kelebeğin ömrü kadar bile değil...

Birlikte -Tamam- der gibi görevlilere baktılar. Yusuf döndü, görevlilerin arasında zincir şıkırtılarıyla odasına doğru yürüdü...

Bu sırada avukatlar Hüseyin'in olduğu odaya yönelmişlerdi.


TUTANAKLAR (2)

Tuzlu suda yarası pişen ayak
ve pasıyla kelepçenin incelen bilek kemikleri
yıllarca taşınsa da
çıplak etin altında acısı donuklaştı
...

Ve ter
ve ipekten dökülen uyku
ve halka halka açılan bahar sabahları
kırılan kaburgaları
gökkuşağıyla sardı
...

Dostlarından gelen haberler
meraktan bir öpüş seli doldururken gövdene
gururla yükselen bakışını
toprağa düşürmek için
düşman boşuna çabaladı
...

Artık denizlerdeki dalgalar kadar azgın
çayırlar kadar ferahsın
Yüreğin aşkla örselenmiş bir kerre senin

N. Behram 1972


TELAŞLANMIŞLAR, DENİZ'İN AYAĞINDAKİ ZİNCİRİ AÇAMIYORLARDI... DENİZ GÜLÜMSÜYORDU.

Avukatlar Hüseyin'in olduğu odaya girerlerken bir albayla karşılaştılar. Albay -Dini telkin istemiyorlar- dedi. Bunu anlamlı bir sesle söylemişti. Müslüman olmadıklarını çağrıştırmak istiyordu.

Avukatlar -Bu sadece onların bileceği bir iş- dedi. Albay -Tabii siz de bilirsiniz,- diye aynı sezdirmeyi, bu kez avukatlara yöneltti.

Aylardan mayıstı. Günlerden Mayıs'ın 6'sı. -Hıdırellez- günü diye yazıyor takvimler, -Alaçam, Samsun, Geyikaşan Hıdırellez günü... Karacabey, Bursa Hıdırellez şenlikleri...- Halkın her yıl sevgili gibi karşıladığı bir gün. Dargınların barıştığı, çocukların, canlıların, doğanın şenlendiği, armağanlar
alınıp verildiği bir gün.

Yerleşmiş İslam geleneğine göre Hıdır ve İlyas peygamberlerin her yıl buluştuklarına inanılan gün. İnanışa göre ölümsüzlüğe erişmiş bu iki peygamberin buluşmaları, kutlanarak anılır.

Avukatlar Hüseyin'in bulunduğu odaya girecekken duydukları bu sözle sinirlenmişlerdi. Hüseyin babasını düşünüyordu odada, Hıdır'dı babasının adı, Hıdır İnan.

Aylardan Mayıs'tı. Günlerden Mayıs'ın 6'sı. İnanışa göre ölümsüz peygamber Hıdır baba baharın muştulayıcısıdır. Bastığı yerde güller açılır, bülbüller ötüşmeye başlar, baharın bereketi hissedilir... O gün şarkılar söyleme günüdür. Kızlar evliliğe niyet tutar. Hastaların iyileşme umudu dirilir,
tazelenir. Canlıların canı yakılmaz. Karıncaların bile incinmesinden sakınılır. İyilik günüdür Mayıs'ın 6'sı. Hıdırellez, halkın günüdür...

Avukatlar albaydan geçip Hüseyin'in bulunduğu odaya girdiler. Hüseyin de Deniz ve Yusuf'un durumundaydı. Birkaç görevli omuzlarından tutmaktaydı.

Avukatlarını görünce büyük bir mutluluk ve derin bir gülümsemeyle
-Hoşgeldiniz- dedi. Avukatlar ona bir arzusu olup olmadığını sordular. -Bir arzum yoktur. Sizlere çok teşekkür ederim.- dedi.

Sonra Hüseyin avukatlarına -Babam Ankara'da mı?- diye sordu. Avukatlar Ankara'da olduğunu söylediler. Hüseyin -Nasıl?- diye sürdürdü sorusunu.

-İyi ve seninle iftihar ediyor- diye yanıtladı avukatları.

Bu arada avukatlar görevlilere Hüseyin'in de arkadaşlarıyla vedalaştırılmasını hatırlattılar.

Hüseyin aynı sıcaklık ve canlılıkla Deniz ve Yusuf'la odalarında birer birer kucaklaştı. Zincirleri ve bağları, üçünün de bu vedalaşma anında gövdelerine alabildiğine ağırlık veriyordu. Omuzları ve başlarının hareketiyle birbirlerine sokuluyorlardı.

Hüseyin önce başgardiyan odasında Deniz'le, sonra yandaki diğer odada Yusuf'la, konuşacak çok şeyleri olan, ama ayrılmak zorundaki insanların can sevinciyle bakıştı. Hiçbir şey şakadan değildi. Fakat yaşayan gülümseyişlerinde, çocuksu, şakacıl bir incelik vardı.

Bir birlikteliğin, yaşamadaki son karşılaşmaları da böylece bitti. Hüseyin görevliler arasında bekleme yeri olan, avukatlarla mahkumların görüşme odasını getirilip sandalyesine oturtuldu.

Üçü de ilkin kendisinin asılmasını isteyen bir duygu taşıyordu. Onları darağacına çıkmak değil, darağacına çıkacak arkadaşlarını seslerden, kıpırtılardan dinlemek zorunluluğu incitiyordu. Fakat bu son deneylerine de dik duruyorlardı.

Saat 01.00'i geçiyordu.

Bu ara avukatlar Deniz'in bulunduğu odaya döndüler.

Deniz ayakları zincirli, elleri arkadan bağlı bir durumda darağacına bakan pencereye karşı oturduğu yerden yazdırdığı son mektubunu tamamlamak üzereydi. Onun bitirmesini beklediler.

-... Son anda yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir, seni, annemi, ağabeyimi ve kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşiyle kucaklarım... Oğlun Deniz Gezmiş.-

Mektup tamamlanmıştı.

İnfaz savcısı Sami Uğur, Deniz'e sokulup, elindeki basılı kağıttan idam kararının özetini okuyup; bir diyeceği olup olmadığını sordu. Deniz, kararın kendisine ait olduğunu, bir diyeceği olmadığını belirtti.

Savcı görevlilere -zincirleri çözün- dedi. Bir görevli yarı telaşlı, yarı çekingen bir tavır içinde, elindeki anahtarla zincirlerin kilidini kurcalamaya başladı... Açamıyordu. Elindeki anahtar kilide uymuyordu. Bunun üzerine başgardiyan birkaç anahtar daha verdi. Kilidi yine açamadılar.

Bu durum odadakilerde yeni bir sabırsızlık havası estirmişti. Kendi kendine söylenenler vardı.

On beş dakika kadar beklenildi. Birisinin -Zincirleri çözmeye lüzum yok, zincirleriyle çıkarılsın- dediği duyuldu. İnfaz savcısı Sami Uğur -Bunlar efendi çocuk, prangayı çözelim- diye karşılık verdi ve -Kilidi kim kilitlediyse acele bulun- komutunu verdi.

Adamı bulup getirdiler. Ve zincirler çözülebildi. Deniz zincirlerini çözen adama -Postallarımın bağını bile bağlamaya vakit bırakmadan beni apar topar buraya getirdiler. Sehpada bu haliyle postallarım ayaklarımdan düşecekler. Onları bağla..- dedi. Görevli, Deniz'in postallarını bağladı.

Bu arada Deniz'e, beyaz bezden dar bir idam gömleği giydirdiler. Ayaklarına kadar uzandı...

Gitme vakti gelmişti.

Deniz avukatlarına dönerek veda etti. Çevresini acı bir gülümsemeyle süzdü ve avludaki sehpaya doğru metin adımlarla yürüdü.

İdam gömleğinin dar olması ve ellerinin bağlı olması nedeniyle sehpaya destekle çıktı. Sehpada üç ayaklı bir tabure vardı. Deniz ona da çıkıp ilmiği boynuna kendisi geçirmeye çalıştı.

İlmiği boynuna geçirdiğinde, seyredenlerden bazıları, cellada başlarıyla tabureyi çek işareti veriliyordu. Deniz birden, şafağı daha sökmemiş bu bahar sabahının, serin sessizliğine doğru yankı veren bir sesle bağırmaya başladı:

-YAŞASIN TÜRKİYE HALKININ BAĞIMSIZLIĞI, YAŞASIN
MARKSİZM-LENİNİZM'İN YÜCE İDEOLOJİSİ, YAŞASIN
TÜRK VE KÜRT HALKLARININ BAĞIMSIZLIK
MÜCADELESİ, KAHROLSUN EMPERYALİZM!-

Çevredeki görevliler telaşlandılar. Deniz'in son sözcüğü bitmemişti ki, cellat aceleyle tabureyi altından çekti. Ciğerinden yükselen son sözcüğü taşıyan nefes, dudağına varamadan, gırtlağında tıkandı.

Taburenin çekilmesiyle Deniz boşluğa yığılmıştı. Fakat onun uzun boyunu cellat hesap edememişti: Deniz'in ayakları taburenin altındaki masaya çarptı. Hemen masayı da çektiler.

Saat 01.25'i gösteriyordu.

Gardiyan, imam ve sivil personel, gelenek gereği saygı duruşunu geçmişti. Avukatların yüzlerini derin bir hüzün doldurmuştu. Denizgili ölüme mahkum eden 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin Başkanı Tuğgeneral Ali Elverdi, elleri arkasında; ağzında sigara Deniz'i seyrediyordu. Ankara savcısı Fazıl Alp, Tevfik Türüng, Sami Uğur, yüksek rütbeli birçok subay, gardiyanlar, sivil görevliler, imam, avukatlar doktor infazda hazır bulunmuştu. Özellikle imamın aşırı derecede duygulandığı görülüyordu. İnfaz savcısı Sami Uğur, kendince espriler yapıp yine kendi gülüyordu.

Deniz'in göğsüne, karar özetini içeren bir beyaz karton astılar. On dakika kadar sonra, görevli doktor gömleğini sıyırıp nabzına baktı. Deniz'in nabzı çarpıyordu. Beklediler...

On-on beş dakika sonra nabza tekrar bakıldı. Deniz'in nabzı durmamıştı. Bekliyorlardı. Deniz ipin ucunda bir dal gibi, alaca havada ağır ağır dönüyordu. Sadece başı ve postalları, uzun ince beyazlığın iki ucunda, iki gri noktaydı.

Gemerek'te yakalandığı gün kalbi ve beyni arasında dolaştırdığı ölüm duygusu, onu darağacında, boynunda bulmuştu.

Elli dakika öylece kaldı.

02.15'de ipi kestiler.


KANAYAN ÜZÜMLER

Elleri bağlı, bilekleri
gözleri açık... kan yok gözkapaklarında
yalnız gevşeyen bir omurga, kırılan ayna parçaları
...

Yalnız gevşeyen bir omurganın
saçlara bulaşan ıslaklığı
cansız sarkışı bir gövdenin
...

Hayır, bağırmak için vakit erken
geceyi bölmeliyiz geceyi...
halkın çırpınışlar biriktiren karanlığını,
gül yapraklarında yağmur taneleri gibi
ölümü sabırla taşımalıyız bağrımızda
...

Işık kırılıyor --nasıl olsa kırılacaktı--
okşarken güvendiğimiz hayat
karanlıklara alışarak başkaldırdı
bulut gibi taşınan pankartlarla
olgun meyvalardan fışkıran suyla
acının ve akmayan gözyaşının sırrıyla
ah, bir ter gibi gitgide soğuyan kansız ölüler
kanayan üzümleri görüyorum
kanayan üzümleri
yaşadığımız bağ evlerinde
bağ evlerinde

N. Behram 1972


YUSUF ODASINDAN ALINIRKEN -DENİZ'İN SESİNİ DUYDUM- DİYORDU...

Deniz darağacından indirilip götürülürken, Yusuf'u odasından çıkardılar. Başgardiyan odasına getirdiler. Gelirken -Deniz'in sesini duydum- diyordu. Deniz'in oturmuş olduğu sandalyeye bu kez Yusuf'u oturttular.

Ayaklarındaki zincirler çözüldü. Kendisine hüküm okundu. Bir diyeceği olup olmadığı soruldu. -Bir diyeceğim yok karar bana aittir- dedi.

Doktor çağırdılar. Yusuf -Hiçbir şeyim yok, sanki komada olsam asmayacak mısınız?- dedi.

Bu arada Yusuf babasına yazdığı ile köyündeki akrabalarına ve köy halkına yazdığı son mektuplarını avukatlarının almasını istedi. Yusuf son mektuplarını dört gün önce cezaevindeki hücresinde yazmış, koynuna koymuştu.

Mektupları infaz savcısı aldı. Yusuf -Mektuplarını yerlerine verecek misiniz?- diye sordu. İnfaz savcısı -Elbette vereceğiz, bize güvenin yok mu?-, diye yanıtladı. Yusuf gülümseyerek, -Niye güvenim olsun?- diye karşılık verdi...

Yusuf'un babasına yazdığı son mektubu şöyleydi:

Salı
2.5.1972

Sevgili Babacığım...

Bu mektubu aldığın zaman ben ebediyen bu dünyadan göç etmiş olacağım. Ne kadar sarsılacağını tahmin ediyorum. Bir buçuk seneden beri benim yüzümden nasıl üzüntü içinde olduğunuz malum. Bu son olayı da metanetle karşılamanızı sadece dileyebiliyorum.

Babacığım, bu olayda da annemin ve Yücel'in senin tesellilerine ve desteklerine ihtiyaçları çok. Bunun için ne kadar metin olursan, hem senin sağlığın için, hem de onlar için o kadar iyi olur. Elbette ki, yıllarca emek verip yetiştirdiğin bir oğulun, bir günde öldürülmesi kolay göğüslenecek bir olay değildir. Fakat siz benim ne için, kimlere karşı mücadele verdiğimi
biliyorsunuz. Ben bu açıdan rahat ve vicdan huzuru içinde gidiyorum. Sizlerin de bu bakımdan rahat ve huzur içinde olduğunuzu ve olacağınızı biliyorum.

Babacığım, annemin ve Yücel'in senin desteklerine muhtaç olduklarını yukarda söylemiştim. Onları rahat ettirmek için bütün gücünü kullanacağından zaten eminim. Babacığım burada şunu ilave edeyim ki, Yücel'in hastalığından kendimi sorumlu hissediyorum. Yücel için her şeyinizi ortaya koyacağınız konusunda da kuşkum yok. Ablamlar için söyleyeceğim,
fazla üzülmesinler. Olayın sarsıntıları geçtikten sonra normal hayatlarını devam ettirsinler. Mehtap'a ne diyeyim... Benim için her zaman bol bol öpün.

Babacığım cezaevinde kalan arkadaşları ara sıra yoklarsan, hallerini, hatırlarını sorarsan çok memnun olurum. Her biri oğlun sayılır. Dışarıda bizler için uğraşan dostlarımı ve dostlarını hiçbir zaman unutmayacağını biliyorum.

Mektubum burada biterken sizi, annemi, Yücel'i, ablamı, Aziz ağabeyi, Mehtab'ı hasretle kucaklarım babacığım... Sağlıcakla kalın.

HOŞÇAKALIN

T. Yusuf Aslan


Yusuf'un babasına yazdığı bu son mektubu yerine verilmişti, fakat köyüne ve akrabalarına yazdığı mektup yerine verilmedi.

Yusuf'un infaz savcısına -Niye güvenim olsun?- karşılığı daha sonra haklılık kazanmıştı.

Savcıyla bu konuşması sırasında Yusuf'un beyaz idam gömleğini getirdiler. Yusuf -Beyaz gömleği giymesem asamaz mısınız?- diye sordu. -Usul böyle- diye karşılık verdiler.

Bu ara Yusuf karşısında oturan ve çevresindekilerin kendisine -müdür bey- dediği birine (Birinci Şube Müdürü'ne) -Yine işkencelere devam ediyor musunuz?- diye sordu. Müdür birden irkilip, -Biz öyle bir şey yapmayız- diye yanıtladı. Yusuf gülümseyip başını hafifçe bükerek, -Peki elektrik işkencesi
nasıl gidiyor?- dedi. Müdür yine -Bizde böyle bir şey yoktur- diye yanıtlayınca, Yusuf, müdüre -Sizin çocuğunuz var mı?- diye sordu. -Bir kızım var- diye karşılık verdi müdür. -Nerede okuyor?- diye sorusunu sürdürdü Yusuf; müdür de -Okula gitmiyor, daha küçük bir kız- dedi. Daha sonra
müdür Yusuf'a ODTÜ'de hangi bölümde okuduğunu sordu. Yusuf -Fizik bölümü ikinci sınıfta idim- diye yanıtladı. Yusuf'un konuşmasındaki rahatlıktan onun idam edilecek biri olduğunu unutmuştu sanki müdür. -İkinci sınıfta idim- deyişi birden havayı etkiledi.

Daha sonra Yusuf'a avukatları -sigara içer misin?- diye sordular. -Son bir defa içeyim- diye yanıtladı.

O ara tuvalete gitmek istediğini söyledi. İnfaz savcısının izniyle tuvalete götürdüler. O tuvaletteyken savcı -Dikkat etsinler, orada pencere vardır- diye seslendi.

Yusuf tuvaletten döndüğünde, infaz savcısı -Yusuf'u bekletmeyelim- dedi. Beyaz gömleği giydirdiler.

Yusuf avukatlarıyla vedalaşıp, güler bir yüzle idam sehpasına doğru yürüdü. Masaya ve tabureye çıktı. İlmiği boynuna geçirmişti ki gür bir sesle bağırarak şöyle söyledi:

-BEN HALKIMIN BAĞIMSIZLIĞI VE MUTLULUĞU İÇİN ŞEREFİMLE BİR DEFA ÖLÜYORUM. SİZLER, BİZİ ASANLAR ŞEREFSİZLİĞİNİZLE HER GÜN ÖLECEKSİNİZ. BİZ HALKIMIZIN HİZMETİNDEYİZ. SİZLER AMERİKA'NIN HİZMETİNDESİNİZ.. YAŞASIN DEVRİMCİLER
KAHROLSUN FAŞİZM..!-

Yusuf bağırırken seyredenler arasından biri aceleci bir sesle -Sehpaya vur, sehpaya vur, sehpaya vur- diyordu. Celladın hareketleri çabuklaştı. Yusuf ayağıyla tabureye vurmaya çalışırken cellat onu altından çekti, sonra masayı da aldı. Yusuf'un da son sözcüğü ağzında kalmıştı. Boşluğa çakılmasıyla
birlikte dişleri kenetlenmiş, adeta son sözcüğü ısırarak söylemişti...

Saat 02.25'i gösteriyordu.. Aynı kişiler onu da aynı şekilde seyrettiler... Ağır ağır dönüyordu ipin ucunda. Sonra bir külçe halinde durdu. Sadece esintiyle idam gömleğinin uçları uçuşuyordu...

02.50'de ipi kestiler...

Az sonra Hüseyin, Merkez Cezaevi'ndeki avukatlarla mahkumların görüşme odasından alınıp, başgardiyan odasına getirildi. Deniz ve Yusuf'un daha önce oturtulduğu sandalyeye oturtulup, ayaklarındaki zincirler çözüldü.

O sırada avukatları, Hüseyin'e sigara vermek istediler. Hüseyin içmeyeceğini söyleyip teşekkür etti.

Bir ara infaz savcısı Hüseyin'e, -Sarız'ın içinden misiniz, köyünden misin?- diye sordu. Hüseyin -Sarız'ın içindenim, siz Kayseri'nin neresindensiniz?- dedi. İnfaz Savcısı -Kayseri'nin içindenim- diye karşılık verdi.

Ve savcı bu konuşmadan sonra, hakkındaki idam kararını Hüseyin'e okuyup, sordu: Hüseyin -Karar bana aittir, bir diyeceğim yoktur- dedi. Bu ara Hüseyin daha önce hücresinde babasına yazdığı kısa mektubunu alıp, babasına vermelerini söyledi... bu son mektubunda Hüseyin şunları yazmıştı:

-Babama, Anneme, Kardeşlerime ve yakın arkadaşlarıma,

Söyleyecek fazla söz bulamıyorum.

Bir insanın sonunda karşılaşacağı tabii sonuç bildiğiniz sebeplerden dolayı erken karşıma çıktı.

Üzüntü ve acınızı tahmin ediyorum.

İleride durumu çok daha yakından anlayacağınız inancındayım.

Metin olunuz.

Üzüntü ve acılarınızı unutmaya çalışınız.

Bütün varlığımla hepinize kucak dolusu selamlar, sevgiler!..

Yazılacak çok şey var, fakat hem mümkün değil, hem de sırası değil...

Candan selamlar...

Hüseyin İnan


Hüseyin son mektubunda da yaşadığı sürece ağır olan, az konuşan kişiliğini sürdürmüş, kısa bir mektup bırakmıştı.

İnfaz savcısının mektubu almasından sonra Hüseyin, avukatlarına dönerek
-ayağımda bu beyaz lastik pabuçlar var, ayakkabılarımı giymeme fırsat vermediler, çullanırcasına, adeta havalandırarak apar topar getirdiler, babama söyleyin, bu lastikleri gördüğü zaman, ayakkabısı yokmuş diye üzülmesin. Hücrede kalan ayakkabılarım, Askeri Cezaevi'ne hediyem olsun- dedi...

O sırada infaz savcısının -Hüseyin'i bekletmeyelim- dediği duyuldu. Hüseyin'e beyaz idam gömleği giydirildi.

Hüseyin avukatlarına veda etti ve çevresine dönerek -Bu mücadele bizimle bitecek mi?- dedi..

Daha sonra beyaz gömleği içinde sehpaya doğru dik ve metin adımlarla yürüdü. Sehpaya çıktı, tabureye çıkmadı. Son sözlerini tabureye çıkmadan, ilmiği boynuna takmadan bağıracaktı.. Aceleci sesin sahibine adeta, sessizce oyun bozanlık etmişti...

Hüseyin saat sabahın 03.00'ünde, şafağın sökmeğe sabırsızlandığı bir sırada, son karanlığında gecenin, sehpanın üstünde bağırarak karanlığa karşı şunları söyledi:

-BEN ŞAHSİ HİÇBİR ÇIKAR GÖZETMEDEN, HALKIMIN MUTLULUĞU VE BAĞIMSIZLIĞI İÇİN SAVAŞTIM. BU BAYRAĞI BU ANA KADAR, ŞEREFLE TAŞIDIM. BUNDAN SONRA BU BAYRAĞI TÜRKİYE HALKINA EMANET
EDİYORUM. YAŞASIN İŞÇİLER, KÖYLÜLER VE YAŞASIN DEVRİMCİLER, KAHROLSUN FAŞİZM...!-

Bu son sözlerinden sonra Hüseyin, boynunu ilmiğe geçirdi ve ayağının altındaki tabureyi bir iki tekmeyle devirip, kendi infazını yaptı.

İnce dal bedeni boşluğa düştü... İleri geri sallanıp döndü... Deniz ve Yusuf'la bir kez daha buluştu...


ÖLÜM NERDEN VE NASIL GELİRSE...

Hava nasıl da puslu
bulutlar yumak yumak yığılmış ağaçlara
incecik boynundan süzülen ter
karışırken böğründen fışkıran kana
öyle derin öyle berrak ki
üstelik: çayır kuşlarının gözleri kadar
...

Pusudan gövdene alçakça sokulmuşlar
dehşet aç kurtlar gibi ellerinde --sinsi ve kirli--
...

Oysa
onların göremediği bir şey var
kanınla yıkadığın toprağa
kalbinden rüzgara usulca ilişerek
savrulan isyan filizleri

N. Behram 1972
 

1      2      3      4      5