...................
DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN   -3
Nihat Behram
Ekim 1996 İstanbul
                         
...................
...................
YAN YANA YAŞAMIŞ, YAN YANA ÖLMÜŞLERDİ, AMA YAN YANA GÖMÜLMELERİ ENGELLENDİ

5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan saniyelerde Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in babaları, sokakları kulaklarında acı çınlamalarla dinlediler. Ankara'da -sokağa çıkma yasağı- vardı.  

3-4-5 Mayıs günleri Hüseyin'in babası Hıdır İnan, Deniz'in babası Cemil Gezmiş ve Yusuf'un babası Beşir Aslan, bir gözleri kör edilecekmişçesine, son çırpınılarıyla bakıyorlardı. Baktıkları her nokta kararmış, infazlar artık kesinleşmişti... Üçü de birbirinden daha az konuşmaya çalışıyordu. Çocuklarının hayat kardeşliği, üç babayı Ankara'da omuz omuza getirmişti. Üçü de halktan insanlardı...

5 Mayıs akşamı, sabah buluşmak üzere vedalaşıp ayrıldılar. O sabah oğulları asılacak üç baba, Ankara'nın karanlık sokaklarına doğru, üç ayrı yöne uzaklaştı. Hıdır İnan bir yakınlarının evinde, Cemil Gezmiş bir otelde kalıyordu. Beşir Aslan'ın evi Ankara'daydı. Sabah otelde buluşacaklardı.

Çocuklarının bu son gecelerinde, çıkmanın yasak olduğu Ankara sokakları, evvelki günler gibi, ıssız ve gürültüsüz değildi. Gece ilerledikçe şehirlilerin sesleri evlere sinmiş, Ankara'da bir başka gürültü çınlamaya başlamıştı.

Zaman zaman hızla bir resmi araba geçiyor; zaman zaman uzaktan uğultular geliyordu...

Üçü de, bir ara boşanacak gibi oluyor, sonra oğullarıyla yaptıkları son görüşmelerini düşünüp, metin olmaya çalışıyorlardı. Üçü de bir ara bozulacak gibi oluyor, oğullarının yargılandıkları günleri düşünüyor, netleşiyorlardı. Üçü de bir ara kahredecek gibi oluyor, geçmiş günlerin anılarıyla kahırlarını dindiriyorlardı.

Ölüm ve ayrılık duygusu, bu niteliğiyle, kendi tesellisini de getiriyordu. Yapılacak tek şey onların ölmediğini düşünmekti. Üç baba da bunu yaptılar...

6 Mayıs sabahı gök sancılanırken, saat 04.00 sıralarında görevliler Deniz'in babasını almaya geldiler. Onların gelişleri, o ana kadar, Deniz'in babasının yüreğindeki soyut titreyişleri; soyut titreyişler halindeki düşleri bir anda donuklaştırdı. Ondan sağ olarak aldıklarını, ona cansız olarak vereceklerdi...
O ana kadar onun saymadıkları şey, artık onundu. Aralarında dışarı çıktı ve arabalarına bindi...

Bir süre sonra Deniz'in babasının kaldığı otele Hüseyin'in babası geldi. Otele girdi ve orada, yarı uykulu beklemekte olan otelciye Cemil Gezmiş'i sordu. Otelci az önce götürüldüğünü söyledi. Biraz ileri çıkmıştı ki, otelin önüne bir polis arabası yanaştı. Çabuk çabuk içeri girip otelciye bir şeyler söylediler. Otelci onlara Hıdır İnan'ı işaret etti. Hıdır İnan'la karşılıklı söylenecek hiçbir şeyleri yoktu. Hıdır İnan da onların yanına sokuldu ve otelden uzaklaştılar...

Araba bir süre Ankara'nın dışına doğru yol aldı. Mezarlıklar Müdürlüğü'ne geldiler. Hıdır İnan, orada Cemil Gezmiş, Beşir Aslan ve Deniz'in abisi Bora dışında tanıdık kimse göremedi. Fakat oda oldukça kalabalıktı. Sonra Karşıyaka Mezarlığı'na geldiler.

Hıdır İnan oğlunu görmek istediğini söyledi. -Müdür Bey-in izniyle, yanına 3-5 polis verilerek oğlunun olduğu bölüme gönderildi.

Deniz, Yusuf ve Hüseyin yıkanılmak üzere yan yana uzatılmışlardı. Üzerleri örtülüydü, fakat Deniz uzun boyuyla belliydi.

Hıdır İnan sırayla üçünün de yüzünü açtı ve birer birer alınlarından öptü. Çelik gibi sertleşen alınları altındaki çizgiler, ince bir gülümseme halinde şakaklarından yanaklarına doğru uzanıyordu. Yaşayan insan kokuları, daha gövdelerinden uzaklaşmamıştı. Yine de Hıdır İnan'ın dudakları, alınlarında
ince bir iz bırakmıştı. Bu onları son gören göz, onlara son yaklaşan dudak ve insani soluk oldu.

Hıdır İnan yıllar sonra oğlunu ancak bu şekilde, bu kadar yakından ve içten öpebilmişti. Polisler onu seyrediyordu. Hala oğlu ile kendisi arasında duruyorlardı. Anlaşılıyordu ki, bu üç insan ancak yeraltında bakışlardan uzak kalabilecekti.

Oysa zaman gösterdi ki, toprak altında da rahat bırakılmadılar. Gelen ziyaretçileri alınıp götürülüyor, adeta ziyaretleri suç sayılıyordu...

Hıdır İnan ilkin Deniz'i, sonra Yusuf'u ve sonra oğlu Hüseyin'i alınlarından öpmüş; onlara doğru bakarak -vatan ve bağımsız Türkiye sağ olsun- demiş ve örtülerini bir daha açılmamak üzere yüzlerine örtmüştü...

Artık saat ilerlemiş, vakit aydınlığa varmıştı. Cemil Gezmiş bir an önce ölülerin gömülmesini isteyen görevlilerle tartışıyordu. Oğlunu İstanbul'a götürmek istiyordu. Onun son mektubu daha kendisine verilmemişti. Deniz'in nereye gömülmek istediğini bilmiyordu.

Görevlilerden söylenenler vardı. Yüksek dereceden bir görevli -Hadi yahu, sabahı uykusuz ettik- demişti.

Deniz'in babası, sabahın da uykusuz olduğunu ona hatırlatmış, görevli susmuştu...

Yusuf'un babası Cemil Gezmiş'e -gel bu çocukları ayırmayalım, birlikte yaşayıp birlikte öldüler, onları birlikte gömelim- diyordu.

Çıkıp mezarlığı gezdiler. Sonunda Cemil Gezmiş fazla ısrar etmedi. Ve Yenimahalle Belediyesi'nden mezar yeri almaya gittiler.

Görevlilerle uzun uzun tartışıyorlardı. Üçünün de babası, oğullarının yan yana gömülmesini istiyordu. Mezarlıklar Müdürü ise -aynı mezarlıkta olsun, fakat ayrı ayrı bölgelerde yer vereceğiz- diyordu. Onların -çocuklarımızı ayırmayacağız- ısrarı karşısında, Mezarlıklar Müdürü -emir böyle- demek
zorunda kalmıştı.

Sonunda Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in, aralarında başka mezarlar olması kaydıyla, aynı sırada gömülmelerine izin verildi. Birlikte yaşayan, birlikte ölen Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in, birlikte gömülmesi de, -emir böyle- olduğu için engellenmişti.

Mezar yerleri alındıktan sonra, Cemil Gezmiş imam getirilmesini istedi...

Çocuklarının kendilerine -tören yapılmamak üzere teslim- edildiği hatırlatılarak, bir an önce gömülme işleminin yapılmasını söylediler...

Cemil Gezmiş -imamın gelmesinin tören olmadığını; elbette davul-zurna getirmeyeceklerini; zaten kendilerinden başka, ölülerinin orada kimseciği olmadığını; kendilerinden korkmamalarını- hatırlattı.

Bir görevli Cemil Gezmiş'e -Onlar asılma öncesinde imam istemediler- demişti. Cemil Gezmiş ise bu görevliyi -Neden istesinler, günahları mı vardı ki?- diye yanıtladı.

Sonra çocuklarını gömme işlemine hazırlandılar. Mezarlık polis ve görevlilerle doluydu. Oldukça kalabalıktılar. İlerde gruplar halinde duruyorlardı.

Cemil Gezmiş, Beşir Aslan, Hıdır İnan ve Deniz'in abisi ölülerinin önünde namaz kılmaya hazırlanıyorlardı. Bir ara Cemil Gezmiş arkasındaki polis kalabalığına dönerek -içinizde abdesti olan yok mu?- diye anlamlı bir sesle sordu. Tek kıpırtı gelmedi o yandan. Cemil Gezmiş'in sözü beklenmedik
bir konuk gibi çalmıştı kapılarını. Zaten baştan beri sürekli olarak, beklenmedik bir şey oluverecekmiş tedirginliğiyle seyrediyorlardı...

Deniz'i babası ve abisi kucaklayıp, kollarıyla mezarına yerleştirdiler. Ve sırayla Yusuf'u... Hüseyin'i...

İlerde, değişik köşelerde Mahir yatıyordu... Saffet... Niyazi... Hüdai...

Artık mezarlıktan ayrılma vakti gelmiş, onlarla birlikte oradan, kalabalık da uzaklaşmıştı. Mezarlığı arkada bırakacak tepeyi dönerlerken, geriye dönüp baktılar. Uzaktı; çocuklarının mezarları görülmüyordu. Fakat bazı memurların görevleri orada sürmekteydi...

Ankara'ya dönüp, çocuklarının son emanetlerini toplayacaklardı. İnfaz savcısı kendileriyle görüşecekti.

Gidip, asılma sonrası üzerlerindeki eşyaların doldurulduğu torbaları aldılar.

İnfaz Savcısı Hıdır İnan'la görüşmüş, ona -Başın sağ olsun, bu kadar infazda bulundum, bunca mert adam görmedim- demişti. Bu arada Hüseyin'in üstünden çıkan 21 lira 95 kuruşu babasına veriyordu. Ayrıca Hüseyin'in ölmeden kendisine bir mektup bıraktığını söyleyip onu da verdi. Hıdır İnan -Savcı Bey, demişti, Hüseyin'in bu güne gelmesi onun mertliği sonucudur, mert yaşadı, mert öldü... Bu vereceğiniz parayı almazdım ama, onu ölene kadar saklayacağım için alıyorum...-

Savcı daha sonra Yusuf'un babasına, oğlunun asılma öncesinde, kolundan çıkarılan Rigi marka saati ve 17 lira 50 kuruşu verdi. Ayrıca Yusuf'un ölmeden yazdığı iki mektuptan, köyüne ve akrabalarına olanını alıkoyup, babasına hitaben yazdığını Beşir Aslan'a verdi.

Beşir Aslan öbür mektubun da verilmesi için çok ısrar etmiş, fakat mektup verilmemişti.

İdamlar sırasında tutulan -Ölüm İnfaz Zabıt Vakası-nda -... Yusuf Aslan tarafından, daha önce babasına ve bütün akrabalarına hitaben yazdığı iki adet mektup, savcı yardımcısı Sami Uğur'a verildi ve bunların babasına her ikisinin de teslimi istendi...- diye resmi kayıta geçmiş olmasına rağmen,
-bütün akrabalarına- hitaben yazdığı mektup hala yerine verilmemiştir.

Ölüm öncesi, bir insanın yazdığı veda mektubunun, hangi kanun maddesince yasaklandığı belli değildir. Bugün mahkemelerde mektupların suç delili bile sayılmadığı açıkken, Yusuf son mektubuyla da suçlanmış, takibata uğramıştı. Ölümünün hemen ertesinde yeni bir yargılanmadan geçiriliyordu...

Savcının mektubu -kesin olarak- veremeyeceğini bildirmesi üzerine, Beşir Aslan ısrarından vazgeçti. Yalnız bir kere okutup dinledi...

Yusuf bu son mektubunda köyüne ve akrabalarına veda ederken, emperyalizme karşı sürdürülen mücadeleyi halkın durumunu, sömürüyü anlatıyor, gelecek günlere olan umudunu belirtiyor, faşizmi lanetliyordu...

Çırpınarak sabaha varmış bir gecenin karanlığı, aydınlıkla çelinirken, Ankara'da sokağa çıkma yasağı da sonuçlanmıştı... İnfaz haberi, ilk bültenlerle Ankara'da, bir uçtan bir uca Anadolu'ya yayıldı...

O gün 6 Mayıs'tı, Halkın -Hıdırellez- günü. Toprağa tohum atılırdı Hıdırellez'de... Halk inancında toprağın bereket vakti diye bilindiği bir gündü...

Ah, ardı ardına kenetlenen ölüm
ah, hıncı sabırla bezeyen sır
yazmadaki sırması ağlayışın tırnaklara oturan kan
...

Ey yangınlarda patlamaya hazırlanan merak
ey içimi ekşi sularla çalkalayan baş dönmesi
ıssız ıpıssız boşluğu aysız gecenin
ölümle yaşamak arasındaki şerit
naneler, kekikler, ebegümeçleri
ve şifalı bulutu kaynar kükürt deresinin
çekiyor altımdan nemli döşeğimi
...

Ah, yürekleri toprağa saplanan arkadaşlarım
ah, oğlakların, tayların, buzağıların
acı otlarla kararan damakları
(akşamları barut kokusuyla dönsem de odama)
sancısı: çaresiz seyrettiğim ölümün
Ah, bir kere daha kederliyim
ah, çılgın bir aşkın kollarında incelen bıçak
seni öperek bilemeliyim

N. Behram


YUSUF ASLAN SON MEKTUBUNU SENATONUN İDAMLARI ONAYLADIĞI GÜN YAZMlŞTI...

6 Mayıs'ı Ankara büyük bir sessizlik içinde geçirdi. Ana caddelerde, sokak aralarında, okul önlerinde, duraklarda hüzünlü insanlar kadar, güvenlik önlemleri de göze çarpıyordu. İkişer üçer sivil-resmi güvenlik görevlileri dolaşıyor, görevleri gereği, incelen bakışları izliyorlardı.

Ölüm hangi nitelikte olursa olsun, yine de kendi ağırlığıyla gelir. Ve o gün Ankara'daki ölüm, ağlamayı dahi yasaklayan cinstendi. Haberi ilk veren spiker, huzurundan edildi. Mezarlığa ilk giden genç tutuklandı. Sokakta ilk bağıran bir kadın, alınıp götürüldü.

Ve binlerce insan yeraltı yatağında akan bir dere gibi, içinde yaşadı duygularını.

Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in anaları: Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in babaları, kardeşleri de o sabah, duyguları içlerine bastırılmış olarak yaşadı.

Sabahın ilk saatiyle birlikte evlerini görevliler çevirmişti. O gün dahi, dostlarıyla aralarına kara gölgeler devrildi.

Üç gencin babaları bütün gün çırpındı durdu Ankara'da. Deniz, Yusuf ve Hüseyin'i ölümün karşısında olduğu günlerde savunan avukatlar, ölümlerinden sonra babalarına, son görevlerini yapmanın acı telaşındaydılar.

Avukat Zeki Oruç Erel, Deniz, Yusuf ve Hüseyin'in, darağacında öldürüldükleri günle ilgili anılarını şöyle anlatıyor:

-5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan gece, evde sabaha kadar uyumadan bekliyorum. Sokağa çıkma yasağı devam ediyor. Sabah saat 05.00'te telefon çalıyor; telefonda, yakından tanıdığım, Yusuf'un babası Beşir Aslan:

'Zeki bey, biz mezarlıktan telefon ediyoruz...'

Telefonu, Deniz'in babası Cemil Gezmiş alıyor:

'Zeki bey, bizim buradaki işler için herhangi bir yardıma ihtiyacımız yoktur. Buradaki işleri biz kendimiz görebiliriz ve esasen görmekteyiz. Ancak; çocuklar ölmeden önce bize birer mektup bırakmışlar. Öğrendiğimize göre, mektuplar infaz savcısında imiş. Sizi aramamızın nedeni; mesai saatinde
buluşup, mektuplarımızı almak içindir. Bir yer ve saat kararlaştırıp,
mektuplarımızı alalım.'

Yer ve saat kararlaştırıp telefonu kapıyoruz.

Artık, onların aramızdan ayrıldığını öğrenmiş bulunuyorum. Hem de babalarından!..

Evden çıkıp, doğruca, infazlarda bulunacağını bildiğim, arkadaşım Av. Mükerrem Erdoğan'ın evine gidiyorum. Evde 5-10 kişi daha var. Haliyle, acı haberden hepsi allak-bullak olmuş. Mükerrem ise; iki saat öncenin etkisiyle donmuş kalmış, yüzümüze anlamsız bakıyor. O'na olanları, hemen şimdi,
aynen anlatılmasını; Deniz'in, Yusuf'un, Hüseyin'in, ölüm karşısında takındıkları tavrı tespit etmek istediğimizi söylüyoruz. İnfazları tekrar yaşayarak, aynen anlatıyor. Ve sözlerini şöyle bağlıyor:

'Size şerefimle temin ederim ki; çocuklar 2 saat önce idam olmadılar. Hiç tartışılmayacak biçimde, bu bir devrimci eylemdi.'

6 Mayıs 1972 sabah saat 9.00'da Ankara Adliye Binası'ndayız. Deniz, Hüseyin ve Yusuf'un mektuplarını almak için, babalarıyla birlikte, İnfaz Savcısı Sami Uğur'un odasına çıkıp, geliş nedenimizi söylüyoruz. Sami Uğur'un, mektupları vermemek için, o gün takındığı tavrını hala unutamam. Çocuklarını daha birkaç saat önce kaybetmiş olan babalara; istemeseler
bile mektupları vermekte kanunen zorunlu iken, gerçeği söylemiyor.

-Ben mektupları sıkıyönetime verdim (!)-

Hepimizde son derece gergin bir hava, Ankara Savcısı Fazıl Alp'e gidiyoruz. Mektupları, ne pahasına olursa olsun, almadan buradan ayrılmayacağımızı, bu yüzden çıkabilecek olayların sorumluluğunun bize ait olmayacağını, kesinlikle, belirtiyoruz. Fazıl Alp durumun farkında; infaz savcısını çağırtıp
gerekli talimatı veriyor, biraz önce kendisinde mektupların bulunmadığını söyleyen Sami Uğur'dan, mektupları alıyoruz...-

Yusuf iki mektup bırakmıştı; biri babasına, diğeri akrabalarına. Akrabalarına yazdığı mektubu vermediler. Ancak, verilmeyen bu mektup infazlarda bulunan avukatlar ve babası tarafından okundu. Bu metin; okuyanlarca, hemen o gün; yani 6 Mayıs 1972 günü, yazılı olarak saptandı. Av. Zeki Oruç
Erel'den edindiğimiz bu metinde Yusuf şöyle diyor:

2 Mayıs 1972
Mamak-Askeri Cezaevi

Bütün Akrabalara,

Bu mektubumu okuduğunuz zaman, artık aranızda olmayacağım. Mektubumu, senatonun idamlarımızı onayladığını öğrendiğim anda yazıyorum. Şundan emin olmalısınız ki; bu güne kadar davama olan inancım sarsılmamıştır. Sehpaya gidene kadar da en ufak bir sarsılma olmayacaktır.

Ben, halkımın kurtuluşu, Türkiye'nin tam bağımsızlığı için savaştım. Sizler beni tanıyorsunuz. Bir yıldan beri, bu bir avuç sömürücüler, vatan satıcıları, işbirlikçiler; ellerindeki bütün imkanlarla, bizi dışardan yardım gören, beyinleri yıkanmış, vatan haini, dışardan emir alan, bölücü, anarşist diye tanıtmaya ve halkımızdan bizi koparmaya çalıştılar. Bu bir avuç azınlığa göre vatanseverlik; vatan satmak, yabancılarla işbirliği yapmak, NATO'yu, Amerika'yı savunmak, 6'ıncı Filo'yu ağırlamak, milyonlarca köylünün geçimi olan haşhaş ekimini elinden almak, işçinin grev hakkını engellemek. Amerika'ya ve emperyalizme hizmet etmektir.

Biz bunlara karşı çıktık. Bunun için; biz vatan haini, onlar vatansever oldular.

Bizi, bu mücadelemizden dolayı, güya adil mahkemelerinde yargılayan ve yine adil kurumların eli ile asacak olanlar bilmelidirler ki; biz halkımızın kurtuluşu ve Türkiye'nin bağımsızlık mücadelesi uğruna, şerefimizle bir defa öleceğiz. Bizi asanlar ve astıranlar ise; her gün bin defa öleceklerdir.

Son sözüm: Yaşasın işçiler, köylüler! Yaşasın Devrimciler!
Yaşasın halkımın kurtuluşu ve bağımsızlığı için savaşanlar!
Yaşasın tam demokratik Türkiye'nin kurulmasından yana olanlar!

Kahrolsun emperyalizm! Kahrolsun Sunay, Erim, Tağmaç, faşist koalisyonu.

T. Yusuf Aslan


YALNIZ DEĞİLLER...

Saydam ve ıslak ölüm
eğer boyunlarına geçirilen ilmikten
gökten bir fırtınayı koparır gibi
koparacaksa ciğerlerini
nefesimi onlara vereceğim
kalbimdeki yaşayan tıpırtıyı
gözlerimi onlara vereceğim
oyarak kirpiklerimle dünyada
acıya ve öfkeye dair bütün görüntüleri
...

Urgan
demir yollarında
fabrikalarda
gün boyunca çığlığın dinmediği
şehrin uzak semtlerine doluşan işçilerin,
pamuk seline yaprak yaprak dökülen
tütünde
zeytinde
fındıkta
çam denizinde ormanların
ve verimsiz düzlüklerinde kurak toprağın
açlığın çan çekişini
tırnakla
terle
susturmaya çalışan yoksul köylerin
gözlerinde parlamaya başlayan
umut için düğümlendi
...

Saydam ve ıslak ölüm
eğer boyunlarına geçirilen düğümden
dökecekse körlerin alfabesini
yumruğumu onlara vereceğim
yaşayan yumruğumu
ağzımı onlara vereceğim
yeryüzünün bütün mert ölüleri için
toplayarak kanlı kelimeleri

N. Behram 1971


SiNAN'LA HÜSEYİN'İN ARKADAŞLIĞI KAVGA İÇİNDE BAŞLADI, SON ANA KADAR AYNI DUYGUYU TAŞIDILAR...

Mustafa Yalçıner mahkemedeki sorgusunda -Üç yiğit vatansever arkadaşım, gözlerim önünde, yaralı yaralı kurşunlanırken...- diyordu.

Sözünü ettiği arkadaşları Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan'dı. Yalçıner aynı olayda yaralı olarak ele geçirilmişti... Yedi kişiydiler. Denizgil yakalanalı iki ayı geçmişti... Onları kurtarabilmenin girişimindeydiler.

Karaha Geçidi yöresindeki, Amerikan Radar Üssü'nü basacaklardı.
İhbar sonucu, İnekli Köyü yakınlarında çevrildiler...

Deniz'in Gemerek'te, Yusuf'un Şarkışla'da yakalanışları, Akçadağ Nurhak Dağları'ndaki karargahlarında onları beklemekte olan Sinangili derinden etkilemişti...

Bir süre neler yapabileceklerini düşündüler. Yirmiden fazla arkadaştılar. O sıra Hüseyin, Ankara'dan ayrılmıştı. Sinangil'le irtibat kurmaya çalışıyordu.

Sinan'ın bulunduğu bölge Hüseyin'e yabancı değildi. Bölgeyi birlikte gezip, tanımışlardı. Fakat gerek yeni koşullar, gerek iki önemli arkadaşlarının yakalanmış oluşu ve çevredeki sıkı önlemler, bağlantılarını güçleştirmişti.

Daha sonra Hüseyin'in de, Pınarbaşı'nda yakalanışı, Sinangil'i önemli bir unsurdan daha yoksun bırakıyordu.

Sinan'la Hüseyin'in arkadaşlıkları, Sinan'ın Hüseyin'i kavga içinde görmesiyle başlamıştı. Hüseyin 3-4 polisin arasında, düşüp kalkıp boğuşuyordu... Onun gözüpekliği ve dövüşkenliği Sinan'ı bir anda etkilemişti.

Ortalık yatıştığında, tanıştılar. Hüseyin yeni bir öğrenciydi. ODTÜ'ye gelmişti. Sinan onu arkadaşlarıyla tanıştırdı. Hüseyin kısa zamanda ODTÜ'de adından en çok söz ettiren biri olmuştu.

Bir gerilim içinde başlayan arkadaşlıkları, sonuna kadar böyle sürdü. Şimdi Hüseyin içerdeydi ve Sinan onu kurtarmak için dövüşüyordu.

Ankara ve Nurhaklar arasındaki bu kopukluk İstanbul'da da kendini gösterdi. Denizgil'in yakalanışı, İstanbul'da da aynı etkiyi bırakmıştı...

Ömer Ayna, sonradan sınırda öldürülen Avni Gökoğlu ve bir arkadaşıyla birlikte Kadıköy'de vapura bineceklerken, gazetecilerin -Deniz Gezmiş yakalandı- diye bağırmasıyla, birden duraklamış ve hemen aldığı gazeteden haberi yutarcasına okumuştu. Cihanlar'la buluşup konuşmuştu. Onlar arasında da arkadaşlarının kurtarılması sorunu ön plana geçmişti.

Bağlantı sağlamak üzere Alpaslan Özdoğan İstanbul'a gelmiş, Ömer ve Cihan'la buluşmuştu. Kendilerinin Nurhaklar'da Amerikan Radar Üssü'nü basacaklarını, Cihanlar'ın da İstanbul'da eş eylem koymaları gereğini söylemişti.

Cihanlar İstanbul'da kararlaştırılan tarihlerde bir konsolosluk basmaya, ya da konsolos kaçırmaya çalışacaktı. Alpaslan İstanbul'dan, Nurhaklar'a dönüp, Sinangile durumu iletti...

31 Mayıs 1971'de karargahlarından, Sinan'ın yönetiminde, gün doğmadan yedi kişi İnekli Köyü'ne doğru yola çıktılar. Ve radar üssüne yakın bir yerde dinlenme sırasında, saat 05.30'a gelirken yapılan bir ihbar sonucu çevrildiler. Aynı günkü olaydan sağ çıkanların deyimiyle, Sinanlar -vurma kastı gütmeksizin- ateşe, ateşle cevap verdiler. Çatışma sonunda üç arkadaşları öldürüldü.

Sinan, Kadir ve Alpaslan'ın öldürüldüğünü, karargahtakiler radyodan öğrendiler. Bir süre düşünüp, gruplar halinde çeşitli yönlere çekilmeye karar verdiler.

En yakın arkadaşlarından üçünün öldürülüşü, Deniz, Yusuf ve Hüseyin'i alabildiğine üzmüştü. Bu üzüntü giderek yerini öfkeye bıraktı.

Deniz sorgusunda öfke ve üzüntüyle harmanlanan bir duyguyla şöyle diyordu:

-Biz Amerikalılara acımış serbest bırakmıştık. Sinan da aramızdaydı, sonradan dağıldık. Sinan Cemgil Nurhak Dağları'nda yaralandı. Silah kullanamaz haldeyken kasti olarak öldürüldü. Alpaslan ve Kadir de aynı şekilde öldürüldü... Biz Şarkışla'da teşhis edildik, ancak burada isteseydik bizi teşhis edenleri silah kullanamaz hale getirirdik, fakat bunu asla yapmadık, bu yola başvurmadık. Arkamızı döndüğümüz sırada, bu yola başvurmadığımız kimseler tarafından ateş açıldı... -

Akçadağ'dan bir muhtar, Deniz'in babasına, Sinan'la ilgili bir anısını anlatmıştı. Muhtar, Sinan'a -gelin sizi Suriye'ye geçireyim, kurtulun- demişti. Bu söz Sinan'ı sinirlendirmiş -Arkadaşlarımız, ölümü eli kolu bağlı beklerken, bizim elimiz kolumuz açık, kurtulmaya çalıştığımızı mı sanıyorsun?- demişti.

Sinan'la başlayan ölüm haberleri yeni isimlerle sürüp gitti. İçerde, hücrelerinde Deniz, Yusuf ve Hüseyin'i bir an olsun bırakmadı. Ölüm haberleri durmadan tekrarladı kendini.

İstanbul'da, Unkapanı Ziraat Bankası soygununda Ömer yakalanmış, giderek Cihanlar ele geçmişti.

Yakalanmalarından, -emniyette geçen günler-inden sonra, Maltepe Askeri Cezaevi'nde toplanmaya başladılar.

Düşünceleri tasarıları orada da aynı ağırlığıyla kendini sürdürdü. Yalnız bu kez, bir fark vardı. Kurtulmak ve kurtarmak gerekiyordu. Bu bir an olsun akıllarından çıkmadı.

Sürekli olarak kaçma planları kuruyorlar, düşen hareketlerinin serpilmesi için kurtulmak ve Denizler'i kurtarmak gerektiğini vurguluyorlardı.

Önceleri inşaatlarda çalışmış olan Ömer, sürekli olarak duvarları, yeri inceliyor, bir şeyler düşünmeye çalışıyordu. Bu günlerde tünel fikri atıldı. İlk ikna olan Cihan'dı. Ömer toprağın tünel için elverişli olduğunu söylüyordu. Uzun zaman planlarını yaptılar.

Sonunda tüneli kazmaya karar verdiler. İdareden tuvaletlerin temizliği için, tuzruhu getirmek istediklerini bildirdiler. Büyük bir heyecan ve gizlilik içinde kazıma başlama gününü beklediler. Bir süre, tuzruhu biriktirdikten sonra, betonun delinme günü gelip çattı.

Aralarından bir kısmının, büyük koğuşta eğlence düzenleyip herkesi bir yere toplayıp, gürültüyü sağladığı bir sırada, tünelin kazılacağı büyük odada, tuzruhu betona döküldü. Beton çökelek gibi olmuş, gevşemişti.

Diğer koğuştakiler gürültüden ötürü keser darbelerini duymadılar. Ömer betonu delmiş, toprağı çıkarmaya başlamıştı bile. Artık tek sorunları kalmıştı; gizlilik içinde, yorulmaksızın çalışmak.

Sabahlara kadar, soğuk, ıslak tünel içinde sırayla çalıştılar. Tünel kazımını bilenlerin sayısını, bir süre sonra, güvendikleri kişilere göre arttırdılar.

Daha sonra Mahir'de aynı cezaevine geldi. Ortak savunma hazırlığı için getirmişlerdi. Uzun aylardır hücredeydi. Açlık grevinden yeni çıkmıştı. Fakat şaşılacak bir biçimde, kısa zamanda toparlandı ve kendine geldi.

Tünel ilerledikçe kaçabileceklerine inançları da çoğaldı, somutlandı. Bir kısmı daracık tünele girip çalışıyor, bir kısmı onların çamurlanan giysilerini yıkıyor, ertesi güne hazırlıyordu. Tünelden çıkan suyu ve toprağı tuvaletlere taşıyorlardı. Toprakları yığabilmek için, tuvaletlerden birini kapatmışlardı.

Tünel için kablolarla ışık, tencerelerle toprak taşıma sistemi kurmuşlardı.

Diğer tutukluların dikkatlerini dağıtabilmek için, soba başında türküler söylüyor, eğlenceler tertipliyorlardı. Özellikle Cihan Laz türküleri söyleyip oynuyor, bu şekilde hem içindeki sevinci yaşıyor, hem soba başında görev yapıyordu.

Tünel tamamlandığında, beşer kişilik üç grubun çıkmasına karar verilmişti. İlk çıkış denemesinde, dış duvar dibine geç gelmişler, askerlerin devriyesi başlamıştı. Saat 06.00 olmuştu. Tam bu saatte geliyordu devriyeler.

Cuma günkü bu başarısızlık, çıkacak gruplardan birini eksiltmişti. Cumartesi günü de, son anda çıkılamamış, geri dönülmüştü.

Artık tek grubun çıkması gerekiyordu.

Pazar günü Cihan, Ömer, Ulaş, Mahir, Ziya arkadaşlarıyla vedalaşıp, içlerinde giysileri olan naylon torbalarıyla, birer birer tünele girdiler.

Koğuştakiler soluklarını keserek beklediler. Dakikalar ölüm anı ağırlığıyla yürüyordu. Hepsinin kulağı tetikteydi. Tetiğin çalışabileceğinde... Ve çok zor gelen, kısa bir zaman sonra, ilk rahat soluklar alındı. Bir saat geçmişti ki, geride kalanlar ikişer ikişer tuvaletlere, odalara gidip diğer tutuklulara
belli etmeden sevinç gideriyorlardı.

Yeni bir umut belirmişti... Kapıları tutup, içerde direniş başlattılar. Ankara'daki cezaevlerinde direniş vardı. Direnişlerinin, onlarla dayanışma anlamında olduğunu söylediler. Gerçek amaçları mahkumların sayım saatini geciktirmekti...

Ölüm haberlerinin, kurtuluş haberleriyle birlikte geldiği günlerdi. Kaçış büyük manşetlerle bir anda bütün yurdu kapladı.

Haber, Ankara Mamak Cezaevi'ne geldiğinde, açlık grevi ve direniş vardı. Koğuşlar ilk haberi radyodan aldılar ve herkes bir anda bağrışmaya başladı. Hemen herkes birbirine -Susun, kim kaçmış adlarını duyalım- diyor ve bir ağızdan edilen bu söz, yoğun bir gürültü yapıyordu.

Mamak'ta bir anda güvenlik önlemleri alınmıştı. Koğuşlar açlık grevini bıraktı. Direnişi kaldırıp şenliğe başladılar.

Deniz bir anda uçarılaşmış; Yusuf sabırsızlığını bu kez sevinç adına yaşıyor; Hüseyin; -Şimdi dışarıda bir varlık sayılabiliriz artık- diyordu.

Kaçış günlerinde, üçü de, ilk görüşmelerine ışıldayan gözlerle çıkmıştı...


YAŞAMAK ADINA

Doldurdu gırtlağını kalbinden esen rüzgar
Dağıldı sessizce yaralarına
Kalbin ki susarak neler söyledi
En güzel şiirler bile uzaktı ona
...

Şimdi uykusunda kıpırdayan çocuklar
Rüzgarlarınla uçuşan kar gibidir
Ve dalgın gözlerin şefkatle aralanıp
Kelebekler döküyor onların titreyen kanatlarına
Uzanıp gidiyorsun belli belirsiz
Bir tutam kan sıcak nefesiyle dostların
Kakül gibi kıvrılıyor alnında
Süngülenmiş bahar kadar dokunaklısın
Süngülenmiş bahar kadar incelen hayal
Tanımsız duygularla katıldı sana
Gülümsedin papatyadan örülmüş bayırlar gibi
Kuşlar doldu koynuna gülümserken
Hasretin derinleştiği anda
Kapıştılar kabaran bağrındaki dehşeti
...

İşte derelerin kıyısında sevişen serçelerin
Arılar topluyor sevinçlerini
Oynarken gölgesinden ürküyor sincap
Sabahın boşluğuna serpildi kırlangıçlar
...

İşte yayla serin boylu boyunca
Kan sıcak
Ses yankı veriyor mağara önünde
...

Yıldız dökmek isteyene zorlu dağlar var

N. Behram 1971


KURTULUŞ HABERLERİNİN, ÖLÜM HABERLERİYLE BİRLİKTE
GELDİĞİ GÜNLERDİ; ULAŞ DÜŞTÜ İSTANBUL'DA...

Ve günler geçti... Ulaş düştü İstanbul'da... Cihanlar, Mahirler gün be gün tetik üstünde bekleşti; tetik ardında uykusuz geçirdiler geceleri... Koray düştü Ankara'da... Ardından Kızıldere... Hüdai, Saffet, Mahir, Cihan... düştüler...

Günlerin ölüm ve kurtuluş haberleriyle geldiği dönem ağırlaştı. Yaşamak bütün ağırlığıyla sindi Deniz'in, Yusuf'un, Hüseyin'in içine...

Kızıldere'de kan aktığını, radyodan dinlediler. Ertesi gün saatlerce gazetelere diktiler gözlerini.

Uzaktan bakan görevlilerin, kendilerini görüp sevinebileceklerini düşünerek, acılarına da gösterişsizlik verdiler. Dayanmak gerektiğini söylediler. Ve ilk onlar oldu, üzüntüsü aşırılaşan arkadaşlarını onaranlar.

Kızıldere olayından sonraki ilk görüşme gününde, görüşçüleri onları, uzaktaki bir şeyleri düşünürken buldular. Düşünceliydiler, fakat dikliği yine de elden bırakmıyorlardı.

Bu ilk görüşmesinde -Ana, ana- demişti Deniz, ziyarete gelen anasına; -sanki sürek avına çıkmışlar, ne canlar düştü bak, ne yiğit canları... duydun mu, gördün mü olanları...- ve babasına -Ölenlerimize yakışan bir biçimde olmalıyız- demiş, hiçbir af girişiminde bulunmamasını rica etmişti.

Aynı gün Hüseyin görüşme yerinde babasına; -Bu bir yakalama değil, katliamdır- diyordu.

O günler avukatlarına da hiçbir af girişiminde bulunmamalarını, tekrar tekrar rica etmişler -af istemiyoruz- diye bir dilekçe vereceklerini söylemişlerdi.

Bu acının da altından kalktılar. Yine, kendilerine moral vermek için görüşe gelenlere moral veren onlardı.

Son günlerine kadar büyük bir ısrarla kitap istiyorlardı. En yeni haberleri, yayınları merak ediyorlardı.

Özellikle romanlara meraklı olan Deniz en son babasından Tolstoy'un -Savaş ve Barış-ını istemişti.

Yakınlarının onlarla son görüşmeleri, açlık grevlerinin 12'inci gününe rastladı.

12 gündür ölüm orucuna yatmışlardı. Ve ölüm oruçlarının nedenlerini açıklamışlardı. Bu onların ölümleri dışında son eylemleri oldu...

Dışarda, idamların bir an önce infazı için yoğun bir çalışma vardı. Bir an önce meclisten geçsin ve sonuçlansın diye uğraşılıyordu. Tam bu sırada, 18 Nisan 1972'de, Deniz, Yusuf ve Hüseyin hücrelerinde ölüm orucuna başladıklarını açıkladılar. Ölüm orucuna başlama nedenlerinden elde edebildiklerimiz şunlardır:

1) Son getirilen zamlar ve hayat pahalılığı ile fakir emekçi halkımızın zaten son derece güç olan hayat şartlarını, çıkarcıların menfaati uğruna daha da dayanılmaz hale getirmiştir.

2) Halka dönük olan 1961 Anayasası, elbise değiştirir gibi değiştirilmiş, bununla da yetinmeyerek halkımıza anayasamızca tanınan hakları tamamen ortadan kaldırmak için, yeni anayasa değişikliğine gidilmek istenmektedir.

3) Sıkıyönetim Mahkemeleri'nde, MİT ajanlarına mahkemelerin temsilcileri görüntüsü verilmek istenmiş ve -ANARŞİST- deyimi ile devrimcilerin katline gidilmiş ve aynı nedenle siyasi cinayetler işlenmiştir.

4) Bizim bugün hücrelerinde kaldığımız Mamak Askeri Cezaevi'nde bulunan diğer tutuklu arkadaşlarımızdan bir veya birkaçı her gün -Mahkemeye götürüyoruz- denilerek MİT'in işkence odalarına götürülüp çağ ve insanlık dışı işkenceye tabi tutularak, yapılan işkencenin bütün belirtileri üstlerinde olarak geri getirilmektedir.

5) Bütün bu yasadışı, çağdışı ve insanlık dışı uygulamaların halkımız ve ilerici aydınlar tarafından bilinmemesi ve duyulmaması için basına sansür konulmuş, basın ancak sıkıyönetiminin izin verdiği haberleri verebilecek duruma getirilmiştir.

Bütün bu nedenlerle 18.4.1972 tarihinden itibaren -ÖLÜM ORUCU-na başladık. Bu davranışımızın kötülükleri sona erdirmeyeceğini biliyoruz. Ancak, halkımıza ve onun haklarına cezaevi hücrelerine sahip çıkıp onu savunacak tek hareketimiz -ÖLÜM ORUCU-nu sürdürmek olacaktır.-

Ölüm orucunda kararlı oluşları, yöneticileri de telaşlandırmıştı. İnfazda bir aksilik çıkmasından korkuyorlardı. Yakınlarına, onları vazgeçirmeleri için çok ısrar ettiler. İçerde koğuşlardaki arkadaşlarından onlara -açlık grevini bırakma
çağrısı- yapmalarını istediler.

Bu isteği, içerdeki arkadaşları, Denizgil'le son bir görüşme fırsatı saydılar. Görevlilere Deniz, Yusuf ve Hüseyin'i ikna edebileceklerini söylediler.

Görevlilerin kabul etmesi sonucu, aralarından üç kişi seçerek, yanlarına yolladılar. Böylece arkadaşları son kez Denizler'le bir araya geldi ve onlara haber getirdi, haber götürdü, konuştu, vedalaştılar...

Ölüm oruçlarının 12'inci günü, aynı zamanda görüşme günüydü. Deniz'e babası ve kardeşi Hamdi gelmişti. Yusuf ve Hüseyin'in babaları da oğullarının ziyaretçisiydi...

Deniz görüşme yerine, dal gibi geldi. Yorgun fakat neşeliydi. Babası kemerinin beş delik geride olduğunu söylüyordu. Ölümlerinden bir hafta önceydi, bu son görüşmeleri. Ölümden hiç konuşmamış ve hatta canlı, esprili anılar anlatmıştı.

Yusuf görüşme yerine geldiğinde çok soğukkanlıydı. Açlık grevi onu hiç etkilememişti. Babasına, dayanıklı olduğunu, kendisi için üzülmemesi gerektiğini söylüyordu.

Beşir Aslan -Sen söyle oğlum, seni dinleyeyim, çıkmayan canda ümit vardır. Ama yine de hazırlıklı ol- demişti. Yusuf'sa -Biz zaten hazırlıklıyız, tahminimizde yanılmıyoruz- diye yanıtlamıştı. Babasından herhangi bir af girişiminde bulunmamasını rica etmiş, -sizin ümitlendiğiniz insanlar bize karşıdır, biz sadece kendimize ve arkadaşlarımıza, bizimle olanlara güveniriz- demişti.

Hüseyin aynı gün görüşme yerine oldukça bitkin gelmişti. Rahatsızlığı iyice ilerlemişti. Uzun süredir midesinden rahatsızdı. Fakat Hüseyin bu rahatsızlığını hiçbir zaman sorun etmemişti.

Öteden beri arkadaşları, midesi rahatsız olduğu için ona süt verilmesini istemiş, Hüseyin bir ayrıcalığı olmasın diye bunu kabullenmemişti.

Ölüm orucunun boşluğu midesini iyiden iyiye yaralamıştı. Babası görüşme yerine -karnı sırtına yapışmış bir durumda gelen- oğluna -oğlum, ölüme git, ama böyle değil- demişti.

Hüseyin'se babasına: -Sağlığı değilse de, moralinin ve neşesinin yerinde olduğunu, üzülmemesini- söylemiş, ölüm oruçlarının sebeplerini anlatmıştı.

Hıdır İnan oğluna -senin ölümüne üzülmeyeceğiz; hırsız değilsin, katil değilsin; ama sevmeyenlerimizin gözleri üzerimizde, dik git...- demişti. Hüseyin'in babasına son sözü -Dik gideceğime de güvenin hiçbir zaman sarsılmasın- olmuştu.

Yakınlarından sonra, onlarla görüşmeye avukatları geldi. -Ölüm orucuyla ilgili haberlere sansür konduğunu- söylediler. Orucu bırakmalarını istediler.

18 Nisan'da başlattıkları açlık grevini, infazlardan bir hafta önce bıraktılar...


MBG BAŞKANI FAHRİ ÖZDİLEK İNFAZLARA TARAFTAR DEĞİL, FAKAT UMUTSUZDU...

Avukatların, infazların durdurulması için bütün yasal girişimleri sonuçsuz kalmaktaydı. Özellikle gerici parlamenterler ve gerici basın bir an önce infazların yapılması için her türlü yola başvurmaktaydı. İnfazlar halinde büyük bir -adli hatanın- artık onarılamaz biçimde işleneceğine değin görüşlere,
kesin bir sansür uygulanıyordu. Aynı günlerde aydınlar, ilerici, yurtsever, demokrat unsurlar arasında idamların durdurulması için açılan imza kampanyasına, binlerce kişi katılmıştı. Tepkilerin yoğunlaşmasından korkan gericiler büyük bir telaş içindeydi.

Denizler'in avukatları böyle bir ortamda, kararın üstünde etkili olabileceğini düşündükleri kişilerle, son bir kez daha konuşmayı deniyorlardı. Bu kişilerden birisi de Milli Birlik Grubu Başkanı Fahri Özdilek'ti.

Fahri Özdilek'le, Deniz ve arkadaşlarının avukatlarından olan Niyazi Ağırnaslı görüşmüştü.

Ağırnaslı bu görüşmeye ilişkin anılarını şöyle anlatıyor:

-Hüseyin İnan, Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan'ın asılacaklarına, hala bir türlü inanmak istemiyorduk. Kızıldere'de Ömer Ayna, Cihan Alptekin, Mahir Çayan ve arkadaşlarının toplu olarak katledilmiş olmalarına üniversitelerin, liselerin kapıları önünde geleceğin güvencesi olan gençlerin, fabrika duvarları dibinde devrimci işçilerin kurşunlanmasına; katillerinin bulunmamasına, baş katilin bilinmesine rağmen, inanmak istemiyorduk.

Yavrularını yiyen dişi kediler gibi gençliğin kanını içerek fosilleşip köhnemiş gövdelerine zindelik kazandırabileceklerini, yabancı efendileriyle, onların işbirlikçisi sermaye çevrelerine yaranacaklarını umanların, kahpece çabalarına rağmen, inanmak istemiyorduk.

Çünkü, idamlar toplum adına, adalet adına yapılacaktı. Ne toplumun ne de özellikle adaletin yasalara uymayan bu cinayetleri, içine sindirebileceğine kesinlikle inanmıyorduk.

Bu nedenlerle ben, sayın Fahri Özdilek'i de evinde ziyaret ettim. Değerli dostum beni karşıladı, ziyaretimin sebebini bile bile.

-Paşam, dedim. Siz Sunay'la sınıf arkadaşısınız. Bunu sizden öğrenmiştim. Ölüm cezalarına ilişkin yasayı VETO etmesine onu uyarmanız için ricaya geldim. Sizden, hayatımda ilk ve belki de son kez bir dilekte bulunuyorum. Bu, yanlış ve siyasi bir karar oldu. İşe duygular ve sınıfsal çıkarlara hizmet
amacı da karıştı. Çok yakında, bu adli skandal hukukçular arasında, daha sonra da kamuoyunda tartışılmaya başlanacaktır, amma neye yarar ki çok gecikilmiş olur. Bu konuda göstereceğiniz çabayı özellikle genç kuşaklar unutmayacaktır.-

-Milli Birlik Grubu'nun ve benim bu konudaki eğilimimi biliyorsun. Bu gençleri bu tür eylemlere iten asıl sebepleri de biliyoruz. Amma böyle bir müdahalenin yararlı olacağı inancında değilim. Hem de bu gençlerin generaller için -babaları belirsiz-, dedikleri duyulmuş. Bu nasıl söylenir?- dedi.

-Paşam bu, karanlık maksatların tam bir uydurmasıdır. Herkesin bir babası olur. Kendi iradeleri dışında fizyolojik bir olaydan dolayı insanlar suçlanamazlar. Bu idrak ve görüş içinde olan gençlerin böyle bir suçlamada ve kınamada bulunmalarına kesinlikle olanak yoktur, dedim ve ekledim:

Paşam hatırlarsınız: Cumhurbaşkanı seçiminde yan yana oturuyorduk. Siz oyunuzu yazmış ve katlamıştınız. Boş oy pusulasının benim önümde durduğunu görünce bana -niçin yazmıyorsun?- diye sordunuz. Ben de -elim bir türlü varmıyor. Güvenemiyorum bu zata- demiştim.

-Sunay benim sınıf arkadaşımdır. Ben kefil oluyorum, yaz. Zaten başka alternatif de yok.- dediniz.

Önümüzdeki sırada oturan iki Milli Birlik Gurubu üyesine -Paşamın kefaletine güvenerek oyumu veriyorum, vebali kendilerinin- dedim ve oyumu yazdım. (Hatta kürsüden inerken Bölükbaşı elimden tutup -Oy verdin mi?- diye sordu ve -Biz vermiyoruz- diye de ekledi.

Bu kısmı Paşa'ya söylemedim. Sayın Bölükbaşı'yla ikimiz arasında geçti.)

Özdilek Paşa, -evet hatırlıyorum-. Ben verdiğim oydan dolayı çok pişmanım, amma şimdi iş size düşüyor. Bu üç genç insanın hayatı söz konusu olunca ve üstelik suçlarla takdir edilen ceza arasında yasal ve vicdani açıdan denge de kurulamayınca, bu müdahaleyi sizden isteme hakkı doğuyor. Bir kısım insanlar 27 Mayıs'ın intikamını da alma çabasındalar. 27 Mayıs 1960'da bu gençler ortaokul öğrencisiydiler paşam. Cumhurbaşkanı parti liderlerine de etki yaparak kanunu VETO edebilir ve idamlar ömür boyu hapse çevrilirse bu, sizin hizmetlerinize hiç unutulamayacak bir yenisini eklemiş olur, dedim.

-Bir deneyelim Niyazi. Fazla ümitli değilim ya.- dediler.

İlişkilerinden ve Milli Birlik Grubu'nun topluca çabasından da olumlu bir sonuç alınamadı, amma biz bu çabaları Ahmet Yıldız'ın C. Senatosu'ndaki grup adına yaptığı konuşmayı, Sami Küçük'ün bir günde üç kez; enfarktüslü kalbi ile merdivenlerimizi tırmanıp bize haber ulaştırdığını, babaları teselli ettiğini, Sayın Haydar Tunçkanat'ın açıklamalarını, Suphi Karaman dostumun yürekten gayretlerini unutamayız.

Üç, fidan gibi gencin asılmasının dördüncü yılında, -Ben bu mahkeme başkanlığını komünizmin kökünü kazımak için üzerime aldım- diyebilen sözde tarafsız bir mahkemenin başkanını, büyük bir iştahla Millet Meclisi'nde ve C. Senatosu'nda -daha çok idam bekliyorduk- diyerek sınıflarına yaranma gayretine düşenleri ve bu arada Nahit Saçlıoğlu, Remzi Şirin, Kemal Paşa gibi davranışları, kararları ve muhalefet şerhleriyle adaletin itibarını korumaya çalışan hakimleri ayrı ayrı anıyoruz. Zaman, kimlerin ölümsüzleştiğini, kimlerin daha nefes alırken, havyar yiyip viski yudumlarken, ölü bulunduğunu elbette çok yakında saptayacaktır.-

Deniz'in babasıyla konuşmam sırasında, bir ara bir doktordan söz etmişti. Ankara'ya Denizgil'in mezarlarına gideceğini, Yusuf'un babasını, Niyazi Ağırnaslı'yı göreceğimi söylemiştim. Cemil Gezmiş bir an durmuş ve -Mezarlara gittiğinde Deniz'in doktorunun mezarına da uğrasın- demişti.. Kendisine, -Deniz'in doktorunun kim olduğunu- sorduğumda -Niyazi beyin iyi arkadaşıydı, o anlatır- diye yanıtlamıştı.

Sadece ODTÜ'deki bir olayda Deniz'in başından yaralandığını; o zaman kendisini bu doktorun tedavi ettiğini söylemişti.

Deniz babasına, bu doktora olan saygısını sık sık belirtirdi.

Ankara'da Niyazi Ağırnaslı'ya -Deniz'in çok sevdiği bir doktor varmış- dediğimde, bir süre hiç konuşmadan durdu. Denizlerin görüntüleriyle dalgalanan gözlerine, belli ki, yeni bir görüntü daha düşmüştü. Yine aynı duygulu sesiyle, ağır ağır şunları anlattı:

-Dr. Paruğ Erdilek, devrimci bir operatör arkadaşımdı. Çocuklar 6 Mayıs 1972 günü asıldılar. Hemen her gün muayenehanesine uğrardım Paruğ Erdilek'in.

-Bu yaşta fidan gibi çocuklar, böylesine acımasızca asıldı da ölü toprağı saçılmış gibi susuluyor- diyordu ve hiç içine sindiremiyordu idamları.

Birçok yaralı gencin kurşunlarını çıkarmış, yaralarını sarmış; devrimci gençlere daima bir baba şefkati göstermişti.

Kızı Neşe, benim kızımla beraber gözaltına alınmıştı. Kızını ziyarete geldikçe bizi de mutlaka görmeye çalışırdı.

Trafik kazasındaki kırıktan kalma bir iltihaplanma ile sağ bacağım vakit vakit şişer, morarır, ağrılar beni yürüyemez hale getirirdi. Hemen Paruğ'a uğrardım. Ufuneti yarıp akıtır. Yaraya fitil koyar, pansuman yapıp beni yolcu ederdi. Devamlı koşturmak zorundaydık. Hafta sürmez bacağım bir başka yerden yine iltihaplanırdı. Duruşma safahatını benden, günü gününe sorar izlerdi. Burjuvazinin sağırlığına hırçınlanır, küfrederdi.

Çocukların idamından 5 gün sonra sokak ortasında düşüp öldü. Onlara çok yakın bir yere gömüldü. Eşi Sevinç hanım Denizler'in mezarının örneğini yiğit kocasına da yaptırdı.


BAHARDI (II)

Onlar, onlar kurtulabilseydi eğer
--üstelik can verildi bunun için
parçalanıp düşüldü,
sözleşildi, koşuldu, çırpınıldı...
ne mahpusluk, ne ayrılık incitir içi
dayanılmaz olurdu
ne susuşlar, ne keder bölebilirdi derinliği
...

döküldü, en kıvırcık tüyleri süt kuzularının
çarpa çarpa yemişlere döküldü daluçlarından
bir kuş yuvası,
döküldü, kahramanca söylenen türkülerden
oluk oluk kan
...

onlar, onlar kurtulabilseydi eğer
olur olmaz başlayan her konuşmada
kaynak ateşinden sıçrayan demir lavları
sabahı yutkunuşla tıkmazdı boyunlara
...

yolundular daha çok başlarındayken yolun
en körpe, en diri filizleri ezildi gülümseyişin,
sınanır, yol aranır
avuç avuç taşınırken halka aydınlık
çelmelendi sekişi
koparıldı bağırlardan bir demet ışık
...

döküldü, yüzlerce yeşillik sanki,
sedef gagasından yanar gibi döküldü
ötüşleri sakanın,
döküldü yükselen omuzların ürpertisi
yayıldı sabrın küreklerine
...

onlar, onlar kurtulabilseydi eğer
--hayata
uzak yaşayanlar
bunu bilmezler--
varlıkları gözlerden dudaklardan sezilecekti.
...

(Hangisine alışılır acının söyleyebilirim şimdi.
hangisi korunda ışıtır depreştirir insanı;
hangi sevinç başıboştur --artık biliyorum--
hangisinin o yıldırım kökleri acılardan beslenir)

N. Behram 1972


HÜSEYİN FİLİSTİN DÖNÜŞÜNDE AĞlR İŞKENCELERDEN GEÇMİŞ,
FAKAT TEK SÖZCÜK KONUŞMAMIŞTI...

Hüseyin'in babası, oğlunun küçükken kuşları çok sevdiğini söylüyor. Onun ev üstüne çaktığı sandıkta, iki güvercinini büyük bir titizlikle beslediğini, uçurduğunu, kendine alıştırdığını anlatıyor.

Hüseyin'in babasının küçük bir dükkanı vardı. Fakat Hüseyin, dükkana, çok az uğruyordu. Bu işe, hiç mi hiç bağlığı yoktu. Çoğunlukla kırlarda gezer, bir şeyler düşünür; kendi kendine bulduğu şeyleri incelerdi.

Okul sınavlarında çalışkan bir öğrenciydi. Babası, hiç olmazsa ders sonlarında dükkana gelmesini istiyor, Hüseyin'se -Ben tüccar olmak istemiyorum- diyordu.

İki oğlan, dört kız kardeşi vardı.

Lise sıralarına geldiğinde, babası -artık büyüdüğünü, kardeşleri gibi kendisine yardım etmesini, dükkana sahip çıkmasını- istemişti. Hüseyin'se çocukluğundaki tepkisini, bu kez düşünceyle birleştirmiş; yine babasına -Ben bu düzenin adamı olamam beşe aldığınızı ona satıyorsunuz, bu bana
uygun değil- demişti.

Sonraki yıllar Hüseyin, Sarız'dan ayrılmış, Ankara'ya ODTÜ'ye gelmişti.

Hüseyin'in lise sıralarında kültür ve sanat çalışmalarına yatkınlığı ve sevgisi vardı. Özellikle tiyatroya karşı büyük bir eğilimi vardı. Devrimci bir oyun yazarı olmak istiyordu. Kendince senaryolar tasarlıyor ve yazmayı deniyordu. ODTÜ'ye girdiği 1966 yılıyla birlikte, militan enerjisi hareket
içinde kendini günışığına çıkardı. Ve artık bütün devrimci eylemlerde aktif olarak yerini aldı. Bir dakikasını bile boş geçirmeyişi, sürekli okuyuşu, bütün eylemlerde ön safta oluşu ona arkadaşları arasında saygın bir yer kazandırmıştı.

Babası İstanbul'a mal almaya giderken, ona uğrar, görüşürdü. Ankara'ya geldikten sonra, artık memleketine uğramaz olmuştu. Bir seferinde babası onu, okulunda bulmuş, -oğlum, demişti, bayramlar, kurbanlar geçiyor; anan, ablaların özlüyor, niye evine gelmiyorsun?-

Hüseyin babasına uzun uzun bir şeyler anlatmış, sonunda -eve gelemem- demişti. -Çünkü kendimi adadığım bir dava var, ilerde en ağır cezanın verileceğini biliyorum, gelmememin sebebi budur. Beni şimdiden unutmaya çalışın, kendinizi hazırlamış olursunuz.-

Bir gün babası Sarız'da radyodan, Antep yolu üzerinde Filistin'den dönenlerin yakalandığını dinlemiş; isimler arasında -Hüseyin İnan- da geçmişti.

Hıdır İnan hemen Antep'e gidip, savcıyı bulmuştu. Savcının -Yakalananlar Diyarbakır'a gönderildiler- demesi üzerine, Hıdır İnan Diyarbakır'a geçmişti...

Vilayete gidip, oğlunu görmek istediğin bildirdi. Vali -Oğluna tek fiske vurulmadığını, sağlığının yerinde olduğunu- bildirmiş, fakat görüşmenin imkansız olduğunu söylemişti.

Hıdır İnan çok ısrar edince, kendisini Emniyet Müdürü'ne yolladılar. Oradaki yetkililer de, Hıdır İnan'a, Hüseyin'in sağlığının iyi olduğunu, fakat görüşemeyeceklerini söylediler. Mahkemeyi beklemesini istediler.

-Oğlumu hiç olmazsa karşıdan göreyim- diye çok ısrar etmiş, ısrarları sonuçsuz kalınca ertesi sabah 04.30'da gelip beklemeye başlamıştı.

O gün mahkemeye çıkacaklarını duymuştu.

Beklemenin sonu yoktu.

Taksicilerden biriyle konuşurken yakalananların 04.00'te cezaevinden alındıklarını öğrendi. Cezaevi ve adliye birbirine yakındı. Ve bir avukat buldu. Avukat içeri girip, bir süre sonra çıktığında -çocukların ayakta duramadıklarını- söyledi.

Hıdır İnan saat 12.00'ye dek orada bekledi. Bu sırada her birinin kolunda iki polis; çocuklar sürüklenerek dışarı çıkarılıyordu. İlk 8-9 kişi çıkmıştı ki, iki polis arasında, kapıda Hüseyin göründü. Babasıyla göz göze gelince öne atılmak istemiş, -Babam gelmiş- diye bağırmıştı. Polisler bırakmadılar.
Hıdır İnan'sa -oğlum zorlanma, peşinden gelirim, sen git- demişti.

Sonra cezaevinde Hüseyin'le görüşebildi. Hüseyin -çok dövüldüklerini,
kendisinde ve arkadaşlarında hayır bırakılmadığını- söylüyordu. Aynı olayda, Sinan'la birlikte Nurhaklar'da öldürülen Kadir Manga da vardı.

Hüseyin babasına, Vali Ali Rıza Yaradan'ın kendisine -gel bu işten vazgeç, ne istersen veririz, bize yardımcı ol...- diye, ajanlık önerdiğini anlatıyor -Vali'ye gerekli yanıtı onun sözlerini halka açıklayarak vereceğim- diyordu.

Nitekim Hüseyin bunu açıklamış, Vali Ali Rıza Yaradan da alelacele basında tekzip etmişti.

Diyarbakır'da yattığı günler, babası ona görüşmeci gidiyordu. Bir seferinde, ona aldığı iç çamaşırlarını getirmiş ve -Burada fanila, çamaşır çok pahalı- demişti. Hüseyin o zaman babasına -Şimdi anladın mı çocukluktan beri senin dükkanına neden gelmediğimi; bizim mücadelemiz bunlarla işte;
sen de aynı işi yapıyorsun, beşe alıp ona veriyorsunuz, fakir fukarayı sömürüyorsunuz- demişti...

Hüseyin Diyarbakır'dan çıktıktan sonra yine uzun süre kaybolmuştu.

Hüseyin'in son tutuklanışında, artık baba oğul karşılıklı olarak, bunun bir ölüm tutuklanışı olduğunu biliyorlardı.

Bir görüşme öncesinde, bir görevli, cezaevi kapısında görüşmecilere -Bizim sözümüzü dinlemiyorlar, onları ikna edin, bir af dilekçesi versinler; yaptıklarımızın yanlışlığını anladık, pişmanız desinler, o zaman idamdan kurtulabilirler...- demişti.

Hıdır İnan bunları söyleyen görevliye, -Onlar böyle bir nedamet içine girerlerse, biz veli olarak hakkımızı helal etmeyiz- diye karşılık vermişti. Bunun üzerine aynı görevli -Siz veliler, canavarca, çocuklarınızın sehpada sallanmasında razı oluyorsunuz da, birer dilekçeyle reisicumhurdan af dilemeye razı olmuyorsunuz...- diye söylenmişti.

Hıdır İnan af dileme önerisine karşı çıkarken af da dilense, onların yine asılacaklarını düşünmüştü. Fakat af dilenirse; ellerinde onları küçük düşürücü kozları olacaktı...

Görüşmeye girdiğinde, dışarıda olanları Hüseyin'e anlatmış, Hüseyin babasını büyük bir mutluluk ve gülümseyişle dinlemişti, -Bize de geldiler, boşverin, üstünde durmayın- demiş, babasına en ufak bir af girişiminde bulunmaması dileğini tekrarlamıştı.

Hüseyin'in bu sözüne rağmen, Yargıtay'da 18 idam hükmünün bozulması yanında, Deniz, Yusuf ve Hüseyin'inki kesinleşmişti ki; birer baba olarak Hıdır İnan ve Beşir Aslan dayanamayıp, 12 Mart öncesi sağlık bakanlarından, Kayseri AP Milletvekili Vedat Ali Özkan'a gitmişlerdi.

Onun da Kayserili olduğunu düşünüp, -belki bir bilgi alabiliriz- diye hesaplamışlardı. Meclis salonunda kendisini görmüşler -Biz Yusuf ve Hüseyin'in babalarıyız, çocukların idamları Yargıtay'da onaylandı; sizin partinizin ne gibi bir fikri var- demişlerdi.

Vedat Ali Özkan onlara -Biz 18'inin de Yargıtay'dan geçmesini bekliyorduk, artık bu üçü kesindir- diye karşılık vermişti.

Vedat Ali Özkan'ın bu sözü üzerine, Yusuf ve Hüseyin'in babaları -Eğer memleket düzelecekse, idam edilsinler, vatan sağ olsun- deyip ayrılmışlardı.

Yine bir seferinde, Hüseyin'den habersiz olarak babası, Memduh Tağmaç'ın karısına bir bayan yollamış, çocuklarının durumu hakkında bilgi almak istemişti... Tağmaç'ın karısı kendisiyle görüşmeye gelen bayana -3 kişi değil, 3 milyon gitmeli ki bu memleket kurtulsun- demişti...

Deniz'in Gemerek'te yakalanışı sırasında çocukluğunun gözleri önünden bir şerit gibi geçmesi boşuna değildi. Şarkışla onun aynı zamanda çocukluğunun izlerini taşıyan bir ilçeydi. Çocukluk günleri Sarkışla'nın sokaklarında geçmişti. Üç kardeşin ortancasıydı. Babası Cemil Gezmiş orada öğretmendi...

Duygulu, haşarı, sıcak kanlı, gözünü budaktan esirgemeyen, ince, naif bir çocuktu. Daha o yaşlarında, yediği her lokmada, bir lokma yiyeceği olmayanları düşünür, tıkanırdı.

5-6 yaşlarındaydı ki, ilçenin en yoksullarından birçok arkadaş edinmiş, onlarla her şeyini paylaşıyordu... En ufak bir mal tutkusu yoktu.

Babası mahallenin esnafına, aydan aya ödeme yapar, anası ve kardeşleri ay boyunca, erzağı veresiye alırlardı.

Deniz'in anası, büyük oğlu Bora'yı her gün fırına ekmek almaya gönderirdi. Deniz ve Bora birbirlerine çok benziyordu.

Bir keresinde fırıncı, Denizgil'in eve her gün, birkaç ekmek aldığına dikkat etmiş, durumu merak edip, bunca ekmeği ne yaptıklarını babasına sormuştu.

Sonradan anlaşılmıştı ki, Deniz kendisine çok benzeyen abisi yerine, fırına gidiyor ve ekmekleri alıyordu. İzlediklerinde, Deniz'in aldığı ekmekleri, yoksul arkadaşlarına dağıttığını görmüşlerdi.

Yine bir gün evlerine gelen bir komşu kadın, -Deniz'in çöplükte, millete maaş dağıttığını- söylemişti. Hemen evden çıkan anası baktı ki, Deniz bir taşın üstünde çevresindekilere para dağıtıyor. Ayaklarına da anneannesinin ayakkabılarını giymişti. Sonradan anlaşıldı ki; üç aydan üç aya emeklilik
maaşı alan anneannesinin parasını almış ve onun ayakkabılarını giyerek, mahallenin yoksullarına maaş dağıtmaya gitmişti.

Deniz annesinin geldiğini görünce ürkmüş, fakat yaptığı işin yanlış olduğunu söyleyenlere hiçbir zaman inanmamıştı...

Yaşının biraz daha büyük olduğu ilkokul sıralarında, yaşıtlarının çok üstünde bir bilgilenme ve zeka taşıyordu.

Kendince CHP'li olmuş, kitaplarına altı ok çiziyordu. Aynı dönemlerde, okul sıralarında çektirdiği bir resminde ellerinin 6 parmağını havaya kaldırarak poz vermiş, hocasını telaşlandırmıştı. O yıllar bir başka baskı yıllarıydı...

Annesi Deniz'in bir gün evden kaçtığını ve Sivas'a gelen İnönü'yü görmek için, İnönü'nün kaldığı eve gittiğini anlatıyor.

Daha Sivas'ta ortaöğreniminde olduğu günlerde, düşünceleri ve devrimci görüşleri, konuşmaları nedeniyle baskılara uğradı. Bu baskılar Deniz'in liseden ayrılmasıyla sonuçlandı. Sivas'tan İstanbul'a gelip Haydarpaşa Lisesi'ne kaydoldu. Deniz bu ilk gençlik günlerinde devrimci bir militan olmaya başlamıştı artık. Çocukluğundan beri içinde sürüklediği düşünceleri
olgunlaşmaya başlamıştı.

Lise son sınıftaydı ki, İstanbul'daki devrimci hareketler içinde yerini alıyordu. Aynı günlerde Haydarpaşa Lisesi'nde de üzerindeki baskılar yoğunlaşmaya başladı. Kıbrıs'ın, ancak emperyalizmin güdümünden sıyrılmasıyla kurtulabileceğini ve bağımsız bir devlet olabileceğini savunan bir kompozisyon yazması üstündeki baskıları daha da yoğunlaştırdı ve
Deniz, Haydarpaşa Lisesi'nden de uzaklaştırılmış oldu.

O günlerden sonra bütün ilerici devrimci hareketlerde en önde yürüdü.

Bir ara arkadaşlarıyla Filistin'e gitti ve Ortadoğu'daki Arap halklarının mücadelesini yakından izledi ve katıldı.

Özellikle ailesini hiç üzmemeye çalışır, onlara karşı sevgisinde aşırı bir özen gösterir, anasına büyük saygı duyardı.

O yıllarda yoğunlaşmaya başlayan öğrenci hareketleriyle birlikte sık sık tutuklanmaya başladı. Ve sondan önceki tutuklanışında, askere götürülecekken, görevliler elinden kurtulup Ankara'ya geldi... ODTÜ'de kalmaya başladı. Ve bir daha bırakmamak üzere silah kuşandı.

Sonuna kadar da öyle gitti...
 

1      2      3      4      5