|
|
................... |
|
|
DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN -4 |
Nihat Behram
Ekim 1996 İstanbul |
|
|
................... |
|
................... |
YUSUF'UN
KARARLILIĞI VE CESARETİ POLİSİ ŞAŞKINA ÇEVİRMİŞTİ...
Yusuf'un çocukluğu köylerde geçti. Kişiliğinin en belirgin
yanları olan korkusuzluk ve dayanıklılık, daha 3-4 yaşlarında
kendini göstermişti. Herkesi hasta eden havalarda, sapasağlam
sokağa fırlardı. Sözünü geçiremediği yerde dövüşür
ve çok ender ağlardı. Günlük yaşamında, kendi halinde ve son derece uysaldı.
Yeni tanıdığı insanları büyük bir dikkatle inceler ve ilk
sezgileri,
çoğunlukla onu yanıltmazdı. Sevdiği insanlara karşı
saygılı, efendi; kızdıklarına karşı hırçın ve huysuzdu.
Damarına basılmadıkça sinirlenmez, sonuna kadar hoşgörüyü
elden bırakmazdı. En belirgin özelliklerinden birisi
de kendinden küçükleri koruyuşuydu.
Yozgat'ın Çekrek kazası, Kuşsaray köyünde yaşadıkları
sıralarda, bir gün babasını, anasını ve kardeşlerini büyük bir
tehlikeden kurtarmıştı.
5-6 yaşlarındaydı. Anası, babası, kardeşiyle birlikte değirmene
gidiyorlardı. O yörenin en iri ve azgın köpeklerinden
biri yolları üstünde yatmaktaydı. Köpeğin önünden büyük
bir tedirginlikle geçmişlerdi ki, hayvan birden saldırdı.
Çocuklarını
kurtarma duygusuyla Beşir Aslan öne fırlamış ve
köpekle karşı karşıya gelmişti. Köpek babanın üzerine atılmış
ve koluna çenesini kenetlemişti. Köpeğin boğazına sarılmaya
çalışan Beşir Aslan, bir yandan da çoluk çocuğuna
uzaklaşmaları için bağırıyordu.
Yusuf kaçmamıştı. Köpeğin babasına saldırmasıyla birlikte,
o da köpeğe yönelmiş ve yaşının bütün gücüyle bir yandan
bağırıyor, bir yandan elindeki değnekle köpeğe vuruyordu.
Yusuf'un gözüpekliği, garip bir şekilde köpeği ürkütmüştü...
Çocukluktan çıktığı günlerde abisiyle birlikte kahveye giderler
ve gören herkes Yusuf'un daha büyük olduğunu sanırdı.
Ağırbaşlılığı çevrede böyle bir izlenim bırakıyordu. Olur
olmaz herkesle arkadaşlık kurmuyor, hiçbir zaman ciddiyeti
elden bırakmıyordu.
Yusuf liseyi bitirince ODTÜ'ye girdi. Çalışkan ve başarılı
bir öğrenci olmasına karşın, düşüncelerinde gerici, tutucu
ideolojinin koşullanmaları vardı. Fakat Yusuf, içten yürekten
bir yurtseverdi. Özündeki bu yapı onun tutucu ideolojinin
koşullanmalarından kısa zamanda sıyrılmasını sağladı. Devrimci
öğrencilerin haklılığını kısa zamanda kavradı ve onların
saflarına katıldı.
Daha ODTÜ 1'inci sınıfta olduğu günlerde tutuklanmıştı. Bu
onun ilk tutuklanışıydı.
Kıbrıs sorunu için Türkiye'ye gelmiş, görüşmelerde bulunan
Amerikan temsilcisi, devrimci öğrencilerce protesto ediliyordu.
Alan birbirine girmiş, polis öğrencileri dağıtmaya çalışıyordu.
Yusuf daha yeni bir öğrenciydi. Harekete aktif olarak
katılmamıştı.
Hava birden gerginleşmiş ve alanda çatışma başlamıştı.
Yusuf bir öğrenciyi polislerin dövdüğünü görmüş, dayanamayıp
öne fırlamıştı. Ve bir anda kendini öğrenciler arasında dövüşte
bulmuştu. Damarına basılmıştı artık.
Toplum polisleri Yusuf'u yakalayıp götürdüler...
Bu olay onun içindeki yurtsever özün, devrimci bilinçle
perçinleşmesini sağladı. Kısa zamanda birçok temel kitabı,
özümleyerek, yutarcasına okudu. ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü'ne
üye oldu. Ve artık Türkiye'nin neresinde bir eylem
varsa, Yusuf da oradaydı. Hareket içinde belirginleşmiş, önde
yürüyen bir militan olmuştu.
Onun polis karşısında, işkenceler karşısındaki tavrı ve
dayanıklılığı, inancının ve cesaretinin bir kanıtıydı. Yılmak,
yorulmak, sızlanmak bilmeyen bir yapısı vardı. Dayanıklılığı,
cesareti ve kararlılığı işkencecileri şaşkına çeviriyordu.
Ortadoğu'da, Arap halklarının siyonizme ve emperyalizme
karşı yürüttükleri mücadeleyi, sıcaklığı içinde değerlendirmek
ve katılmak için gittiği Filistin'den dönüşünde yakalandığı
zaman, Yusuf'a günler geceler boyunca korkunç işkenceler
yapılmış, üstünde Filistin gerilla giysileri olmasına
karşın suçlamayı kabullenmemiş; ne istenilen ifadelerin altını
imzalamış ne de arkadaşlarının adını vermişti.
Devrimci saflara katılışından son gününe dek bu özelliği
zedelenmedi.
Aktif bir militan olarak dövüştüğü günlerde, ailesi onu
çok ender görüyordu. Bir gün bir mektup almıştı ondan babası,
Yusuf mektubunda söyle diyordu:
Sevgili Anneciğim,
Babacığım, Kardeşlerim
Sizlerden ayrılalı 3 ay kadar bir zaman geçti. Bu zaman
zarfında sizleri ne kadar sevdiğimi anladım. Üç ay hep sizi
düşündüm. Sizleri ve evimizi çok özledim. Ama ne yapayım ki
şartlar beni sizden ayırmaya zorluyor. Polis Ankara'dayken
beni takip ediyordu.
Herhangi bir kazaya kurban gitmemek için Ankara'dan
ayrıldım.
Şimdi bu mektubu aldığınız zaman Ben Almanya'da olmuş
olacağım. Orada bir arkadaşım vasıtasıyla güzel bir iş
buldum. Orada bir müddet kalmayı düşünüyorum. Sizleri
çok üzdüğümü bunun için benden nefret ettiğinizi biliyorum.
Fakat siz benden nefret etseniz de, ben sizi sevmekte devam
edeceğim. Kötü bir iş yapmadığımı, doğru yolda olduğumu
gelecekte anlayacaksınız.
O zaman şimdi utandığınız benden gurur duyacaksınız.
Almanya'da size adres veremiyorum. Bunun çeşitli sakıncaları
var. Fakat devamlı kart atacağım. Sizlerin sıhhati hakkında
devamlı bilgi alıyorum. Benim için hiç merak etmeyin,
üzülmeyin. Sıhhatliyim, mektubuma son verirken buluşma
dileğiyle hepinizi hasretle kucaklarım.
Sizleri Çok Seven
YUSUF ASLAN
Beşir Aslan mektubu alınca oldukça telaşlandı. Hemen
oğlunun arkadaşlarına gitti. Onlara ısrarla Yusuf'u sordu,
bulmalarını, görüşmek istediğini söyledi.
Arkadaşları bir süre sonra Beşir Aslan'a -Bulamadık- dediler.
Beşir Aslan uzun süre Almanya'dan mektup bekledi. Fakat
yine de içine kurt düşmüş, oğlunun Ankara'da olabileceğini
düşünmekteydi.
Bir gün. ODTÜ'ye gitti ve Yusuf'u aramaya başladı. Sonunda
Yusuf'u buldu. Görüşüp, konuştular.
Yusuf ona -Bir aksilik çıktığını, pasaport alamadığını-
söyleyip, üzülmemesi için babasını avutmuştu.
Beşir Aslan oğlunun kendini ölümüne bir şeye adamış olduğunu
somut olarak hissetmiş ve Yusuf'un geri dönmeyen
kişiliğini bildiği için, acıyla burkulmuştu.
Olaylar hızla birbirinı izledi!. Aynı günlerde Beşir Aslan
Yozgat'ta radyodan bir banka soygunu haberi dinlemiş, haberde
soyguna katılanlardan birinin -Hadi Yusuf kaçalım-
dediği bildirilmişti. Soygunda bir istasyon şefi öldürülmüştü.
Beşir Aslan son derece telaşlanmış, üzülmüş ve hemen oğlunu
aramaya gelmişti. Onu bulamadı. Fakat ODTÜ'de Hüseyin'le
karşılaştı. Hüseyin'in oğlunun can arkadaşı olduğunu
biliyordu.
Beşir Aslan, Hüseyin'e, oğlunun nerde olduğunu sormuş
Hüseyin'se ona -Amca ben de senin gibiyim, nerde olduğunu
bilmiyorum- demişti.
Beşir Aslan, Hüseyin'le oğlunun yakınlığından dayanak
bulup ısrar ediyordu. Artık onun ağzından söz alamayacağını
anlayınca -Hüseyin oğlum, bu nedir, Yusuf adam mı öldürdü?-
diye sormuştu. Bu söz Hüseyin'i bir anda değiştirmiş,
gözlerini ateşlendirmişti. Sert bir tonla -Amca, demişti, biz
istasyon şefi vurmayız. Böyle bir şeyi aklından çıkar. Günahsız
hiçbir kimseyi vurmayacağımıza andımız var. Biz halk
düşmanlarına karşı dövüşüyoruz. Yusuf'u tanımıyor gibi konuşma.-
YUSUF'UN YARASINA VURULDUKTAN ON BİR SAAT SONRA BAKILDI...
Hüseyin'in sözleri Beşir Aslan'ı bir anda yatıştırmış ve
üzüntüsünü çözmüştü. Artık öğrenmek istediğini öğrenmişti.
Önemli olan buydu. İçi rahatlamıştı. Son olarak Hüseyin'e
-Saklanacaksa saklayayım, yardıma ihtiyacı varsa edeyim...-
demişti. Hüseyin, Yusuf'un bir ihtiyacı olduğunu sanmadığını,
sağlığının yerinde olduğunu söyleyip, boşuna üzülmemesini
istemişti.
O gün evine dönen Beşir Aslan, gazetede İlhan Selçuk'un
bir yazısını okumuş, içi daha da rahatlamıştı. İlhan Selçuk
yazısında, bu soygunların adi suçlar olmadığını, siyasi nitelikte
olduklarım söylüyordu. Oğlunun adi suçlu, hırsız, katil
olmadığı inancı canlılık kazanmış ve onu ferahlatmıştı.
Hüseyin'le görüştüğünde Mart'ın 3'üydü. İki gün sonra
ODTÜ'de büyük bir çatışma çıkmıştı.
O günden sonra olaylar Ankara'da zincirlemesine genişledi.
Ve ayın 16'sında radyodan oğlunun Sivas'ta yakalandığı
haberini aldı. Radyo, Yusuf Aslan'ın vurularak ele geçirildiğini
bildirmişti.
Beşir Aslan hemen Sivas'a hareket etmiş ve oğlunun yattığı
yere gitmişti. Yusuf ağır yaralı ve hasta olarak yatıyordu.
Yaralanıp düştüğü yerde buzlar üstünde saatlerce bekletilmişti.
Daha sonra da soyundurulmuş, saatlerce soğukta bırakılmıştı.
Babasını görünce -İyiyim, üzülmeyin- dedi. Yatağında
zincire vurulmuş bir durumda yatıyordu. Ağır ağır konuşuyor,
vurulduktan on bir saat sonra yarasına bakılmaya başlandığını
anlatıyordu. Kısa zamanda iyileşeceğine söz veriyor,
adeta sancısının üstüne yürüyordu. Son olarak babasına
Deniz'i sormuş, kendisine sık sık Deniz'den haber getirilmesini
istemişti.
Yusuf, Hüseyin ve Deniz, Ankara Mamak Cezaevi'nde
hücrelere konulmuşlardı. Hücrelerinde de birbirleriyle konuşmanın
yollarını bulmuşlardı. Hücrelerinin duvarlarından
tuğla çıkarıp delik açmışlardı. Hücrelerinin tepesindeki delikten
bağırarak birbirlerine haber iletiyorlardı.
Bir küçücük hücreye binlere merakı sığdırmışlardı. Ha bire
okuyorlar, dünyadan haber soruyorlardı.
Son günlerine kadar arkadaşları onları kurtarmaya çabaladı.
3 Mayıs'ta bir uçak kaçırılmış, 4 Mayıs'ta Eken'i kaçırma
girişiminde bulunulmuştu. Birincisinin sonucu bugün hala
karanlıktadır. Türk hükümetiyle, Bulgar hükümetinin görüşleri
ne nitelikteydi...? Bulgar hükümetiyle yapılan görüşmelerin
resmi belgeleri açıklanmadıkça da bu sorun karanlıkta kalacaktır.
Eken'i kaçırma girişimi, ardında Niyazi'nin hayatını bıraktı.
Kimi ölüler vardır, gövdesinde kurşunlarla gömülür.
Niyazi de böyle girdi toprağa.
Son günlerine kadar ölüm haberleri dinledi Denizler. 6
Mayıs'ta bu duyguyu yenmeye gittiler.
Gitme öncesinde Hüseyin, arkadaşlarına haber iletmiş ve
ölümlerinden sonra kesin olarak, herhangi bir boykot, açlık
grevi, isyan yapmamalarını; sonucu olgunlukla karşılamalarını
istemişti.
Mamak'ta arkadaşları Hüseyinler'in bu son vasiyetine
uydular ve gerek 5 Mayıs gecesini, gerek 6 Mayıs gününü çöküntü
ve hırçınlık izi taşımadan geçirdiler. En ufak taşkınlıkta
bulunmadılar.
Görevliler o gün cezaevinde isyan olabileceği düşüncesiyle
olağanüstü önlemler almışlardı. Onların içerde hırçınlaşacağını
sanıyorlardı. Ve sık sık, gelip koğuşlara bakıyorlar,
mahkumların her günkü olağanlıkları içinde oluşları ve metanetleri
karşısında şaşkına dönüyorlardı. Bu görüntü, isyandan
daha etkili olmuştu. Önlemini alamayacakları, hesap
edemeyecekleri bir sonuçla karşı karşıya bırakmıştı görevlileri.
Hüseyin'in vasiyeti, yeni bir eylem gibi yaşanmıştı Mamak'ta.
Saat 01.00'den sonra, saatlerce cızırdayan bir radyo, kaçaklık
günlerimizde saklandığımız odanın, o gece tek uğultusuydu.
Uğuldamış, çınlamış; günle birlikte bir ses, üstümüze doğru
yuvarlanmaya başlamıştı. Saatlerce süren çınlama boyunca
Denizler'in can vermekte olduğunu bilmekteydik. O ses, o
düşünceyle birlikte paslı bir şeyleri, sivriltip bilemekteydi.
Zaman zaman koynumdan -Hayatımız Üstüne Şiirler-in
müsvettelerini çıkarıp odadaki arkadaşlarıma okumak istiyor,
sonra yine koynuma koyuyordum.
İlk haberler, koparıp götürdü Deniz'i, Yusuf'u, Hüseyin'i...
Dışarı çıktık..
Dışarıda aynı gün, aynı dünya, aynı insanlar. Ve ilk kez o
gün anladım, bir odanın, bir evin, bir sokağın, bir şehrin bir
insana düşmanca bir acı verebileceğini...
Ağır akan bir kalabalık içinde Taksim'e doğru yürümüş ve
bir ara gürüldeyen motosiklet sesleriyle irkilmiş, sarsalanmıştım.
Bir anda, çevremin polislerle dolu olduğunu görmüş,
kaçmaya davranma öncesi bir şaşkınlıkla bir polise -Bir şey
mi var?- diye sormuştum.
Polis büyük bir kaygısızlık ve rahatlıkla (aklımda kaldığı
kadarıyla) -Karayolları emniyet günü-, -Uluslararası bir
bayram- gibisinden bir şeyler söylemişti.
Sonra yoldan motosikletleri üstünde gösteri yapan trafik
polisleri geçtiler...
İçerdeki arkadaşlarda olanaksızlıkların sağladığı metanet,
dışarıda yerini, bir şey yapamamış olmanın suçluluk ve
hırçınlık duygusuna bırakıyordu.
Ve İbrahim parçalanıp düştü Aksaray'da. Dik, dayanıklı
gövdesi, bir külçe halinde asfalta yayıldı.
Elindeki bombalar, sesini beklenmedik bir anda boşaltmış,
en yakınındaki insanın, İbrahim'in kulaklarını tıkamıştı.
İlk gürültü bir dumanla birlikte yükselip dalga dalga
uzaklaşırken, İbrahim elini beline atmış, silahına davranmak
istemişti. Kolu gitmiyordu. Omzundan aşağı doğru sallanıyordu.
Öbür koluna dayanıp dikilmek istedi, omzundan
aşağısı onu dinlemiyordu sırtını kaldıramıyordu yerden.
Karnına bir şeyler batıyordu. Eğilip, ısırıp çekmek istedi.
Çekmek istediği, dişlerine değen şey, ayağının etinden fırlamış
kemiğiydi... Ve dağıldı... uyuştu beyni... kendinden geçti...
İbrahim ayıldığında, artık iki kolu ve bir bacağı gövdesinde
yoktu. Üç organı eksilmişti gövdesinden. Çevresinde yığınla
polis bekliyordu. Darağacında öldürülen üç arkadaşını
düşündü... Polislere bir dumanın arkasındaymışlar gibi
bakıp, olanca gücünü toplayarak, kesik kesik -Kafam gövdemde,
bu bana yeter- dedi... ve yine bayıldı...
BAHARDI (I)
Oyarken yuvasını yarlara kartal
çelik tırnaklarıyla kopardığı kayalar
ışık, kanat ve hırslanışı
toplayıp kıvılcımlarına
nasıl çağıltıyla inerse dipsiz uçurumlara
sular arasına gizlediği rüzgarı balabanlar
kalkarken nasıl bırakırsa sazlara
yüzün öyleydi baharda
...
halkların
dünyayı kaplayan yakarışları
ve mahpuslar
ve ölümlerini bekleyen arkadaşlar
çınlayıp duruyordu kulaklarında
...
...bahardı
yana yakıla duyulan
ilk ötüşleriydi kuşların...
avaz avaz bağırılan sözler gibi
kınsız adımlarınla
yürüyorken sen
(asfaltı zorlayıp duruyorken mayıs toprağı)
vurdumduymaz, ölgün, aldatılmış
kahrolmuş insanların
doldurduğu caddelerden
yükselen uğultular
avuçta eritilen bir parça buzun
nasılsa içe saldığı sızı
adımların altına öylece serpiliyordu
...
...bahardı
kıpırdayıp duruyordu şakağında
incecik dumanlar altında hava...
...
kalbini esintiler arasından vurarak yeryüzüne
yürüyordun seslene seslene azaltarak yükünü
...
...bahardı
yakıyor, yarıyordu horozun gırtlağını
sabahın sisi...
...
yürüyordun... ki bir anda
dirseklerin, dizkapakların
ayak bileğinden mavimsi bir damar
ve ürperiş, çırpınış, yaş...
saçıldı şehre boydan boya
...
...bahardı...
sisle birlikte kalkıyordu havaya
topraktan bir ten sıcaklığı
N. Behram 1972
''ASMA''YI BİR EĞLENCE KONUSU YAPMIŞLARDI,
HÜCREDE BİR İŞÇİYİ GÜNLERCE SEHPAYA ÇIKARDILAR...
972 sıkıyönetim dönemiyle birlikte, çok sayıda insan tutuklanmış
ve bunlar gruplara ayrılarak, çeşitli davaların sanıkları
sayılmışlardı.
-83'ler Davası- -Dev-Genç Davası- -THKO Davası- ... gibi.
Ve bu dava sanıklarımn çoğu -idam istemi-yle yargılanıyorlardı.
Bir anda yüzlerce sanığın idam istemiyle yargılanışına tanık
olunmuştu.
İdam istemiyle yargılamaların; yargılayanlar, yargılananlar
ve güvenlik kuvvetleri üzerinde ayrı ayrı yansımaları vardı.
Haklarında ağır suçlamalarla arama kararları verilen sanıkları
yakalayan görevliler; ya da yakalanmış bir sanığın
hücrede başında bekleyen nöbetçiler, o insanlara -kesin olarak-
idam edilecek gözüyle bakıyorlardı. Ve bu çoğu zaman,
gizli sorgulama yerlerinde açık açık söyleniyor, idamdan
kurtulmaları
için hainlik yapmaları öneriliyordu.
Çok sayıda insanın idamla yargılanması, sanıklar üstünde
idamın sıradan bir ceza olduğu duygusu bırakıyordu. O
koşullar o duyguyu doğurmuştu. Ve zaten birçok insan -ölü
olarak ele geçirilerek- bu cezaya mahkum olmuştu bile.
Yavaş yavaş davalar sonuçlanmış bazı mahkeme yargıçları
kalemlerini kırmaya başlamıştı.
Bilindiği gibi, ilerleyen zaman içinde mahkemelerin verdiği
-idam- hükümleri, üst mahkemelerde bozulmuş fakat
bunlardan birinin; Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin
18 idam hükmünden 3'ü, Deniz, Yusuf ve Hüseyin haklarında
verilen hükümler onaylanmıştı.
Bir de, o dönemde bazı davalar vardı ki, sanıkları düzmece
olarak bir araya getirilmiş; olaylarla hiçbir ilgisi olmayan
bu insanlar çok ağır suçlamalarla yargılanmaya başlanmıştı.
Onlara maddi işkencelerin yanısıra, çok ağır manevi işkenceler
de uygulanmaktaydı.
Özellikle böyle davaların sanıklarına -idam edileceklerinin-
psikolojisi bir karartı gibi çökmüştü.
Devrimci bir geçmişi olan tutuklularda -idam- istemi fazla
bir etki yapmıyordu; hatta Denizgil gibi ölümün karşısında
ödünsüz bir duyguyla dikilmekteydiler. Fakat o dönemde
öldürülme olasılığının çökerttiği saf, masum insanlara da
tanık olundu.
Sanıklarının tamamı düzmece bir biçimde bir araya getirilmiş
olan -Sabotajlar Davası- bunun tipik bir örneğiydi.
Birbirleriyle ilgisiz birçok kişi (özellikle işçiler) toplanmış ve
ağır işkenceler altında -yangınlar çıkarmış olmayı- -gemi batırmış
olmayı- kabul etmişlerdi.
-Sabotaj Davası- için toplanan suçsuz insanlar, işkence
günlerinden sonra Harbiye Hücrelikleri'ne kilitlendiler.
Üç adım boyunda, iki adım eninde; tepesinde tel örgülü, el
içi kadar bir deliği olan mezarlardı bu hücreler.
Her hücrenin duvarında -kendi kendinle de olsa konuşmanın,
şarkı söylemenin, gazete okumanın, radyo dinlemenin,
yazı yazmanın, gündüzleri uyumanın, ziyaretçiyle görüşmenin...
yasak- olduğuna ilişkin bir komut asılıydı. Serbest
olan tek şey soluk almaktı. Oksijeni azalmış bir akvaryumdaki
balıklar gibi o da...
Hücrelerin tepesinde sabaha dek devriyeler gezmekteydi.
Ve hücrelikler yerin altında bir mahzen içindeydi.
-Sabotaj Davası- sanıkları, cezaevine gitmeleri öncesinde
aylarca bu hücrelerde bekletildiler.
Aynı günlerde, Denizgil'in idamı sonucundaki protesto
bombalanmalarıyla ilgili olduğum iddiasıyla tutuklu bulunduğum
cezaevinde, bir hadise sonunda hücre cezası almış ve
üç arkadaş Harbiye Hücrelikleri'ne getirilmiştik.
Yine aynı günlerde Denizler için şiir yazdığım gerekçesi
ile sıkıyönetimde yargılanmaktaydım.
Göz göz hücrelerin dışında, devriyeler ve nöbetçi görevliler
vardı. Bütün gün aralarında çeşitli eğlenceler düzenlenmekte
idiler...
Gelen seslerden, çoğunlukla kağıt oynadıkları, fıkra anlatıp
şakalaştıkları anlaşılıyordu. Ve onların aralarındaki
konuşmalardan,
sık sık -hücrelerdeki sanıkların idam edilecekleri-
sözü hücredekilerin kulaklarına ulaşmaktaydı.
Aylardır hücrede olan ve nöbetçi dışında insan yüzü göremeyen
sanıklardan bazılarının üstünde derin bir etki bırakmıştı bu
durum.
Görevlilerin eğlence konularından en korkuncu, -idamcılık
oyunuydu-.
Hazırlanan senaryo gereği bir nöbetçi yüksek sesle, sözgelimi
-komutanım 45 nolu esirin idam kararı geldi- diyor ve o
hücre açılıp tutuklu dışarı çıkarılıyordu.
Daha sonra sanığa beyaz gömlek giydiriliyor, son sözü,
son ihtiyacı soruluyordu...
Denizler'in asılmış olduğu bir dönemdi. Yani Türkiye'de
üç insan darağacında can vermişti. Ve artık asılma konusu
bir eğlence haline getirilmişti...
Son sözleri sorulan bu masum insan, daha sonra, hazırlanan
ilmiğin karşısına getiriliyor. İlmik boynuna geçiriliyordu.
Ve yine senaryo gereği bir nöbetçi -infazın yeni bir emirle
ertelendiği- haberini getiriyordu.
Sonunda bu acı eğlencenin kahramanı olan işçi; bir gece
yarısı korkunç bir hıçkırıkla büyük bir moral çöküntüsüne
yuvarlandı.
Onun hücresinde ağlamakta olduğu bir gün hücremden
çıkarılmış, Selimiye'ye -Üç Dağa Ağıt- şiirimin yargılanmasına
getirilmiştim. Denizlerin öldürülüşleri karşısındaki duygularımın
hesabı istenmişti.
O günler, kendi karanlığı içinde geçti gitti.
Geçen sadece günlerdi. Ölümse sadece biçim değiştirdi...
DÖVÜŞE DÖVÜŞE YÜRÜNECEK
Kardeşler!
Sancıyan bir sessizlik bırakıyor geride
birer birer gidenlerimiz: kanlı, hırçın, çıkarsız...
Ve artık, yetmiyor dilde ışıması,
kavranışı sığmıyor koyna;
saplanışlar istiyor elde hançer,
o zifir karanlığın
göğsüne göğsüne saplanışlar.
...
Kardeşler!
Kolları-pazuları
kırıla-ısırıla
damla damla emilen işçiler için;
aşsız-ışıksız,
suyu-samanı yağmalanmış,
bezgin, dayanaksız köylüler için
çağrışan kardeşlerim!
Gece yarılarına kadar grevlerden
haber bekleyenler!
Candaşlarım!
...
Ucu-bucağı göze gelmek ufkuna
nefes nefese varılan bu kavganın
aslı-astarı sadece haklılıktır;
vursa da, usul usul yayılsa da kızıllığı
beyaz örtülere kurşun yaralarının,
balkıyan o sesi dinleyin bağırlarından
eller üstünde gidenlerimizin;
coşkun ve isyankardır
ve direşken ve dövüşkendir onların
halkın kardeşi olan yürekleri.
...
Kardeşler!
Unutmayın! Yolumuz puslu-pusuludur.
Düşmanı sevindirir tökezleyen her adım.
Zorlu bir dönemeçte
düşmanca kaçışanlar da unutulmasın.
Yüreği duralatan bir zehir varsa eğer
o zehri tezelden kusmalı bu kalabalık;
duralamak hayatın yaralarıdır.
...
Bakın! Zırhlarla çevirmiş,
tel örgüler ve taş duvarlarla halkın çevresini;
doğrulsun istemiyorlar bin yıldır ezilenler.
Kardeşler! Hızın, özverinin, hareketin kardeşleri!
Sırdaşlarım!
Bilgi ve dövüşkenlik
bilgi ve dövüşkenlik bizi bekliyor.
Nabzına kulak verin çeliğin,
yağmurun, kayalığın, denizin nabzına kulak verin;
görün, nasıl nefes alıyor sevinç,
sabır nasıl da çarpıntılı.
...
İşte! Alınları çocukların. Barınaklarımız bizim.
İşte! Yas kundağı analar. Sessizce donatıyorlar bizi.
İşte! Gencecik anısı ölenlerin. En canlı yığınaklar bize.
İşte! Ezilenler. Bayraklarımız.
...
Kardeşler! Halkın kardeşleri!
Yoldaşlarım!
Başlayınca bu yolun onurlu yolculuğu
ancak yaşamakla varılan duyguda konaklanır
ve ancak yürüyerek söylenir şarkılarımız,
çünkü adım adım derinleşti ezgisi,
bilekte, dizbağında, dudakta ateşlendi.
Ve koşa-kucaklaya
ve sara-sarmalaya
ve yumruklaya-yumruklaya
haklı ve mazlum olanın uyuşuk omurunu
uyarmak için kuvvetli ve zalime karşı
nice sarp yerden geçildi buraya kadar.
Ve buradan, daha da dikleşerek,
dinmeden-dinlenmeden,
dişe-diş
dövüşe dövüşe yürünecek...
N. Behram
BİR ANDA DENİZLERİN, YUSUFLARIN, HÜSEYİNLERİN MEZARLARI İNSANLA
KAYNAŞTI... SIRALAR HALİNDE, BİNLER, ON BİNLER -SAYGI DURUŞUNDA
BULUNUYORDU...
Şimdi hücreliklerdeki mahkemenin, senarist yargıcıları,
astıkları işçinin beraat etmesi karşısında ne düşünmüşlerdir,
bilmiyorum.
Fakat, üç sanığı darağacında can vermiş olan Ankara 1
No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanı Tuğgeneral Ali Elverdi,
emekli olduktan sonra AP'ye girmiş ve Büyük Millet Meclisi'nde
yeni görevine başlamıştır.
Onun sıkıyönetimindeki günleri ve sıkıyönetim günlerinin
sonuçlarını kendine propaganda olarak kullanışına tanık
olduk.
Denizgil'in asılışlarının 4'üncü yılında Yeni Asya Gazetesi, Ali
Elverdi'nin sıkıyönetim günlerindeki mücadelesinin büyük
puntolarla reklamına başladı: -Bir ihtilali önleyen ve
anarşistleri
yargılayan Ali Elverdi Paşa konuştu- diye duyurusu yapılan
-Bu vatana kastedenler- isimli bir yazı dizisi yayınladı.
Sağcı Yeni Asya Gazetesi, sıkıyönetim döneminin bu paşasının
yazı dizisi için -Ali Elverdi'nin 28 Ocak 1976 günkü AP
ortak grubunda anarşik hadiselerle ilgili genel görüşmede
yaptığı konuşma ve basına açık olarak çeşitli yerlerde verdiği
konferanslardan- derlenmiş olduğunu söylüyor ve paşanın
hayatındaki en büyük reklam konusunu tekrarlıyor: -Bilindiği
gibi Ali Elverdi; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin
İnan isimli anarşistlerin hakkında idam cezası vermiştir...-
Ali Elverdi bugün tarafsızlık üzerine yemin ettiği günlerdeki
görevinin sonuçlarını belli bir tarafın hizmetinde kullanıyor.
Bir de savunma makamı vardı o dönem mahkemelerinde.
Gerçi -Savunma makamı sesini kamuoyuna ne kadar duyurabilirdi?-
Bunun tartışmasını yapmak bile komiktir. Oysa
çok sayıda avukat, davada savunma görevi almışlar ve gerek
sanıklarla görüşmelerinde gerekse resmi kurumlarla ilişkilerinde
tarihi bir çaba göstermişler, birçok olay yaşamışlardı...
Her biri gerçekten büyük bir namusluluk örneği sergilemişlerdi.
Değerli hukukçu Niyazi Ağırnaslı, hayatının en zorlu
günlerini bu dava süresince yaşadı.
Onunla savunduğu insanların ölüm hükmü giyip, darağacında
boğularak öldürülüşlerinin 4'üncü yılında yine acı bir günde
buluştuk, üç yeni ölümün acısıyla harmanlanan yüreğinde,
üç acı daha alevlendirdik...
Görüşmeye gittiğim gün, Ankara'da Hakan, Burhan ve
Esari isimli üç devrimci genç faşistlerce kurşunlanmış,
öldürülmüşlerdi.
Deniz, Yusuf ve Hüseyin için geldiğim Ankara'da, Niyazi
Ağırnaslı ile aramıza bıçkılanmış üç yeni fidan düşmüştü.
Acılar birbiriyle buluşuyordu.
Uzun süre, Niyazi Ağırnaslı ile konuşup konuşmamayı
düşündüm. Onun çok duygulu ve incelmiş kişiliğinin, Ankara'daki
son olayla örselenmiş olabileceğini, Denizleri hatırlatmanın
onu daha da üzeceğini düşündüm durdum.
Sonunda yine Denizlerin avukatlarından olan Orhan İzzet
Kök'ten, Niyazi Ağırnaslı'ya birlikte gitmemizi istedim.
Aynı şey o gece Yusuf Aslan'ın baba ocağında da yaşandı.
Sevgili anası -Yusuf-unu anlatırken televizyon o gün Ankara'da
faşistlerin öldürdüğü üç devrimci gence ilişkin haberi
veriyordu. Onlardan, Yusufların mezarına gitmemizi isteyecektim.
İsteyemedim bunu.
Ve bir gün sonra, Ankara'yı bir ucundan bir ucuna çalkalayan
bir kalabalığın arasında, Karşıyaka Mezarlığı'na doğru
yürüdüm. On binlerce insan yeni bir canı daha toprağa
vermeye gidiyordu.
Yine bahar çiçeklerinin dalları zorladığı bir aydı; yine Ankara'da
ve yine üç ölüyle...
Saatlerce süren bir yürüyüşten sonra, mezarlığa dönen
yokuşun başına geldiğimde, beynimde birden Cemil Gezmiş'in
anlattıkları ışıldadı. Onların 6 Mayıs sabahındaki
günlerini hatırladım.
Sonra Karşıyaka Mezarlığı kapısından mezarlığa doğru
akan kalabalık, bir anda öbek öbek mezarlar başında toplandı.
Bir anda Denizlerin, Hüseyinlerin, Yusufların, Mahirlerin,
Hüdailerin... mezarları insanla kaynaştı. Sıralar halinde
binler on binler saygı duruşunda bulunuyordu...
Hangi mezarın başına vardımsa tanıdık bir isim vuruyordu
gözüme, mezar taşında... Mahir. Saffet.. Hüdai... Ve ilerde
üç insan grubu... Deniz, Yusuf, Hüseyin'in başındaydı...
Sırayla geçtiler mezarların önünden. Hakan, Burhan ve
Esari'nin resimleri ve onlara gelen çelenklerin çiçekleri kondu
Deniz'in, Yusufun, Hüseyin'in, Mahir'in, Saffet'in, Hüdai'nin
üstündeki toprağa...
Ve sonra, faşistlerin alçakça öldürdüğü Hakan'ın genç
körpe canı da toprağa; toprağın sıcaklığına; toprağın sıcaklığında
boy veren fidanlara emanet edildi...
Erdemleri rehberimiz;
Anıları yolumuza ışık olsun...
1'İNCİ THKO DAVASI VE SONUÇLARINA İLİŞKİN GÖRÜŞLER
(Davaya ilişkin görüşler 1962 Anayasası'na göre yorumlanmıştır.)
(Bu yazılar Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının davasına ilişkin olarak
Nihat Behram'ın sorularına, hukuk ve bilim adamlarının verdiği
yanıtları
içermektedir.)
FAŞİST UYGULAMALARI, TARİH KİMSENİN GÖZÜNÜN YAŞlNA BAKMADAN
DEĞERLENDİRECEKTİR...
Avukat Niyazi AĞIRNASLI
Üç genç insan asıldı. Yüzlercesi de 6-7 yıl içinde kurşunlanıp
öldürüldü. Bu faşist uygulamaları tarih kimsenin gözünün
yaşına bakmadan değerlendirecektir kuşkusuz ve o zaman
da gerçek suçlular tek tek günışığında sergilenecek ve
ölmüş olanlar bile tarihin yargısından kurtulamayacaktır.
Yürürlükteki yasalara göre bu üç genç insan, suç işlemişlerdi
amma bu suçlarına verilebilecek cezanın İDAM olmaması
gerekirdi inancındayım. Türkiye'deki Ağırceza Mahkemeleri'nin
hiçbirinden bu gençler için idam hükmü çıkmaz, ya da
en azından böyle bir karar Yargıtay'dan geçmezdi. Bunun
içindir ki 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'ne ilk yaptığımız
itiraz göreve ilişkin oldu. -Anayasa uyarınca sanık
müvekkillerimizin
tabii hakimler önüne çıkarılması gerekir. Kuruluşu
tabii olmayan, tayinle görev yapan kimselerin tarafsız
adaletine inanıp güvenmek mümkün değildir. İdarenin
kontrolü, denetimi altındaki bir kurulsunuz. İktidar istediği
anda sizlerden istemediğini başka göreve atayabilir, hatta
mahkemeyi ilga edebilir. Ta ki istediği biçimde kararları verecek
kurulları meydana getirmiş olsun. Bu nedenlerle görevsizlik
kararı vererek davaları tabii hakimlere sevkediniz,
özeti içindeki itirazları duruşmalara başlamadan yaptık ve
bu mahkemelerin kuruluşlarındaki anayasaya aykırılığı da
geniş açıklamalarla belirterek konuyu Anayasa Mahkemesi'ne
götürme girişiminde bulunduk. Bu isteklerimiz, doyurucu
ve ciddi gerekçelere dayanmaksızın reddedildi. Bundan
sonra savunma avukatları tabii hakimler karşısındaymış gibi
delillerin toplanmasında, savunmalarımızın özellikle hukuksal
açıdan noksansız olmasına çalıştık.
HÜSEYİN İNAN'la arkadaşları T.C.K.'nın 146'ıncı maddesine
uyan suçlardan mahkemeye sevk edildiler ve bu maddenin
değişik fıkralarından hüküm giydiler. 146'ıncı madde: -Türkiye
Cumhuriyeti, Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun tamamını
veya bir kısmını tağyir, tebdil ve ilgiya ve bu kanun ile teşekkül
etmiş olan Büyük Millet Meclisi'ni iskata veya vazifesini
yapmaktan men'e cebren teşebbüs edenler...- der. Burada iki
suç söz konusudur. Bunlardan birincisi anayasayı bütünüyle
veya kısmen tağyir, tebdil ve ilga suçudur. Çeşitli vesilelerle
anayasaya saygı yürüyüşleri düzenleyen devrimci gençlerin
anayasayı tağyir, tebdil ve ilgayı kasdettiklerini kabule imkan
yoktur ve anayasanın 1971'den sonraki tağyir ve tebdilinin
sorumluluğuna da gençlerin katılmadığı bilinmektedir.
Anayasanın icabi ve selbi olmak üzere birincisi D.P. iktidarı,
ikincisi ise TALAT AYDEMİR ve arkadaşları tarafından ihlaline
cebren teşebbüs edildiği uygulamada saptanmıştır. Kuvvetler
ayrılığı sistemi içinde yer alan üç güç kaynağından birinin
veya her üçünün, yani YASAMA, YARGI, YÜRÜTME
organlarının vazife göremez hale getirilmesi, ya da buna cebren
teşebbüs olunmasıyla suçun manevi unsuruna vücut verilmiş
olur. YÜRÜTME gücünün yargı bağımsızlığını, özellik
ve öncelikle siyasi amaçlarla, yok etmesi, yahut denetim altına
alması, anayasanın iktidar partisi tarafından ihlalidir.
D.P. örneğinde bu ve aynı zamanda parlamento çoğunluğunun
azınlığa egemen olması gerçekleşmiş ve birçok anayasa
suçu işlenmiştir. Parlamentonun kararı olmaksızın Kore'ye
asker gönderilmesi, A.B.D. ile yapılan ikili anlaşmalar, Basını,
fikir özgürlüklerini tam baskı altına almayı amaçlayan
TAHKİKAT KOMİSYONU kurularak Yargı gücünün işlerine
müdahale edilmesi... gibi. Talat Aydemir örneğinde ise ordu
birlikleri, parlamentoya ve icra kuvvetine karşı harekete
geçirilmiş
ve anayasanın ihlaline, hem de tam derecede teşebbüs
olunmuştur. Esas hakkındaki mütalaada, 18 devrimci
gencin eylemlerinin anayasayı ihlal kasdını taşıdığı iddia
edilmiş ve fakat hangi eylemin bu kasda vücut verici nitelik
taşıdığından bahsedilmemiştir. Şu halde kasdın niteliğini
belirlemekte
sanık gençlerin beyanları ve savunuları ile tek tek
eylemleri değerlendirilmek gerekirdi ve bu değerlendirmede
objektif olunmalıydı. 1 No'lu THKO davasında sanık 18
genç, eylemlerini saklayıp gizleme gereği duymaksızın ve
amaçlarını da belirleyerek açıklamışlardır. Hatta ABD
Büyükelçiliği'nin
köşesindeki kulübede nöbet tutan polislerin kurşunlanmasının,
aleyhlerine tek delil olmadığı halde bu fiili
de kendilerinin işlediğini ifade edecek kadar açık yürekli
davranmışlardır. Deniz Gezmiş ve arkadaşları ABD'nin Türkiye'yi
ve sömürdüğü, yarı bağımlı hale getirdiği, bu nedenle
ABD emperyalizmine karşı savaşmak gerektiği inancındaydılar
ve ne kadar zorlanırsa zorlansın bu hedefe varmak için
koydukları eylemlerde anayasayı ihlal kasdının aranması
olanaksızdı.
1 No'lu Sıkıyönetim As. Mahkemesi'nin idam kararından
hemen sonra ceza hukuk otoritesi bir profesör dostumla görüştüm.
Kararı -KORKUNÇ- olarak vasıflandırdı. Büyük bir
adli hata işlendiğini, bağımsız ve güvencelere sahip tabii
hakimlerin
böyle bir hükme varmaları olanaksızdı, dedi. Dava
konusu suçlarda gerek maddi ve gerekse manevi unsurların
noksan olduğunu, iddia edilen suçu işlemeğe elverişli vasıtaların
ve maddi gücün varlığını iddiaya bile olanak olmadığını,
bizim teknik savunmamız paralelinde anlattı.
Bağımsızlıkları
iddia edilmese bile, mahkemeyi, bu safhada şimdilik
Askeri Yargıtay'ı uyarmak için bilimsel bir makale yazmasını
önerdim. Hatırlarlar sanırım. Bana bu hususta da söz vermişti
amma sonraları böyle bir seri makaleye fırsat bulamadı.
YASAMA, YÜRÜTME ve YARGI kuvvetlerinin varlığını
gerektiren devlet hakimiyetinin, topları, tankları, jetleri ve
yüz binlerce eğitim görmüş askeri ve komutanlarıyla birlikte
18 gencin tabancaları ve belki de 3-4 tüfeğiyle, hem de Nurhak
Dağları'ndan yok edilebileceği kabul edilerek adalet tarihimiz
için pek de övünülemeyecek olan İDAM KARARI verilmiş
oldu. Askeri Yargıtay'da Kemal Paşa'yla sayın Nahit
Saçlıoğlu'nun 3 gencin idam kararlarına ilişkin MUHALEFET
ŞERHLERİ övünülecek değerde bilimsel ve tam anlamıyla
tarafsız ve cesur bir belgedir. Türlü baskılara, tehdit
mektuplarına göğüs gererek sadece vicdanlarını hareket halinde
bulunduran bu değerli hukuk adamlarını burada saygıyla
anmak isterim.
İdam kararı aleyhine, infazların yapılmış olmasına rağmen,
bir İADEİ MUHAKEME yolunu soruyorsunuz. İadei
muhakeminin yasal koşullarının mevcud olup olmadığı
araştırılabilir
ve herhalde bu büyük hatanın kamuoyunda öncelikle
ıslahı gereğine inanıyorum. T.H.K.O. davasının teknik
savunmasında en çok emeği geçen Avukat arkadaşım Zeki
Oruç Erel'in bu konuya ilişkin görüşlerinin kamuoyuna yansımasında
yarar görürüm.
SİYASAL YARGILAMALARDA HÜKÜM VERENLER ÇOĞU KEZ
HEM DAVACI HEM DE YARGIÇ DURUMUNDADIRLAR
Orhan APAYDIN
6 Mayıs 1972 günü şafağında, yaşamlarının ilkbaharında
üç genç adam, 25 yaşlarında Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan,
23 yaşında Hüseyin İnan, Ankara Kapalı Cezaevi'nin avlusunda
darağacına çıkarıldılar ve boyunlarına geçirilen iplerle
boğularak idam edildiler. Siyasal tarihimizde olduğu kadar
adalet yaşamımızda da önemini koruyan ve etkilerini
sürdüren bu olay, Nihat Behram'ın şiirsel üslubuyla belgesel
bir anlatıma kavuşmuştur. Olayın hukuksal irdelenmesi de
bizden istenmektedir.
Üç genç adamın boyunlarına ipi geçiren cellat, yargı organı
içinde yer alan bir mahkemenin, yasama organı içinde yer
alan bir mahkemenin, yasama organınca onaylanan kararını
yerine getirmiştir. Biçimsel açıdan cellatın boğarak öldürme
eylemi hukuka uygundur. Sokrat'ın baldıran zehiriyle öldürülmesi
de hukuka uygundu. Her şafak, Şah'ın kurşuna dizdirdiği
İranlı devrimcilerin, geçen yıl İspanya'da Franco'nun
öldürttüğü gençlerin biçimsel bakımdan hukuka uygun mahkeme
kararlarıyla yaşamlarına son verilmiştir. Vietnamlı
yurtsever Nuguyen Van Troi de, vatan haini bir iktidarın
kurdurduğu mahkeminin kararıyla ölüme mahkum edilmişti.
Demek istediğimiz şu:
Siyasal yargılamalarda verilen kararların biçimsel hukuka
uygunluğu, kamu vicdanını tatmin etmeye yetmemektedir.
Halkın ve tarihin hükmü çoğu kez mahkeme kararlarını
geçersiz kılmakta mahkum edilenlerin değil, mahkum edenlerin
suçlanmasına yol açmaktadır.
Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının idam edilmelerinde de
aynı kural geçerlidir. Suçlu görülenlerin eylemleriyle, verilen
ceza arasında oranın değerlendirilmesi subjektif görüşlerle
ve salt biçimsel hukuk açısından yapılamaz. Yargılanmanın
biçimlere ve yargılamayı etkileyen koşullar elbette hükmün
değerlendirilmesinde etkili olacaktır. Ama bunlar olağanüstü
nitelikte olmasaydı bile, tarihin akışı içinde, verilen hükümler
gene de haksız ve adaletsiz kalabilir, -suçlu- görülenler
-kahraman- mertebesine çıkabilirdi.
Siyasal yargılamalarda hüküm verenler çoğu kez hem davacı
hem de yargıç durumundadırlar. Gerçekten yargıçların
da siyasal, toplumsal ve ekonomik düzeni yaratan ve süregelmesini
savunan görüşleri benimsemeleri mümkündür. Kendi
ideolojik anlayışlarının karşısına çıkanların yargılanmasında
(şartlandırılmış) kafalarının etkisinde kalmamaları olanaksızdır.
Başka bir deyimle yargıçlar çoğunlukla siyasal davalarda
tarafsız kalamazlar. Kendileri de sanıkların eylemlerinden
şikayetçi ve davacıdırlar. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının
davasında mahkeme başkanlığı görevini yapan yargıcın,
politika hayatına atıldıktan sonra söylediği sözler ve belirlediği
siyasal davranış bunun açık bir kanıtını oluşturmaktadır.
Olağanüstü bir ortamın, olağanüstü sayılabilecek bir
mahkemesi tarafından, olağandışı yasal yollardan yorumlarla
verdiği idam kararlarının, yargılamanın iadesi yoluyla
düzeltilmesi
yolu, Deniz Gezmiş ve arkadaşları için söz konusu
edilemez. Gerçekten, biçimsel hukuk kuralları ve prosedürü,
bu davanın halkın ve tarihin kabul edebileceği bir sonuca
ulaşmasına olanak veremez. Biçimsel ve yürürlükte olduğu
sürece, devletin zorlama gücü ile geçerli yasalar, tarihsel
gelişme
içinde, bu geçerliliklerini esasen yitirirler. Toplumsal
altyapının değişikliğine paralel olarak belirlenen hukuk ilkeleri,
kendisine ters yasaları, sonuçlarıyla beraber, ortadan
kaldırmaktadır. Bu gelişme, yargılamanın iadesine gerek
kalmadan, özde haksız yargıları da silmekte, suçlu görülenleri
kahraman, hükmü verenleri ise suçlu ilan etmektedir.
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının davası da hukukun bu değişmez
diyalektiğine bağlıdır. Verilen kararlar doğru mu, yanlış
mı, bunun kesinlikle saptanması, tarihsel gelişme içinde
aydınlığa kavuşacaktır. Yargılamayı iade ettirecek ve en doğru
hükmü verecek tek hukuksal güç ve yol, tarihsel gelişme
içinde aranmalıdır.
Bugün için olayın değerlendirilmesi ise darağacında can
veren üç genç adamın geride bıraktıkları üzerinde yapılabilir.
Bunlar nelerdir? Bu sorunun ilk yanıtını Nihat Behram
veriyor:
-Son ana kadar onuru koruyanlar yaşayacak
Söylenecek son söz kahramanca olmalıdır-
Onlar, suç sayılan eylemlerinin neden ve amaçlarını, ölüm
cezası tehdidi altında ve cezaevindeki hücrelerinde yazdıkları
savunmalarıyla açıklamışlardır. Bu savunmada, Türk toplumunun
tarihsel gelişimi, bilimsel ölçülerle irdelenmiş ve
ülkenin bugünkü sorunları kendilerine göre saptadıkları çözümlerle
ortaya konmuştur. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının
savunmaları, olayın bizce, bugün için değerlendirilmesi gerekli
en önemli belgesini oluşturmaktadır.
Onların geride bıraktıkları arasında bir de şu vardır:
Yürekli olabilmek ve her şeyi siyasal savunmaya tabi kılmak,
miting söylevleri vermek ya da yargıçlara hakaret etmek
değildir. Onlar, iddianameye karşı düzenledikleri ayrıntılı
savunma ile; tarihin kendileri hakkındaki hükmünün dayanağını
vermeyi başarmışlardır.
ASIL YARGILAMA; 6 MAYIS 1972 ŞAFAK VAKTİ HALKIN VİCDANINDA
YENİDEN BAŞLAMlŞ VE DEVAM ETMEKTEDİR
Av. Zeki ORUÇ EREL
-Hiç kimse, tabii hakiminden başka bir merci önüne çıkarılamaz.
Bir kimseyi tabii hakiminden başka bir merci önüne
çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü
merciler kurulamaz.-
(Anayasanın, 12 Mart döneminde geçirdiği gerici nitelikteki
değişiklikten önceki, 32'inci maddesi.)
Anayasanın 32'inci maddesini yukarıya almamızın nedeni;
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının davasına nasıl bir merciin
baktığını, davayı gören Sıkıyönetim Mahkemesi'nin -tabii
hakim- ilkesine uygun bir merci olup olmadığını, -tabii hakim-
şartının niçin bir -anayasal kural- olarak düzenlendiğini,
bu davada bu kurala neden uyulmadığını, davanın ceza
adaletini gerçekleştirmek amacına yönelik bir dava olarak
mı görüldüğünü, yoksa; bir politikaya hukuki kılıf geçirmek
ve -hukuk-u bu politikanın aracı olarak kullanmak için mi
yürütüldüğünü, kısada olsa, incelemek içindir.
-Tabii hakim- kavramı; herkesin kanun önünde eşitliği ilkesinden
kaynaklanır ve -kişi güvenliğinin baş şartı-nı teşkil
eder. Suç ve suçlu belli olduktan sonra, sırf o suçun, niteliğini
tayin ve suçluları yargılamak için kurulmuş olan mahkemeler;
tabii mahkeme, bu mercilerde görev alan kişilerde tabii
hakim, değildir. Bu gibi mercilere -olağanüstü merciler-
denir. İşte, anayasanın; -Hakların Korunmasıyla İlgili Hükümler-i
içinde yer alan 32'inci maddesi; suç ve suçlu belli olduktan
sonra, o suçun suçlularını yargılamak için kurulacak
olağanüstü mercileri kesinlikle yasaklamıştır.
Bu yasaklamaya rağmen, esasen Ağır Ceza Mahkemesi'nde
görülmesi gereken Deniz ve arkadaşlarının davası, başkan
ve üyeleri yürütme organınca atanan ve her an görevden
alınabilen Sıkıyönetim Mahkemesi'nde görülmüştür.
Bilindiği gibi, Denizlerin eylemleri; sıkıyönetimin ilanından
2-4 ay önce meydana gelmiş, haklarında Ankara Cumhuriyet
Savcılığı'nca soruşturmaya geçilmiş, dava güvenlik nedeniyle
Kayseri'ye nakledilmişti. Cumhuriyet savcıları, fiilleri
karşılıyan T.C.K.'nın değişik maddelerinin ihlali nedeniyle;
banka soymak, adam kaçırmak vb. sebeplerden ceza soruşturmasını
yürütmeye başlamışlar ve söz konusu maddelerin
ihlali nedeniyle tutuklama taleplerinde bulunmuşlardı.
Kısaca; T.C.K.'nın 146'ncı maddesi soruşturmanın başında
kesinlikle düşünülmemişti. Şüphesiz, bu maddenin varlığından
Cumhuriyet Savcıları da haberdar idiler. Ancak; kanuni
unsurlarının yokluğu nedeniyle, 146'ncı maddenin olaya uygulanması
ceza hukuku açısından o kadar imkansızdı ki;
başta bu maddenin hiç düşünülmemiş olması, haliyle, anlaşılabilir
bir şeydir.
Deniz, Yusuf, Hüseyin ve arkadaşlarının T.C.K.'nın 146'ıncı
maddesi ile yargılanmalarının, bizce, ancak bir tek nedeni
vardı; o da, bu maddenin sabit cezalı olması ve ölüm cezası
hükmünü taşımasıydı. Zira, kendilerine onlarca yıl hapis cezası
verilebilir, fakat başka hiçbir maddenin uygulanmasıyla
idam cezası istihsal edilemezdi.
Belirtmek gerekir ki, Deniz, Yusuf, Hüseyin ve arkadaşları
bu durumu hemen anlamışlardı. Duruşmanın daha ilk gününde,
bu konuda Hüseyin şöyle diyordu:
-İddianameyi okuduğum zaman cezanın suça değil, suçun
cezaya uydurulmaya çalışıldığını gördüm. Cezamızı biraz önce
bahsettiğim pazarlık tayin edecektir. Böyle bir pazarlığın
bize reva göreceği cezayı bağımsız yargı organlarında uygulamak
zor olduğu için Sıkıyönetim Mahkemeleri'ne çıkartılıyoruz.
Haklı olarak belirtiyorum; iddia makamını muhatap
olarak almıyorum ve mahkemeyi bağımsız yargı organı kabul
etmiyorum.-
Ayrıca; davanın politik niteliğine rağmen, anayasa ve ceza
hukuku ilkelerinin de, hükümde önemli etkisi olabileceği
yolundaki avukatlarının görüşlerine, bence, hiçbir zaman
katılmamışlar;
davanın, mutlaka ve sadece politik etkenlerle sonuçlanacağına
olan inançları hiç değişmemişti. Olaylar, onları haklı çıkardı.
Şüphesiz, sadece zevk maddesine bakarak, davadan politik
sonuçlar elde edilmek istendiği sonucunu çıkarmıyoruz.
Fakat, gerek yargılama süresince takınılan tavır, gerekse
yargılama dışında; anayasa ve yasaların kişiye güvence sağlayan
hükümlerinin ayaklar altına alınmasıyla uygulanan
bir dizi faşizan tedbir ve sonuç; hukuk'un ve hukukun üstünlüğü
ilkesinin değil; Deniz'in, Yusuf'un, Hüseyin'in şahsında
halkın üzerinde baskı, korku ve terör yaratmak amacına dayalı,
gerici egemen sınıfların politikasının, davaya damgasını
vurduğunu bize göstermektedir.
O dönem yaşanalı daha çok olmadı, hemen hepimiz hatırlamaktayız.
Kamuoyunu tek taraflı oluşturmak için radyo ve televizyon
faşist ideolojinin emrine verilmiş, onlarca sayfa tutan
iddianameler
radyodan günlerce okutulmuş, buna karşılık yargılananların
sorgu ve savunmalarından tek kelimeyle söz edilmemiştir.
Gazeteler kapatılma tehdidi altında tutulmuş, tarafsız
görev yapmaları engellenmiştir.
Duruşmaları izleyip, basın, radyo ve televizyona haber
kaynaklığı yapan Anadolu Ajansı muhabiri; bazı sıkıyönetim
savcılarıyla görüşüp, ancak onların onayını aldıktan ve
onların istediği biçime soktuktan sonra, duruşmalar hakkında
bilgi vermiştir.
Duruşmaların açıklığına rağmen, duruşma salonuna sadece
sınırlı sayıda sanıkların yakınları, üstelik her gün yerine
getirilmesi ne kadar zor, adeta eziyet teşkil eden usullerle,
alınmıştır.
Kararların meclislerde görüşülmesinde, egemen sınıf
partilerinin onları bir an önce asmak için gösterdikleri iştahlı
tavır, toprak ağası yaşlı bir senatörün konuşmasında dile
gelen; -bunları yargılamaya bile gerek yok, hepsini kurşuna
diziverelim, olsun bitsin- yolundaki hukuk ve adalet anlayışı
ve mahkeme başkanının bugünkü demeçleri; davaya neyin
damgasını vurduğunu herhalde ortaya koymaktadır.
Bütün bunlar, hepimizin gözü önünde olan ve resmen belgelenen
gerçeklerdir. Üç genci sehpaya göndermek için, kapalı
kapılar ardında olup bitenler de, şüphesiz namuslu insanlarca
ortaya konulacak ve bir gün mutlaka öğrenilecektir.
İnfazlardan günümüze 4 yıl geçmesine rağmen, ilk defa;
-DENİZ GEZMİŞ DAVASINA YENİDEN BAKILABİLİR
Mİ?- sorusunun ortaya atılmasının; -hukuk-, -adalet-, -vicdan-
ve -çağdaş insan- gibi bazı mefhumlara yürekten inananlar
karşısında da, bu sözcükleri kişisel çıkar ve yaşamlarının
birer aracı olarak görenler karşısında da; namuslu olmanın
gereğinin yerine getirildiğine olan kesin inancımızla
birlikte;
Bizce, asıl yargılama; onları asanların, davanın ve sonuçlarının
bittiğini, kapandığını sandığı anda; 6 Mayıs 1972 şafak
vakti, halkın vicdanında yeniden başlamıştır.
Gerçekler günışığına çıktıkça, dava hakkında son ve kesin
hükmü, en yüce yargıç; halkımız verecektir. |
|
1
2
3
4
5 |
|
|
|
|
|
|
|