...................
DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN   -4
Nihat Behram
Ekim 1996 İstanbul
                         
...................
...................
YUSUF'UN KARARLILIĞI VE CESARETİ POLİSİ ŞAŞKINA ÇEVİRMİŞTİ...

Yusuf'un çocukluğu köylerde geçti. Kişiliğinin en belirgin yanları olan korkusuzluk ve dayanıklılık, daha 3-4 yaşlarında kendini göstermişti. Herkesi hasta eden havalarda, sapasağlam sokağa fırlardı. Sözünü geçiremediği yerde dövüşür ve çok ender ağlardı. Günlük yaşamında, kendi halinde ve son derece uysaldı. Yeni tanıdığı insanları büyük bir dikkatle inceler ve ilk sezgileri, çoğunlukla onu yanıltmazdı. Sevdiği insanlara karşı saygılı, efendi; kızdıklarına karşı hırçın ve huysuzdu.

Damarına basılmadıkça sinirlenmez, sonuna kadar hoşgörüyü elden bırakmazdı. En belirgin özelliklerinden birisi de kendinden küçükleri koruyuşuydu.

Yozgat'ın Çekrek kazası, Kuşsaray köyünde yaşadıkları sıralarda, bir gün babasını, anasını ve kardeşlerini büyük bir tehlikeden kurtarmıştı.

5-6 yaşlarındaydı. Anası, babası, kardeşiyle birlikte değirmene gidiyorlardı. O yörenin en iri ve azgın köpeklerinden biri yolları üstünde yatmaktaydı. Köpeğin önünden büyük bir tedirginlikle geçmişlerdi ki, hayvan birden saldırdı. Çocuklarını kurtarma duygusuyla Beşir Aslan öne fırlamış ve
köpekle karşı karşıya gelmişti. Köpek babanın üzerine atılmış ve koluna çenesini kenetlemişti. Köpeğin boğazına sarılmaya çalışan Beşir Aslan, bir yandan da çoluk çocuğuna uzaklaşmaları için bağırıyordu.

Yusuf kaçmamıştı. Köpeğin babasına saldırmasıyla birlikte, o da köpeğe yönelmiş ve yaşının bütün gücüyle bir yandan bağırıyor, bir yandan elindeki değnekle köpeğe vuruyordu.

Yusuf'un gözüpekliği, garip bir şekilde köpeği ürkütmüştü...

Çocukluktan çıktığı günlerde abisiyle birlikte kahveye giderler ve gören herkes Yusuf'un daha büyük olduğunu sanırdı. Ağırbaşlılığı çevrede böyle bir izlenim bırakıyordu. Olur olmaz herkesle arkadaşlık kurmuyor, hiçbir zaman ciddiyeti elden bırakmıyordu.

Yusuf liseyi bitirince ODTÜ'ye girdi. Çalışkan ve başarılı bir öğrenci olmasına karşın, düşüncelerinde gerici, tutucu ideolojinin koşullanmaları vardı. Fakat Yusuf, içten yürekten bir yurtseverdi. Özündeki bu yapı onun tutucu ideolojinin koşullanmalarından kısa zamanda sıyrılmasını sağladı. Devrimci
öğrencilerin haklılığını kısa zamanda kavradı ve onların saflarına katıldı.

Daha ODTÜ 1'inci sınıfta olduğu günlerde tutuklanmıştı. Bu onun ilk tutuklanışıydı.

Kıbrıs sorunu için Türkiye'ye gelmiş, görüşmelerde bulunan Amerikan temsilcisi, devrimci öğrencilerce protesto ediliyordu. Alan birbirine girmiş, polis öğrencileri dağıtmaya çalışıyordu. Yusuf daha yeni bir öğrenciydi. Harekete aktif olarak katılmamıştı.

Hava birden gerginleşmiş ve alanda çatışma başlamıştı. Yusuf bir öğrenciyi polislerin dövdüğünü görmüş, dayanamayıp öne fırlamıştı. Ve bir anda kendini öğrenciler arasında dövüşte bulmuştu. Damarına basılmıştı artık.

Toplum polisleri Yusuf'u yakalayıp götürdüler...

Bu olay onun içindeki yurtsever özün, devrimci bilinçle perçinleşmesini sağladı. Kısa zamanda birçok temel kitabı, özümleyerek, yutarcasına okudu. ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü'ne üye oldu. Ve artık Türkiye'nin neresinde bir eylem varsa, Yusuf da oradaydı. Hareket içinde belirginleşmiş, önde yürüyen bir militan olmuştu.

Onun polis karşısında, işkenceler karşısındaki tavrı ve dayanıklılığı, inancının ve cesaretinin bir kanıtıydı. Yılmak, yorulmak, sızlanmak bilmeyen bir yapısı vardı. Dayanıklılığı, cesareti ve kararlılığı işkencecileri şaşkına çeviriyordu.

Ortadoğu'da, Arap halklarının siyonizme ve emperyalizme karşı yürüttükleri mücadeleyi, sıcaklığı içinde değerlendirmek ve katılmak için gittiği Filistin'den dönüşünde yakalandığı zaman, Yusuf'a günler geceler boyunca korkunç işkenceler yapılmış, üstünde Filistin gerilla giysileri olmasına
karşın suçlamayı kabullenmemiş; ne istenilen ifadelerin altını imzalamış ne de arkadaşlarının adını vermişti.

Devrimci saflara katılışından son gününe dek bu özelliği zedelenmedi.

Aktif bir militan olarak dövüştüğü günlerde, ailesi onu çok ender görüyordu. Bir gün bir mektup almıştı ondan babası, Yusuf mektubunda söyle diyordu:

Sevgili Anneciğim,

Babacığım, Kardeşlerim

Sizlerden ayrılalı 3 ay kadar bir zaman geçti. Bu zaman zarfında sizleri ne kadar sevdiğimi anladım. Üç ay hep sizi düşündüm. Sizleri ve evimizi çok özledim. Ama ne yapayım ki şartlar beni sizden ayırmaya zorluyor. Polis Ankara'dayken beni takip ediyordu.

Herhangi bir kazaya kurban gitmemek için Ankara'dan ayrıldım.

Şimdi bu mektubu aldığınız zaman Ben Almanya'da olmuş olacağım. Orada bir arkadaşım vasıtasıyla güzel bir iş buldum. Orada bir müddet kalmayı düşünüyorum. Sizleri çok üzdüğümü bunun için benden nefret ettiğinizi biliyorum. Fakat siz benden nefret etseniz de, ben sizi sevmekte devam
edeceğim. Kötü bir iş yapmadığımı, doğru yolda olduğumu gelecekte anlayacaksınız.

O zaman şimdi utandığınız benden gurur duyacaksınız. Almanya'da size adres veremiyorum. Bunun çeşitli sakıncaları var. Fakat devamlı kart atacağım. Sizlerin sıhhati hakkında devamlı bilgi alıyorum. Benim için hiç merak etmeyin, üzülmeyin. Sıhhatliyim, mektubuma son verirken buluşma
dileğiyle hepinizi hasretle kucaklarım.

Sizleri Çok Seven

YUSUF ASLAN


Beşir Aslan mektubu alınca oldukça telaşlandı. Hemen oğlunun arkadaşlarına gitti. Onlara ısrarla Yusuf'u sordu, bulmalarını, görüşmek istediğini söyledi.

Arkadaşları bir süre sonra Beşir Aslan'a -Bulamadık- dediler.

Beşir Aslan uzun süre Almanya'dan mektup bekledi. Fakat yine de içine kurt düşmüş, oğlunun Ankara'da olabileceğini düşünmekteydi.

Bir gün. ODTÜ'ye gitti ve Yusuf'u aramaya başladı. Sonunda Yusuf'u buldu. Görüşüp, konuştular.

Yusuf ona -Bir aksilik çıktığını, pasaport alamadığını- söyleyip, üzülmemesi için babasını avutmuştu.

Beşir Aslan oğlunun kendini ölümüne bir şeye adamış olduğunu somut olarak hissetmiş ve Yusuf'un geri dönmeyen kişiliğini bildiği için, acıyla burkulmuştu.

Olaylar hızla birbirinı izledi!. Aynı günlerde Beşir Aslan Yozgat'ta radyodan bir banka soygunu haberi dinlemiş, haberde soyguna katılanlardan birinin -Hadi Yusuf kaçalım- dediği bildirilmişti. Soygunda bir istasyon şefi öldürülmüştü.

Beşir Aslan son derece telaşlanmış, üzülmüş ve hemen oğlunu aramaya gelmişti. Onu bulamadı. Fakat ODTÜ'de Hüseyin'le karşılaştı. Hüseyin'in oğlunun can arkadaşı olduğunu biliyordu.

Beşir Aslan, Hüseyin'e, oğlunun nerde olduğunu sormuş Hüseyin'se ona -Amca ben de senin gibiyim, nerde olduğunu bilmiyorum- demişti.

Beşir Aslan, Hüseyin'le oğlunun yakınlığından dayanak bulup ısrar ediyordu. Artık onun ağzından söz alamayacağını anlayınca -Hüseyin oğlum, bu nedir, Yusuf adam mı öldürdü?- diye sormuştu. Bu söz Hüseyin'i bir anda değiştirmiş, gözlerini ateşlendirmişti. Sert bir tonla -Amca, demişti, biz istasyon şefi vurmayız. Böyle bir şeyi aklından çıkar. Günahsız hiçbir kimseyi vurmayacağımıza andımız var. Biz halk düşmanlarına karşı dövüşüyoruz. Yusuf'u tanımıyor gibi konuşma.-


YUSUF'UN YARASINA VURULDUKTAN ON BİR SAAT SONRA BAKILDI...

Hüseyin'in sözleri Beşir Aslan'ı bir anda yatıştırmış ve üzüntüsünü çözmüştü. Artık öğrenmek istediğini öğrenmişti. Önemli olan buydu. İçi rahatlamıştı. Son olarak Hüseyin'e -Saklanacaksa saklayayım, yardıma ihtiyacı varsa edeyim...- demişti. Hüseyin, Yusuf'un bir ihtiyacı olduğunu sanmadığını, sağlığının yerinde olduğunu söyleyip, boşuna üzülmemesini
istemişti.

O gün evine dönen Beşir Aslan, gazetede İlhan Selçuk'un bir yazısını okumuş, içi daha da rahatlamıştı. İlhan Selçuk yazısında, bu soygunların adi suçlar olmadığını, siyasi nitelikte olduklarım söylüyordu. Oğlunun adi suçlu, hırsız, katil olmadığı inancı canlılık kazanmış ve onu ferahlatmıştı.

Hüseyin'le görüştüğünde Mart'ın 3'üydü. İki gün sonra ODTÜ'de büyük bir çatışma çıkmıştı.

O günden sonra olaylar Ankara'da zincirlemesine genişledi.

Ve ayın 16'sında radyodan oğlunun Sivas'ta yakalandığı haberini aldı. Radyo, Yusuf Aslan'ın vurularak ele geçirildiğini bildirmişti.

Beşir Aslan hemen Sivas'a hareket etmiş ve oğlunun yattığı yere gitmişti. Yusuf ağır yaralı ve hasta olarak yatıyordu. Yaralanıp düştüğü yerde buzlar üstünde saatlerce bekletilmişti. Daha sonra da soyundurulmuş, saatlerce soğukta bırakılmıştı.

Babasını görünce -İyiyim, üzülmeyin- dedi. Yatağında zincire vurulmuş bir durumda yatıyordu. Ağır ağır konuşuyor, vurulduktan on bir saat sonra yarasına bakılmaya başlandığını anlatıyordu. Kısa zamanda iyileşeceğine söz veriyor, adeta sancısının üstüne yürüyordu. Son olarak babasına Deniz'i sormuş, kendisine sık sık Deniz'den haber getirilmesini istemişti.

Yusuf, Hüseyin ve Deniz, Ankara Mamak Cezaevi'nde hücrelere konulmuşlardı. Hücrelerinde de birbirleriyle konuşmanın yollarını bulmuşlardı. Hücrelerinin duvarlarından tuğla çıkarıp delik açmışlardı. Hücrelerinin tepesindeki delikten bağırarak birbirlerine haber iletiyorlardı.

Bir küçücük hücreye binlere merakı sığdırmışlardı. Ha bire okuyorlar, dünyadan haber soruyorlardı.

Son günlerine kadar arkadaşları onları kurtarmaya çabaladı.

3 Mayıs'ta bir uçak kaçırılmış, 4 Mayıs'ta Eken'i kaçırma girişiminde bulunulmuştu. Birincisinin sonucu bugün hala karanlıktadır. Türk hükümetiyle, Bulgar hükümetinin görüşleri ne nitelikteydi...? Bulgar hükümetiyle yapılan görüşmelerin resmi belgeleri açıklanmadıkça da bu sorun karanlıkta kalacaktır.

Eken'i kaçırma girişimi, ardında Niyazi'nin hayatını bıraktı. Kimi ölüler vardır, gövdesinde kurşunlarla gömülür. Niyazi de böyle girdi toprağa.

Son günlerine kadar ölüm haberleri dinledi Denizler. 6 Mayıs'ta bu duyguyu yenmeye gittiler.

Gitme öncesinde Hüseyin, arkadaşlarına haber iletmiş ve ölümlerinden sonra kesin olarak, herhangi bir boykot, açlık grevi, isyan yapmamalarını; sonucu olgunlukla karşılamalarını istemişti.

Mamak'ta arkadaşları Hüseyinler'in bu son vasiyetine uydular ve gerek 5 Mayıs gecesini, gerek 6 Mayıs gününü çöküntü ve hırçınlık izi taşımadan geçirdiler. En ufak taşkınlıkta bulunmadılar.

Görevliler o gün cezaevinde isyan olabileceği düşüncesiyle olağanüstü önlemler almışlardı. Onların içerde hırçınlaşacağını sanıyorlardı. Ve sık sık, gelip koğuşlara bakıyorlar, mahkumların her günkü olağanlıkları içinde oluşları ve metanetleri karşısında şaşkına dönüyorlardı. Bu görüntü, isyandan daha etkili olmuştu. Önlemini alamayacakları, hesap edemeyecekleri bir sonuçla karşı karşıya bırakmıştı görevlileri. Hüseyin'in vasiyeti, yeni bir eylem gibi yaşanmıştı Mamak'ta.

Saat 01.00'den sonra, saatlerce cızırdayan bir radyo, kaçaklık günlerimizde saklandığımız odanın, o gece tek uğultusuydu.

Uğuldamış, çınlamış; günle birlikte bir ses, üstümüze doğru yuvarlanmaya başlamıştı. Saatlerce süren çınlama boyunca Denizler'in can vermekte olduğunu bilmekteydik. O ses, o düşünceyle birlikte paslı bir şeyleri, sivriltip bilemekteydi. Zaman zaman koynumdan -Hayatımız Üstüne Şiirler-in
müsvettelerini çıkarıp odadaki arkadaşlarıma okumak istiyor, sonra yine koynuma koyuyordum.

İlk haberler, koparıp götürdü Deniz'i, Yusuf'u, Hüseyin'i... Dışarı çıktık..

Dışarıda aynı gün, aynı dünya, aynı insanlar. Ve ilk kez o gün anladım, bir odanın, bir evin, bir sokağın, bir şehrin bir insana düşmanca bir acı verebileceğini...

Ağır akan bir kalabalık içinde Taksim'e doğru yürümüş ve bir ara gürüldeyen motosiklet sesleriyle irkilmiş, sarsalanmıştım. Bir anda, çevremin polislerle dolu olduğunu görmüş, kaçmaya davranma öncesi bir şaşkınlıkla bir polise -Bir şey mi var?- diye sormuştum.

Polis büyük bir kaygısızlık ve rahatlıkla (aklımda kaldığı kadarıyla) -Karayolları emniyet günü-, -Uluslararası bir bayram- gibisinden bir şeyler söylemişti.

Sonra yoldan motosikletleri üstünde gösteri yapan trafik polisleri geçtiler...

İçerdeki arkadaşlarda olanaksızlıkların sağladığı metanet, dışarıda yerini, bir şey yapamamış olmanın suçluluk ve hırçınlık duygusuna bırakıyordu.

Ve İbrahim parçalanıp düştü Aksaray'da. Dik, dayanıklı gövdesi, bir külçe halinde asfalta yayıldı.

Elindeki bombalar, sesini beklenmedik bir anda boşaltmış, en yakınındaki insanın, İbrahim'in kulaklarını tıkamıştı.

İlk gürültü bir dumanla birlikte yükselip dalga dalga uzaklaşırken, İbrahim elini beline atmış, silahına davranmak istemişti. Kolu gitmiyordu. Omzundan aşağı doğru sallanıyordu. Öbür koluna dayanıp dikilmek istedi, omzundan
aşağısı onu dinlemiyordu sırtını kaldıramıyordu yerden. Karnına bir şeyler batıyordu. Eğilip, ısırıp çekmek istedi. Çekmek istediği, dişlerine değen şey, ayağının etinden fırlamış kemiğiydi... Ve dağıldı... uyuştu beyni... kendinden geçti...

İbrahim ayıldığında, artık iki kolu ve bir bacağı gövdesinde yoktu. Üç organı eksilmişti gövdesinden. Çevresinde yığınla polis bekliyordu. Darağacında öldürülen üç arkadaşını düşündü... Polislere bir dumanın arkasındaymışlar gibi  bakıp, olanca gücünü toplayarak, kesik kesik -Kafam gövdemde,
bu bana yeter- dedi... ve yine bayıldı...


BAHARDI (I)

Oyarken yuvasını yarlara kartal
çelik tırnaklarıyla kopardığı kayalar
ışık, kanat ve hırslanışı
toplayıp kıvılcımlarına
nasıl çağıltıyla inerse dipsiz uçurumlara
sular arasına gizlediği rüzgarı balabanlar
kalkarken nasıl bırakırsa sazlara
yüzün öyleydi baharda
...

halkların
dünyayı kaplayan yakarışları
ve mahpuslar
ve ölümlerini bekleyen arkadaşlar
çınlayıp duruyordu kulaklarında
...

...bahardı
yana yakıla duyulan
ilk ötüşleriydi kuşların...
avaz avaz bağırılan sözler gibi
kınsız adımlarınla
yürüyorken sen
(asfaltı zorlayıp duruyorken mayıs toprağı)
vurdumduymaz, ölgün, aldatılmış
kahrolmuş insanların
doldurduğu caddelerden
yükselen uğultular
avuçta eritilen bir parça buzun
nasılsa içe saldığı sızı
adımların altına öylece serpiliyordu
...

...bahardı
kıpırdayıp duruyordu şakağında
incecik dumanlar altında hava...
...

kalbini esintiler arasından vurarak yeryüzüne
yürüyordun seslene seslene azaltarak yükünü
...

...bahardı
yakıyor, yarıyordu horozun gırtlağını
sabahın sisi...
...

yürüyordun... ki bir anda
dirseklerin, dizkapakların
ayak bileğinden mavimsi bir damar
ve ürperiş, çırpınış, yaş...
saçıldı şehre boydan boya
...

...bahardı...
sisle birlikte kalkıyordu havaya
topraktan bir ten sıcaklığı

N. Behram 1972


''ASMA''YI BİR EĞLENCE KONUSU YAPMIŞLARDI, HÜCREDE BİR İŞÇİYİ GÜNLERCE SEHPAYA ÇIKARDILAR...

972 sıkıyönetim dönemiyle birlikte, çok sayıda insan tutuklanmış ve bunlar gruplara ayrılarak, çeşitli davaların sanıkları sayılmışlardı.

-83'ler Davası- -Dev-Genç Davası- -THKO Davası- ... gibi. Ve bu dava sanıklarımn çoğu -idam istemi-yle yargılanıyorlardı. Bir anda yüzlerce sanığın idam istemiyle yargılanışına tanık olunmuştu.

İdam istemiyle yargılamaların; yargılayanlar, yargılananlar ve güvenlik kuvvetleri üzerinde ayrı ayrı yansımaları vardı.

Haklarında ağır suçlamalarla arama kararları verilen sanıkları yakalayan görevliler; ya da yakalanmış bir sanığın hücrede başında bekleyen nöbetçiler, o insanlara -kesin olarak- idam edilecek gözüyle bakıyorlardı. Ve bu çoğu zaman, gizli sorgulama yerlerinde açık açık söyleniyor, idamdan kurtulmaları için hainlik yapmaları öneriliyordu.

Çok sayıda insanın idamla yargılanması, sanıklar üstünde idamın sıradan bir ceza olduğu duygusu bırakıyordu. O koşullar o duyguyu doğurmuştu. Ve zaten birçok insan -ölü olarak ele geçirilerek- bu cezaya mahkum olmuştu bile.

Yavaş yavaş davalar sonuçlanmış bazı mahkeme yargıçları kalemlerini kırmaya başlamıştı.

Bilindiği gibi, ilerleyen zaman içinde mahkemelerin verdiği -idam- hükümleri, üst mahkemelerde bozulmuş fakat bunlardan birinin; Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nin 18 idam hükmünden 3'ü, Deniz, Yusuf ve Hüseyin haklarında verilen hükümler onaylanmıştı.

Bir de, o dönemde bazı davalar vardı ki, sanıkları düzmece olarak bir araya getirilmiş; olaylarla hiçbir ilgisi olmayan bu insanlar çok ağır suçlamalarla yargılanmaya başlanmıştı. Onlara maddi işkencelerin yanısıra, çok ağır manevi işkenceler de uygulanmaktaydı.

Özellikle böyle davaların sanıklarına -idam edileceklerinin- psikolojisi bir karartı gibi çökmüştü.

Devrimci bir geçmişi olan tutuklularda -idam- istemi fazla bir etki yapmıyordu; hatta Denizgil gibi ölümün karşısında ödünsüz bir duyguyla dikilmekteydiler. Fakat o dönemde öldürülme olasılığının çökerttiği saf, masum insanlara da tanık olundu.

Sanıklarının tamamı düzmece bir biçimde bir araya getirilmiş olan -Sabotajlar Davası- bunun tipik bir örneğiydi. Birbirleriyle ilgisiz birçok kişi (özellikle işçiler) toplanmış ve ağır işkenceler altında -yangınlar çıkarmış olmayı- -gemi batırmış olmayı- kabul etmişlerdi.

-Sabotaj Davası- için toplanan suçsuz insanlar, işkence günlerinden sonra Harbiye Hücrelikleri'ne kilitlendiler.

Üç adım boyunda, iki adım eninde; tepesinde tel örgülü, el içi kadar bir deliği olan mezarlardı bu hücreler.

Her hücrenin duvarında -kendi kendinle de olsa konuşmanın, şarkı söylemenin, gazete okumanın, radyo dinlemenin, yazı yazmanın, gündüzleri uyumanın, ziyaretçiyle görüşmenin... yasak- olduğuna ilişkin bir komut asılıydı. Serbest olan tek şey soluk almaktı. Oksijeni azalmış bir akvaryumdaki balıklar gibi o da...

Hücrelerin tepesinde sabaha dek devriyeler gezmekteydi. Ve hücrelikler yerin altında bir mahzen içindeydi.

-Sabotaj Davası- sanıkları, cezaevine gitmeleri öncesinde aylarca bu hücrelerde bekletildiler.

Aynı günlerde, Denizgil'in idamı sonucundaki protesto bombalanmalarıyla ilgili olduğum iddiasıyla tutuklu bulunduğum cezaevinde, bir hadise sonunda hücre cezası almış ve üç arkadaş Harbiye Hücrelikleri'ne getirilmiştik.

Yine aynı günlerde Denizler için şiir yazdığım gerekçesi ile sıkıyönetimde yargılanmaktaydım.

Göz göz hücrelerin dışında, devriyeler ve nöbetçi görevliler vardı. Bütün gün aralarında çeşitli eğlenceler düzenlenmekte idiler...

Gelen seslerden, çoğunlukla kağıt oynadıkları, fıkra anlatıp şakalaştıkları anlaşılıyordu. Ve onların aralarındaki konuşmalardan, sık sık -hücrelerdeki sanıkların idam edilecekleri- sözü hücredekilerin kulaklarına ulaşmaktaydı.

Aylardır hücrede olan ve nöbetçi dışında insan yüzü göremeyen sanıklardan bazılarının üstünde derin bir etki bırakmıştı bu durum.

Görevlilerin eğlence konularından en korkuncu, -idamcılık oyunuydu-.

Hazırlanan senaryo gereği bir nöbetçi yüksek sesle, sözgelimi -komutanım 45 nolu esirin idam kararı geldi- diyor ve o hücre açılıp tutuklu dışarı çıkarılıyordu.

Daha sonra sanığa beyaz gömlek giydiriliyor, son sözü, son ihtiyacı soruluyordu...

Denizler'in asılmış olduğu bir dönemdi. Yani Türkiye'de üç insan darağacında can vermişti. Ve artık asılma konusu bir eğlence haline getirilmişti...

Son sözleri sorulan bu masum insan, daha sonra, hazırlanan ilmiğin karşısına getiriliyor. İlmik boynuna geçiriliyordu. Ve yine senaryo gereği bir nöbetçi -infazın yeni bir emirle ertelendiği- haberini getiriyordu.

Sonunda bu acı eğlencenin kahramanı olan işçi; bir gece yarısı korkunç bir hıçkırıkla büyük bir moral çöküntüsüne yuvarlandı.

Onun hücresinde ağlamakta olduğu bir gün hücremden çıkarılmış, Selimiye'ye -Üç Dağa Ağıt- şiirimin yargılanmasına getirilmiştim. Denizlerin öldürülüşleri karşısındaki duygularımın hesabı istenmişti.

O günler, kendi karanlığı içinde geçti gitti.

Geçen sadece günlerdi. Ölümse sadece biçim değiştirdi...


DÖVÜŞE DÖVÜŞE YÜRÜNECEK

Kardeşler!
Sancıyan bir sessizlik bırakıyor geride
birer birer gidenlerimiz: kanlı, hırçın, çıkarsız...
Ve artık, yetmiyor dilde ışıması,
kavranışı sığmıyor koyna;
saplanışlar istiyor elde hançer,
o zifir karanlığın
göğsüne göğsüne saplanışlar.
...

Kardeşler!

Kolları-pazuları
kırıla-ısırıla
damla damla emilen işçiler için;
aşsız-ışıksız,
suyu-samanı yağmalanmış,
bezgin, dayanaksız köylüler için
çağrışan kardeşlerim!
Gece yarılarına kadar grevlerden
haber bekleyenler!
Candaşlarım!
...

Ucu-bucağı göze gelmek ufkuna
nefes nefese varılan bu kavganın
aslı-astarı sadece haklılıktır;
vursa da, usul usul yayılsa da kızıllığı
beyaz örtülere kurşun yaralarının,
balkıyan o sesi dinleyin bağırlarından
eller üstünde gidenlerimizin;
coşkun ve isyankardır
ve direşken ve dövüşkendir onların
halkın kardeşi olan yürekleri.
...

Kardeşler!
Unutmayın! Yolumuz puslu-pusuludur.
Düşmanı sevindirir tökezleyen her adım.
Zorlu bir dönemeçte
düşmanca kaçışanlar da unutulmasın.
Yüreği duralatan bir zehir varsa eğer
o zehri tezelden kusmalı bu kalabalık;
duralamak hayatın yaralarıdır.
...

Bakın! Zırhlarla çevirmiş,
tel örgüler ve taş duvarlarla halkın çevresini;
doğrulsun istemiyorlar bin yıldır ezilenler.
Kardeşler! Hızın, özverinin, hareketin kardeşleri!
Sırdaşlarım!
Bilgi ve dövüşkenlik
bilgi ve dövüşkenlik bizi bekliyor.
Nabzına kulak verin çeliğin,
yağmurun, kayalığın, denizin nabzına kulak verin;
görün, nasıl nefes alıyor sevinç,
sabır nasıl da çarpıntılı.
...

İşte! Alınları çocukların. Barınaklarımız bizim.
İşte! Yas kundağı analar. Sessizce donatıyorlar bizi.
İşte! Gencecik anısı ölenlerin. En canlı yığınaklar bize.
İşte! Ezilenler. Bayraklarımız.
...

Kardeşler! Halkın kardeşleri!
Yoldaşlarım!
Başlayınca bu yolun onurlu yolculuğu
ancak yaşamakla varılan duyguda konaklanır
ve ancak yürüyerek söylenir şarkılarımız,
çünkü adım adım derinleşti ezgisi,
bilekte, dizbağında, dudakta ateşlendi.
Ve koşa-kucaklaya
ve sara-sarmalaya
ve yumruklaya-yumruklaya
haklı ve mazlum olanın uyuşuk omurunu
uyarmak için kuvvetli ve zalime karşı
nice sarp yerden geçildi buraya kadar.
Ve buradan, daha da dikleşerek,
dinmeden-dinlenmeden,
dişe-diş
dövüşe dövüşe yürünecek...

N. Behram


BİR ANDA DENİZLERİN, YUSUFLARIN, HÜSEYİNLERİN MEZARLARI İNSANLA KAYNAŞTI... SIRALAR HALİNDE, BİNLER, ON BİNLER -SAYGI DURUŞUNDA BULUNUYORDU...

Şimdi hücreliklerdeki mahkemenin, senarist yargıcıları, astıkları işçinin beraat etmesi karşısında ne düşünmüşlerdir, bilmiyorum.

Fakat, üç sanığı darağacında can vermiş olan Ankara 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanı Tuğgeneral Ali Elverdi, emekli olduktan sonra AP'ye girmiş ve Büyük Millet Meclisi'nde yeni görevine başlamıştır.

Onun sıkıyönetimindeki günleri ve sıkıyönetim günlerinin sonuçlarını kendine propaganda olarak kullanışına tanık olduk.

Denizgil'in asılışlarının 4'üncü yılında Yeni Asya Gazetesi, Ali Elverdi'nin sıkıyönetim günlerindeki mücadelesinin büyük puntolarla reklamına başladı: -Bir ihtilali önleyen ve anarşistleri yargılayan Ali Elverdi Paşa konuştu- diye duyurusu yapılan -Bu vatana kastedenler- isimli bir yazı dizisi yayınladı.

Sağcı Yeni Asya Gazetesi, sıkıyönetim döneminin bu paşasının yazı dizisi için -Ali Elverdi'nin 28 Ocak 1976 günkü AP ortak grubunda anarşik hadiselerle ilgili genel görüşmede yaptığı konuşma ve basına açık olarak çeşitli yerlerde verdiği konferanslardan- derlenmiş olduğunu söylüyor ve paşanın hayatındaki en büyük reklam konusunu tekrarlıyor: -Bilindiği
gibi Ali Elverdi; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan isimli anarşistlerin hakkında idam cezası vermiştir...-

Ali Elverdi bugün tarafsızlık üzerine yemin ettiği günlerdeki görevinin sonuçlarını belli bir tarafın hizmetinde kullanıyor.

Bir de savunma makamı vardı o dönem mahkemelerinde. Gerçi -Savunma makamı sesini kamuoyuna ne kadar duyurabilirdi?- Bunun tartışmasını yapmak bile komiktir. Oysa çok sayıda avukat, davada savunma görevi almışlar ve gerek sanıklarla görüşmelerinde gerekse resmi kurumlarla ilişkilerinde tarihi bir çaba göstermişler, birçok olay yaşamışlardı... Her biri gerçekten büyük bir namusluluk örneği sergilemişlerdi.

Değerli hukukçu Niyazi Ağırnaslı, hayatının en zorlu günlerini bu dava süresince yaşadı.

Onunla savunduğu insanların ölüm hükmü giyip, darağacında boğularak öldürülüşlerinin 4'üncü yılında yine acı bir günde buluştuk, üç yeni ölümün acısıyla harmanlanan yüreğinde, üç acı daha alevlendirdik...

Görüşmeye gittiğim gün, Ankara'da Hakan, Burhan ve Esari isimli üç devrimci genç faşistlerce kurşunlanmış, öldürülmüşlerdi.

Deniz, Yusuf ve Hüseyin için geldiğim Ankara'da, Niyazi Ağırnaslı ile aramıza bıçkılanmış üç yeni fidan düşmüştü. Acılar birbiriyle buluşuyordu.

Uzun süre, Niyazi Ağırnaslı ile konuşup konuşmamayı düşündüm. Onun çok duygulu ve incelmiş kişiliğinin, Ankara'daki son olayla örselenmiş olabileceğini, Denizleri hatırlatmanın onu daha da üzeceğini düşündüm durdum.

Sonunda yine Denizlerin avukatlarından olan Orhan İzzet Kök'ten, Niyazi Ağırnaslı'ya birlikte gitmemizi istedim.

Aynı şey o gece Yusuf Aslan'ın baba ocağında da yaşandı. Sevgili anası -Yusuf-unu anlatırken televizyon o gün Ankara'da faşistlerin öldürdüğü üç devrimci gence ilişkin haberi veriyordu. Onlardan, Yusufların mezarına gitmemizi isteyecektim. İsteyemedim bunu.

Ve bir gün sonra, Ankara'yı bir ucundan bir ucuna çalkalayan bir kalabalığın arasında, Karşıyaka Mezarlığı'na doğru yürüdüm. On binlerce insan yeni bir canı daha toprağa vermeye gidiyordu.

Yine bahar çiçeklerinin dalları zorladığı bir aydı; yine Ankara'da ve yine üç ölüyle...

Saatlerce süren bir yürüyüşten sonra, mezarlığa dönen yokuşun başına geldiğimde, beynimde birden Cemil Gezmiş'in anlattıkları ışıldadı. Onların 6 Mayıs sabahındaki günlerini hatırladım.

Sonra Karşıyaka Mezarlığı kapısından mezarlığa doğru akan kalabalık, bir anda öbek öbek mezarlar başında toplandı. Bir anda Denizlerin, Hüseyinlerin, Yusufların, Mahirlerin, Hüdailerin... mezarları insanla kaynaştı. Sıralar halinde binler on binler saygı duruşunda bulunuyordu...

Hangi mezarın başına vardımsa tanıdık bir isim vuruyordu gözüme, mezar taşında... Mahir. Saffet.. Hüdai... Ve ilerde üç insan grubu... Deniz, Yusuf, Hüseyin'in başındaydı...

Sırayla geçtiler mezarların önünden. Hakan, Burhan ve Esari'nin resimleri ve onlara gelen çelenklerin çiçekleri kondu Deniz'in, Yusufun, Hüseyin'in, Mahir'in, Saffet'in, Hüdai'nin üstündeki toprağa...

Ve sonra, faşistlerin alçakça öldürdüğü Hakan'ın genç körpe canı da toprağa; toprağın sıcaklığına; toprağın sıcaklığında boy veren fidanlara emanet edildi...

Erdemleri rehberimiz;

Anıları yolumuza ışık olsun...


1'İNCİ THKO DAVASI VE SONUÇLARINA İLİŞKİN GÖRÜŞLER

(Davaya ilişkin görüşler 1962 Anayasası'na göre yorumlanmıştır.)

(Bu yazılar Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının davasına ilişkin olarak
Nihat Behram'ın sorularına, hukuk ve bilim adamlarının verdiği yanıtları
içermektedir.)


FAŞİST UYGULAMALARI, TARİH KİMSENİN GÖZÜNÜN YAŞlNA BAKMADAN DEĞERLENDİRECEKTİR...

Avukat Niyazi AĞIRNASLI

Üç genç insan asıldı. Yüzlercesi de 6-7 yıl içinde kurşunlanıp öldürüldü. Bu faşist uygulamaları tarih kimsenin gözünün yaşına bakmadan değerlendirecektir kuşkusuz ve o zaman da gerçek suçlular tek tek günışığında sergilenecek ve ölmüş olanlar bile tarihin yargısından kurtulamayacaktır. Yürürlükteki yasalara göre bu üç genç insan, suç işlemişlerdi amma bu suçlarına verilebilecek cezanın İDAM olmaması
gerekirdi inancındayım. Türkiye'deki Ağırceza Mahkemeleri'nin hiçbirinden bu gençler için idam hükmü çıkmaz, ya da en azından böyle bir karar Yargıtay'dan geçmezdi. Bunun içindir ki 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi'ne ilk yaptığımız itiraz göreve ilişkin oldu. -Anayasa uyarınca sanık müvekkillerimizin tabii hakimler önüne çıkarılması gerekir. Kuruluşu
tabii olmayan, tayinle görev yapan kimselerin tarafsız adaletine inanıp güvenmek mümkün değildir. İdarenin kontrolü, denetimi altındaki bir kurulsunuz. İktidar istediği anda sizlerden istemediğini başka göreve atayabilir, hatta mahkemeyi ilga edebilir. Ta ki istediği biçimde kararları verecek kurulları meydana getirmiş olsun. Bu nedenlerle görevsizlik kararı vererek davaları tabii hakimlere sevkediniz, özeti içindeki itirazları duruşmalara başlamadan yaptık ve bu mahkemelerin kuruluşlarındaki anayasaya aykırılığı da geniş açıklamalarla belirterek konuyu Anayasa Mahkemesi'ne götürme girişiminde bulunduk. Bu isteklerimiz, doyurucu
ve ciddi gerekçelere dayanmaksızın reddedildi. Bundan sonra savunma avukatları tabii hakimler karşısındaymış gibi delillerin toplanmasında, savunmalarımızın özellikle hukuksal açıdan noksansız olmasına çalıştık.

HÜSEYİN İNAN'la arkadaşları T.C.K.'nın 146'ıncı maddesine uyan suçlardan mahkemeye sevk edildiler ve bu maddenin değişik fıkralarından hüküm giydiler. 146'ıncı madde: -Türkiye Cumhuriyeti, Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun tamamını veya bir kısmını tağyir, tebdil ve ilgiya ve bu kanun ile teşekkül
etmiş olan Büyük Millet Meclisi'ni iskata veya vazifesini yapmaktan men'e cebren teşebbüs edenler...- der. Burada iki suç söz konusudur. Bunlardan birincisi anayasayı bütünüyle veya kısmen tağyir, tebdil ve ilga suçudur. Çeşitli vesilelerle anayasaya saygı yürüyüşleri düzenleyen devrimci gençlerin anayasayı tağyir, tebdil ve ilgayı kasdettiklerini kabule imkan
yoktur ve anayasanın 1971'den sonraki tağyir ve tebdilinin sorumluluğuna da gençlerin katılmadığı bilinmektedir. Anayasanın icabi ve selbi olmak üzere birincisi D.P. iktidarı, ikincisi ise TALAT AYDEMİR ve arkadaşları tarafından ihlaline cebren teşebbüs edildiği uygulamada saptanmıştır. Kuvvetler ayrılığı sistemi içinde yer alan üç güç kaynağından birinin veya her üçünün, yani YASAMA, YARGI, YÜRÜTME organlarının vazife göremez hale getirilmesi, ya da buna cebren teşebbüs olunmasıyla suçun manevi unsuruna vücut verilmiş olur. YÜRÜTME gücünün yargı bağımsızlığını, özellik ve öncelikle siyasi amaçlarla, yok etmesi, yahut denetim altına alması, anayasanın iktidar partisi tarafından ihlalidir.

D.P. örneğinde bu ve aynı zamanda parlamento çoğunluğunun azınlığa egemen olması gerçekleşmiş ve birçok anayasa suçu işlenmiştir. Parlamentonun kararı olmaksızın Kore'ye asker gönderilmesi, A.B.D. ile yapılan ikili anlaşmalar, Basını, fikir özgürlüklerini tam baskı altına almayı amaçlayan TAHKİKAT KOMİSYONU kurularak Yargı gücünün işlerine
müdahale edilmesi... gibi. Talat Aydemir örneğinde ise ordu birlikleri, parlamentoya ve icra kuvvetine karşı harekete geçirilmiş ve anayasanın ihlaline, hem de tam derecede teşebbüs olunmuştur. Esas hakkındaki mütalaada, 18 devrimci gencin eylemlerinin anayasayı ihlal kasdını taşıdığı iddia edilmiş ve fakat hangi eylemin bu kasda vücut verici nitelik taşıdığından bahsedilmemiştir. Şu halde kasdın niteliğini belirlemekte sanık gençlerin beyanları ve savunuları ile tek tek eylemleri değerlendirilmek gerekirdi ve bu değerlendirmede objektif olunmalıydı. 1 No'lu THKO davasında sanık 18
genç, eylemlerini saklayıp gizleme gereği duymaksızın ve amaçlarını da belirleyerek açıklamışlardır. Hatta ABD Büyükelçiliği'nin köşesindeki kulübede nöbet tutan polislerin kurşunlanmasının, aleyhlerine tek delil olmadığı halde bu fiili de kendilerinin işlediğini ifade edecek kadar açık yürekli davranmışlardır. Deniz Gezmiş ve arkadaşları ABD'nin Türkiye'yi
ve sömürdüğü, yarı bağımlı hale getirdiği, bu nedenle ABD emperyalizmine karşı savaşmak gerektiği inancındaydılar ve ne kadar zorlanırsa zorlansın bu hedefe varmak için koydukları eylemlerde anayasayı ihlal kasdının aranması
olanaksızdı.

1 No'lu Sıkıyönetim As. Mahkemesi'nin idam kararından hemen sonra ceza hukuk otoritesi bir profesör dostumla görüştüm. Kararı -KORKUNÇ- olarak vasıflandırdı. Büyük bir adli hata işlendiğini, bağımsız ve güvencelere sahip tabii hakimlerin böyle bir hükme varmaları olanaksızdı, dedi. Dava konusu suçlarda gerek maddi ve gerekse manevi unsurların noksan olduğunu, iddia edilen suçu işlemeğe elverişli vasıtaların ve maddi gücün varlığını iddiaya bile olanak olmadığını, bizim teknik savunmamız paralelinde anlattı.

Bağımsızlıkları iddia edilmese bile, mahkemeyi, bu safhada şimdilik Askeri Yargıtay'ı uyarmak için bilimsel bir makale yazmasını önerdim. Hatırlarlar sanırım. Bana bu hususta da söz vermişti amma sonraları böyle bir seri makaleye fırsat bulamadı. YASAMA, YÜRÜTME ve YARGI kuvvetlerinin varlığını gerektiren devlet hakimiyetinin, topları, tankları, jetleri ve yüz binlerce eğitim görmüş askeri ve komutanlarıyla birlikte 18 gencin tabancaları ve belki de 3-4 tüfeğiyle, hem de Nurhak Dağları'ndan yok edilebileceği kabul edilerek adalet tarihimiz için pek de övünülemeyecek olan İDAM KARARI verilmiş oldu. Askeri Yargıtay'da Kemal Paşa'yla sayın Nahit Saçlıoğlu'nun 3 gencin idam kararlarına ilişkin MUHALEFET ŞERHLERİ övünülecek değerde bilimsel ve tam anlamıyla tarafsız ve cesur bir belgedir. Türlü baskılara, tehdit mektuplarına göğüs gererek sadece vicdanlarını hareket halinde bulunduran bu değerli hukuk adamlarını burada saygıyla anmak isterim.

İdam kararı aleyhine, infazların yapılmış olmasına rağmen, bir İADEİ MUHAKEME yolunu soruyorsunuz. İadei muhakeminin yasal koşullarının mevcud olup olmadığı araştırılabilir ve herhalde bu büyük hatanın kamuoyunda öncelikle ıslahı gereğine inanıyorum. T.H.K.O. davasının teknik
savunmasında en çok emeği geçen Avukat arkadaşım Zeki Oruç Erel'in bu konuya ilişkin görüşlerinin kamuoyuna yansımasında yarar görürüm.


SİYASAL YARGILAMALARDA HÜKÜM VERENLER ÇOĞU KEZ
HEM DAVACI HEM DE YARGIÇ DURUMUNDADIRLAR

Orhan APAYDIN

6 Mayıs 1972 günü şafağında, yaşamlarının ilkbaharında üç genç adam, 25 yaşlarında Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan, 23 yaşında Hüseyin İnan, Ankara Kapalı Cezaevi'nin avlusunda darağacına çıkarıldılar ve boyunlarına geçirilen iplerle boğularak idam edildiler. Siyasal tarihimizde olduğu kadar adalet yaşamımızda da önemini koruyan ve etkilerini sürdüren bu olay, Nihat Behram'ın şiirsel üslubuyla belgesel bir anlatıma kavuşmuştur. Olayın hukuksal irdelenmesi de bizden istenmektedir.

Üç genç adamın boyunlarına ipi geçiren cellat, yargı organı içinde yer alan bir mahkemenin, yasama organı içinde yer alan bir mahkemenin, yasama organınca onaylanan kararını yerine getirmiştir. Biçimsel açıdan cellatın boğarak öldürme eylemi hukuka uygundur. Sokrat'ın baldıran zehiriyle öldürülmesi de hukuka uygundu. Her şafak, Şah'ın kurşuna dizdirdiği
İranlı devrimcilerin, geçen yıl İspanya'da Franco'nun öldürttüğü gençlerin biçimsel bakımdan hukuka uygun mahkeme kararlarıyla yaşamlarına son verilmiştir. Vietnamlı yurtsever Nuguyen Van Troi de, vatan haini bir iktidarın
kurdurduğu mahkeminin kararıyla ölüme mahkum edilmişti.

Demek istediğimiz şu:

Siyasal yargılamalarda verilen kararların biçimsel hukuka uygunluğu, kamu vicdanını tatmin etmeye yetmemektedir. Halkın ve tarihin hükmü çoğu kez mahkeme kararlarını geçersiz kılmakta mahkum edilenlerin değil, mahkum edenlerin suçlanmasına yol açmaktadır.

Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının idam edilmelerinde de aynı kural geçerlidir. Suçlu görülenlerin eylemleriyle, verilen ceza arasında oranın değerlendirilmesi subjektif görüşlerle ve salt biçimsel hukuk açısından yapılamaz. Yargılanmanın biçimlere ve yargılamayı etkileyen koşullar elbette hükmün değerlendirilmesinde etkili olacaktır. Ama bunlar olağanüstü nitelikte olmasaydı bile, tarihin akışı içinde, verilen hükümler gene de haksız ve adaletsiz kalabilir, -suçlu- görülenler -kahraman- mertebesine çıkabilirdi.

Siyasal yargılamalarda hüküm verenler çoğu kez hem davacı hem de yargıç durumundadırlar. Gerçekten yargıçların da siyasal, toplumsal ve ekonomik düzeni yaratan ve süregelmesini savunan görüşleri benimsemeleri mümkündür. Kendi ideolojik anlayışlarının karşısına çıkanların yargılanmasında (şartlandırılmış) kafalarının etkisinde kalmamaları olanaksızdır. Başka bir deyimle yargıçlar çoğunlukla siyasal davalarda
tarafsız kalamazlar. Kendileri de sanıkların eylemlerinden şikayetçi ve davacıdırlar. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının davasında mahkeme başkanlığı görevini yapan yargıcın, politika hayatına atıldıktan sonra söylediği sözler ve belirlediği siyasal davranış bunun açık bir kanıtını oluşturmaktadır.

Olağanüstü bir ortamın, olağanüstü sayılabilecek bir mahkemesi tarafından, olağandışı yasal yollardan yorumlarla verdiği idam kararlarının, yargılamanın iadesi yoluyla düzeltilmesi yolu, Deniz Gezmiş ve arkadaşları için söz konusu edilemez. Gerçekten, biçimsel hukuk kuralları ve prosedürü, bu davanın halkın ve tarihin kabul edebileceği bir sonuca ulaşmasına olanak veremez. Biçimsel ve yürürlükte olduğu sürece, devletin zorlama gücü ile geçerli yasalar, tarihsel gelişme içinde, bu geçerliliklerini esasen yitirirler. Toplumsal altyapının değişikliğine paralel olarak belirlenen hukuk ilkeleri,
kendisine ters yasaları, sonuçlarıyla beraber, ortadan kaldırmaktadır. Bu gelişme, yargılamanın iadesine gerek kalmadan, özde haksız yargıları da silmekte, suçlu görülenleri kahraman, hükmü verenleri ise suçlu ilan etmektedir. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının davası da hukukun bu değişmez
diyalektiğine bağlıdır. Verilen kararlar doğru mu, yanlış mı, bunun kesinlikle saptanması, tarihsel gelişme içinde aydınlığa kavuşacaktır. Yargılamayı iade ettirecek ve en doğru hükmü verecek tek hukuksal güç ve yol, tarihsel gelişme içinde aranmalıdır.

Bugün için olayın değerlendirilmesi ise darağacında can veren üç genç adamın geride bıraktıkları üzerinde yapılabilir.

Bunlar nelerdir? Bu sorunun ilk yanıtını Nihat Behram veriyor:

-Son ana kadar onuru koruyanlar yaşayacak
Söylenecek son söz kahramanca olmalıdır-

Onlar, suç sayılan eylemlerinin neden ve amaçlarını, ölüm cezası tehdidi altında ve cezaevindeki hücrelerinde yazdıkları savunmalarıyla açıklamışlardır. Bu savunmada, Türk toplumunun tarihsel gelişimi, bilimsel ölçülerle irdelenmiş ve ülkenin bugünkü sorunları kendilerine göre saptadıkları çözümlerle ortaya konmuştur. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının
savunmaları, olayın bizce, bugün için değerlendirilmesi gerekli en önemli belgesini oluşturmaktadır.

Onların geride bıraktıkları arasında bir de şu vardır:

Yürekli olabilmek ve her şeyi siyasal savunmaya tabi kılmak, miting söylevleri vermek ya da yargıçlara hakaret etmek değildir. Onlar, iddianameye karşı düzenledikleri ayrıntılı savunma ile; tarihin kendileri hakkındaki hükmünün dayanağını vermeyi başarmışlardır.


ASIL YARGILAMA; 6 MAYIS 1972 ŞAFAK VAKTİ HALKIN VİCDANINDA
YENİDEN BAŞLAMlŞ VE DEVAM ETMEKTEDİR

Av. Zeki ORUÇ EREL

-Hiç kimse, tabii hakiminden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi tabii hakiminden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaz.-

(Anayasanın, 12 Mart döneminde geçirdiği gerici nitelikteki değişiklikten önceki, 32'inci maddesi.)

Anayasanın 32'inci maddesini yukarıya almamızın nedeni; Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının davasına nasıl bir merciin baktığını, davayı gören Sıkıyönetim Mahkemesi'nin -tabii hakim- ilkesine uygun bir merci olup olmadığını, -tabii hakim- şartının niçin bir -anayasal kural- olarak düzenlendiğini, bu davada bu kurala neden uyulmadığını, davanın ceza adaletini gerçekleştirmek amacına yönelik bir dava olarak mı görüldüğünü, yoksa; bir politikaya hukuki kılıf geçirmek ve -hukuk-u bu politikanın aracı olarak kullanmak için mi yürütüldüğünü, kısada olsa, incelemek içindir.

-Tabii hakim- kavramı; herkesin kanun önünde eşitliği ilkesinden kaynaklanır ve -kişi güvenliğinin baş şartı-nı teşkil eder. Suç ve suçlu belli olduktan sonra, sırf o suçun, niteliğini tayin ve suçluları yargılamak için kurulmuş olan mahkemeler; tabii mahkeme, bu mercilerde görev alan kişilerde tabii hakim, değildir. Bu gibi mercilere -olağanüstü merciler- denir. İşte, anayasanın; -Hakların Korunmasıyla İlgili Hükümler-i içinde yer alan 32'inci maddesi; suç ve suçlu belli olduktan sonra, o suçun suçlularını yargılamak için kurulacak
olağanüstü mercileri kesinlikle yasaklamıştır.

Bu yasaklamaya rağmen, esasen Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülmesi gereken Deniz ve arkadaşlarının davası, başkan ve üyeleri yürütme organınca atanan ve her an görevden alınabilen Sıkıyönetim Mahkemesi'nde görülmüştür.

Bilindiği gibi, Denizlerin eylemleri; sıkıyönetimin ilanından 2-4 ay önce meydana gelmiş, haklarında Ankara Cumhuriyet Savcılığı'nca soruşturmaya geçilmiş, dava güvenlik nedeniyle Kayseri'ye nakledilmişti. Cumhuriyet savcıları, fiilleri karşılıyan T.C.K.'nın değişik maddelerinin ihlali nedeniyle;
banka soymak, adam kaçırmak vb. sebeplerden ceza soruşturmasını
yürütmeye başlamışlar ve söz konusu maddelerin ihlali nedeniyle tutuklama taleplerinde bulunmuşlardı. Kısaca; T.C.K.'nın 146'ncı maddesi soruşturmanın başında kesinlikle düşünülmemişti. Şüphesiz, bu maddenin varlığından Cumhuriyet Savcıları da haberdar idiler. Ancak; kanuni unsurlarının yokluğu nedeniyle, 146'ncı maddenin olaya uygulanması
ceza hukuku açısından o kadar imkansızdı ki; başta bu maddenin hiç düşünülmemiş olması, haliyle, anlaşılabilir bir şeydir.

Deniz, Yusuf, Hüseyin ve arkadaşlarının T.C.K.'nın 146'ıncı maddesi ile yargılanmalarının, bizce, ancak bir tek nedeni vardı; o da, bu maddenin sabit cezalı olması ve ölüm cezası hükmünü taşımasıydı. Zira, kendilerine onlarca yıl hapis cezası verilebilir, fakat başka hiçbir maddenin uygulanmasıyla
idam cezası istihsal edilemezdi.

Belirtmek gerekir ki, Deniz, Yusuf, Hüseyin ve arkadaşları bu durumu hemen anlamışlardı. Duruşmanın daha ilk gününde, bu konuda Hüseyin şöyle diyordu:

-İddianameyi okuduğum zaman cezanın suça değil, suçun cezaya uydurulmaya çalışıldığını gördüm. Cezamızı biraz önce bahsettiğim pazarlık tayin edecektir. Böyle bir pazarlığın bize reva göreceği cezayı bağımsız yargı organlarında uygulamak zor olduğu için Sıkıyönetim Mahkemeleri'ne çıkartılıyoruz. Haklı olarak belirtiyorum; iddia makamını muhatap olarak almıyorum ve mahkemeyi bağımsız yargı organı kabul etmiyorum.-

Ayrıca; davanın politik niteliğine rağmen, anayasa ve ceza hukuku ilkelerinin de, hükümde önemli etkisi olabileceği yolundaki avukatlarının görüşlerine, bence, hiçbir zaman katılmamışlar; davanın, mutlaka ve sadece politik etkenlerle sonuçlanacağına olan inançları hiç değişmemişti. Olaylar, onları haklı çıkardı.

Şüphesiz, sadece zevk maddesine bakarak, davadan politik sonuçlar elde edilmek istendiği sonucunu çıkarmıyoruz. Fakat, gerek yargılama süresince takınılan tavır, gerekse yargılama dışında; anayasa ve yasaların kişiye güvence sağlayan hükümlerinin ayaklar altına alınmasıyla uygulanan bir dizi faşizan tedbir ve sonuç; hukuk'un ve hukukun üstünlüğü ilkesinin değil; Deniz'in, Yusuf'un, Hüseyin'in şahsında halkın üzerinde baskı, korku ve terör yaratmak amacına dayalı, gerici egemen sınıfların politikasının, davaya damgasını vurduğunu bize göstermektedir.

O dönem yaşanalı daha çok olmadı, hemen hepimiz hatırlamaktayız.

Kamuoyunu tek taraflı oluşturmak için radyo ve televizyon faşist ideolojinin emrine verilmiş, onlarca sayfa tutan iddianameler radyodan günlerce okutulmuş, buna karşılık yargılananların sorgu ve savunmalarından tek kelimeyle söz edilmemiştir.

Gazeteler kapatılma tehdidi altında tutulmuş, tarafsız görev yapmaları engellenmiştir.

Duruşmaları izleyip, basın, radyo ve televizyona haber kaynaklığı yapan Anadolu Ajansı muhabiri; bazı sıkıyönetim savcılarıyla görüşüp, ancak onların onayını aldıktan ve onların istediği biçime soktuktan sonra, duruşmalar hakkında bilgi vermiştir.

Duruşmaların açıklığına rağmen, duruşma salonuna sadece sınırlı sayıda sanıkların yakınları, üstelik her gün yerine getirilmesi ne kadar zor, adeta eziyet teşkil eden usullerle, alınmıştır.

Kararların meclislerde görüşülmesinde, egemen sınıf partilerinin onları bir an önce asmak için gösterdikleri iştahlı tavır, toprak ağası yaşlı bir senatörün konuşmasında dile gelen; -bunları yargılamaya bile gerek yok, hepsini kurşuna diziverelim, olsun bitsin- yolundaki hukuk ve adalet anlayışı
ve mahkeme başkanının bugünkü demeçleri; davaya neyin damgasını vurduğunu herhalde ortaya koymaktadır.

Bütün bunlar, hepimizin gözü önünde olan ve resmen belgelenen gerçeklerdir. Üç genci sehpaya göndermek için, kapalı kapılar ardında olup bitenler de, şüphesiz namuslu insanlarca ortaya konulacak ve bir gün mutlaka öğrenilecektir.

İnfazlardan günümüze 4 yıl geçmesine rağmen, ilk defa; -DENİZ GEZMİŞ DAVASINA YENİDEN BAKILABİLİR Mİ?- sorusunun ortaya atılmasının; -hukuk-, -adalet-, -vicdan- ve -çağdaş insan- gibi bazı mefhumlara yürekten inananlar karşısında da, bu sözcükleri kişisel çıkar ve yaşamlarının birer aracı olarak görenler karşısında da; namuslu olmanın gereğinin yerine getirildiğine olan kesin inancımızla birlikte;

Bizce, asıl yargılama; onları asanların, davanın ve sonuçlarının bittiğini, kapandığını sandığı anda; 6 Mayıs 1972 şafak vakti, halkın vicdanında yeniden başlamıştır.

Gerçekler günışığına çıktıkça, dava hakkında son ve kesin hükmü, en yüce yargıç; halkımız verecektir.
 

1      2      3      4      5