...................
TEK GÖZLÜ ADAM
BURUN
KÖPEK VE AT
KISKANÇ
İYİLİK YARIŞI
VEZİR
KISKANÇLIK
DÖVÜLEN KADIN
Voltaire
Sadık ve Safdil
Çeviri: Bekir Karaoğlu
                         
...................
 
...................

"Düşüncelerinize katılmıyorum; fakat onları söyleme hakkınızı sonuna kadar savunacağım."
Voltaire

"Hiç bir zaman anlayamayacağım düşünceleri bana kabul ettirdiği için onu asla bağışlamayacağım."
İmparatoriçe Eugenie

"Bu adamı kimse susturamayacak mı?"
Kral XV. Louis



Melik Moabdar zamanında Babil'de Sadık adında zengin ve eğitim görmüş bir genç adam yaşardı. Zengin ve genç olmasına karşın duygularına gem vurmasını ve büyüklenmemeyi bilen bu adam her zaman haklı olmaya çalışmıyor ve insanların zayıf yanlarına saygı gösterebiliyordu. İnsanlar ona şaşıyordu, çünkü zekâ ve ekin düzeyi elvermesine karşın, bilisiz yargılara, belirsiz sözlere, kaba şakalara ve o zamanlar Babil'de söyleşi adı altında yapılan kuru gürültüye Sadık hiç tepki göstermezdi. Zerdüşt'ün birinci kitabından öğrenmişti: büyüklenme, iğne batırınca fırtınalar çıkaran hava dolu bir tuluma benzer. En önemlisi, Sadık kadınları aşağı görmek ve onları baskı altında tutmakla övünmüyordu. Eli açıktı; iyilik bilmezlere de vermekten korkmuyordu, çünkü yine Zerdüşt'ün öğretisine göre davranıyordu: Seni ısıracak olsalar bile, sen yerken köpeklere de yedir. Bilge kişilerle bir arada olmaya çalıştığı için, onlar kadar bilge sayılırdı. Doğa konusunda Keldanilerden kalan fizik ilkelerini biliyordu, metafizik konusundaysa tüm zamanlarda herkesin bildiğini, yani pek az şey öğrenmişti. O zamanlar geçerli olan düşüncenin tersine, bir yılın üç yüz altmış beş gün altı saat olduğuna ve dünyanın güneş çevresinde döndüğüne inanıyordu. Kentin ileri gelenleri ona kötü düşünceler taşıdığını, yılın on iki ay olduğuna ve güneşin merkezde olduğuna inanmakla devlete düşmanlık ettiğini söylediklerinde o, öfkelenmeden ve büyüklenmeksizin susuyordu.

Böylece Sadık, zenginliğine, dostlarına, sağlığına, sevimli yüzüne, ılımlı ve akılcı düşüncesine, içten ve soylu yüreğine güvenerek mutlu olabileceğine inandı. Babil'de güzelliği, soyluluğu ve servetiyle ünlü Samira ile nişanlandı. Ona erdemli bir sevgiyle bağlıydı; Samira ise Sadık'ı tutkuyla seviyordu. Evleneceklerine yakın bir gün, Fırat kıyılarında palmiyelerle süslü Babil kapılarından birinin yakınlarında kol kola gezinirken, kılıç ve oklarla kuşanmış bir öbek adamın yaklaştığını gördüler. Bunlar, vezirlerden birinin yeğeni olan Orcan'ın adamlarıydı. Kendi dalkavuklarınca her şeyi yapabileceğine inandırılmış olan Orcan, Sadık'ın tersine, erdemden ve incelikten nasibini alamamış bir adamdı. Kendini o kadar beğenirdi ki, Samira'nın kendisini seçmemiş olmasından duyduğu kıskançlığı Samira'ya karşı beslediği bir sevgi sanıyordu. Adamlarına onu kaçırmalarını söylemişti. Adamlar Samira'yı yakalamak istediler; çıkan kargaşada Samira'yı yaraladılar ve sevgilisinin kanını akıttılar. Kızın çığlıkları gökleri sarsıyordu: "Sevgilim! Beni sevdiğimden ayırıyorlar!" Kendi karşılaştığı tehlikeyi umursamadan sevgilisi Sadık'ı düşünüyordu. Bu arada Sadık onuru ve aşkının verdiği güçle genç kızı savunuyordu. İki kölesinin yardımıyla saldırganları kaçmaya zorladı; sonra baygın ve yaralı Samira'yı evine götürdü. Genç kız gözlerini açtığında kurtarıcısını gördü: "Ey Sadık! Seni kocam olarak seviyordum; şimdi yaşam ve namusumun kurtarıcısı olarak seviyorum." Hiçbir yürek Samira'nınki kadar duygulanamaz, hiçbir ağız en büyük iyiliklerin ve en namuslu sevginin esinlediği duyguları bu kadar dokunaklı söyleyemezdi. Samira'nın yarası hafifti, kısa sürede iyileşti. Sadık daha kötü yaralanmıştı; gözünün kıyısına gelen bir ok, derin bir yara açmıştı. Samira sevgilisinin iyileşmesi için sürekli yakarıyordu. Gece gündüz gözleri yaşlı, Sadık'ın gözünün iyileşeceği günü bekliyordu. Fakat, yaralı gözde çıkan bir çıban durumu ciddileştirdi. Memfis'te büyük hekim Hermes'e haberciler gönderildi. Hekim kalabalık yardımcılarıyla geldi, hastayı inceledi ve gözünü yitireceğini söyledi. Üstelik bu yıkımın ne zaman olacağını da belirtti: "Eğer sağ göz olsaydı kurtarabilirdim; ancak, sol göz yaralarını iyileştirmek olanaksızdır." Tüm Babil halkı, Sadık'ın yazgısına üzülürken Hermes'in bilgisine de hayran kaldı. İki gün sonra çıban kendiliğinden patladı; Sadık tümüyle iyileşti. Hermes, niçin iyileşmemesi gerektiğini kanıtlayan bir kitap yazdı. Sadık bu kitabı okumadı; dışarı çıkacak duruma gelince, mutluluğunun kaynağı ve gözleriyle bakmaya değer gördüğü tek şey olan sevgilisini ziyaret etmek için hazırlandı. Samira üç gündür kent dışındaydı. Sadık yoldayken bu hanımın tek gözlülerden nefret ettiğini ve aynı gece Orcan'la evlendiğini öğrendi. Bu haberi işiten Sadık bayıldı; acısı onu ölümün eşiğine getirdi, uzun süre hasta yattı. Sonunda aklı acısına üstün geldi; hatta duyduğu iğrenmeyle avunmasını bildi.

"Madem ki saray eğitimi görmüş bu soylu hanımın alçakça bir kaprisiyle karşılaştım, öyleyse bir halk kızıyla evleneyim." dedi. Kentin en olgun ve iyi yetiştirilmiş kızı olan Azora'yı seçti. Onunla evlendi ve bir ay süreyle mutlu bir yaşam sürdüler. Fakat Sadık karısında biraz hafiflik sezer gibi oldu; Azora en akıllı ve erdemli gençlerin en iyi giyinenler olduğuna inanıyordu.


BURUN

Azora bir gün gezintiden eve öfkeyle döndü: Sadık ona "Sizi böyle kızdıran nedir, sevgili eşim?" diye sordu. Karısı "Benim tanık olduğum olayı siz de görseniz çok kızardınız," dedi, "Bir süre önce genç kocasını yitiren Hüsrev'e baş sağlığına gitmiştim. Bu kadın kocası için ırmak kıyısında bir mezar yaptırmıştı. Tanrılara yakarılarında, ırmak burada aktıkça kocasının mezarı başında olacağına söz veriyordu." Sadık, "İşte kocasını gerçekten sevmiş olan saygıdeğer bir kadın!" deyince, Azora "İyi ama, ben gittiğimde ne yapıyordu, biliyor musunuz?" dedi, "Irmağın yatağını değiştirmeye uğraşıyordu!" Azora genç dula verdi veriştirdi ama, bu erdem ve namus gösterisi Sadık'ın pek hoşuna gitmedi.

Sadık'ın Kadir adında bir arkadaşı vardı; Azora bu arkadaşının ötekilerden daha dürüst ve akıllı olduğunu söylerdi. Sadık karısının bağlılığını denemek için bu arkadaşıyla bir plan yaptı ve ağzını sıkı tutması için ona büyük bir armağan verdi. Azora kent dışında bir arkadaşını iki günlük bir ziyaretten döndüğünde hizmetçiler, kocasının ansızın öldüğünü, ona bu acı haberi iletmeye cesaret edemediklerini ve Sadık'ı bahçedeki atalarının mezarının yanına gömdüklerini söylediler. Genç kadın ağladı, saçını başını yoldu, ölmek istediğini haykırdı. Akşam üzeri Kadir geldi ve onunla birlikte ağladı. Ertesi gün biraz daha ağladılar ve birlikte öğle yemeği yediler. Kadir ona, arkadaşının mirasının büyük bölümünü kendisine bıraktığını ve isterse bu serveti onunla paylaşmaktan mutlu olacağını söyledi. Genç kadın ağladı, öfkelendi, sonra yumuşadı. Akşam yemeği öğlenkinden daha uzun sürdü; konuşmaları daha içten oldu. Azora öleni övdü, ancak birçok eksiği olduğunu, Kadir'de bu eksiklerin olmadığını söyledi.

Yemek ortasında Kadir şiddetli bir karın ağrısına tutuldu; telaşa kapılan genç kadın tüm kokularını getirterek karın ağrısına iyi gelen birini denemek istedi. Büyük hekim Hermes'in Babil'de olmayışından yakınarak, Kadir'in ağrıyan yerine eliyle dokundu: "Çok canınız yanıyor mu?" diye sordu. Kadir ona "Bazan ölecekmişim gibi oluyor," dedi "Ama bana iyi gelen bir ilaç var: Yeni ölmüş bir adamın burnunu ağrıyan yerime sürmek." "Ne tuhaf bir ilaç bu?" dedi Azora. "Arnou Efendi'nin inmelere karşı önerdiği keselerden (1) daha tuhaf değil." dedi Kadir. Bu gerekçeye genç adamın akıllı oluşunu da ekleyen genç kadın kararını verdi: "Rahmetli kocam yarın Sırat köprüsünden geçerken, burnu biraz kısa olsa Azrail ona daha mı az yol verecektir?" diye düşündü. Azora bir bıçak alıp kocasının mezarına gitti; önce biraz ağladı sonra boylu boyunca yatan Sadık'ın burnunu kesmek için yaklaştı. Sadık doğruldu ve bir eliyle burnunu tutarken ötekiyle bıçağı aldı: "Hanım, Hüsrev kadını eleştirmeyin," dedi. "Burun kesmenin bir ırmağın yatağını değiştirmeden ne ayrımı vardır?"


KÖPEK VE AT

Sadık, Zind kitabında yazıldığı gibi, evliliğin ilk ayının balayı, ikincisinin de zehir ayı olduğunu anladı. Bir süre sonra, birlikte yaşamak zorlaşınca, Azora'yı boşadı ve mutluluğu doğayı incelemekte aradı. "Tanrı''nın gözümüzün önünde açtığı bu büyük kitabı okuyan bir filozof kimbilir ne kadar mutludur," diyordu. "Bulduğu gerçekler onun olur; ruhunu besler ve yüceltir; erinçle yaşar; insanlardan korkmaz; sevgili eşi burnunu kesmeye gelmez."

Bu düşüncelerle dolu olarak, Fırat kıyısında bir kır evine çekildi. Orada, köprü kemerleri altından bir saniyede ne kadar su aktığını incelemedi ya da fare ayında yağan yağmurun koyun ayındakinden ne kadar fazla olduğunu merak etmedi. Örümcek ağlarından ipek, kırık şişelerden porselen yapmayı denemedi; fakat özellikle hayvan ve bitkileri inceledi. Kısa zamanda o kadar şey öğrendi ki öteki insanların bakıp da göremediği yerde binlerce ayrıntı görebiliyordu.

Bir gün korulukta gezerken, melikenin harem ağasının telaşla ve peşinde birçok görevliyle koşuştuğunu gördü. Hepsi de en değerli şeyini yitirmiş gibi oraya buraya koşuyorlardı. Haremağası Sadık'a sordu: "Delikanlı, melikenin köpeğini gördün mü?" Sadık usulca yanıtladı: "Bu, dişi bir köpekti, değil mi?" Haremağası "Haklısınız," dedi. Sadık "Küçük boylu, kısa süre önce yavrulamış, kulakları çok uzun ve ön sol ayağı hafifçe topal bir tazı köpeği," deyince haremağası heyecanla "Demek onu gördünüz!" dedi. "Hayır," dedi Sadık, "bu köpeği görmedim, ayrıca melikenin köpeği olduğunu da bilmiyordum."

Yazgının bir rastlantısı olarak, aynı sıralarda melikin ahırındaki en güzel at Babil ovasında seyislerin elinden kaçmıştı. Başseyis ve diğer görevliler, harem ağasının köpeğin ardından koştuğu telaşla, atın peşindeydiler. Başseyis Sadık'a rastlayınca melikin atını görüp görmediğini sordu. Sadık "Bu, çok hızlı koşan, boyu beş ayak, nalları küçük, kuyruğu üç buçuk ayak boyunda bir at. Koşumlarında yirmi iki kırat altından yapılmış düğmeleri, gümüşten nalları var, değil mi?" deyince baş seyis: "Ne yana gitti," diye sordu. Sadık yanıt verdi : "Atı görmedim, var olduğunu da bilmiyordum."

Başseyis ve harem ağası Sadık'ın melikin atını ve melikenin köpeğini çaldığından emin oldular ve onu yakalayıp kadılar kuruluna götürdüler. Sadık falakaya ve ömrünün kalan bölümünü Sibirya'da sürdürmeye mahkûm oldu. Karar henüz okunmuştu ki atın ve köpeğin bulunduğu haberi geldi. Kadılar kararı değiştirmek zorunda kaldılar; ama bu kez, atı ve köpeği görmediğini söylediği için dört yüz altın ödemeye yargılandı. Ancak bu cezayı ödedikten sonra Sadık'ın kendini savunmasına izin verdiler. O da şöyle konuştu:

"Kurşun gibi ağır, demir gibi sert, elmas gibi parlak ve altın gibi saf olan siz adalet yıldızları, bilim denizleri, gerçeğin aynaları! Bu yüce kurul önünde konuşmama izin verildiğine göre, Orosmade adına ant içerim ki melikenin saygıdeğer köpeğini de, melikin kutsal atını da görmüş değilim. Korulukta gezerken harem ağası ve başseyisle karşılaştım. Yerde bir hayvanın izleri vardı ve bunların bir köpeğin ayak izleri olduğunu anladım. Kumdaki ayak izlerinin arasındaki çizgiler memelerinin büyümüş olduğunu ve onun kısa süre önce yavrulamış dişi bir köpek olduğunu gösteriyordu. Ön ayak izlerine yakın daha değişik izler köpeğin uzun kulakları olduğuna işaret ediyordu. Ayak izlerinden biri diğer üçüne göre daha belirsiz olduğu için de bir ayağının topal olması gerekiyordu."

"Melikin atına gelince, koruda dolaşırken at izlerine rastladım. Ayak izleri eşit aralıklıydı; düzgün koşan bir atın izleriydi bunlar. Yedi ayak genişliğindeki yolun kıyısında ağaçların tozu çok az süpürülmüştü; buradan atın kuyruğunun üç buçuk ayak uzunluğunda olduğu sonucuna vardım. Ağaçların beş ayak yükseklikte bir geçit oluşturduğu kapalı bir yerde yeni düşmüş yapraklar gördüm; buradan atın beş ayak boyunda olabileceğini düşündüm. Yolda mihenk taşından olduğunu bildiğim bir taşta altın izleri vardı; ölçünce atın koşumlarında yirmi iki ayar altın düğmeler olduğunu anladım. Sonunda, çakıl taşlarındaki nal izlerinde gümüş olduğunu gördüm."

Tüm kadılar Sadık'ın derin bilgisine hayran kaldılar. Bu haber melikin sarayına ulaştı. Selamlıkta, haremde ve divanda herkes bunu konuşur oldu. Bazı bilginler Sadık'ın cadılıktan yakılması gerektiğini söyledilerse de, melik dört yüz altının Sadık'a geri verilmesini buyurdu. Mahkeme görevlisi ve yazmanlar resmi giysileriyle Sadık'ın evine altınları getirdiler. Ancak, üç yüz doksan sekiz altını mahkeme gideri olarak alıkoydular ve hizmetliler de bahşiş istediler.

Sadık fazla bilgili olmanın bazen tehlikeli olabileceğini gördü ve bundan sonra her gördüğünü söylememeye karar verdi.

Böyle bir fırsat kısa sürede çıktı. Hapishaneden kaçan bir tutuklu Sadık'ın penceresinin önünden geçmişti. Sadık'a sorduklarında yanıt vermedi; ancak pencereden baktığını kanıtladılar. Bu suç için beş yüz altın ceza verdiklerinde, Babil göreneklerine göre, kadılara teşekkür etti. Sonra kendi kendine söylendi: "Tanrı'm, melikenin köpeğinin ve melikin atının geçmiş olduğu ormanda gezmek de tehlikeli, pencereden bakmak da! Bu dünyada mutlu olmak ne kadar zormuş!"


KISKANÇ

Sadık yazgının sıkıntıları içinde avunmak için çareyi felsefede ve dostlukta aradı. Babil'in kıyı mahallelerinden birinde ev tutup, dürüst ve bilge bir adama yakışan tüm sanat ve eğlencelerle donattı. Sabahları kitaplığı tüm bilim adamlarına, akşamları sofrası tüm dostlara açıktı. Ama bilim adamlarının ne kadar tehlikeli olabileceğini kısa sürede anladı. Anka kuşu yemeyi yasaklayan Zerdüşt'ün bir yasası üzerinde tartışma çıktı. "Böyle bir kuş olmadığına göre onu nasıl savunabileceğiz?" diyordu bir bölüm bilgin. Diğer bir bölümü de "Zerdüşt yenmemesini söylediğine göre var olmalı," diyorlardı. Sadık onları uzlaştırmaya çalıştı: "Anka kuşu varsa yemeyelim, yoksa zaten yiyemeyiz; böylece Zerdüşt'e saygımız sürer."

Anka kuşu üzerine on üç cilt yapıt yazmış olan bir bilgin hemen koşup, Keldanilerin en aptalı ve dolayısıyla en bağnazı olan başrahip Yebor'a Sadık'ı şikâyet etti. Bu adam Güneş tanrısının onuru için Sadık'ı kazığa geçirip bir yandan da keyifle Zerdüşt'ün ayetlerini mırıldanabilme isteğiyle yanıp tutuşuyordu. Sadık'ın arkadaşı Kadir gidip yaşlı Yebor'u buldu: "Güneş ve Anka kuşlarına selam olsun! Sakın ola Sadık'ı cezalandırmayın; o bir azizdir. Bahçedeki kümesinde anka kuşları besliyor ve hiçbirini yemiyor. Onu suçlayan adamsa dinsizdir; tavşanların toynak ayaklı olduğunu ve yenebileceklerini söylüyor." Yebor dazlak kafasını sallayarak yanıtladı: "Öyleyse, Sadık'ı anka kuşu hakkındaki kötü düşüncelerinden, diğerini de tavşanlar hakkındaki kötü sözlerinden dolayı kazığa vurmak gerekir."

Kadir, daha önce bir çocuk peydahladığı ve rahipler okulunda çok aranan saray nedimesi bir kadını Yebor'a gönderip olayı yatıştırdı. Kimse kazığa geçirilmedi ama birçok bilim adamı Babil'de ahlakın düştüğünü mırıldanır oldular. Sadık içini çekti: "Mutluluk nasıl bulunur? Bu dünyada var olmayan bir şey için bile bunca sıkıntı çektiriyorlar adama." Bilginlere ilendi ve bir daha yalnızca iyi insanlarla bir arada olmaya karar verdi.

Babil'in en dürüst adamları ve en düzeyli kadınları için evinde çağrılar düzenledi. Zevkle hazırlanmış yemeklerden önce konserler dinleniyor, yapılan söyleşilerde insanların kendilerini beğenmiş konuşmalarıyla bu aydın topluluğu bozmasına izin verilmiyordu. Ne dostlarının, ne de yemeklerin seçimi gösteriş için yapılmıştı; her şeyin olduğu gibi görünmesine özen gösteriyor ve böylece gerçek beğeniye erişiyordu.

Karşı evde Arimaze adında, ruhu da yüzü gibi çirkin bir adam oturuyordu. Büyüklenme ve kıskançlık dolu olan bu sıkıcı adam yaşamda başarılı olamadığı için kötülük tohumları ekerek öcünü alıyordu. O kadar zengin olduğu halde evinde yağcılardan başka kimseyi toplayamamıştı. Akşamları Sadık'ın evine gelen arabaların sesleri ve konuklarının övgüleri onu çileden çıkarıyordu. Bazen kendisi de Sadık'ın çağrılarına çağrılmadan gidiyor ve masaya oturuyordu. Sineklerin, kondukları eti çürüttüğü gibi, o da hemen topluluğun neşesini kaçırıyordu. Arimaze birgün önemli bir hanımı çağırdı; kadın onun evinin önünde durmadan geçip Sadık'a konuk oldu. Başka bir gün, Sadık'la birlikte sarayda konuştukları bir vezir Sadık'ı evine çağırdı, Arimaze'yi çağırmadı. En acımasız nefretlerin temelinde bazen çok ufak nedenler yatar. Babil'de Kıskanç diye anılan bu adam mutluluğunu kıskandığı Sadık'ı yok etmeyi kafasına koydu. Zerdüşt'ün dediği gibi, iyilik etmek için yılda bir kez fırsat çıkar, kötülük etmek için yüz kez.

Kıskanç Sadık'ın evine gitti ve onu bir kadın ve iki erkek arkadaşıyla bahçede gezinirken buldu. Sadık her zaman bu bayana art niyetli olmayan övgüler yöneltirdi. Konuşmaları o sırada melikin, komşu Hirkanya'ya karşı kazandığı savaş üzerineydi. Bu kısa savaşta yiğitlik göstermiş olan Sadık bir yandan meliki övüyor ve bir yandan da bayana güzel sözler söylüyordu. Taş tabletlerini çıkarıp hemen orada dört satırlık bir şiir yazdı ve okuması için bayana verdi. Arkadaşları bu şiiri kendilerine de okumasını istediler ama Sadık alçakgönüllükle kabul etmedi. Çünkü, hazırlıksız yazılan şiirlerin yalnızca yazılan kişi için bir anlamı olacağını biliyordu. Yazmış olduğu tableti kırıp iki parçaya ayırdı ve çalılıkların arasına attı. Ani bir yağmur çıkınca eve döndüler. Bahçede kalan Kıskanç çalıların arasını arayarak tabletlerden birini buldu. Tablet ortasından kırılmıştı ama elindeki parçadaki sözcüklerden meliki yeren korkunç bir anlam çıkıyordu:

En korkunç güçlerle
Melik sağlam tahtın üzerinde
Halk barıştayken yalnızca
Tek korkulası düşmanımız o

Kıskanç ömründe ilk kez bu kadar mutlu oldu. Elindeki şey erdemli ve dürüst bir adamı yok etmek için yeterliydi. Sadık'ın el yazısı olan bu tabletin hemen saraya ulaşmasını sağladı. Sadık, iki arkadaşı ve bayan konuğu yakalanıp tutukevine atıldılar. Duruşması, ona savunma hakkı verilmeden çabucak bitirildi. İdam edilmek üzere yola çıkarıldığında, yolda bekleyen Kıskanç ona iyi şiir yazamadığını söyleyerek laf attı. Sadık iyi bir şair olduğunu düşünmüyordu zaten, ama iki arkadaşı ve o güzel bayanın suçsuz yere tutuklu olmasına üzülüyordu. Konuşmasına yine izin vermediler; tablet onun yerine konuşmuştu. Babil'de yasa böyleydi. İdam alanına giderken yolda toplanmış olan halk ona acıdığını gösteremiyor, yalnızca yüzünde korku izi olup olmadığını görebilmek istiyordu. Akrabaları üzülüyordu, çünkü mirastan pay alamayacaklardı. Servetinin dörtte üçüne melik el koymuş, kalanı suçu bildirene verilmişti.

O ölmeye hazırlanırken melikin papağanı balkondan uçup gitti ve Sadık'ın bahçesindeki çalılara kondu. Ağaçtan düşen bir şeftali yerdeki bir tablet parçasına yapışmıştı. Kuş bu şeftaliyi pençelerine alıp tabletle birlikte kaldırdı, melikin kucağına bıraktı. Melik hiçbir anlam taşımayan ama güzel sözcüklerden oluşan bu dizeleri merak etti. Kendisi de şair olan melik eşine bundan söz etti. Melike Sadık'ın mahkemedeki tabletini anımsıyordu. Hemen onu getirtti; iki parça yan yana kondu ve Sadık'ın yazmış olduğu şiir ortaya çıktı:

En korkunç güçlerle yerin sarsıldığını gördüm.
Melik sağlam tahtın üzerinde gözetir her şeyi.
Halk barıştayken yalnızca sevgi savaşları olur.
Tek korkulası düşmanımız o sevgi olmalıdır.

Melik Sadık'ın getirilmesini ve arkadaşlarının salıverilmesini emretti. Sadık melik ve eşinin önünde yere kapandı, kötü şiirler yazdığı için bağışlanmasını diledi. O kadar akıllı ve zarif bir konuşma yaptı ki melik ve eşi onunla daha sonra da görüşmek istediler. Sadık daha sonraki ziyaretlerinde daha da beğenildi. Onu haksız yere suçlayan Kıskancın tüm serveti ona verildi; ama Sadık bunların tümünü Kıskanca geri verdi. Kıskanç tüm bunlardan yalnızca malını yitirmemiş olmanın sevincini duydu. Melikin gözünde Sadık'ın değeri her geçen gün daha da arttı. Onu tüm eğlencelerine çağırıyor, devlet işlerinde akıl danışıyordu. Melike de onu o kadar beğeniyordu ki bu durum kendisi, melik, Sadık ve ülke için tehlikeli olabilecek dereceye varmıştı. Sadık mutluluğun zor olmadığına inanmaya başlamıştı.


İYİLİK YARIŞI

Babil'de beş yılda bir kutlanan bir bayram gelmişti. Babil göreneklerine göre, her beş yılda bir kez, en eli açık ve en iyiliksever insan seçilirdi. Seçici kurulda soylular ve rahipler yer alırdı. Kentin yönetiminden sorumlu vali son beş yılda yapılan güzel şeyleri anlatır, sonra oylamaya geçilir ve kararı melik açıklardı. Bu bayrama ülkenin en uzak yerlerinden insanlar gelirdi. Kazanan kişi mücevherlerle süslü kupasını melikin elinden alırken, melik onu "El açıklığınızın ödülünü size veriyorum. Tanrı bana sizin gibi insanlar bağışlasın!" diye kutlardı.

O gün gelince melik tahtına çıktı, soylular ve rahipler yerlerini aldılar; seyirciler de atların hızı veya kılıcın gücüyle değil, erdemle kazanılan bu oyunu seyretmek için alana doluştular. Vali bu ödülü kazanabilecek iyi insanları ve yaptıklarını sıraladı. Sadık'ın Kıskanca servetini geri vermesinden söz etmedi; çünkü bu, ödül alabilecek bir davranış değildi.

Önce bir kadıyı övdü. Bu kadı, kendi sorumlu olmadığı halde bir yurttaşın mahkemesinde haksız bir yargıya varmış, durumu sonradan öğrenince yurttaşın kaybını karşılamak üzere tüm servetini vermişti.

Sonra bir gençten söz etti. Bu genç sevdiği kızla evlenmek üzereyken, bir arkadaşının bu kızın aşkından ölmek üzere olduğunu duyunca, aradan çekilmiş ve üstelik verdiği başlık parasını da geri almamıştı.

Daha sonra Hirkanya savaşında büyük bir erdem örneği gösteren bir askeri anlattı. Nişanlısını kaçırmaya çalışan düşman askerleriyle boğuşan bu askere, diğer bazı Hirkanya askerlerinin az ötede annesini kaçırmak üzere olduğunu haber vermişlerdi. Asker ağlayarak nişanlısından özür dilemiş, koşup annesini kurtarmaya gitmişti. Döndüğünde nişanlısını ölmek üzere bulunca kendi canına kıymak istemişti. Ancak annesi ona, kendisine bakacak başka kimsesi olmadığını söyleyince yaşama gücü bulmuştu.

Seçiciler bu askeri beğeniyorlardı. Melik söz aldı: "Bu askerin ve diğerlerinin davranışları güzel; ama beni şaşırtmadılar. Oysa Sadık dünkü bir davranışıyla beni şaşırttı. En önemli vezirlerimden Coreb'i azletmiştim. Ondan hep şikâyetçi olduğum halde görevliler ona çok yumuşak davrandığımı söylüyorlardı. Sadık'a ne düşündüğünü sordum; o da bana vezirin iyi olduğunu söyleme cesaretini buldu. Geçmişte yanlışını servetiyle ödeyenleri, aşkından vazgeçmeye razı olanları, annesi için sevgilisini feda edenleri çok görmüştüm. Ama kovulan bir vezir için iyi şeyler söyleyen bir saray görevlisi hiç görmedim. Bu sözü edilen iyi insanların her birine yirmi bin altın veriyorum; ama kupayı Sadık'a vereceğim."

Sadık söz aldı: "Efendim, kupayı siz hak ediyorsunuz. Kendi buyruğunuza karşı görüş bildiren bir kulunuza kızmamakla, en şaşırtıcı davranışı siz gösterdiniz."

Herkes melike ve Sadık'a hayran kaldı. Servetini veren kadı, sevgilisini arkadaşıyla evlendiren genç ve annesini nişanlısına yeğleyen asker ödüllerini aldılar; adları eli açıklar kitabına yazıldı. Sadık kupayı aldı. Melik iyi bir ad yaptı ama bu çok sürmedi. O yıl şenlikler daha görkemli oldu; Asya'da bunun anısı hâlâ sürer. Sadık "Artık mutluyum!" diyordu. Ama yanılıyordu.


VEZİR

Melik başvezirini yitirmişti. Bu göreve Sadık'ı getirdi. Babil'in tüm güzel kadınları bu seçimi alkışladılar, çünkü imparatorluk kurulduğundan beri bu kadar genç bir vezir olmamıştı. Ama saray görevlileri beğenmediler; kıskanç komşusu fenalık geçirdi ve burnu şişti. Sadık melik ve melikeye teşekkür ettikten sonra gidip papağana da teşekkür etti: "Güzel kuş, yaşamımı kurtaran ve beni vezir yapan sensin. Meliklerin atı ve köpeği bana kötülük edilmesine yol açmışlardı, ama sen bana iyilik ettin. İşte insanın yazgısı nelere bağlı! Bu tuhaf mutluluk belki de çabuk bitecek." Papağan yanıtladı: "Evet." Bu sözcük Sadık'ı şaşırttı; ancak fizik bilimine inandığı için papağanların geleceği görebileceğine inanmıyordu. Sonra kendini çabuk toparlayıp vezirlik görevine dört elle sarıldı.

Önce insanlara yasaların kutsal gücünü öğretti; bunu yaparken kendi kişisel ağırlığını duyumsatmadı. Divandaki diğer vezirlerin sesini kısmadı; her biri çekinmeden görüşünü açıklayabiliyordu. Bir konuyu karara bağlarken kararı veren o değil, yasaydı. Yasa çok sert olduğunda onu yumuşatabiliyor, yasa olmadığı zaman da Zerdüşt'ün bu durumda ne yapacağını düşünerek karar veriyordu.

Uluslar şu büyük ilkeyi ondan öğrendiler: Bir suçsuzu cezalandırmaktansa bir suçluyu salıvermek daha iyidir. O, yasaların caydırıcı olduğu kadar insanlara yardım edici olması gerektiğine inanıyordu. Sadık'ın başlıca yeteneği, diğerlerinin karanlıkta bırakmak istedikleri gerçeği araştırmak oldu.

Bu yeteneğini göreve geldikten hemen sonra insanlara gösterdi. Babil'in tanınmış bir tüccarı Hindistan'da ölmüştü. Bu adam evlendiği kadının iki erkek kardeşini kendi çocuğu olarak üzerine aldırmıştı. Mirasında iki kardeşe eşit pay verdikten sonra, kendisini daha çok sevdiğini ispat edecek olana otuz bin altın daha vereceğini belirtmişti. Büyük kardeş babasına görkemli bir mezar yaptırdı. Küçük kardeş aldığı mirasın bir kısmını kız kardeşine, yeni bir evlilik yapabilmesi için, çeyiz olarak verdi. Komşular "Büyük oğlan babasını daha çok seviyor; küçük oğlan kız kardeşini daha çok seviyor. Otuz bin altını büyük kardeşe vermeli." dediler.

Sadık iki kardeşi yanına çağırdı. Büyüğe "Babanız ölmedi, gelen haberlere göre iyileşmiş olarak Babil'e dönüyor," dedi. "Tanrı'ya şükürler olsun," dedi büyük oğlan, "Ama bu mezarı yaptırmak için o kadar harcama yaptım." Sadık aynı haberi küçük kardeşe bildirdi. Küçük oğlan "Tanrı'ya şükürler olsun. Tüm varımı babama geri vereceğim. Ama kızkardeşime verdiğimi onda bırakmasını isterdim." deyince Sadık ona "Hiçbir şeyi geri vermenize gerek yok," dedi, "Otuz bin altın sizindir. Babanızı siz daha çok seviyormuşsunuz."

Çok zengin bir kız iki rahibe evlilik sözü vermişti. Her ikisinden birkaç ay ders aldıktan sonra gebe kaldı. İkisi de onunla evlenmek istiyordu. Kız "Beni hangisi ülkeye bir çocuk verebilecek duruma getirdiyse onunla evleneceğim," dedi. Rahiplerden biri "Bu hayırlı işi ben yaptım," diğeri de "Bu yararlı işi ben yaptım," dedi. Kız yine "Çocuğuma en iyi eğitimi hangisi verirse onu babası olarak seçeceğim," dedi. Bir oğlan çocuğu doğurdu. Her iki rahip de onu yetiştirmek isteyince dava Sadık'ın önüne geldi. Sadık rahiplerden birine sordu: "Ona ne öğreteceksin?" Rahip "Ona dinsel konuşmanın sekiz bölümünü, yıldızbilimi, şeytan bilimlerini, salt ve belirsiz olanı, soyut ve somutu, monadları (2) ve önceden kurulmuş düzeni öğreteceğim." Diğer rahip "Onu adil ve dost olmaya değer bir insan yapacağım," deyince Sadık ona şunu söyledi: "Çocuğun babası olup olmadığını bilmiyorum, ama bu kızla sen evleneceksin."


TARTIŞMA VE OTURUMLAR

Böylece her gün aklının parıltısı ve ruhunun güzelliğini sergiliyordu Sadık; halk ona hayrandı ve üstelik onu seviyordu. İnsanların en mutlusu olduğunu düşünüyordu herkes. Tüm ülkede ünü yayılmıştı; kadınlar onu beğenerek süzüyordu; yurttaşlar adaletini beğeniyor, bilim adamları onu yol gösterici olarak görüyorlardı. Rahipler bile onun yaşlı Yebor'dan daha çok şey bildiğini itiraf ediyorlardı. Anka kuşu için onu dava ettikleri günler geride kalmıştı; ona inanılır gelen her şeye insanlar da inanıyordu.

Babil'de bin beş yüz yıldır süregelen ve ülkeyi iki inatçı mezhebe bölen bir tartışma vardı: Bir mezheptekiler Mitra tapınağına sol adımla girilmesi gerektiğine inanıyor, öteki mezhepse buna karşı çıkıp sağ adımlarıyla girmekte direniyorlardı. Kutsal ateş bayramı yaklaştığında halk Sadık'ın hangi mezhebi yeğleyeceğini merak eder oldu. Tüm dünya sanki onun iki ayağından başka şey görmez olmuştu. Tören günü, halkın meraklı bakışları arasında Sadık iki ayağını birleştirdi ve eşikten zıplayarak tapınağa girdi. Sonra yaptığı konuşmada, yeri ve göğü yaratan Tanrı'nın insanların sağ veya sol ayağından birini yeğlemeyeceğini anlattı.

Kıskanç ve karısı Sadık'ın konuşmasının iyi olmadığını, yeterince örnek vermediğini ve akıcı olmadığını ileri sürdüler. "Onu dinlerken denizlerin dalgalandığını, yıldızların kaydığını veya güneşin mum gibi eridiğini duyumsamıyoruz; onda saf doğu deyişi yok." diyorlardı. Sadık aklın deyişiyle konuşuyordu. Herkes ondan yana oldu; dürüst olduğu, akılcı konuştuğu veya iyiliksever olduğu için değil, başvezir olduğu için.

Yine akılcı adaleti sayesinde, beyaz ve siyah rahipler arasındaki tartışmayı da çözümledi. Beyazlar doğuya dönük olarak, siyahlar da batıya dönük olarak yakarmanın günah olduğunu ileri sürüyorlardı. Sadık herkesin istediği yönde yakarabileceğini karara bağladı.

Böylece tüm özel ve kamu davalarını çabuklaştırarak öğleye kadar işini bitiriyordu. Günün kalan bölümündeyse Babil'i güzelleştirmek için uğraşıyordu. Tiyatrolarda herkesin ağladığı trajediler ve güldüğü komediler oynatıyordu. Modası geçmiş fakat beğeniye değer her şeyi yeniden canlandırıyordu. Sanatçılardan daha çok bildiğini ileri sürmüyordu; onları ödüllendiriyor ve yeteneklerinden gizli bir kıskançlık duymuyordu. Akşamları melik ve özellikle melikeyi eğlendiriyordu. Melik "Büyük vezir!" ve melike "Sevimli vezir!" diyor ve ikisi birden ekliyordu: "Asılması çok büyük kayıp olur!"

Hiçbir saray görevlisi onun kadar bayanlardan görüşme isteği almadı. Hiç tanımadığı pek çok kadın onunla gönül ilişkisine girmek istiyordu. Kıskancın karısı ilk gelenler arasındaydı; ona kocasının davranışlarını başından beri onaylamadığını, Tanrı' Mithra, Zend-Avesta ve kutsal ateş üzerine ant içerek belirtti. Sonra kocasının çok kıskanç ve kaba olduğunu söyledi; Tanrıların onu cezalandırmak için, insanı ölümsüzlüğe yaklaştıran o yetenekten yoksun bıraktığını itiraf etti. Bu arada dizbağını düşürdü. Sadık her zamanki kibarlığıyla onu yerden aldı ama bayanın dizine yeniden bağlamadı. Bu küçük yanlış daha sonraki büyük yıkımların kaynağı oldu. Sadık bunu hemen unuttu, kıskancın karısı hiç unutmadı.

Her gün birçok bayan geliyordu. Babil'in gizli kayıtları onun bir kez bedeninin isteğine yenik düştüğünü, bayanı dalgın bir biçimde kucaklarken zevk almaktan şaşırdığını ileri sürerler. Farkında olmadan sevgi belirtileri gösterdiği bu kadın Melike Astarte'nin oda hizmetçisiydi. Bu sevimli kadın kendisini şöyle avutuyordu: "Babil'in işleri çok yoğun olmalı, bu adam aşk yaparken de onları düşünüyor." Birçok erkeğin hiçbir şey demediği veya kutsal sözcükler haykırdığı bir anda Sadık "Melike!" diye haykırmıştı. Hizmetçi önce onun devlet sorunlarından başını ayırıp kendisine "melikem!" dediğini sandı. Fakat Sadık yine dalgın bir biçimde Astarte'nin adını mırıldandı. Böyle mutlu anlarda her şeyi iyimser yorumlayan kadın bunun "Melike Astarte'den daha güzelsiniz!" anlamında söylendiğini düşündü. Sonra Sadık'ın yanından güzel armağanlarla ayrıldı. Gidip içten arkadaşı olan kıskancın karısına başından geçen serüveni anlattı. Kıskancın karısı Sadık'ın hizmetçiyi yeğlemiş olmasından büyük öfkeye kapıldı: "Bak bu gördüğün dizbağını bağlamaya gönül indirmedi, şimdi onu takmak bile istemiyorum," deyince hizmetçi kız "Aa, siz de melikenin dizbağından kullanıyorsunuz! Yoksa aynı terziden mi alıyorsunuz?" diye sordu. Kıskancın karısı yanıt vermeden derin düşünceye daldı, sonra kocasıyla konuşmaya gitti.

Bu arada Sadık saray görüşmeleri veya mahkeme sırasında dalıp gittiğini fark ediyor, ama bunun nedenini bulamıyordu; tek üzüntüsü bu sayılırdı.

Bir gece bir düş gördü: Önce, kuru otlar arasında uyuyor ve bu otların arasındaki birkaç diken ona batıyordu. Sonra gül yapraklarından bir yatakta uyurken yapraklar arasından çıkan bir yılan onu zehirli diliyle yüreğinden yaralıyordu. Düşündü: "Eskiden dikenli ama kuru otlar arasında yatardım; şimdi ise gül yaprakları üzerinde yatıyorum. Peki yılan nerede?"


KISKANÇLIK

Sadık'ın mutluluğu ve özellikle erdemi, onun yıkımına neden oldu. Her gün melik ve onun soylu eşi Astarte ile görüşme yapardı. Bu konuşmalarda hoşa gitme isteği, güzelliğin süslenme isteği gibi,onu esprili olmaya zorluyordu. Böylece Astarte, kendisi de farkında olmadan, Sadık'ın gençliği ve zarafetinden etkileniyordu; saflığın ortasında bir tutku gittikçe büyüyordu. Astarte art niyetsiz ve açık olarak, kocasının beğendiği bu adamla birlikte olmaya can atıyordu; onu kocasına övüyor, hizmetçilerine anlatıyordu. Sadık'a armağanlar verirken aklındakinden çok daha anlamlı iltifatlar ediyordu. Kısaca hizmetinden hoşnut olduğu bir görevliyle konuştuğunu düşünüyordu, ama sözleri bazen mantıklı bir kadının söylemek istediğini aşıyordu.

Astarte, tek gözlülerden nefret ettiğini söyleyen Samira'dan ve kocasının burnunu kesmeye kalkan diğer kadından çok daha güzeldi. Astarte'nin içtenliği, yüzü kızararak söylediği tatlı sözleri, kaçırmak istediği bakışları sonunda Sadık'ın yüreğinde, onun da şaşırdığı bir ateşi yaktılar. Önce buna karşı direndi; felsefeden yardım istedi, ondan bilgi ışıkları aldı ama yüreğini serinletemedi. Görev, vefa ve hükümdarın kutsal hakları gibi kavramlar önünde öfke tanrıları gibi dikiliyorlardı. Savaşıyor ve kazanıyordu; ama bu zafer ona gözyaşları ve inlemelere mal oluyordu. Artık melikeyle o hoş özgürlük içinde konuşamıyor, gözlerini bir bulut kaplıyordu. Konuşurken kısa ve resmi oluyor, melikenin yüzüne bakamıyordu; elinde olmadan baktığındaysa, melikenin yaşlı gözlerinden alevler çıkıyor ve sanki ona şöyle diyordu: "Birbirimize tapıyoruz ama sevmeye korkuyoruz; ikimizin de ilendiği bir ateşle kavruluyoruz."

Sadık melikenin yanından, yüreği taşıyamayacağı bir yükle dolu, sersem gibi çıkıyordu. Çırpınmaların en şiddetli bir anında dizini arkadaşı Kadir'e açtı. Kadir ona "kendinden bile saklamaya çalışıyorsun ama ben duygularını daha önce anlamıştım," dedi. "Aşkın işaretleri kolay saklanamaz. Düşün bir kere Sadık, madem ki ben fark ettim, melik de bu duygularını fark edip gücenebilir. O çok kıskanç bir adamdır. Sen duygularını Astarte'den daha çok bastırmaya çalışıyorsun; çünkü sen bir filozofsun, oysa bir kadın; o henüz kendini suçlu saymadığından rahatça bakışlarını konuşturabiliyor. O bu düşüncede oldukça korkmalısın. İkiniz de bir karara varmış olsaydınız, tüm gözleri aldatmanız kolay olurdu. Oysa doğmakta olan ve engellenen bir sevgi sonunda patlar; karşılık gören sevgiyse saklanmasını bilir." Sadık meliki aldatma düşüncesinden titredi; istemeden kapıldığı bu suçluluk duygusu arttıkça ona daha özveriyle hizmet eder oldu. Fakat melike Sadık'ın adını o kadar sık anıyor, andıkça yüzünün kızarmasına engel olamıyor ve dalıp gidiyordu ki melik rahatsız oldu. Gördüğü şeylere inandı, görmediklerini de düşledi. Örneğin, melikenin terlikleri mavi, Sadık'ın terlikleri de mavi renkteydi; karısının eşarbı sarı, Sadık'ın başlığı da sarı renkteydi. Bunlar ince bir hükümdar için korkunç ipuçlarıydı ve kısa sürede kafasındaki kuşkular kesinliğe dönüştü.

Hükümdar ve eşlerinin hizmetçileri aynı zamanda onların yüreklerinin casuslarıdırlar. Astarte'nin duygulu ve Moabdar'ın kıskanç olduğu kısa sürede anlaşıldı. Kıskanç karısından, melikeninkine benzeyen dizbağını saraya göndermesini istedi; üstelik bu dizbağı da mavi renkteydi. Melik artık öcünü nasıl alacağını düşünür oldu. Bir gece melikeyi zehirlemeye ve sabaha karşı da Sadık'ı iple boğmaya karar verdi. Acımasız bir harem ağasına buyruklarını yerine getirmesini söyledi. Bu sırada melikin odasında dilsiz bir cüce vardı; dilsiz olmasına karşın sağır olmayan bu cüce sarayda bir eşya gibi doğal karşılanırdı. Melikeye köpek gibi bağlı olan bu dilsiz cüce ölüm buyruğunun verildiğini duyunca dehşete kapıldı. Birkaç saat içinde gerçekleşecek bu yıkımı nasıl önleyebilirdi? Yazmasını bilmiyordu, ama resim yapmayı öğrenmişti ve yüzleri benzeterek çizebiliyordu. Bütün gece melikeye anlatmak istediği şeyi çizmeye uğraştı. Tablonun bir köşesine harem ağasına buyruk veren öfkeli meliki çizdi; bir masa üzerine mavi dizbağı, sarı başlıklar koydu. Tablonun ortasında hizmetçilerinin kollarında ölmekte olan melikeyi, onun ayaklarının ucuna da Sadık'ın boğulmuş cesedini kondurdu. Yarı soğumuş bir güneşi çizerek bu kötü olayın ne zaman olacağını anlatmaya çalıştı. Tabloyu bitince koşup Astarte'nin hizmetçilerinden birini uyandırdı ve tablonun hemen melikeye verilmesini el kol hareketleriyle anlattı.

Gece yarısı Sadık, odasının kapısı vurularak uyandırıldı ve melikenin bir mektubu verildi. Sadık düşte olduğunu sanarak mektubu titrek bir elle açtı. Okuduğunda umutsuzluk ve yılgı içinde kaldı: "Vakit yitirmeden kaçın, Sadık, çünkü yaşamınız tehlikede. Kaçın, bunu size aşkımız ve sarı eşarbım adına buyuruyorum. Bense, günah işlemedim, ama suçlu gibi öleceğim."

Sadık konuşacak gücü bulamadı. Arkadaşı Kadir'i çağırttı ve bir şey söylemeden mektubu ona gösterdi. Kadir ona mektuba uymasını ve hemen Memfis yoluna çıkmasını söyledi. "Eğer melikeyi görmeye gidersen, onun ölümünü çabuklaştırırsın; melikle konuşursan yine onu yitirirsin. Melikenin yazgısıyla ben ilgilenirim, sen kendi yazgınla uğraş. Ortalığa senin Hindistan'a gittiğini yayacağım. Yakında senin yanına gelir, Babil'de olanları anlatırım."

Kadir hemen sarayın gizli bir kapısında iki güçlü deve hazırlattı; güçsüz Sadık'ı zorla bindirip yolcu etti, yanına da bir uşak kattı. Kısa süre sonra arkadaşı gözden kayboldu.

Bu saray gözdesi kaçak Babil dışında bir tepeye geldiğinde uzaktan saraya bakınca dayanamayıp bayıldı; ayıldığında dünyalar iyisi melike için gözyaşları döküp ölmek istedi. "İnsan yaşamı nedir ki?" diye haykırdı, "Ey erdemler, bana neye mal oldunuz! İki kadın beni alçakça aldattı, suçlu olmayan ve diğerlerinden daha güzel olan üçüncüsü ölmek üzere! Yaptığım iyilikler yıkımım oldu; mutluluğun doruklarındayken kendimi en iğrenç çukurda buldum. Belki ben de kötü yürekli olsaydım, şimdi onlar gibi mutlu olurdum." Bu kara düşüncelerle gözleri ve yüreği dolu olarak Mısır yoluna koyuldu.


DÖVÜLEN KADIN

Sadık yolunu yıldızlara göre çiziyordu. Orion takımyıldızı ve parlak Sirius yıldızı ona Canope kutbuna doğru yol gösteriyorlardı. Gözümüze zayıf birer ışık gibi görünen bu çok büyük ışık küreleri yanında, evrende küçük bir nokta olmasına karşın, büyüklenen insanoğluna büyük ve kutsal gibi görünen Dünya'yı düşündü. Çamurdan bir top üzerinde birbirini yiyen böcekler gibiydi insanlar. Bu düşünce onun ve Babil'in yazgısının ne kadar önemsiz olduğunu göstererek onu avuttu. Ruhu, duygularından arınıp sonsuz uzaklara atılmak istiyordu. Sonra, kendine gelip Astarte'nin ölmüş olabileceğini düşününce evren gözünden siliniyordu; yalnızca ölmek üzere olan Astarte ve talihsiz Sadık vardı.

Bu derin felsefe ve büyük acı arasında gidip gelirken bir yandan da Mısır sınırlarına yaklaşıyordu. Uşağı kentin varoşlarındaki bir kasabayı fark edince gidip ona kalacak bir yer aradı. Bu arada Sadık köy bahçelerinde geziniyordu. Yol kıyısında ağlamakta olan bir kadın ve onu kovalayan öfkeli bir adam gördü. Kadın bu adamın dizlerine sarıldı, adam da bir yandan bağırarak onu dövmeye başladı. Birinin dileyen yalvarışına ve ötekinin öfkesine bakarak, aldatılmış bir kocayla aldatmış bir kadın olduklarını düşündü. Ancak, kadın o kadar güzeldi ve hatta biraz da Astarte'ye benziyordu ki ona acıdı ve kocasından nefret etti. Kadın Sadık'a "Bana yardım edin," diye haykırdı, "bu acımasız adamın elinden beni kurtarın."

Bu çığlıklar üzerine Sadık koşup aralarına girdi. Az bildiği Mısır diliyle adama şöyle dedi: "Biraz insanlığınız varsa güzelliğe ve zayıflığa saygı göstermenizi dilerim. Ayaklarınızın altında ve gözyaşlarından başka savunması olmayan doğanın bu başyapıtına nasıl kıyarsınız?" Adam acı acı güldü: "Ah, demek sen de onun sevgililerindensin. O zaman senden de öç almalıyım." diyerek kadını bıraktı ve mızrağını kaparak yabancının üzerine saldırdı. Sadık soğukkanlı bir biçimde vuruşu savuşturdu ve mızrağı yakaladı. İkisi çekişirken mızrak ikiye bölündü. Mısırlı adam kılıcını çekince Sadık da ona uydu ve dövüştüler. Biri yüzlerce atak yaparken diğeri onu ustalıkla savuşturuyordu. Kadın çimene oturup saçlarını düzeltmeye koyuldu. Mısırlı güçlüydü ama Sadık daha ustaydı. Birinin davranışlarını öfke yönetirken, diğerinin aklı koluna yön veriyordu. Sonunda Sadık adamı yere düşürdü ve kılıcını boynuna dayayıp yaşamını bağışlayacağını söyledi. Mısırlı onun gevşediğini görünce hançerini birden çekip onu yaraladı. Bu karşılığı gören Sadık kılıcını adamın boğazına saplayıp onu öldürdü.

Sadık kadının yanına gelip "Onu öldürmek zorunda kaldım," dedi. "Artık özgürsünüz, gördüğüm en yırtıcı adamdan kurtuldunuz. Sizin için başka ne yapabilirim, bayan?" diye sordu. Kadın "Geber git, köpek!" diye bağırdı, "Sen benim dostumu öldürdün. Senin yüreğini koparabilseydim." Sadık "Böyle bir dostunuz olmasına şaşırdım. Sizi dövüyordu, benden yardım istediniz diye beni de öldürmek istedi." deyince kadın "Keşke yaşasaydı da beni dövseydi," diye ağladı, "Ben bu dayağı hak etmiştim; onu kıskandırıyordum." Sadık hem şaşırdı, hem de öfkelendi: "Bayan, bu kadar güzel olmanıza karşın ben bile sizi dövmeyi isterdim; ama bu sıkıntıya girmeyeceğim." Sonra kasabaya dönmek üzere devesine bindi. Tam birkaç adım atmıştı ki Babil'den gelen dört atlının bağırışlarını duydu. Bunlardan biri kadını görünce "İşte o! Bize verilen tanıma uyuyor," diye bağırdı. Yerdeki ölüye bakmadan kadını yakaladılar. Kadın çığlıklar atarak Sadık'a yalvarıyordu: "Bir kez daha yardım edin, soylu yabancı! Size kızdığım için bağışlamanızı diliyorum. Yardım ederseniz ölünceye kadar sizin olurum!" Ama Sadık'ta bu kadın için dövüşme isteği kalmamıştı: "Size başkaları yardım etsin."

Üstelik Sadık yaralanmıştı, kendisinin yardıma gereksinimi vardı. Bu dört Babil askerinin Melik Moabdar tarafından gönderilmiş olabileceğini düşünerek kaygılandı. İvedilikle kasabaya dönerken, Babil'den gelen dört askerin bu kadını niye yakaladığını ve kadının tuhaf davranışını düşünüyordu.

 

1      2      3      4      5