|
|
................... |
|
|
KÖLE
DUL ATEŞİ
AKŞAM ŞÖLENİ
BULUŞMALAR
SOYGUNCU
BALIKÇI
BASİLİKOS
TURNUVA |
Voltaire
Sadık ve Safdil
Çeviri: Bekir
Karaoğlu |
|
|
................... |
|
................... |
"Düşüncelerinize katılmıyorum; fakat onları söyleme hakkınızı
sonuna kadar savunacağım."
Voltaire
"Hiç bir zaman anlayamayacağım düşünceleri bana kabul ettirdiği
için onu asla bağışlamayacağım."
İmparatoriçe Eugenie
"Bu adamı kimse susturamayacak mı?"
Kral XV. Louis
KÖLE
Mısır kasabasına girdiğinde çevresini halkın sardığını gördü.
Herkes onu gösteriyordu: "İşte güzel Missuf'u kaçıran, Kletofis'i
öldüren adam budur!" Sadık onlara "Efendiler," dedi, "güzel
Missuf'u kaçırmaktan Tanrı' beni korusun, çünkü o kaprisli bir
bayan. Kletofis'i kendimi savunmak için öldürdüm. O, güzel
Missuf'u acımasızca dövüyordu, bağışlamasını dilediğim için beni
öldürmek istedi. Ben Mısır'a sığınmaya gelmiş bir yabancıyım.
Sizin korumanıza gereksinim duyarken, bir kadını kaçırıp kocasını
niçin öldüreyim?"
Mısırlılar doğru ve adil insanlardı, onu bağışlayıp kente aldılar.
Önce yarasını tedavi ettiler, sonra kendisini ve uşağını ayrı ayrı
sorgulayıp gerçeği öğrenmek istediler. Sadık'ın bir katil
olmadığına inandılar, ama yasalara göre insan kanı döktüğü için
köleliğe tutuklu edilmesi gerekiyordu. İki devesi kamu yararına
satıldı; getirdiği altınlar yoksullara dağıtıldı; sonra uşağıyla
kendisi de köle pazarında açık artırmayla satışa çıkarıldı. Setok
adında bir Arap tüccar onun için pey sürdü; ama uşağı efendisinden
daha pahalıya satıldı, çünkü adamın güçlü oluşu değerini
artırıyordu. Böylece Sadık uşağının yanına katıldı; ayaklarına
zincir vurulup Arap tüccarın evine götürüldüler. Sadık yolda
uşağını avutmak için yaşam üzerine düşüncelerini söylüyordu:
"Görüyorum ki kötü yazgım senin yaşamına da yansıdı. Yaşamımda o
kadar tuhaf şeyler gördüm ki! Bir köpeğin geçtiğini gördüğüm için
cezalandırıldım; anka kuşu için kazığa çakılmamı istediler; meliki
öven şiir yazdığım için hapse atıldım; sarı başlık giydim diye
boğazlanacaktım. Şimdi de dostunu döven bir adam yüzünden seninle
birlikte köle diye satıldım. Ama üzülmeyelim, bunlar da geçer;
Arap tüccarın başka köleleri de olduğuna göre biz de onlarla aynı
yazgıyı paylaşırız. Bu tüccar iyi hizmet görmek istiyorsa
kölelerine iyi davranacaktır."
Tüccar Setok iki gün sonra köleleri ve develeriyle Arabistan'a
doğru yola çıktı. Boyu Horeb çölünde bulunuyordu. Yol uzun ve
yorucu oldu. Yolda Setok Sadık'ın uşağıyla daha çok ilgileniyordu,
çünkü bu köle iyi yük taşıyordu; tüm iltifatları ona oldu.
Horeb'e varmadan iki gün önce develerden biri öldü; onun yükünü
kölelere paylaştırdılar; Sadık da payına düşeni aldı. Kölelerin
iki büklüm yürüdüğünü gören Setok gülmeye başladı. Sadık ona niçin
eğilerek yürüdüklerini fizik denge kurallarına göre açıkladı.
Tüccar önce şaşırdı, sonra bu köleye daha başka bir gözle bakar
oldu. Sadık onun ilgisini çektiğini görünce, ona ticarette işine
yarayabilecek birçok şeyi açıkladı: metallerin ve tahılların eşit
hacımda farklı özgül ağırlıklarını, hayvanlardan değişik
yararlanma yollarını anlattı. Onun bilge biri olduğunu anlayan
Setok artık ona daha çok önem vermeye başladı ve bundan hiç pişman
olmadı.
Boyuna vardıklarında Setok, daha önce iki tanık önünde beş yüz
altın vermiş olduğu bir Yahudiden borcunu ödemesini istedi. Ancak,
o iki tanık ölmüş olduğundan Yahudi, bir Arabı kandırma fırsatı
verdiği için Tanrı'ya şükredip, parayı geri ödemeyi reddetti.
Setok artık düşünce danışır olduğu Sadık'a bu sorunu açtı. Sadık
ona "Bu dinsize parayı nerede vermiştiniz?" diye sordu. "Horeb
dağı eteğinde büyükçe bir taşın yanında," dedi Setok. Sadık "Size
borcu olan bu adamın huyu nasıldır?" diye sordu. Setok "Düzencinin
biridir," deyince Sadık "Onu sormuyorum; bu adam soğukkanlı ve
sakin mi, yoksa aceleci ve atak biri midir?" dedi. Setok
"Tanıdığım en atak düzenbazdır." deyince Sadık "Öyleyse, izin
verin mahkemede sizi ben savunayım," dedi. Setok Yahudiyi
mahkemeye verdi; davaya çıkan Sadık "Sayın kadılar, bu adamın
efendime olan beş yüz altınlık borcunu ödemesini istiyorum." diye
başladı. Yargıç "Tanıkların var mı?" diye sordu. "Vardı ama
öldüler. Fakat paranın verildiği yerde büyük bir taş vardı, o
tanıklık edebilir. Buyruk verin görevliler bu taşı getirsinler.
Harcamalarını efendim Setok üstlenecektir. Taş gelinceye kadar
Yahudiyle ben burada bekleriz." Kadı bunu kabul edip adamlar
gönderdi ve diğer davaları görmeye başladı.
Gün bitmeye yakın kadı Sadık'a sordu: "Ne oldu, taş niye hâlâ
gelmedi?" Yahudi buna gülerek yanıt verdi: "Efendim, yarına kadar
da bekleseniz gelemezler. Çünkü o taşı kaldırabilmek için en az on
beş adam gerekir." Sadık kadıya döndü: "Size taşın tanıklık
yapacağını söylemiştim. Bu adam hangi taştan söz ettiğimi
bildiğine göre parayı aldığını da açıklamış oldu." Yahudi önce
şaşırdı, sonra her şeyi itiraf etti. Kadı onun aynı taşa bağlanıp,
parayı ödeyinceye kadar aç susuz bırakılmasına karar verince
ödemesi çabuk oldu.
Köle sadık ve bu taşın ünü kısa sürede Arabistan'a yayıldı.
DUL ATEŞİ
Çok mutlu olan Setok kölesini yakın arkadaşı olarak benimsedi.
Daha önce Babil melikinin yaptığı gibi, onu yanından ayırmıyordu;
Sadık bu kez efendisinin evli olmadığına şükretti. Efendisinin
iyilik ve dürüstlüğe yatkın olduğunu keşfetti. Onun eski
Arabistan'da yaygın bir inanç olan kutsal göklere, yani güneş, ay
ve yıldızlara taptığını görünce hoşnut olmadı. Onunla uzun uzun
konuştu; bu gök cisimlerinin taş veya ağaç gibi birer madde
olduğunu, tapınılacak şeyler olmadığını anlattı. "Ama," diyordu
Setok, "Bunlar bize yarar sağlıyor. Doğayı ısıtıyor, mevsimleri
düzenliyor. Üstelik o kadar uzaktalar ki insan onlara saygı
göstermekten kendini alamıyor." Sadık "Şu gemilerinizi taşıyan
Kızıl Deniz'den daha çok yararlanmıyor musunuz? Bu deniz de
yıldızlar kadar eski değil mi? Uzakta olan şeylere tapılacaksa,
Dünyanın öbür ucundaki Kangurular ülkesine de tapmak gerekmez mi?"
Setok "Hayır, ama yıldızlar o kadar parlak ki tapmamak olanaksız,"
dedi. Akşam geldiğinde Sadık yemek yedikleri çadırda bir sürü mum
yaktı; efendisi geldiğinde mumların önünde diz çöküp "Aydınlıklar
Tanrısı, bize hep yol gösterin," diye yakardı. Sonra Setok'un
yemeğiyle ilgilenmeden yere oturup yemeğine başladı. Setok ona "Ne
oluyorsun?" diye sorunca "Sizin gibi yapıyorum, onların efendisini
bırakıp bu mumlara tapıyorum." diye yanıtladı. Setok kölesinin
verdiği örnekteki derinliği kavradı. Sonunda Sadık'ın bilgeliği
onu etkiledi ve yaratıkları bırakıp onların yaratıcısına tapmaya
başladı.
Arabistan'da o sıralar, İskitlerden kalma ve Hindistan'daki
brahmanların Ortadoğu'ya yaydığı korkunç bir gelenek vardı. Evli
bir adam öldüğünde, karısı azize olabilmek istiyorsa, kocasının
yanında diri diri yakılmaya razı oluyordu. Bu, dul ateşi denilen
bir törenle yapılırdı. Bir boyun saygınlığı yakılan kadınların
sayısıyla artıyordu. Setok'un boyundan bir adam ölünce, çok dindar
olan eşi Almona yakılmak istediğini söyledi, yerini ve gününü ilan
etti. Sadık, efendisine bu geleneğin ne kadar korkunç ve insan
soyuna zararlı olduğunu anlattı. Ülkeye çocuklar verebilecek veya
diğer çocuklarını yetiştirebilecekken, genç dulların yakılmasının
hiçbir yararı olmadığını söyledi; bunu durdurmanın yolu olup
olmadığını sordu. Setok "Bin yıldır kadınlar yakılmayı istiyor.
Zamanın koyduğu bir yasayı kim bozabilir? Yanlış da olsa eski bir
yasa saygıdeğerdir," deyince Sadık "Akıl daha da eskidir," dedi.
"Siz boyun yaşlılarıyla görüşün; ben dul kadınla konuşacağım."
Kadının evine gitti; önce onun güzelliğini ve inceliğine iltifat
ettikten sonra bu güzelliğin ateşe atılmasının ne kadar yazık
olacağını söyledi; cesareti ve kararlığını övdü. Sonra, "Demek
kocanızı bu kadar seviyordunuz?" diye sordu. Arap kadın "Ben mi?
Hiç sevmiyordum ki onu. Kaba, kıskanç ve dayanılmaz bir adamdı.
Ama ateşe atılmayı istiyorum," dedi. Sadık "O zaman ateşte
yakılmanın sizi çeken bir yanı olmalı," dedi. "Korkudan
titriyorum, ama zorunluyum. Ben dindar bir kadınım, yanmazsam
onurumu yitiririm, herkes benimle alay eder." Sadık ona,
başkalarının düşüncesi için yanmak istediğini kabul ettirdi; sonra
uzun uzun konuşup, yaşamın güzelliklerinden söz etti. O kadar
güzel konuştu ki kadında Sadık'a karşı bir ilgi uyandı. Sadık ona
"Yanmaktan vazgeçmiş olsaydınız, ne yapmak isterdiniz?" diye
sorunca, kadın "Benimle evlenmenizi isterdim," dedi.
Sadık'ın yüreği hâlâ Astarte ile dolu olduğundan bu öneriyi
duymazdan geldi. Hemen boyun başkanlarına gidip olanı anlattı;
yeni bir yasa koyarak dul kadınların genç bir erkekle bir saat baş
başa kalmadan yanmalarına izin verilmeyeceği kuralını
getirmelerini öğütledi. O zamandan beri Arabistan'da hiçbir kadın
ateşte yanmayı istemedi. Böylece Sadık yüzyıllardan beri süren
korkunç geleneği bir günde yıktı. Gerçekten de Arabistan'a bir
iyilik meleği gelmişti.
AKŞAM ŞÖLENİ
Setok dünyanın en büyük tüccarlarının katıldığı Belzora'daki büyük
panayıra giderken, artık yanından ayırmadığı bilge kölesini de
götürdü. Sadık değişik ülkelerden birçok insanın aynı yerde
buluşmasından mutluluk duydu. Sanki tüm Dünya Belzora'da toplanan
bir aile gibiydi. İkinci günün akşam yemeğinde yanında bir
Mısırlı, bir Hintli, bir Çinli, bir Rum, bir Keldani ve
Arabistan'a sık gelip gittikleri için Arapça konuşmayı öğrenmiş
birçok konuk vardı. Mısırlı öfkeyle konuşuyordu: "Bu Belzora çok
kötü bir yer! Dünyanın en iyi malı için bana bin altın
vermediler." Setok sordu: "Neymiş bu iyi mal?" "Halamın cesedi. O
Mısır'ın en saygıdeğer kadınıydı; her gittiğim yere benimle
gelirdi, ama yolda öldü. Cesedini çok pahalıya mumyalattım.
Ülkemde olsaydım çok pahalı satardım, ama burada bin altın bile
vermediler." Mısırlı böyle sızlanırken bir yandan da haşlanmış
tavuktan almak için uzandı. Yanındaki Hintli onu elinden tutarak
"Ne yapıyorsunuz?" diye sordu. Mısırlı "Bu tavuktan yiyeceğim,"
deyince Hintli "Sakın ha! Merhum halanızın ruhu bu tavuğa geçmiş
olabilir; halanızı yemiş olursunuz. Tavuk haşlamak doğaya
aykırıdır," dedi. Mısırlı "Doğanıza ve tavuğunuza başlarım ha! Biz
Mısırda öküze hem taparız, hem de yeriz." deyince, Hintli "Öküzü
nasıl yiyebilirsiniz?" diye sordu. "Elbette yeriz, yüz otuz bin
yıldır yiyoruz, kimse de şikâyetçi olmadı." Hintli: "Biraz
abartıyorsunuz. Hindistan'da doksan bin yıldır insan yaşıyor;
bizim uygarlığımız sizinkinden daha eskidir ve üstelik Brahma öküz
yenmesini sizin onları kebap etmeye başlamanızdan çok önce
yasaklamıştır." Mısırlı : "Bizim Apis Öküz Tanrısı yanında sizin
Brahmanız kim olabilir! Bu Brahma ne gibi güzel işler yapmıştır?"
Hintli yanıtladı: "İnsanlara okuma ve yazmayı öğretti; üstelik tüm
dünya satranç oyununu ona borçludur." Onun yanındaki Keldani söze
karıştı: "Yanılıyorsunuz; bu mucizeleri Balık Ohannis'e borçluyuz,
ona şükretmeliyiz. Herkes bilir ki bizim tanrımız çok alımlıdır;
altın bir kuyruğu, insana benzer kafası vardır ve günde üç kez
yakarmak için karaya çıkar. Birçok çocuğu oldu, hepsi hükümdarlık
yaptı. Evimde bir resmi var, ona her gün tapıyorum. İstediğiniz
kadar öküz eti yiyin, ama balık yemek günahtır. Aslında ikiniz de
benim kadar soylu değilsiniz. Mısırlılar yüz otuz bin yıl,
Hintliler seksen bin yılla övünmesinler; bizim dört bin yüzyıllık
tarih kayıtlarımız var. Bana inanıp putlarınızdan vazgeçerseniz
size Ohannis'in birer resmini armağan edeceğim."
Pekin'den gelen Çinli söz aldı: "Mısırlıları, Keldanileri,
Rumları, Kelanileri, Brahmanları, Öküz Apis'i, güzel Balık
Ohannis'i saygıyla anıyorum. Ancak, bizim Li ve Tien (3)
Tanrılarımız öküzlerden ve balıklardan üstündür. Ülkemi tanıtmama
gerek yok; Mısır, Hindistan ve Keldanistan'ın toplamından daha
büyüktür. Daha eski olmakla övünmüyorum, çünkü eski olmak önemli
değildir. Ama tarih kayıtlarından söz ediyorsanız, tüm Asya bizim
kayıtlarımızı kullanır; Keldaniler aritmetiği öğrenmeden çok
önceye dayanan kayıtlarımız vardır."
Rum haykırdı: "Hepiniz ne kadar bilisizsiniz! Her şeyden önce kaos
vardı; evreni bu duruma madde ve biçim getirdi." Bu Rum çok uzun
konuşunca Keldani onun sözünü kesti; tartışma sırasında çok içmiş
olan bu konuk herkesten daha bilgili olduğuna inanıyordu. Ant
içerek Tanrı Teutas ve meşe yaprağından başka konuşmaya değer konu
olmadığını söyledi; kendisi her zaman cebinde meşe yaprağı
taşırdı. Ataları İskitler dünyaya gelmiş en iyi kavimdi; evet bir
ara insan eti yemişlerdi ama bu, insanın atalarına saygılı
olmasını engellemezdi. Ayrıca, her kim Teutas'a karşı konuşursa
onunla hesaplaşacağını söyledi. Bunun üzerine tartışma çığırından
çıktı; Setok masada kan döküleceğinden korktu. O zamana kadar
sessiz kalmış olan Sadık ayağa kalktı. Önce en kızgın olan
Keldani'yle konuştu; haklı olduğunu söyleyerek ondan biraz meşe
yaprağı istedi. Sonra Rum'a dönüp güzel konuşma yeteneğini övdü.
Böylece herkesi yatıştırdı. En az Çinli'ye söyledi, çünkü
içlerinde en akılcı o konuşmuştu. Sonra onlara birlikte seslendi:
"Dostlarım, boş yere tartışıyorsunuz, çünkü hepiniz aynı
düşüncedesiniz." Bu sözlere herkes karşı çıkınca, önce Keldani'ye
sordu: "Siz aslında bu meşe yaprağına değil, onu ve meşeyi yapana
tapıyor değil misiniz?" Keldani "Evet," diye yanıtladı. "Siz,
Mısırlı dostum, bu öküzün özünde, size öküzü bağışlayana tapmıyor
musunuz?" Mısırlı doğrulayınca Sadık sürdürdü: "Balık Ohannis
yerini, denizi ve balıkları yaratana bıraksa doğru olmaz mı?"
Keldani "Kabul," dedi. "Hintli ve Çinli dostlarım, sizin gibi, bir
yaratan olduğunu kabul ediyorlar; Rum'un süslü sözcüklerinden bir
şey anlamadım, ama eminim ki o da, tüm madde ve biçimin kaynağı
olan bir Üstün Varlık'a inanıyordur. Rum Sadık'ın kendi
düşüncesini iyi özetlediğini söyledi. "Öyleyse, hepiniz aynı
düşüncedesiniz, kavga etmenize gerek yok." Bunun üzerine konuklar
kucaklaştılar. Setok tüm mallarını iyi bir fiyata sattıktan sonra
Sadık'la birlikte boyuna döndü. Köye girdiğinde Sadık, yokluğunda
yargılanıp suçlu bulunduğunu ve ateşte yakılacağını öğrendi.
BULUŞMALAR
Sadık Belzora'dayken yıldız dininin rahipleri onu cezalandırmaya
karar vermişlerdi. Ateşte yakılan genç dulların mücevher ve
altınları onların hakkı oluyordu; Sadık bunu engelleyerek onların
nefretini kazanmıştı. Önce Sadık'ın Gök Tanrısını aşağıladığını
ihbar ettiler; tanık olarak verdikleri ifadede Sadık'ın, batan
güneşin denize dalmadığını söylediğini duyduklarını belirttiler.
Bu korkunç sövgü kadıları bile titretti; bu günah sözcükleri
duyduklarında kendi giysilerini yırtmak istediklerini söylediler;
Sadık ödeyecek olsaydı belki bunu yaparlardı. Sonunda onu ateşte
yanmaya tutuklu ettiler. Setok dostunu kurtarabilmek için bütün
gücünü boşuna harcadı. Yaşama yeniden bağlanmış olan ve Sadık'a
sevgi besleyen genç dul Almona onu kurtarmaya karar verdi.
Kafasında kurduğu plandan kimseye söz etmedi. Sadık ertesi günü
yakılacaktı; onu kurtarabilmek için bir gecesi kalmıştı. Bu
iyiliksever ve önlemli kadın şöyle yaptı:
En pahalı takıları ve kokularıyla süslenip yıldızlar dininin
tapınağına gitti ve başrahiple gizli bir görüşme yapmak istediğini
iletti. Bu saygıdeğer yaşlı adamla baş başa kalınca ona şöyle
dedi: "Büyük Ayı'nın kutsal oğlu, Boğa burcunun kardeşi, Köpek
Yıldızı'nın yeğeni (bunlar başrahibin unvanlarıydı); size
kuşkularımı açmaya geldim. Kocamın ölümünden sonra kendimi
yakmayarak büyük günah işledim. Oysa ölümlü bir bedenden başka
yitirecek neyim vardı? Üstelik bedenim şimdiden çürümeye başladı."
Böyle derken ipek giysisini aralayıp çıplak ve bembeyaz omuzlarını
gösterdi. "Görüyorsunuz ya, hiç bunlara değer mi?" Başrahip
yutkunarak bu omuzların pek değerli olduğunu söyledi. Dul kadın
"Belki omuzlarımda biraz güzellik kalmıştır; ama göğüslerimin
artık pörsüdüğünü kabul edin," diyerek giysisini biraz daha
sıyırdı ve başrahibin ömründe görmediği güzellikte göğüslerini
açtı. Bunlarla kıyaslanırsa, fildişi üzerindeki bir gül goncası
şimşir üzerindeki kök boyası gibi veya suda yıkanmış kuzular kirli
sarı gibi kalırlardı. Buna ek olarak iri kara gözleri, tatlı bir
alevle parlayan yanakları, Lübnan dağındaki kule gibi düzgün
burnu, Arap denizindeki en güzel incileri içeren mercan gibi
dudakları yaşlı adamı birden yirmi yaş gençleştiğine inandırdılar.
Başrahip kadına aşkını ilan etti. Almona onun ateşlendiğini
görünce Sadık'ın bağışlanmasını istedi. "Üzgünüm, güzel bayan,
benim bağışlamam bir işe yaramaz; çünkü diğer üç rahibin de imzası
gerekir." Almona "Siz yine de imzalayın," dedi. "Pekâlâ, ama
benimle olmanız koşuluyla," dedi başrahip. Almona: "Sevinerek,
güneş battıktan ve Sheat yıldızı çıktıktan sonra evime gelin. Ben
gül rengi bir divan üzerinde olacağım; bana istediğinizi
yaparsınız." Genç kadın başrahibin imzasını alarak çıktı; yaşlı
adam, gücünün ötesinde bir istekle dolu olarak, yıkandı, Seylan
tarçını, Tidor ve Ternata baharatlarından yapılmış bir içki içti
ve Sheat yıldızının çıkmasını bekledi.
Bu arada Almona ikinci rahibin yanına gitti. Bu rahip de ona
güzelliği yanında güneş, ay ve diğer yıldızların sönük kaldığına
yemin billah ediyordu. Ondan da aynı istekte bulundu ve
karşılığında aynı öneriyi aldı. Ona Güney yıldızının çıktığı
saatte gelmesini söyledi. Daha sonra sırayla üçüncü ve dördüncü
rahibin yanına geçti, her birinden imzaları aldıktan sonra ayrı
birer yıldızın doğuşunda gelmelerini söyledi. İmzalar tamam olunca
önemli bir konu için yargıçları evine çağırdı. Yargıçlar gelince
dört imzayı gösterdi ve Sadık'ın affını satabilmek için her
birinin istediği bedeli söyledi.
Rahipler sırayla gelmeye başladılar; her biri yargıçları ve diğer
rahipleri görünce şaşırdılar ve utandılar. Sadık kurtulmuştu.
Setok Almona'nın becerisinden o kadar mutlu olmuştu ki onunla
evlendi. Sadık kurtarıcısının ayaklarına kapanıp teşekkür ettikten
sonra onunla esenleşti. Setok onun gideceğini duyunca ağladı;
sonsuza kadar arkadaş kalmaya ve hangisi büyük servet kazanırsa
diğerine haber vereceğine ant içtiler.
Sadık Suriye yönünde uzaklaşırken bahtsız Astarte'yi ve peşini
bırakmayan kötü yazgıyı düşünüyordu. "Ne yazık! Bir köpeği
gördüğüm için dört yüz altın ceza ödedim! Meliki öven acemice bir
şiir için başımın kesilmesine tutuklu edildim! Melikenin eşarbıyla
aynı renkte başlığım var diye boğazlanmam istendi! Dövülen bir
kadını kurtarmak istedim diye köle gibi satıldım! Şimdi de genç
Arap dullarının yaşamını kurtardığım için yanmak üzereydim!"
SOYGUNCU
Arabistan ile Suriye sınırında yalçın bir kalenin yanından
geçerken kaleden çıkan silahlı Araplar onun çevresini sardılar.
"Neyin varsa bizim, canın da efendimizin malıdır," diye
bağırdılar. Sadık yanıt olarak kılıcını çekti; gözüpek uşağı da
ona uydu. Üstlerine gelen ilk Arapları devirdiler, ama saldırgan
sayısı iki katına çıktı. Sadık ölene dek karşı koymaya kararlıydı.
Bir kalabalığa karşı iki kişinin direnmesi fazla uzun sürmeyecek
gibi görünüyordu. Kalenin efendisi Arbogad bir pencereden Sadık'ın
yiğitliğini görünce ona saygı duydu. Aşağı inip adamlarını ayırdı
ve Sadık'ın yanına geldi. "Topraklarımdan geçen her şey, ayrıca
başkalarının toprağından alabildiğim şeyler, hepsi benim malımdır.
Ama sen yiğit birine benziyorsun; senin için ayrıcalık yapacağım."
Onları kaleye aldı, adamlarının onlara saygı göstermelerini istedi
ve akşam olunca Arbogad Sadık'ı yemeğe çağırdı.
Bu kalenin sahibi soygunculuk yapan bir Araptı; bir sürü kötülüğün
yanı sıra, bazen iyi işler de yapardı: çalarken açgözlü, ama
dağıtırken cömert; savaşta acımasız ama ticarette dürüst,
eğlenirken sefih ama şen olurdu. Sadık'ın söyleşisini çok
beğenmişti; uzun bir yemekten sonra ona "Benim buyruğuma girmeni
isterim," dedi, "Bundan daha iyisini bulamazsın; belki bir gün
benim yerimi alırsın." Sadık: "Bu soylu uğraşı ne zamandan beri
yaptığınızı sorabilir miyim?" Arbogad: "Gençliğimde başladım.
Düzenci bir Arabın uşağıydım; işim dayanılacak gibi değildi.
İnsanların eşit hakka sahip oldukları şeylerden benim payıma
hiçbir şey düşmemiş olmasını kabullenemiyordum. Sıkıntımı yaşlı
bir Araba açtım; o bana 'Oğlum, umutsuzlanma,' dedi, 'Vaktiyle
çölün ortasında unutulmuş bir kum tanesi yazgısından yakınırmış;
yıllar sonra elmas olmuş. Şimdi Hint hükümdarının tacını süslüyor'
Bu sözler yüreğime işledi; o kum tanesi bendim ve elmas olmaya
karar verdim. Önce iki at çalarak başladım; kendime ortaklar
bulduktan sonra küçük kervanları soyacak güce eriştim. Böylece
insanlarla aramdaki eşitsizliği gidermeye başladım. Bu dünyanın
nimetlerinden payımı faiziyle birlikte aldım; bana herkes saygı
duydu; bu kaleyi ele geçirdikten sonra bu bölgenin baş soyguncusu
oldum. Suriye valisi beni buradan atmak istedi; ama artık ondan
korkmayacak kadar zengindim. Valiye para verip kaleyi elimde
tuttum. Üstelik beni bu bölgedeki Arap boylarının vergilerini
toplamakla görevlendirdiler; şimdi verdiğimden fazlasını
alıyorum."
"Babil'deki vali, Melik Moabdar'ın adına, beni öldürmesi için
buraya bir adam gönderdi. Bu adam elinde fermanla geldi; ben
önceden haber almıştım. Yanında getirdiği dört adamını onun gözü
önünde boğdurdum; sonra ona beni öldürürse ne kadar ihsan
alacağını sordum. Üç yüz altına kadar çıkabileceğini söyledi. Ona
benim emrime girerse çok daha fazlasını kazanacağını söyledim.
Şimdi yanımda ve en iyi yardımcılarımdan biridir. Bana güven, sen
de onun gibi yap. Melik Moabdar öldürüldükten sonra Babil'de
kargaşa çıkalıdan beri burada soygunculuk işleri çok açıldı."
Sadık haykırdı: "Moabdar öldü ha! Ya Melike Astarte ne oldu?"
Arbogad "Bilmiyorum," dedi, "Tüm bildiğim, Moabdar aklını
kaçırınca öldürmek zorunda kaldılar. Şimdi Babil hırsızla,
soyguncuyla doldu; tüm ülke şaşkınlık içinde, soygunculuk için
daha iyisi bulunmaz." Sadık "Ama melike nerede, onun ne olduğunu
bilen yok mu?" diye umutla sordu. Soyguncu "Hirkanya'daki bir
prensten söz ediyorlardı; melike o kargaşada ölmemişse şimdi onun
odalığı olmuştur. Ben de bir sürü kadın tutsak aldım, ama
hiçbirini yanımda tutmadım. Güzel olanları, kim olduklarına
bakmadan, iyi paraya satarım. Ama soyluluk tek başına para
etmiyor; çirkin bir kadın melike de olsa alıcı bulamaz. Belki
melike Astarte'yi de alıp satmışımdır; kimbilir belki ölmüştür.
Senin yerinde olsam onun ne olduğunu merak etmezdim." Böyle
diyerek daha çok içmeye başladı ve Sadık ondan daha fazla bilgi
alamadı.
Sadık sersemlemiş, ne yapacağını bilemez durumdaydı. Arbogad
sürekli içiyor, fıkralar anlatıyor ve dünyanın en mutlu adamı
olduğunu söyleyerek Sadık'ın da kendisine katılmasını istiyordu.
Sonra şarabın etkisiyle gevşedi ve uyumaya gitti. Sadık'ın
heyecanı bütün gece sürdü. "Demek melik delirdi ve öldürüldü! Ona
acımaktan kendimi alamıyorum. Ülke parçalanmak üzere ve bu
soyguncu mutlu olabiliyor. Ey yazgı! Bir haydut mutluyken doğanın
başyapıtı bir kadın ya çok kötü bir biçimde öldü, ya da şu anda
ölümden beter bir yerde yaşıyor. Ey Astarte! Sen neredesin?"
Sabah olunca Sadık kalede rasladığı herkese sordu; ama herkesin
çok işi vardı, kimse ona yanıt vermedi. Gece yeni bir soygun
yapılmıştı, ganimetler paylaşılıyordu. Bu kargaşada yapabildiği
tek şey gitmek için izin koparmak oldu. Vakit yitirmeden ve üzgün
bir yürekle oradan ayrıldı.
Sadık bir yandan yol alıyor, bir yandan da talihsiz Astarte, Babil
Meliki, arkadaşı Kadir, mutlu soyguncu Arbogad veya Mısır'da
Babilli askerlerin kaçırdığı kaprisli kadın, kısacası tüm
talihsizlikleri aklından geçiyordu.
BALIKÇI
Arbogad'ın kalesinden birkaç fersah ötede küçük bir ırmağın
kıyısına geldiğinde hâlâ yazgısına üzülüyordu. Kıyıda uzanmış bir
balıkçı gördü; yorgun elleriyle bir ağı tutarken göklere
haykırıyordu.
"İnsanların en mutsuzu benim. Herkesin bildiği gibi, Babil'de en
tanınmış peynir yapımcısı bendim, sonra işlerim bozuldu. Benim
gibilerin bulabileceği en güzel kadına sahiptim, ama beni aldattı.
Bir evim vardı, onu yağma edip yıktılar. Şimdi bir kulübeye
sığındım, balıkçılık yapıyorum, ama hiç balık tutamadım. Ey ağ!
artık seni değil, kendimi suya atacağım." Böyle diyen balıkçı
yaşamdan bıkmış bir adam gibi kalkıp suya yürüdü.
Sadık düşündü: "Demek ki benden daha mutsuz insanlar da varmış."
Bu düşünceyle adamı kurtarmak için koşup onu durdurdu. İçten bir
ilgiyle onun dertlerini dinledi. Yalnız olmadıkları zaman
insanların daha az mutsuz oldukları söylenir. Zerdüşt'e göre bu,
arabozuculuktan değil, gereksinimden kaynaklanır. Böyle durumdaki
insanlar mutsuz birine kardeş gibi sarılır. Mutlu bir insanın
sevinci aşağılama gibidir; iki mutsuz, fırtınada zayıf iki ağaç
gibi, birbirlerine dayandıkça daha güçlü olurlar.
Sadık ona "Kendinizi niye koyveriyorsunuz?" diye sorunca balıkçı
yanıtladı: "Çünkü bir çare bulamıyorum. Babil'de Derlbak köyünün
en saygıdeğer adamıydım; karımın da yardımıyla en güzel peynirleri
yapıyordum. Melike Astarte ve Başvezir Sadık peynirlerimi çok
beğenirlerdi; en son onlara altı yüz kalıp peynir göndermiştim.
Bir gün paramı almak için Babil'e gittim; melike ile Sadık'ın
ortadan kaybolduğunu söylediler. Efendi Sadık'ın evine koştum,
melikin askerleri, ellerinde onun fermanıyla, evi yasal bir
biçimde yağmalıyorlardı. Oradan melikenin mutfağına gittim;
uşakların bir bölümü öldüğünü, bir bölümü tutuklu olduğunu,
diğerleri de kaçtığını söylüyorlardı. Ama tümü de peynirlerimin
parasını ödemeyeceklerini söylediler. Karımla birlikte,
müşterilerimden Efendi Orcan'ın köşküne gittik; ondan bize
yardımcı olmasını istedik. O karımı elimden aldı, beni kovdu.
Karım en nefis peynirlerden daha beyazdı; yanakları Sur kumaşından
daha parlak kırmızıydı. Karıma mektup yazıp Orcan'ın evine
gönderdim. Haberciye demiş ki: "Ah evet, bu mektubu yazan adamdan
bana söz etmişlerdi; iyi peynir yaparmış; peynir getirirse alın ve
parasını ödeyin."
"Üzüntü içinde mahkemeye başvurmak istedim. Altı altınım kalmıştı;
ikisini danıştığım avukata, ikisini davaya bakan yargıca, kalan
ikisini de mahkeme yazmanına vermek zorunda kaldım. Mahkeme daha
başlamadan karımdan ve peynirlerin değerinden daha fazlasını
harcamıştım. Köyüme dönüp evimi satayım da karımı kurtarayım
dedim."
"Evim altmış altın ederdi; ama beş parasız ve acelem olduğunu
gördüler. Birinci müşteri otuz, ikincisi yirmi ve üçüncüsü de on
altın önerdiler. O kadar çaresizdim, tam kabul edecektim ki o
sırada Hirkanya'dan bir prens Babil üzerine yürüdü ve yolundaki
her şeyi yakıp yıktı. Evimi önce talan edip sonra yaktılar."
"Böylece paramı, karımı ve evimi yitirdikten sonra bu gördüğün
yere geldim ve balıkçılık yaparak yaşamaya uğraştım. Ama insanlar
gibi balıklar da benimle alay ediyorlar; hiçbir şey tutamıyorum;
açlıktan ölmek üzereyim. Sen dert ortağım yabancı efendi, sen
olmasaydın ölmek üzereydim."
Balıkçı başından geçenleri böyle bir çırpıda anlatmadı; çünkü
Sadık ikide bir onun sözünü kesiyor, "Peki melikeye ne oldu? Onun
ne olduğunu biliyor musun?" diye soruyordu. "Hayır, efendim.
Yalnızca melike ve Sadık'ın peynirlerimin parasını ödemediklerini,
karımı elimden aldıklarını ve umudum kalmadığını biliyorum."
Sadık: "Belki de paranın bir kısmını geri alırsın. Bu Sadık denen
adamın dürüst olduğunu duymuştum. Eğer tahminim doğru çıkar da
Babil'e geri dönerse size borcunu fazlasıyla ödeyecektir. Pek
namuslu olmadığı anlaşılan karınıza gelince, onu yeniden kazanmaya
çalışmayın. Bana güvenip Babil'e geri dönün. Ben atlı ve siz yayan
olduğunuza göre, sizden daha önce orada olurum. Tanınmış bir
ailenin oğlu olan Kadir'i bulun; ona arkadaşını gördüğünüzü
söyleyin ve beni onun evinde bekleyin. Haydi bakalım; talihiniz
hep böyle gitmeyecek." Sonra gökyüzüne dönüp sözünü sürdürdü:
"Ey her şeye gücü yeten Orosmade! Bu adamı avutmak için beni
buldun. Ya beni avutmak için kimi göndereceksin?" Sonra
Arabistan'dan getirdiği paranın yarısını balıkçıya verdi. Adam
şaşkın ve mutlu, Kadir'in arkadaşının ayaklarını öpüyordu: "Siz
bir kurtarıcı meleksiniz."
Bu arada Sadık yine Astarte'den haber alamamış olmanın üzüntüsüyle
ağlıyordu. Balıkçı haykırdı: "Siz efendim, bu kadar iyi bir insan,
yoksa siz de mutsuz musunuz?" Sadık "Senden yüz kat daha fazla
mutsuzum," diye yanıtladı. "Veren bir insan alandan daha mutsuz
olur mu?" Sadık: "Senin mutsuzluğun gereksinimden kaynaklanıyor,
benimki yüreğimde." Balıkçı: "Yoksa Orcan sizin de mi karınızı
aldı?" Bu soru Sadık'a tüm gördüğü kötülükleri anımsattı.
Melikenin köpeğinden başlayarak, başından geçenleri balıkçıya
anlattı. Ona "Orcan Tanrı'nın cezasını fazlasıyla hak etti," dedi,
"Ama nedense bu tür adamlara yazgı yardım ediyor. Her neyse, sen
Kadir'in evine git, beni bekle." Bunun üzerine ayrıldılar; balıkçı
talihine şükrederek yürüdü; Sadık yazgısından yakınarak atını
koşturdu.
BASİLİKOS
Sadık yeşilliklerle dolu bir otlağa geldiğinde birçok kadının
dikkatle yerde bir şeyler aradığını gördü. İçlerinden birine
yaklaşıp onlara yardımcı olup olamayacağını sordu. Suriyeli kadın
ona "Sakın ha! aradığımız şeye ancak bir kadın eli değebilir,"
dedi. Sadık "Ne tuhaf? Yalnızca kadınların dokunabildiği bu şey
nedir?" diye sordu. Kadın "Basilikos yılanı" dedi. "Onu niçin
arıyorsunuz?" Kadın: "Şu ırmak kıyısında gördüğün kalenin beyi ve
bizim efendimiz Ogul hastalandı. Hekim gülsuyunda pişirilmiş
basilikos eti yemesini istiyor. Bu az raslanan yılan yalnızca
kadınların kendisini tutmasına izin verdiği için, efendimiz Ogul
hangimiz bulursa onunla evleneceğini duyurdu. Şimdi lütfen beni
bırakın, yoksa diğer kadınlar benden önce onu bulabilir."
Suriyeli kadınlar aramayı sürdürürken Sadık uzaklaştı. Biraz
ötedeki dere kıyısından geçerken yerde uzanmış, ama bir şey
aramayan bir kadın gördü. Uzun boylu ve yüzü tülle örtülüydü.
Kadın dere kıyısında bir yandan içini çekiyor, bir yandan da
elindeki çubukla kumda bir şeyler çiziyordu. Sadık kadının ne
çizdiğini merak edip yaklaştı; S ve A harfleri çizilmişti. Sonra D
harfi yazıldığını gören Sadık heyecanlandı. Daha sonra kendi adını
kuma yazılmış görünce çok şaşırdı. Bir süre sessiz kaldıktan sonra
"Ey saygıdeğer bayan," dedi, "bu talihsiz yolcuya söyler misiniz,
o güzel elinizle niçin SADIK adını yazdınız?" Bu sesi duyan kadın
bir çığlık atıp yüzündeki tülü açtı ve Sadık'ın kollarında
bayıldı. Bu kadın Sadık'ın sevgilisi ve Babil Melikesi Astarte
idi. Genç adam bir süre hiç konuşamadı; sonra sevgilisinin
gözlerini açıp kendisine baktığını görünce "Ey her şeye gücü yeten
tanrılar!" diye haykırdı, "Bana Astartemi burada ve bu durumda
geri veriyor musunuz?" diyerek yerlere kapandı ve Astarte'nin
ayaklarını öpmeye başladı. Babil melikesi onu yerden kaldırdı;
yanına oturttu. Bir yandan da gözlerinin dinmeyen yaşını
siliyordu. Sadık'a başından geçenleri sordu. İkisi de yüreklerinin
fırtınasını biraz dindirdikten sonra genç adam, bu dere kıyısına
gelinceye kadar başından ne geçtiyse anlattı. "Fakat, benim
talihsiz melikem, siz bu ıssız dere kıyısında, köle giysileri
içinde ve basilikos arayan diğer köle kadınlar arasında nasıl
bulunuyorsunuz?"
Güzel Astarte "Onlar basilikos ararken ben size neler çektiğimi
anlatayım," dedi. "Biliyorsunuz kocam melik sizin insanların en
iyisi olmanızdan hoşnut olmadı; bir gece beni zehirleyip sizi de
boğmaya karar vermiş. Tanrı'ya şükür, küçük dilsiz uşağım bana
haber verdi. Kadir sizi yolcu ettikten sonra gizli bir geçitten
benim odama geldi. Beni kaçırıp Orosmade tapınağına götürdü; orada
rahip kardeşine teslim etti. Beni büyük bir yontunun altlığının
içindeki boşluğa sakladılar. Orada mezarda gibiydim; ama rahip
bana gerekli her şeyi sağlıyordu. Gün ağarırken melikin eczacısı
saraydaki odama elinde bir kadeh zehirle, bir diğer asker de sizin
evinize elinde mavi ipekten bir boğma ipiyle gittiler; ama kimseyi
bulamadılar. Kadir, meliki daha iyi kandırabilmek için, saraya
gidip ikimizi de ihbar etti. Sizin Hindistan yoluna, benim de
Memfis'e kaçtığımı söyledi. Melik peşlerimizden atlılar gönderdi."
"Beni arayan atlılar beni tanımıyorlardı; yüzümü kocamın rızasıyla
yalnızca size göstermiştim. Tanımlama üzerine gittikleri Mısır
sınırında bana benzeyen, belki benden daha çekici, bir kadına
raslamışlar. Onun Babil melikesi olduğundan emin olarak yakalayıp
Moabdar'a getirdiler. Melik yanlışlığı görünce küplere bindi;
ancak bu kadına yakından bakınca onu beğendi ve kısa sürede avuntu
buldu. Adı Missuf olan bu kadının çok kaprisli olduğunu
söylediler. Moabdar'ı kendine bağladı ve onunla evlenmesini
sağladı. Evlendikten sonra gerçek huyu ortaya çıktı; artık
korkusuzca her türlü çılgınlığı yapıyordu. Yaşlı bir adam olan
başrahibin kendi önünde raks etmesini buyurdu; adam karşı koyunca
ona işkenceler etti. Başseyisten reçelli turta pişirmesini istedi;
asker adam ben aşçılık bilmem dediyse de dinletemedi. Pastayı
yapıp getirdiğinde, Mussif onu yanık buldu ve başseyisi kovdurdu.
Bu göreve kendi cücesini getirdi. Daha sonra başvezirlik makamına
çocuk yaşta bir uşağı getirtti. Böylece Babil'i yönetmeye başladı.
Halk beni arıyordu. Kıskançlık bunalımına girmeden önce dürüst bir
adam olan melik, bu kaprisli kadına duyduğu aşk yüzünden tüm
erdemlerini unutmuştu. Kutsal ateş bayramının ilk günü tapınağa
geldi. Benim saklandığım yontunun önünde diz çöküp tanrılardan
Missuf'a akıl vermelerini diledi. Ben saklandığım yerden sesimi
kalınlaştırıp bağırdım: "İyi bir kadını öldürmek isteyip sonra da
kötü bir kadınla evlenen zorba bir melikin dileklerini kabul
etmiyoruz." Moabdar bu sözleri duyunca korktu ve aklı başından
gitti. Benim kehanetime Missuf'un eziyetleri de eklenince kısa
sürede delirdi."
"Delilik ona gökten bir ceza gibi gelince, halk bunu bir işaret
saydı. Ayaklanmalar başlayınca herkes silaha sarıldı. Uzun bir
dönem barış içinde olan Babil'de kanlı bir iç savaş başladı. Beni
yontunun içinden çıkarıp karşı topluluğun başına getirdiler. Kadir
sizi Babil'e getirmek için Memfis'e gitti. Bu durumu haber alan
Hirkanya prensi ordusuyla gelip üçüncü bir topluluk oluşturdu.
Melik, çılgın Mısırlı kadının etkisiyle, hazırlıksızca bu güçlerin
üzerine yürüdü. Savaşta Moabdar öldürüldü, Missuf kazananların
eline düştü. Ben de aynı sıralarda Hirkanya ordusuna yakalandım ve
Missuf'la birlikte prensin önüne çıkarıldım. Prensin beni
Mısırlı'dan daha güzel bulduğunu söylersem hoşunuza gidebilir; ama
beni saraya kapattığını duymaktan hoşnut olmazsınız. Prens önemli
bir askeri girişimden sonra bana döneceğini söyledi. Talihime
küstüm; Moabdar öldüğüne göre artık Sadık'ın olabilirdim, ama bu
barbarın eline düştüm. Duygularım ve konumumun verdiği gururla
ona, bana sahip olamayacağını söyledim. Bazı insanlarda doğuştan
öyle bir özyapı gücü olurmuş ki bir bakış veya bir sözle
karşısındakinin ne kadar aşağılık olduğunu duyumsatırmış.
Hirkanyalı beni yanıt vermeye değer bulmayarak harem ağasına,
benim küstah ama güzel olduğumu söyledi; ona seferden dönünceye
kadar bana iyi bakmalarını, gözde odalık konumunda tutmalarını ve
onun tarafından onurlandırılmaya hazır duruma getirmelerini
istedi. Ona kendimi öldüreceğimi söyledim; o bana bu sözlere
inanmadığını, kimsenin kendini öldürmediğini söyledi ve papağanını
kafese kapatan bir adam gibi oradan ayrıldı. Dünyanın en güçlü
melikesi, üstelik Sadık'ın sevgilisi için ne zor bir durum!"
Bu sözler üzerine Sadık sevgilisinin ayaklarına kapanıp ağladı.
Astarte onu sevgiyle kaldırıp sürdürdü: "Bir barbarın tutsağı ve
birlikte kapatıldığım çılgın bir kadının rakibi olmuştum. Missuf
bana Mısır'da olanları anlattı. Kendisini kurtaran yabancıyı
tanımlarken söz ettiği günün tarihinden, bindiğiniz deveden ve
diğer bilgilerden o yabancının siz olduğunuzu anladım. Artık
Memfis'e ulaştığınıza inanmıştım; bir yolunu bulup ben de oraya
kaçmaya kararlıydım. Mısırlı'ya "Güzel Missuf," dedim, "Siz benden
daha alımlısınız, Hirkanya prensini benden daha iyi
eğlendirebilirsiniz. Kaçmama yardım edin, bana iyilik ederken bir
rakipten kurtulmuş olursunuz." Missuf kabul etti; kaçış planını
birlikte yaptık. Yanıma Mısırlı bir hizmetçi kadın katıp gizlice
kaçmamı sağladı."
"Arabistan sınırına gelmiştim ki oraların tanınmış soyguncusu
Arbogad beni kaçırdı ve tüccarlara sattı; onlar da beni Efendi
Ogul'un yaşadığı bu kaleye getirdiler. Ogul beni kim olduğumu
bilmeden satın aldı. Bu adam yemekten başka bir şey düşünmeyen
biri; dünyaya ziyafet çekmek için geldiğini sanıyor. Aşırı
şişmanlığı yüzünden sık sık yüreği tıkanıyor. İyi sindirim yaptığı
günlerde yüz vermediği hekimi, aşırı yediği günlerde arıyor. Hekim
onu gül suyunda pişmiş basiluikos eti yerse iyileşeceğine
inandırdı. Efendi Ogul odalıklarından hangisi ona basilikos
getirirse onunla evleneceğini söyledi. Gördüğünüz gibi bu onuru
diğer hanımlara bırakmıştım; hele sizi görünce onu bulmaya hiç
niyetim yok."
Bunun üzerine Sadık ve Astarte o zamana kadar gizledikleri
duygularını, acı çekmiş soylu yüreklerinden gelen sözcüklerle
birbirlerine anlattılar; göklerde sevgiyi düzenleyen çemberler bu
sözcükleri Venüs'e kadar ulaştırdılar.
Odalık kadınlar Ogul'un kalesine elleri boş döndüler. Sadık
Ogul'un yanına çıkıp kendini tanıttı ve şöyle dedi: "Ölümsüz
sağlık melekleri sizi kutsasın! Ben hekimim; hastalığınızı duyunca
koşup geldim ve yanımda gül suyunda pişmiş basilikos eti getirdim.
Sizinle evlenmek istediğimi sanmayın; yalnızca yeni satın
aldığınız Babilli odalığı salıvermenizi diliyorum. Eğer sizi
iyileştiremezsem, onun yerine ölünceye kadar Büyük Efendi Ogul'un
kölesi olmaya razıyım."
Bu öneri kabul edildi. Astarte, onu olup bitenlerden haberdar
etmeye söz vererek, Sadık'ın hizmetçisiyle Babil'e doğru yola
çıktı. Ayrılmaları buluşmaları kadar duygulu oldu. Büyük Zind
kitabında yazıldığı gibi, ayrılıklar ve kavuşmalar yaşamın en
önemli iki anıdır. Sadık ant içtiği kadar melikeyi seviyor, melike
de söyleyemediği kadar onu seviyordu.
Sadık Ogul'a döndü: "Efendim, basilikos eti doğrudan yenmez; onun
iyileştirici etkisi derinizdeki gözeneklerden içeri girmelidir.
Onu ince deriden yapılmış şişkin bir tulum içinde saklıyorum; siz
bu tulumu bütün gücünüzle defalarca iteceksiniz, ben de onu size
geri iteceğim. Bunu yaparsak birkaç gün içinde ilacımın ne kadar
güçlü olduğunu göreceksiniz." Ogul çalışmaya koyuldu; ilk gün
sonunda o kadar yorulmuştu ki öleceğini sandı. İkinci gün daha az
yoruldu ve daha iyi uyuyabildi. Sekiz gün sonunda tüm gücüne ve
sağlığına kavuştu, neşesi yerine geldi. Sadık ona gerçeği
açıkladı: "Siz top oynadınız ve rejim yaptınız. Bilin ki doğada
basilikos yoktur; biraz vücut çalışması ve rejimle insan sağlıklı
olabilir. Aşırı zevkleri ve sağlığı birlikte yürütmek
yıldızbilimcilerin ve rahiplerin aradığı filozof taşını bulmak
kadar olanaksız bir istektir."
Ogul'un kişisel hekimi bu adamın tıp bilimi için ne kadar
tehlikeli olduğunu görünce, onu öbür dünyada basilikos aramaya
göndermek için efendi Ogul'un eczacısıyla anlaştı. Bu kadar iyilik
yaparak cezalandırıldıktan sonra, obur bir efendiyi iyileştirdiği
için ölmesi isteniyordu. Onu görkemli bir yemeğe çağırdılar.
İkinci tabakta zehirlenecekti; ama birinci tabak sonunda
Astarte'den bir haber getirdiler. Sofradan kalktı ve yola çıktı.
Büyük Zerdüşt'ün dediği gibi, "Güzel bir kadın sizi severse, bu
dünyada belalardan kurtulmak hep olasıdır."
TURNUVA
Melike Babil'e vardığında, kötü günler geçirmiş güzel bir prensese
yakışır biçimde coşkuyla karşılandı. Kent biraz daha yatışmış
görünüyordu. Hirkanya prensi yitirdiği son savaşta öldürülmüştü.
Kazanan Babilliler kendilerinin seçeceği bir melikin Astarte ile
evlenmesi gerektiğine karar verdiler. Babil kralı ve Astarte'nin
kocası olacak kişinin düzenci veya deli biri olmasını
istemiyorlardı. En yiğit ve en bilge kişiyi seçmeye ant içtiler.
Kent dışında büyük bir arena ve seyirciler için süslü tribünler
kuruldu. Yiğitler arenaya silah ve zırhlarını kuşanmış olarak
girecekler, adları ve yüzleri saklı kalacaktı. Seyircilerin
gerisinde her birinin görünmeden giyinebileceği çadırlar
kurulmuştu. Turnuva dört aşamalıydı; önce dört rakibini yenen
yiğitler sonra kendi aralarında çarpışacaklar, sona kalan yiğit
turnuvanın bu aşamasının galibi olacaktı. Bu kişi dört gün sonra
bilginlerin karşısına çıkarak dört bilmeceyi yanıtlayacaktı. Doğru
yanıtlayamazsa yitirecek ve turnuva, bir melik seçilinceye kadar,
yinelenecekti. Çünkü hem yiğit ve hem de bilge biri olması
isteniyordu. Bu süre içinde melike çok sıkı korunacaktı; yüzü
örtülü olarak turnuvayı izlemesine izin verilmişti ama, haksızlık
olmaması için, adaylarla konuşması yasaktı.
İşte Astarte mektubunda bunları haber veriyor ve sevgilisinin
herkesten daha yiğit ve bilge seçilmesi için dua ediyordu. Sadık
yola çıktı; Tanrı Venüs'e dua edip bileğine ve aklına güç
vermesini diledi. Büyük günden önceki gün Fırat kıyısındaki
turnuva yerine geldi. Kurallar gereği yüzünü ve adını gizleyerek,
yarışmacılar listesine yazıldı; sonra kurayla verilen çadırına
giderek dinlenmeye çekildi. Onu Mısır'da boş yere arayıp Babil'e
dönmüş olan arkadaşı Kadir, melikenin gönderdiği zırhı ve en güzel
Acem atını onun çadırına yolladı. Sadık bu armağanların
Astarte'den geldiğini anladı; sevgisi ve cesareti arttı.
Ertesi gün, Babil'in seçkin bayanları ve efendileri tribünlerde
yerlerini aldıktan ve melike bir köşede yüzü örtülü olarak
oturduktan sonra atlı yarışmacılar arenaya çıktılar. Her biri
armasını başrahibin önüne koydu. Çekilen kurada Sadık sonuncu
oldu. Birinci yarışmacı İtobad adında zengin bir soyluydu;
büyüklenen, fazla gözüpek olmayan ve akılsız bir adamdı. Uşakları
onun gibi bir adamın melik olması gerektiğini söyleyerek aklını
çelince, "Benim gibi biri kral olmalı," demeye başlamıştı. İtobad
yeşil pırlantalarla işli altından bir zırh giymiş, yeşil kurdelalı
bir mızrak taşıyordu. Atını yönetiş biçimine bakılınca, onun Babil
krallığına yaraşır biri olmadığı anlaşılıyordu. Karşılaştığı ilk
yarışmacı onu bir atılışla atından düşürdü. İkinci rakibi onu
atının üzerinde tersine oturttu. İtobad kendini toparladı, ama tüm
seyirciler gülmeye başladı. Üçüncü rakibi mızrağını kullanmaya
değer bulmayarak, eliyle bacağından yakalayıp yere indirdi; iki
yanın uşakları gülerek koştular ve onu ata bindirdiler. Dördüncü
yarışmacı bu kez sol bacağından tutup atınca tribünler onu
yuhalamaya başladı. Çadırına güçlükle götürülen İtobad bir yandan
da düşünüyordu: "Benim gibi biri için ne serüven ama!"
Diğer süvariler tüm güçleriyle çarpıştılar. Bazıları iki rakibini,
daha azı üç rakibini yenmeyi başardı. Yalnızca Prens Otame dört
rakibini yenmişti. Sonunda Sadık'ın sırası geldi; o da zarif bir
biçimde peşpeşe dört rakibini alt etti. Şimdi Otame ile Sadık'ın
yenişmesi gerekiyordu. Otame mavi zırh ve sorguç kuşanmıştı,
Sadık'ınkiler ise beyazdı. Seyirciler ya mavi ya da beyaz süvariyi
tutuyor, ama melike beyazlı süvari için yakarıyordu.
İki yiğit öyle bir kapıştılar, o kadar çevik hamleler yaptılar,
mızrak kullandılar ve atlarını yönettiler ki, melike dışında
herkes Babil'e iki melik seçilmesini diledi. Sonunda atlar ve
mızrak tutan kollar yorulunca Sadık şöyle bir hamle yaptı: Mavi
rakibinin arkasından dolanıp onun atının terkisine atladı,
rakibini belinden tutarak yere attı ve sonra onun eyerine oturdu.
Tribünler coşmuştu: "Yaşasın beyazlı süvari!" Otame kıpkırmızı bir
yüzle kalkıp kılıcını çekti; Sadık da atından inip ona uydu.
Kıyasıya çarpıştılar; güçlü kollar ve çevik ayaklar birbirini
zorladı; sorguçlarının tüyleri havada uçuştu, zırhlarının
zincirleri döküldü. Kah sağdan, kah soldan darbeler kafalara veya
göğüslere iniyor, biri ilerlerken diğeri geriliyordu, kılıçların
çarpışması kıvılcımlar saçıyordu. Sonunda Sadık kafasını
toparlayıp aldatmaca bir hamleyle Otame'yi devirdi, kılıcını
elinden aldı. Otame haykırdı: "Ey beyazlı yiğit, Babil meliki sen
olmalısın." Melike çılgınlar gibi sevindi. Kurallar gereği, mavi
ve beyaz süvariler de diğerleri gibi çadırlarına götürüldüler.
Dilsiz uşaklar onlara yemekler taşıdılar. Sonra uyumaları için
yalnız bırakıldılar. Kazanan yiğit ertesi sabah başrahibin önüne
gelip kendisini tanıtacaktı.
Sadık ne kadar âşık olursa olsun yorgunluktan uyuyakaldı. Onun
yanındaki çadırda İtobad uyumuyordu. Gece yarısı kalktı ve
Sadık'ın çadırına girip beyaz zırhını ve sorgucunu aldı; yerine
kendininkileri bıraktı. Gün ağarınca başrahibin önüne gitti ve
gururla kendisi gibi birinin kazandığını ilan etti. Bunu kimse
beklemiyordu; ama Sadık hâlâ uyurken İtobad'ı galip saydılar.
Astarte şaşkın ve üzgün olarak Babil'e döndü. Sadık kalktığında
tribünlerde pek az insan kalmıştı; zırhını aradı ama onun yerinde
yeşil zırhı buldu. Mecbur kalarak bu zırhı giydi ve arenaya çıktı.
Tribünlerde kalmış az sayıda seyirci onu yuhaladı. Çevresini sarıp
alay etmeye başladılar. Hiç kimse onun kadar aşağılanmadı. Sonunda
sabrı tükendi, kılıcıyla çevresindeki serserileri dağılmaya
zorladı. Ne yapacağını bilemiyordu. Melikeyi göremezdi; onun
gönderdiği beyaz zırha sahip çıkamazdı, çünkü bunu yaparsa
melikeyi ele verebilirdi. Öfke ve endişeyle Fırat kıyısında
geziniyor, yakasını bırakmayan kör talihine yanıyordu; tek
gözlüleri beğenmeyen kadından başlayarak yitirdiği zırhına kadar
başından geçenlere baktıkça, bu dünyaya mutsuz olmak için
geldiğine inanıyordu. "İşte geç kalkmanın sonu budur. Biraz daha
az uyusaydım, şimdi Babil Meliki ben olacak ve Astarte'ye
kavuşacaktım. Bilim, ahlak ve cesaret yalnızca beni mutsuz etmeye
yaradılar." Tanrılara ilenç sözcükleri ağzından çıktı; bu dünyada
iyi insanların yazgısının eziyet çekmek, yeşil süvarilerin de
hazıra konmak için yaşadıklarına inanmaya başladı. Onu yuhalatan
bu yeşil zırhtan nefret ediyordu; oradan geçen bir tüccara onu
ucuz fiyata satıp bir giysi ve uzun bir başlık aldı. Bu giyimle
bir yandan Fırat kıyısında dolanıyor, bir yandan da tanrıları kötü
yazgısından sorumlu tutarak söyleniyordu. |
|
1
2
3
4
5 |
|
|
|
|
|
|
|