...................
ERMİŞ
BİLMECELER
DANS
MAVİ GÖZLER
SAFDİL
Voltaire
Sadık ve Safdil
Çeviri: Bekir Karaoğlu
                         
...................
...................
"Düşüncelerinize katılmıyorum; fakat onları söyleme hakkınızı sonuna kadar savunacağım."
Voltaire

"Hiç bir zaman anlayamayacağım düşünceleri bana kabul ettirdiği için onu asla bağışlamayacağım."
İmparatoriçe Eugenie


"Bu adamı kimse susturamayacak mı?"
Kral XV. Louis




ERMİŞ

Gezinirken sakalı göbeğine kadar uzanan bir ermiş gördü. Elinde dikkatle okuduğu bir kitap vardı. Sadık durup onun önünde saygıyla eğildi. Ermiş onu o kadar soylu ve anlayışlı bir biçimde selamladı ki Sadık durup onunla konuşmak istedi. Ona okuduğu kitabı sordu. Ermiş "Bu, yazgının kitabıdır. Biraz okumak ister misiniz?" diyerek kitabı Sadık'ın eline verdi. Genç adam birçok dil bilmesine karşın kitaptaki yazıyı çözemeyince merakı daha da arttı. Yaşlı adam ona "Siz çok üzüntülü görünüyorsunuz" dedi. "Yazık, o kadar dertliyim ki," dedi Sadık. Ermiş "Sizinle geleyim; belki yardımım olur. Daha önce üzüntülü insanlara biraz umut verebildim" dedi. Sadık bu adamın konuşmasına, sakalına ve kitabına saygı duydu; onun sözlerinde bir aydınlık gördü. Yaşlı adam yazgıdan, adaletten, ahlaktan, kamu yararından, insanın zayıf oluşundan, erdemler ve kötülüklerden o kadar güzel söz ediyordu ki Sadık ona görünmez bir güçle bağlandığını duyumsadı. Ondan Babil'e kadar birlikte yürümelerini rica etti. Ermiş "Bu nezaketi ben sizden isteyecektim," dedi, "Bana söz verin; önümüzdeki birkaç gün, ben ne yaparsam yapayım, yanımdan ayrılmayacaksınız." Sadık söz verdi ve birlikte yola koyuldular.

İki yolcu akşama doğru görkemli bir konağa vardılar. Ermiş kendisi ve yanındaki arkadaşını konuk etmelerini istedi. Bey oğlu gibi giyinmiş olan kapıcı onları küçümseyerek içeri aldı. Onları karşılayan kahya konağın efendisinin yaşadığı yerleri gezdirdi. Sonra yemeğe çağrıldılar, uzun bir masanın gerisinde oturan ev sahibi onlara bakmaya gönül indirmedi. Ama onlara da diğer konuklar gibi özenle ve bolca hizmet edildi. Sonra, ellerini yıkamaları için onlara zümrüt ve yakut işlemeli altın bir leğen verildi. Yatmaları için güzel bir odaya götürüldüler. Ertesi sabah bir uşak ikisine de birer altın getirdi ve yolcu etti.

Sadık "Bu konağın sahibi iyi bir adama benziyor," dedi, "Gerçi biraz büyüklenmesi varsa da, hizmette kusur etmedi." Bunları söylerken ermişin cüppesinin ceplerinde bir şişkinlik fark etti: Bu cepte dün gece ellerini yıkadıkları altın leğen vardı. Şaşırdı ama bir şey soramadı.

Öğleye doğru ermiş cimri bir zenginin yaşadığı küçük bir evin kapısını çaldı, birkaç saat dinlenmek için izin istedi. Kötü giyimli ve yaşlı bir uşak onları kabaca karşıladı; yaşlı adam ve Sadık'ı bir ahıra götürdü; onlara çürük birkaç zeytin, kuru bir ekmek ve bozuk bira getirdi. Ermiş dünkü kadar neşeyle yedi ve içti. Sonra, bir şey çalmamaları için kendilerini izleyen ve gitmeleri için sıkıştıran yaşlı uşağa sabah verilen iki altını uzattı, gösterdiği konukseverliğe teşekkür etti. "Sizden rica ediyorum, beni efendinizle görüştürün" dedi. Uşak şaşırdı, sonra onları efendisine götürdü. Ermiş zengin adama "Saygıdeğer efendim," dedi, "Bizi karşılamakta gösterdiğiniz soyluluğa karşılık verebilmek ne kadar güç olsa da, şu altın leğeni kabul etmenizi rica ediyorum." Cimri adam şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibi oldu; ermiş onun toparlanmasını beklemeden genç arkadaşıyla oradan uzaklaştı. Sadık yolda "Baba, neler oluyor?" diye sordu, "Siz bildiğim adamlara hiç benzemiyorsunuz; sizi cömertçe ağırlayan bir efendinin altın leğenini çalıyor, sonra da onu sizi layık olmadığınız bir biçimde karşılayan bir cimriye veriyorsunuz." Ermiş "Oğlum, kendi zenginliğini sergilemek için yabancıları konuk eden o büyüklenen cömert adam insanlığı, bu cimri adam da konuk kabul etmeyi bir gün öğreneceklerdir. Hiçbir şeye şaşırmayın ve beni izleyin". Sadık onun deli mi, yoksa bilge mi olduğuna karar veremiyordu; ama yaşlı adam o kadar etkileyici konuşuyordu ki Sadık andını anımsadı ve onu izlemeye koyuldu.

Akşam üzeri sade fakat zevkle tasarlanmış bir eve geldiler. Ev sahibi dünya işlerinden kendini çekmiş, bilgelik ve erdem arayan, buna karşın canı sıkılmayan bir filozoftu. Yabancıları gösterişsiz ama içten bir biçimde konuk ettiği bu evi kendi yapmıştı. Kapıya kendisi gelerek onları karşıladı, dinlenmeleri için rahat bir odaya götürdü. Bir süre sonra yine kendi gelip onları yemeğe çağırdı. Besleyici ve lezzetli bir yemek sırasında konuklarıyla söyleşti, Babil'deki son karışıklıklardan söz etti. Melikeye bağlıydı ve Sadık'ın arenaya çıkıp tacı istemesi gerektiğini düşünüyordu. "Ama insanlar Sadık gibi bir yöneticiye layık değiller," dedi. Sadık kızarıyor ama sesini çıkarmıyordu. Konuşma sonunda bu dünyadaki işlerin her zaman bilge kişilerin dilediği yönde gelişmediğini söyledi. Ermiş ise Tanrı'nın niyetlerini her zaman anlamanın mümkün olmadığını, olayların küçük bir parçasını görerek karar vermenin doğru olmadığını savundu.

Duygulardan söz ettiler. Sadık "Ah onlar, ne yıkımlara yol açıyorlar," deyince ermiş "Duygular geminin yelkenlerini şişiren rüzgâr gibidir," dedi, "Fazla güçlü olunca gemiyi batırırlar, ama onlar olmadan yol almak da olanaksızdır. Örneğin öd kesesi insanı öfkeli ve hasta yapabilir, ama o olmadan yaşayamayız. Bu dünyada her şey hem tehlikeli ve hem de gereklidir."

Sonra zevkten söz edildi; ermiş bunun tanrıların bir armağanı olduğunu kanıtladı. "Çünkü insan kendi başına duygu ve düşünceler oluşturamaz; acı ve zevk, öz varlığı gibi, ona dışardan verilmiştir."

Sadık garip davranışlarına tanık olduğu bu adamın böyle güzel düşünebilmesine hayran kalıyordu. Böylece, hoş ve eğitici bir söyleşiden sonra, ev sahibi onları odalarına götürdü; erdemli ve bilge iki konuk gönderdiği için Tanrı'ya şükretti. Onları incitmeden, soylu ve doğal bir biçimde para vermek istedi. Ermiş bunu kabul etmedi; gün doğmadan önce Babil'de olmaları gerektiğini söyleyerek şimdiden izin istedi. Esenleşmeleri sade oldu; Sadık böyle iyi bir insana saygı ve sevgi duydu.

Odalarına çekildikler ve uyumadan önce yine ev sahibinin iyiliğini birbirlerine övdüler. Gün doğmadan önce yaşlı adam arkadaşını uyandırdı. "Gitmemiz gerek. Herkes uykuda, ama bu adama konukseverliği ve ilgisine layık bir anı bırakmak istiyorum." Bu sözlerden sonra ermiş bir meşale aldı ve evi ateşe verdi. Sadık bağırarak ona engel olmak istedi; fakat yaşlı adam kendinden beklenmeyen bir güçle onu evden dışarı sürükledi. Epey uzaklaştıktan sonra dönüp yanan eve baktılar; ermiş "Tanrı'ya şükür," dedi, "İşte sevgili ev sahibimizin evini yerle bir ettim. Ne mutlu ona!" Bu sözleri duyan Sadık, hem kahkahalarla gülmek ve hem de bu bilge ermişi sopalayıp oradan kaçmak isteği duydu. Ama, ermişin etkisi altında olduğundan, sesini çıkarmadan onu izledi.

Son konaklama yeri olarak, iyiliksever ve erdemli bir dul kadının evine geldiler. Bu kadının yaşamda tek umudu olan, on dört yaşında ve iyi huylu bir yeğeni vardı. Kadın onları elinden geldiği kadar iyi ağırladı. Ertesi sabah ayrılma zamanı geldiğinde yeğenine, konuklarını ilerdeki yıkık ve tehlikeli bir köprüye kadar yolcu etmesini istedi. Çocuk önlerine düşüp yardımcı oldu. Köprü üstüne geldiklerinde ermiş çocuğa "Buraya gel, teyzene minnettarlığımı göstermek istiyorum," diyerek onu saçlarından yakaladı ve köprüden aşağı attı. Çocuk ırmakta bir süre çabaladı ama sonunda akıntı onu yuttu. Sadık haykırdı: "Ey kıyıcı ! Ey insanların en kötüsü, bunu niye yaptın?" Ermiş "Bana söz vermiştin, sesini çıkarmayacaktın," dedi. "Ama şunu bilmende yarar var: yazgının evini yaktığı adam yıkıntılar arasında büyük bir define buldu; bu bir. Yazgının suya attığı bu çocuk bir yıl sonra teyzesini öldürecekti; etti iki." Sadık bağırdı: "Bunu sana kim söyledi, barbar? bunu yazgı kitabında okumuş olsan bile, sana kötülük etmemiş olan bu çocuğu ne hakla suda boğarsın?"

Sadık konuşurken birden fark etti: yaşlı adamın sakalı yok olmuş, yüz çizgileri gençleşmişti. Ermiş cüppesi gitmiş, ışık saçan omuzlarında dört kanat belirmişti. Sadık onun ayaklarına kapandı: "Ey tanrıların meleği! Bu zayıf kuluna, tanrısal gücün amaçlarını öğretmek için gökten mi gönderildin?" Melek Jesrad ona "İnsanoğlu bir şey bilmeden değerlendirmek ister. İnsanlar arasında aydınlatılmaya en layık olanı sendin," dedi. Sadık konuşmak için izin istedi: "İçimde yine de bir kuşku var. Bu çocuğu cezalandırmak yerine, onu eğitmek ve erdemli kılmak daha iyi olmaz mıydı?" Jesrad yanıtladı: "Erdemli olsaydı ve yaşasaydı yazgısı, karısı ve çocuğuyla birlikte öldürülmek olacaktı." Sadık: "Ama bu dünyada iyilerin yazgısı hep yıkım ve acı olmak zorunda mı?" diye sordu. Jesrad yanıtladı: "Kötüler her zaman mutsuzdurlar; onları bu dünyadaki bir avuç iyiyi sınamakta kullanırız. Sonunda bir iyiliğe yol açmayan kötülük yoktur." Sadık "Hiç kötülük olmasa, yalnızca iyilik olsaydı?" diye sordu. Jesrad "O zaman bu, başka bir dünya olurdu; olayların gelişimi başka bir tanrısal düzene göre olurdu. Kötülüğün yaklaşamadığı bu yetkin başka düzen ancak Tanrı'nın katında olabilir. Tanrı birbirine benzemeyen milyonlarca dünya yarattı. Bu çeşitlilik onun çok büyük gücünün bir işaretidir. Yeryüzünde birbirine benzeyen iki ağaç yaprağı veya evrenin derinliklerinde benzer iki küre yoktur; şu doğduğun atom küçüklüğündeki dünya, her şeyi yaratanın buyruklarına göre, önceden kararlaştırılan zamanda ve yerde oluştu. İnsanlar bu çocuğun suya düşüşünü, o adamın evinin yanışını nedensiz sanırlar; oysa raslantılara yer yoktur: her şey bir sınama, bir önlem, bir ceza veya bir ödüldür. En talihsiz insan olduğunu sanan o balıkçıyı hatırla. Onun yazgısını değiştirmek için Orosmade seni gönderdi. Ey ölümlü Sadık, tapılması gerekenin işlerini tartışmayı bırak." Sadık "Ama..." diyecek oldu. Tümcesini bitirmeden melek kanatlanıp göğün onuncu katına doğru uçtu. Sadık dizleri üstünde Tanrı'ya yakardı ve inandı. Göklerden meleğin sesi duyuldu: "Babil'e yoluna devam et."


BİLMECELER

Sadık kafasını tam toparlayamadan sersem gibi yürümeyi sürdürdü. Babil'e girdiğinde, bir gün önce arenada dövüşmüş olanlar, bilmeceleri açıklamak ve bilim adamlarının sorularını yanıtlamak üzere sarayın büyük avlusunda toplanmışlardı. Yeşil zırhlı dışında hepsi gelmişti. Sadık kente girdiğinde halk onun çevresine toplandı; onu görenlerin gözleri gülüyor, onun melik olmasını diliyordu. Kıskanç onun geçtiğini görünce sarsıldı ve başını çevirdi. Halk onu yarışma yerine kadar omuzlarda götürdü. Sadık'ın geldiğini öğrenen melike sevinç ve endişenin heyecanını birlikte duydu. Sadık'ın neden zırhsız geldiğini, İtobad'ın neden beyaz zırhı giydiğini merak ediyordu. Sadık'ı gören seyircilerden bir uğultu yükseldi; onu gördükleri için hem şaşırmış, hem de sevinmişlerdi.

Sadık söz aldı: "Diğerleri gibi ben de dövüştüm; ama benim zırhımı burada başka biri giyiyor. Bunu kanıtlamadan önce, benim de bilmeceleri yanıtlamama izin verilmesini diliyorum." Bilim adamları aralarında oyladılar; Sadık'ın erdemi henüz kafalardan silinmemiş olduğundan, katılmasına karar verdiler.
 
Baş bilgin önce şu bilmeceyi sordu: "Dünyada en uzun ve en kısa, en çabuk ve en yavaş, en dar ve en geniş olan, en az önemsenen ve en çok aranan, o olmadan hiçbir iş yapılamayan, küçüğü yok eden ve büyüğü canlandıran şey nedir?"

İlk yanıtlaması gereken İtobad bilmecelerden anlamadığını, arenada herkesi yenmiş olmasının yeterli olduğunu söyledi. Diğer yarışmacılar değişik yanıtlar vererek talih, dünya veya ışık olduğunu söylediler. Sadık yanıtın zaman olduğunu söyledi. "Uzundur, çünkü sonsuzluğun ölçüsüdür; kısadır, çünkü tüm tasarılarımıza yetmez; bekleyen için yavaş, mutlu olan için çabuktur; sonsuzluğa kadar geniş ve bir an kadar dardır; insanlar onu önemsemez, ama yitirilen zamanı ararlar; o olmadan iş yapılamaz; kalıcı olmayan eylemleri unutturur, büyük işleri ölümsüz kılar." Bilim adamları Sadık'ın yanıtını doğru buldular.

Sonra şu bilmece soruldu: "Teşekkür etmeden kabul edilen, nasıl olduğu bilinmeden zevk alınan, nerede olduğu bilinmeden başkalarına verilen ve farkında olunmadan yitirilen şey nedir?"

Herkes bir yanıt verdi, ama bunun yaşam olduğunu bir tek Sadık bildi. Sonra, diğer bilmeceleri de kolayca yanıtladı. İtobad her yanıttan sonra, bunun kolay olduğunu, isteseydi kendisinin de yanıtlayabileceğini söylüyordu. Daha sonra bilim adamları adalet, kamu yararı, yönetim sanatı üzerine sorular sordular. Sadık'ın yanıtları en doğru bulundu. Seyirciler "Böyle akıllı bir adamın kötü bir dövüşçü olması ne yazık" diyorlardı.

Sadık "Saygıdeğer efendiler," dedi, "Arenada tüm rakiplerimi yenme onurunu kazanmıştım. Beyaz zırh benimdir. Efendi İtobad ben uyurken onu çaldı; herhalde beyazın yeşilden daha çok kendisine yakıştığını düşünüyordu. Burada herkesin önünde, ben zırhsız ve bir kılıçla, o tüm beyaz zırh ve silahları kuşanmış olarak dövüşelim; yiğit Otame'yi benim yendiğimi kanıtlayayım."

İtobad kendine güvenerek bu öneriyi kabul etti; kendisi zırh ve miğferle korunmuş olduğundan, gömlekli ve yün başlıklı bir yiğidi kolayca yenebileceğini düşünüyordu. Sadık, kendisini heyecanla izleyen melikeyi selamlayarak kılıcını çekti; İtobad kimseyi selamlamadan kılıcını çekti ve korkacak bir şeyi olmayan biri gibi Sadık'ın üzerine yürüdü. Onun kafasını uçurabilecek bir hamle yaptı. Sadık kılıcının kabzasını kaldırıp önünde tutunca İtobad'ın kılıcı parçalandı. Sadık rakibini belinden tutup yere attı ve kılıcını onun boynuna dayadı: "Teslim olun, yoksa sizi öldürürüm." İtobad, onun gibi bir adamın başına gelenlerden hâlâ şaşkın olarak, kabul etti; Sadık'ın zırhını ve silahlarını geri verdi. Sadık beyaz renkli bu görkemli zırhı ve silahları kuşandı; bu giyimle melikenin önüne gelip diz çöktü. Bu arada Kadir zırhın Sadık'ın olduğuna tanıklık etti. Tüm yargıçlar oybirliğiyle onu Babil Meliki ilan ettiler. Astarte sevdiği adamın bunca eziyetten sonra kocası olmaya herkes tarafından layık görülmesinin sevincini tadıyordu. İtobad evine dönüp uşaklarından kendisine yiğit denmesini istedi. Sadık kral oldu ve mutlu yaşadı. Melek Jesrad'ın sözlerini hiç unutmadı. Eşiyle birlikte Tanrı'ya bütün yürekleriyle inandılar. Kaprisli güzel Missuf'un ülkeden gitmesine izin verildi. Sadık, soyguncu Arbogad'ı çağırtarak ona ordusunda yüksek bir komutanlık verdi; iyi bir savaşçı olursa daha yüksek göreve getireceğini, ama soygunculuğu sürdürürse onu astıracağını söyledi.

Arabistan'dan Setok ve güzel Almona'yı çağırttı; Setok'u Babil'deki ticaret işlerinin başına getirdi. Kadir'i sarayda kendisine yakın bir göreve atadı; dünyada gerçek dostu olan tek kral oydu. Küçük dilsizi de unutmadı. Balıkçıya büyük bir ev armağan etti; Orcan'a büyük bir para cezası verdi ve balıkçının karısını geri vermesini buyurdu. Fakat, artık akıllanmış olan balıkçı yalnızca parayı aldı.

Sadık'ın bir gözünün kör olacağını sanan güzel Semira ile onun burnunu kesmek isteyen Azora'nın gözyaşları dinmiyordu. Sadık onlara armağanlar vererek acılarını hafifletti. Kıskanç, öfke ve utancından öldü. Babil barış, şan ve bolluk içindeydi; bu, Babil tarihinde yaşanan en güzel çağ oldu. Çünkü adalet ve sevgiyle yönetiliyordu. Sadık'a şükrediyorlar, Sadık da göklere şükrediyordu.


(Buradan sonraki bölümler Voltaire'in ölümünden sonraki basımlarda eklenmiştir.)


DANS

Setok'un ticaret işleri için Serendib adasına gitmesi gerekiyordu. Ancak, herkesin balayı diye bildiği evliliğin ilk ayında olduğu için, karısından ayrılmak istemiyordu. Arkadaşı Sadık'tan kendi yerine gitmesini istedi. Sadık "Yazgı yine güzel Astarte ile aramdaki uzaklığı artırıyor. Fakat bu iyi adamı geri çeviremem," diyerek kabul etti. Gözü yaşlı yollara düştü.

Serendib adasında onun olağanüstü biri olduğu anlaşılmakta gecikmedi. Tüccarlar arasındaki tüm anlaşmazlıklarda yargıcı, bilgelerin dostu ve söz dinleyen az sayıda insanın danışmanı oldu. Sultan onun ününü duyup görmek istedi. Sadık'ın değerini kendi gözleriyle gördü, onun aklına inandı ve arkadaşı oldu. Sultanın içtenliği ve ilgisi Sadık'ı korkuttu; Moabdar'ın iyiliklerinin ona neye mal olduğunu unutmamıştı. Ama sultanın ilgisinden kaçamıyordu; çünkü büyük dedesi Sanbusna, dedesi Nabassun ve babası Nusannab olan Serendip Sultanı Nabussan Asya'nın en iyi krallarından biriydi ve onu tanıdıktan sonra sevmemek olası değildi.

Bu iyi sultan hep övgülere boğulur, aldatılır ve dolandırılırdı; hazinesini yağmalayanların en ustası Baş Haznedardı. Sultan bunu biliyordu; ama kaç kez haznedar değiştirdiyse de, gelirleri eşit olmayan iki parçaya bölen, küçük parçayı sultana ve büyüğünü de yöneticilere veren bu alışkanlığı değiştirememişti.

Sultan Nabussan derdini Sadık'a açtı: "Bu kadar iyi şeyler bilen siz, beni aldatmayacak bir haznedar bulmanın yolunu bana gösterin." Sadık "Sevinerek," dedi. "Elleri temiz kalabilecek bir adam seçmenin güvenli bir yolunu biliyorum." Sultan onu kucaklayarak ne yapması gerektiğini sordu. "Haznedarlık görevine istekli olanları toplayın ve dans etmelerini söyleyin. İçlerinde en kıvrak dans edeni bu göreve getirin." Sultan "Benimle şaka mı ediyorsunuz? Hazine yönetecek kişi böyle oyunlarla seçilir mi? Yani, en kıvrak dans eden adam mali konularda en uzman kişi mi olacaktır?" Sadık en uzman olacağını söyleyemem, ama en dürüst adam olacağına eminim," dedi. Sadık o kadar kesinlikle konuşuyordu ki sultan onun maliyeci seçmekte insanüstü bir sezgiye sahip olduğunu sandı. Sadık "Doğaüstü güçleri olduğunu ileri süren kitaplara ve insanlara inanmam. Majesteleri bana güvenip bu testi uygularsa ne kadar basit olduğunu görecektir. Üstelik, gördüğünüzden fazlasını öğreneceksiniz," dedi. Serendib Sultanı Nabussan için bunun basit olduğunu duymak hoştu. Kabul etti ve ertesi günü kente haberciler saldı: haznedarlık görevine istekli olanların ipek birer cüppe giyerek timsah ayının birinci günü sultanın kabul odasına gelmeleri istendi. Altmış dört maliyeci adayı geldi. Kabul odasının yanındaki salonda çalgıcılar yerlerini almışlardı; ancak bu salonun kapısı kilitliydi ve oraya gitmek için loş bir galeriden geçmek gerekiyordu. Bir yol gösterici gelip adayları tek tek çağırdı ve sırayla bu galeriden içeriye gönderdi. Sultan bu galeride hazinesini sergilemişti ve her aday bu geçitte birkaç dakika yalnız kalıyordu. Adayların tümü salonda toplanınca sultan dansın başlama işaretini verdi. Bu kadar yavaş ve zevksiz danseden dansçılar hiç görülmemiştir; herbiri boynu eğik, sırtı kambur ve elleriyle ceplerini tutarak dans ediyordu. Sadık onları gördükçe "Vay hırsızlar," diye söyleniyordu. İçlerinden yalnızca biri başı dik, kolları açık ve bakışları emin olarak kıvrak bir biçimde dans ediyordu. Sadık ona baktıkça "Dürüst adam, dürüst adam," diyordu. Sultan bu iyi dans eden adamı kucakladı ve haznedar ilan etti; diğer adayları da ağır para cezalarına çarptırdı, çünkü her biri karanlık galeriden geçerken ceplerini doldurmuştu. Sultan altmış dört maliyeciden altmış üçünün hırsız çıkmasından insanlık adına umutsuzlandı. Loş galerinin halk arasındaki adı istek koridoru oldu. İran'da olsaydı bu adamlar kazığa çakılır, diğer bazı ülkelerde ateşte yakılırdı ama tüm bu cezalar kamu giderlerini daha da artırmaktan başka işe yaramazdı. Diğer bazı ülkelerde ise bu maliyecilerin davranışını haklı gösteren akla uygun nedenler bulunur, kıvrak dans eden adam suçlu ilan edilirdi. Serendib'de yalnızca kamu gelirini artırma cezasına çarptırıldılar, çünkü Nabussan hoşgörülü biriydi.

Sultan aynı zamanda iyilik bilen biriydi; Sadık'a hizmeti karşılığında büyük para ödülü verdi. Sadık bu parayı, Babil'e haberciler göndererek Astarte'nin ne olduğunu öğrenmek için harcadı. Haberci gemiye binerken Sadık'ın gözleri doldu, yüreğindeki acı arttı. Sadık sultanın yanına döndü; odada kimsenin bulunmadığını sanarak aşk sözünü etti. Sultan içeri girdi, Sadık'a "Ah aşk! Yüreğimdeki sıkıntıyı nasıl bildiniz? Umarım, nasıl dürüst bir haznedar bulmayı öğrettiyseniz, bana her bakımdan iyi bir kadın bulmayı da öğretirsiniz," dedi. Sadık kendini toparlayarak ona, mali konuda olduğu gibi, zor olmasına karşın gönül işlerinde de yardımcı olmaya söz verdi.


MAVİ GÖZLER

Sultan bir ara "Beden ve yürek..." diye söze başlayınca Sadık onun sözünü kesti: "Sözünüze akıl ve yürek diye başlamadığınız için size teşekkür ederim. Bu sıralar Babil'de hep bu iki sözcük kullanılıyor. Bu ikisine de sahip olmayan birçok kişinin yazdığı kitaplarda hep akıl ve yürekten söz ediliyor. Fakat, lütfen sözünüzü sürdürün." Nabussan: "Bendeki beden ve yürek sevmek için yaratılmışlar. Bu iki güçten birincisini doyurmak kolay; haremimde birbirinden güzel, sevimli, işveli ve hatta benimle olmaktan zevk duyarmış gibi yapan yüz tane kadın var. Ama yüreğim yalnız; hep Serendib Sultanını sevdiklerini, hiçbirinin Nabussan'a değer vermediğini düşünüyorum. Karılarımın beni aldattıklarını sanmıyorum; ama beni gerçekten seven birini arıyorum. Böyle birini bulsam, tüm hazinemi feda ederdim. Bakalım siz, bunların arasında beni gerçekten seven birini bulabilecek misiniz?"

Sadık ona "Efendim, işi bana bırakın ve güvenin," dedi. Serendib'de bulunabilecek en çirkin kamburlardan otuz üç, en yakışıklı gençlerden otuz üç ve en güzel konuşan Budist rahiplerden de otuz üç tanesini seçti. Onlara sultanın kadınlarının odalarına girmekte serbest olduklarını söyledi. Yalnızca kamburların her birine dört bin altın verdi. Kamburlar daha ilk gün mutlu edildiler; yakışıklı gençlerin parası yoktu ama onlar da iki üç gün içinde kazandılar. Budistlerin işi daha zordu; fakat bir ay sonunda buda dinine bağlanan otuz üç kadın bulabildiler. Tüm hücreleri gizli birer delikten gözleyen sultan bu sınavı şaşkınlıkla izledi. Kadınlarından doksan dokuzu gözleri önünde onu aldatmıştı.

Geriye yalnızca çok genç ve haremde yeni olan bir kız kaldı; sultan henüz bu kızla birlikte olmamıştı. Ona bir, iki, üç kambur gönderildi; yirmi bin altına kadar para önerildi ama kız buna yanaşmadı; üstelik, böyle çirkin adamların parayla kendilerini beğendirebileceklerini sanıyor olmalarına güldü. Sonra en yakışıklı iki genç gönderildi; kız sultanı daha yakışıklı bulduğunu söyledi. Daha sonra, birbirinden çok güzel konuşan iki Budist gönderildi. Kız bunları geveze buldu. "Yüreğin sesi her şeyden önemlidir," diyordu, "Ben ne kamburun altınına, ne gençlerin yakışıklılığına ve ne de Budistlerin güzel sözlerine kanarım. Ben yalnızca Sultan Nabussan'ı seviyorum ve onun beni sevmesini bekleyeceğim."

Falide adındaki bu güzel kızın sözleri sultanı mutluluktan şaşkına çevirdi. Gençliğin çiçeği hiç bu kadar parlak, güzelliğin alımı hiç bu kadar büyüleyici olamazdı; ona yüreğini verdi. Tarih onun iyi diz bükemediği gerçeğini saklayamazdı; ama periler gibi dans edebiliyor, deniz kızları gibi şarkı söylüyordu; yetenek ve erdemlerle donanmıştı.

Nabussan seviyor ve seviliyordu. Fakat kızın gözlerinin mavi oluşu büyük bir üzüntü kaynağı oldu. Çünkü eski bir yasa sultanların mavi gözlü bir kadınla evlenmesini yasaklıyordu. Bu yasa beş bin yıl önce Serendib Sultanı'nın metresine göz koyan başrahip tarafından koyulmuştu. Serendib'in tüm ileri gelenleri sultana gelip sıkıntılarını anlattılar: halk ülkenin son günlerini yaşadığını, büyük bir yıkımın başlarına ineceğini düşünüyordu; sözün kısası Nusannab'ın oğlu Nabussan iki güzel mavi gözü seviyordu. Tüm ülkedeki kamburlar, maliyeciler, Budistler ve kahverengi gözlüler yakınmaya başlamışlardı.

Serendib'in kuzeyinde yaşayan yabanıl boylar bu genel hoşnutsuzluktan yararlanarak Nabussan'ın illerine baskınlar yaptılar. Nabussan halkından parasal destek istedi; devlet gelirlerinin yarısını alan Budist rahipler ellerini göğe kaldırıp güzel dualar ettiler, ama kasalarına el atıp sultana yardım etmediler.

Nabussan "Ey sevgili Sadık, beni bu zor durumdan yine kurtaramaz mısın?" diye yalvardı. "Sevinerek," dedi Sadık, "Size rahiplerin tüm parasını getirebilirim. Onların kilise ve evlerinin bulunduğu topraklardaki korumanızı kaldırın, yalnızca kendi yerlerinizi savunun." Nabussan böyle yaptı; Budistler gelip sultanın ayaklarına kapanıp kendilerini korumasını dilediler. Sultan ellerini göğe açıp onların topraklarının korunması için güzel dualar etti. Rahipler sonunda para vermeye razı oldular ve sultan savaşı zaferle bitirdi.

Böylece Sadık aklı ve erdemiyle, mutluluk getiren önerileriyle ülkedeki tüm güçlülerin düşmanlığını kazanmış oldu: Budistler, maliyeciler, kamburlar ve kahverengi gözlüler onu yok etmeye ant içtiler. Onu Nabussan'ın gözünden düşürmek için çaba harcadılar. Zerdüşt'ün dediği gibi, yapılan iyilikler hep avluda kalır, kuşkular eve girerler. Her gün ayrı bir suçlamayla karşılaşıyordu. Birincisine inanılmaz, ikincisi hafifçe dokunur, üçüncüsü yaralar ve dördüncüsü öldürürdü.

Sadık'ın cesareti kırılmıştı; bu arada arkadaşı Setok'un ticari işlerini bitirmiş olduğundan, kendisi gidip Astarte'den haber almayı düşündü ve adadan ayrılmaya karar verdi. "Serendib'de kalırsam Budistler beni kazığa oturturlar; ama nereye gitmeli? Mısır'a gidersem köle olurum, Arabistan'da yakılırım, Babil'de boğazlanırım. Fakat Astarte'nin ne olduğunu bilmem gerekiyor. Gidelim ve yazgı bana daha neler hazırlıyor görelim."

Sadık öyküsünden geriye kalan elyazması burada bitiyor. Bu iki bölümün on ikinci bölümden, yani Sadık'ın Suriye'ye varışından önce yer alacağı anlaşılıyor. Onun başından daha birçok şeyler geçtiği kesin. Doğu dillerini okuyabilen bilginlerin bu öyküleri buldukça yeni kuşaklara aktarmalarını dileriz.


SAFDİL
Gerçek Bir Öykü
P. Quesnel'in elyazmalarından alınmıştır.
(L'ingénu, 1767)
Bu roman Milli Eğitim Bakanlığı Klasikler Dizisinde `Safoğlan' adıyla yayımlanmıştı. Bu yeni çeviride "L'ingénu" sözcüğünün karşılığı olarak `Safdil' kullanılmıştır.

NOTRE DAME DE LA MONTAGNE MANASTIRI RAHİBİ VE KIZKARDEŞİNİN BİR HURON'LA KARŞILAŞMASI

Evvel zaman içinde bir gün, İrlandalı aziz Dunstan bir dağa binip İrlanda'dan yola çıktı, Fransa kıyılarını aşıp Saint-Malo körfezine geldi. Karaya çıkınca bu garip tekneye şükranlarını sundu; dağ da ona selam verip geldiği yoldan İrlanda'ya döndü.

Aziz Dunstan bu bölgede küçük bir manastır kurdu; Notre Dame de la Montagne adını verdiği bu manastır, herkesin bildiği gibi, günümüze kadar bu adı taşıdı.

1689 yılı 15 Temmuz akşamı, manastır rahibi de Kerkabon ve kızkardeşi Matmazel de Kerkabon hava almak için deniz kıyısına çıkmışlardı. Yaşlanmaya yüz tutmuş olan rahip önce kadınlar, sonra da erkek topluluğunca benimsenmiş iyi bir din adamıydı. En beğenilen yanı yemeğe çağrıldıktan sonra yatağına taşınmadan kendi gidebilmesiydi. Din konusunda oldukça bilgiliydi; Aziz Augustin'in yanı sıra Rabelais'nin yapıtlarını da okuyabiliyor; bu nedenle herkes onu seviyordu.

Çok istemesine karşın evlenememiş olan Matmazel de Kerkabon kırk beş yaşında hâlâ canlılığını koruyordu; iyi huylu, duyarlı, eğlenmekten hoşlanan ve dindar bir kadındı.

Rahip denize bakarak kız kardeşine şöyle diyordu: "Ne yazık! İşte zavallı kardeşimiz ve karısı Madam de Kerkabon bu kıyıdan Hirondelle gemisine binerek Kanada'da göreve gitmişti. Öldürülmemiş olsaydı şimdi yaşamda olurdu."

Matmazel de Kerkabon sordu: "Sizce, bize söyledikleri gibi, yengemizi İroki Kızılderilileri yemiş midir? Yenmemiş olsaydı, kesinlikle ülkesine geri dönerdi. Onu hep özleyeceğim; çok iyi bir kadındı. Kardeşimiz de yaşasaydı şimdi büyük bir servetle dönmüş olurdu."

İkisi de bu anılarla duygulanırken, küçük bir geminin Rance Koyu'na girdiğini gördüler: bunlar yiyecek alışverişi için gelen İngilizlerdi. Rahibe ve kız kardeşine selam vermeden karaya atladılar; kız kardeş bu kabalığa üzüldü.

Fakat arkadaşlarının arasından karaya çıkan bir delikanlı böyle yapmadı; matmazelin karşısına gelince, diz bükme göreneğini bilmediğinden, başıyla onu selamladı. Yüzünün güzelliği ve giyimi rahiple kız kardeşinin dikkatini çekti. Başı ve baldırları çıplaktı; ayaklarına sandal giymiş, saçlarını at kuyruğu biçiminde arkadan bağlamıştı. Bir elindeki şişede Barbados suyu, öteki elinde bisküvi ve bardak vardı. Fransızca'yı oldukça iyi konuşabiliyordu. Barbados suyunu Matmazel de Kerkabon ve kardeşine ikram etti; onlarla birlikte içti. Tüm bunları çok doğal, sade ve arkadaşça yaptığı için rahiple kız kardeşi çok hoşnut oldular. Ona yardımcı olabilmek için kim olduğunu ve nereye gittiğini sordular. Genç adam nereye gittiğini bilmediğini, Fransa kıyılarını merak ederek tanımak için yola çıktığını söyledi.

Rahip onun vurgusundan İngiliz olmadığını anlayarak hangi ülkeden olduğunu sordu. Genç adam "Ben Huron'um," dedi.

Matmazel de Kerkabon bu kadar kibar bir Huron görmekten şaşırarak onu akşam yemeğine çağırdı. Genç adam nazlanmadan kabul etti ve birlikte Notre Dame de la Montagne Manastırı'na gittiler.

Kısa ve şişman Matmazel de Kerkabon yolda genç adamı süzmekten kendini alamıyordu; bir ara kardeşine "Bu çocuğun teni zambak ve gül gibi düzgün; bir Huron'un teninin böyle olduğunu bilmiyordum," dedi. Rahip "Haklısınız, kardeşim," diye yanıtladı. Kadın genç adama yol boyunca sorular soruyor, o da hep saygılı bir biçimde yanıtlıyordu.

Manastırda bir Huron olduğu haberi kısa sürede çevreye yayıldı. Kasabanın insanları akşam yemeğine katılabilmek için yarıştılar. Rahip de Saint-Yves ve iyi eğitim görmüş olan güzel kız kardeşi geldiler. Yargıç ve tahsildar eşleriyle geldiler. Yabancı adamı Matmazel de Kerkabon ile Matmazel de Saint-Yves'in arasına oturttular. Herkes ona hayranlıkla bakıyordu, hep bir ağızdan konuşuluyor ve ona sorular soruluyordu. Huronyalı genç tüm bunları tepki göstermeden yanıtlıyordu. Sonunda bu kadar gürültüden bıkarak yumuşak fakat kararlı bir sesle "Sayın konuklar, benim ülkemde sırayla konuşulur; sizi duymamı engellerseniz nasıl yanıt verebilirim?" dedi. Akıl insanları kısa bir süre kendine getirir. Derin bir sessizlik oldu. Sonra, yabancıları sorgulamayı uğraş edinmiş olan yargıç ağzını yarım ayak açarak sordu: "Bayım, adınız nedir?" Huron yanıtladı: "Bana Safdil derler; İngiltere'de bulunduğum sırada da bu adla çağırdılar; çünkü ne düşünüyorsam onu söylerim, içimden geleni yaparım."

Yargıç "Huronya'da doğmuşsunuz, İngiltere'ye niçin gittiniz?" "Beni zorla götürdüler; İngilizlerle yaptığımız zorlu bir savaşta tutsak alındım; İngilizler de bizim kadar yiğit ve dürüst olduklarından bana iki seçenek sundular; ya anne ve babama geri verilecektim, yahut da onlarla İngiltere'ye gidecektim. Ben ikincisini seçtim, çünkü yeni ülkeler görmeyi çok seviyorum."

Yargıç "Fakat bayım, anne ve babanızı böyle kolayca nasıl bırakabildiniz?" Yabancı "Çünkü anne ve babamı hiç tanımadım," dedi. Konuklar duygulandılar, birbirlerine" ne anası var, ne babası" diye fısıldadılar. Matmazel de Kerkabon kardeşine "Biz ona ana babalık ederiz; bu Huronyalı genç çok ilginç biri," dedi. Safdil hem saygılı bir biçimde teşekkür etti, hem de hiçbir şeye gereksinimi olmadığını duyumsattı.

Ciddi yargıç sorgulamayı sürdürdü: "Bay Safdil, görüyorum ki bir Huron olarak çok güzel Fransızca konuşuyorsunuz." Genç adam yanıtladı: "Ben küçükken Huron'da bir Fransız tutsak alınmıştı; onunla arkadaş olduk, bana kendi dilini öğretti. Öğrenmek istediğim bir şeyi kolay öğrenirim. Kendimi anlatacak duruma gelir gelmez ülkenizi görme isteğine kapıldım. Fransızları, fazla soru sormadıkları sürece, çok seviyorum."

Bu küçük uyarıya karşın Rahip de Saint-Yves ona bildiği üç dil olan Huronca, Fransızca ve İngilizce'den hangisini daha çok beğendiğini sordu. Safdil "Hiç kuşkusuz, Huronca," dedi. Matmazel de Kerkabon haykırdı: "Nasıl olur? Brötonca'dan sonra dünyanın en güzel dilinin Fransızca olduğunu sanıyordum."

Bunun üzerine Safdil'den Huronca sözcük öğrenme yarışı başladı: Huroncada tütüne taya, yemeğe essenten denildiği öğrenildi. Matmazel de Kerkabon sevişmenin karşılığını sorunca genç adam trovander dedi ve bu sözcüğün en az İngilizce ve Fransızca'daki sözcükler kadar güzel olduğunu söyledi. Konuklar trovander sözcüğünün güzel olduğunda birleştiler. (5)

Rahibin kitaplığında meşhur misyoner papaz Sagard-Theodat'nın armağanı olan bir Huronca dilbilgisi kitabı vardı. Masadan kalkıp onu getirdi. Kitabın yardımıyla Safdil'in gerçek bir Huron olduğu kabul edildi. Dillerin çokluğu tartışıldı ve Babil Kulesi olayı (6) olmasaydı tüm dünyanın Fransızca konuşur olacağında birleşildi.

O zamana kadar yabancıya kuşkuyla bakan yargıç sonunda ona derin bir saygı duydu; sonraki konuşmalarında ona kibar davrandı ama Safdil bunun farkında olmadı.

Matmazel de Saint-Yves Huronların ülkesinde insanların sevgilerini nasıl gösterdiklerini merak ediyordu. Safdil "Sevdiğiniz insanlara güzel davranışlarda bulunarak," dedi. Tüm konuklar şaşırarak alkışladılar. Matmazel de Saint-Yves kızardı ama hoşuna gitti. Matmazel de Kerkabon da kızardı, ama iltifat kendisine yapılmadığı için biraz bozuldu; fakat iyi bir kadın olduğundan Huron'a olan sevgisi azalmadı. Tatlı bir sesle ona Huron ülkesinde kaç sevgilisi olduğunu sordu. Safdil "Yalnızca bir sevgilim oldu: dadımın arkadaşı Bayan Abacaba. Irmak sazları gibi düzgün, kakım postu gibi beyaz, koyun gibi yumuşak, kartal gibi gururlu ve geyik kadar kıvrak bir kızdı Abacaba. Bir gün köyümüzden elli fersah ötede bir tavşanı kovalıyormuş. Terbiyesiz bir Algonquin Kızılderilici onun tavşanına el koymuş; ben bunu duyunca gittim, baltamın tersiyle Algonquin'i devirip el ve ayaklarını bağladım ve sevgilimin ayaklarının ucuna sürükledim. Abacaba'nın anne ve babası onu yemek istediler, ama ben bu tür şölenlerden zevk almıyordum; onu özgür bıraktım ve arkadaş olduk. Abacaba benim davranışımdan o kadar duygulandı ki tüm âşıkları arasında en çok beni arar oldu. Bir ayı onu yemeseydi, şimdi hâlâ beni severdi. Ayıyı cezalandırdım; uzun süre onun postunu giydim, ama üzüntüm geçmedi."

Matmazel de Saint-Yves bu anlatılanlardan gizli bir mutluluk duydu, çünkü Safdil'in yalnızca bir sevgilisi olmuştu ve Abacaba artık yaşamıyordu; ancak mutluluğunun kaynağını pek çözemedi. Konuklar gözlerini Safdil'den ayıramıyorlardı; herkes onun bir Algonquin'i yenmekten kurtarmasını beğenmişti.

Yargıç sorgulama huyundan kolay kurtulamadığı için merakını yenemeyip Huronyalı gencin hangi dinden, Anglikan, Galikan veya Protestan mı olduğunu sordu. Safdil "Ben kendi dinimdenim, tıpkı sizin kendi dininizden olduğunuz gibi," dedi. Matmazel de Kerkabon haykırdı: "Ah! Görüyorum ki bu talihsiz İngilizler onu vaftiz (7) etmeyi düşünmemişler." Matmazel de Saint-Yves sordu: "Tanrım, neden Huronlar Katolik değiller? Cizvit misyonerler onları dinimize döndürememişler mi?" Safdil ona ülkesinde kimsenin kimseyi din değiştirmeye zorlamadığını, hatta dillerinde dinsiz sözcüğü olmadığını söyledi. Bu son sözler Matmazel de Saint-Yves'in çok hoşuna gitti.

Matmazel de Kerkabon rahibe dönerek "Onu vaftiz edelim, " dedi, " Kardeşi siz olursunuz, ben de analığı olurum. Rahip Saint-Yves onu çeşmeye getirir. Bu çok güzel bir tören olur ve tüm Aşağı Brötanya'da bundan söz edilir." Tüm konuklar ev sahibine katılarak "Onu vaftiz edelim!" diye tempo tutmaya başladılar: Safdil onlara İngiltere'de insanları rahat bıraktıklarını söyledi. Bu öneriyi hiç beğenmediğini, Huron geleneklerinin Aşağı Brötanya geleneklerinden daha aşağı olmadığını, üstelik yarın gideceğini anlattı. Sonra onun getirdiği Barbados şişesi boşaltıldı ve herkes yatmaya gitti.

Safdil odasına götürüldükten sonra Matmazel de Kerkabon ve arkadaşı de Saint-Yves bir Huron'un nasıl uyuduğunu merak ederek anahtar deliğinden baktılar. Genç adam yatak örtüsünü yere sermiş, masum bir biçimde uyuyordu.


SAFDİL ADINDAKİ HURON AKRABALARINA KAVUŞUYOR

Safdil alıştığı biçimde güneşin doğuşuyla ve ülkesinde gündüz trompeti denen horozların ötüşüyle uyandı. O, günün yarısını yatak keyfiyle geçiren ve yine de yaşamın çok kısa olduğundan yakınan insanlardan değildi.

Erkenden iki üç fersah dolaşıp, bir avuç saçmayla otuz kuş avladıktan sonra Notre Dame de la Montagne Manastırı'na döndüğünde rahip ile kız kardeşini bahçede gezinirken buldu. Onlara tüm avını verdi ve boynuna astığı küçük bir kolyeyi konukseverlik gösterdikleri için armağan etti: "Bu sahip olduğum en değerli şeydir; bunu taşıdığım sürece mutlu olacağımı söylemişlerdi; sizin mutlu olmanız için onu size veriyorum."

Rahip ve matmazel onun saflığından çok duygulandılar. Bu kolyenin ucuna oldukça kaba çizilmiş iki insan portresi asılmıştı.

Matmazel de Kerkabon ona Huronya'da ressam olup olmadığını sordu. Safdil "Hayır, bu kolyeyi dadım vermişti; onun kocası da bunu Kanada'da savaştığı Fransızlardan, ölen birinin üzerinden almış; tüm bildiğim bu," dedi.

Resimlere daha dikkatli bakan rahibin rengi uçtu, elleri titremeye başladı: "Aman Tanrı'm! Bunlar yüzbaşı kardeşim ve eşinin resimleri." Kız kardeşi de resimleri aynı heyecanla inceledikten sonra aynı sonuca vardı. İkisi de şaşkınlık ve acıyla karışık bir sevince boğuldular ve ağlamaya başladılar. Bir yandan resimlere bir yandan da Huron'a bakıyorlar, çığlık atıyorlar, genç adama bu resimlerin dadısının eline nerede ve ne zaman geçtiğini soruyorlardı. Kaptanın yola çıkış zamanıyla karşılaştırıyor, hesaplar yapıyorlardı.

Safdil onlara anne ve babasını tanımadığını söylemişti. Akıllı bir adam olan rahip Safdil'in biraz sakalının çıktığını fark etti; Huronların sakalı olmadığını biliyordu. "Çenesi tüylenmiş olduğuna göre Avrupalı olmalı. Kardeşim ve eşi 1669'daki Huron seferinden sonra kayboldular; yeğenim o zaman kucakta bir bebek olmalıydı; Huron dadı onun yaşamını kurtarmış ve ona annelik etmiş olmalı." Kısacası, yüzlerce sorudan sonra rahip ve kız kardeşi bu Huron'un kendi yeğenleri olduğu sonucuna vardılar. Gözlerinden yaşlar akarak onu kucakladılar; genç adam, bir Huron'un Aşağı Brötanyalı bir rahibin yeğeni olmasını anlayamadan gülümsüyordu.

Komşular haberi duyunca koştular. İyi bir fizyonomist olan Rahip de Saint-Yves resimleri ve Safdil'i inceledi; onun gözlerinin annesine ve burnuyla alnının merhum yüzbaşı de Kerkabon'a benzediğini, yanaklarını da her ikisinden aldığını belirledi.

Matmazel de Saint-Yves, anne ve babasını hiç görmediği Safdil'in onlara tıpatıp benzediğini söyledi. Herkes Tanrı'nın gücüne ve dünya olaylarının gidişine şaşırıyordu. Çevresindekilerin bu kadar emin olduğunu gören Safdil, başka biri kadar sevebileceği rahibin amcası olduğunu sonunda kabul etti.

Onlar manastıra şükretmeye giderken Safdil, ilgisiz bir tavırla, evde kalıp içmeyi sürdürdü.

Onu getirmiş olan ve dönmeye hazırlanan İngilizler dönüş zamanının geldiğini haber verdiler. Safdil onlara "Anlaşılan siz amca ve halalar bulamadınız; ben burada kalıyorum, siz Plymouth'a dönün.

Eşyalarım sizin olsun, artık bir rahibin yeğeni olduğuma göre, dünya malına gereksinmem kalmadı," dedi. İngilizler Safdil'in Aşağı Britanya'da akrabası olmasına ilgi göstermeden yelken açtılar.

Amca, hala ve diğer komşular manastırda Te Deum duası okuduktan, yargıç Safdil'i sorularıyla yine sıkıştırdıktan ve şaşkınlıkla sevincin söyletebileceği tüm sözler söylendikten sonra Safdil'in en kısa sürede vaftiz edilmesi kararlaştırıldı. Ancak, yirmi iki yaşındaki bir adam hiçbir şeyden habersiz bir bebek gibi vaftiz edilemezdi; ona kuralları öğretmek gerekiyordu, çünkü Rahip de Saint-Yves'e göre Fransa'da doğmamış kişilerde görgü kuralları gelişemiyordu.

Safdil'e önce hiç kitap okuyup okumadığı soruldu. O da Rabelais'nin İngilizce çevirilerini ve Shakespeare'den birkaç parça okuduğunu, bu kitapları da onu Amerika'dan Plymouth'a getiren kaptandan aldığını söylediği. Yargıç bu kitaplardan ne anladığını sordu. Safdil "Vallahi, bir şeyler anlar gibi oldum, ama aklımda kalmadı," dedi.

Bu sözler üzerine Rahip de Saint-Yves bu kitapları kendisinin de okuduğunu, ancak insanların genelde hiç okumadıklarını söyledi. Sonra Safdil'e "Herhalde İncil'i okumuşsunuzdur?" dedi. "Hayır, sayın rahip; kaptanın kitapları arasında bu yoktu; adını hiç duymadım."

Matmazel de Kerkabon "Ah bu İngilizler," diye söylendi, "bir Shakespeare kitabına, erik pudingine veya bir rom şişesine kutsal kitaptan daha fazla önem verirler; zaten bu yüzden Amerika'da kimseyi hıristiyan yapamadılar. Tanrı onları bir gün ilençleyecek ve biz Jamaica ve Virginia'yı onlardan geri alacağız."

Sonra Safdil'i baştan ayağa giydirmek için Saint-Malo'nun en iyi terzisi getirildi. Topluluk dağıldı; yargıç sorularını başka yerde sormaya gitti. Matmazel de Saint-Yves ayrılırken dönüp Safdil'e bakmak ve durup durup diz bükmekten kendini alamıyordu.

Bu arada yargıç üniversiteyi yeni bitirmiş olan iri yapılı oğlunu Matmazel de Saint-Yves'le tanıştırmak istedi; fakat genç kız Huronyalı gencin kibarlığından o kadar etkilenmişti ki yargıcın oğlunun yüzüne bile bakmadı.


SAFDİL'İN DİN DERSLERİ

Rahip de Kerkabon artık yaşlanmakta olduğundan, Tanrı'nın kendisine gönderdiği bu yeğeni vaftiz ettikten sonra onu hizmetine alıp yerine geçirebilmeyi umuyordu.

Safdil'in belleği güçlüydü. Aşağı Brötanya toprağı Kanada iklimiyle bütünleşince sağlam bir vücut ve sağlam bir kafa oluşmuştu. Kafasına vursan acımıyor, ne öğretirsen ezberliyor ve hiç unutmuyordu. Özellikle çocukluğunda bir sürü safsatayla doldurulmadığı için, öğretilen şey kafasında daha duru oluyordu. Rahip ona Yeni Ahit İncilini okutmak istedi. Safdil onu büyük zevkle bir solukta okudu. Ancak, bu anlatılan olayların nerede ve hangi zamanda geçtiğini bilmediğinden, bunların Aşağı Brötanya'da olup bittiğini sandı; Caifus ve Pilatus'u yolda görürse kulak ve burunlarını keseceğine ant içiyordu.

Bu güzel gelişmeden hoşnut olan amcası onu kısa sürede yetiştirdi. Safdil'in heyecanını övdü; ancak, bu heyecanın gereksiz olduğunu, çünkü bu olayların yaklaşık bin altı yüz yıl önce geçtiğini anlattı. Safdil kısa sürede tüm din kitaplarını okudu. Sorduğu bazı zor sorularla rahibi terletiyordu. Rahip bu durumda meslektaşı Saint-Yves rahibini çağırıyordu; ikisi de yanıtlayamazsa bir cizvit papazını çağırıyorlardı.

Sonunda mucize gerçekleşti; Safdil Hıristiyan olmaya söz verdi. Ancak önce sünnet olması gerektiğine inanıyordu; rahibe "Çünkü, bana okuttuğunuz kitaplarda sünnet olmamış kimseye rastlamadım; benim de sünnet olmam gerektiği açık; bir an önce olsam iyi olur," diyordu. Hiç vakit yitirmeden köydeki cerrahı çağırdı ve sünnet olmak istediğini söyledi; böylece Matmazel de Kerkabon ve diğerlerini daha mutlu edeceğini sanıyordu. Daha önce hiç böyle bir ameliyat yapmamış olan cerrah aileye haber verdi; rahip ve kız kardeşi kıyameti kopardılar. Matmazel de Kerkabon yeğeninin bu işi kendi başına ve acemice yapmaya kalkışmasından endişelendi; olabilecek bir kaza kasabadaki bayanları çok üzebilirdi.

Rahip Safdil'in yanlışını düzeltti: Ona, sünnetin artık modasının geçtiğini, oysa vaftiz olmanın daha basit ve sağlıklı olduğunu, Tanrı'nın kurallarının biçimci olmadığını anlattı. Dürüst ve doğru düşünebilen Safdil önce tartıştı ve sonunda, tartışan Avrupalılar arasında pek rastlanmayan bir davranışla, yanılgısını kabul etti; ne zaman isterlerse vaftiz olacağını söyledi.

Bunun için önce günah çıkartması gerekiyordu ve burada zorluk çıktı. Amcasının verdiği kitabı cebinden ayırmayan Safdil bu kitapta günah çıkartmış bir tek havariye rastlamadığını söyledi. Rahip ona Aziz Küçük Jacques ile ilgili bölümde, günümüzde bile dinsizleri çileden çıkaran şu tümceyi gösterdi: " Birbirinize günahlarınızı söyleyin." Safdil kabul etti; genç bir rahibi çağırarak ona günah çıkardı. Fakat, bitirdikten sonra genç rahibin kolundan tuttu, önünde diz çöktürerek ona "Şimdi de sen bana işlediğin günahları söyle bakalım, yoksa buradan çıkamazsın," dedi. Bunu söylerken diziyle onun göğsüne bastırıyordu; rahibin çığlıkları manastırda yankılanıyordu. Gürültüye koşanlar Safdil'in genç rahibi Aziz Küçük Jacques adına dövmekte olduğunu gördüler. Ancak, Aşağı Brötanyalı bir İngiliz'i vaftiz etmek o kadar önemliydi ki bu tuhaflıkların üzerinde durmadılar. Bazı din adamları da günah çıkarmanın gerekli olmadığını, vaftizin her şeyi kapsadığını ileri sürdüler.

Hazırlıklar bitince Saint-Malo piskoposundan gün aldılar; bir Huron'u vaftiz etmekten gurur duyan piskopos tüm yardımcılarıyla birlikte, gösterişli bir törenle geldi. Matmazel de Saint-Yves dualar edip en güzel giysisini giydi ve Saint-Malo'daki berbere saçlarını yaptırdı. Sorgu yargıcı tüm kasabayı getirdi. Manastır görkemli bir biçimde süslenmişti. Ancak, vaftiz çeşmesine getirmek için Safdil'i almaya gittiklerinde onu bulamadılar.

Amcasıyla halası onu her yerde aradılar. Alışkanlık edindiği gibi yine ava gittiğini düşündüler; tüm konuklar ormanı ve komşu köyleri karış karış aradılar; fakat Huronyalı genç yoktu.

Artık onun İngiltere'ye dönmüş olmasından korkuluyordu; çünkü birkaç kez orayı çok sevdiğini söylemişti. Rahip ve kız kardeşi İngiltere'de kimsenin vaftiz edilmediğinden emin olduklarından yeğenlerinin ruhu için endişe ediyorlardı. Piskopos şaşırmış ve geri dönmeye hazırlanıyordu, yargıç gelen geçen herkesi ciddi bir yüzle sorguluyordu. Matmazel de Kerkabon ağlıyordu. Matmazel de Saint-Yves ağlamıyor, ancak bu dinsel törenden duygulandığı izlenimi verecek biçimde içini çekiyordu. İki kadın üzüntü içinde Rance ırmağı kıyısındaki söğüt ve sazların arasında gezinirlerken ırmağın ortasında bir adam gördüler: Çırılçıplak ve kollarını göğsüne kavuşturmuş olan bu adamı tanıyarak çığlık atıp kaçtılar. Ancak sonra, merak diğer duygulardan daha güçlü çıkınca, sazların arasına saklanıp onu seyrettiler.
 

1      2      3      4      5