|
|
................... |
|
|
SAFDİL'İN
VAFTİZ EDİLMESİ |
Voltaire
Sadık ve Safdil
Çeviri: Bekir
Karaoğlu |
|
|
................... |
|
................... |
"Düşüncelerinize katılmıyorum; fakat onları söyleme hakkınızı
sonuna kadar savunacağım."
Voltaire
"Hiç bir zaman anlayamayacağım düşünceleri bana kabul ettirdiği
için onu asla bağışlamayacağım."
İmparatoriçe Eugenie
"Bu adamı kimse susturamayacak mı?"
Kral XV. Louis
SAFDİL'İN VAFTİZ EDİLMESİ
Rahip ve meslektaşı koşup geldiler, Safdil'e orada ne yaptığını
sordular. Safdil kaşlarını çattı: "Baylar, vaftiz edilmeyi
bekliyorum. Bir saattir suyun içindeyim, beni böyle bırakmanız hiç
hoş değil."
Rahip tatlılıkla "Sevgili yeğenim, Aşağı Brötanya'da vaftiz böyle
olmaz; giysilerinizi alın ve bizimle gelin," dedi. Sazların
arasında Matmazel de Saint-Yves arkadaşına "Acaba giysilerini
giymesi uzun sürer mi?" diye sordu.
Fakat Safdil giyindikten sonra da rahibe karşı çıkışını
sürdürüyordu: "Bu kez beni kandıramazsınız; vaftiz konusunu iyi
çalıştım, başka türlü olması olanaksız. Kraliçe Candace'in
hadımağası bir ırmakta vaftiz edilmiş; bana verdiğiniz kitapta
bunun başka türlü olduğunu gösteren bir satır bulamazsınız. Ben bu
ırmaktan başka yerde vaftiz olmam." Ona uzun uzun geleneklerin
değiştiği anlatıldı; fakat hem Huron ve hem de Bröton olan Safdil
inatçıydı. İkide bir Kraliçe Candace'in hadımağasından söz
ediyordu. Gerçi sazların arasından onu gözlemiş olan iki matmazel,
böyle bir adamı kendisiyle kıyaslamasının haksızlık olduğunu ona
söyleyebilirlerdi; ama kibarlık edip seslerini çıkarmadılar.
Piskopos da oraya gelip onu caydırmaya çalıştı, ama boşuna; Safdil
onunla da tartıştı: "Amcamın bana verdiği kitapta, ırmak dışında
vaftiz edilmiş birini gösterin, her istediğinizi yaparım,"
diyordu.
Bu arada yanlarına gelen iki matmazeli selamladı. Halası onun diz
bükmeyi öğrendiğini görünce mutlu oldu, özellikle Matmazel de
Saint-Yves'i daha derin selamlamıştı. Bunun üzerine hala genç kıza
dönüp Safdil'i inandırması için yardım istedi.
Matmazel de Saint-Yves bu kadar önemli bir görev almanın verdiği
gizli zevkle kızarmıştı; Safdil'e yaklaşıp onu elinden tuttu:
"Bunu benim için yapmaz mısınız?" diyerek baygın gözlerle ona
baktı. Safdil "Ah! Siz isterseniz su, ateş veya kan vaftizi, ne
olursa olsun yaparım," dedi. Böylece, rahip, yargıç ve piskoposun
yapamadığını Matmazel de Saint-Yves iki sözcükle başardı.
Başarısından mutluydu, ancak bunun derecesini tam bilemiyordu.
Böylece vaftiz töreni tüm görkemi ve ciddiliğiyle yapıldı. Amca ve
halası Safdil'i çeşmede tutma onurunu Rahip Saint-Yves ve
kız kardeşine bıraktılar, Matmazel de Saint-Yves analık olma
sevincini yaşadı. Bu unvanın kendisine ne gibi sorumluluklar
yüklediğini bilmiyordu, ama ciddi sonuçlarını bilmeden kabul etti.
Hiçbir tören sonunda şölen eksik olmayacağı için, vaftizden sonra
bir yemek verildi. Yemekte şakacılar vaftiz edilemeyecek tek şeyin
şarap olduğunu söylüyorlardı. Rahip Hazreti Süleyman'ın sözüyle
şarabın insanın yüreğini ısıttığını belirtti. Piskopos Juda
papazlarının eşeklerini asma ağaçlarına bağladıklarını, fakat
Tanrı''nın üzüm vermediği Aşağı Brötanya'da böyle yapılamamasının
çok yazık olduğunu söyledi. Herkes Safdil'e ve analığına vaftizle
ilgili övgüler yağdırıyordu. Hiç vazgeçmeyen yargıç Safdil'e
vaftiz sırasında verdiği sözleri tutup tutmayacağını sordu. Safdil
"Matmazel de Saint-Yves'in ellerini tutarak verdiğim sözleri nasıl
tutmam?" diye yanıtladı.
Huronyalı genç bol bol analığının onuruna içtikçe kafası bir hoş
oldu; ona "O soğuk suyu kafamdan aşağı piskopos yerine siz dökmüş
olsaydınız, herhalde ensem ateş alırdı," dedi. Yargıç bu sözleri
anlayamadı, Kanada geleneği olduğunu düşünerek çok şiirsel buldu.
Fakat analığı zevkten kızardı.
Safdil'e vaftiz adı olarak Herkül adını koydular. Saint-Malo
piskoposu hiç adını duymadığı bu azizin kim olduğunu sordu. Pek
bilgili olan cizvit papazı bunun on iki mucize göstermiş bir aziz
olduğunu söyledi. Aslında Herkül'ün on üçüncü mucize sayılabilecek
bir yanı daha vardı ama cizvit ondan söz etmedi: Bir gecede elli
kızı kadın yapmıştı. Çağrılılar arasındaki bir şakacı bu mucizeyi
hemen anlattı. Tüm bayanlar bakışlarını öne eğerken Safdil'in,
adını taşıdığı bu azize layık olduğunu düşünüyorlardı.
SAFDİL'İN AŞKI
Vaftiz töreni ve şölenden sonraki günlerde Matmazel de Saint-Yves,
piskoposun kendisine Herkül Safdil'le ilgili bir törende yine
görev vereceğini umuyordu. Ancak, çok terbiyeli ve utangaç
olduğundan duygularını kendi kendine bile açmaya çekiniyordu.
Safdil'in yanında olduğu zamanlarda bakışları ve davranışları
elinde olmadan utangaç bir havaya bürünüyordu.
Piskopos ayrıldıktan hemen sonra Safdil ve Matmazel de Saint-Yves
nasıl olduğunu anlayamadan bir araya geldiler. Ne dediklerini
bilmeden söyleştiler. Safdil onu bütün yüreğiyle sevdiğini,
ülkesinde sevmiş olduğu Abacaba'nın onun yanında sönük kaldığını
söyledi. Matmazel her zamanki yumuşaklığıyla ona, bu konuyu rahip
amcası ve halasına açmasını, kendisinin de kardeşi Rahip de Saint-Yves'e
bir iki söz edeceğini, herkesin olurunu alacaklarını umduğunu
anlattı.
Safdil kimsenin oluruna gerek olmadığını, ne yapacaklarını
başkalarına sormanın gülünç olduğunu, iki kişi uygun görüyorsa
diğerlerinin buna saygı göstermesi gerektiğini söyledi. "Uyumak,
yemek yemek veya ava gitmek istediğimde kimsenin görüşünü
almıyorum. Sevgi söz konusu olduğunda sevilen kişinin rızasını
almak elbette doğrudur. Ama ben amca veya halama âşık
olmadığımdan, onlara başvurmayı düşünmem; bana sorarsanız, siz de
Rahip de Saint-Yves'in oluruna bakmayın."
Güzel kız Huron sevgilisinin direncini kırabilmek için zekâsının
tüm inceliklerini kullandı; önce gücendi, sonra yumuşadı. Akşam
olup rahip kardeşi onu eve götürmek için geldiğinde tartışma
sürüyordu. Safdil, amcası ve teyzesi törenden yorgun düştükleri
için o gün konuyu onlara açmadı. Gecenin büyük bölümünü
sevgilisine Huronca dizeler yazmakla geçirdi; aşk her ülkede
sevenleri şair yapar.
Ertesi gün amcası, Matmazel de Kerkabon'un yanında ona geleceği
konusunu açtı: "Sevgili yeğenim, Hıristiyan ve Bröton olduğunuz
için Tanrı'ya şükredin; fakat bu yeterli olmayabilir. Kardeşimin
bana bıraktığı küçük toprak pek bir şey getirmiyor; bu manastırın
geliriyle geçiniyoruz. Eğer manastırda çömezlik eğitimine
girerseniz, size bu görevi bırakırım; rahat bir yaşam sürersiniz."
Safdil yanıtladı: "Amcacığım, Tanrı size uzun ömürler versin.
Çömezliğin ne olduğunu bilmiyorum, ama Matmazel de Saint-Yves'le
birlikte olacaksam kabul ediyorum." Rahip şaşırdı: "Yeğenim, ne
diyorsunuz? Siz o kızı seviyor musunuz?" "Evet, amcacığım."
"Üzgünüm, yeğenim, onunla evlenemezsiniz." Safdil "Pekâlâ
evlenirim; dün onunla konuştum, ikimiz de aynı düşüncedeyiz,"
dedi.
Rahip "Bu olanaksız, yeğenim; o sizin vaftiz analığınız oldu.
Analığın oğluyla evlenmesi hem tanrısal ve hem de toplumsal
kurallara aykırıdır," dedi. Safdil şaşırdı: "Benimle şaka etmeyin,
amcacığım; insanın analığı hem genç ve hem de güzelse niçin
evlenmesin? Bana verdiğiniz kitaplarda gençlerin vaftiz anasıyla
evlenmesini yasaklayan bir şey görmedim. Vallahi, sizler burada
kutsal kitapta yazılı olanları yapmıyor, yazılı olmayan bir sürü
tuhaf şey yapıyorsunuz. Kafam iyice karışmaya ve kızmaya başladı.
Vaftiz oldum diye güzel Saint-Yves'le evlenmeme engel olunursa,
onu kaçırır ve vaftizlikten çıkarım."
Rahip ne diyeceğini şaşırdı; kız kardeşi ağlamaya başladı. Sonra
ağabeyine dönerek "Sevgili kardeşim, yeğenimizin ruhu
ilençlenmesin; kutsal babamız papa hazretleri ona ayrıcalık
tanırsa, sevdiğiyle evlenir ve Hıristiyanlıktan çıkmamış olur,"
dedi. Safdil halasını kucakladı: "Seven gençlere anlayış gösteren
bu iyi adam nerededir? Onunla hemen konuşmalıyım."
Ona Papa'nın kim olduğunu anlattılar. Safdil iyice şaşırdı:
"Kitabınızda papadan söz eden bir tek sözcük yoktu, amcacığım. Ben
ve Matmazel de Saint-Yves burada okyanus kıyısında yaşıyoruz;
şimdi kalkıp buradan dört yüz fersah ötede Akdeniz kıyısında
yaşayan ve dilini bilmediğim bir adamdan sevgilimle evlenebilmek
için izin isteyeceğim! Bu gülünç bir şey. Şimdi bir fersah ötedeki
Rahip de Saint-Yves'e gidip konuşacağım ve bugün sevgilimle
evleneceğim."
O sırada içeri giren yargıç alışkanlığı üzere Safdil'e nereye
gittiğini sordu. Safdil "Evlenmeye gidiyorum," diyerek bir koşuda
evden çıktı. Matmazel de Kerkabon içini çekerek "Ah kardeşim,
korkarım ki yeğenimizi çömez yapamayacaksınız," dedi.
Yargıç Safdil'in gittiği yeri öğrenmekten hoşnut olmadı; çünkü
oğlunun Saint-Yves'le evlenmesini istiyordu; oysa bu çocuk
babasından daha kalın kafalı ve çekilmez biriydi.
SAFDİL SEVGİLİSİNİN EVİNE KOŞUYOR
VE ÇILGINA DÖNÜYOR
Safdil sevgilisinin evine gelir gelmez yaşlı hizmetçiden hanımın
odasını öğrendi; hemen yatak odasına girip yatağa yöneldi.
Matmazel de Saint-Yves uyandı ve bir çığlık attı: "Ah, siz
misiniz? Ne yapıyorsunuz?" Safdil "Sizinle evleniyorum," diyerek
yatağa daldı. Genç kız namusunun bütün gücüyle direnmese gerçekten
de evlenecekti.
Safdil bu karşılamayı hiç anlamadı, şakadan da hoşlanmıyordu:
"Ülkemde Matmazel Abacaba böyle davranmazdı; bana evleneceğimizi
söylemiştiniz, ama evlenmek istemiyorsunuz; sözünde durmamak kötü
bir şeydir; sizi doğru yola getirebilmek için bunu öğreteceğim."
Safdil adaşı Herkül gibi güçlüydü ve dediğini yapmak üzereydi.
Genç kızın çığlıkları üzerine Rahip de Saint-Yves, yaşlı dadı ve
kapıcı koştular. Onları gören genç adamın hevesi azaldı. Rahip
"Hey, komşum, ne yapıyorsunuz?" diye sorunca Safdil "Görevimi
yapıyorum, komşu; sözümü yerine getirmek istiyorum," dedi.
Matmazel de Saint-Yves üstünü başını düzeltti, Safdil'i başka bir
odaya aldılar. Rahip ona davranışının yanlış olduğunu anlatmaya
çalıştı. Safdil doğa yasalarını örnek göstererek karşı çıkıyordu.
Rahip insanlar arasında bir takım kurallar konulmazsa doğa
yasalarının karışıklığa yol açacağını söyledi: "Bu iş için
rahipler, tanıklar, evlilik cüzdanları, harcamalar gerekir," dedi.
Safdil de "Birbirinize karşı bu kadar önlem aldığınıza göre sizler
dürüst insanlar değilsiniz," dedi.
Rahip bunu yanıtlamakta güçlük çekiyordu: "Aramızda dürüst olmayan
birçok kişi olduğu doğrudur; tıpkı Huronlarda olduğu gibi. Ancak,
akıllı, dürüst ve aydın insanlar çoğunluktadır ve yasaları onlar
yapar. İnsan ne kadar iyiyse yasalara da o kadar uymalı, kötülere
örnek olmalıdır."
Bu yanıt Safdil'i şaşırttı. Adil bir düşünceye sahip olduğunu daha
önce söylemiştik. Böylece ona umut verip, övgü yağdırarak
yumuşattılar: her iki yarımkürede insanları tuzağa düşürmenin bu
iki yolu vardır. Bu arada makyajını tazeleyen Matmazel de Saint-Yves'i
de karşısına çıkardılar. Her şey uygar bir yola girdi. Fakat yine
de Herkül Safdil'in gözleri çakmak gibi parıldıyor, sevgilisinin
ve ev halkının yüreğini hoplatıyordu.
Sonunda güçlükle onu evine yolladılar. Güzel Saint-Yves'in onun
üzerindeki etkisi belli oluyordu. Yalnız kaldıklarında genç kızın
üzüntüsü arttı. Rahip Saint-Yves kardeşinin velisi sayılırdı; onu
bu yaman âşığın elinden kurtarmaya karar verdi. Gidip yargıca
danıştı. Oğlunu Matmazel de Saint-Yves'le evlendirme umudu taşıyan
yargıç zavallı kızı bir manastıra kapatmayı önerdi. En ilgisiz
kızın bile ağlayarak karşı çıkacağı bu öneri seven bir kızın
yaşamını karartabilirdi.
Safdil eve dönünce olanları bütün saflığıyla anlattı; onlar da
aynı gerekçeleri öne sürdüler; o bunları mantığıyla kabul ediyor,
ama duygularına dinletemiyordu. Ertesi gün sevgilisinin evine
gittiğinde karşısına dikilen yargıç Saint-Yves'in manastıra
kapandığını söylerken zevkleniyordu. Safdil "Öyleyse bu manastıra
gideyim," deyince yargıç "Hayır, bu mümkün değil," dedi ve
nedenini anlattı. Safdil tüm bunlardan manastırın genç kızları
kapattıkları bir tür tutukevi olduğunu anladı. Huronlarda
raslamadığı bu korkunç geleneğe karşı, tıpkı adaşı Herkül'ün Kral
Oechalie, kızı İole'yi vermeyi reddettiği zaman yaptığı gibi,
öfkeye kapıldı. Gidip manastırı ateşe verip sevgilisini kaçırmak
veya onunla birlikte yanmak istiyordu. Matmazel de Kerkabon bir
yandan ağlıyor, bir yandan da yeğeninin çömez olması düşlerinin
bittiğini görüyordu; sanki vaftiz edildiğinden beri Safdil'in
içine şeytan girmişti.
SAFDİL İNGİLİZLERİ GERİ PÜSKÜRTÜYOR
Derin bir üzüntüye kapılan Safdil omzunda tüfeği ve belinde av
bıçağıyla deniz kıyısında gezmeye çıktı. Bir yandan gördüğü
kuşlara ateş ediyor, bir yandan da kendini vurmayı aklından
geçiriyordu. Fakat, yaşamı ve özellikle Matmazel de Saint-Yves'i
çok seviyordu. Bazen amcası, halası ve tüm Aşağı Brötanya'ya
ileniyor, bazen da sevdiği kızı tanımasına neden oldukları için
onlara dua ediyordu. Gidip manastırı yakmayı düşünüyor, ancak
sevgilisini tehlikeye atacağını düşünerek vazgeçiyordu. Manş
Denizi'nin dalgaları onun yüreğindeki bu çalkantılardan daha az
ürperticiydi.
Böyle yürürken bir trampet sesi işitti. Uzakta bir öbek insan
denize doğru koşuyor, diğer bir öbek de kaçıyordu. Her yerden
çığlık sesleri yükseliyordu.
Safdil merak ederek çığlıkların geldiği yere koştu. Rahibin
verdiği şölende tanıştığı milis komutanı onu görünce kollarını
açıp karşıladı: "Ah, Safdil bu! o da bizimle savaşacaktır."
Korkudan titreyen milis askerleri de hep bir ağızdan "Safdil
geldi! Safdil geldi!" diye bağırmaya koyuldular.
Safdil "Baylar, ne oluyor? Niçin bu kadar telaş içindesiniz?
Sevgililerinizi manastıra mı kapattılar?" diye sordu. Yüz kişi
birden "İngilizler karaya çıkıyor!" diye haykırdılar. Safdil
"Bunda ne var? Onlar iyi insanlar; beni çömez yapmaya veya
sevgilimi elimden almaya kalkışmadılar," dedi.
Komutan ona İngilizlerin Montagne Manastırı'nı yağmalamak,
amcasının şaraplarını içmek veya Matmazel de Saint-Yves'i kaçırmak
için geldiklerini anlattı; onu ilk kez getiren küçük gemi aslında
bir keşif gemisiydi. İngilizler hep böyle Fransa kralına savaş
ilan etmeden düşmanca eylemlerde bulunurlardı. Safdil "Ah! demek
böyle," dedi, "O zaman onlarla konuşurum; İngiliz dilini iyi
bilirim, onların böyle kötü bir niyetleri olduğunu sanmıyorum."
Bu konuşmalar sırasında İngiliz filosu kıyıya yanaşmıştı. Genç
Huronyalı hemen bir kayığa binip denize açıldı; filo komutanının
gemisine çıkıp ona, gerçekten de savaş ilan etmeden ülkeyi talan
edip etmeyeceğini sordu. Amiral ve yanındakiler kahkahalar atıp
gülmeye başladılar; sonra ona viski ikram edip gönderdiler.
Bu davranışa kızan Safdil artık eski dostlarına karşı ve yeni
akrabalarının yanında savaşması gerektiğini anladı. Çevredeki tüm
köylerden yardım geliyordu; ellerinde birkaç top vardı. Safdil
onlara katıldı; topların başına geçip birer birer ateşledi.
İngilizler karaya çıkmaya başlayınca koşup saldırdı; içlerinden
üçünü öldürdü; kendisiyle alay eden amirali de yaraladı. Onun bu
yiğitliği diğerlerine de cesaret verdi; kısa süre içinde
İngilizler gemilere binip uzaklaştılar. Kıyıdakiler bu zaferi
"Yaşasın kral! yaşasın Safdil!" naralarıyla kutladılar. Herkes onu
kucaklıyor, aldığı ufak yaraların kanını silmeye çalışıyordu.
Safdil içinden "Ah, Matmazel de Saint-Yves burada olsaydı,
yaralarımı sarardı," diyordu.
Bu çatışma sırasında evinin mahzeninde saklanmış olan yargıç gelip
diğerleri gibi onu kutladı. Fakat, Safdil'in bundan sonraki
sözlerini işitince çok şaşırdı: "Dostlarım, Montagne Manastırı'nı
kurtardık, ama bu bir şey değil; şimdi suçsuz bir kızı
kurtaracağız." Bu sözler kalabalıktaki tüm gençlerin kanını
kaynattı; herkes onun peşinden manastıra doğru yola koyuldu. Eğer
yargıç garnizon komutanına haber gönderip de onları durdurmasaydı,
Safdil dediğini yapabilecekti. Ancak, kalabalık dağıtıldı;
Safdil'i amca ve teyzesinin yanına getirdiler.
Rahip ve kız kardeşi gözyaşları içinde onunla konuştular:
"Görüyorum ki siz çömez veya rahip olamayacaksınız, sevgili
yeğenim; belki de yüzbaşı kardeşim gibi bir subay olacaksınız."
Matmazel de Kerkabon da ağlayarak "Siz de babanız gibi savaşta
öleceksiniz; ne olur, çömez olmayı kabul edin," diye yalvardı.
Safdil çatışma sırasında yerde, belki de İngiliz amiralin
düşürdüğü para dolu bir kese bulmuştu. Bu keseyle tüm Aşağı
Brötanya'yı satın alabileceğini ve Matmazel de Saint-Yves'i büyük
bir hanım yapabileceğini biliyordu. O sırada herkes ona,
Versailles'a gidip kraldan bu kahramanlığının ödülünü almasını
söylüyordu. Milis komutanları ona yazılı belgeler verdiler. Amca
ve halası da bu yolculuğu onayladılar; kralın huzuruna kolayca
kabul edilirdi ve bu, onun kasabadaki saygınlığını artırırdı.
Safdil kendi kendine "Kralı görürsem ona Matmazel de Saint-Yves'le
evlenmek istediğimi söylerim; o beni reddetmez," diyordu. Bunun
üzerine tüm kasabanın alkışları, teyzesinin gözyaşları ve güzel
Saint-Yves'in dualarıyla yola çıktı.
SAFDİL'İN PROTESTANLARLA KARŞILAŞMASI
O çağda başka yol olmadığından Safdil Saumur'e giden posta
Arabasına bindi. Saumur'e vardığında kentin hemen hemen boşalmış
olduğunu, birçok ailenin eşyalarıyla birlikte ayrıldığını gördü.
Ona söylendiğine göre, altı yıl önce kentte on beş bin insan
yaşarken, bugün altı bin kişi kaldığını söylediler. Kaldığı otelde
akşam yemeği sırasında bu konuyu açmadan edemedi. Masada birçok
Protestan vardı; bir kısmı sızlanıp duruyor, bir kısmı öfkeden
titriyor, diğerleri de ağlayarak şu sözleri söylüyorlardı: Nos
dulcia linquimus arva, nos patriam fugimus. Latince bilmeyen
Safdil bu sözlerin anlamını sorunca yanıtladılar: Sevimli
kırlarımızı bırakıyoruz, yurdumuzdan kaçıyoruz.
"Peki niçin ülkenizi terk ediyorsunuz?" diye sordu Safdil.
Protestanlar "Çünkü Papa'yı tanımamızı istiyorlar," dediler.
Safdil "Onu tanımayı neden istemiyorsunuz, sizin de evlenmek
istediğiniz analığınız yok mu? Çünkü bu konuda onun çok anlayışlı
olduğunu söylediler," dedi. Protestanlar "Bayım, bu Papa kralların
mülkünün sahibinin kendisi olduğunu söylüyor," dediler. Safdil
"Sizin işiniz nedir?" diye sorunca "Biz kumaş ve iplik yaparız,"
dediler. Safdil "Papa kumaş ve ipliklerin sahibiyim deseydi, karşı
çıkmakta haklı olurdunuz; ama bırakın da krallar buna karşı
çıksın, siz ne karışıyorsunuz?" dedi. O sırada karalar giyinmiş
bir adam söz aldı ve kalabalığın sorunlarını dile getirdi. Nantes
fermanının kaldırılışını (8), elli bin ailenin göçe zorlanışını,
diğer elli bin ailenin zorla Katolik yapılışını öyle bir heyecanla
anlattı ki Safdil'in gözlerinden yaşlar geldi: "Gücü Huronlara
kadar uzanan bu büyük kral kendisini seven bu kadar yüreği,
kendisine hizmet edecek bu kadar eli nasıl geri çevirebilir?" diye
sordu.
Kara giysili adam yanıtladı: "Çünkü, diğer tüm iyi krallar gibi,
onu da aldattılar. Onu, söyleyeceği bir söz üzerine herkesin
kendisi gibi düşüneceğine ve dinini değiştireceğine inandırdılar.
Yalnızca bir anda beş altı yüz bin insanı yitirmekle kalmadı,
düşman da kazandı; kendi saflarında savaşabilecek bu Fransızları
şimdi İngiltere kralı William Fransa'ya karşı hazırlıyor.
"Bu yıkımın asıl üzücü yanı, Kral XIV. Louis'nin uğruna halkının
bir bölümünü feda ettiği Papa'nın kendisinin can düşmanı
olmasıdır. Yıllardır aralarında çatışma eksik olmuyor. Bu çatışma
öyle bir noktaya gelmişti ki Fransız halkı sonunda ülkeyi haraca
kesen ve boyunduruğu altına alan bu yabancıdan kurtulmayı
düşünmekteydi. Bu büyük kralı hem ülke çıkarları ve hem de gücünün
erimi konusunda yanılttılar ve ülkesini seven yüreğini halkın
gözünden düşürdüler."
Daha da üzülen Safdil Huronların da çok sevdiği bu kralı aldatan
Fransızların kim olduğunu sordu. "Bunlar cizvitlerdir; özellikle
kralın özel rahibi Peder La Chaise. Tanrı'nın bir gün onları
cezalandıracağını ve bizim kovulduğumuz gibi onların da
kovulacağını umuyoruz. Savaş bakanı Mons de Louvois üzerimize
cizvitleri ve askerleri yolluyor."
Artık kendini tutamayan Safdil şöyle dedi: "Baylar, ben hizmet
ödülü almak için Versailles'a gidiyorum. Orada bu Mons de
Louvois'yla konuşurum. Kralı da göreceğim; ona gerçeği
anlattığımda doğruyu göreceğinden eminim. Yakında Matmazel de
Saint-Yves'le evlenmek için geri döneceğim, sizleri de düğünüme
çağırıyorum." O zaman bu iyi insanlar onu, gizli yolculuk yapan
önemli bir devlet adamı sandılar; bazıları da kralın soytarısı
olduğunu ileri sürdüler.
Masada oturanlar arasında Peder La Chaise'in casuslarından bir
cizvit papazı vardı. Bu adamın raporları önce Peder La Chaise'e,
sonra da Mons de Louvois'ya gidiyordu. Casusun yazdığı mektup
Safdil'le aynı gün Versailles'a ulaştı.
SAFDİL'İN VERSAILLES'A GELİŞİ VE
HUZURA KABULÜ
Safdil'in bindiği posta Arabası onu sarayın mutfak yanındaki
kapısı önünde bıraktı. Kapı önündeki bir öbek adama kralı ne zaman
görebileceğini sordu. Adamlar, İngiliz amiralin yaptığı gibi,
kahkahalarla gülmeye başladılar. Tepesi atan Safdil onları
pataklamak isteyince onlar da karşılık verdiler. Ortalık kan
gölüne dönmek üzereydi ki oradan geçen Bröton asıllı bir saray
korumanı onları ayırdı. Safdil ona sordu: "Bayım, siz iyi bir
adama benziyorsunuz; ben Notre Dame de la Montagne Manastırı
rahibinin yeğeniyim; İngilizlere karşı savaştım; kralı görmeye
geldim, lütfen beni onun yanına götürün." Saray göreneklerini
bilmeyen bu yiğidin kendi köyünden olmasından çok mutlu olan
koruman ona, kralla her gelenin konuşamayacağını, Mons de
Louvois'nın onu krala sunması gerektiğini söyledi. Safdil "Öyleyse
beni Mons de Louvois'ya götürün," deyince "Bu çok daha zor; sizi
önce bakan yazmanı Bay Alexandre'a götüreyim, bakanın kendisiyle
konuşmuş gibi olursunuz," dedi.
Fakat yazmanı göremediler; Bay Alexandre bir bayanla görüşüyordu
ve rahatsız edilmemesi için kesin buyruğu vardı. Koruman "Öyleyse
Bay Alexandre'ın yazmanına gidelim; bakan yazmanıyla görüşmüş gibi
olursunuz," dedi. Safdil korumanın peşinden bir odaya girdi ve
orada yarım saat beklediler. Kendi kendine söyleniyordu: "Ne biçim
yer burası? Burada herkes görünmez olmuş sanki. Aşağı Brötanya'da
İngilizlerle savaşmak Versailles'da birini görebilmekten daha
kolaymış." Bu arada köylüsüne gönül derdini anlatıyordu, ama o
arada çalan saat korumana görevini anımsattı. Ertesi gün buluşmaya
söz vererek ayrıldılar. Safdil odada Matmazel de Saint-Yves'i
düşleyerek yarım saat daha bekledi.
Sonunda yazmanın yazmanı göründü. Safdil ona "Bayım, sizi
beklediğim kadar İngilizleri bekleseydim, Aşağı Brötanya'yı
rahatlıkla talan ederlerdi," dedi. Bu sözler yazmanın ilgisini
çekti, "Ne istiyorsunuz?" diye sordu. Safdil "Ödülümü istiyorum,
işte kanıtlarım," diyerek belgeleri çıkardı. Yazman bunları
inceledikten sonra herhalde ona bir teğmenlik rütbesi satın
alabileceğini söyledi. Safdil şaşırdı: "Nasıl? İngilizleri
kovduğum için para mı ödeyeceğim? Benimle alay mı ediyorsunuz?
Bana karşılıksız bir süvari bölüğü verin. Ayrıca, kralın Matmazel
de Saint-Yves'i manastırdan çıkarmasını ve benimle evlendirmesini
istiyorum. Krala elli bin aile kazandırmak için konuşmak
istiyorum. Kısacası, yararlı olmak istiyorum; benden yararlanın ve
önümü açın."
Yazman "Böyle yüksek sesle konuşan beyefendi, siz kimsiniz?" dedi.
Safdil "Oh! oh! belgelerimi okumadınız demek! Adım Herkül de
Kerkabon; vaftizliyim ve Mavi Kadran Oteli'nde kalıyorum; sizi
krala şikâyet edeceğim," dedi. Yazman onun aklının yerinde
olmadığını düşünerek fazla aldırış etmeden gönderdi.
Aynı gün, kralın özel rahibi Peder La Chaise casusun mektubunu
almıştı; bu mektupta Brötanyalı
Kerkabon'un Protestanları savunduğu ve cizvitleri suçladığı
yazılıydı. Bunun yanı sıra, Aşağı Brötanya yargıcı da Mons de
Louvois'ya gönderdiği mektupta Safdil'in manastırları yakıp genç
kızları kaçırmak isteyen bir serseri olduğunu bildiriyordu.
Safdil can sıkıntısı içinde Versailles'ın bahçelerinde bir süre
gezindikten sonra otele döndü. Ertesi gün kralı göreceği, bir
süvari bölüğüne komuta edeceği, Protestanlara eziyet edilmesini
durduracağı ve Matmazel de Saint-Yves'le evlenebileceği umuduyla
uykuya daldı. Sabaha doğru jandarmalar odasına girip onu
uyandırdılar. Tüfeğini, kılıcını ve cebindeki parasını aldıktan
sonra, bir arabaya bindirip Kral V. Charles'ın yaptırdığı konforlu
şatoya (9) götürdüler.
Safdil'in şaşkınlığını anlatmak zordur. Önce bunun bir düş
olduğunu sandı. Sonra birden öfkelenip jandarmalardan ikisinin
boğazına sarıldı ve ona engel olmak isteyen bir üçüncüsüyle
birlikte arabadan aşağı attı. Diğerleri üzerine çullanıp onu
bastırdılar ve yeniden arabaya bindirdiler. Safdil bir yandan
"İşte İngilizleri Aşağı Brötanya'dan kovmanın karşılığı bu. Ah,
güzel Saint-Yves, beni bu durumda görsen ne derdin?" diye
sızlanıyordu.
Sonunda tutukevine getirildi ve, bir cenaze gibi, ona ayrılmış
olan hücreye kondu. Bu hücrede iki yıldır kalan Gordon adında
yaşlı bir tutuklu daha vardı. Jandarmalar ona "İşte sana bir
arkadaş," diyerek kapıyı üzerlerine kitlediler. İki tutuklu tüm
dünyadan ayrı baş başa kaldılar.
SAFDİL'İN BASTILLE'DE BİR JANSENCİYLE (10) KARŞILAŞMASI
Bay Gordon yaşlı, fakat canlı ve atak bir adamdı. Yaşamda iki şeyi
iyi biliyordu: zorluğa dayanmak ve mutsuzları avutmak. Güler yüzle
Safdil'e yaklaşıp onu kucakladı. "Mezarımı paylaşmaya gelen siz;
kim olursanız olun, bilin ki düştüğümüz bu cehennem çukurunda
sizin acılarınızı dindirmek için kendi acılarımı unutacağım. Bizi
buraya getiren tanrısal güce şükredip, sesimizi çıkarmadan acı
çekelim ve umudumuzu yitirmeyelim." Bu sözler Safdil'in ruhunda
bir ferahlık yarattı ve şaşkın gözlerini bu yabancıya çevirdi.
Bu güzel sözlerden sonra Gordon, sözünün tatlılığı ve iki
talihsizin birbirine duyduğu ilgiyle, onu zorlamadan yüreğini
açarak içindeki yükü hafifletmesi için güven verdi. Fakat
dinledikten sonra onun dertlerinin kaynağını anlayamadı. Şöyle
dedi: "Sizi Ontario'dan İngiltere'ye, sonra da Fransa'ya gönderen,
Aşağı Brötanya'da vaftiz ettiren Tanrı'nın bir amacı olmalı. Demek
ki kurtuluşunuz için sizi buraya tıktı." Safdil "Vallahi, yazgımı
şeytanın çizmiş olabileceği akla daha yatkın geliyor. Amerika'daki
kardeşlerim bana bu barbarlığı yapmazlardı. Onlara vahşi diyorlar;
ama bu ülkenin insanlarının yanında kibar sayılırlar. Ben de
dünyanın öbür ucundan gelip burada bir papazla kapatılmış olmama
şaşıyorum. Ayrıca binlerce insanın ölmek için bir ülkeden kalkıp
diğerine gitmelerini düşünüyorum ve tüm bunlarda Tanrı'nın bir
amacını göremiyorum," dedi.
Onlara bir delikten yemek uzattılar. Konuşma, Tanrı'nın iyiliği ve
bu dünyadaki zevklere kapılmama sanatı üzerine sürdü. Yaşlı adam
"İki yıldır burada kitaplardan başka bir dostum olmadan yaşamaya
çalışıyorum; şimdiye kadar hiç umutsuz olmadım," dedi.
Safdil "Ah, Bay Gordon, sizin de Matmazel de Saint-Yves gibi bir
analığınız olsaydı, şimdi umutsuzluktan çıldırırdınız," dedi. Bu
arada ağlarken biraz rahatladığını duyumsadı. "Niçin gözyaşları
insanı ferahlatıyor? Tam tersi olması gerekmez mi?" diye sordu.
İyi yürekli Gordon ona "Oğlum, benliğimizde her şey fizikseldir.
Her salgı vücuda yararlıdır, ona yararlı olan ruhumuza da yararlı
olur; bizler Tanrı'nın makineleriyiz," dedi.
Her zaman aklını düşüncelere açık tutan Safdil bu sözler üzerine
derin düşüncelere daldı. Sonra Gordon'a makinesinin neden iki
yıldır kilit altında tutulduğunu sordu. Gordon yanıtladı:
"Tanrı'nın lütfuyla jansenci olarak tanındım. Devinimin önderleri
Arnauld ve Nicole'le tanıştım; cizvitler bize eziyet ettiler.
Bizler Papa'nın da diğer piskoposlardan farkı olmadığına
inanıyoruz; bu nedenle, kralın özel rahibi Peder La Chaise, hiçbir
yargı yoluna gitmeden, beni tutukevine atmaları için kraldan izin
kopardı." Safdil "Ne tuhaf," dedi, `Haksızlığa uğramış kimi
gördüysem, hepsi de Papa'nın yüzünden bu durumlara düşmüş.
Tanrı'nın lütfuna gelince, bu konuda bir şey bilmiyorum; ama kötü
bir durumdayken karşıma sizin gibi başkasının derdiyle ilgilenen
acıma duygusu olan birini çıkardığı için Tanrı'ya şükrediyorum."
Böylece konuşmaları her gün biraz daha ilginç ve öğretici olarak
sürüp gitti. İki tutuklunun yürekleri birbirine daha çok
yakınlaştı. Yaşlı adam çok şey biliyordu, genç olanı da öğrenmeye
susamıştı. Bir ay sonunda geometri öğrenmeye başladı. Sonra Gordon
ona, o sıralar güncel olan Rohault'nun Fizik kitabını okuttu;
Safdil bu kitapta kuşkucu yargılardan fazla bir şey olmadığını
gördü.
Sonra Malebranche'ın (11) Gerçek Arayışı adlı kitabının birinci
cildini okudu. Bu kitap onu bir ışık gibi aydınlattı. "Nasıl? İmge
ve duyularımız bizi bu kadar yanıltıyorlar mı? Cisimler
düşüncelerimizi oluşturmuyor ve onları kendi kendimize de
yaratamıyoruz ha!" Fakat ikinci cildi okuyunca bu kadar mutlu
olmadı; bir şeyi yıkmanın yapmaktan daha kolay olduğu sonucuna
vardı.
Bu kadar genç birinin ancak bilge kişilerden duyabileceği
düşünceleri ortaya koyması hocasını çok şaşırttı ve öğrencisine
daha çok bağlandı.
Birgün Safdil elindeki kitabı göstererek "Sizin bu Malebranche
kitabın yarısını aklıyla, kalan yarısını da düşlem gücü ve
önyargılarıyla yazmış," dedi.
Birkaç gün sonra Gordon ona sordu: "İnsanın iç dünyası hakkında ne
düşünüyorsunuz? Yani, düşüncelerimiz, istemimiz, özgürlüğümüz
sizce nasıl oluşuyor?" Safdil "Vallahi, bir şey düşünmüyorum,"
dedi. "Tek bildiğim, biz de yıldızlar ve elementler gibi, tanrısal
bir gücün etkisi altındayız; o bizi de, evren denen ve kendi
yapıtı olan bu büyük makinede birer dişli çark gibi kullanıyor;
özel durumlar için değil, genel yasalar yapıyor. Bu kadarını
anlayabiliyorum, diğerleri benim için karanlık bir uçurumdan
farksız."
Gordon şaşırdı: "Fakat, oğlum, bu, Tanrı günahın da sahibi
demektir!" Safdil "Fakat, sayın peder, sizin tanrısal lütfunuz da
Tanrı'yı günahın sahibi yapıyor: bu lütfun verilmediği kişiler
elbette günah işleyeceklerdir; bizi günaha teslim eden güç günahın
sahibi olmaz mı?" dedi.
Bu saflık yaşlı adamı umutsuzluğa düşürüyordu. Safdil'in
sağduyusuyla onu düşürdüğü bu açmazdan kurtulmak için, mantıklı
görünen ama hiç anlam taşımayan o kadar çok söz ediyordu ki Safdil
ona acıyordu. Elbette bu sorun iyilik ve kötülüğün kaynağı
sorunuydu ve zavallı Gordon dağarcığındaki Pandora'nın kutusu,
Orosmade'ın yumurtasını delen Arimane, Typhon ile Osiris
arasındaki çatışma ve ilk günah öykülerine sığınıyordu. Böylece
iki dost karanlık bir gecede birbirlerine kavuşamayan iki kişi
gibi koşturuyorlardı. Ama tüm bunların iyi yanı, kendi zavallı
yaşamlarını ve yeryüzündeki kötülükleri unutuyor olmalarıydı:
herkes acı çekerken kendilerinin yakınmaya hakları yoktu.
Fakat, akşam sessizliği çöktüğünde güzel Saint-Yves'in görüntüsü
Safdil'in yüreğinde tüm metafizik ve ahlak düşüncelerini silmeye
yetiyordu. Sabahları onun gözü yaşlı uyandığını gören jansenci
Gordon, tanrısal lütfu ve Jansenius'u unutup, arkadaşını avutmak
için çırpınıyordu.
Kitaplar ve felsefe tartışmaları arasında başlarından geçenleri
birbirlerine anlatıyor, sonra yine kitaplara dalıyorlardı. Genç
adamın kafasındaki bilgiler giderek artıyordu. Matmazel de Saint-Yves'e
aklı dalıp gitmese, özellikle matematikte çok ileri gidebilirdi.
Okuduğu tarih kitapları onu çok üzüyordu. Dünya ona daha kötü ve
daha sefil görünüyordu. Gerçekten de tarih bir tür suçlar ve
kötülükler tablosudur. Temiz ve sessiz insanlar bu büyük arenada
kaybolurken, sahneye hep tutkulu ve ahlaksız adamlar çıkar. Tarih,
olayları sanki tutku, cinayet ve yıkımlarla süslenmiş birer
trajediye dönüştürmese, ilginç olmaktan çıkacakmış gibidir.
Melpomenes gibi Cleopatra'nın eline de bir hançer vermek
gereklidir.
Diğerleri gibi Fransa tarihi de dehşet tablolarıyla dolu olduğu
halde, Safdil onun kuruluş yıllarını iğrenç, gelişme çağını
sıkıcı, hatta IV. Henri zamanını bile küçük çapta, büyük
yapıtlardan ve diğer ülkelerin tarihlerini süsleyen o güzel
keşiflerden yoksun buldu. Dünyanın bir köşesine sıkıştırılmış bu
yıkım ayrıntılarını okurken sıkıntıdan patlıyordu. Gordon da ona
hak veriyordu.
Böylece günler, haftalar, aylar geçiyordu. Safdil âşık olmasaydı,
bu umutsuz yaşama alışıp mutlu olabilirdi. İyilik dolu yüreği
Notre Dame de la Montagne Manastırı rahibi ve Matmazel de Kerkabon
için de üzülüyordu. "Benden haber alamadıkları için kimbilir
ne düşünürler? Beni iyilik bilmez bir yeğen sanacaklar," diye
endişeleniyordu. Kendinden çok, onu sevenleri düşünerek
üzülüyordu.
SAFDİL GELİŞİYOR
Okumak ruhu ferahlatır, iyi bir dost avutur. Safdil daha önce
bilmediği bu iki nimetten yararlanıyordu. Kendi kendine "Bu
değişim masalına inanasım geliyor; kaba biriyken insana dönüştüm,"
diyordu. Harcamasına izin verilen paranın bir bölümüyle kitaplar
alarak kendine seçkin bir kitaplık oluşturdu. Arkadaşı ona
düşüncelerini yazıya dökmesini öneriyordu. İşte Safdil'in ilk çağ
üzerine yazdıkları:
Ulusların da uzun süre benim gibi yaşadıklarını sanıyorum; uzun
süre eğitimsiz kaldılar, geçmişi ve geleceği umursamadan, günü
gününe yaşadılar. Kanada'da beş altı yüz fersah dolaştım, bir tek
anıt göremedim; orada kimse atalarının ne yaptığını bilmiyor.
İnsanın doğal durumu bu değil midir? Bu kıtadaki insanların
diğerinden üstün olduğuna inanıyorum, çünkü sanat ve bilim yoluyla
yaşamını daha da zenginleştirmeyi bildi. Acaba bunun nedeni
bunların sakallı oluşu, Amerikalılara Tanrı'nın sakalı
esirgemesinden olabilir mi? Sanmıyorum; çünkü Çinlilerin de sakalı
yok, ama beş bin yıllık bir sanatları var. Çin tarih kayıtları dört
bin yıl eskilere dayandığına göre, en az elli yüzyıldır bereket
içinde yaşıyor olmalılar.
Niçin ülkeler kendi ortaya çıkışlarını görkemli gösteriyorlar? Pek
de eski olmayan Fransa tarihini yazanlar onu Hector'un oğlu
Francus adında birine dayandırıyorlar. Romalılar kendilerini
Frigyadan gelmiş sayıyorlar, ama dillerinde Frigya dilinden kalmış
bir tek sözcük bile yok. Tanrılar Mısır'da on bin yıl, şeytanlar
da İskitlerin ülkesinde beş bin yıl kalmışlar ve Hunları
doğurmuşlar. Thukidides'ten önce yazılmış tarihlerde Amadis'in
yazdığı romanların kötü birer kopyasını görüyorum. Her yerde
hayaletler, mucizeler, büyüler, değişimler, düşlerde görülen gizli
geçitler büyük küçük tüm ulusların yazgısını belirlemişler. Kâh
konuşan, kâh tapılan hayvanlar, insana dönüşen Tanrılar ve
Tanrı'ya dönüşen insanlar. Ah! Eğer bize masallar gerekiyorsa, hiç
olmazsa gerçeğe yakın masallar olsun. Filozofların masalları beni
düşündürür, çocuk masalları güldürür, ama bu sahte masallar beni
iğrendiriyor.
Bir gün Bizans İmparatoru Jüstinyen'in tarihini okudu. Orada, bu
yiğit kralın şu sözleri için rahiplerce aforoz edilmek istendiğini
okudu: Gerçek kendi ışığıyla aydınlıktır, kafalar odun ateşiyle
aydınlanmaz. Rahipler bu sözlerin dinsizlik olduğunu, oysa
Hıristiyanlığa uygun ve evrensel olan düşüncenin şöyle olması
gerektiğini söylemişlerdi: Kafalar ancak odun ateşiyle aydınlanır;
gerçek kendi ışığıyla aydınlatamaz. Bu rahipler, kralı buna benzer
sözleri için aforoz etmişlerdi.
Safdil öfkelendi: "Nasıl? Bunlar kimi aforoz ediyorlar?" Gordon
yanıtladı: "Rahiplerin aforozları Konstantinopolis'te halk ve
imparator tarafından alay konusu oldu; çünkü bu iyi imparator
rahiplerin iyilikten öte bir şey yapmalarını engellemişti. Bu
rahipler daha önceki imparatorları çok daha ciddi konularda aforoz
ederek halkı bıktırmışlardı." Safdil "İyi olmuş," dedi, "Rahipleri
dışlamadan denetim altında tutmak gerekir."
Safdil'in kaleme aldığı düşünceler yaşlı Gordon'u dehşete
düşürüyordu. Kendi kendine "Nasıl olur?" diyordu, "Ben elli yıl
okuyup kendimi yetiştirdim, ama yabanlıktan gelen bu iyi çocuğun
sağduyusuna erişemedim. Ben karmaşık önyargılar üretirken, o
doğayı dinliyor."
Yaşlı adamın kitaplarının arasında aylık dergiler de vardı: bu
dergilerde, kendileri bir şey üretemeyen insanlar başkalarının
ürünlerini kötülemekten zevk alıyorlardı. Safdil, Racine ve
Fenelon'u kötüleyen birkaçını okuduktan sonra şöyle dedi: "Bunlar,
yumurtasını en güzel atın kıçına bırakan sineklere benziyorlar; at
bu yüzden koşmaktan geri kalmaz."
Daha sonra birlikte gökbilim okudular. Safdil hücreye küreler
getirtip okuduklarını görmeye çalıştı ve buna hayran oldu: "Ah! ne
yazık ki özgürlüğümü yitirdiğim bir sırada evreni tanıyorum!
Jüpiter ve Satürn bu sonsuz boşluklarda geziyor, milyonlarca
yıldız milyarlarca dünyayı aydınlatıyor. Ama evrenin bu köşesinde,
beni bunları görmekten yoksun bırakmak isteyen yaratıklar var. Tüm
evren için var olan ışık benim için yok. Çocukluğumu geçirdiğim o
uzak ülkede ışığı benden gizlemiyorlardı. Siz olmasaydınız,
sevgili Gordon, burada bir hiçlikte olacaktım."
SAFDİL'İN TİYATRO ÜZERİNE GÖRÜŞLERİ
Genç Safdil kıraç toprakta büyüdükten sonra verimli toprağa
dikilen ağaçlar gibi köklerini ve dallarını kısa sürede
alabildiğine genişletti. Bu toprağın bir tutukevi olması
şaşırtıcıydı.
İki tutsağın boş zamanlarını dolduran kitaplar arasında şiirler,
Yunan trajedilerinin çevirileri ve birkaç Fransız tiyatro yapıtı
vardı. Aşk üzerine okuduğu şiirler Safdil'in yüreğini hem zevk ve
hem de acıyla doldurdu. Bu şiirler ona sevgili Saint-Yves'den söz
ediyorlardı. İki güvercin şiiri yüreğini parçaladı: güvercinine
geri dönebilmekten çok uzaktı.
Moliere okumak onu çok eğlendirdi. Bu oyunlar ona hem Paris
göreneklerini ve hem de insan doğasını öğretiyordu. Gordon "Bu
oyunlardan hangisini daha çok beğendiniz?" diye sordu. Safdil "Hiç
kuşkusuz, Tartuffe," dedi. Gordon "Ben de sizin gibi düşünüyorum.
Beni bu hücreye bir tartufe (12) tıktı; eminim sizin dertlerinizin
kaynağı da başka tartufeler olmuştur."
Gordon "Yunan trajedilerini nasıl buluyorsunuz?" diye sorunca
Safdil "Yunanlılar için iyi," dedi. Fakat bu alanda Racine'in
Iphigenie, Phedre, Andromaque, Athalie gibi yapıtlarını okuyunca
büyük zevk duydu, gözyaşları döktü ve onları neredeyse ezberledi.
Gordon ona "Siz bir de Rodogune'ü okuyun; beğendiğiniz diğer
oyunlar onun yanında sönük kalırlar," dedi. Safdil daha ilk
sayfada başını kaldırdı: "Bu aynı yazarın değil?" Gordon "Nereden
anladınız?" diye sorunca "Çünkü bu dizeler ne kulağa, ne de yüreğe
sesleniyor," dedi. Gordon "Oh! bunlar yalnızca dize," deyince
Safdil "O zaman niye yazıyor?" dedi.
Safdil oyunu büyük bir dikkatle ve yalnızca zevk alabilmek için
okudu; bitirdiğinde kuru ve şaşkın gözlerle dostuna bakıyor,
söyleyecek söz bulamıyordu. Sonunda duygularını şöyle açıkladı:
"Oyunun başından bir şey anlamadım; ortası berbat; son sahne beni
duygulandırdı, ama pek gerçeğe benzemiyor. Kişilerin hiçbirine
yakınlık duymadım ve, belleğim güçlü olduğu halde, yirmi dize bile
belleğimde kalmadı."
Gordon "Ama bu oyun en büyük yapıtımız olarak tanınıyor," diye
karşı çıktı. Safdil "O zaman bu yapıt, bulundukları konumları hak
etmeyen bir çok insan gibi görünüyor. Aslında burada bir beğeni
söz konusu: belki de benim beğenim tam gelişmemiş ve yanılıyor
olabilirim. Ancak, duyumsadığımı ve düşündüğümü açıkça söylediğimi
biliyorsunuz. İnsanların yargılarında çoğu kez düşlem, moda ve
kaprislerin etkisi olduğundan kuşkulanıyorum. Ben doğal olanı
söylüyorum; belki doğanın bendeki gelişimi tamam değil, belki de
insanlar doğayı pek sorgulamıyor." Bunun üzerine Iphigenie'den
ezberlediği dizeleri okudu; sesi acemiceydi ama yaşlı Jansenciyi
ağlattı. Sonra Cinna'dan dizeler okudu; Gordon bu kez ağlamadı,
ama güzelliğine hayran kaldı. |
|
1
2
3
4
5 |
|
|
|
|
|
|
|