...................
METAFİZİK ÜZERİNE KONUŞMA    -2
Gottfried Wilhelm Leibniz
Metafızık Üzerine Konuşma
Çeviri: Afşar Timuçin
                         
...................
...................

Monadların temel nitelikleri ve kendiliğindenlik

E. Boutroux monad konusunda bize şunları söyler:

"1. Gerçek olarak basit olmakla monadlar doğal olarak ne başlayabilir, ne de bitebilirler. Çünkü doğal doğumlar ve ölümler bir katışmadan ya da ayrışmadan başka bir şey değillerdir. Başlangıçları ancak bir yaratılma, bitişleri de bir yok olma olabilir.

2. Madde etkin olarak sonsuza bölündüğüne göre ve her bileşim basit öğeleri gerektirdiğine göre monadların sayısı sonsuz olmalıdır.

3. Belirlenmezler ilkesine göre iki varlık seçik olabilmek için sayısal olmaktan daha değişik bir biçimde ayrılmalıdırlar. Basit yineleme, ruhun bir işlemi olarak, kendinde şeylerle bir ayrılık ortaya koymayacaktır. İki varlığın mutlak olarak seçik olabilmesi için bu iki varlık içsel belirlemelerle birbirinden ayrılmak zorundadır. Öyleyse her monadın, içsel olarak, insan ruhunun doğasına benzer bir doğası vardır; bu doğa her monadda o monada özgü belirlenimlere sahiptir. 4. Yaratılmış varlıklar olarak monadlar zorunlu biçimde değişime bağımlıdırlar, bu değişim her birinde süreklidir. Bu değişim nasıl ortaya çıkar? Her tözde öbür tözlerin mekanik etkisiyle ortaya çıkar diyebilir miyiz? Mekanik etki bir çarpmadır, parçaların yer değiştirmesidir. Oysa gerçek anlamda basit bir varlık olan monadda parçalar yoktur. Öyleyse bir dış etki söz konusu değildir, bu belki de monadda değişimi doğuracak bir iç ilke olacaktır. Monad kendiliğindenlikle donanmıştır, bu bir tür cisimsel olmayan bir otomattır. Buradan çıkan sonuç monaddaki durumların birbirinden doğmakta olduğudur, öyle ki onların her birinde şimdi geçmişle doludur ve geleceğin ilkesi olarak vardır. 5. Sonuç olarak monaddaki özgüllük ve kendiliğindenlik neyle ilgilidir? Özgüllük değişimlerin ayrıntısıdır. Ama her doğal değişim derece derece olduğundan bazı şeyler değişir ve bazı şeyler olduğu gibi kalır. Sonuç olarak monadda bir duygulanımlar ve ilişkiler çeşitliliği vardır. Ancak monad basittir. Çoklukla basitliği nasıl bağdaştırmalı? Böylece birlikte bir çokluğu saran bir durum görüyoruz: bu durum algıdır. Öyleyse her monada bireyliğini kazandıran nitelik algıdan başka bir şey değildir ve tüm monadlar algıyla donanmışlardır. Neyi algılarlar? Tüm evreni algılarlar; çünkü boşluk olanaksız olduğundan her şey birbirine bağlı olduğu için bütünü algılamadan parçaları algılamak olası değildir. Ancak her monad evreni kendine özgü bir bakış açısıyla algılar, onun seçik bir algılama alanı vardır, onun dışında o şeyleri bulanık olarak görür."

Burada Descartesçı düşüncenin "açık" ve "seçik" kavramlarıyla karşılaşırız. Bir algının açık olması, nesnesini öbür nesnelerden ayırabilmesi demektir. Açık olmayan bir algı karanlık bir algıdır, nesnelerin birbirine karıştığı bir algıdır. Nesneleri ayrıntılarıyla belirleyen bir algı da seçik olarak nitelendirilir. Bir algı seçik değilse karmaşıktır. Bir algı seçikse zorunlu olarak açık olacaktır. Demek ki algının dereceleri vardır. Algının dereceleri seçiklik dereceleridir. Bu noktada "algı" ve "üstalgı" ayrılığı başlar. Bilincine varılmış algıya üstalgı demek gerekir. Her algı bilinçli algı değildir. Bilinçte karşılığı olmayan algılar vardır. Algıların seçiklik ölçüsü aynı zamanda monadların yetkinlik ölçüsüdür.

Öyleyse sözünü ettiğimiz kendiliğindenlik nereden geliyor? Monadın kendiliğindenliği doğrudan doğruya onun etkinliğiyle ilgilidir, daha doğrusu her monadın kendinde bir etkin güç oluşturmasıyla ilgilidir. Her monad aralıksız bir değişim içindedir. Değişim monadın doğasında bulunduğuna göre onda her zaman bir algıdan başka bir algıya geçiş söz konusudur. Bizim nasıl istemimiz varsa, istemimize dayanarak amaçlarımızı gerçekleştiriyorsak, monadın da açlığı vardır, bu açlık onu bir içsel durumdan bir başka içsel duruma geçirir. Nasıl bizim istemimiz bizi daha iyi bir duruma yöneltirse monadın açlığı da onu şimdiki durumunu aşan daha yetkin bir duruma ulaştıracaktır, yani daha seçik algılara götürecektir. Maddede olan değişimin de ruhta olan değişimin de kökeninde bu etkinlik vardır. Buna göre her ruhsal durum kendi yeter nedenini bir önceki durumda bulacaktır. Bu içsel bir oluşumdur, herhangi bir dış etkeni gerektirmez. Evet, bu oluşumu ya da dönüşümü yalnızca ruhta değil, tüm mekanik düzende ve tüm metafizik ortamında bulabiliriz.

Kökü Aristoteles'e kadar uzanan "töz" kavramı özellikle XVII. yüzyıl felsefelerinde bilgi kuramının temel dayanağını oluşturur. Bu kavram XVII. yüzyıldan sonra felsefeden çekilecektir. "Filozoflar tözden söz etmek konusunda giderek sakınık oldular, çünkü bu sözcük genellikle bizim bilgisizliğimizin simgesidir" der Halbwachs. Ancak Leibniz'in felsefesinde bu kavram temeli oluşturur, öyle ki onu kaldırdığınız zaman bütün bir dizge yıkılıp gidecektir. Çağdaş düşünce açısından monadın en önemli yanı bize gelişim fikrini veren geçmişli ve gelecekli bir varlık oluşudur. Her monad tüm geçmişinin izlerini ve geleceğinin taslağını kendinde taşıdığına göre çizgisel gelişim var demektir. XIX. yüzyıl felsefelerinde büyük ölçüde yer alacak ve yeni tarih kavrayışının kökenini oluşturacak olan gelişim fikrinin ilk biçimini ya da ilk açıklamasını Leibniz'de buluyoruz.


Öncesel uyum ve evrensel düzen

Bazı monadlarda seçik olarak bulunan şey bazı monadlarda karmaşık ya da karanlıktır. Ne olursa olsun monadlar birbirleriyle uyumlu tözlerdir, Tanrı onların aralarındaki uyumu daha başlangıçta düzenlemiştir. Leibniz bu uyumu öncesel uyum diye adlandırır ve ruh-beden ilişkisini de bu uyumla açıklar. Öncesel uyum bize kökel bir karşılıklılığı duyurmaktadır. Şöyle der Leibniz: "Tanrı evren üzerinde sahip olduğu değişik görüşlerine göre çeşitli tözler yaratır. Tanrı'nın araya girişiyle her tözün kendine özgü doğası şu özelliğe sahip olmuştur: tözlerden birinde olan bir şey tüm öbür tözlerde olan biteni karşılar, ama tözler birbirleri üzerinde eylemde bulunmazlar." Öncesel uyum aynı zamanda Tanrı'nın varlığını gösteren bir kanıt değeri taşır. Leibniz şöyle der: "Birbirine tam olarak uyan iki duvar saati ya da masa saati düşünün. Bu uyum üç biçimde gerçekleşebilir. Birincisi, bir saatin öbür saat üzerindeki etkisiyle olur; ikincisi, onlara bakan bir adamın özeniyle olur; üçüncüsü, onların tam uyarlılığıyla olur." Bu çerçevede birinci durum Descartes felsefesindeki ruh ve beden ilişkisini, ikincisi Malebranche'ın anlayışını, üçüncüsü de Leibniz'in öncesel uyumunu açıklar. Leibniz, öncesel uyum kavrayışıyla hem beden ve ruh ilişkisi sorununu, hem de tüm tözlerin aralarındaki ilişki sorununu çözmeye çalışır. Öncesel uyum buna göre monadları birbirine bağlayan ya da bir bütünde bir araya getiren yasadır.

Bu birbirleriyle tam bir uyum içinde olan monad adlı tözler arasında bir sıradüzeni vardır. Bir başka deyişle evren sıradüzenli tözlerin katışmasıyla oluşmuştur. Bu tözler algılarının az ya da çok seçik oluşlarına göre az ya da çok yetkindirler. En alt düzeydeki monadları Leibniz çırılçıplak monadlar diye adlandırır. Bunlar cisimlerin bileşimine giren monadlardır. Bu kat bitkiler ve inorganik varlıklar katıdır. Bu basit canlılar yaşamsallığı olan ama düşünselliği olmayan şeylerdir. Bunların bilinci yoktur, algıları sağırdır. Böylece bu katı "basit canlılar" katı diye belirleyen Leibniz canlı madde fikrine yönelmiş olur. Der ki: "Belki de şu mermer parçası bir sonsuz canlı cisimler yığınıdır ya da balıklarla dolu bir göl gibidir." Bu "çırılçıplak monadlar"ın üstünde hayvanlar katı bulunur. Böylece alttan yukarıya doğru kesintisiz bir geçişi, bir sürekliliği sürdürmek isteyen Leibniz bitkileri yetkin olmayan hayvanlar olarak görür. Hayvanlar kesiminde algılama daha seçiktir. Üstelik hayvanların anıları da vardır. Onlarda usu uzaktan yakından anımsatan bir çağrışım düzeninin varolduğunu görürüz, yani onlarda bir tür kavrayışla karşılaşırız. Bu bir tür deneysel kavrayıştır ki gerçek düşünsellikle ilgili değildir.

Üçüncü basamakta ussal varlıklar yer alır. Zorunlu doğrulara ancak bu varlıklar ulaşabilir. Bunlar usun ilkelerinden giderek hem kendi bilinçlerine varırlar, hem başkalarının ve Tanrı'nın bilincine varırlar. "Ussal tözlerle ussal olmayan tözler arasındaki ayrım aynayla aynaya bakan insan arasındaki ayrım kadar büyüktür" der Leibniz. Hayvandan insana, usdışı varlıklardan ussal varlıklara geçiş pek yumuşak bir geçiş değildir, çünkü insanla hayvan arasında bir arayer, bir ara varlık saptamak olası değildir. Bu basamakların en üstünde Tanrı yer alır. O en yetkin monaddır, her şeyin örneği ve yaratıcısıdır. Tanrısal zekâda sonsuz sayıda evren olasılığı vardır. Bu olasılıklardan herbirizorunlu olarak varolmak durumunda değildir. Tanrı'nın özgür gücü şu ya da bu dünyayı yaratıp yaratmamakta da özgürdür. Ancak yaşadığımız dünya olabilecek dünyaların en güzelidir. Tanrı onca olabilir arasından onu seçip gerçekleştirmiştir. Yeter neden ilkesine göre yaratılmış olan bu dünya güzellikte öbürlerini aşar. Tanrı yaratmak için en zengin dünyayı seçmiştir. Yaşadığımız dünya olası dünyaların en güzelidir. F.-J. Thonnard bu konuda şöyle der: "Çelişki barındırmayan her şeyi tanımakta olan tanrısal ussallıkta sonsuz sayıda olası evren vardır. Bu evrenlerden her biri, ayrı ayrı alındığında, tam anlamında olası olmakla, zorunlu bir varoluş koşulu ortaya koymazlar. Tanrısal güç, kendi olarak ele alındığında, bir zorunluluk değildir ve şu ya da bu dünyayı yaratmakta özgürdür. Ancak onlar aralarında karşılaştırıldığı zaman, tanrısal erdeme bağlı olarak, içlerinde bir tanesi vardır ki iyilikte tüm öbürlerini geride bırakır, böyle olunca onun varoluşu bir gerekliliktir. Bu durumda tanrısal edim, yetkin olmamak gibi bir duruma düşmeyeceğinden, bir yeter nedene sahip olacaktır ve bu neden de ancak en yüce iyi olabilir: öyleyse, bugünkü dünyanın olası en iyi dünya olduğunu söyleyebiliriz."


Bilgi sorunu

Leibniz daha çok töz sorunuyla ilgilendi, bilgi sorunu üzerinde çokça durmadı. Varlık açıklaması zaten bilgi kuramı için belli bir veri sağlamaktaydı. Descartes bilgi sorunuyla enine boyuna ilgilenmiş, fikirleri doğuştan fikirler, edinilmiş fikirler ve imgelemsel fikirler olmak üzere üçe ayırmıştı. Descartes, bu çerçevede, Platon'un mutlak ülkücülüğünü geride bırakarak deneye de belli bir yer verdiği gibi olanla yetinmeyip olasının alanına açılmak istemişti: imgelemsel bize olasının yolunu açacaktı. Leibniz Platon'u erkenden okumuş ve ona gönülden bağlanmış bir filozof olarak özellikle onun anımsama kuramıyla çokça ilgilenmişti. Leibniz öğretisini Platon'un yolunda erkenden oluşturdu, buna göre şeylerin ruhsallığımız üzerinde bir etkisi olmadığını, ruhun kendine yettiğini düşünüyordu. Onun bilgi kuramıyla ilgilenmesi daha çok Locke'un "Deneme"sine karşı bir "Yeni Deneme" yazma isteği içinde sözkonusu oldu, Locke'u eleştirmek gibi bir sorun olmasa belki Leibniz böyle bir işe kalkmayacaktı.

Leibniz bizde bazı doğuştan fikirlerin varolduğunu bildirmekle yetindi, ayrıntılı bir fikirler araştırması yapmayı düşünmedi. Zihnimizde bir takım fikirler vardı, bu fikirler şu ya da bu biçimde duyularımızdan gelme fikirler olamazdı. Leibniz'e göre tüm düşüncelerimiz ya da ruhumuzun tüm edimleri onun kendiyle ilgili şeylerdi. Burada filozofu tam anlamıyla Platoncu bir çizgide görüyoruz. Buna göre zihnimizdeki fikirler önceseldir ya da zihnimizde fikirler öncesel olarak vardır, ancak biz onları birçırpıda, gözümüzün önündeymiş gibi göremeyiz. Öyleyse ruhumuz gibi ruhumuzun fikirleri de doğuştan olmalıdır. Demek ki Locke'un sandığı gibi insan ruhu başlangıçta baştan sona boş değildir, bir "tabula rasa" değildir: ruh ayrı ya da seçik varlığıyla fikirleri kendinde taşır. Böylece Platon'un anımsamasında olduğu gibi bilgiye yönelen ruhun kendine dönmesi, kendi üstüne kapanması gerekecektir. Kendine kapanan ruh gerçek bilgiyi böylece kendinde bulacaktır. "Mekaniğin yasaları gibi içselliğin de yasaları vardır. Algıların zincirleme bağlanışını sağlamak için mekaniğin yasalarıyla karışmayan bu yasalar tek başlarınaymış gibi, beden yokmuş gibi eylemde bulunurlar. Bu yasalara göre bir algı bir başka algıyla belirlenir, onda varoluşu için gerekli her şeyi bulur. Buna göre hiçbir ayrıcalık sözkonusu olmaksızın tüm fikirlerimiz, nesnesi metafizik olan fikirler kadar duyulur şeylerin fikirleri de, herhangi bir dış öğenin etkisi olmadan bizim zihinsel doğamıza bağlı olan ilksel temelden gelirler ve böylece zihnimiz bilginin gelişmesinin kaynağı olduğu gibi onun ilkelerinin de kaynağı olur" (E. Boutroux). Bununla birlikte dış dünya vardır ve dış dünya bilgisi hiçbir şey demek değildir. Uzam, uzamlı cisimlerin dışında bir şey değildir. Uzay tüm olası yan yana gelmelerin düzenidir, zaman da tüm olası art arda gelişlerin düzenidir. Tüm yargılarımızın temeli bizim dışımızdadır, dünyadadır, deneyseldir. Ancak deney bize hiçbir zaman kesinliği sağlamaz. Leibniz'e göre hayvanlar tümüyle deneyseldirler, onlar ancak örnekler üzerine uyarlanabilirler: onların dünyasında ustan değil de usun gölgesi gibi bir şeyden sözedebiliriz. Oysa insan kesin bilgiler ortaya koyabilir. Yalnızca duyumdan gelen bilgilerin bizim için sağlam dayanaklar oluşturması olası değildir, bu da bizde doğuştan fikirlerin varolduğunu kanıtlar. Temel bilgiler duyulardan geçmeksizin zihnimizde varolmuşlardır. Onlar usavurmalarımızın sağlam temellerini oluştururlar, aynı zamanda duyu verileriyle ilgili olarak olası önermeler oluşturmamızı sağlarlar.


Tanrı fikri ve ahlak anlayışı

Platoncu Hegel felsefesi gibi Platoncu Leibniz felsefesi de her penceresinden Tanrı görünen bir felsefedir. Leibniz'in dinsel inançları felsefesinin rengini ve temel anlamını da belirlemiştir. Leibniz felsefesinde hiçbir bilgi yoktur ki Tanrı sorununa bağlanmasın. Bu felsefe dinsel bakış açısıyla olmaktan ötede, doğaya, insan yaşamına, temel insan sorunlarına getirdiği çok önemli açıklamalarla ilgimizi çeker. Leibniz özellikle ilerleme düşüncesini temellendirerek çağdaş gelişim anlayışının ilk biçimini ortaya koymuştur. Ancak evrensel uyum gibi, sıradüzenli varlık tablosu gibi sorunlar bu felsefeyi özellikle dinsel kılar. Tanrı'nın varlığını gösteren en önemli kanıt öncesel uyumun ta kendisidir. Bu Tanrı Spinoza'nın "Doğal Tanrı"sına ya da "Tanrı-Doğa"sına benzer bir Tanrı değildir. Spinoza'nın Tanrısı kendi kendini ancak kendine uymakla, kendi yasalarına uymakla özgür kılan bir Tanrı'ydı, gereklilikler dışında, doğal gereklilikler dışında bağımsız bir "istem"i ortaya koymuyordu. Spinoza'nın Tanrısını belirleyen koşullar Leibniz'e kör bir gerekliliğin koşulları olarak görünecektir.

Leibniz'e göre yarattığı evrende içkin olmayan, yarattığı evreni aşan Tanrı mutlak bir kendiliğindenlik içindedir. Onun sonsuz bir özgürlüğü vardır. Bununla birlikte o kendi kadar yetkin olmayan bir dünya yaratmıştır. Dünya öylesine yetkin olsaydı onu Yaratan'la karıştırma, Yaratan'la bir tutma olasılığı vardı. Ancak bu dünya gene de yetkinlikleri olan bir dünyadır ya da bu dünya yetkin olmayan olası dünyaların en yetkini olarak varedilmiştir. Ayrıca onun yetkinliğe doğru geliştiğini de unutmamak gerekir. Demek ki dünyanın varoluşunun temelinde tanrısal bir seçim sözkonusudur. Tanrı en yetkin monaddır, her şeyin kaynağıdır, her şeyin hem örneği hem yaratıcısıdır. Onda her şey seçik olarak bulunur. O mutlak olarak yetkindir, onun herhangi bir eksiği yoktur, o herhangi bir olmamışlığı barındırmaz. Doğada birçok yetkinlikle karşılaşırız, Tanrı bu yetkinliklerin tümünü kucaklar. Bu eksiksiz yaratıcı insanı da özgür bir varlık olarak yaratmıştır. Tanrı gibi insan da gelişigüzel bir özgürlük içinde değildir. O da doğal olarak her türlü etkinliğini yeter neden ilkesine dayandıracaktır.

Özgür insanı nasıl tanımlamalı? Özgür insan her şeyden önce sorumlu insandır. O Tanrı karşısında sorumludur. Leibniz'e göre "Efendilerin en iyisi olan Tanrı yalnızca doğru yönelim bekler." İnsandan doğru yönelim bekleyen Tanrı insana ilgisiz değildir, insanın sorumluluğu buna göre karşılığı olan bir sorumluluktur. Tanrı insana her zaman doğru yolu göstermeye hazırdır. Tanrı insanı doğru yola koymaz ama ona doğru yolu gösterir. "Yüce ve sonsuz bilgiye sahip olan Tanrı yalnızca metafizik anlamda değil ahlak anlamında da en yetkin biçimde etkindir." İnsan için önemli olan Tanrı'ya tam bir istekle yöneliştir. İnsan Tanrı'nın ürününü ya da yapıtlarını ne ölçüde doğru kavrarsa o ölçüde uygun yolu seçme şansına ulaşmış olacaktır. "Tanrı'nın istediğini istemeye hazır olunmadığı zaman Tanrı'yı sevmek güçtür." Buna göre Tanrı'nın istemiyle başımıza gelen her şeyden, iyi şeylerden olduğu kadar kötü şeylerden de hoşnut olmamız gerekir. "Usumuz yettiğince Tanrı'nın görünür istemine göre davranmalıyız, bu arada genelin iyiliğine elimiz erdiğince katkıda bulunmaya çalışmalıyız."

Leibniz felsefesi bize eylemlerimizin belirlenmiş olduğunu bildirir, bununla birlikte ahlaksal edimlere olanak verir. "Sonuç olarak şunu öğretir: eylemlerimiz bazen seçik algılarca, bazen karmaşık algılarca belirlenmiştir. Leibniz'e göre ahlaksal belirlenimin temeli buradadır.

Seçik algılarla belirlenmiş eylemler iyidir, karışık algılarla belirlenmiş eylemler kötüdür" (E. Boutroux). "İyi"nin tek ölçütü, buna göre, usun değişmez kuralıdır, çünkü İyi ancak ve ancak tanrısal us üzerine temellenebilir. İnsan için önemli olan mutluluktur, bu yoldan mutluluğa ermektir. Buradaki mutluluk her zaman usun ışığından yararlanan mutluluk olacaktır. Gerçekte bilgi gibi ahlaklılık da doğuştandır, bir "vergi"dir. İnsanın özünde hazza yöneliş vardır, önemli olan bu yönelişi erdemle götürebilmektir ya da gerçekleştirebilmektir. Gerçek mutluluğa varmanın tek yolu gelişimdir, yetkinleşme yolunda ilerleyiştir. Ruhumuz yetkinleştikçe sevinci yaşayacaktır, her adımda biraz daha sevinçli olacaktır, bu arada başkalarının sevincini yaşama şansını elde etmiş olacaktır. Demek ki insan ne ölçüde yetkinleşirse o ölçüde sevme şansını elde edebilir. Başkalarının sevincini yaşamak belli bir yetkinliği gerektirir. Bu dışa dönük sevgi bazen Tanrı'ya, bazen de insanlara yönelecektir. Erdemli kişi başkalarının yetkinliğine ve sevincine katılmayı bilen kişidir.

Bu yönelim en yüce amacını gene Tanrı'da bulur. Biz Tanrı'yı hiçbir karşılık beklemeden severiz. Burada tam tamına yarargözetmez bir yönelim sözkonusudur. Nasıl hiçbir yararcılığa düşmeden bir müzik parçasını dinleyebiliyorsak ya da bir şiiri okuyabiliyorsak Tanrı'yı da öylece izleyebiliriz. Tanrıyı sevmek güzeldir, kendimizi Tanrı'ya vermek çok güzeldir. Kendimizi Tanrı'ya vermek kendimizden vazgeçmek anlamına gelmeyecektir. İnsan Tanrı yolunda kendini bulur, Tanrı'ya yönelerek kendi yetkinliğimizi kurarız, onun yetkinliğinde kendi yetkinliğimizi gerçekleştiririz, kendimizi daha yetkin bir varlık kılmaya doğru gideriz. Bu tanrısal yetkinlik bize duyuların araya girdiği herhangi bir dolaylı ilişkide değil, doğrudan doğruya bir ilişkide, tam tamına aracısız bir ilişkide açınacaktır. Ruhlararası bir ilişkiyle Tanrı'nın ruhuna ulaşmaktır bu. Gerçek aşk Tanrı aşkıdır. Gerçek ahlaklılık Tanrı yolunda olmayı, Tanrı'ya sevgiyle yönelmeyi gerektirir.


Siyaset ve hukuk

XVII. yüzyıl filozofları içinde siyasete büyük bir eğilim gösteren yalnızca Leibniz olmuştur. Descartes elden ayaktan uzakta, bir soba başında düşüncelerini örmeyi yeğlerken Spinoza kimseye görünmeden ekmek parasını çıkarmaya bakıyordu, daracık bir yerde gözlük camı parlatıyordu. Malebranche ve Pascal belli bir siyasal etkinlik içinde değillerdi. Leibniz her zaman bir siyaset adamı gibi davrandı. Bu davranışında ne kadar başarılı olduğu ayrı bir konudur. Emilienne Naert "La Pensee politique de Leibniz" (Leibniz'in siyasal düşüncesi) adlı kitabına şöyle başlar: "Elbette klasik dönemin tüm filozofları arasında siyasete en etkin biçimde girmiş olan Leibniz'dir. Bugün olsaydı onun için 'güdümlü bir yazar' denebilirdi. Almanya'da bir soba başının yalnızlığı onun düşünmesi için elverişli değildir, o insanları 'ormanlarınızda raslanan ağaçlar ve orada otlayan hayvanlar'dan daha çok düşünmeyen Descartes gibi yapamazdı, Hollanda'da bilinmeden tanınmadan yirmi yılı aşkın bir süre yaşayamazdı. Spinoza gibi bir yoksul odacıkta gözlük camı parlatarak düşüncelerini dokuyacak yerde 'geniş dünya'da dolaşmayı yeğlemiştir. Zamanının en ünlü insanlarıyla karşılaşır. (..) Her bilim onda merak uyandırır, insanla ilgili hiçbir şey ona yabancı değildir. O dönemde, 'Avrupa bilincinin bunalımı' döneminde Avrupa'yla ilgili olabilen her şeyin açık sezgisine ulaşmıştır. (..) Leibniz'in şu sözleri buradan gelir: 'Biz kendimiz için varolmadık, toplumun iyiliği için varolduk, parçalar nasıl bütün için varsalar...' "

Leibniz siyaseti bir yaşam biçimi olarak benimserken siyasetle ilgili büyük yapıtlar vermedi, onun bu konudaki görüşlerini çeşitli yazılarından topluyoruz. Filozofa göre siyaset tıpkı hekimlik gibi, ahlak gibi bir yarar bilimidir, bir uygulama bilimidir, yaşamı kolaylaştırıcı bir bilimdir. Yöneticinin mutluluğu kendini yönettiği insanlara adamasında değil midir? Zaten soyut bir toplumsal mutluluk kavrayışı elbette gerçekle bağdaşmayacaktır. Her kişinin mutluluğunu sağlayan yönetim tartışmasız en doğru yönetim sayılmalıdır. Buna göre her yönetim halkın ve devletin yararını gözetmekle yükümlü olacaktır. İnsanın ya da insanların mutluluğunu öngören her yönetici gerçek bir kahraman olarak değerlendirilmelidir. Ancak bu çerçevede yararlı kavramıyla onurlu kavramını birbirinden ayrı tutmamak gerekir: bir toplum için yarar ne kadar önemliyse onur da o kadar önemlidir. İşte bu noktada doğal hukukun işe karışması bir zorunluluk olur.

Tüm toplumlarda yararla onuru bir arada götürecek olan, onları bir bütünde bir araya getirme gücü taşıyan tek şey doğal hukuktur. Doğal hukuktan evrensel hukuku, kökü Tanrı'ya dayanan kapsayıcı hukuku, toplumların özel özelliklerine göre oluşturulmuş olmayan hukuku anlamak gerekir. Bilindiği gibi toplumlar birbirlerinden çok ayrı özellikler ortaya koyarlar. Ancak her toplumda hukukun yani tanrısal ussallığın egemen olması için çaba ve özen göstermek gerekecektir. Bu çerçevede doğal hukuku olumlu hukukun üstünde görmek gerekir, bir başka deyişle yaşamsal gereksinimlerden doğan hukuku doğal hukukun belirleyiciliğine vermek gerekir. Adaleti olumlu hukukla sınırlarsak, yalnızca ona dayanarak gerçekleştirmeye kalkarsak özellikle uluslararası hukuk için engeller koymuş oluruz, açmazlar oluşturmuş oluruz. Prenslerin dehası doğal hukukun bir evrensel hukuk olarak olumlu hukuk üzerinde, olumlu hukukun çeşitlilikleri üzerinde egemen olmasını sağlayacaktır. En iyi devlet mutlak yetkeyi en iyi gerçekleştirmiş devlet olmaktan çok, güçle erdemi bir bütünde bir araya getirmiş devlettir.

İyi bir devlet düzeni, sağlıklı bir devlet düzeni apaçık yasalar üzerine temellendirilebilir. Yasalar iyi bir devlet düzeninde herhangi bir yorumu gerektirmeyecek kadar belirgin ve belirleyici olacaktır. Toplumsal uyum ancak bu tür yasalarla gerçekleştirilebilir. Bulanık ya da kaygan yasalar toplumda kargaşayı getirecek ya da varolan kargaşayı artıracak yasalardır. Her yargıcın kendine göre yorumlayabildiği bir yasa toplumsal düzenin sağlıksızlığına tanıklık eder. Demek ki hukuk alanında ve oradan giderek genel toplumsal düzende usun egemenliğini sağlamak insanların mutlu yaşayabilmeleri için bir zorunluluktur. Evet, mutluluk yalnızca bu koşulda olasıdır. İnsan insanın kurdu olmayacaksa bu düzende olmayabilir. Kısacası doğal hukuk olmadan olumlu hukuk gerçekleşmez. Ancak, unutulmaması gereken bir nokta da, toplumsal düzenlerin hiçbir zaman tam anlamıyla yetkin düzenler olamayacaklarıdır. Önemli olan bir toplumda belli bir mutluluğun, bir iç ve dış güvenin sağlanmasıdır.

Leibniz'e göre güvenlik mutluluğun temel koşuludur. Yetkin devletlerde halkın mutluluğu birinci planda görünür bir özelliktir, çünkü en çok önemsenen şeydir. Bunun bir rejim sorunu oluşturduğunu söyleyebilir miyiz? Söyleyemeyiz. Rejimler biçimsellikleriyle öne çıkarlar. Önemli olan şu ya da bu rejimle yönetilmek değil, önemli olan herhangi bir rejimle iyi yönetilmektir. Her yönetim biçimi kötü kullanıldığında halkın mutluluğuna büyük engeller çıkarır. Her yönetim biçimi iyi kullanıldığında halka en büyük mutluluğu getirebilir. Beceriksiz ya da kötü niyetli yöneticiler mutlu bir toplum düzeni yaratmakta her zaman eksik kalacaklardır. Leibniz bir mektubunda rejimleri nitelikleriyle belirlerken şunları söyler: "Mutlak yönetimin amacı bizim şimdiki kralımızda olduğu gibi erdemce ve usça ünlü bir kahramanın egemen olmasıdır. Soyluluğun amacı yönetimi en bilge ve en usta kişilere bırakmaktır. Demokrasinin amacı halkları onlar için en iyi olanla buluşturmaktır." Her rejim bir ülkeye uygun düşebilir, önemli olan onu iyi kullanmaktır, halkın mutluluğunu sağlayacak biçimde etkin kılmaktır.

Ne olursa olsun Leibniz'e göre yönetim her zaman güçlü kişilerin elinde olmalıdır, erdemle gücü bir araya getirmiş kişilerin elinde olmalıdır. "En güçlülerin her zaman en bilge, en bilgelerin de her zaman en güçlü olması öngörülür." Ancak bilgelik yaşamda öylesine bol bulunan bir şey değildir, bilgelik çok güç kazanılan bir şeydir. Buna göre, büyük insanların çok büyük yanlışlar yaptığına sık sık tanık oluruz. "Ayrıca bilgelik tanınması o kadar kolay bir şey değildir." İşte bu noktada çok önemli bir sorunla, prensin eğitimi sorunuyla karşılaşırız. Prensin eğitimi çok büyük bir önem taşır. O her şeyden önce bilgili bir insan olmalıdır, bilgisiyle seçilen bir insan olmalıdır. Onun elbette tüm bilimlerin bilgilerini almış bir kişi olması beklenemez. Yetke olabilmesi için gerekli bilgileri ya da temel bilgileri alması yeterlidir. Bu bilgiler şunlar olabilir: coğrafya, ahlak, siyaset, askerlik, konuşma, yabancı dil, yabancı görenekler...Bu bilgileri yalnızca okuyarak değil göre göre, yaşaya yaşaya, deneye deneye edinmek de gerekir. Prensin eğitiminde kuramdan olduğu kadar, uygulamadan da yararlanmalıdır.


Sonuç

Leibniz felsefesi XVII. yüzyıl felsefelerinin en önemlilerindendir. Descartes ve Spinoza felsefesiyle bir bütün oluşturur. Bacon ve Locke'un tersine bu üç filozof tam anlamında dizge filozofları oldular, düşüncelerini ussal bir bütünlükte ortaya koydular; görüşlerinin çelişki barındırmamasına, tüm insan ve evren sorunlarını kavramasına özen gösterdiler. Leibniz "Yeni deneme" adlı çalışmasının geç yayımlanmasının da etkisiyle gününde yeter ilgiyi görememiştir. Bu ilgisizliğin bir nedeni de o dönemde Almanya'nın kültür açısından Avrupa'nın ileri ülkeleri arasında sayılmayışı olabilir. Bilindiği gibi Leibniz en önemli yapıtlarını Fransızca yazmıştır. Leibniz felsefesi XVIII. yüzyılda ilgi çekti, Christian Wolff'dan geçerek Kant'a ulaştı; denebilir ki Leibniz, Kant için güçlü bir çıkış noktası oldu. Kant'ın izinde giden Fichte de Leibniz'den çok şey edindi. Wolff, Leibniz'in basit bir açıklayıcısı olarak kalmadı, onu kendine göre yorumladı, deyim yerindeyse onu eğip büktü; yeter neden ilkesini yok saydı, her şeyi özdeşlik ilkesine indirgedi. Gene de Leibniz'i yeniden varetmekte Wolff'un katkısı büyük oldu.

Monadlar kuramının çok açık, çok anlaşılır, çok belirgin bir kuram olduğunu söylemek zordur. Filozofu aşırı ülkücülüğe götüren bu kuram pek çok bakımdan bilinçlerde soru işaretleri oluşturan bir kuramdır. Leibniz de Descartes gibi yapmış, metafizikte sınırlanmak istememiş, felsefi düşünce kadar bilimsel düşüncede derinleşmiş bir filozoftur. O olgun bir filozof olduğu kadar bir matematikçidir, bir bilim adamıdır, entegral ve diferansiyel hesabını bulmuştur. Tüm yaşamı boyunca evrensel bir bilim oluşturmanın çabası içinde olmuştur. Descartesçı bir tutum içinde Leibniz, matematiğe benzeyen, varolan her şeyi önsel olarak açıklayabilen bir bilimin düşüyle yaşamıştır. Öyle bir şey olmalı ki, insan zihni her alanda karşısına çıkan tüm sorunları matematikte olduğu gibi kesin ve aydınlık bir biçimde çözebilmeli, diye düşünüyordu. Bu yolda usavurmaların yerine matematik hesabı koyabildiğimiz zaman amaca ulaşmışız demektir. Böylece çeşitli bilgi alanlarında işe yarayacak bir işaretler dili oluşturulmuş olacaktır. Leibniz bu işaretler dizgesinin adını da koymuştu, ona "caractéristique générale" demişti, ama kendisini bulamadı.

Leibniz evrensel bir bilime ulaşmakta uğradığı başarısızlığa siyasal yaşamında da uğradı. Ne mezhepleri birleştirebildi, ne Osmanlı saltanatını ortadan kaldırabildi. Üstelik bu son derece inançlı filozof yaşamının sonlarında inançsızlıkla suçlandı ve kendi kabuğuna çekildi. Yaşamın çirkinlikleri, dünyaya sonuna kadar açık bir düşünürden bir yalnız adam yaratmayı başarabildi. Ne olursa olsun o bir çağı başlatan düşüncenin önderlerinden biri oldu. "Felsefe bir sevinçtir" adlı kitabımızda yer alan "Leibniz için notlar" adlı makalemizi şöyle bitirmiştik, bu giriş yazısını da gene öyle bitirelim: "Leibniz her şeyden önce bir çalışkanlık örneğiydi. Rönesans aydınları gibiydi, önceki zamanların bilgisine ulaşabilmek ve bu bilgilerden yeni bir bakış açısı derleyebilmek için büyük çaba gösterdi. Yadsımaktan çok benimsemeye yatkındı, özgünden çok varolan değerleri arıyordu, yeniyi ancak seçmeci bir kavrayışla olandan bulup çıkarmaya çalışıyordu. Siyasal saplantılarının tam bir açmazda son bulması, dinsel çabalarının büyük bir sonuç getirmemiş olması onun dünyayla ilişkilerinde tutarsız bir şeylerin olduğunu açıkça gösterir gibidir. Ancak o bir filozof olarak, bir bilim adamı olarak önemlidir. Felsefesi Platonculuğun yeni bir yorumu olmaktan ötededir. İlerleme ya da gelişim fikrini ilkin onda buluruz. XIX. yüzyılda tam olarak karşımıza çıkacak olan bu fikir XVII. yüzyılın bu ilginç monadçılık öğretisinde belli belirsiz açığa çıksa da önemli bir düşünce aşamasını ortaya koyar. Monadlar sürekli bir değişim içindedirler, her monadda geçmişinin izleri ve geleceğinin taslağı bulunur. Bir tek bu yanıyla bile Leibniz felsefe tarihinin en önemli doruklarından birini oluşturur."


KAYNAKLAR
Y. Belaval, Leibniz, Initiation a sa philosophie, J. Vrin, Paris 1975
Y. Belaval, Leibniz, Critique de Descartes, Gallimard, Paris 1960
E. Brehier, Histoire de la philosophie II/1, P.U.F., Paris 1968
F. Challaye, Petit histoire des grandes philosophies, Paris 1948
G. Friedmann, Leibniz et Spinoza, Gallimard, Paris 1946
M.Halbwachs, Leibniz, Lib. Paul Delaplane, Paris
M.Gökberk, Felsefe tarihi, Bilgi yayınevi, Ankara 1967
Leibniz, La Monadologie, Delagrave, Paris 1975
Leibniz, Essai de theodicee, Garnier-Flammarion, Paris 1969
Leibniz, Nouveaux essais sur l'entendement humain, Garnier-Flammarion, Paris 1966
E. Naert, La Pensee politique de Leibniz, P.U.F., Paris 1964
F.-J. Thonnard, Precis d'histoire de la philosophie, S. de St. Jean l'Evangeliste, Paris 1963
A. Timuçin, Düşünce tarihi, İnsancıl yayınları, İstanbul 1997
A. Timuçin, Felsefe bir sevinçtir, İnsancıl yayınları, İstanbul 1997

 

1      2      3      4