Ütopyayı tanımlamadaki güçlük, bir
ölçüde bu kavramın oldukça farklı biçimlerde tanımlana bilmesinden
kaynaklanmaktadır. Aslında, çok yanlı kültürel ve zihinsel bir
olgu söz konusudur.
Ütopya kavramının, örnek olmayı amaçlayan biçimler altında,
toplumların, gerek tamamlanmış ve kusursuz gerekse bitmemiş ama
geleceği parlak esin ya da düşlerini dile getiren düşünsel
üretimler bütününü kapsadığı gözleminden yola çıkılacaktır.
Ütopyacı anlatımlar için de, dinsel izlekler toplumsal görüşlere,
felsefi ya da ideolojik inançlar yenileştirmeci ve siyasal
izlencelere karışır. Kaldı ki, Ütopya anlayışı ve sorunları da, ne
bir parçası oldukları uygarlığın kimi anlıksal değişmezlerinden ne
de az çok örgensel bir biçimde içine katıldıkları farklı
bağlamlardan ayrılırlar.
Her Ütopya bir tarih felsefesi ve topluma ilişkin genel bir bakışı
varsayar; öte yandan kökene ilişkin bir mutluluk durumunun
çağrıştırılmasıyla, toplum yaşamı ve mutlu bir gelecek özleminin
yol açtığı gereksinimlerin zamandan bağımsız çözümü arasında
bocalar. Bir bakıma, ütopyalar, siyasal sistemlerin ya da geleceği
söylenen yeni zamanların beklentisi kadar söylencelerin [mit] de
temelini oluşturur. Son derece zengin çeşitliliğinin ötesinde,
genel olarak ütopyalar, kendilerini ortak bir düşünsel bir yaratım
ya da oluşturum tipi içine kolayca katabilecek anlıksal ve
yazınsal biçimleri üstlenirler. Bu da, ütopyaların seyrek olarak
ya da yalnızca parçasal bir biçimde de olsa kahin işi olmasına
engel oluşturmaz; çünkü, çoğu zaman kendilerine çeşitli oldukları
denli görece bir kesinlik içeren, hatta somut kültürel, toplumsal
ya da siyasal hedefler belirlerler.
Kuşkusuz, bunları belirten sözcüğün anlamı ve ütopyaların ortak
biçimde algılanmasını sağlayan ışık, ütopyaların
gerçekleştirilemez projelerin eşdeğerlisi ya da varolmayan
toplumların görüntüsü durumuna getirirlerdi. Burada temel ve en
azından kısmen bu türden bütün üretimlere içkin bir nitelendirme
söz konusudur. Ama anlamlarındaki bulanıklık, tam olarak
ütopyaların dolaysız ve yerleşik gerçekliklerden ancak, bazen son
derece farklı bir toplumu hedefleyen, bazen de egemen olan
ütopyanın köklü bir biçimde yenilenmesini veya devrimci dönüşümünü
hedefleyen eğilimleri daha belirgin bir biçimde dile getirmek için
uzaklaştıkları olgusu içinde yer alır.
Utopia başlıklı ünlü yapıtın yazarı Thomas More (1478-1535) ütopik
olmaktan çok, sözcüğün yaygın anlamında ütopyacı olarak
nitelendirilebilecek tutumu olağanüstü bir biçimde
örneklendirmiştir. More bu kavrama anlambilimci damgasını
vurmuştur; bunu da, hiçbir yerde var olmayan ideal bir toplumu
Ütopya gibi sunarak gerçekleştirmiştir, ama yapıtının birinci
bölümü, kendisini çağının İngiltere’sinin toplumsal sistemini
köklü bir biçimde tartışma konusu yapmaya iten güdüleri geniş bir
biçimde sergiler.
Demek ki ütopik yapıtların özgül niteliği, az çok açık bir
biçimde, örnek bir uzgörüşle kınanabilir değerlendirilen ortak
durumları törel ya da dinsel, toplumsal ya da siyasal düzlemde yan
yana getirmektir. Gerçekleşebilirle gerçekleşemez arasındaki
karşıtlık, bu türden düşünsel oluşturumları ancak kısmen
temellendirir. Ütopyacı, ideal toplumu kendi gözünde dilediğince
biçimlendirdiğinde kendine pek az sınır koyacağı kesindir, ama öte
yandan yaklaşımı neredeyse hiçbir zaman mantıksız ya da oyunsu
değildir. Ütopyacı yaklaşımın özü, sanki önemli olan bunları en
titiz ve ve kesin biçimde tasarlamakmış gibi, önerilen çözümleri
köktenleştirmek ve ille de yapılabilirliklerini göz önünde;
bulundurmaya çalışmamaktır. Yine de, bir meslek ahlakım öne
çıkarmak ve değerlendirmek gereği hiçbir zaman gözden yitmemiştir.
Ütopyacı az çok dolaysız bir biçimde güdümlü bir yazardır; bu
güdümlülük gerek kültürel, dinsel ve düşünsel, gerekse toplumsal
ve sözcüğün kesin anlamında siyasal düzlemde ortaya çıkar.
Ütopyacı yaklaşımların çeşitliliği, ve bunları Öteki düşünce
biçimlerinden kolayca ayırabilmenin güçlüğü de buradan
kaynaklanır. Öteki düşünce biçimleri: dinsel ya da siyasal
yenileştirmecilerin, yalvaçların ve hatta medyum ya da düş
kuranların ya da ütopyayı zaman zaman acı olay, yergi ve
çelişkiyle birleşen bir edebiyat türü olarak kullanan yazarların
düşünme biçimleridir. Birçok yapıtta bu öğelerin ortaya çıktığı
tartışma götürmez; ama ütopya üretiminin iki temel biçimini
birbirinden ayıran şeye dikkat etmek gerekir. ilki, bir eleştiri
ya da, özellikle toplumsal ve siyasal bir güdülenme işlevini
kendinde somutlaştırır; bunu da, şimdiki duruma uygun ve toplumun
dışına çıkan bir örneğin oluşturulması ve neredeyse dizgeli bir
biçimde sunulması sayesinde gerçekleştirir. Ama bu dolaysız ve
düşünsel bakımdan iyi oluşturulmuş ütopya yönteminin yanı sıra bir
dizi dolaylı ya da henüz tamamlanmamış, ütopyaya ancak parçasal ya
da kıyısından köşesinden bağlanan yöntem vardır; bunların
ütopyaya, getirdikleri sorun ya da izlekler aracılığıyla
bağlanmasına karşın bu durum geçerlidir. İşte böylece, kentbilimci
olarak Leonardo da Vinci, Jonathan Swift, Restif de la Bretonne,
Aldous Huxley ve daha birçokları farklı niteliklerle, ütopyanın
yollarıyla özdeşleştirebileceğimiz yolları benimsemiştir. İkinci
türden ütopyaların etkileri ya da sonuçları bazen ilk türden
ütopyalardan daha önemli olsa bile ilk tür ütopyaların çokluğu ve
ağırlığı bizi ikinci türden ütopyalara çok daha az yer ayırmaya
yönlendirecektir.
Yapısal Görünümler
Birçok ütopya metninin biçimsel sunuluşuna belirgin özellik
kazandıran gerçekten kaçışın, sonunda, bunların temel öğesi
olduğuna ya da böyle algılanmalarına yol açtığını vurguladık. Oysa
incelenen olayın içinde temel bir çelişkinin bulunduğu tartışma
götürmez. Gerçeklerden neredeyse kararlı bir biçimde sapan ya da
bunlara karşı çıkan yaklaşımların bir arada bulunmasından ya da iç
içe geçmesinden kaynaklanır; burada amaç, bunlar üstünde egemenlik
kurmak, bunları biçimlendirmek ya da yine bu ütopik yol
aracılığıyla altüst etmektir. Bu son yöntem, yine ie ve
örneksemeli kültürel araca olduğu denli zihinsel desteklere de baş
vurarak oldukça sık bir biçimde benzeri yollara sapmıştır. Bu
değişmezler, ütopyaları benzersiz bir biçimde nitelendirir ve
kuram düzleminde olduğu kadar, işlevsellik ve uygulama düzleminde
de tüm güçlerini hem de zayıflıklarını gün ışığına çıkarırlar.
Ütopyanın genel olarak üstlendiği örnek biçim, usçul olmayı
savlayan ve genellikle doktrine dayalı olan bir görüntüyle ortaya
çıkar. İşleyişindeki önemli bozukluklar da buradan kaynaklanır.
Çünkü, ütopyaların gereci ve dayanağı, söylenceler ya da düşlerce,
törel ya da pek fazla usçul olmayan eğilimlerce, saymacalığa varan
bakış açıları ya da izlencelerce oluşturulmuştur; ve de, aynı
zamanda us burada mutlak bir egemenlik sürer.
Önerilen tasarıların ya da toplumsal-kültürel ve siyasal
düzenlemelerin benzersiz esin kaynağı olarak kendini gösterir. Ama
bu akıl yürütmenin, değiştirilemez ve tartışmasız ölçüt durumuna
gelmek için gündelik yaşamın gerçekliğini ve gereklerini dikkate
almaması nedeniyle, izlediği yol bir soyutlama durumuna düşer.
Öyle ki, genellikle ne zaman ve nasıl somutlaşabileceğinden başka
bir şeyin peşinde koşmaz. Özellikle Antik Dönem ve Rönesans
ütopyaları bu durumu örneklendirir. Bununla birlikte, ütopya
töreler ve yaşam koşullarını somut biçimde dönüştürebilme yetisine
daha fazla güven duysa bile, yakın ve ışıklı bir geleceğe duyulan
inanç burada daha kesinleşmiş olduğunda, doktriner yanı gerek
dinsel düzlem de gerekse siyasal düzlemde kendini gösterir.
Ütopyanın hak ileri sürmek -bir başka deyişle usdışının egemen
olduğu bir gereç- kadar Özlem ve beklentileri yönlendirip
işletmesi nedeniyle, kavramsal ve çözümsel kesinliğini sağladığı
ya da deneyimsel sağlamasını ortaya çıkaran programlama etkinliği
içinde en azından kısmen eksikliğim duyurur.
Bu durum, kurum düzleminde ütopyaların ne türden olduğu
belirginlik taşımasa da varlığı kesinleşmiş bir zayıflığını dile
getirir; bu, düşüncelerin belirginliği ve olgular üzerinde
bilimsel ya da uygulayımsal bir etki yapma konusundaki bir
yeterlik koşulunun kurama dayatılması durumunda geçerlidir. Ütopya
alanında karşılaşılan neredeyse bütün kavramlar, daha çok
belirsiz, ortak duyguları ve ahlaki güçleri bölük pörçük değilse
bile genellikle basmakalıp bir biçimde anıştırır. Bu türden
kavramsal yetersizlikler özellikle ütopyalar dinsel duyguları ve
sözcüğün geniş anlamında ahlak gereksinmelerini kapsadığında
kitleleri çekmedeki etkisizlik ya da yetersizliklerini zorunlu
olarak gündeme getirmez -tam tersi geçerlidir. Ne olursa olsun,
eleştirel incelemelerden pek az, deneysel ya da tarihsel
sağlamalardansa daha da az kaygı duyan usçullaşmanın ütopyacı
tipinin yaklaşık, hatta baştan savma niteliklerini vurgulamak,
gerekli gibi görünmektedir. Bir başka deyişle, ütopyacı yöntem
dogmatik bir eğilim barındırır; çünkü, derinlemesine ele
alındığında, hazır kavramlar ya da bilinçlerin özerk olmasından
çok, toplu duyarlılıktan destek alır.
Ütopyacı yaklaşımın bu karakterinin ilk ve temel gösterimi,
insanların doğasını kavrama biçimidir. Neredeyse bütün ütopyalar
eğitimin kendilerini yalnızca biçimlendirmekle kalmayacağını, aynı
zamanda bunları en kökleşmiş hatta en zararlı eğilimlerinden
kurtarmaya da yarayacağını düşünür. Böylelikle, çok sayıda
ütopyacı, çocukların eğitimini aileden alıp daha titiz ve bütün
haklarıyla birlikte bir Devlet okuluna verme gereğini
değerlendirme konusunda duraksamamıştır. Çok daha iyi ve neredeyse
kusursuz bir toplumun yetkili yorumcusu konumuna yerleşerek, okul
yeni insanlar, daha açık bir söyleyişle aynı kalıptan çıkmış,
uysal, kendilerini yalnızca kamu çıkarına adamış ve düşünme ve
karşı çıkma özgürlüğü bakımından nerdeyse yetersiz bireyler
yetiştirebilir.
Modern ve çağdaş ütopyalarca önerilen eğitimcilerin neredeyse
tümünün laik olmalarına karşın, Hıristiyanlığın ve Ortaçağ’ın din
adamları insanların en azından bir bölümünün dünyasal
tutkularından el etek çekmeleri ve ilahi topluma girmeleri
beklentisi içindeydi. Kültürel güdümcülükle dogmatik eğitimin
aslında Ortaçağ toplumları üzerinde olduğu gibi doktrin çabalarını
bir sonuca ulaştırmak için bütün medya biçimlerini elinde
bulunduran modern toplumlarda da büyük bir ağırlığı olduğunu
vurgulamak gereksizdir.
İnsan doğasına ve bunu biçimlendirebilme olanaklarına ilişkin bu
yaklaşım, içerdiği düşüncenin her zaman belli belirsiz ve
varsayımsal kalması oranında ütopyacılarca kolaylıkla
benimsenmiştir. Iyi tanımlanmış, bireylerinden her birinin
doğallık içinde boyun eğip kendini adamaktan başka elinden bir şey
gelmediği bir gerçeklik söz konuşuyormuşçasına kullandıkları
toplum kavramı söz konusu olduğunda ütopyacılar katılıklarını
yitirirler. Bunu bir toplumdan çok, çıkarları düzenli ve mutlak
bir biçimde bireylerin çıkarlarının üstünde geldiği cemaat gibi
görürler. Ütopyaların çoğunun karşı-bireysel tutumu, Hıristiyanlar
için tartışmalı görünmekle birlikte, bunların temel
karakterlerinden biri sidir. Gerçekten de, cennet toplumunda artık
bireyler değil, etten kemikten bedenlerini yitirmiş, “tensel”
hazların bile tinselleştiği ve yenilenmiş ruhların artık Tanrı’yla
ilişki dışında bir şey istemediği varlıklar söz konusudur. Bunun
bir mutlak olması gibi, çok sayıdaki ütopyacının dünya toplumu da
bir mutlağı temsil eder: Bunun bir parçası olmak, an ve kusursuz
olmayı başaran bireyler için de mutlak bir hazdır.
Hıristiyan bakış açısının ütopyacı özellikleriyle XIX. ve XX.
yüzyıl kitlelerinin ütopyalarının dinsel temeli arasındaki
yadsınamaz benzerlikler doğal olarak bunlar arasındaki ayrımları
maskeleyemezdi. Ama kimi Hıristiyan ana örnekler ya da izleklerle
Batı ütopyalarının birçoğunda yeniden kendini gösterenler
arasındaki yakınlık kendini hemen ele verir.
Kuşkusuz Yunan Antik Çağı -Platon’dan Euemenos’a- yasa koyucu ya
da örnek toplumların kurucusu olan tanrılaştırılmış hükümdar
kişiliğini bilmekteydi; öyle ki, bazen antik geleneklerinkilerle
Musa’nın ve İsa’nın etkileri arasında bir ayrım yapmak sorunlara
yol açabilir. Kutsal Kitap ya da İncil’den karşılaştırma
kaynaklarıyla birlikte, dolaysız ya da dolaylı biçimde XIX.
yüzyılın ortalarına değin kendini hissettiren derin etki yine de
tartışmasızdır. Ve, yine Ütopyacıların büyük bir bölümünün
cennetsi toplumun hazlarının bakış açısıyla bizlere daha yakın
kuşaklara söz verilen ışıklı yazgının bakış açısı arasındaki
geçişi temsil ettikleri daha kesindir. Bu bakış açısından, Claude
Henri de Saint-Simon’un (1760-1825) Nouveau Christianisme’indeki
(“Yeni Hıristiyanlık”) geniş ütopyacı yanlarla Constantin
Pecqueur’ün (1801-1887) Tanrı’nın Cumhuriyeti”nin ütopyacı
yanlarını anmak yeterli olabilir.
Yine de, ilk Hıristiyan geleneğinkiyle sonrakilerin bakış açıları
arasında son derece önemli bir sapma bulunur. Gerçekten de,
sonuncular, Xll. yüzyıldan başlayarak yalnızca öbür dünyada değil,
yeryüzünde de bulabilecekleri bir mutluluk sözünü giderek artan
bir oranda ileri sürerler. Böylelikle, ütopyacı yöntem binyılcılık
yöntemini izlemiş ve özellikle onunla birlikte ortaya çıkmıştır.
Binyılcılık yaklaşımı; İlk dönemlerin Hıristiyan ufuklarına
ilişkin önemli bir çarpıtma üzerine kuruludur, çünkü, son mutluluk
öncesinde, yeryüzünde toplu yaşamdan daha mutlu bir evrenin
beklentisini ve hatta gerçekleştirilmesini önermiştir. Her ne
denli binyılcılık gerçek anlamda bir Ütopya değilse de, buna
oldukça yaklaşır. Kusursuz bir toplum örneği sunmaz ama Hıristiyan
dindarların ya da laik kitlelerin gözleri önüne çekici bir
görüntü, mutluluğa, ortaya çıkmakta gecikmeyecek gönence yakın bir
evre sergiler.
Binyılcılıktan -bilinçli ilk belirimleri Joachim de Flore’a
(-1130-1204) değin uzanan- önce, kökene ilişkin bir altın çağ
söylencesi, Batı uygarlığının gelişimi boyunca birleştiği bir
Ütopyaya oldukça yaklaşmıştır. Yine de bulanık, değerlendirilmesi
oldukça güç bir çekicilik gücüyle donanmış bir anıştırma söz
konusu olduğun dan, ütopyacı bileşen görevi ancak son derece
kısıtlı bir biçimde hesaplanabilir. Ütopya içinde güçlü bir etki
bırakmış olan ve onu bir kurucu- ya ya da bir yasa koyucuya
başvurmaktan daha fazla nitelendiren yapısal öğe söz konusu
olduğunda durum bambaşka bir nitelik edinir. Her ne denli alim çağ
düşü ütopyanın ufkunda sık sık kendini gösterirse de, Ütopya,
programlama ve planlama gereğini aralıksız doyurmaktan ve
değerlendirmekten geri kalmaz.
İnsanları aynı kalıba dökme düşüncesi de bu dayanılmaz isteğin ve
ütopyanın, bütün toplumsal etkinlikleri kurala bağlama eğiliminin
görünümlerinden ancak birisidir. Bu da, ütopyacıların bireysel ya
da kişisel olan her şey karşısındaki alerjilerinin ya da
ilgisizliğin bir başka kanıtıdır. Onlara göre planlamak,
biçimlendirilebilen ya da daha önceden biçimlendirilmiş olarak
kabul ettikleri yurttaşlar karşısında bulunmaları ölçüsünde
kendiliğinden (aynı zamanda zorunlu) olarak kabul edilir.
Programlamak, ütopyacı bir gerekliliktir: ekonomik bağıntılara
olduğu denli cinsel ilişkilere, giyinme, beslenme, ya da oyun
oynama biçimi... gibi kültürel ya da sanatsal üretimlere
uygulanır. Kuşkusuz bu alanların her birinde bir yazardan ötekine
birçok değişiklik olur, ama hiçbir zaman eksik olmayan şey
gündelik yaşama ilişkin her olguda sistematik bir kamu
müdahalesidir.
Demek oluyor ki, yönetmelik olmadan örnek toplumdan söz edilemez;
çünkü, yalnızca doğanın ve aklın buyurduğu yasaların toplumun
bireylerinin mutluluğunu güvence altına alacağı tartışılamazdı.
Ütopyacı bunun yetkili yorumcusu ve bütün öğretilerini insanların
boyun eğmekten başka bir şey yapamayacakları temel değerlere
bağladığı için bu öğretilerin değiştirilmeleri olanaksız
bakanıdır. Aydın olarak bu bi çimde davranır; nesneler ve
bireylerin, kendi aklının koyduğu ilkelere benzerlerinin iyiliği
için boyun eğmek zorunda olduklarına inanmıştır. Ütopya, mutlağın
araştırısıdır ve bu niteliğiyle, bir dönemden ötekine hazırlamış
olduğu planlara kolayca indirgenemeyen şeyle karşılaştığında
bocalamaktan başka bir şey gelmez elinden.
Bununla birlikte, gerçeğe ve bireysele bu direniş, XV yüzyıl Tabor
Bohemya’sından XVII. ve XVIII. yüzyıl Paraguay’ına ve XX. yüzyılın
komünist devletlerine dünyanın geniş bölgelerinde ütopyanın daha
uzun bir süre için yerleşmesine engel olamamıştır. Daha küçük
ölçeklerde, özellikle XIX. yüzyılda, Charles Fourier’nin etkisiyle
(1772-1837), her biri sırasıyla Amerika Birleşik Devletleri’nde
başarısızlığa uğramaktan kurtulamayan “örnek” yerleşim birimleri
kuran Etienne Cabet (1783-1856) ya da Robert Owen’ın (1771-1858)
itkisiyle birçok Ütopya toplumu girişimlerinde bulunulmuştur.
Bununla birlikte kişisel özgürlükleri ve özellikle de teknik
alanlarda ve özdeksel olarak yararlanabilecek buluşlarda
yaratıcılığı savunan belli sayıda ütopyacı ortaya çıkmıştır.
Programlamanın en göze batan yadsınması, yine de XIX. yüzyıl sonu
ve XX. yüzyıl başı anarşistlerinin yadsıması olmuştur: Bunlara
göre, insanın özgürlüğe duyduğu özlem, mutluluk özleminden çok
daha güçlüydü. Ama, her ne denli Kropotkin’e (1842-1921) göre
anarşi, bütün güçlerin ve bütün görüş ayrıntılarının özgürce dile
getirilmesi, kişinin olguların denetimini elinde bulundurarak
düşüncelerine ve yüreğinin sesine göre davranması biçiminde
aktarılmak durumundadır; kaldı ki, Kropotkin’e göre de ortak
çıkarları hiçbir zaman gözden yitirmemek gerekmektedir ve amaç da
olabildiğinde hızlı bir biçimde kurumlarda bir değişimi
gerçekleştirmektir. Bu anarşi, aslında bir felsefe ve toplumsal
ilişkiler doktrini olarak kendini gösterir. Ortak gereksinimlerin
incelenmesine yönelik bir eğitim sistemine başvurur; bunun
sayesinde maddi bolluğu sağlamak için on beş yıl yeterli
olacaktır. Bu koşullar altında, bu toplumu, en azından bu evrede
katı bir biçimde güdümlü olmanın dışında nasıl düşünebiliriz; hele
bu işe Devleti yıkmaya, yasalarını ve yürürlükteki bütün
otoriteleri yıkmakla başlamak gerektiği düşünülürse.
Ütopyacı Yinelemeler ve Toplu Durumlar
Her ne denli ütopyanın düşünsel temelinde genel olarak doktrinci
eğilim, dogmatizm ve tümleyici plancılık yer almaktaysa da,
benimsenmiş çözümlerin birçoğunu bir dizi etik ve ekonomik tutum
biçimlendirmiştir. Akla ve doğaya, ama aynı zamanda tanıklık
ettikleri artık göze batacak denli belirli haksızlıklara gönderme
yaparak çok sayıda ütopyacı bütün insanların eşit kabul edilmeleri
ve dolayısıyla toplumsal eşitsizliklerin kökenlerini ortadan
kaldırmak gerektiği sonucuna varmışlardır.
Platon’dan komünistlere ve XIX. yüzyıl anarşistlerine değin, özel
mülkiyet bu bakımdan haksızlıkların, toplumsal olduğu denli
bireysel yozlaşmaların da kaynağı olan ayrıcalıklı bir hedefi
durumuna gelmiştir.
Kuşkusuz Fransız Devrimi sırasında büyük bir paylaşım söz konusu
olmuştur: O ana degin hiçbir ya da da hemen hemen hemen hiçbir
ütopyacı ekonomik eşitliği yaratmak için şiddete dayalı eylemi
önermemişti; daha sonraları, birçoğu bu yolu benimsedi. Bu, Babeuf
(1760- 1797) ve onun Manifeste des gaux’sundan (Eşitlerin
Manifestosu) sonra her ütopyanın devrimci dayatmayı birincil
düzleme yerleştirdiği anlamına gelmez; ama devrime başvurma bu
dönemde geçer akçe olmuştur. Yine de yüz yıllar öncesinden kimi
binyılcıların -özellikle 1419’dan başlayarak Bohemya’da
Taborlular’ın ve 1525 ile 1535 arasında Almanya’da Anabatistler-
ideal toplumlarını kurmak için şiddet içeren yöntemlere onay
vermişlerdi.
Her ne denli özel mülkiyetin yok olması, hatta değerli metallerin
para olarak kullanımının kaldırılmasında birçok ütopyacı elbirliği
etmişlerse de bunları harekete geçiren nedenler aynı değildir.
Genellikle orantısızlıklar gösterirler. Platon cumhuriyetinin
bekçilerinin yoksul oldukları ve siteyi daha iyi savunmak için
paradan kaçtıkları düşünülmektedir; böylece, Yunanlı felsefeciye
göre yurttaşların yaşam düzeyinin, bütün toplumun ortak çıkarı
doğrultusun da belirlenmesi gerekiyordu. İlk Hıristiyanların ideal
törelerine ilişkin söylence uzun süre boyunca, XIX. yüzyıla değin
bunların mülkiyet toplumunun uygulayımını edinmelerini sağladı ve
Ortaçağ manastır örgütleri, bireysel mülkiyet dışında örgütlenmiş
benzeri bir varoluş biçimi sunmaya katkıda bulundular.
XVI. yüzyıldan başlayarak dinsel çekiciliğin azalmasıyla sefalet
karşısında oluşan başkaldırı duygusu daha da güçlendi ve endüstri
çağının başlamasıyla birlikte makinaların kullanılması bu duyguyu
da ha da perçinledi. Böylece, XIX. ve XX. yüzyılın birçok
ütopyacısında, toplumun, bütün zenginlikleri ve bireylerin
sahiplendiği üretim araçlarını elinde bulundurması gerektiği
düşüncesine tanık olunur: Bunlar arasında, doktrinini çevreleyen
bilimsel önlemlere karşın, Karl Marx’ı (1818-1883) anmak, kuşkusuz
zorunludur.
Mülkiyet, ütopyacıların birçoğunca nasıl olumsuz bir değer,
kötünün eşanlamlısı gibi görülmüşse, çalışma da doktrinlerinde
aynı derecede değer kazanmıştır. Özellikle Thomas More ile
birlikte her türlü asalaklıktan kurtulmak için bütün çalışma
biçimlerinin zorunlu olması gerektiği vurgulanmıştır. XVI.
yüzyıldan başlayarak XIX. yüzyıla değin neredeyse bütün yazarlar
her şeye karşın el emeği gerektirmeyen etkinliklerin gereğine
inanmışlardır; öyle ki, toplumun papazlığa ilişkin işlevlere
yüklediği, eğitbilimsel ya da bilimsel görevler genellikle
bunların dışında sayılmaktaydı. Söz gelimi 1823’teki Cathisme des
industriels’inde (‘Sanayi Adamlarının Din Ögretisi”) Saint-Simon
üyelerinin kamunun eğitiminde temel görevi yapacak genel doktrini
biçimlendirip yetkinleştirdiği düşünülen bir yüksek bilim
kolejinin kurulması önerisinde bulunur.
Nova Atlantis’inde (“Yeni Atlantis”) Francis Bacon (1561-1626)
yönetimi ”Süleyman’ın Evi”ni oluşturan bir bilim adamı topluluğuna
bırakıyordu. Neredeyse her zaman eşitlikçi toplumun yönetici
topluluğu, ayrıcalıklarla ve XX.yüzyılın “nomanklatura”larına
değin giderek daha fazla güçlenen özel bir konumla donanmıştı.
Modern ve çağdaş zamanların ütopya doktrinleri arasında kimileri,
uzun çalışma saatlerinden kurtulmuş bir toplumun haberciliğini
yapmaktaydı; çalışma bazen günde dört saatin altına hatta daha aza
inmekteydi. Sanayi devriminden önce aynı amaca ulaşmak için
ütopyacılar, doğanın gizli kolaylıklarıyla yenilenmiş bir
toplumsal düzenin olumlu yanlarıyla rekabet içindeki insan
buluşlarının inceliğine güveniyordu.
Daha sonraları, makinaların ortaya çıkmasının doğurduğu olumlu
sonuçlara duyulan inanç, Etienne Cabet ’ye olduğu kadar Pierre-Joseph
Prudhon’a (1809-1865) ya da William Morris’e (1834-1896) en
ışıltılı bakış açıları sağladı. Morris başka birçok sosyalist,
komünist ve anarşist tarafından düşlenen geleceğe ilişkin
kestirimleri aşmayı bile denedi. Marx ve Engels üretim güçlerinin
en iyi biçimde kullanılması sayesinde ortak zenginlik
kaynaklarının her taraftan fışkıracağı kestiriminde bulunurlarken,
News from Nowhere’da (“Olmayan Yerden Haberler”) Morris insanlığın
bu bolluğu ve özgürlükle karşısına çıkacak boş zamanlan nasıl
değerlendirebileceğini öngörmeyi dener. XVİI. ve XVIIİ. yüzyılın
öteki ütopyacıları bu konuda ona öncülük etmişlerdir.
Aslında, XVI. yüzyıldan başlayarak örgütlenmenin olumlu
sonuçlarının ve işbölümünün mantıksal dağılımının yüceltilmesinin
estirdiği rüzgar içinde ütopya -o zamana değin yaptığı gibi- artık
yalnızca adaletsizliğin kaldırılması ve örnek bir ortak rejim
kurulmasını savunmakla yetinmemiştir; giderek daha fazla ilerleme
söylencesine açılmıştır. İma edilen ya da dolaylı bir biçimde
arzulanan şey -yeni bir toplumun doğuşu- mutluluğu doğru
durdurulamaz yürüyüşe duyulan inanç kendini kabul ettirirken
aşamalı ve zaman içinde gerçekleşmesinde giderek daha büyük bir
yer tutmaya başladı.
Kusursuz biçimler olarak, ütopya toplumları ilk başlarda zaman
dışında ortaya çıkmışlardır; bunların yaratıcıları hem bu
ütopyaların gerçekleşmesinde ortaya çıkacak güçlüklerin
bilincindeydiler hem de ütopyaya değinmelerinin bile ortaya
çıkarabileceği canlandırıcı etkiye güvenmekteydiler. Daha
sonraları, doğmakta olan bilimsel ilerlemenin etkisiyle açılan
bakış açılarını benimseyerek,ütopya ilerici, hem ekonomik hem de
toplumsal ve siyasal yenilenmenin doğuracağı somut olanaklar
konusundaki beklentisini perçinledi. XVII. yüzyıldan başlayarak,
uluslararası, barışı sağlayabilecek ve savaşları ortadan
kaldırabilecek düzenleyici kurumların düşünü kurmaya başladılar.
Sık sık önerilen sınıf savaşlarının şiddet içermesine karşın,
sanayi devrimi ve Fransız Devrimi bu beklentileri daha da
güçlendirdi.
Ütopyanın Rolü
Böylece, özellikle Batı uygarlığı içinde ve bu uygarlıktan geniş
ölçüde esinlenen ya da etkilenen uygarlıklarda ütopya giderek
yayılmıştır. Hiçbir zaman çok kesin bir spekülatif doktrini temsil
etmemiş, zihinsel bir yönteme ve yinelenen bir izlekler bütününe
bağlanmaya yatkınlık göstermiştir.
Daha baştan belirlemiş olduğumuz gibi, XIX. ile XX. yüzyıl
arasında tanık olunan kimi ender durumlar dışında işlemsel
ilkelere egemen bir çekirdeğe bile sahip olmamıştır. Sonuçta
ütopya, evrensel gerçekleri ya da kavramsal olarak geliştirilmiş
sezgileri çok fazla gözler önüne sergilemeksizin kendine özgü,
felsefe ve siyaset arasında yer alan bir zihinsel uzam içine
çekilmiştir. En azından dönüşümleri, yetkinleşmesi ve sonuç olarak
geri dönebilmesi amacıyla toplum üzerinde bir etki uyandırmayı
yeğlemiştir.
Benimsenmiş olan çerçeve ne olursa olsun, ütopya toplumlarının
birbiri ardına geliştirilen görünümleri birçok kereler öncü
bakışlarla ortaya çıkmışlardır. Çalışma süresinin kısaltılması ve
doğal kaynakların, sanayi kaynaklarının ya da teknolojik
yöntemlerin toplumsal bakımdan örgütlü bir biçimde kullanılmasının
yanı sıra, bu toplumlar dinsel hoşgörü, kadınların özgürleşmesi,
boşanma, ötenazi sorunlarını ele almışlardır; başlangıçta düşsel
olan ama er ya da geç gerçekleşecek bir dizi buluşun habercisi
olmuşlardır.
Ekonomi ve törelerin en azından kimi ülkelerde sonunda birbirine
benzediği (ütopik bir düşten başka bir şey değil gibi gözüken)
daha kesin bir toplumsal-siyasal düzlemde rolleri oldukça
benzerlikler taşır.
Çağlar boyunca ütopya, kesintisiz biçimde yeryüzünde mutluluk
özleminin temel biçimlerinden birisini -belki de en tipik olanı-
ve bunu gerçekleştirebilecek yolları kendinde somutlaştırmıştır.
Hem temelde yer alan hem de bulanıklık içeren bu bakış açısı yine
de giderek daha çok siyasal niteliğe bürünen çeşitli çözümlerin
liştiri1mesinde tükenmez bir kaynak oluşturuştur ve son çözümde
hem toplumsal hem de bir hak gibi görülmüştür. Hiç kuşku yok ki,
burada da iki büyük evreyi: statik bir örneği yücelten Antik Çağ
ve Orta Çağ evresiyle gönenç sitesine daha dinamik bir yaklaşım
anlayışına yer veren modern ve çağdaş evreyi birbirinden ayırmak
gerekir. Bu da, aşamalı bir biçimde ütopyaların donmuş
görüntülerinden daha fazla sıyrılmalarına daha devimsel, ve
özellikle de daha politik olmalarına açıklık getirir. Kuşkusuz bu
evrimin dayanağı ve eşlikçisi Batı’nın anlayış ve düşüncelerinin
bir bütün olarak gelişmesi ve bir o denli de uygarlığındaki yeni
ekonomik ve teknolojik örgütlenmedir.
Genellikle, yeryüzünün şu ya da bu bölgesi ne uygulanamayacak
denli gerçeklikten uzak görüntülerin söz konusu olmasına karşın,
öyle görünüyor ki birçok önemli ütopya konusu, içgüdüsel bir
biçimde zamanımızın Batılı toplumlarının beslediği gelecekçi
bakışlara karışmaktadır. İleri uygarlıkların örgütlenmesinde bir
tür kalıcı bir harca dönüşen ütopya, geleceği kapsayan ve onu
biçimlendiren ütopyalar bütünü içinde çözülmekte olabilir ve belki
de anlam değiştirebilir.
Aslında, her ne denli XVIII. yüzyılın ikinci yansında, Louis-S
Mercier’nin (1740-1814) L’Andeux mille quatre cent quaran te’ında
(İki Bin Dört Yüz Kırk Yılı”) sergilediği tablonun da gösterdiği
gibi, geleceğin imgesel ya da düşsel toplum görüntüsü, XIX.
yüzyılda baştan aşağı iyimserlikle doluydu, daha o dönemlerde
düşsel ütopya gibi görünen şeyden kuşku duyuluyordu.
XX. yüzyılın ortasında, gelecekte olumsuz ya da kaygı uyandıran
toplumların betimlenmesi yapıldı. Bu konuda, Aldous Huxley ’in
(1894-1963) Brave New World’u (“Cesur Yeni Dünya”) ve George
Orwell ’in (1903-1950) 1984’ü anımsatılabilir. Geleceğe yönelik bu
eleştirel ya da karamsar sunuşlar, böylelikle ütopyanın, tersine
ütopyalar olarak en yeni biçimlerini bir uyum içinde yansıtır.
Siyaset felsefesi açısından, ütopya böylece farklı paradigmalar
içinden yansıyan ya da yansıtılan, birçoğunun ortak bir yöntemle
tanındığı ve birbirlerine benzeyen ya da yinelenen izleklerden
beslenen bir düşler galaksisi gibi ortaya çıkar.
Verdiğimiz örneğin ve anımsattığımız kültürel başvuru
kaynaklarının yanısıra, özellikle toplumbilimsel, psikanalitik ve
hatta güdümlü siyasetin bakış açılarından başka yorum lama
denemeleri de yapıldı.
Ütopyanın genellikle kalıplaşma eğilimi göstermesine ya da ideal
toplum imge ve örneklerini zamanın dışında sunmasına karşın,
içinde büyük bir gelişme gösterdiği Batı uygarlığının evrelerine
ve büyük kavşak noktalarına duyarsız kalamazdı. Ama aynı zamanda
ütopyacı anlatım, sanki kusurların ve çeşitliliklerin ötesinde
insan ve arzulan temelde aynıymışçasına, kalıcı düşlerin,
vazgeçilemez evrensel özlemlerin yorumcusu olmayı denemiştir. Ama
hedeflediği insan, özellikle toplumun bireyi, tek bir kalıba
indirgenemez bireyden çok, bir bütünün öğesi olmuştur.
Bir başka ütopyacılar kuşağı özel bir ilgi uyandırmaktadır.
Miletoslu Hippodamos’un siteleri işlevleri ve oluşumları
bakımından olduğu gibi kentbilim anlayışı bakımından da yeniden
biçimlendirmek isteyen mimarlar kuşağının başında geldiği tartışma
götürmez. Bu Yunanlı, dünya şemasıyla uyum içinde olan bir toplu
varoluş planı çizmeyi amaçlıyordu; bununla da, kökenlerin anlığına
yaklaştırmayı hedefliyordu. Antik Çağ’dan bu yana akıp gitmiş olan
yüzyıllara karşın, Ortaçağ’ın ütopyacı mimarları, XV. yüzyılın
ortalarına doğru Antik Çağ düzeyinin ötesine hemen hemen
geçememişlerdi.
Filarete denilen Antonio Averulino ’nun (1400-1465) yapıtı -Sforzinda’sında
ideal bir sitenin kurulması aşamalarını baştan sona anlatan- bu
durumu kanıtlar.
Ütopyanın kent ya da doğa uzamları tim düzenlenmesine duyduğu
ilgiyi toplumsal karşı çıkmaya kaydıran yine Thomas More oldu.
Bundan sonra kentler, özellikle toplulukların bir araya gelmesinde
kalıplaşmış bir uzlaşım alanları olarak ütopya düşüncesi içinde
hep önemli bir rol oynadılar; yine de, kimi durumlarda (özellikle
XIX. yüzyılda) ütopya, tersine, kentli çevrelerle kırsal kesim
arasındaki geleneksel karşıtlığın aşılmasını savunmuş olsa bile bu
durum geçerlidir. |