ULUSLARIN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN
ETME HAKKI
RUS Marksistlerinin programının, ulusların kendi kaderlerini tayin
etme hakkıyla ilgili 9. maddesi, (Prosveşçenye'de (9*) de
belirttiğimiz gibi) oportünistlerin bize karşı bir haçlı seferine
girişmelerine neden oldu. Rus
likidatörleri (partiyi tasfiye hareketine katılan likidatörler söz
konusudur) Petersburg'da yayınlanan gazetelerinde Bundçu Liebmann
ve Ukraynalı milliyetçi-sosyalist Yurkeviç, kendi organlarında
programın bu maddesine karşı, olanca güçleriyle saldırıya geçtiler
ve bu maddeye karşı küçümseyici pir tutum takındılar. Kuşkusuz,
marksist programımızın bu biçimde (sayfa 53) "oniki dilden
saldırıya uğraması", genel olarak bugünkü milliyetçi
dalgalanmalarla yakından ilgilidir. Biz, ancak, yukarda adı geçen
oportünistlerden hiç birinin kendilerine ait olan bir tek kanıt
ileri süremediğini belirtmekle yetineceğiz; bunların hepsi, Rosa
Luxemburg'un 1908-09'da Lehçe kaleme alınan "Ulusal Sorun Ve
Özerklik" adlı yazısında söylediklerini yineliyorlar. Biz,
açıklamalarımızda adı geçen bu yazarın "özgün" kanıtlarını ele
almakla yetineceğiz.
I. ULUSLARIN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN ETMESİ NEDİR?
Ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi denen şeyi, Marksist
açıdan incelemeye giriştiğimizde elbette ki ilk karşılaşacağımız
soru budur. Bu terim ne anlama gelmektedir? Bunun yanıtını, türlü
hukuk "genel kavramlarından" çıkarılan hukuksal tanımlamalarda mı
aramalıyız, yoksa, ulusal hareketlerin tarihsel ve iktisadi
incelemesinde mi bulmaya çalışmalıyız.
Semkovskilerin, Liebmann ve Yurkeviçlerin bu soruyla hiç
ilgilenmemiş olmaları ve herhalde ulusların kendi kaderlerini
tayin etmeleri konusunun yalnızca 1903. Rus programında (32)
değil, 1896 Londra Uluslararası Kongresinin kararında da (ki, bu
kongreyi, sırası geldiğinde ayrıntılı olarak ele alacağız) ele
alındığını bilmeyerek, Marksist programın "muğlaklığı"nı
eleştirmekle yetinmelerine şaşmamak gerekir. Şaşılacak olan şey,
söz konusu sorunun, iddia edilen soyutluğunu ve metafizik
niteliğini geniş ölçüde reddeden Rosa Luxemburg'un da soyutlama ve
metafizik günahını işlemesidir. Konunun hukuksal tanımlamalarla mı
yoksa bütün dünyadaki ulusal hareketlerin deneyimiyle mi
belirleneceği sorusunu açık-seçik olarak hiç bir yerde kendi
kendine sormadan, (ulusun iradesinin nasıl saptanacağı sorunu
üzerinde o eğlendirici spekülasyon dahil) ulusların kendi kaderini
tayin konusunda devamlı olarak genellemelere kayan, (sayfa
54) Rosa Luxemburg'un kendisi olmuştur.
Bir Marksist'in ele almaktan kaçınamayacağı bu sorunun açık-seçik
ve tam olarak ifade edilişi, Rosa Luxemburg'un kanıtlarının
onda-dokuzunu hemen sarsardı. Rusya'da ulusal hareketler, ilk kez
ortaya çıkmıyor; ve bu hareketler; yalnızca Rusya'ya özgü şeyler
de değildir. Bütün dünyada kapitalizmin feodalizme karşı sonal
zaferi dönemi, ulusal hareketlerle ilgili olmuştur. Bu
hareketlerin iktisadi temeli, meta üretiminin, tam zaferini
sağlamak için yurt-içi pazarı ele geçirmek zorunda olması, aynı
dili konuşan bir halkın yaşadığı bölgeleri siyasal bakımdan
birleştirme zorunda olması gerçeğinde yatar ve bu dilin
gelişmesini ve yazınsal alanda kök salmasını önleyen bütün
engeller ortadan kaldırılmalıdır. Dil, insanlar arasında anlaşmayı
sağlayan en önemli araçtır. Modern kapitalizme uygun ölçüde
gerçekten özgür ve geniş ticari alışveriş için, ayrı ayrı sınıflar
halinde özgürce ve geniş ölçüde gruplandırılabilmesi ve ensonu,
pazarda büyük ya da küçük, satıcı ya da alıcı durumunda her meta
sahibiyle ayrı ayrı sıkı bağlar kurabilmek için en önemli
koşullar, dil birliği ve dilin engelsiz gelişmesidir.
Onun için, her ulusal hareketin eğilimi, modern kapitalizmin
gereksinmelerinin en iyi karşılanabileceği ulusal devletlerin
oluşumuna doğru bir eğilimdir. En derin iktisadi etkenler bizi bu
amaca doğru sürükler ve Bundan ötürü, bütün Batı Avrupa için,
hayır, bütün uygar dünya için kapitalist dönemin tipik, normal
devleti, ulusal devlettir.
Demek ki, eğer biz, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi
kavramının anlamını, hukuksal tanımlamalarla cambazlıklar yaparak
ya da soyut tanımlamalar "icat ederek" değil de ulusal
hareketlerin tarihsel ve iktisadi koşullarını inceleyerek öğrenmek
istiyorsak, varacağımız sonuç, kaçınılmaz olarak, ulusların kendi
kaderlerini tayin etmesinin o ulusların yabancı ulusal bütünlerden
siyasal bakımdan ayrılma (sayfa 55) ve bağımsız bir ulusal
devlet oluşturmaları anlamına geldiği sonucudur.
Daha aşağıda ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını,
devlet olarak ayrı varlık hakkından başka bir anlamda kullanmanın
niçin yanlış olacağının başka nedenlerini de göreceğiz. Şimdilik,
biz, Rosa Luxemburg'un, ayrı bir ulusal devlet kurma özleminin
derin iktisadi temellere dayandığı kaçınılmaz sonucunu "yok
saymak" yolunda çabaları üzerinde durmalıyız.
Rosa Luxemburg, Kautsky'nin Milliyet ve Enternasyonalizm adlı
broşürünü iyi bilmektedir. (Die Neue Zeit, (33) n° 1'in eki,
1907-1908; Rusça çevirisi: Nauçnaya Mysıl. (34) O, bu broşürün
dördüncü bölümünde Kautsky'nin, ulusal devlet, sorununu inceden
inceye tahlil ettikten sonra, Otto Bauer'in "bir ulusal devlet
kurmaya doğru iten gücü küçümsediği" (s. 23) sonucuna vardığını
bilmektedir. Bizzat Rosa Luxemburg, Kautsky'den şu sözleri
aktarmaktadır: "Bugünün koşullarında en uygun devlet biçimi,
ulusal devlettir" (yani ortaçağ, kapitalizm-öncesi vb.
koşullarından farklı olarak, bugünün kapitalist, uygar, iktisadi
bakımdan ilerici koşulları). Biz, buna, Kautsky'nin vardığı daha
da kesin sonucu eklemeliyiz: türdeş olmayan (hetérogène)
uluslardan meydana gelen devletler (ki bunları ulusal devletlerden
ayırdetmek için ulusal-topluluklar devletleri denmektedir) "her
zaman, iç yapıları, herhangi bir nedenle anormal ya da gelişmemiş
bir durumda kalmış" (geri) devletlerdir. Söylemeye gerek yok ki,
Kautsky, anormal sözcüğünü gelişen kapitalizmin isteklerine en iyi
uyan şeylere uyamama anlamında kullanmaktadır.
Sorun, şimdi Rosa Luxemburg'un, Kautsky'nin bu noktada vardığı
tarihsel ve iktisadi sonuçları nasıl ele aldığı sorunudur. Bu
sonuçlar doğru mudur, yoksa yanlış mı? Tarihsel ve iktisadi
teorisiyle Kautsky mi haklıdır, yoksa teorisi psikolojik bir
temele dayanan Bauer mi? Bauer'in kuşku (sayfa 56) götürmez
"ulusal oportünizmiyle", ulusal kültür özerkliğini savunmasıyla,
aşırı milliyetçilik hevesiyle (Kautsky'nin dediği gibi "şurada
burada ulusal yöne bir vurgu"), "ulusal yönü aşırı ölçüde
abartması ve enternasyonal yönü tamamen unutması" (Kautsky) ile
ulusal devlet kurma doğrultusunda güçlü eğilimi küçümsemesi
arasındaki bağ nerdedir?
Rosa Luxemburg bu soruna değinmedi bile. Bu bağı aramanın
gereğinin farkına bile varmadı. Hatta o, Bauer'in teorik
görüşlerinin bütününü tartmadı bile. Ve o, ulusal sorunun tarihsel
ve iktisadi teorisiyle psikolojik teorisi arasında bir kıyaslama
da yapmamıştır. Kautsky'yi eleştiren şu gözlerle yetinmiştir:
"... 'En iyi' ulusal devlet, teori bakımından kolayca geliştirilip
savunulabilen, ama gerçeğe uymayan bir soyutlamadan başka bir şey,
değildir." (Przeglad Socjaldemokratiyczny, 1908, n° 6, s: 499.) ve
bu cüretli beyandan, sonra, büyük kapitalist devletlerin
gelişmesini ve emperyalizmin küçük ulusların "kendi kaderlerini
tayin etme hakkı"nı bir düş haline getirdiği iddiası gelmektedir.
Rosa Luxemburg şöyle diyor: "Şekil bakımından bağımsız olan, ama
bağımsızlıkları Avrupa dengesi denen siyasal savaşım ve diplomatik
oyunun sonucu olan Karadağlıların, Bulgarların, Romanyalıların,
,Sırpların, Yunanlıların, hatta İsviçrelilerin 'kendi yazgılarına
sahip olamamalarından' söz edebilir miyiz?"! (s. 500.) Koşullara
en uygun olan devlet, "Kautsky'nin sandığı gibi, ulusal devlet
değildir, asalak devlettir." Ve ardından, Fransız, İngiliz
sömürgelerinin ve öteki sömürgelerin büyüklüğüyle ilgili birçok
rakam verilmektedir. İnsan bu gibi iddiaları okurken, yazarın,
konunun özünü anlamamakta gösterdiği başarıya şaşmadan edemiyor!
Ağırbaşlı bir, tutum takınarak, Kautsky'ye, küçük devletlerin
iktisadi bakımdan büyük devletlere bağımlı olduklarını,
(sayfa 57) öteki ulusları ezip sömürmek için burjuva devletler
arasında bir savaşımın sürüp gittiğini, emperyalizmin ve
sömürgelerin var olduğunu öğretmeye kalkışmak, akıllı görünme
yolunda çocukça çaba gösterme gülünçlüğüne, düşmektir, çünkü,
bütün bunların konuyla bir ilgisi yoktur. Yalnızca küçük devletler
değil, örneğin Rusya bile, "zengin" burjuva ülkelerin emperyalist
mali sermayesinin gücüne iktisadi bakımdan tam bağımlı durumdadır.
Yalnızca küçücük Balkan devletleri değil, Marx'ın Kapital'de (35)
belirttiği gibi, 19. yüzyılda Amerika bile, iktisadi bakımdan,
Avrupa'nın bir sömürgesiydi. Her Marksist gibi, Kautsky de elbette
ki bunları bilmektedir; ama, bunların, ulusal hareketler ve ulusal
devlet sorunuyla bir ilgisi yoktur.
Rosa Luxemburg, burjuva toplumda ulusların siyasal kaderlerini
kendilerinin tayin etmeleri ve devletlerin bağımsızlığı sorununun
yerine, bunların iktisadi bağımlılığı sorununu koymuştur. Bir
burjuva devlette, parlamentonun, yani ulus temsilcileri meclisinin
üstünlüğünü bir program talebi olarak tartışırken, birinin kalkıp
da bir burjuva ülkede her rejim altında büyük ,sermayenin en üstün
güç olduğu yolundaki tamamen doğru görüşü ileri sürmesi ne kadar
akıllıca bir davranışsa, Rosa Luxemburg'un bu sözlerini de o
ölçüde akıllıca sözler saymak gerekir.
Kuşkusuz, dünyanın insanca en kalabalık parçası olan Asya'nın
büyük bir kısmı, "büyük devletlerin" sömürgelerinden ya da ulus
olarak büyük ölçüde bağımlı olan ve ezilen devletlerden
oluşmuştur. Ama herkesçe bilinen bu durum, Asya'nın kendisinde
meta üretiminin en mükemmel gelişmesi için, kapitalizmin en özgür,
en geniş ve hızlı büyümesi için, koşulların Japonya'da yaratılmış
olduğu, yani ancak bağımsız ulusal bir devlette yaratılabildiği
kuşku götürmez gerçeğini herhangi bir biçimde sarsabilir mi? Japon
devleti bir burjuva devlettir, bu nedenle o da başka ulusları
ezmeye ve sömürgeleri boyunduruk altına almaya başlamıştır.
(sayfa 58) Asya'nın, Avrupa gibi, kapitalizmin yıkılışından önce,
bir bağımsız ulusal devletler sistemi içinde kristalleşmeye zaman
bulup bulamayacağını söyleyemeyiz; ama tartışılmaz bir gerçektir
ki, kapitalizm, Asya'yı uykusundan uyandırdığı için, bu kıtanın da
her yerinde ulusal hareketleri depreştirmiştir; bu hareketlerin
eğilimi, orada ulusal devletlerin yaratılması doğrultusundadır;
kapitalizmin gelişmesi için en iyi koşullar, bu tür devletlerin
oluşmasıyla sağlanabilir. Asya örneği, Kautsky'nin lehinde ve Rosa
Luxemburg'un aleyhinde kanıt sayılmalıdır.
Balkan devletleri örneği de Rosa Luxemburg'un iddialarını
çürütmektedir, çünkü şimdi herkes görebilmektedir ki, Balkanlarda
kapitalizmin gelişmesi için en elverişli koşullar, bu yarımadada
bağımsız ulusal devletler yaratılabildiği ölçüde
gerçekleştirilebilmektedir.
Onun için, Rosa Luxemburg yanılmaktadır, bütün ilerici uygar
insanlığın örneği olduğu gibi, Balkanların ve Asya'nın örnekleri
de Kautsky'nin bu konudaki tutumunun kesin olarak doğru olduğunu
tanıtlamaktadır. Ulusal devlet, kapitalizmin kuralı ve "norması"dır;
türdeş olmayan uluslar devleti, geriliği temsil eder, ya da
istisnadır. Ulusal ilişkiler bakımından, kapitalizmin gelişmesi
için en elverişli koşulları, kuşkusuz, ulusal devlet sağlar. Bu,
elbette ki, böyle bir devletin, burjuva ilişkileri koruduğu
sürece, ulusların sömürülmesini ve ezilmesini önleyebileceği
anlamına gelmez. Bu, ancak, Marksistlerin, ulusal devletler kurma
özlemini doğuran güçlü iktisadi etkenleri görmezlikten
gelemeyecekleri anlamına gelebilir. Bu, Marksistlerin
programındaki "ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri" ilkesi,
tarihsel ve iktisadi bakımdan, siyasal kaderlerini tayin etme,
siyasal bağımsızlık, ulusal bir devletin kurulmasından başka bir
anlama gelemez demektir.
"Ulusal devlet" kurma yolunda burjuva demokratik istemin, Marksist
açıdan, yani proleter sınıfı bakımından hangi (sayfa 59)
koşullarda destekleneceği konusu ileride ayrıntılı olarak
incelenecektir. Biz, şimdilik, "kendi kaderini tayin etme"
kavramının tanımlanmasıyla yetiniyoruz ve yalnızca Rosa
Luxemburg'un bu kavramın ("ulusal devlet") ne anlama geldiğini
bildiğini, oysa onun oportünist yandaşlarının, Liebmann'ların,
Semkovskilerin, Yurkeviçlerin bunu bile bilmediklerini
belirtiyoruz. |