VII. ULUSLAR ARASI LONDRA KONGRESİ
(1896) KARARI
Bu kararda şöyle denmektedir:
"Kongre, bütün ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını (Selbstbestimmungsrecht)
tam olarak desteklediğini beyan eder ve şu anda askeri, ulusal ya
da başka biçimdeki despotlukların boyunduruğu altında acı çeken
bütün ülkelerin işçilerine sempatisini ifade eder; Kongre,
bütün bu ülkelerin işçilerini, dünyanın sınıf bilinçli (Klassennbewusste=
Sınıf çıkarlarını anlayan) işçilerin saflarına katılmaya ve
bunlarla, uluslararası kapitalizmin yenilgiye uğratılması için ve
uluslar arası sosyal-demokrasinin amaçlarının gerçekleştirilmesi
için omuz omuza savaşmaya çağırır."(12*) Belirttiğimiz gibi bizim
oportünistlerimiz, Bay Semkovski, Liebmann ve Yurkeviç bu kararın
farkında değillerdir ama Rosa Luxemburg farkındadır ve bizim
programımızdaki (sayfa 95) "kendi kaderini tayin etme" terimini
içeren bu kararı tam metin olarak yazısına aktarmaktadır.
Sorun, Rosa Luxemburg'un, kendi "özgün" teorisinin yolu üzerinde
duran bu engeli nasıl ortadan kaldırdığı sorunudur.
Kolayca... Kararın ikinci bölümü üzerinde özellikle durarak...
Bildiri karakterini belirterek... İnsan bu bölüme ancak yanlış
anlama sonucu atıfta bulunabilir!
Yazarın çaresizliği ve şaşırmış hali inanılacak gibi değil.
Çoğunlukla yalnız oportünistler, programdaki tutarlı demokratik
ve sosyalist noktaların yalnızca bildiri edebiyatı olduğunu iddia
ederler ve bu noktalar üzerinde tartışmadan kaçınırlar. Rosa
Luxemburg'un, kendisini bu kez Semkovskilerin, Liebmann'ların ve
Yurkeviçlerin berbat eşliğinde bulmuş olması nedensiz değildir.
Rosa Luxemburg, yukarda ki kararın doğru mu, yoksa yanlış mı
olduğunu açıkça söylemeye yanaşmamaktadır. Sanki kararın ikinci
bölümünü okumaya başlayana kadar birinci bölümü unutan ya da
Londra Kongresinden önce sosyalist basında yer alan tartışmaları
hiç duymamış olan, dikkatsiz ya da dünyadan habersiz okura
güveniyormuşçasına, dolambaçlı yollara başvuruyor.
Ama eğer, Rosa Luxemburg, Rusya'nın sınıf bilinçli işçileri
önünde Enternasyonalin bu kadar önemli bir ilke sorunu üzerindeki
kararını, bu kararı eleştirip tahlil etmeye tenezzül etmeden,
ayaklar altında çiğneyebileceğini sanıyorsa çok yanılmaktadır.
Rosa Luxemburg'un görüşü Londra Kongresinden önceki tartışmalar
sırasında daha çok Alman Marksistlerinin organı Die Neue Zeit'ın
sütunlarında ifade edilmişti ve bu görüş, sonuçta, Enternasyonal
tarafından reddedilmişti! Rus okurun aklında özellikle tutması
gereken sorunun özü budur.
Tartışma, Polonya'nın ,bağımsızlığı sorunu üzerinde oldu. Üç ayrı
görüş ileri sürüldü.
1) "Fraki"nin görüşü, ki onlar adına Hecker konuşmuştur.
(sayfa
96) Bunlar, Enternasyonalin kendi programına, Polonya'nın
bağımsızlığı istemini koymasını istediler. Öneri kabul edilmedi.
Bu görüş, Enternasyonal tarafından reddedildi.
2) Rosa Luxemburg'un görüşü yani Polonyalı sosyalistlerin,
Polonya'nın bağımsızlığını istememeleri gerektiği görüşü. Bu
görüş, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının tanındığı
yolundaki resmi beyana tamamen aykırıydı. Bu görüş de
Enternasyonal tarafından aynı şekilde reddedildi.
3) Kautsky tarafından, Rosa Luxemburg ile polemiği sırasında onun
materyalizminin aşırı ölçüde "tek yanlı" olduğunu tanıtladığı
zaman, en kapsamlı biçimde açıklanan görüş. Bu görüşe göre,
Enternasyonal şu anda Polonya'nın bağımsızlığını programına bir
madde olarak koyamaz; ama Kautsky, Polonyalı sosyalistlerin böyle
bir istemle ileri çıkmaya tam hakları olduğunu belirtmiştir.
Sosyalistler açısından, ulusal baskı ve zulüm mevcut olduğu bir
durumda ulusal kurtuluş görevlerini görmezlikten gelmek kesin
olarak yanlıştır.
Enternasyonalin kararı, bu görüşün en öz, en temel öğelerini
içermektedir: bir yandan bütün ulusların kendi kaderlerini tayin
etmede tam haklarının doğrudan doğruya, kuşkuya yer vermeyecek
biçimde tanınması; öte yandan aynı kesinlikle işçilere sınıf
savaşımlarında uluslararası birlik için çağrı.
Biz, bu kararın kesin olarak doğru olduğu ve Doğu A Avrupa ve
Asya ülkeleri için, 20. yüzyılın başında her iki bölümüyle
birlikte ayrılmaz bir bütün olarak ele alınacak olan bu kararın,
ulusal sorunda proletaryanın sınıf siyasetine tek doğru yönelimi
sağladığı inancındayız.
Yukarda anılan üç ayrı görüşü oldukça ayrıntılı olarak
inceleyeceğiz.
Pek iyi bilindiği gibi Karl Marx ve Engels Polonya'nın
bağımsızlığı istemini etkin olarak desteklemeyi bütün (sayfa 97)
Batı Avrupa demokrasisinin ve özellikle sosyal-demokrasinin görevi
saymışlardır. 1840-1850 ve 1860'lar döneminde Avusturya'da ve
Almanya'da burjuva devrimleri döneminde ve Rusya'da da "Köylü
Reformu"(53) döneminde bu görüş doğruydu ve tutarlı demokratik ve
proleter tek görüştü. Rusya'daki ve Slav ülkelerinin çoğundaki
halk yığınları henüz uykudayken, bu ülkelerde yığınları kucaklayan
bağımsız demokratik hareketler yokken, Polonya'nın aristokratik
kurtuluş hareketi yalnızca Rusya bakımından değil yalnızca
Slavlık bakımından değil, bir tüm olarak Avrupa demokrasisi
bakımından da pek büyük bir önem taşıyordu. (13*)
Ama Marx'ın bu tutumu, 1860'larda ya da 19. yüzyılın üçüncü
çeyreğinde doğru olmakla birlikte, 20. yüzyılda artık doğru
değildir. Slav ülkelerinin çoğunda hatta en geri Slav
ülkelerinden birinde Rusya'da bile, bağımsız demokratik
hareketler, hatta bağımsız proleter hareketler ortaya çıkmıştır.
Aristokrat Polonya yok olmuş, yerini kapitalist Polonya'ya
bırakmıştır. Bu koşullar altında Polonya'nın istisnai devrimci
önemini yitirmesi doğal bir şeydir.
PSP'nin (Polonya Sosyalist Partisinin, bugünkü "Fraki"lerin)
1896'da Marx'ın bu konudaki başka bir çağa ait görüşünü sonsuzluğa
kadar "saptamaya" kalkışması, marksizmin metnini, marksizmin
ruhuna karşı kullanma yolunda bir çabadır. Onun için Polonyalı
sosyal-demokratlar, Polonya küçük-burjuvazisinin aşırı
milliyetçiliğine karşı çıktıkları ve ulusal sorunun Polonya
işçileri için ikincil önem taşıdığını belirttikleri zaman, ilk kez
Polonya'da sırf proleter bir (sayfa 98) parti kurdukları ve
Polonyalı ve Rus işçilerin sınıf savaşımlarında en sıkı ittifakı
kurmaları gerektiği son derece önemli ilkesini ilan ettikleri
zaman çok haklıydılar.
Ama bu, 20. yüzyılın başında Enternasyonalin ulusların kendi
siyasal kaderlerini tayin etme ilkesini ya da ayrılma hakkını
Doğu Avrupa ve Asya için gereksiz saymalımı demekti? Bu, büyük bir
saçmalık olurdu ve (teorik bakımdan) Türk, Rus ve Çin
devletlerindeki burjuva demokratik dönüşümün tamamlanmış olduğunu
kabul etme anlamını taşıyan bir davranış olurdu ve (etkisi
bakımından) despotizmin yararına, oportünistçe bir tutumu
benimsemek olurdu.
Hayır, Doğu Avrupa'da ve Asya'da belirmeye başlayan burjuva
demokratik devrimler döneminde ulusal hareketlerin uyanması ve
yoğunlaşması döneminde bağımsız proleter partilerin kurulması
döneminde bu partilerin ulusal sorun konusundaki görevleri iki
yönlü olmalıdır: birincisi, bütün ulusların kendi kaderlerini
tayin etme hakkını tanımak, çünkü burjuva demokratik devrim henüz
gerçekleşmemiştir, çünkü işçi sınıfı demokrasisi tutarlı olarak,
ciddiyetle ve içtenlikle (liberal Kokoşkin tarzında değil)
ulusların eşit hakları için savaşır ve ikincisi, belirli bir
devlet içinde tarihinin geçirdiği bütün değişmeler boyunca,
burjuvazinin birey olarak devletlerin sınırlarında meydana
getirdiği değişiklikler ne olursa olsun, bütün ulusların
proleterlerinin sınıf savaşımında en sıkı ve bölünmez bir ittifakı
gerçekleştirmek için savaşım verir.
1896 Enternasyonalinin kararının formüle ettiği, proletaryanın
işte bu iki yönlü görevinin ta kendisidir. Ve 1913 yazında
toplanan Rus Marksistleri Kongresinde kabul edilen kararın
dayandığı temel ilkeler bunlardır. Bazıları, bu kararın ulusların
kendi kaderlerini tayin etme ve ayrılma hakkını tanıyan 4.
maddesinin milliyetçiliğe azami "ödünde" bulunur görünmesine
,karşılık (gerçekte bütün ulusların kendi kaderlerini tayin etme
hakkının tanınması, demokrasiyi (sayfa 99) azami ölçüde tanıma ve
milliyetçiliği asgari ölçüde tanıma anlamını taşır), 5. maddenin
herhangi bir ulusun burjuvazisinin milliyetçi sloganlarına karşı
işçileri uyarmasında ve bütün ulusların işçilerini uluslararası
ölçüde birleşmiş proleter örgütlerde birliğe ve kaynaşmaya
çağırmasında bir "çelişki" görmektedirler ama bu "çelişkiyi",
ancak, örneğin, İsveç ve Norveç proletaryasının birliğinin ve
sınıf dayanışmasının, İsveçli işçiler Norveç'in ayrılma ve
bağımsız bir devlet kurma özgürlüğünü tanıdıkları zaman
güçlendiğini anlayamayacak kadar yüzeyde kalan kafalar
görebilirler. |