|
|
................... |
|
|
TÜRLERİN KÖKENİNE YOLCULUK |
Charles
Robert Darwin
Focus Dergisi |
|
|
................... |
|
................... |
"Binyılın en büyük bilimsel gelişmesi
hangisidir" sorusuna, olasılıkla farklı yanıtlar gelecektir: Bir
ihtimalle Büyük Patlama, izafiyet, belki de kuvantum kuramı.
Ancak, herkes Darwin'in "evrim kuramı"nı bilir... Charles Darwin,
getirdiği yeni bilimsel yaklaşımlar nedeniyle, evrim biliminin
babası olarak nitelendiriliyor. Hatta, evrim sözcüğü çoğunlukla
Darwin'le eşanlamlı kullanılıyor ve bu yüzden de darwincilik diye
anılıyor. Darwin ve ona ait terimler, "Türlerin Köke"ni" adlı
kitabının yayımından bugüne geçen 140 yılı aşkın bir süreden beri,
dünyanın en uzun bilimsel tartışmasını oluşturuyor.
Charles Robert Darwin, 12 Şubat 1809'da, İngiltere'nin Shrewsburg
kentinde dünyaya geldi. Çocukluk yıllarında, zamanının büyük
bölümünü böcek, bitki, kuş yumurtası ve çakıltaşı toplamakla
geçirdi. Bilime meraklıydı, babası doktor olmasını istediğinden,
onu Edinburg Üniversitesi'ne gönderdi. Ancak, doktorluk Darwin'e
göre bir meslek değildi. Bu sefer de, teoloji öğrenimi yapması
için Cambridge Üniversitesi'ne yollandı. Okulu yeterli bir
dereceyle tamamladı.
İlginç bir biçimde, Darwin'i "Türlerin Kökeni" adlı kitabı yazmaya
yönlendiren kişi bir papazdı. Cambridge Üniversitesi botanik
profesörü John Stevens Henslow'un bilimsel çalışmaları, Darwin'in
zooloji ve botaniğe merak salmasına öncülük etti. Zamanının
çoğunu, Henslow'la birlikte araziye çıkıp kınkanatlı böcekleri
toplamakla geçiriyordu.
Bu arada, İngiliz gemisi HMS Beagle, bilimsel araştırmalar yapmak
üzere, Güney Amerika'yı yakından tanıyan kaptan Robert Fitzroy'un
yönetiminde, dünya turu yapmak için sefere hazırlanıyordu. Başta,
yolculuğun iki yıl süreceği düşünülüyordu; ama, beş yılda
tamamlandı. Kaptan, yanında jeolojik yapıyı gözlemesi için iyi
yetişmiş bir doğabilimcisini de götürmek istiyordu. Darwin,
babasının itirazına karşın, Henslow'un çabalarıyla bu geziye
çıkmayı kabul etti. 27 Aralık 1831'de, 22 yaşındaki Darwin,
Devenport limanından denize açıldı.
Yanına pek çok kitap almıştı. Bunlardan biri de, Henslow'un salık
verdiği, İskoç bilim adamı Charles Lyell'in yazdığı "Jeolojinin
İlkeleri" (Principles of Geology) başlıklı kitabın birinci
cildiydi. Kitapta, dünya yüzünün devamlı değişme fikri işleniyordu
ve Darwin bundan büyük ölçüde etkilendi. Lyell'in kitabı ona,
gününün dünyası ile geçmiş arasında ilişki kurulabileceğini
gösterdi. Dahası, dünyanın geçmişi çok eskilere uzanıyordu. İşte
bu kavramlar, Darwin'in evrim kuramının kaynağını oluşturdu.
Güney Amerika'daki yolculuğu, bilim adamına birtakım anahtar
göstergeler de sundu. Kıyılarda yol alırken, türlerin çevre
etkisiyle nasıl değişikliğe uğradığını saptadı. Patagonya'da,
Arjantin pampalarındaki büyük devekuşlarının, yerini daha küçük
olanlara bıraktığına tanık oldu. O zaman, bu kuşların ortak bir
atadan geldiğini ve coğrafi ayrılmalara bağlı olarak birbirinden
farklılaştığını varsaydı. Galapagos Adaları'na ulaştığında, ilk
bakışta çok ıssız görünen bu adalarda, evrimsel uyuma çok iyi bir
örnek oluşturan birçok canlı buldu. Bu hayvanlar, Güney
Amerika'dakilere benziyordu, ancak onlardan belirli derecelerde
farklılaşmışlardı.
Her adada, diğer adalara uçarak ulaşamayan, bir çeşit ispinoz kuşu
yaşıyordu. Her kuş, bulunduğu adaya uyum sağlamıştı. Bu, "uyumsal
açılım" adı verilen evrimsel kurala en iyi örneklerden biri. Yine
dev kaplumbağaları, iguanaları inceleyerek, her türün birinden
diğerine evrimle farklılaştığını kaleme aldı.
1836 yılında İngiltere'ye döndüğünde, elindeki malzemeler bir
kitap yazmak için yeterli değildi. Ancak yine de, türlerin
standart görünümlerine ilişkin birtakım soruları sormaya başladı.
Güvercin yetiştiricilerini ziyaret ederek, onların ayıklanma
(seçilim) yoluyla nasıl yeni özellikler elde ettiklerini öğrendi.
Örneğin, yapay ayıklanma yöntemiyle birkaç döl sonra büyük
kuyruklu güvercinler elde ediliyordu.
Charles Robert Darwin
Darwin, evrimle ilgili açıklayamadığı bir işleyişi, Thomas
Malthus'un 1798 yılında yazdığı "Nüfusun Kuralları Üzerine bir
Deneme" (An Essay on the Principles of Population) adlı makalesini
okurken çözdü. Makale, türlerin sayısını sabit tutacak düzeyden
çok, daha fazla üreyebilme yeteneğini savunuyordu ve kavramı
insana uygulamıştı. Darwin, bundan hareketle türlerin gerekenden
fazla ürediklerini, aralarında başarılı olan varyasyonların uyum
sağlayarak ayakta kaldıklarını açıkladı. Bunlar, gelecek için
seçeneklerin doğmasını sağlıyordu.
1858'de, doğabilimci Alfred Russel Wallace'tan bir yayın taslağı
aldı. Bu kısa makalede de, Darwin'in uzun yıllar sonra ulaştığı
sonuç, yani canlıların yavaş yavaş değişme kavramı açıklanıyordu.
Sonraları çok sıkı dost olan iki bilim adamı, araştırmalarını
yayımlatmaya karar verdiler. 24 Kasım 1859'da, "Doğal Ayıklanma
ile Türlerin Kökeni" ya da kısa adıyla "Türlerin Kökeni" (Origin
of Species) adlı kitap 1.250 adet basıldı. Bu kitapta, tüm
organizmaların gereğinden fazla yavru meydana getirme yeteneğine
sahip olduğunu; ancak, elenenlerle nüfusta denge sağlandığını
belirtti. İkinci olarak, bir türün içerisindeki bireylerin,
kalıtsal özellikler bakımından farklı olduğu gerçeğini anlattı. Bu
gerçeklerden hareketle, yavruların hayatta kalması için yaşam
kavgası vermek zorunda olduğunu, çevreye uyum sağlayan türlerin
yaşamına devam ettiğini, veremeyenlerinse ortadan kalktığını,
istenen özelliklerin de kalıtsal olarak gelecek döllere
aktarıldığını ve türlerin özelliklerinin seçiminin her bölge ve
koşulda farklı olması gerektiğini varsaydı.
Bilimsel çevrelerde büyük yankı uyandıran kitap, saldırılarla da
karşılaştı. Aslında kitabında Tanrısal bir yaratılış fikrini
benimsediğini belirtmişti. Ona göre, tanrı tarafından ruh verilmiş
bir ya da pek az basit formdan, dünyada var olan fiziki güçlerle
çeşitlenmeler ortaya çıkmış ve çok sayıda mükemmel, güzel
yaratıklar oluşmuştu.
Darwin, tüm tepkilere rağmen araştırmalarını sürdürdü ve insan
evrimi konusundaki görüşlerini saklamanın gereksiz olduğuna karar
vererek, 1867'de, "İnsan Soyunun Türemesi ve Cinsiyetine
Bağlı Ayıklanma" (The Descent of Man and Selection in Relation to
Sex) kitabını yayımladı. Burada, insanın diğer memelilerden
morfolojik, fizyolojik ve psikolojik bakımdan farklı olmadığını
savunuyordu. Çünkü insan da evrim yasalarına bağlıydı. Bu kitapta
aynı zamanda eşeysel ayıklanma kavramı da açıklanıyordu.
Biyolojideki yeni gelişmeler, genetik bilimi, özellikle kalıtım
konusundaki bilgi birikimi, Darwin'in varsayımını özü itibariyle
destekliyor. 19 Nisan 1882'de hayata gözlerini yuman Darwin'in
"Türlerin Kökeni" adlı eseri, bilim tarihinin en önemli
eserlerinden. Darwin'in mezarı, tarihe adını yazdırmış kişilerin
gömüldüğü Westminister Manastırı'nda bulunuyor.
Darwin, Galapagos Adaları'ndaki kaplumbağaların hızını ölçüyor
Evrim kuramı, son zamanlarda ciddi eleştirilere hedef oluyor.
Hatta bazılarına göre, binyılın en önemli yapıtlarından biri olan
"Türlerin Kökeni" çökmek üzere. Bu saldırılara geçmeden önce, ilk
basımı 1859 tarihinde yapılan bu bilimsel eserin ana tezlerini bir
kez daha hızlı bir biçimde anımsayalım.
Bu eserinde, Darwin'in en büyük fikri, "doğal ayıklanma"
kavramıydı. Evrim kuramında "doğal ayıklanma", türlerin değişimini
yönlendiren tek değilse bile, temel etkendi. Darwin, bu görüşe bir
çıkarsamadan ve bir gözlemden yola çıkarak ulaşmıştı.
Çıkarsamasının temelinde, dönemin havası egemendi. 19. yüzyıl
başlarında insanlık "ilerleme" hareketinin peşine düşmüştü. İşte
Darwin, pozitivistlerin öncüsü olduğu bu "ilerleme" kavramını,
toplumsal ve ekonomik boyuttan alıp doğaya taşımıştı. Ona göre
türler, içinde yaşadıkları ortamdan her zaman daha iyi bir ortama
uyum sağlama eğilimi içindeydiler.
Darwin'in gözlemi ise, doğadaki olağanüstü çeşitlilikti. O, bunu
Beagle adlı tekneyle yaptığı dünya turunda, özellikle de Galapagos
Adaları'ndaki ispinoz kuşları üstündeki çalışmalarında edinmişti.
Nitekim bu kuşlar, günümüzde Darwin ispinozları olarak
adlandırılıyor. Darwin'in dikkatini, bu kuşlardaki beslenme
ihtiyacından kaynaklanan çok farklı gaga yapıları çekmişti. Bu
arada, çeşitli ihtiyaçlar için yetiştiricilerin geliştirdiği
"yapay ayıklanma" ürünü güvercin türlerini de gözlemleyen Darwin,
onlardan farklı olarak "doğal ayıklanma" hipotezini geliştirdi: Bu
ayıklanma, yetiştiricilerin fantezilerinden değil, ortama uyum
sağlama gereksinmesinden kaynaklanıyordu.
Darwin'in yola çıktığı "HMS Beagle" gemisi
Peki bu mekanizma nasıl çalışıyordu? Türler arasındaki mücadele ve
fizik koşullar, uygun değişikliklerin korunmasını, ötekilerin de
yok olmasını getiriyordu. Başka bir deyişle, ortama en iyi uyum
gösteren ayakta kalıyordu. Tabii bu noktada hemen şu sorular
gündeme geliyordu: Doğal ayıklanmanın gerçekleştiği değişimlerin
doğası neydi? Bunlar nasıl ortaya çıkıyordu ve nasıl
aktarılıyordu? Darwin, bu konuda çağdaşları gibi çok açık
fikirlere sahip değildi. Hemen hatırlatalım ki, Mendel ünlü
yasalarını, "Türlerin Kökeni"nin yayımlanmasından 6 yıl sonra
formülleştirmiş; ama çalışmaları, ne yazık ki 1900 yılına kadar
tamamen göz ardı edilmişti.
Darwin, bu değişimlerin esas olarak kendiliğinden ve rastlantısal
olduğunu düşünüyordu. Ama bu arada, çevrenin kendisinin de yeni
uyumları gerektiren değişimleri zorlayabileceğini ve bunların,
kullanım ilkesine bağlı olduğunu da kabul ediyordu. Ona göre bir
organ, eğer gerekliyse, artan derecede güçlenip gelişecek, ama bir
şeye yaramadığı zaman da yok oluncaya kadar da gerileyecekti. Bu
konuda, Fransız doğabilimci Lamarck'ın "zürafanın boynu" örneğini
esas alıyordu. Bu hayvanın boynu, akasya ağacının yüksek
dallarındaki yaprakları yemek için evrim geçirerek bugünkü uzun
konumunu almıştı. Her kuşakta kazanılan değişimler, bir sonraki
kuşağa iletiliyordu. Bu mekanizmaya Lamarck "kazanılan
karakterlerin kalıtımı" adı vermişti. Kalıtım kuramında Darwin,
kesin bir biçimde Lamarck'ı izliyordu.
Ne var ki, Darwin'in çağdaş izleyicileri yenidarwinciler,
Lamarck'ın "kazanılmış karakterlerin kalıtımı" kuramını kabul
etmiyorlar. Onlara göre, Darwin'de değişiklikler kendiliğinden ya
da rastlantısaldı; ama, bunların ayıklanmasında ana belirleyici
"doğal ayıklanma" kavramıydı. Ancak 80'li yıllarda yapılan bazı
deneyler, tamamen olumsuz bir ortamın, çevrenin etkisiyle,
normalin üstünde, daha yüksek bir oranda mutasyonlara yol
açabileceğini gösterdi. Bunun en somut kanıtı, "Escherichia coli"
adlı bakteriydi. Normalde enerji kaynağı olarak süt şekerini
(laktoz) kullanamayan bu bakteri, sadece laktoz sağlayan bir
ortamda büyümeyi ve çoğalmayı başarabiliyordu. Yine bazı genlerin,
anne ve babadan miras kaldığından farklı olduğunu, bugün bilim
kanıtlamış durumda. Yani doğada, Lamarck'ın iddia ettiği gibi bir
"kazanılmış karakterlerin kalıtımı" söz konusu. Aslında,
yenidarwinciler, bu kavrama tümden karşı çıkmıyorlar; ama, olayın
yalnız kültürel kalıtımla sınırlı olduğunu söylüyorlar. Ve bunun,
sadece "ileri" primatlarda ve insanda görüldüğünü vurguluyorlar.
Son yıllarda Darwin'e yöneltilen eleştirilerden biri de "evrimin
ritmi" konusunda. Bu akımın başını, 1972 yılında bir dizi
omurgasız fosilini inceleyen ve "amaca yönelik dengeler" (ponctual
denge) kuramını geliştiren, iki Amerikalı bilim adamı, Niles
Eldredge ile Stephen Jay Gould çekiyor. Darwin'e göre, türlerin
dönüşümü aşamalı bir biçimde, küçük dönüşümlerin birikimiyle
gerçekleşiyordu. Bu mantıktan hareket edince, belli bir zaman
aralığının ayırdığı aynı fosil çizgisindeki iki tür arasında,
kaçınılmaz olarak ara serilerin varlığı gerekiyordu. Aktarımın
devamlılığı için bu şarttı. Yine Darwincilere göre, eğer bugün bu
ara türlerin fosilleri yoksa, nedeni ya fosilleşmemiş olmaları ya
da henüz keşfedilmemeleriydi. Yani, zincirin halkalarında
boşluklar vardı. Kuşkusuz bu halkalardaki boşlukların en önemlisi,
büyük maymunlarla insan arasında kalan türlere ilişkin örneklerdi.
Amerikalı Eldregde ve Gould'a göre "halka boşlukları" diye bir şey
söz konusu değil... Onlar için, evrim sürecinde açık bir biçimde
var olan bu boşluklar, aslında çok uzun denge dönemlerinden başka
bir şey değil. Bu uzun denge dö-nemlerinde, söz konusu olan bir
grup tür, anlamlıdeğişiklikler göstermiyor ve yeni türlerin
oluşumuna yol açmıyor. Bu uzun denge dönemleri içinde, amaca
yönelik, yoğun türleşme dönemleri bulunuyor. Yoğun türleşme
döneminin uzunluğu, 5 ile 50 bin yıl arasında değişirken, uzun
denge dönemleri birkaç milyon yıla yayılıyor.
Amaca yönelik dengeler kuramı, darwinciliğe "yok oluş kuramı"
alanında da bir darbe indiriyor. Eldredge ve Gould'a göre, yok
oluş dönemleri de tıpkı tür-leşme dönemleri gibi ani, hızlı ve
yoğun bir özellik gösteriyor. Tıpkı dinozorların yok olması
gibi... Yenidarwincilere göre ise, yok oluşu belirleyen, türler
arasındaki rekabet... En zor uyum gösteren elenirken, iyi uyum
sağlayan varlı-ğını koruyor. Chicago Üniversitesi öğretim
üyelerinden David Raup, yok oluş ile "doğal ayıklanma" arasında
hiçbir ilişki bulunmadığını savunuyor. Ona göre, bazı türler
yanlış zamanda yanlış yerde oldukları için, o güne kadar
çevrelerine mükemmel bir uyum gösterseler de yok oluyorlar. Ne var
ki, bu konuda Darwin'i aşırı eleştirmemek gerekiyor. Çünkü, bir
asteroit düşmesinin ya da yanardağ patlamasının Darwin'in
kuramıyla tamamen çatıştığı söylenemez. Çünkü, bu olaylar son
kertede çevrenin fizik kurallarını etkiliyor ve yeni oluşan
koşullar, türlerin bazıları için duruma uyumu olanaksız kılıyor.
Dengeci ponktüalistlerin eleştirisi, bugüne kadar Darwin'e yapılan
saldırıların en sert olanı. Onlara göre, "Türlerin Kökeni",
sadece, ama sadece türlerin çevrelerine uyumunu açıklayan bir
eser. Yeni türlerin yaratılışı ve yok oluşu konusunda kesinlikle
yetersiz. Amerika'daki Santa Fe Enstitüsü'nden kuramsal biyoloji
profesörü Stuart Kaufmann ise, eleştiriyi bir başka noktaya
taşıyor ve Darwin'in, "doğal ayıklanma, türlerin çevreye uyumunun
sürekli bir biçimde ileri gitmesini garanti eder" çıkarmasının
doğru olmadığını ileri sürüyor. Özellikle enformatik modeller,
günümüzde durumun her zaman böyle gerçekleşmediğini gösteriyor.
"İnsan maymundan geliyor"... Darwin'in bu sözleri, o yıllarda
büyük bir skandal yaratmıştı. Bugün, çok az sayıda insan bunun
tersini düşünüyor. Ancak mesele bütünüyle açıklığa kavuşmuş değil.
Özellikle bir soru hâlâ yanıtını arıyor: Maymundan insana geçiş
nasıl gerçekleşti? Bu soruyu şöyle de sorabiliriz: İnsanın evrimi
aşamalı bir biçimde mi, yoksa bir anda, aniden mi gerçekleşti? Ya
da insan sürekli bir biçimde, çevresindeki değişikliklerin
etkisiyle aşamalı bir biçimde mi ayağa kalktı, yoksa bir
tramplenden atlar gibi, embriyon gelişimini etkileyen çok ani
dönüşümlerin sonucu her şey bir anda mı gerçekleşti?
Gelişme aşamalarıyla (fazlarıyla) ilgili uzunluk ve hız
değişmelerinin, yeni türlerin doğmasında çok önemli bir etken
olduğu tezi, 70'li yıllarda Harvard Üniversitesi
paleontologlarından Stephen Jay Gould tarafından yeniden gündeme
getirilmişti. Son günlerde bir başka araştırmacı, Paris'teki Doğal
Tarih Ulusal Müzesi paleontologlarından Anne Dambricourt Malasse,
insan evriminin mekaniğinin geometrik bir modelini oluşturarak, bu
kurama yeni bir soluk kazandırdı. Bazı uzmanlar, Malasse'ın
çalışmalarının Yaratılış Kuramına temel oluşturduğunu ileri
sürerken, bir başka grup, tamamen bilimsel bir özelliği olduğunu
savunuyorlar.
Malasse çalışmalarını, çocuklardaki yüz ve altçene büyüme
anormallikleri inceleyen ünlü ağızbilimci (stomatolog) Marie
Josephe Deshayes'ın araştırma sonuçlarına dayandırıyor. Yüz ve
ağız ortopedisi uzmanları, bu bölgelerin gelişiminde sık sık
anormallikler saptıyorlar. Boynu yüze bağlayan altkafatasındaki
büyüme sorunlarından kaynaklanan bu anormallikler iki büyük
kategoriye ayrılıyor: Altçene gerilediği için, omuriliğin içinden
geçtiği artkafa boşluğu yukarıda kalıyor ya da altçene çok öne
çıktığı için, boyun ve boğaz çok fazla ön tarafta bir konum
alıyor. Birincisinde, yüzün dikey ve yatay büyümesinde yetersizlik
söz konusuyken, ikincisinde yüz, çok dikey bir biçimde büyüyor.
Peki ama, embriyon ya da çocuk büyümesiyle insan evrimi arasındaki
ilişki ne? Geçen yüzyılda geliştirilen bir ilkeye göre, ontojeni
(bireyoluş; embriyonun ve çocuğun yetişkinlik dönemine kadar olan
gelişimi) ile filojeni (soyoluş; türler arasındaki akrabalık
ilişkileri) arasında bir paralellik var. İşte bu ilkeden hareket
eden Malasse, çocuklar üstünde gerçekleştirilen gözlemleri,
1952'de paleontolog Robert Gudin tarafından geliştirilen geometri
öğelerini kullanarak, primatlardaki kafatası temelinin evrimine
uyarladı. Gudin, profilden görülen kafatası örneğinde, kafatasının
tabanıyla yanlarını birer çizgiyle birbirine bağlamıştı. Böylece
"pantograf" adı verilen bir geometrik şekil elde etmişti.
Embriyonun gelişimi boyunca bu pantograf, kafatası ve yüz
kemiklerinin kasılıp açılması sonucu dönüşüme uğruyor ve sonunda,
Homo sapiens türüne özgü bir denge durumuna geliyordu. Bu denge
durumu, gerçek anlamda bir ontojenik bellekti ve insan, insan
olduğundan, yani tam 120 bin yıldan beri bütün insanlarda
tekrarlanıyordu. Evrimimiz boyunca sıralanan her tür, kendi
karakteristik denge durumuna (pantografına) sahipti.
Malassea göre, çocuklardaki güncel dengesizlikler, söz konusu
dengenin şimdiye kadar gözlenen korelasyonlarının kopma noktasına
geldiğini gösteriyor. Öte yandan diş ve çene ortopedisi, normal
bir gelişimin, dengesizliğe girip farklı bir yönde evrim
gösterebileceği dönemlerin varlığını kabul ediyor. Malasse bunlara
"dinamik pencereler" (dynamic windows) adını veriyor ve evrimimiz
sırasında da böyle "dinamik pencereler"in var olabileceğini
söylüyor. Sonuçlar, kafatası ve yüz kemiklerindeki 5 kasılıp
açılmanın, bizi ilk primatlardan ayırdığını gösteriyor. Kafatası
gelişimindeki değişikliklerden her biri, bütün embriyojenezi
tamamen yeniden yapılandırabiliyor. Örneğin, bipedi rahatsızlığı,
bu kasılmaların bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Oysa bu
kasılmalar, kesinlikle yeni bir çevreye uyumun ürünü değil.
İnsan çizgisinin çeşitli türleri arasındaki zincir o denli fazla
alt üst olmuş değil. Homo habilis, ergaster, rudolfensis, erectus;
hatta neardertaller, aynı pantografa ve denge durumuna sahipler.
Bütün bunlar, aslında bir grup oluşturuyor ve Malasse, bunlara
"ilkel insanlar" adını veriyor. Sadece modern insan, "sapiens"
türünün sahip olduğu pantografın aynısına sahip. İşte bu nedenle,
insanın var oluşunu sapiens türü ile özdeşleştiriyor.
Peki bütün bu açıklamalarda Darwin nerede? Malasse, "Kesinlikle
uyum mantığı üzerine kurulu bir kuramı kabul edemeyiz" diyor. Ona
göre tesadüf ve doğal ayıklanma, kuşkusuz bir rol oynuyor; ama,
kesinlikle bir maymunu Homo australopithecus yapmıyor. Hemen şu
soruyu ekliyor: "Her türün kendisine özgü olan embriyon belleği
nereye kayıtlı? DNA'ya mı, hücrelere mi, yoksa hücreler arasındaki
interaktif ilişkilere mi?" Bunun yanıtını henüz bilmediğimizi
söylüyor. Ama ona göre bir tek şey kesin: Günümüzde evrim
mekanizmalarına ilişkin söylenenlerin hemen tümü büyük bir dönüşüm
sürecinde... Eğer yukarıdaki sorunun yanıtı bulunursa,
darwinciliğin günleri sayılı demektir.
"Doğal Ayıklanma", Hitler'in elinde öldürücü bir silaha dönüştü.
Darwin kuramı, 1859 yılında yayımlandığı tarihten hemen sonra, bir
anda birbirine tamamen zıt ideolojilerin çekim merkezi haline
dönüştü. Aslında buna o kadar da şaşmamak gerekir. Toplumsal ve
ekonomik eylemin temeli olarak mücadele, o günlerde çok yaygındı.
Nitekim Karl Marx ve Friderich Engels, "Türlerin Kökeni" eserinin
satır aralarında, toplumların tarihsel değişiminin ipuçlarını
yakaladıklarını düşünüyorlardı. Onlar, sadece doğadaki var olma
mücadelesini sınıf mücadelesine dönüştürmekle yetindiler.
Darwin'in düşünceleri, marksizmden tamamen uzak bir başka ideoloji
için de çok elverişli zemin hazırlamıştı. Üstün ırk hayali peşinde
koşanların elinde, artık ciddi bir silah vardı. Bu konuda ilk
adımı, Darwin'in kuzeni İngiliz antropolog Francis Galton
(1822-1911) attı. Darwin'in eserinde yakaladığı İngilizce "eugenics"
kelimesinden hareket ederek, öjenizm (soyarıtımcılık) akımını
başlattı. Ona göre, öjenizm iki ana biyolojik kuram çevresinde
biçimleniyordu: Evrim ve kalıtım kuramları... Evrim konusunda
Darwin'in "doğal ayıklanma" kavramını benimsemişlerdi. Bireyler ve
topluluklar arasındaki rekabet, ayakta kalacak olanı
belirleyecekti. Ne var ki, evrim kuramının yorumunda "soyarıtımcılar"
ikiye ayrılmışlardı. İngiliz doğabilimci ve sosyalist Alfred
Wallace ile Alman biyoloji uzmanı Ernst Haeckel "pasif" bir
ırkçılığın sözcülüğünü yapıyorlardı. Onlara göre, "doğal
ayıklanma" insanı, özellikle de beyinsel ve etik yeteneklerini
etkiliyordu. Bu duruma kesinlikle müdahale etmeye gerek yoktu.
İlerlemeye olan genel eğilim ve toplumların yetkinleşmesi,
kaçınılmaz biçimde "ilkel" olanları eleyecek, "ileri" unsurların
varlığını koruyacaktı. Bu süreç, yine kaçınılmaz olarak "beyaz
ırkın" üstünlüğüyle sonuçlanacaktı.
Antropometre, insan vücudunu bir çizgilere indirgiyor ve bu
çizgilerle ırkları ayrıştırıyor.
Bu pasif ırkçılığı önerenlere, Francis Galton ve gazeteci William
Greg "aktif ırkçılık" ile karşılık veriyorlardı. Onlara göre,
"doğal ayıklanma"nın toplumlardaki en "ilkel" unsurları eleyip,
"ileri" unsurları korumasını beklemek yeterli değildi. Bu anlamda,
"evrim kuramı"na, gelişmiş toplumlarda fazla güvenilemezdi. Çünkü
gelişmiş toplumlar, özellikle tıp bilimindeki kazanımlar ve
insanlarda artan iyilik yapma duygusu nedeniyle yozlaşma
içindeydiler. 1868 yılında İngiliz gazeteci William Greg, gelişmiş
İngiliz toplumunda soyluların yozlaştığını, fakirleşip
yoksullaştığını, buna karşın, daha üretken ve daha ileri bir güç
olan orta sınıfın çok az çocuk yaptığını yazıyordu. Bu durumda,
"doğal ayıklanma" sürecine dışarıdan müdahale gerekiyordu. Tabii
"ilkel" olanları bir biçimde safdışı ederek...
Öjenizmin bir ayağını Darwin kuramı, ikincisini ise Mendel'in
genetik kuramı oluşturuyordu. Mendel'e göre genetik miras,
kuşaktan kuşağa sadece cinsel hücreler aracılığıyla aktarılıyordu.
Kazanılmış karakterlerin mirasını reddeden bu köktenci yaklaşım,
ırkçılığın elinde hastalıkları, özellikle de beyinsel
hastalıkları, toplumsal handikapları ve suçluluğu açıklayan bir
araca dönüşmüştü.
Peki ama bütün bu suçlamalar karşısında Darwin kendisini nasıl
savundu? Önceleri yapacağı bir şey yoktu. Çünkü, "Türlerin Kökeni"
eserinde Darwin insandan hiç söz etmemişti. Ancak 1871 yılında
yayımladığı "İnsan Soyunun Türemesi" başlıklı yapıtında, öjenizme
bilimsel ve ahlaki açıdan karşı olduğunu açık bir biçimde ifade
etti. Yoksul sınıfların hızla artan nüfusunun bir tehlike
oluşturmadığını söyledi. Çünkü, bu sınıf içinde ölüm oranı da
yüksekti. Bu noktadan yola çıkan Darwin, herhangi bir biçimde
doğumların kontrolünü öngören toplumsal programlara da karşı
çıktı. Ve son olarak sempati ve merhamet gibi kavramların "doğal
ayıklanma"nın sonuçları olduğunu, toplumsallaşmanın temelini
oluşturdukları için de gerekli olduğunu söyledi. Kuşkusuz bütün
bunlar, öjenizmin temellerini Darwin kuramının üstüne inşa ettiği
gerçeğini değiştirmedi.
Aşırılarda dolaşmak
Öjenizm, süreç içinde çok değişik biçimler kazandı. Alfred Wallace,
yaşamının sonlarına doğru, "cinsel ayıklanma" tezini geliştirdi.
Aslında bu kavram Darwin'de de vardı. Eserinde "doğal ayıklanma"
ile uyuşmayan bazı karakteristiklerin "cinsel ayıklanma"dan
kaynaklandığını belirtmişti. Wallace ise, "cinsel ayıklanma"
sürecinde, insan topluluklarının kalıtımsal özelliklerini
iyileştirici bir nitelik görüyordu. Bu noktadan hareketle şu tezi
ileri sürüyordu: "Eşitlikçi bir toplumda, kadınlar bundan böyle
kocalarını paraları için değil, fizik, entelektüel ve moral
nitelikleri için seçeceklerdi." İşte bu düşünce, daha sonra
doğmakta olan feminizm hareketi tarafından açık bir biçimde
benimsendi. Öyle ki, feministler "cinsel ayıklanma"yı, öjenizmin
kabul edilebilir tek biçimi olarak aldılar.
Öjenizmin, tam bir asır önce "Türlerin Kökeni" eserinde dile
getirilen kuramlarla uzaktan yakından ilgisi yok. Günümüzde, artık
sadece "bireysel öjenizm" söz konusu. Yani, ailelerin normal
çocuklar doğurma kaygısını ifade ediyor. Bu konu da Darwin'i hiç
ilgilendirmeyen, bambaşka bir sorun...
Prof. Dr. Ali Demirsoy
Prof. Dr. Ali Demirsoy'un yorumuyla Darwin ve evrim:
"Darwin'in, temel ilkeler olarak kabul edilen hiçbir bulgusu,
bugüne kadar aşındırılmış ya da tersi kanıtlanmış değildir.
Örneğin, Darwin'in kurmuş olduğu 'Doğal Ayıklanma Yasası',
kesinlikle güncelliğini ve bilimselliğini yitirmedi. Darwin'in
ayrıca bir söylediği de şuydu, 'Fakir toplumlar istedikleri kadar
çocuk yapsınlar, bunun çok büyük zararı olmaz; çünkü burada zaten
ölüm oranı çok yüksek olacaktır ve ayıklanma fazladır.' Bence
doğru da söylemiştir. Ama Darwin antibiyotiğin bulunacağını
bilemezdi. Yani, bu kadar ilacın ve tıbbi gelişmenin, insan soyuna
yapılacak müdahalelerin geleceğini bilemezdi. Dolayısıyla, bugün
fazla çocuk yapan ailelerin çocukları da yaşamış oluyor. Böylece
denge bozulmuş ve doğal ayıklanma önlenmiş oluyor. Tabii bir sürü
hastalıklı, rahatsız ve zayıf olan birey, kalıtsal materyallerini
gen havuzuna sokmuş oluyor. Darwin'in bu anlamdaki sözleri
doğrudur ve sonradan yapay yollardan yapılan müdahaleler, ilke
olarak doğaya terstir. Darwin doğal olayları işlemiştir; doğal
olmayan olayları herhangi bir şekilde göz önüne almamıştır.
Örneğin bir meteorun dünyaya çarpması, dünyada önemli bir deprem
olayının gerçekleşmesi, yanardağların patlaması ya da insanın
ürettiği doğadışı verilerle Darwin arasında ilişki kurulmaya
çalışılması, Darwinizm'e körü körüne saldırıdan başka bir sonuç
doğurmaz.
Darwin'in en çok tartışılan sözlerinden biri de, gelişmemiş
ırkların, eninde sonunda gelişmiş ırkların egemenliğine
gireceğidir. Bu çok doğrudur ve bugün de geçerlidir. Nitekim
Türkiye'nin, şu anda kendisinin koymadığı, zorlama bir sürü kuralı
kabul etmesi, herkesin cebinde dolarların bulunması ve dolarla
konuşmamız bile, uygarlık bakımından bizden ileride olan
ülkelerin, Darwin anlamında egemenliğine girdiğimizin kanıtıdır.
Darwin hatalar yapmış olabilir. Çünkü, dinler tarihine
baktığımızda bile bir dolu yanlış ve eksiklikler görebiliyoruz.
Bunların hepsi bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor ve bu Darwin için
de geçerlidir. Ancak bu eksiklikler kuramın doğru ve geçerliliğini
etkilemez.
Yukarıda söylediklerimizin dışında, Darwin'in yaşadığı dönemde
kıtaların kayması bilinmiyordu, mutasyonlar bilinmiyordu,
kromozomlar bilinmiyordu, mayoz bölünme bilinmiyordu, sperm
bilinmiyordu, yumurta bilinmiyordu, eşeysel üremenin kuralları
bilinmiyordu, neredeyse hiçbir şey bilinmiyordu. Yalnız Darwin,
doğayı gözlediği zaman, üstün olan ve uyum yapan bireylerin
ayıklanmış olacağını gözledi. Biyolojide bu hiç değişmedi.
Darwin'in belki açıklama tarzında bir eksiklik bulunabilir; ama,
bu da dediğimiz gibi, bilgi eksikliğinden kaynaklanıyordu. Bugün
biz bu kuramın ayrıntısına girdiğimizde şunu anlıyoruz; gerçekten
de bireyler, olması gerektiğinden fazla sayıda yavru ya da
kombinasyon meydana getiriyor. Örneğin bir insan, kuramsal olarak,
yaşamı boyunca 70 trilyon çocuk meydana getirme şansına sahip.
Üstelik bir kadınla bir erkek, hiçbir baz ya da nükleotik
değişiklik ve mutasyon olmazsa, ancak 70 trilyon çocuk meydana
getirdiğinde birbirinin aynısı olabiliyor.
Bu sayı, aşağı organizasyonlu canlılarda çok daha fazla ve nedeni
de, kuşkusuz 70 trilyon yaşasın diye değil. Bunlar arasında,
gelecek kombinasyonlardan hangisi yeni ortama uyum sağlarsa, o
ayıklansın diye... Canlıların ayakta kalmasının nedeni bu. Darwin
bunu bilmeden, gözlem ve sezinleme yoluyla ortaya koymuştu. Modern
biyoloji de Darwin'in bütün söylediklerini moleküler düzeyde
kanıtlıyor.
Biyolojinin dışında Darwin'in kuramı, toplumsal olaylarda da
geçerli. Bugünkü bilgilerimize göre, dünya tarihinde kaybolmuş
yüzlerce toplum ve kültürün bir zamanlar var olduğunu biliyoruz.
Bunların temel çöküş nedeni, sosyal evrimlerini
oluşturamamalarında yatıyor. Bilimsel atılımını yapmış olan,
doğanın mekaniğini değiştirmeye kalkan toplumlar, giderek daha bir
güçlenip ayakta kaldı ve diğerlerine egemen oldular.
1950'den sonra DNA üzerinde yapılan çalışmalar, 2000 yılına
geldiğimizde evrimi adım adım kanıtlamış durumda... Çünkü biz
DNA'yı, yani temel harfleri bulduğumuzda, artık sorunu daha rahat
olarak çö-zebiliyoruz. Örneğin, DNA'nın üzerindeki çeşitlenmelerin
neden meydana geldiğini sorduğumuzda, Darwin'in Doğal Ayıklanma
Yasası ile karşı karşıya gelmiş oluyoruz. Bir başka deyişle, DNA
üzerinde çeşitlilik, Doğal Ayıklanma'ya tam ve gerçek bir temel
oluşturuyor. Örneğin, siz herhangi bir solunum enzimini
aldığınızda, aynı toplumda çok çeşitli farklılıkların olduğunu
görüyorsunuz. İşte bu farklılığın olması, temelde evrimsel sürece
bir taban hazırlıyor. Bunu doğanın bilinçli olarak getirmesi de
mümkün değil. Çünkü bilinçli olsa, fazladan malzeme oluşturmasına
gerek yok. Doğa 70 trilyon örneğinde olduğu gibi, niçin çok sayıda
işe yaramayan bireyler üretsin?
Gerçekte ise, doğanın mekaniğinde, tamamen rasgele ve yeni
durumlara uyum yapabilecek çeşitli varyasyonlar meydana geliyor.
Yani, önceden gideceği yeri öngörmüyor; daha temel bir anlatımla
amaçlı değil. Ancak onların içerisinde hangisi yeterliyse, hangisi
uyumluysa, hangisi başarılıysa, o doğal olarak ayıklanıyor. Bu
nedenle, bir alabalık her defasında 1 milyon yumurta yapıyor,
ancak bunların arasından 10 tanesi uyum yapmayı başarıp
yaşayabiliyor. Bu geri kalan büyük miktarın varlığı, temelde doğa
için bir savurganlık gibi görünüyor. Yani, siz bu işleyişi
planlayan bir doğaüstü güce inanırsanız, düşünün ki, ancak binde
birinin kullanıldığı bir düzenin kurulmuş olduğuna inanmanız
gerekiyor. Böyle bir mekanizma kolayca anlaşılacağı gibi verimli
değil, ama doğanın mekanizması, yani Darwinizm açısından son
derece düzgün bir mekanizma. Çünkü zayıf çoğunluk elenecek, uyum
sağlayabilen hayatta kalacak. İşte temel çelişki burada
yatmaktadır. Biyolojinin kendi içerisinde, düşünebilen bir mantığı
yoktur, ama işle-yebilir bir mantığı vardır. Dolayısıyla, bizim
geri kafalı dediğimiz tutucu kesim, biyolojik işleyişe bir
doğaüstü mantık ve akılcı bir amaç sokmaya çalışır, ama öyle
değildir. Mekanizmanın kendi içerisinde bir işleyiş mantığı vardır
ve bu da düzensizlikler içerisinde kurulu bir düzen şeklinde
işlemektedir. Kuşkusuz biyolojinin temeli de budur.
2000 yılı bizim için çok önemli bir yıl. Bugüne kadar doğal evrime
bıraktığımız canlı soyunu, bundan böyle insan soyu giderek yapay
bir evrimle yönlendirmeye çalışacak. Bunun sakıncalı tarafları da
var, verimli olacağı yanları da olacaktır. Üzerinde düşünülmesi
gerekiyor... Şimdi yediğimiz domateslerden sebzelerden tutunuz da,
adı yeni yeni duyulan meyvelere kadar, bunların hepsi yapay evrim
ya da müdahalelerle ortaya çıkmış ırklar, türler ya da
alttürlerdir. Bugün sadece yabani lahanadan, ayrı ayrı yenilebilir
ve tür düzeyinde, 8 çeşit yeni ve görünüşleri farklı bitkiyi yapay
yollarla oluşturabilmişiz. Bunların doğada ayrı yabani formları
yok ve hepsi insanın bizzat ürettiği sebzeler. Örneğin brokkoli,
marul, kara lahana, lahana gibi... Bunların doğal yollardan
oluşması da mümkün, ama doğada bunlar uzun sürede meydana
gelebilirler. Oysa, insan evrime müdahale edince, yeni ortaya
çıkışlar kısa sürede, ama doğrudan insanın etkisiyle
gerçekleşiyor.
Biz artık yaşamımızı doğanın inisiyatifine ve uzun süren
etkileşimine bırakamıyoruz. Bunun nedeni, eğer geçmişte insan soyu
diğer canlıların bağlı olduğu kurallara uysaydı, yani 10 çocuk
meydana getirip de, biri yaşasaydı, yapay evrime yönlenmemiş
olacaktık. Ama doğanın işleyişine karşı çıkan bir sosyal yapıyı
gerçekleştirdik.
Bunun ortaya çıkmasıyla da, ister istemez çevremizi de aynı
biçimde yapay olarak yönlendirmeye başladık. Bunun getireceği
kazanımların yanında bir dolu sorunlar da olacaktır. Ancak bir kez
başlamışız ve bırakabilmemiz mümkün değil. Önümüzdeki yıllarda
insan soyunun bugüne kadar tahmin edemeyeceği son derece ilginç
bir yol izlenecektir ve biyolojide yeni yeni canlı türleri ve
yapay sistemler ortaya çıkacaktır. Bu kaçınılmazdır ve eğer
insanlar gerçekten doğal yaşamak istiyorlarsa, en azından ilaç
kullanmamaları gerekiyor. Örneğin hastalıklarda ilaç kullanmak,
doğaya doğrudan doğruya bir müdahaledir. Çünkü doğanın kendisinde
olmayan bir nesneyi sisteme sokmuş oluyorsunuz. Sonuçta gerçekçi
olmak zorundayız ve Darwinizm'i eğer iyi öğretirsek, okullarımızda
iyi kavratırsak, 2000 yılından sonra olabilecekleri de insanlara
çok iyi kavratmış olacağız. Yoksa, diğer gelişmiş toplumların
zorunlu olarak gerisinde kalacağız. Darwinizm'e karşı olmak,
gericilik, tutuculuk, Osmanlı Devleti örneğindeki gibi tarihte
elenmiş bir sürü toplumun başına gelen yok oluşun, sizin başınıza
da gelmesi anlamındadır. Nitekim ABD'deki Yüksek Mahkeme'nin orta
eğitimde mecburen evrim öğretisinin verilmesi kararının arkasında,
1957 yılından itibaren Amerika'nın bilimsel olarak gerilemesinin
etkisi çok büyüktür. Anlaşılmıştır ki, Amerika'da Darwinizm
okutulmadığı için, bilimsel gelişim kendini sürdüremiyor.
Dolayısıyla, Darwinizm'in içeriğinden küçük küçük parçalar alıp
da, Darwin'in o çağda henüz bilmediği konulardan ona hücum edip,
öğretiyi sözüm ona yıkma gibi bir saflığa düşmemek gerekiyor.
Aksine onun mantığını kavrayıp, onu bütün sosyal gelişmelere de
uygulamak gerekiyor."
|
|
|
|
|
|
|
|