|
|
................... |
|
|
DÜŞÜNCE TARİHİ -1 |
Orhan Hançerlioğlu
Remzi Kitapevi, Eylül 1995 |
|
|
................... |
|
................... |
GÖK BOŞLUĞUNDA BİR DÜNYA
Milyonlarca yıl önce, gök boşluğunda sıcak bir gaz bulutu belirdi.
Bu bulut, uzun bir gelişme sonunda dünyamız olacak. Biz insanlar, acı ve tatlı bütün
serüvenlerimizi onun üstünde yaşayacağız: Öykümüz, güneşin parlak
ışıkları altında renklenen bu bulutla başlıyor. Sıcaklığın
bulutumuzdaki hidrojen ve oksijen bireşimini göğe uçurduğunu
varsayıyoruz. Yaşamımızın gerçekleşmesi için gereken su kalın bir
bulut halinde dünyamızı çevrelemiş olmalı. Yoksa dünyamız
soğuyamazdı. Bu, öylesine kalın bir buluttu ki güneş ışınlarının
dünyamıza ulaşmasına engel oluyordu. Dünyamız karanlıktı, bundan
ötürü de soğuması hızlanmıştı. Soğuma, milyonlarca yıl sürmüştür
herhalde. Isı, kaynama derecesinin altına düştüğü zaman, dünyamızı
çevreleyen bulut sağanaklar halinde boşanmaya başlamıştır. Böyle
olmasaydı suyu nereden bulabilirdik? Dünyamızdaki boşluklar
sularla dolmuştur. Yağmurların tuzsuz olduğunu biliyoruz. Tuz,
okyanuslara, uzun jeolojik çağlar boyunca kara parçalarından
taşınmıştır: İnsan tohumlarının varlaşabilmesi için tuzlu sular
gerekiyordu.
SUDA BİR HÜCRE
Canlılığın gerçekleşebilmesi için hücre (cellule) yaşamına
elverişli bir ortam oluşmalıydı. İşte, canlılığın ilk adımı olan
hücre, okyanusların bu tuzlu sularında gerçekleşmiş olmalı. Bilgin
Oparin, hidrokarbonların, tuzlu suyun etkisiyle inorganik karbon
bileşimlerinden meydana geldiğini tanıtlamış bulunuyor.
Okyanuslarda erimiş olarak bulunan hidrokarbonların birbirleriyle
birleşerek gittikçe daha gelişmiş bileşikler meydana getirmiş
olmaları düşünülebilir. Kimya laboratuarlarında yapılabilen bu
bileşiklerin, geniş okyanus laboratuarlarında da yapılabileceği
yadsınamaz. Bu bileşiklerin içinde, canlılığın temel özdeği olan
proteinler de vardır. Proteinler, amino asitler denilen çok küçük
parçacıklardan meydana gelmişlerdir. İçlerinde karbon, hidrojen,
oksijen, azot ve kimi durumlarda da fosfor ve kükürtlü elementler
bulunur. Canlılığın en gerekli özdeği olan enzimler de
proteinlerden başka bir şey değildirler. Canlı hücrenin
plazmasının büyük bölümü proteindir. Bütün canlı organizmaların
bileşimini meydana getiren bu canlı özdeğe protoplazma denir. En
küçüğünden en büyüğüne kadar bütün canlılar, içlerinde protoplazma
bulunan hücrelerden dokunmuştur.
YAŞAMAK
Yaşamak, devimlilik (hareketlilik) demek. Taşıyla toprağıyla,
göğüyle yıldızıyla tüm evren yaşamakta ama biz insanlar bu deyimi,
gözlerimizle görebildiğimiz kımıltılar ölçüsünde kullanmışız.
Bitkilerle hayvanları canlı, bunların dışındaki tüm nesneleri
cansız saymışız. Öyle olsun. Biz de, gerçekte henüz bir başlangıç
olduğu halde bizlere pek uzun gelen insanlık serüvenimizde bu
yanlış anlamı sürdüreceğiz. Bu anlamda yaşam, protein özdeğinin
varlık biçimidir ve bütün gizleri çözümlenmiştir: Yaşam, bir
özdeğin (maddenin) başka bir özdekten bir şeyler alması ve başka
özdeklere bir şeyler vermesiyle gerçekleşiyor. Canlanma, böylesine
bir alışverişle başlamaktadır. Bu alışverişi sağlayan da doğanın
yansıma (in’ikas, reflexion) özelliğidir. Doğada her nesne başka
nesneleri yansıtır ve başka nesnelerde yansır. Cansız doğada bu
yansıma, örneğin suyun güneşi yansıtması ve güneşin suda yansıması
gibi, pasif bir olgudur. Bu pasif yansıma, uzun bir gelişme süreci
sonunda, protein özdeğinde aktif bir yansımaya ulaşmıştır.
Protein
özdeği, artık çevresinin etkilerine aktif tepkiler göstermeye
başlıyor ve bunu yaparken de yeniden kazanmak zorunda bulunduğu
bir enerji harcıyor. Demek ki bu enerjiyi çevresinden geri alma
yeteneğini oluşturmaktan başka çıkar bir yolu yok. Protein
özdeğinin çevresiyle bu sürekli özdek alışverişi mayalanma (fermentation)
özelliğini oluşturmuştur. Mayalanma da, zorunlu olarak,
metabolizma (değiştirme ve dönüştürme) olayını gerçekleştiriyor.
Metabolizma çelişkili bir süreçtir, hem özümler hem ayrıştırır.
Bir yandan besinsel özdekler canlı dokulara dönüştürülürken, öbür
yandan canlı dokular cansız özdeklere dönüştürülür.
Soğuyan gaz
bulutundaki o güzelim yaşam, böylelikle başlar: Cansız doğadaki
yansıma, bu canlı organizmanın oluşumuyla yaşambilimsel
(biyolojik) bir yansımaya, uyarılganlığa (tembih yeteneğine)
dönüşmüştür. Canlı organizmanın gelişmesi, zamanla, daha yüksek
bir yansıtma biçimi olan duyumları (ihsas) oluşturacaktır.
Giderek, çok daha yetkin bir yansıtma aracı olan sinir sistemleri
meydana gelecektir. Canlı organizmanın en gelişmiş biçimi olan
insandaysa düşünme ve bilgi edinme süreci, çok özelleşmiş bulunan
bu sinirler aracılığıyla başlar. İnsanın dışında bulunan tüm
nesnel gerçeklik bu sinirler aracılığıyla yansır ve bilgileşir. Ne
var ki, kısaca özetlediğimiz bu pek açık ve yalın sonuca varmak
için, yüzlerce bilginin bilimsel çabaları ve bulguları
gerekmiştir.
YERYÜZÜNDE BİR İNSAN
Taşlardan, topraklardan, madenlerden; bitkilerden, hayvanlardan
insana kadar gelen bu süreç, ne türlü bir süreçtir? Bu akıl
durdurucu görünümün altında yatan nedir?
Şimdi artık bu çok yalın doğa yasasını açık seçik biliyoruz.
Milyonlarca yıl süren bu dramatik serüvenin altında yatan, doğanın
evrensel evrim yasası’dır ama bu yasayı bilimsel olarak
açıklayabilmek için Charles Darwin (1809-1882) gibi bir bilgin
gerekiyordu.
Öküze, korunması için, boynuz verilmiş. Ya mürekkepbalığı
korunmayacak mı? Onun da boyası var. Mürekkepbalığı öylesine boyar
ki suyu, saldıranlar ne etseler onu bulamazlar. Boynuzsuz, boyasız
tavşan da çevik bacaklarına güvenir. Kuşlar kanatlanıp uçarak
kendilerini kurtarırlar. Ya boynuzsuz, boyasız, kanatsız, hantal
bacaklı insan? Onu da usu (aklı) koruyacak. İyi ama neden kimine
boynuz, kimine boya, kimine çevik bacak, kimine kanat, kimine us?
Örneğin bütün varlıklar boynuzlu olamazlar mıydı?
Bu soruya Darwin’den çok önce Fransız bilgini Jean Lamarck
(1744-1829) karşılık vermişti: Hayır, olamazlardı. Çünkü her
varlık; içinde varlaştığı özdeksel koşullara göre oluşuyordu. Ne
türlü koşullar içindeyse o türlü olmak zorundaydı. Kuşu
varlaştıran koşullar çevik bacakları gerektirmediği gibi öküzü
varlaştıran koşullar da usu gerektirmiyordu. Gereksinme (ihtiyaç)
organ yaratmaktaydı. Buna karşı, artık gereksenmeyen organlar da
köreliyor ve ortadan kalkıyorlardı. Ortamın zorlamasıyla meydana
gelen özellikler kalıtımla kuşaklardan kuşaklara geçiyor, geçerken
daha da gelişiyorlardı. Örneğin zürafa, önceleri otla beslendiği
için normal boyunlu ve normal bacaklı bir hayvandı. Yaşadığı çevre
çölleşince başka bir çevreye geçerek yiyeceğini yüksek dallardan
sağlamak zorunda kalmıştı. O yüksek dallara erişebilmek için de
zorunlu olarak bacakları ve boynu uzamıştı.
Ne var ki bu karşılık evrimi açıklamaya yetmiyordu. Daha başka ve
haklı soruları da karşılayabilmek gerekiyordu. Çevresel koşulların
etkisiyle varlaşan özellikler nasıl oluyor da kuşaklardan
kuşaklara geçebiliyordu? Ortam adı verilen bilinçsiz bir güç bu
kadar düzenli ürünler meydana getirebilir miydi?
Darwin’in büyük önemi, bu soruları bilimsel olarak
karşılamasındadır. Darwin bu alana bol sayıda bilimsel kanıtlar
getiriyor. Kendinden önce bu alanda çalışan Lamarck, Diderot,
Robinet, Charles de Bonnet vb. gibi evrimcilerin kuramsal
varsayımlarını düzeltiyor ve bilimsel olarak doğruluyor. Özellikle
Lamarck’ın soyaçekim ve çevreye uyma varsayımlarını yepyeni doğal
ayıklama ve yaşama savaşı bulgularıyla güçlendiriyor. Darwin’e
göre yaşam kasırgası içinde ancak yaşama gücü olanlar canlı
kalırlar ve türlerini sürdürürler. Bu, bir doğal ayıklanma ya da
doğal seçmedir (selection naturelle). Yaşama savaşında ayakta
kalanlar belli özellikler gösterenlerdir. Bu özellikler,
soyaçekimle yeni kuşaklara geçmektedir, hem de daha gelişerek.
Bitki ve hayvan yetiştirenler kuraldışı (müstesna) özellikler
gösterenleri birbirlerine aşılaya aşılaya yeni türler elde
ederler. İnsanların bile yapabildiği bu aşılamayı doğa daha
kolaylıkla ve doğal olarak yapmaktadır.
Gerçekten de, bu seçim, doğumdan önce başlamaktadır. Örneğin bir
insan yaratmak için iki yüz yirmi beş milyon erkek tohumu sekiz
saat süren bir yarışa girişirler. Kadın yumurtası karanlık bir
köşede gizlenmiştir. İki yüz yirmi beş milyon yarışçı arasından
hangisi amaca daha önce varır, yumurtayı gizlendiği köşede
bulabilirse, doğacak çocuğu o meydana getirecektir. Kazanan, en
güçlüdür. Çünkü, en iyi koşucu, en iyi bulucu ve en iyi delici
olarak üç sınavda da başarıya ulaşmıştır. En güçlü, en iyi, en
uygun böylelikle seçilir ve yenilen iki yüz yirmi dört milyon
dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz olanak (imkan),
doğal süpürgenin acımak bilmeyen süpürüşü önünde ölüp giderler.
Cinsi yaşatan, sürdüren en güçlülerdir (Dr. Fritz Kahn, İnsan ve
Hayat, s. 38).
Darwin’e göre böylesine bir evrim sonunda hayvandan insana geçişte
son hayvan halkası maymundur. İnsan, çok gelişmiş bir maymun
türünün uygun koşullar altında evrimi sonunda meydana gelmiştir.
Bir fille bir kertenkelenin, bir insanla bir solucanın aynı soydan
olduklarını hemen kavramak kolay değildir elbet. Prof. Alfred
Weber, insanın bir maymun değişimi olduğunu bir türlü anlamak
istemeyenlere: Utanmayın, diyor, aslandan ya da gül ağacından
geldiğiniz söylenseydi, hiç kuşku yok, hoşunuza gidecekti. Kutsal
Kitap size, yüzyıllarca, bir toprak külçesinden var olduğunuzu
söyleyip durdu da niçin utanmadınız? (Felsefe Tarihi, s. 345-
346). Gerçekte insanla hayvan arasında, sanıldığı kadar, büyük bir
uçurum yoktur. Hayvanın insana oranı, tomurcuğun çiçeğe oranı
gibidir.
Antropoloji bilgini Sir Arthur Keith şöyle diyor: Darwinisme’i
maymundan hemen insana geçivermiş bir evrim zinciri olarak anlamak
yanlıştır. Büyük insan familyasının çeşitli gruplara ve bu
grupların da çeşitli türlere ayrıldığı bir eski dünya düşünün.
Bugün maymunlar nasıl büyüklü küçüklü çeşitli gruplar halinde
görünüyorlarsa, o eski dünyanın insanları da öyle
görünmekteydiler. İşte bu çeşitli türler girdabı içinde bir tür,
yaşama kavgasından artakalarak bugünkü insan türünü meydana
getirmiştir (A. Keith, İnsanlığın Eskiliğine Dair).
Darwin kuramı, evrene altı bin yıllık bir yaş biçen, gökle yer
arasındaki bütün varlıkların altı gün içinde yaratıldığını
bildiren Kutsal Kitapları kökünden çürütmektedir. On dokuzuncu
yüzyılın bütün dincileri, bu yüzden, Darwin’e geniş çapta tepki
göstermişlerdir. Oxford Piskoposu Wilberforce, Darwin’i savunan Th.
Huxley’e, kendisinin baba yönünden mi, yoksa ana yönünden mi
maymundan geldiğini sormaktadır. Huxley, bu kabalığa şu karşılığı
veriyor: Bilimsel gerçekleri baltalamak için diller döken bir
adamın soyundan gelmektense, alçakgönüllü ve haddini bilen bir
maymunun soyundan gelmeyi tercih ederim (A. Adıvar, Tarih Boyunca
İlim ve Din, c. II, s. 109). Yurdumuzda da bu kuramı tanıtmaya
çalışan Ahmet Mithat Efendi’nin yazılarına karşı o günün hükümeti
şu buyruğu vermiştir: Fîmâbâat Mithat Efendinin maymunlarına dair
matbuata zinhar nesne yazdırılmaması...
Antropoloji alanındaki son bulgular günümüzden 400 milyon yıl
önceki Silür döneminde deniz hayvanlarının yaşadığını, 300 milyon
yıl önceki Karbon döneminde kara bitkilerinin belirdiğini, 150
milyon yıl önceki Jura döneminde dinozorlarla sürüngenlerin
göründüğünü, 60 milyon yıl önceki Eosen döneminde de maymun ve
ilerde insanlaşması muhtemel primatların çoğaldığını meydana
koymuştur. Bu çağlardan kalma fosil kalıntıları, günümüzden 35
milyon yıl önceki Oligosen döneminde yaşamış olan Aegyptopitehecus
Zeuxis’in insanlaşmayı hazırlayan maymun türlerinden
Drvopithecus’ün atası olabileceği kanısını uyandırmıştır.
Dryopithecus Africanus adı verilen bu maymun türüyse, günümüzden
25 milyon yıl önceki Miosen döneminde yaşamıştı.
Bu çağda bulunan Ramapitehecus punjabicus ve Kenyapithecus Africanus’ün insan
türünü meydana getirecek olan ilk insanımsılar (Latince: Hominidae)
oldukları sanılmaktadır. 12 milyon yıl önceki Pliosen döneminden
hiçbir fosil bulunamamışsa da 3 milyon yıl önceki Pleistosen
döneminden ilk insanlaşan maymun grubu olduğu sanılan
Australopithecus fosilleri bulunmuştur. Çünkü, bunlara gelinceye
dek bütün maymun grupları çoğunlukla ağaçlarda yaşarken bu grubun
yerde yaşadığı saptanmıştır. Bu maymun-insan fosillerinin ilki
1924 yılında Rodezya’da bulunmuştu. Daha sonra bu türden
düzinelerle fosil meydana çıkarılmıştır. Bu fosillerle birlikte
bunlarca yapıldığı sanılan yontulmuş çakıl taşları da bulunmuştur.
Pleistosen döneminin üçüncü buz çağından önce insan türünün geniş
ölçüde yayıldığı sanılmaktadır. Neandertal adamı bu ilk
insanlardan biridir ve Homo sapiens Neanderthalensis adıyla
anılmaktadır. Bu dönemin dördüncü buz çağı Neandertal adamını
hemen tümüyle yok etmiştir ama bu çağ sona ermeden Homo sapiens
sapiens adı verilen gerçek insanlar dünya üstünde görünmüşlerdir.
Sürüp gitmekte olan soyumuzun ataları bunlardır. Bu insanlar
çeşitli ırklar halinde var olmuşlardır. Bu ırkların ilki de Cro-Magnon
ırkıdır.
Zaman içindeki bu tarihsel serüveninden de anlaşılacağı gibi,
insan, doğanın ürünüdür ve yaşambilimsel evrimin sonucudur.
Yaşambilimsel evrimden insansal tarihe geçiş emek’le başlamıştır.
İnsansal emeği hayvansal çaba’dan ayıran, bu emeğin ‘bilinç’li
oluşudur. Emek ve bilinç, birbirlerinin koşulu olarak, insana özgü
bir diyalektik ‘ikileşme’dir. Yüksek hayvan türlerinde beliren
zeka ve onunla sınırlı olarak gelişmiş bulunan çaba, evrim
sonucunda insansal bilinç ve bilinçli emeğe dönüşmüştür. Bu
gelişme, pek uzun bir evrimin ürünüdür. Hayvansal zeka ve çaba,
sadece doğadan’ yararlanmak’la kalmış, doğayı yararına uygun
olarak değiştirip, ona egemen ‘olmak’la insanlaşmıştır. İnsan,
kendisini meydana getiren doğasal koşulları aşmakla varlaşmıştır
ve bundan ötürüdür ki, artık o, doğasal koşullara indirgenemez.
Bilinç ve eyleminin birbirlerini karşılıklı olarak etkilemesiyle
gerçekleşen uzun bir evrim sonunda alet yapmış ve hayvandan farklı
olarak kendi kendini üretmiş’tir. Hayvan, tek başına bir varlık
olduğu halde, insan ancak toplumsal bir ‘varlık’tır: "İnsan,
toplumsal ilişkilerinin toplamıdır".
Ancak, gene de karşılanması gereken bir soru var: İnsan nedir?
Madenler, bitkiler ve hayvanlar arasında böylesine başkalaşmak
(insanlaşmak) neden?
Hollandalı Anatom Louis Bolk’a göre, bu başkalaşmanın nedeni,
bireysel gelişmedeki gecikmedir (Retardation kuramı). İnsana özgü
nitelikler, bu gecikmenin sonucudurlar. Hayvan doğduktan birkaç
gün, ya da birkaç hafta sonra yürür, insan ancak bir yıl sonra
yürümeye başlar. Hayvanın büyümesi birkaç gün ya da birkaç yılda
biter, insanın büyümesi on dokuz yıl sürer. Üretme yeteneği
hayvanda birkaç ay ya da birkaç yılda, insanda on beş yılda
başlar. Hayvanlar tüylü doğarlar, insan on beş yıl sonra tüylenir.
Daha pek çok alanlarda da görüleceği gibi insan, pek uzun yıllar,
doğuş sırasındaki durumunda (embrional durum) kalır. Bu gecikme,
sonunda insanın kılsızlığında görüldüğü gibi büsbütün yok olmaya
varacak olan (elimination) bir organ gerilemesini, güçsüzlüğünü
doğurur. Her hayvan çevresine uyar, insansa bu güçsüzlüğünden
ötürü çevresine uyamaz. Bu yüzden de yaşayabilmek için çevresini
kendisine uydurmak zorundadır. Tükenip yok olmamasını da gene bu
gecikmeye borçludur.
Profesör Bolk’a göre, gelişmenin gecikmesi,
bir iç engelleme yüzündendir. Bu engellemeyi de iç guddelerin
ürünleri olan hormonlar sağlamaktadır. İnsan vücudunda engelleyici
hormonların çoğalması, beynin büyümesiyle bağlantılıdır.
Zekanınsa, beynin bedene göre büyüklüğüyle arttığını biliyoruz. Şu
halde, denilebilir ki, insanın gücü güçsüzlüğündedir. İnsan
çevresine [sayfa 15] uyamayacak kadar güçsüzleştiğinden, çevresini
kendisine uydurabilmek için akıllanmak zorunda kalmıştır. Beyni
büyümüş, zekası artmıştır. Maymun, soğuğa karşı, kıllanarak yaşar.
İnsan kıllanamayınca, maymunun derisini yüzüp kendi sırtına
geçirerek yaşar. Bu yüzdendir ki, dağ hayvanı dağda, ova hayvanı
ovada, deniz hayvanı denizde, sıcak hava hayvanı sıcakta, soğuk
hava hayvanı soğukta yaşayabildiği halde insan, dünyanın her
köşesinde yaşamaktadır.
İsviçreli zoolog Portmann da, insangillerin (hominid)
başkalaşmasını erken doğumlarına bağlamaktadır. Bu erken doğuş,
kuşaklar boyunca, olağanlaşmıştır. İnsan, doğduktan sonra daha bir
yıl ana rahmindeki gibidir, hızlı bir büyüme içindedir. Bir yıl
sonra bu büyüme yavaşlar. Maymungiller (anthropoid) yetişme çağına
eriştikleri zaman insangiller henüz erginleşmeye başlamışlardır.
İnsanın erken doğuşundan ileri gelen bu gecikme, ömrü boyunca
sürmektedir. Bu gecikme, insan yavrusunun uzun yıllar ana
babasınca beslenmesini gerektirir. Evlilik kurumunun biyolojik
temeli budur. Güçsüzlüğün nedeni olan erken doğum, güçsüzlüğün
gereği olan beyni zorlamıştır. Portmann’a göre insan, insanlığını
erken doğuşuna borçludur. Görüldüğü gibi, Adolf Portmann’la Louis
Bolk, bu konuda birbirlerini tamamlamaktadırlar.
Alman antropologu Profesör Arnold Gehlen, ortak bir atadan gelmiş
oldukları halde, insanla hayvan arasında bir nitelik (mahiyet)
ayrımı bulunduğu kanısındadır. İnsanda bir hayvanlık vardır ama
insan denilen varlık, bu hayvanlığın sınırını aştıktan sonra
başlar (A. Gehlen, Der Mensch, Seine Natur and Seine Stellung in
der Welt, 1940). Hayvanın her organı; bir çevreye uymadır. İnsanın
hiçbir organı, çevreye uyma değildir. Hayvanın herhangi bir
organını ele alarak onun yaşadığı çevreyi, yediği şeyleri,
karşılaştığı düşmanları ortaya koyabiliriz. Devekuşu step için,
şempanze orman için yapılmıştır. Buna karşı insanın, doğanın
hiçbir koşuluna uygun gelen hiçbir organı yoktur. Buz çağı
hayvanlarının hepsi tüylüdür.
Buz çağı insanı tüylü değildir.
İnsan, yaşamasını, hayvan gibi çevreye uymasına değil, kendine
özgü bir özellikle çevreyi kendisine uydurmasına borçludur. İşte
insan demek, bu özellik demektir. Hayvanlık alanında çevreye göre
organların özelleşmesi kavramı (specialisation), insanlık alanında
çevrenin özelleştirilmesiyle elde edilmiştir. Hayvan, doğa
karşısında tam ve uygun, insansa eksik ve doğaya karşıt bir
varlıktır. Hayvanın bütün davranışları doğanın isteğine göre
düzenlenmiştir, insanın bütün davranışlarıysa doğaya karşıdır.
İnsan varlığı, dik yürüme ve bunun ardından beynin büyümesi ve
zekanın ortaya çıkmasıyla başlar. Dik yürüme, insanın ellerini
serbest kılmıştır. Ayaklık etmekten kurtulan eller boş kalınca,
zekanın güdümüyle, aletleri işlemeye ve kullanmaya başlamıştır.
Hayvan, organlarının özelleşmesi yüzünden çevresine bağlıdır.
İnsansa, organlarının özelleşmemesi yüzünden çevresine karşı
özgürdür. İnsan, özgürlüğünü, beyin-el diyalektiğine borçludur. Bu
yüzdendir ki, hayvan uygunsuz koşullar içinde türünü yok ettiği
halde, insan her çeşit koşullar içinde türünü sürdürmektedir.
Beyin ve el, insanı bütün özel durumlar karşısında özgür
kılmıştır. İnsan bu çevre, koşullarını değiştirebilir ya da onlara
karşı kendini koruyabilir, doğayla savaşabilir ve doğayı
yenebilir. Böylesine bir güç, insandan [sayfa 16] başka hiçbir
canlıda yoktur. Hayvan aletsiz yaşayabildiği halde, insan aletsiz
yaşayamaz. Ateş, balta, silah vb. gibi aletlere sahip olmayan
insan doğayı yenemez ve tükenip gitmek zorunda kalırdı. Şu halde
insan, doğayla değil, kültürle bir bağlantı içindedir. Kültür,
zekayla değiştirilen bir doğa, yeniden ve insana göre yapılmış bir
doğadır.
Buna karşı, insanla hayvan arasında hiçbir nitelik ayrılığı
bulunmadığını; insanın gelişmiş zekalı bir hayvan olduğunu ileri
süren kuramlar da vardır. Bu kuramlara göre; insan yetenekleri
(kabiliyetleri) hayvan yeteneklerinin yetkinleşmiş
(mükemmelleşmiş) bir biçiminden başka bir şey değildir. W. Köhler,
zekanın hayvanlarda da bulunduğunu tanıtlamıştır. İnsanda
karşılaştığımız töre (ethik), değer ölçüleri, toplumsallığın
meydana koyduğu, doğayla hiçbir ilgileri bulunmayan fenomenlerdir.
İnsanca bir özellik olarak ileri sürülen dil fonksiyonu da nihayet
gelişmiş bir beyin işidir. Dil fonksiyonu, beyinde, silvius yarığı
dolaylarına yayılmıştır (bkz. J. Lhermitte, Les Mécanismes da
Cerveau).
Maymungillerde kendilerine göre bir dil bulunduğu Gerner
ve Schwidetzky’nin gözlemleriyle doğrulanmıştır. Kohts yirmi üç
sözcüklü, Blanche W. Learned otuz iki sözcüklü bir maymunca
bulunduğunu ileri sürmektedirler (bkz. Jean Rostand, Biyoloji
Açısından İnsan, Ender Gürol çevirisi, 1964). İnsanlık yapıyla
hayvanlık yapı arasında, temelde, hiçbir ayrılık yoktur. İnsanlık
yapıda görülen organ eksiklikleri, bu organların görevlerini
beynin yüklenmesi yüzünden meydana gelen doğal gerilemeler, daha
açık bir deyişle, gereksiz kılınmalardır. Tüylü bir hayvanın
derisini yüzüp sırtına geçirmeyi beceremeseydi, soğuktan donmamak
için, insan da tüylenecekti.
Bilimsel bulgular, insanı insan edenin emek (iş) olduğunu
tanıtlıyor. Hayvan doğada bulduklarıyla yetinir, insansa doğayı
emek harcayarak üretir. İnsan, alet yapan bir hayvandır. Ancak
alet işi değil, iş aleti doğurmuştur. Elin gelişmesi,
insangillerin başkalığında, atılmış en önemli bir adımdır. Kant’ın
da dediği gibi, el, dışarıya doğru uzamış bir beyindir. Tüylü
atalarımız dik yürümeyi, bir zorunluluk olarak göze almışlarsa,
bunun nedeni, ellerin başka türlü işler yapmak zorunda kalmış
olmasıdır. Maymunlarda bile eller, tırmanmak için, ayaklardan
başka türlü kullanılmaktadır. El, işin bir aleti değil, işin
ortaya çıkardığı bir üründür. El, yetkinleşmesini yaptığı işlere
borçludur. Elin gelişmesi, insan yapısının bütün bölümlerini
doğrudan doğruya etkilemiştir. İşin eli ve karşılıklı olarak elin
de işi geliştirmesi insangillerin işbirliğini zorunlu kılmıştır.
Bu işbirliği, başka bir deyişle toplumsallık, insanları,
birbirlerine söylemeleri gereken bir şeyleri olmak durumuna
getirmiştir. Dil, bu zorunluluktan doğmuştur.
İnsanbilim (antropoloji) alanına büyük katkılarda bulunan,
Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği adlı ünlü yapıtında şöyle
der: "Ekonomi politikçiler iş (emek) bütün zenginliklerin
kaynağıdır, derler. Fakat iş, bundan da öte sonsuz bir şeydir.
İnsanın tüm varlığı için ilk temel şart odur ve bu ölçüdedir ki
bir anlamda insanı iş yaratmıştır, dememiz gerekir. Yüz binlerce
yıl önce, jeologların üçüncü zaman dedikleri, henüz kesinlikle
saptanamayan dünya tarihi dönemi sırasında, belki de onun
sonlarına doğru, dünyanın sıcak bölgesinde muhtemelen şimdi Hint
Okyanusunun dibine batmış büyük bir kara parçası üzerinde insan
benzeri maymunların son derece gelişmiş bir kuşağı yaşıyordu.
Bizim bu ecdadımızı Darwin aşağı yukarı tanımlamıştır. Bunların
bedeni tamamen kıllarla örtülüydü, sakalları ve sivri kulakları
vardı ve topluluk halinde ağaçların üstünde yaşıyorlardı. Bu
maymunlar, belki de özellikle yaşayış biçimleri dolayısıyla
ağaçlara tırmanırken ellerine ve ayaklarına farklı fonksiyonlar
kazandırarak düz yerde yürürken ellerini kullanma alışkanlığını
yavaş yavaş bırakmaya, dik biçimde bir yürüyüş kazanmaya
başladılar. Böylece maymundan insana geçiş’in en önemli adımı
atılmış oldu. Bugün bütün insan-benzeri maymunlar ayakta
durabilirler ve iki ayak üzerinde hareket edebilirler ama bunu
yalnız zorunlu hallerde ve pek beceriksizce yaparlar.
Doğal
yürüyüşleri yarı-dik’tir ve ellerini de kullanırlar: Çoğu ise el
kemiklerini yere dayar ve sakat bir kimsenin koltuk değnekleriyle
yürüyüşü gibi bükük bacaklarla uzun kolların arasında bedenlerini
titretirler. Genel olarak maymunlarda dört ayak üzerinde yürümeden
iki ayak üzerinde yürümeye geçişin bütün basamaklarını bugün bile
görebiliyoruz ama iki ayak üzerinde yürüme onlar için bir son çare
olmaktan öte gitmemiştir. Kıllı ecdadımız arasında dik yürüme
zamanla bir gereklilik haline geldiyse, bu, arada geçen zamanda
eller için gittikçe değişik çalışma şekilleri gelişmesini zorunlu
kılmıştır. El ve ayağın kullanılmasında bazı farkların meydana
gelişi maymunlar arasında da görülür. Belirtildiği gibi ağaca
tırmanırken el, ayaktan başka türlü kullanılır.
Daha aşağı memeli
hayvanların ön ayaklarının kullanılışı gibi, el daha çok
yiyeceklerin toplanmasına ve tutulmasına yardım eder. Bazı
maymunlar ağaçlarda yuvalarını ellerle yapar, hatta şempanze gibi
kötü havadan korunmak için dalların arasında çatı meydana
getirirler. Düşmanlara karşı korunmak için sopaları ellerle
yakalar, ya da meyveleri ve taşları bunlarla fırlatırlar.
Yakalandıklarında insanlardan kopya ettikleri birçok basit
hareketler için ellerini kullanırlar ama insana en çok benzeyen
maymunların bile gelişmemiş eli ile binlerce yüzyıllık iş yoluyla
son derece gelişmiş insan eli arasındaki farkın ne kadar büyük
olduğu burada anlaşılır. Kemiklerin ve kasların sayısı ile genel
düzeni ikisinde de aynıdır ama en ilkel vahşinin eli, hiçbir
maymun elinin taklit edemeyeceği yüzlerce iş yapar.
Hiçbir maymun
eli taş bıçağın en kabasını bile meydana getirememiştir.
Ecdadımızın binlerce yıllık sürede maymundan insana geçiş
sırasında yavaş yavaş eli uydurmayı öğrendikleri ilk hareketler
başlangıçta herhalde en basitleriydi. En ilkel vahşiler, hatta
aynı zamanda fiziksel bir gerileme göstererek daha çok hayvana
benzer bir duruma dönüşenler bile, bu geçiş dönemi yaratıklarından
çok daha üstündür. İlk çakmak taşı insan eliyle bıçak haline
getirilinceye kadar, öyle zaman dönemleri geçmiştir ki, bizce
bilinen tarihsel dönem onunla karşılaştırılınca önemsiz kalır ama
asıl adım atılmıştı, el özgür hale gelmişti ve artık durmadan yeni
beceriler kazanabiliyordu.
Böylece kazanılan daha büyük esneklik
kuşaktan kuşağa geçiyor ve artıyordu. O halde el, iş organı
olmakla kalmaz, aynı zamanda bu işin ürünüdür de. Ancak iş,
gittikçe yeni hareketlere uyma, bu yoldan geliştirilmiş kasların,
bağ organlarının, daha uzun dönemler içinde kemiklerin kalıtsal
yoldan geçmesi bu kalıtsal inceliğin yeni, gittikçe daha karmaşık
hareketlere gittikçe yenilenen biçimde uygulanması, [sayfa 18]
insan elini Rafael’in tablolarını, Thorwaldsen’in heykellerini ve
Paganini’nin müziğini yaratabilecek bir mükemmellik düzeyine kadar
getirmiştir ama el tek başına değildi. O, son derece karmaşık bir
tüm organizmanın ancak tek bir organıydı. Elin yararlandığı şeyden
bütün beden de yararlandı, hem de iki yoldan. Önce, Darwin’in
dediği gibi, büyüme korelasyonu yasasından yararlandı. Bu yasaya
göre, bir organik varlığın ayrı parçalarının belli biçimleri,
görünüşte onlarla bağıntısı olmayan başka parçaların belli
biçimleriyle her zaman bağıntılıdır.
Böylece, çekirdeksiz kırmızı
kan hücrelerine sahip ve kafanın iki eklemle (kondil) kaburganın
ilk kemiğine bağlandığı bütün hayvanlarda hiç eksiksiz; yavruları
emzirmek için süt bezeleri de vardır. Bunun gibi, memeli
hayvanlarda çatal tırnaklar kural olarak geviş getirmek için
kırkbayır ile bağıntılıdır. Belli biçimlerdeki değişmeler, aradaki
bağıntıyı açıklayabilecek durumda olmamıza rağmen, öteki beden
kısımlarının biçiminde de değişmelere sebep olur. Gözleri mavi
olan tamamen beyaz kediler her zaman ya da hemen her zaman
sağırdır. İnsan elinin gittikçe gelişmesi ve buna paralel olarak
ayağın dik yürüyüşe uyması, hiç şüphesiz böyle bir korelasyon
yoluyla organizmanın öteki kısımları üzerinde de etkisini
göstermiştir.
Elin gelişmesinin dolaysız, belirlenebilecek biçimde
geri kalan organizmaya yaptığı etki çok daha önemlidir. Daha önce
değinildiği üzere, bizim maymun ecdadımız sürü halindeydi, bütün
hayvanların en toplumsalı olan insanın, toplumsal olmayan bir
önceki ecdattan çıkışını aramanın imkansızlığı açıktır. Elin
gelişmesiyle, işle başlayan doğa üzerindeki egemenlik her yeni
ilerlemede insanın görüş açısını genişletti. İnsan, doğadaki
maddelerde sürekli olarak yeni, o güne kadar bilinmeyen özellikler
keşfetti.
Öte yandan işin gelişmesi, karşılıklı destekleme,
ortaklaşa etkinlik hallerini çoğaltma ve bu ortaklaşa etkinliğin
her birey için sağladığı yararın bilincine varma yoluyla toplum
üyelerinin birbirine gittikçe yaklaşmasına zorunlu olarak yardım
ediyordu. Kısacası, oluşan insanlar, birbirlerine söyleyecek bir
şeylerinin bulunduğu noktaya eriştiler. İhtiyaç, kendine bir organ
yarattı. Maymunun gelişmemiş gırtlağı, durmadan daha gelişmiş
modülasyon elde etmek için yapılan modülasyon yoluyla yavaş, ama
sağlam biçimde değişti ve ağız organları yavaş yavaş birbiri
ardından ahenkli harfleri söylemesini öğrendi...
Önce iş, sonra
onunla birlikte dil, bir maymunun beynini etkileyen en önemli iki
dürtü bunlardır ve bu etki altında maymun beyni, bütün
benzerliğine rağmen çok daha büyük ve çok daha üstün bir insan
beynine doğru gelişmiştir" (İbid, Ankara 1970, Arif Gelen
çevirisi).
Görüldüğü gibi, insan usunun, ne kökeninin ne de özünün, sadece
doğal ve yaşambilimsel (tabii ve biyolojik) etkenlerle
açıklanamayacağı açıktır. Usun ve bilincin özü, ancak toplumsal
(içtimai, sosyal) karakteriyle kavranabilir. İnsan toplumu
olmaksızın insan usu, insan bilinci ve insan düşüncesi de
olamazdı. A. Spirkin ve O. Yakhot, Diyalektik ve Tarihi
Materyalizm adlı yapıtlarında bu konuda şu somut örneği verirler:
"Hepimiz ormanlarda hayvanlar tarafından yetiştirilen ve sonradan
insanlar tarafından bulunan çocukların öykülerini duymuşuzdur. Bu
tür olayların en heyecanlısı 1920 yılında Hindistan’da ortaya
çıkanıdır.
Öksüzler evinin başkanı olan Mr. Singh, birtakım garip
varlıkların kurtlarla birlikte bir mağarada yaşadıklarını [sayfa
19] duyar. Halk bunların hayalet olduklarını söylemektedir, fakat
daha sonra bunların iki küçük kız çocuğu oldukları anlaşılır. Bu
çocuklar kurtların elinden alınır ve öteki çocuklarla birlikte
yetiştirilmek üzere öksüzler evine getirilir. Ancak kızlar
çevreleri için büyük bir dert kaynağı olurlar. Çünkü, bir insandan
doğmuş olmalarına rağmen; iki küçük hayvan gibi davranmaktadırlar.
Hayvanların arasında geçen yaşamları yalnız davranışlarını değil,
aynı zamanda bedensel yapılarını da etkilemiştir. İnsanların
önemli özelliklerinden biri olan dik yürüme bu çocuklarca
bilinmemektedir.
Ayrıca insan bilincine ve düşünme yeteneğine veya
insanca duygulara, heyecanlara sahip oldukları yolunda da hiçbir
belirti yoktur. Alacakaranlıkta yaşarlar, gündüzleri uyur, gece
olunca hareketlilik gösterirler. Yıllar geçer. Zamanla, büyük
çabalar sonucunda, fakat yavaş yavaş, insanca özellikler belirmeye
başlar. İlk sözcükler söylenir. Çevrelerinde olup bitenleri
kavradıklarını gösteren insanca kavrayışın ilk belirtileri ortaya
çıkar. Başlangıç kavramları biçimlenir ve küçük hayvanlar insana
dönüşmeye başlarlar. Ne yazık ki büyüyemeden ölürler.
Bu gerçekler
bize neyi anlatır? İlkin bilincin doğal yaşambilimsel kaynağı
kuramının tamamen yanlış olduğunu gösterir. Kaba ya da bilimsel
olmayan özdekçiler (maddeciler) insanın, doğanın çocuğu olduğunu
ileri sürerlerdi. Bu iddiada, bilincin kaynağının doğaüstü olduğu
yolundaki idealist ve teolojik iddialarla çeliştiği ölçüde
gerçeklik payı vardı. Fakat, insan bilincinin yalnız doğal
temelini vurgulayan metafizik özdekçilik de tümüyle doğru
değildir. Bu gerçek, kurtlardan kurtarılan çocuklar olayında hiç
kuşku bırakmayacak bir biçimde kanıtlanmıştır. Bilinç, örneğin
ellerimiz, kanımız, gözlerimiz ve saçımızda söz konusu olduğu gibi
doğanın basit bir ürünü değildir. Bilincin ortaya çıkabilmesi ve
görevini yapabilmesi için, doğal yaşambilimsel temelinin yanı sıra,
toplumsal koşullar (toplumsal yaşam ve insan toplumu) da
gereklidir. İnsan bilinci karakteri itibariyle toplumsaldır.
İnsanın toplumsal ilişkilerinden, toplumsal yaşamından ve
hareketliliğinden soyutlanmış olarak ortaya çıkamaz.
Bir çocuk,
ancak bir insan topluluğu içinde yaşayarak, bir insan olabilir" (İbid,
Bilim Yayınları, Engin Karaoğlu çevirisi, s. 53-5). İnsanın özü,
tek başına bir bireye özgü ve soyut bir şey değil, toplumsal
ilişkilerinin tümüdür. Bu gerçek, genel olarak insan konusunda
herhangi bir akıl yürütmeyi gereksiz ve olanaksız kılar. İnsan,
bütün insanlığın gelişmesinin bir ürünüdür (Nasıl ki bir elma da,
elma ağacının değil, bütün bir doğanın ürünüdür). İnsan, toplumsal
soyunun, yüzbinlerce yıllık deney ve bilgi mirasına sahiptir.
İnsanbilim (antropoloji), doğal varlıklar içinde insanın
özelliklerini içgüdüler, dil ve düşünce, teknik, us ve eylem
alanlarında da en ince ayrıntılarına kadar incelemiş ve bilimsel
gerçekler ortaya koymuştur.
İnsanı insan eden, kendine özgü içgüdüleri midir?... Bu sorunun
karşılığı kesindir: Hayır. Önce, içgüdülerin, şimdiye kadar
sanıldığı gibi psişik değil, fizyolojik oldukları anlaşılmıştır.
İçgüdü, bir düşünce işi değil, bir beden yapısı işidir. Her hayvan
türü için başka olan davranış biçimleri, hayvan fizyolojisini
biçimlendirip, soydan soya geçerek içgüdü haline gelmişlerdir.
İçgüdüler öğrenilmezler ve deneme yoluyla kazanılmazlar. Dahası
var, içgüdüsel davranışlarla öğrenilmiş davranışların gelişmeleri
birbirleriyle ters orantılıdır. Öğrenebilen hayvanların
içgüdüleri, [sayfa 20] öğrenebildikleri oranda, azalmaktadır. Bu
anlamda, insan denilen varlıkta hiçbir içgüdü bulunmamaktadır.
İçgüdü, belli bir olay karşısında belli bir davranıştır.
Düşmanını
görmek, hayvanı ya bağırtır, ya kaçırtır, ya da düşmanına
saldırtır. İnsanınsa ne türlü davranacağı belli değildir, daha
doğrusu ne türlü davranacağı o anda içinde bulunduğu sosyal, ethik
ve entelektüel koşullara bağlıdır. Bağırmak, kaçmak, saldırmak
şöyle dursun, insan -eğer o anda işine öyle geliyorsa- düşmanını
yanaklarından öpebilir ama içinde, gene de hoş olmayan bir duygu
kıvranır. İnsanın içgüdüsü işte bu kadarcıktır ve pek güçsüzdür.
Onu fizyolojik bir davranışa sürükleyemez. İnsanın soydan gelen
içgüdüsel davranışlarının yerini, zeka ile ilgili plastik
(birbirleriyle kaynaşabilen) davranışları almıştır. İnsanın,
içgüdüleri değil, içgüdü kalıntıları olan içtepileri (ilcaları,
impuls’leri) vardır. İnsanın özelleşmiş organları olmadığı gibi,
özelleşmiş davranışları da yoktur.
Buna karşı, dil ve düşünce, insanı insan eden insanca özelliklerin
başında geliyor. İnsan, dünyaya açılan ilk canlıdır. İnsanın
dünyaya açılmasını dili ve düşüncesi sağlamıştır. Yirmi milyon yıl
önce yaşadığı sanılan aynı türden geldikleri halde, çağdaş
maymunun bilgisizliğine karşı çağdaş insanın üstün bilgisi,
insangillerin ağızlarındaki dili gereği gibi kullanabilmelerinden
doğmuştur. Çağdaş maymun, aşağı yukarı, yirmi milyon yıl önceki
ortak atamızın deneylerini tekrarlamaktadır. Maymun, pek yavaş
gelişen bireysel değerleriyle birlikte göçüp gidiyor. İnsanın
bireysel değerleriyse, sözcüklerin gücüyle gittikçe
toplumsallaşmaktadır. Maymun, çocuğuna hemen hiçbir bilgi
veremeden ölür. İnsan, çocuğuna yirmi milyon yıllık bir bilgi
bırakır. Dil, insangillere, kendisini öteki canlılara pek üstün
kılan hızlı bir gelişme sağlamıştır. İnsanın dilini kullandığı
günden beri yepyeni bir diyalektik gerçekleşmeye başlamıştır.
Bu
diyalektik, dil düşünce diyalektiğidir. İnsanın özgürlüğü, diliyle
gerçekleşmektedir. Düşüncenin dile bağlılığı (identik birliği)
tanıtlanmıştır. İlk düşünen ilk konuşandı. Konuşmadan düşünme
yetisi, uzun bir süre sonra gelişmiştir. Dil ve düşünce,
birbirlerini karşılıklı etkileyerek, genel diyalektiğin içinde,
çok hızla gelişen özel bir diyalektiğe başlamış bulunmaktadırlar.
İnsan, sözcüklerle özetleyerek dünyanın fizik yükünden
kurtulmuştur, bilgi elde edebilmek için harcamak zorunda bulunduğu
gücü ve süreyi kazanmıştır. Artık gitmesi, görmesi, dokunması,
bulması, işitmesi, araması, koklaması, tatması gerekmez. Düşünmesi
yeter. Dil ve düşünce diyalektiği, geçmişle geleceği birleştirmiş,
uzaklığı yakına getirmiştir. Hayvan geçmişini bilemez, insan
bilir. Hayvan geleceğini tasarlayamaz, insan tasarlar. İnsan,
dillenmesi yüzünden, süreyi ve uzayı (zaman ve mekanı) eline
geçirmiştir, başkalarının deneyleriyle eylemde bulunmaktadır. Ralp
Waldo Emerson’un dediği gibi: Eğitilmiş bir köpek, başka bir
köpeği eğitemez. Bu başarı, dil düşünce gücüyle, insanca bir
başarıdır. De la Mettrie’nin dediği gibi, ağızdan sözcükler
çıkmadan önce neydi insan? Öteki türlere göre daha az içgüdüsü
olan kendi türünün hayvanı. Kendini kral görmezdi. Maymun kendine
neyse, o da kendine oydu (La Mettrie, L’Homme-Machine, 1748).
İnsanca özelliklerden biri de, tekniktir. İnsan, içgüdülerinin
eksikliğini nasıl zekasıyla gideriyorsa, organlarının eksikliğini
de teknikle giderir. Uçmak için kanatları [sayfa 21] olmayan insan
uçma makinesi yapar, kanat organının eksikliğini teknikle giderir.
Ayrıca insan, birçok organlarının görevlerini de tekniğe yükler.
Araba yapıp ayaklarıyla yürümekten kurtulur, asansör yapıp
merdivenleri tırmanmaktan kurtulur. Bunlardan başka insan, birçok
organlarının görevini de teknikle aşar. Sesini işittiremeyeceği
uzaklıklara telefon telleri çeker, yumruğuyla vuracağına bir taşla
vurarak işini daha iyi yapar, gözleriyle göremediğini dürbünle
görür. Teknik, her gün biraz daha, organik doğayı görev dışı
bırakmaktadır.
Uygarlığımızda yük taşıyıcı hayvanların yeri her
gün biraz daha azalmaktadır. İnsan, dünyayı teknikle
değiştirebilen tek canlıdır. Ya kendine organlar yaratır, ya
organlarının işgücünü artırır, ya da kendi organlarının işini
doğaya gördürür. İnsan, tekniği zekasıyla ortaya koyar. Teknik,
doğada yoktur: Örneğin bir mihverin çevresinde dönen tekerlek,
insan zekasının ürünüdür, doğada böyle bir şey bulunamaz. İnsanın
yarım milyon yıl önce yaptığı bıçak, doğada yoktur. Çividen,
düğmeden tutun da buhar makinesine kadar hiçbir teknik aleti
doğada bulamazsınız. İnsan, işlerini tekniğe gördürürken, kafa
çalışmalarına ayıracağı süreyi de artırmış olmaktadır. Teknik,
ayrıca, insanı doğaya bağlılıktan da kurtarmıştır. Artık insan,
atın yürüme, ağacın büyüme hızına bağlı değildir. Atın yerine
otomobili, ağacın yerine kömürü ve petrolü koyarak bütün kültür
süreçlerini hızlandırmıştır. İnsan, yepyeni bir doğa yapabilmek
gücünü kazanmaktadır. Örneğin doğada yirmi milyon elektrovoltluk
elektrik gerilimleri yoktur. Oysa insan, böyle bir gerilimi
teknikle meydana getirerek bu durumda doğanın nasıl davranacağını
deneyebilmektedir.
Görüldüğü gibi, insanı insan eden emek, iş, tek sözle eylem (action)...
Kafadaki beyni us, ön ayakları el, ağızdaki tad alma organını
konuşan dil eden hep o.
İnsan türünü meydana getiren hayvanın, öteki hayvanlara baskın
çıkan eylemselliği nereden doğmuştur? Soru, karşılığını, insanın
atası hayvanın öteki hayvanlara göre daha çok oyunseverliğinde
bulmaktadır. Nitekim, insan çocuğunun maymun çocuğundan daha
oyuncu olduğu bilinmektedir. İnsan, duyulur izlenimler yığınını
oyunla düzenlemiştir. Oynayan çocuk, ilkin, hiçbir ayırma
yapmaksızın, bütün duyularıyla birlikte davranır. Eşyayı görür,
dokunur, koklar, sesini işitmek için birbirine çarpar, tadını
almak için ağzına sokar. Bu oyun, ona duyu niteliklerini ayırt
etmeyi öğretir. Çiçeği koklar artık, ağzına sokmaya çalışmaz.
Oysa, çiçeğin bir tadı da vardır ama çocuk, çiçekte kokunun tattan
önemli olduğunu öğrenmiş, kokuyu öteki önemsiz niteliklerden
soyutlayabilmiştir.
Bu soyutlama insanlaşmada, çok önemli eylemsel
bir başarıdır. Artık şeker yeşil, kırmızı, ya da sarı renkte
olabilir. Çocuğun şekerde arayacağı renk değil, tat olacaktır.
Çocuk, bu oyun deneyleriyle, eşyanın tepkilerini ve kendi
davranışıyla olan ilgilerini de öğrenmektedir. Avuçta sıkılan cam
elini kesmektedir, elden bırakılan tabak düşüp kırılmaktadır.
Yanmayan sobaya dokunulabilir, yanan sobaya dokunulmaz. Önemli bir
sonuç daha meydana çıkar: Göz, ellerin görevini üstüne almış,
ellerin yükünü azaltmıştır. Çocuk artık bir şeyin yaş mı kuru mu,
ağır mı hafif mi, sert mi yumuşak mı olduğunu görebilir. Bunları
anlamak için o şeye elleriyle dokunması gerekmez. Görevleri azalan
eller şimdi daha çok eylemde bulunabileceklerdir, el bilgi işinden
kurtarılmıştır.
Daha sonra göz, oyunun sağladığı
duyuların işbirliğinden güçlenerek, öteki duyuların da görevlerini
yüklenmektedir. Sessiz bir filmde bir kişinin şarkı söylediğini
görebiliriz, önümüze getirilen, bir tabakta tatlı bulunduğunu
görebiliriz, bahçemizde bulunan bir karanfilin güzel koktuğunu
görebiliriz. Duyuların bu işbirliği, insandan başka hiçbir
hayvanda gerçekleşmemiştir. Cisimlerin, öteki duyuların
niteliklerini de kapsayan bu optik görünüşleri sembollerdir.
İnsan, artık, eylemsel oyunlarıyla edindiği bir semboller
dünyasında yaşamaktadır. Optik (görünen) dünya, yükü azaltılmış
bir dünyadır. Şu halde, yükü azaltılmış bir dünyaya açılan insan
atası hayvan, insanlaşma yolunda, öbür hayvanlara göre, çok daha
eylemde bulunmak imkanına kavuşmuştur. Bu geniş eylemsel çalışma,
onu, ele, dile ve akla götürmektedir. Daha açık bir deyişle,
eylemin dürtüsüyle el-dil-akıl diyalektiği başlamıştır. Buysa,
tümüyle, insanlaşma işidir.
|
|
1
2
3
4
5
6 |
|
|
|
|
|
|
|