|
|
................... |
|
|
DÜŞÜNCE TARİHİ -3 |
Orhan Hançerlioğlu
Remzi Kitapevi, Eylül 1995 |
|
|
................... |
|
................... |
TANRILARA KAFA TUTAN KRAL
İlk mitolojik tanrılara Sümerlerde rastladığımız gibi tanrıları
hiçe sayan ilk insanlara da gene Sümerlerde rastlıyoruz.
Felsefesel düşüncenin temeli mitolojik düşüncedir. Özellikle
antikçağ Yunan felsefesinde mitolojik düşüncenin izlerine
Platon’da bile rastlanır. Hint, Çin, İran vb. gibi ulusların ilk
felsefeleri mitolojileriyle kaynaşıktır. Bu bakımdan Gılgamış’ın
önemi bugün insanlığın elinde bulunan en eski mitolojik metin
olmasıdır. İnsanlığın en eski destanı olan Gılgamış Destanı,
düşünce yapısı bakımından da mitolojik kalıntıların en ilgincidir.
Babillilerin ilk sözcükleriyle adlandırdıkları destan Sha Nagba
İmuru (Her şeyi görmüş olan) deyimiyle anılır. Sümer, Asur, Akad
vb. gibi çeşitli Mezopotamya topluluklarınca işlenmiş olan
destanın bugün elde bulunan metni Sümerlerden kalmadır. Asur ve
Akadlardan kalma bölümler de bulunmuştur. İlkin Thompson
tarafından İngilizce The Epic of Gilgamish (Oxford 1930) adıyla
yayımlanmış ve daha sonra Almanca, Fransızca, Türkçe çevirileri
yapılmıştır.
Bu destanın bulunmasıyla Herakles Mitosu ve Tufan
öyküsü gibi birçok gelişmiş mitlerin kaynakları da meydana çıkmış
olmaktadır. Destan, temel düşünce olarak, doğanın sırlarını bilmek
isteyen insanın [sayfa 38] araştırıcı çabasını işler ve tanrılara
bile kafa tutacak ölçüdeki gücünü belirtir. Ölümsüzlüğün insan
için olanaksız bulunduğunu saptar. İnsan, karşısına çıkacak doğa
engellerini yenip aşarak kendi yolunu kendi yaratacaktır. İnsanın
kendi yolunu açmasına tanrılar bile engel olamayacaktır. Tufan
bile gönderseler insan soyunu yok edemeyeceklerdir.
Tanrılar ve
doğa, insana her gün biraz daha yenilecek ve sırlarını her gün
biraz daha kaptıracaktır. Destan, aynı zamanda, insanın idealist
düşlerle kendini kendine yabancılaştırmadan önce çok daha gerçekçi
bulunduğunu da tanıtlamaktadır. Tanrılar, insana yardım etmemekte,
tersine, güçlükler çıkarmaktadırlar. İnsan bu güçlükleri kendi alınteriyle, bilinçli çabasıyla yenmektedir. Destanın bir başka
özelliği de, insanın inançla değil, bilgiyle davranması
gerektiğini belirtmesidir. Gılgamış inanmaz, ancak her şeyi görüp
bilir (Sha Nagba İmuru). Bilmek ve anlamak, onun insanlık
niteliğidir. Gılgamış, efsaneleştirilmiş gerçek bir kahraman
sanılmaktadır. Kimi incelemecilere göre Mezopotamya’da iki ırmak
vadisinin güneyinde gerçekten yaşamış ve hüküm sürmüştür.
Ünlü
destanlarında yarı insan, yarı tanrı sayılmıştır. Kimi yorumculara
göre de tanrılara kafa tutan insanın, insan gücünün simgesidir.
Gördüğü işler, tıpkı Yunan mitolojisindeki Herakles’in işleri gibi
on iki tanedir. Bu çok eski mitosun Herakles mitosunu geniş ölçüde
etkilediği bellidir. Destanlarda anlatıldığına göre Gılgamış, çok
akıllı ve çok çalışkan bir genç kralmış. Halkını da, kendisi gibi
boş oturmamaları için, işe koşarmış. Uruklu kızlar ve kadınlar
tanrılara yalvarıp kocalarının ve sevgililerinin biraz da
kendilerine bırakılmasını istemişler.
Tanrıça Aruru kadınlara
acımış ve toprak vücutlu yarı hayvan Enkidu’yu yaratarak
Gılgamış’la dost etmeye karar vermiş. Böylelikle genç ve cesur
kralı çeşitli serüvenlere sürükleyip Uruk erkeklerini rahat
bırakmasını sağlamış. Gerçekten de bu iki güçlü yaratığın
dostluğu, birçok tehlikeli serüvenlere atılmalarını gerektirmiş.
Bu dostluk bir güreşle başlamış, Gılgamış olağanüstü gücüyle.
Enkidu’yu tuttuğu gibi yere çarpıvermiş. Yaratıldığından beri ilk
kez yenilgiye uğrayan Enkidu çok şaşırmış. Oysa bu yenilgide bir
çeşit orospular olan İştar rahibelerinin de rolü varmış. Genç
kral, ormanlarda yaşadığını duyduğu bu yarı hayvan yaratığı
kandırıp kente getirmesi için onlardan birini görevlendirmiş.
Enkidu da yedi gün ve yedi gece bu rahibeyle yatmış, ondan
insancıl olmasını öğrenmiş. İki yiğitin ilk serüvenleri, tanrı
Enlil’in Sedir dağını korumakla görevlendirdiği Humbaba ya da
Kumbaba adlı devi öldürmek olmuş. Bu başarı Gılgamış’ı öylesine
yüceleştirip güzelleştirmiş ki, tanrıça İştar dayanamamış, onunla
evlenmek istemiş ama genç kral bu evlenmeye yanaşmamış, üstelik de
tanrıçayla alay etmiş. Onuru kırılan tanrıça çok kızmış ve tanrı
Anu’ya başvurarak öcünü alabilecek kutsal bir boğa yaratmasını
dilemiş. Kahramanlarımızın ikinci işi bu boğayı öldürmek olmuş.
Genç kral, Uruk kentini çevreleyen duvarların üstüne çıkıp öcünün
alınışını seyretmeye hazırlanan tanrıçanın gözleri önünde, bir
baltayla boğanın kafasını uçuruvermiş.
Daha pek çok olağanüstü
başarılar kazanan iki yiğidin bu serüvenlerinde sonucu alan, eşdeyişle devleri, boğaları vb. öldüren hep Gılgamış’tır, arkadaşı
Engidu sadece yardımcı durumdadır. Bütün bu serüvenlerden sonra
Engidu hastalanmış ve ölmüş. Arkadaşının ölümüne çok üzülen genç
kral böylelikle ilk kez ölümün acılığını [sayfa 39] öğrenmiş ve
ölümsüzlüğe erişmenin yollarını araştırmaya başlamış. Dedelerinden
Ut Napiştim (Mezopotamya Nuh’u)’in Tufandan kurtularak ölümsüzlüğe
kavuştuğunu hatırlamış ve onu bulup ölümsüzlüğün yolunu öğrenmek
istemiş.
Birçok serüvenlerden sonra dedesini bulmuş, ondan ünlü
Tufan öyküsünü dinlemiş (Bu öykü, destanın on birinci
bölümündedir). Dedesi ona, denizlerin dibinde büyülü bir ot
bulunduğunu, bu otu bulup yiyebilirse ölümsüzlüğe kavuşacağını
söylemiş. Dönüşünde, denizlerin dibine dalıp bu otu koparan Gılgamış tam onu yiyiceği sırada otu bir yılana kaptırmış.
Ölümsüzlük umudunu yitiren Gılgamış, Uruk’a dönmüş ve yeraltı
tanrısı Nergal’in izniyle yeryüzüne dönmüş olan arkadaşı
Engidu’nun ruhuyla konuşup avunmaya çalışmış. Ölümün kesin
olduğunu bildiğinden, dostuna öbür dünya üstüne birçok sorular
sormuş. Destan bu sorulardan meydana gelen bir bölümle sona
ermektedir.
ÖLÜLER KİTABI
Yirmi dört saatlik günler ve yedişer günlük haftalar tertipleyen
ilk takvimin günümüzden yetmiş yüzyıl önce (İ.Ö. V. bin yıl) eski
Mısır’da yapıldığını hatırlarsanız, gök bilgisinin eski Mısır’da
ne kadar gelişmiş bulunduğunu bütün gerçekliğiyle belirtmiş
olursunuz. Kont de Volney, gök ölçüsünün kaynağını Mısır
topraklarında bulmakta haklıdır. XVI. yüzyılda Paris
dolaylarındaki Issy köyünde bir İzis tapınağının bulunduğunu da
hatırlayınız. Eski Mısır tanrıları İzis, Oziris ve Serapis’e eski
Yunan’da, eski Roma’da, Latin İtalyasında, dünyanın hemen her
köşesinde rastlayacağız. Güneşin çevresinde toplanan bir gök
sistemi akımı, eski Mısır’dan yola çıkarak dünyaya yayılmıştır.
Bütün dinlerdeki erdem kurallarını toplayınız. Sonra da bunları
papirüs tomarlarında gizlenen eski Mısır Ölüler kitabının, ölümden
sonra Oziris’in muhakemesinde okunan, şu bölümüyle
karşılaştırınız: "Hiç kimseye kötülük etmedim. Yakınlarımı
bahtsızlığa sürüklemedim. Gerçek evinde alçaklık etmedim. Kimseyi
gücünün dışında çalıştırmadım. Benim yüzümden kimse korku duymadı,
yoksulluk ve acı çekmedi, bahtsız olmadı. Tanrıların kötü
gördükleri şeyleri hiçbir zaman yapmadım. Kölelere kötü muamele
ettirmedim. Kimseyi aç bırakmadım. Kimseye göz yaşı döktürmedim.
Kimseyi öldürmedim. Kimsenin kahpece öldürülmesini emretmedim.
Kimseye yalan söylemedim. Hiçbir utandırıcı davranışta bulunmadım.
Zina etmedim. Yiyecekleri pahalı ve eksik satmadım. Terazinin
dirhemi üzerine hiçbir zaman elimi bastırmadım. Teraziyle
tartarken hiçbir zaman hile yapmadım. Süt çocuklarının
ağızlarından sütü uzaklaştırmadım. Hayvanları çalmadım. Tanrı’nın
kuşlarını ağ kurup avlamadım. Ölmüş balığı tutmadım. Hiçbir arkın
suyunu başka yöne çevirmedim. Ben temizim, temizim, temizim".
Eski Mısır’ın ölümden sonra yaşama düşüncesi, gök ölçüsünün bu en
çekici yanı, yeryüzü erdemini güçlendirmektedir. Çünkü, ölümden
sonra sonsuza kadar mutlulukla yaşayabilmek için dünya üstündeki
çok kısa süreli erdem sınavını [sayfa 40] başarıyla vermek
gerekir. Bu sınavı başarıyla veremeyenler, öldükten sonra yeniden
öldürülüp yok edilirler. Tanrı Oziris tahtında oturmaktadır.
Önündeki terazinin bir kefesinde dirhem yerine gerçek (hakikat)
vardır. Ölünün , tartacaktır. Ölü, hayatının hesabını doğru
vermişse cennetlik olur ve sonsuz mutluluğa kavuşur. Eski
Mısırlılar buna inanmaktadırlar. Şu halde, erdemli bir yaşayış,
eski Mısır dininin temelidir. Nitekim dünyanın dört bucağındaki
çeşitli dinler de hep bu temele dayanmaktadırlar.
İ.Ö. ondördüncü yüzyılda Mısır’da Thebae kentinde çok akıllı genç
bir kral yaşadı. Bu kralın adı dördüncü Amenotep (ya da Amenofis)’tir.
İnsanları tek tanrıya bağlamayı düşündüğü sırada henüz yirmi
yaşındaydı. Tarihçiler, onun bu ileri ülküsüne çeşitli nedenler
yakıştırıyorlar. Kimine göre Amenotep, Thebae rahiplerinin siyasal
egemenliklerini, kırmak istemiştir. Kimine göre de Mısırlı olmayan
uyrukları bağlamak amacını gütmüştür. İçinden gelen bir tek tanrı
sevgisine uyduğunu söyleyenler de var. Nedeni ne olursa olsun,
dördüncü Amenotep’in başarmak istediği iş, tarih çapında önemli
bir iştir.
O zamanlar Mısır’da her kentin, her kasabanın ayrı tanrısı vardı.
Bu tanrılar, totem düşüncesinin kalıntılarıydı. Nasıl totem sadece
kendi klanını koruyup gözetiyorsa, kasaba tanrıları da kendi
kasabalarını koruyup gözetiyordu. Thebae kasabasının da Amon
adında bir tanrısı vardı. Thebae başkent olmadan önce önemsiz bir
tanrıydı bu. Büyük tanrı Ra’nın yanında adı bile anılmazdı. Thebae
başkent olunca Amon baş tanrı oldu, gene de Ra’yı bir kalemde
silemediği için, adına Amon-Radendi. Amon, artık her adın başında
ya da sonunda yer alıyordu. Kendisiyle savaşacak olan Amenotep’in
adı bile onunla süsleniyordu. Amenotep, Amon hoşnuttur anlamına
geliyordu. Amon’un ondan hoşnut olup olmadığı bilinemezdi ama bu
genç adamın Amon’dan hoşnut olmadığı pek yakında görülecekti.
Bütün tanrılar güçlerini güneşten alıyorlardı. Ra da Doğan Güneş
Tanrısıydı. Amenotep, evrensel güneşin evrensel bir din yaratmaya
yeteceğini düşünmüş olmalıdır. Güneş yuvarlağını kişileştiren Aton
genç, kral tahta çıkıncaya kadar pek önemsenmemişti. Amenotep,
egemenliği eline alır almaz büyük din devrimine Amon’un yerine
Aton’u getirmekle başladı. Başta Amon olmak üzere bütün tanrıların
adlarını sildiriyor, onlara tapmayı kesinlikle yasak ediyordu.
Genç kralın korkusundan bütün Amonlu adlar Atonlaşmaya başladılar.
Kendisi de Amenotep adını bırakarak Aton’un büyüklüğü anlamına
gelen Akhnaton adını aldı.
Bu büyük devrimi Thebae kentinde
dilediği çabuklukla başaramayacağını anlayan genç Akhnaton,
krallığının dördüncü yılında başkenti de değiştirdi. Orta Mısır’da
güneş yuvarlağının ufku anlamına gelen Akhhetaton adlı yeni bir
başkent kurdu. Bu yeni başkent, Aton tapınaklarıyla süslenmişti
(bu kentin bugünkü adı Tel-el-Amarna’dır). Artık bütün Mısır’da
tek tanrı egemendi. Aton’dan başkasına tapmak yasaktı.
Çoktanrıcılık bir akıllı delikanlının özel gücüyle bir anda
silinivermişti ortadan.
Amenotep’in tek tanrısı Aton için yazdığı şu şarkı, onun bu
kocaman devrimle ne büyük bir amaç güttüğünü açıkça anlatıyor: Sen
ki eşyanın oluşu sırasında zaten yaşamaktaydın ey canlı Aton,
ufukta parlayarak yükseliyorsun. Güzelliğin bütün ülkeleri aydınlatıyor. Güçlü büyüklüğünle dünyanın üstünde göründüğün
zaman ışıkların, yarattığın alemin son uçlarına kadar bütün
ulusları kucaklıyor...
Evrensel güneşi evrensel bir düşünce olarak bütün uluslara
yaymak... İşte Amenotep’in büyüklüğü buradadır. Ne yazık ki ömrü
bu büyük devrimin kökleşmesine yetmemiştir. Öldüğü zaman yirmi
dokuz yaşındaydı. Ölümünden pek az sonra gericiliğin tepkisi
başladı, birkaç yıl içinde de insanları birleşmeye ve özgürlüğe
çağıran bu düşünce, yobaz ve çıkarcı kafaların saldırıları
karşısında yıkılıp gitti.
EVREN-TANRI
İlk din kitabı, İ.Ö. 2000 yılında Hindistan’da düzenleniyor.
Evreni kişileştirip tanrılaştırmak da Hind’lilere özgü bir buluş.
Aşırı zengin azınlıkla aşırı yoksul çoğunluğun yaşadığı bu büyük
ülke, aynı zamanda, gizemciliğin (mistisizmin) de kaynağı.
Tarihte bilinen ilk kutsal kitap, Vedizm dininin kitabı olan Rig-Ved’dir.
Vedaların ilk şarkıları büyücülük şarkılarıdır. Bunlarda henüz
büyük tanrıların adları geçmemektedir. Boğazköy kazılarında
bulunan çok önemli bir antlaşma Vedizm’in kaynaklarını başka
ülkelere çekmektedir. Bu antlaşma İsa’dan önce ondördüncü yüzyılda
Hititlerle Mitanniler arasında yapılmıştı. Antlaşmada adı geçen
tanrılar (İndra, Mithra, Varuna) sonraları Vedizm’in büyük
tanrıları olmuşlardı. İ.Ö. 1000 yıllarında tertiplenen Vedizm
şarkıları artık bu tanrıların sözünü etmektedirler.
Vedaların en büyük tanrısı İndra’dır. İndra bir doğa tanrısıdır,
savaşçıdır da. Oysa onun karşısına bir akıl tanrısı dikmek
gerekiyordu. Bu akıl tanrısı da Varuna’dır. Varuna evrensel düzeni
sağlıyor, erdemi gerçekleştiriyordu. Tam bir gök tannsı, yıldızlı
göğün tanrısıydı (Varuna sözcüğünü ses bakımından, gök anlamına
gelen Uranus ve eski İran’ın büyük tanrısı Ahura’yla
karşılaştırınız). Bunların yanında başka bir gök tanrısı, güneşli
gündüz göğünün tanrısı Mithra yer almaktadır. Mithra bir hukuk
tanrısıdır, insanlar arasındaki tüzeyi sağlamaktadır. Veda
şarkılarına göre Varuna’yla Mithra’nın anaları Aditi’dir. Aditi,
evrendeki bütün varlıkların ortak özü sayılmakta ve totemizmin
Mana’sının yerini tutmaktadır. Vedalarda eski Yunan’ın Zeus
Pater’inin karşılığı olarak Diyaus Pitar vardır. Bu tanrılar
gittikçe önemlerini kaybedecekler ve yerlerini kurban tanrılarına
bırakacaklardır. Çünkü, Vedizm’e göre tanrıları yaratanlar
kurbanlardır, bir başka deyişle varlığı yaratan eylemdir.
Vedizm’de erdem, kurban yoluyla elde edilir. Kurbanlar tanrıları
yaratırlar. Tanrılar da insanları iyiliğe ve güvenliğe
ulaştırırlar. Bu sistemde gök ölçüsünün dışında başkaca bir erdem
düşünülmemektedir. Veda sözü Hint dilinde bilgi anlamındadır.
Ancak bu bilgi kulak yoluyla edinilen bir bilgidir. Veda’nın
bilgisi erdemdir.
İnsanlığın en eski kutsal kitabı olan Rig-Veda, doğal bir sonuç
olarak, Hindistan’da sınıflanmaları doğurmuştur. Kast adı verilen
bu sınıfların başında din adamlarının, Brehmenlerin (rahip) kastı
gelmektedir. Din adamlarının altında prenslerle savaşçıların kastı olan arya kastı vardır. Bundan sonra, işçilerin
ve kölelerin çudra kastı yer almaktadır. Bunların dışında da
insanlığın en aşağılığı sayılan paryalar vardır.
Erdem bütün bu sınıflarda ayrı bir ölçü taşımaktadır. Bir kastın
erdemi, öbür kastın erdeminden başkadır. Erdem bir sınıfa göre
almak, bir başka sınıfa göre vermektir. Rig-Veda’nın onuncu
kitabının onuncu şarkısı şöyle biter: İnsan bir Brehmene bir inek
verirse bütün alemleri elde etmiş olur.
Vedizm’in gelişmesi, ölümden sonra yaşamanın birbirini kovalayan
çeşitli hayatlar içinde gerçekleşmesi yolunda olmuştur. Buysa,
yeni bir erdem ölçüsü getirmiş bulunmaktadır. İnsan iyi
davranışlarla yaşamışsa sonraki hayatında iyi bir bedene, kötü
davranışlarla yaşamışsa sonraki hayatında kötü bir bedene
girecektir. Buysa, iyiliğin armağanı, kötülüğün cezasıdır.
Hindistan’ın temel dini Brahmanizm, bunun da sayısız tanrıları
arasında yaratıcı olarak tektanrı niteliğindeki tanrısı
Brahma’dır.
Bu ad, Sanskritçe tüm varlığın kaynağı, ilkesi, ruhu
anlamlarını dile getiren ve sözcük olarak saltık (Os. Mutlak, Fr.
Absolu) anlamında kullanılan Brahman deyiminden gelir. Denilebilir
ki Brahma, kavram olarak Brahman’ın kişileştirilmesidir. Hint
inançlarına göre Brahman, üç ayrı biçimde belirmiştir: Yaratıcı
tanrı olarak Brahma, koruyucu tanrı olarak Vişnu, yıkıcı tanrı
olarak Siva, Hıristiyanlığın üçlüğünü andıran bu üçlüğe Sanskritçe
trimurti denir. Bu üçlük de, Hıristiyan üçlüğünde olduğu gibi,
bir, üçlükte teklik’dir. Çünkü yaratıcı, koruyucu ve yıkıcı olarak
beliren aynı saltık varlıktır ve Brahman’dır. Brahman’ın asıl
kişiliği yaratıcılıkta belirmiştir ve bundan ötürü de Brahma, Hint
çoktanrıcılığının sayısız tanrıları arasında en soyut tanrıdır.
Bu
yüzden onun üstüne tasarımlanmış hemen hiçbir öykü yoktur. Sadece
bütün bilgilerini Veda adı verilen dört kutsal kitaba yazmış
olduğu söylenir. Bundan anlaşıldığına göre, tektanrıcı dinlerde
olduğu gibi, kutsal kitaplar da bu yaratıcı tanrının sözleri ya da
bilgileridir. Görüldüğü gibi, tektanrıcı dinlerin değişmez
niteliği olan yaratan ve kitabı Hint düşüncesinde İ.Ö. 2000
yıllarında gerçekleşmeye başlamıştır. Tektanrıcı dinlerin başka
bir niteliği olan peygamber de bir süre sonra Buda’nın kişiliğinde
meydana çıkacaktır. Onun meydana çıkışına kadar peygamberlik
görevini güçlü bir sınıf halinde kendilerine Brahman adını vermiş
olan rahipler yapmışlardır. Budist inançlarına göre Buda, bütün
bilgilerini Brahma’dan almıştır, artık olgunlaştığını ve
bildiklerini başkalarına öğretmesi gerektiğini kendisine Brahma
söylemiştir, Buda da Brahma’dan aldığı bu buyrukla kalkıp
Benares’e gelmiştir. Buda’nın ünlü Benares söylevi, Brahma’nın
kendisine verdiği bilgilerin ürünüymüş. Evrensel oluşmanın,
eşdeyişle, evrimin çatışan karşıtlıkların aşılmasıyla oluştuğu ilk
düşüncelerce de sezilmiştir.
Hintlilerin Brahma Siva, Çinlilerin
Yin-Yang, Yunanlıların Eros Anteros karşıtlıkları ve bu
karşıtlıklar arasındaki çelişme ve çatışmalar, bu bilim öncesi
sezinin en belli örnekleridir. Hemen bütün mitolojilerin temel
belirleyici düşüncesi iyilik kötülük çelişkisi’dir. Hint
mitolojisinde yaratıcı Brahma’nın karşısına yıkıcı Siva çıkar ve
bu temel çelişme olumlu Vişnu’yla aşılır. Düşünsel insan yaşamının
en eski kaynaklarından biri olan Hint inançlarına göre yaratıcı
tanrı [sayfa 43] Brahma, sadece iyilik temeli üstüne kurulmuş bir
dünya yaratmak istemiş ama karşısına yıkıcı Siva çıkmış ve buna
her seferinde engel olmuş, çünkü çelişmesiz bir dünyanın
yaratılabileceğine inanmıyormuş.
Brahma-Siva-Vişnu üçlüsü, Hint mitolojisinin en ünlü ve ilginç
tanrı üçlüsüdür. Diyalektik bir üçlü olan bu tanrılık grup
yaratmayı (Brahma), yokederken yapmayı (Siva) ve geliştirmeyi (Vişnu)
simgeler. Diyalektik bir sav-karşısav-bireşim (Tez-antitez-sentez)
üçlüsüdür. Tanrı Vişnu bu gelişmeyi ve geliştirmeyi sanki daha iyi
belirtebilmek için çeşitli avatara (yeryüzüne iniş)’larda bulunur,
yeryüzüne her inişinde bozulan düzeni daha gelişmiş olarak kurar.
Halk efsanelerinde serüvenleri pek çoktur. Özellikle Balık,
Kaplumbağa, Yabandomuzu, Aslan, Cüce, Rama ve Krisna biçimlerinde
cisimleşmelerinin çeşitli efsaneleri vardır ve pek ünlüdür.
Evrenin her an gelişmekte olduğu ve sonsuza kadar sürekli olarak
gelişeceği düşüncesi Hint felsefesinin en bilimsel savıdır. Tanrı Vişnu bu savın temsilcisidir. Evrenin bir sonu olduğunu
tasarımlayan halk efsanelerinde bile onun dünyanın sonuna doğru
yeni bir cisimleşmeyle yeniden dünyaya ineceği ve dünyayı büsbütün
yetkinleştireceği anlatılır. Hint mitolojisinin Tufan öyküsünde de
balık olup insan Manu’yu sırtına alarak kurtaran ve insan soyunun
yeniden türemesine olanak hazırlayan odur. Tanrı Vişnu, en önemli
serüvenlerinden biri olan Krisna cisimleşmesinde Pandava’lardan
Argiuna’yla dost olur ve Bhagavadghita (Cennet şarkısı)’nın konusu
olan ünlü söylevini verir. Bu söylev, Hint felsefesinin, ölüm ve
görev üstüne en ilginç düşüncelerini dilegetirir. Vişnu’ya göre
ölüm diye bir şey yoktur, sadece oluşma ve gelişme vardır, ölüm
denilen şey bu oluşma ve gelişmelerin belli birer aşamasıdır,
bütün varlıklar gibi insanlar da bu aşamalardan geçerek daha üstün
bir düzeyde, daha gelişmiş olarak varlaşırlar ve böylece
varlıklarını sonsuzca sürdürürler. Vişnu tasarımı, bütün
ayrıntılarıyla, ilkel insan zekasının en parlak belirtilerinden
biridir.
AYDINLIK VE KARANLIK
Zerdüşt (Zaratustra), İ.Ö. 1000 yılında yaşadığı sanılan bir
İranlıdır. Kurduğu dinin adına Mazdeizm denilmiştir. Ancak
Mazdeizm’in kökü Zerdüşt’ten çok öncedir. Zerdüşt, bu dini arıtıp
biçimlendirmiş, insan erdemlerini geliştirerek tektanrıcı bir
amaca yöneltmiştir. Mazdeizm’in kutsal kitabı Zend Avesta’dır.
Aslında gerçek bir ozan ve çok bilgili bir düşünür olan Zerdüşt,
Zend Avesta’nın kendisine iyilik tanrısı Ahura Mazda (Hürmüz)
tarafından vahyedildiğini söylemektedir. Mazdeizm, iyi tanrıyla
kötü tanrı ikiliğine, Ahura Mazda’yla Angra Mainyu (Ehrimen)
çatışmasına dayanan bir dindir.
Zerdüş’te göre, iyiliği ruhta, kötülüğü maddede bulanlar
aldanmaktadırlar. İyilikle kötülük hem ruhları, hem maddeleri
kaplamıştır. Savaş, her iki alan üstünde olagelmektedir. İyilik
tanrısı (gök tanrısı) Hürmüz’ün çevresinde nasıl yarıtanrılar
varsa Ehrimen’in çevresinde de yarıtanrılar vardır. Hürmüz
yaratıyorsa Ehrimen de yaratmaktadır. Ehrimen, Hürmüz’ü
yenip maddeler ve ruhları ele geçirmek için göklere saldırmıştır.
Savaş, dehşet vericidir. İnsanlar, göğün korunmasına yardım
etmelidirler. Bu savaşta gökten yana olanlar erdemli insanlardır
ve savaşa katıldıkları ölçüde sonsuz mutluluğa hak
kazanacaklardır.
Hürmüz, gök-ışık ülkesinde oturmaktadır. Ehrimen, yeraltı-karanlık
ülkesindedir. Dünya, bu iki ülkenin ortasında bir sınav alanıdır.
İnsanlar bu sınavı başarıyla vererek evrensel savaşa iyiliğin
saflarında katılmalıdırlar.
Zerdüşt, başlıca amacı, ekonomik düzen olan bir plan gütmektedir.
Ona göre, Hürmüz’ün bakışı her zaman çalışkan çiftçinin
üstündedir. Gerçek dindarlık, oruçla ve tapınmayla değil, tarım
çalışmalarıyla elde edilir. Bacası tüten, içi tarım hayvanları ve
çocuklarla dolu bir çiftçi evini seyretmek kadar Hürmüz’ü
sevindiren hiçbir şey yoktur. Zend Avesta, tarım hayvanlarına iyi
bakılması, toprağın iyi sürülmesi üstüne öğütlerle doludur.
İnsanlar, iyilikle kötülük arasındaki bu evrensel savaşa nasıl
katılacaklardır? Zerdüşt, bu sorunun karşılığını şöyle veriyor:
Dindar olarak, açık yürekli olarak, çalışkan olarak... İşte
insanların üç büyük ödevi.
Zerdüşt dini, bir evrim (tekamül) dinidir. Dünya, evrim yasalarına
bağlıdır. İnsan güçleri bu evrimi gerçekleştirmek, bu evrime
katılmak zorundadırlar.
Kont de Volney (1757-1820), Yıkıntılar (Les Ruines) adlı ünlü
yapıtında din adamlarını çatıştırırken bir Zerdüşt din adamına
şunları söyletmektedir: Ey Yahudilerle onların çocukları olan
Hıristiyanlar, Musa’nın sandığımız kitap, Musa’dan altı yüzyıl
sonra yazılmıştır. Bunu yirmi gerçek belgeye dayanarak
tanıtlayabiliriz.
O kitapta Musa’ya yakıştırılan düşüncelerin
hiçbirini Musa bilmezdi. O kitabı kaleme alanlar, ki bu kaleme
alınışın bir büyük papazla bir kralın anlaşması sonunda yapıldığı
su götürmez bir gerçektir; ruhun ölümsüzlüğünü, ölümden sonraki
yaşayışı, cennet ve cehennemi, insanların çektiği acıların en
büyük nedeni olan kötülüğün başkaldırmasını bizim peygamberimiz
Zerdüşt’ten öğrenmişlerdir. Hem de bu düşünceler, ilk
krallarınızın yaşadığı yüzyıldan sonra sizin yazılarınızda
görünür. Zerdüşt, o yazılardan yüzyıllarca önce, bütün bunları
söylemişti. Babil ve Ninuva kralları tarafından yenilen
atalarınızın kralımız Serhas tarafından kurtarıldığını ne çabuk
unuttunuz? Atalarınız, o zamanlar, bizi örnek edinmişler, bizden
ders almışlardı. Kudüs’e yeni düşüncelerle döndüler. Siz, gücünüzü
yeniden yüceltecek bir kral bekliyordunuz, bizse onarıcı ve
kurtarıcı bir evrensel iyilik tanrısının geleceğini müjdeliyorduk.
İşte Hıristiyanlığı bu iki düşüncenin birleşmesinden yarattınız.
Zerdüşt’ün yolunu şaşırmış çocuklarından başka hiçbir şey
değilsiniz siz.
ELOAH’LAR ARASINDA BİR YAHOVA
Üç bin yıl öncesine kadar otuz beş bin tanrı, insanların
erdemleriyle uğraştı. İnsanlar arasındaki düzen ancak bir törenin
(ahlak) varlığıyla kurulabilirdi. Otuz beş bin tanrının çabası
boşuna değildi. Ne var ki çeşitli tanrıların çeşitli töreleri
birbirleriyle çatışıyorlar, düzeni büsbütün
bozuyorlardı. İnsanlığa tek ölçü gerekiyordu, bunu da tek tanrı
sağlayabilirdi. Mısır’dan kaçarak Sina çölüne çekilen Musa,
tarihçilerin Medyan kahini dedikleri Yetro’nun yanına sığınmıştı.
Yetro, ona kızıyla beraber düşüncelerini de verdi. İsrailoğularını
Mısır köleliğinden kurtarmak amacını güden genç damat, akıllı
olduğu kadar becerikliydi de. Gerçi bütün insanlığı değil, sadece
kendi soyunu (İsrailoğullarını) düşünüyordu ama yapmak istediği iş
gene de önemli bir işti. Yüzlerce yıllık tutsaklığın bütün
niteliklerini benimsemiş bir insan sürüsünden, benliklerini
yüzyıllarca koruyacak güçlü bir ulus çıkaracaktı.
Yahudi sözcüğü, en büyük İsrail kabilesi olan Yahuda kabilesine
ilişkinliği dilegetirir, Yahuda kabilesinden olan demektir, daha
sonra Musa dininden olan’ı adlandırmıştır. Yahudiliğe, Musa’nın
adına bağlanarak Musevilik denir. Yahudilerin kutsal kitabı bu
dinin kurucusu olarak peygamber İbrahim’i gösterir. İlkin tanrının
buyruklarını kabilesine ileten oymuş. Oğlu İshak ve İshak’ın oğlu
Yakub da bu dini sürdürmüşler. Daha sonra Musa (Yahudi inançlarına
göre İ.Ö. 1440’da ölmüş) Sina dağında Tanrı’nın on buyruğunu
alıyor ve Yahudi dini böylelikle biçimleniyor. Yahudilik,
çağımızda da geçerli olan üç büyük dinin en eskisi ve en
önemlisidir. Çünkü Hıristiyanlık ve Müslümanlık onun attığı
temeller üstünde kurulmuş ve onun bir uzantısı olmuştur.
Bundan
ötürüdür ki bir sonraki din bir öncekini tanımış ve kabul etmiş,
ama aynı tanrının buyruğuyla kendisine uyulması gerektiğini ve
artık bozulmuş olan eski dine bağlı kalınmamasını istemiştir.
Önceki dinse kendinden sonrakini tanımamış ve sahte saymıştır.
Beliren din düşmanlıklarının nedeni budur. Yahudilerin kutsal
kitabı Tevrat (Tora) evrenin ve insanın yaratılışını anlattıktan
sonra insanların tek soydan nasıl çeşitli soylara (uluslara) ve
tek dilden nasıl çeşitli dillere geçtiğini metafizik
gerekçeleriyle açıklar ve insan soyunu Adem’den başlayarak her
birinin oğullarını ayrı ayrı saymak yoluyla birbirlerine
zincirleyip Musa’ya kadar getirir. İbrahim, İshak, Yakub, Yusuf ve
Musa peygamberler hep Nuh’un üç oğlundan Sam’ın soyundandır
(Sâmîler adı da buradan gelir).
Birinci kitap olan Tekvin
peygamber Yusuf’a kadar bütün peygamberlerin yaptıklarını anlatır.
Musa’nın doğumu ve yaptıkları ikinci kitap Exodus (Çıkış,
İsrailoğullarının Mısır’dan çıkışı)’de anlatılır. Musa, kaynatası
Medyan kahini Yetro’nun sürüsünü güderken tanrı ona Horeb’de
görünür ve şöyle der: "Musa, Musa... buraya yaklaşma, çarıklarını
ayaklarından çıkar, çünkü üstünde durduğun kutsal topraktır. Ben,
babanın, İbrahim’in, İshak’ın ve Yakub’un Allahıyım" (Exodus, III,
4-6). Tanrı, İsrailoğullarının Mısır’da çektiklerini bildiğini
anlatır ve Musa’yı onları Mısır’dan çıkarmakla görevlendirir ve
"onların feryadını işittim ve onları Mısırlıların elinden
kurtarmak, o diyardan iyi ve geniş bir diyarda, süt ve bal akan
diyarda, Kenanlı, Hitti, Amor, Perizzi, Hivi ve Yebusi’lerin
yerine çıkarmak için indim" der (İbid. 8).
Musa, tanrıya adını
sorar, tanrı: "Ben, ben olan’ım. Atalarınızın Allahı, İbrahim’in
Allahı, İshak’ın Allahı, Yakub’un Allahı YAHOVA’yım. Sonsuza kadar
adım bu, çağlardan çağlara anılmam budur" karşılığını verir (İbid,
14-15). Buyruğu şudur: "İsrail ihtiyarlarıyla Mısır kralına
gideceksin ve ona, İbranilerin Allahı bize rastgeldi, rica ederiz, çölde üç günlük yol gitmemize ve Allahımız Yahova’ya
kurban kesmemize izin ver, diyeceksin. Ben bilirim ki Mısır kralı
izin vermeyecektir.
O zaman ben elimi uzatacağım ve Mısır’ı bütün
harikalarımla vuracağım. Sizi ondan sonra salıverecektir. Eli boş
çıkmayacaksınız. Her kadın komşusundan ve evindeki konuğundan
gümüş şeyler, altın şeyler, giysiler istesin. Oğullarınızı ve
kızlarınızı onlarla süsleyin. Mısırlıları soyun" (İbid, 18-22).
Musa, tanrının dediklerini yapar, tanrı da Mısır’a on afet
göndererek firavunu İsrailoğullarını azatlamaya zorlar.
İsrailoğulları Mısır’dan böylelikle çıkarlar ve tanrının on
buyruğunu Sina dağında alırlar (İbid, XX, 1-17), Yahudilik, bu on
buyrukla kurulmuştur. Bu on buyruk şunlardır: Ben, seni kölelikten
kurtaran Yahova’yım.
Benden başka bir tanrıya tapmayacaksın. Put
yapmayacaksın. Kendini büyümseyip Yahova adını almayacaksın. Altı
gün çalışıp cumartesi günü dinleneceksin. Ananı, babanı
sayacaksın. Öldürmeyeceksin.
Çalmayacaksın. Yalan söylemeyeceksin.
Zina etmeyeceksin. Komşunun varlığına göz dikmeyeceksin... Bu
buyrukların çoğu Mısırlıların Ölüler kitabında da vardı ve İsrailoğulları bunları biliyorlardı. Ancak buyruklardan iki tanesi
yeniydi: Haftada bir gün dinlenmek ve Yahova’dan başkasına
tapmamak...
Mısırlıların birçok tanrıları vardı ve Yahova bu buyruğuyla onları
yadsımıyor, ancak kendisinden başkasına tapılmasını yasaklıyordu.
Yahudi dininin iki ayırıcı niteliği vardır. Bunlardan biri ulusçu
bir din oluşu ve sadece İsrailoğullarına seslenişidir, zaman zaman
başka uluslardan da Yahudiliğe kabul edilenler olduğu halde Musa
dini İsrailoğullarına özgü kalmış, Nasıralı İsa’nın onu
evrenselleştireceği güne kadar yayılmamıştır.
Yahudiliğin ikinci
ayırt edici niteliği, tek peygamber tarafından getirilmeyip birçok
peygamberlerin ürünü olmasıdır. Bu peygamberlerden Musa’dan
öncekileri kendi kitaplarında bizzat Musa anlatmaktadır. Musa’dan
sonrakiler de eklenmek suretiyle Eski Ahit adı verilen Tevrat
kutsal kitabı, meydana gelmiştir. Tevrat’ın sadece ilk beş kitabı
Musa’nındır: Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar, Tesniye...
Tevrat,
Musa’nın beş kitabından başka sırasıyla şu kitaplardan meydana
gelmiştir: Musa’nın ölümünden sonra hizmetçisi Nuh’un oğlu Yeşu’nun kitabı, Hakimler kitabı, Rut’un kitabı, birinci ve ikinci
Samuel’in kitapları, her biri ikişer kitaptan Krallar ve Tarihler
adlarını taşıyan dört kitap; Erza, Nehemya, Ester, Eyup
peygamberlerin kitapları, Davut peygamberin (aynı zamanda kral)
Mezmurları, Süleyman peygamberin, (aynı zamanda kral) Meselleri,
Davud’un oğlu Vaiz’in kitabı, Süleyman peygamberin Neşideler
Neşidesi kitabı; İşaya, Yeremya peygamberlerin kitapları, ayrıca
Yeremya’nm Mersiyeleri; Hezekiel, Daniel, Hoşea, Yoel, Amos,
Obadya, Yunus, Mika, Nahum, Habakkuk, Tsefanya, Haggay, Zekerya,
Malaki peygamberlerin kitapları...
Bu peygamberlerin içinde
Tanrı’yla yüz yüze geldiği bildirilen sadece Musa’dır ve din onun
Tanrı’dan getirdiği on buyrukla kurulmuştur. Ondan sonraki
peygamberler hep onun getirdiği şeriatı korumak için
çalışmışlardır. Son kitap, Malaki peygamberi Tanrı’nın ağzından
nakletliği şu sözlerle sona ermektedir: "Kulum Musa’nın şeriatını,
yasalarını, yargılarını anın. O şeriatı Horeb’de bütün İsrail için
ona ben buyurdum.
Büyük ve korkunç gün gelmeden önce size
peygamber İlya’yı göndereceğim. O da, babaların yüreğini oğullara
ve oğulların yüreğini babalara döndürecektir; dünyayı lanetle vurmayayım diye"... Hıristiyanlığın kurucusu İsa’yı
meydana getiren sözler, Tevrat’ın içindeki daha birçok yoruma
yatkın sözlerle birlikte, bu sözlerdir.
Tanrı’nın bildirdiği on buyruğun dışında, Yahudi
tanrıbilimcilerince saptanan dinsel kurallar da vardır. Bu
kurallar Yahudi tanrıbilimcisi Musa bin Meymun (Maimonides,
1135-1204) tarafından on üç maddede özetlenmiştir: 1- Tanrı
tektir, 2- Tanrı ruhtur ve asla temsil edilemez, 3. Tanrı
ölümsüzdür, 4- Dua sadece Tanrı’ya edilir, 5- İsrail
peygamberlerinin bütün sözleri doğrudur, 6- Tanrı, dünyanın
yarıtıcısı ve koruyucusudur, 7- Musa, peygamberlerin en büyüğüdür,
8- Yasa ve töre tanrıca Musa’ya verilendir, bunun dışında hiçbir
yasa ve töre yoktur, 9- Bu yasa ve töre asla değiştirilemez, 10.
Tanrı, insanların bütün düşüncelerini ve eylemlerini bilir, 11-
Tanrı, buyruklarını yerine getirenlere armağan verir ve
getirmeyenleri cezalandırır, 12- Tanrı, peygamberlerin bildirdiği
Mesih’i gönderecektir, 13- Tanrı, ölüleri diriltecektir...
Tanrı’nın İsrailoğullarına ilk verdiği söz (Ahit) şudur: "Ve Abram
doksan dokuz yaşındayken Rab ona göründü: Ben kaadir Allahım,
dedi, benim önümde yürü ve yetkin ol, seninle aht edeceğim, seni
çoğaltacağım, birçok ulusların babası olacaksın, artık adın Abram
olarak çağrılmayacak, İbrahim (İbr. bütün halkların babası, yüce
baba, demektir) olarak çağrılacak, seni çokverimli kılacağım,
senden krallar çıkacak, senin soyunla aht’imi sonsuz ahit (Ebedi
anlaşma) olarak saptıyorum, bütün Ken’an diyarını sonsuz mülk
olarak soyuna vereceğim ve onların Allahı olacağım" (Tehvin, XVII,
2-8)... Tanrı, bu söz’ü İbrahim’in oğlu İshak’a da yeniler: "Baban
İbrahim’e ettiğim yemini pekiştiriyorum, senin soyunu göklerdeki
yıldızlar kadar çoğaltacağım ve sana bütün bu ülkeleri vereceğim"
(İbid, XXVi, 3-4)... İshak’ın oğlu peygamber Yakub’u İsrail adıyla
adlandırır (İbraniler, bundan sonra İsrailoğulları adını
taşırlar): "Yakub yalnız başına kaldı ve gün ağarıncaya kadar bir
adam onunla güreşti. Yakub’un uyluk başı incindi, bırak gideyim,
gün doğuyor, dedi. Güreşen tanrıydı ve dedi: Beni mübarek
kılmadıkça seni bırakmam, çünkü sen Allahı yendin, artık sana
Yakub değil İsrail denecek (İb. İsrail deyimi Tanrıyla güreşen
demektir). Yakub, Allahı yüz yüze gördüm ve canım sağ kaldı, dedi.
Uyluğu üzerinde aksıyordu. Bunun için bugüne kadar İsrailoğulları
uyluk başı üstündeki kalça adalesini yemezler, çünkü oraya Tanrı
eli dokunmuştur" (Tekvin, XXXii, 24-31)... Tanrı, Musa’ya on
buyruk vermeden önce peygamber Nuh’a yedi buyruk vermiştir. Nuh,
tufandan önce Tanrı’ya yalvarmış ve Ved, Suva, Yegus, Yeuk, Nesr
gibi putlara tapanların cezalandırılmasını istemişti. Kutsal
kitaba göre Tufan bu yüzden olmuş.
Musa, bir tutsaklar soyundan dövüşken kuşaklar yaratmayı
amaçlamıştı. İsrailoğullarını Mısır’dan çıkardıktan sonra kırk yıl
çöllerde dolaştırması bu yeni kuşakları beklemek içindi. Tanrı
onlara bir vatan vaadetmişti, ama bu arzı mev’ud (vaadedilen
toprak, Filistin) gene de dövüşerek elde edilebilirdi. Kölelikten
dövüşçülüğe geçmek için sadece on buyruğu kulaklara küpe edivermek
yetmiyordu. Özgürlüğü tatmış, güçlü, genç kuşakların yetişmesi
gerekliydi. Yüz yirmi yaşına kadar yaşadığına inanılan Musa,
yaşadığı sürece, çevresinde dönüp dolaştığı bu vatana saldırmayı
göze alamadı. Ulusçuluğa yönelen yeni dinin amacı o öldükten sonra
gerçekleşti. [sayfa 48] Sonuç başarılıydı. Yüzyıllarca acı çekmiş,
insanlık gücünü yitirmiş, ezik bir soy, tarihin en güçlü
devletlerinden biri olan Süleyman İmparatorluğuna kadar
yükselmişti.
Ne var ki Süleyman’ın ölümünden sonra bu imparatorluk
parçalandı ve İsrailoğulları gene topraklarından sürüldüler.
Yahudi tanrıbilimcileri bu olayı, Tanrı’nın on buyruğuna bağlı
kalmadıkları için Tanrıca cezalandırıldıkları yolunda yorumlarlar.
İsrailoğulları dünyanın dört bir yanına dağıldılar ve çok acı
çektiler. Özellikle 1930’larda Hitler faşizminde canavarlaşan
soykırımı, uygarlık masallarına karşın insanlığın henüz vahşet
çağında bulunduğunun en büyük kanıtıdır. İsrailoğulları,
yüzyıllarca sonra, vatanlarını yeniden ele geçirmek için, Tanrı
gücünü bir yana bırakıp, çağımızda en geçerli güç olan para gücüne
başvurdular ve Filistin’i satın aldılar. Çağımızın bir uygarlık
çağı olmayıp bir vahşet çağı olduğunu bir kez daha kanıtlamak için
şimdilerde, vaktiyle Hitler’in kendilerine uyguladığı soykırımını
Filistin Araplarına uyguluyorlar.
Düşünce tarihi açısından Yahudi tanrıbiliminin büyük önemi, şu iki
kavramı insan düşüncesine bela etmiş olmasıdır: RUH (İbranice:
Eloah) ve ODUR (İbranice: Yahova). Yirmi beş yüzyıldır insan
düşüncesini saçmasapan hayallere sürükleyen ve her türlü
bilimselliğin karşısına dikilen bu iki kavramdır. Fantastik
düşüncecilik (idealizm) akımı bu iki kavrama dayanır. Bu iki
kavramın düşünsel serüveni kısaca şudur: Musa’nın yaşadığına
inanılan çağda canlıcılık, eşdeyişle ruhçuluk (animizm) inancı
yaygındı. Doğadaki tüm nesnelerin canlı ve ruhlu olduğuna
inanılıyordu. Dağlar ruhluydu, tepeler ruhluydu, kayalar ruhluydu,
ağaçlar ruhluydu, çalılıklar ruhluydu. Yahudi tanrıbilimine göre,
Horeb’de Musa’ya görünen bu sayısız çalılık ruhlarından sadece
biridir.
Bu çalılık ruhu, eşdeyişle çalılık eloah’ı (Arapların
Allah deyimi de buradan geliyor) Musa’ya ben İsrailoğullarının
tanrısıyım, benden başka elohim (İbranice eloah’ın çoğulu:
Ruhlar)’e tapmayın diyor. Görüldüğü gibi, bu katıksız bir tektanrı
anlayışı değil. Sayısız eloah’lar var ama sadece buna tapılacak.
Müslümanlıkta da sürüpgiden Allah’tan başka tapacak yoktur
(Arapça: La ilahe ill-Allah) dogmasının kaynağı da bu. Demek ki
tek tanrı, canlıcılık inancına göre doğanın her yanında bulunan
sayısız ruh’lardan biridir ve tapılacak sadece o olduğu için
tektir. Bu ruh, yirmi beş yüzyıl, tüm idealist felsefelerde
karşımıza çıkacak, ondokuzuncu yüzyılda koca Hegel bile evrensel
oluşumu onunla açıklamaya çalışacak. Elea’lıların Parmenides’inden
günümüzün varoluşçuluğuna kadar tüm idealist öğretilerin üstünü
kazıyın, altlarından kesinlikle bu eloah çıkar. Sözde bilimci
geçinen pozitivist Auguste Compte bile sonunda bir insanlık dini
idealiyle ona varır. İlerde bunları daha ayrıntılı olarak
anlatmaya çalışacağım.
İkinci kavrama gelince: Musa, Horeb’de
karşılaştığı çalılık eloah’ına adını soruyor. O da "ben,
ben’imdir" karşılığını veriyor. Musa "iyi ama kavmim adını sorarsa
ne diyeyim?" deyince çalılık ruhu "ODUR (Yahova) dersin" diyor.
İşte bu odur kavramı, artık tüm idealizme temellik edecek.
Antikçağ Yunanlılarının Elea’lılarından günümüze gelinceye kadar
idealizmin temel savına göre varoluşu bulunanların (eşdeyişle,
bireysel olanların) varlığı yoktur, varlığı olanınsa (eşdeyişle,
tümel olanınsa) varoluşu yoktur. Daha açık bir deyişle, doğada ak
çiçek, ak böcek, ak taş var, ama aklık yok. İdealizme göre ak çiçek, ak böcek, ak taş gelip geçicidir ve görüntüden
ibarettir. Asıl gerçeklik yok olan aklık’tır. Çünkü ak böcek ölüp
gidecek ama aklık hep vardı ve hep var kalacak. İdealizm diliyle
gerçek varlığın varoluşu yok. Demek ki varoluşu bulunanların tümü
(ister masa, ister ağaç, ister kuş, ister insan olsun)
soyutlanarak tek ve değişmez olan varlığa, eşdeyişle odur’a
indirgenir.
Örneğin bu kuştur diyoruz, kuş nedir? Onu ancak birçok
kavramlar yükleyerek tanımlayabiliriz: Omurgalıdır,
yumurtlayandır, akciğerlidir, sıcak kanlıdır, tüylüdür, hayvandır
vb. Kuşu bütün bu niteliklerinden (eşdeyişle, onu tüm öteki
nesnelerden ayırdetmek ve dilegetirmek için ona yüklediğimiz bütün
bu kavramlardan) soyutlayalım. Ortada sadece bir ODUR, mantık
diliyle DIR, idealist dille VARLIK kalacaktır. Masayı, taşı,
insanı, eşeği, teksözle neyi isterseniz soyutlayın. Ortada kalacak
olan ve varoluşu bulunmayan tek ve değişmez (tüm varoluş’larda,
eşdeyişle bireyselliklerde ortak) bir ODUR (varlık)’dan başka bir
şey değildir.
İşte idealizm, Yahudi tanrıbiliminden kaynaklanan bu iki kavramla
daima bilimin karşısına dikilecek. Yirmi birinci yüzyıla pek
yaklaştığımız, şu günlerde bile hala dikiliyor.
ANTİKÇAĞ
İ.Ö. VIII. yüzyılda başlayıp İ.S. V. yüzyılda sona eren devrede
eski Yunan ve Roma kültürlerini içine alan felsefeye antikçağ
felsefesi denir. Bu devreye, ayrıca, klasik ilkçağ adı da
verilmiştir. Antikçağ felsefesinin ilkçağ felsefesinden ayrılığı;
Uzakdoğu, Hint, Mısır, Sümer, Akad, Babil, Asur, Hitit, Fenike,
İsrail, Pers, Kartaca gibi birçok kültürleri dışında bırakmış
olmasıdır. İlkçağ felsefesi deyimi, Yunan ve Roma kültürüyle
birlikte, bütün bu kültürleri de kapsar.
Yunan felsefesi deyiminden, felsefenin kaynağı olan antikçağ
felsefesi anlaşılır. Antikçağ Yunan felsefesi, klasik sıralamaya
göre, İ.Ö. 600 yıllarında ilk düşünür sayılan Thales’le başlar ve
İ.S. 529 yılında politeist Yeni Platonculuğun son sığınağı olan
Atina okulunun Roma İmparatoru Justinianus’un buyruğuyla
kapatılmasıyla son bulur. Atina okulunun son yöneticileri
sırasıyla şunlardır: Proklos, Neapolis’li Marinos, İskenderiyeli
İsidoros, Zenodotos ve Şanılı Damaskios... Okul, Damaskios’un
zamanında kapatılmıştır. Ünlü Sicilyalı Simplikos da Damaskios’un
öğrencisi ve sürgün arkadaşıydı. Aristoteles’e göre ilk filozof,
İ.Ö. X. yüzyılda yaşadığı sanılan Homeros’tur.
Homeros’tan sonra, Aristotetes’in deyimince, ilk teologlar gelmektedir, bunların
başında da İ.Ö. 700 yıllarında yaşayan Askralı Hesiodos vardır.
Hesiodos’un Teogonia adlı yapıtı tanrıların ve dolayısıyla
dünyanın nasıl meydana geldiğini anlatmaktadır.
Dünya edebiyattnın, Mısırlı Amenotep’ten sonra, ilk büyük ozanı
Homeros’tur. Homeros’un İ.Ö. X. yüzyılda yaşadığı söylenir.
Homeros belki gerçekten yaşamıştır ve eşsiz destanlarının ilk
temel taşlarını koymuştur. Ne var ki Homeros adı, kendi
kişiliğinden çok, bir ozanlar grubunu nitelemektedir. Prof. Walter
Kranz Antik Felsefe [sayfa 50] adlı yapıtında İlias ve
Odysseia’nın, aynı ozanın değil, aynı ozan okulunun malı olduğunu
söyler. İlias’ın İ.Ö. 750 ve Odysseia’nın İ.Ö. 700 yıllarında
bittiği bilinmektedir. Aristoteles, haklı olarak, Homeros’u ilk
filozof sayar. Antikçağ Yunan felsefesinin ilk temaları Homeros’un
mısralarında içerilmiştir.
Örneğin Homeros, "Tanrıların babası ve
anası Okeanos’tur" der ki bu, Thales felsefesinin özüdür. Homeros,
insanı tutar ve tanrılar karşısında yüceltir. Ona göre insan
iradesi, tanrı iradesinden de üstündür: "Akhilleus yeniden savaşa
katılacaktır; ne zaman ki göğsündeki yürek buyuracak ve tanrı
kışkırtacak" der. Görüldüğü gibi, burada asıl irade, insanındır,
tanrıya sadece kışkırtıcılık düşmektedir. Homeros’ta açıkça bir
tektanrı eğilimi vardır, sık sık: "Zeus, insanların ve tanrıların
babası" sözünü tekrarlar. İlk nedenin (arkhe) su ve toprak
olduğunu sezdirir, kahramanlarını "Sizler su ve toprak olun!" diye
azarlatır.
İlkçağda insanları otuz beş bin tanrı yönetiyordu. Bütün bu
tanrılar Yunan mitolojisinde özümlenir. Bu özümlenmiş mitolöjiye
Homeros Hesiodos dini deniyor. Hesiodos mitolojisinde ilk özdeksel
gerçeklik olarak Gaia (evrenin yaratıcısı dişi ilke)
ilerisürülmektedir. Gaia’nın Homeros mitolojisinde adı geçmez. Ge
adıyla da anılır. Dünya ya da toprak ana olarak da nitelenir.
Romalılar Tellus’u onunla bir tutarlar. Ne var ki Tellus yer
tanrıçadır, Gaia’ysa bir tanrı değildir, kozmik bir güçtür.
Kendiliğinden doğurma (Yu. Parthenogenesis)’yla erkek ilkeler gök
Uranus’la deniz Pontos’u doğurmuş. Sonra kendi doğurduğu bu erkek
ilkelerle birleşip yersel ve göksel bütün varlıklarla tanrıları
meydana getirmiş. İlkin birleştiği Uranus doğan çocuklarından
tiksinmiş ve hepsini onun karnına tıkmış. Bu tasarım, toprağın
bütün canlandırdıklarını yeniden içine almasını simgeliyor. O da
oğlu zaman Kronos’a babasının erkeklik örgenini kestiriyor ve
bundan sonra Pontos’la birleşiyor. Evrenin ilk egemeni Uranus
böylece oğlunun eliyle tahttan indirilince yerine kendisini
tahttan indiren oğlu (Gaia’nın da torunu) Kronos geçmiş ama o da
çocuklarını yutmaya başlamış. Bunun üzerine Gaia, onun oğlu Zeus’ü
kurtarıp bu kez de onun eliyle Kronos’u tahtından indirmiş (yani,
gene oğul babayı tahtından indiriyor). Zeus böylelikle tanrılar
tanrısı olmuş.
Gerçek bilimin henüz var bulunmadığı dünyamızda bu gibi düşsel
tasarımlara bilim deniyordu. Bu anlamda tanrıların yaratılışını
inceleyen bilim dalına Teogoni, evrenin yaratılışını inceleyen
bilim dalına Kozmogoni, insanların yaratılışını inceleyen bilim
dalına Antropogoni denir. Bu bilimlerde tanrıların, evrenin ve
insanların doğum (nasıl oluştukları)’ları söz konusudur.
Bilimlerin gerekli açıklamaları gerçekleştiremedikleri çağlarda
kozmogoni ve antropogoni de, teogoni gibi, mitolojik alanın
sınırları içindeydi. Evrenin ve insanların oluşumu da, tanrıların
oluşumu gibi, hayal gücüyle açıklanıyordu. Hiçbir bilimsel veriye
dayanmayan insanın hayal gücü, büyük dinlerin, tanrılık
savlarından daha bilimsel varsayımlarla yaratılış olayında daima
doğaya öncelik tanımıştır. Örneğin Sümerlerin yaratılış
efsanelerinde, gökyüzünün henüz bomboş olduğu bir ön zaman’da,
biri dişi ve biri erkek iki tanrı olarak tasarımlanmakla beraber,
tatlı ve tuzlu suların varlığı ilerisürülmektedir.
Bomboş da olsa
bir gökyüzü vardır. İskandinav tasarımlarında tanrılar sıcak
buharlarla [sayfa 51] buzlu sislerin, eşdeyişle iki doğal öğenin
karışımından meydana gelirler. Hint tasarımları ilkin doğanın
varlığını kabul etmişler ve onu Brahman adı altında soyut bir
kavramla dile getirmişlerdir. Brahman, giderek Brahma-Vişnu-Siva
adları altında üç görünümlü tek bir tanrı olarak belirir. Mısır
tasarımlarında başlangıç, su ve bataklık, eşdeyişle doğadır.
Zamanla sular alçalarak bir bataklık ada meydana çıkar, bu adada
bulunan bir yumurtadan da kaz biçiminde tanrı Ra oluşur.
Japon
tasarımları da ilkin biçimsiz bir yumurtanın varlığını kabul eder,
tanrılar gökyüzü ve yeryüzüyle birlikte bu yumurtanın tohumundan
oluşur. Kimi Japon yaratılış efsaneleri gökyüzüyle birlikte
insanın da varlığını ilerisürerler. Bu tasarımlara göre, insan
göğe bir ok atmış ve yeryüzünün bütün varlıkları bu okun deldiği
delikten dökülmüştür. Demek ki yeryüzünde bulunan her şey
gökyüzünde de vardır. Bu Japon tasarımı aynı zamanda, yer ve
yerüstü’yle birlikte, gene her şeyin var bulunduğu bir yeraltı
ilerisürmektedir. Ne var ki yerüstündeki yaşam yeryüzünden daha
tatlı, yeraltındaki yaşamsa yeryüzündekinden daha acıdır (Cennet
ve cehennem tasarımları da böylelikle oluşmuştur). Çin yaratılış
efsanelerine göre ilkin hava, eşdeyişle doğa vardır.
Zamanla Pen-Gu
ya da Pan-Ku adını taşıyan iki tanrısal varlık bu havadan oluşur.
Bu tanrısal varlık havayı yeryüzü ve gökyüzü olmak üzere ikiye
böler ve ölür. Soluğundan rüzgarlar, sesinden gök gürültüleri,
saçlarından yıldızlar, gözlerinden güneş ve ay, terinden
yağmurlar, gövdesinden dağlar, kanından ırmaklar ve denizler
meydana gelir. Borneo’da yaşayan Nigaju-Dayak’lar başlangıçta iki
dağın varlığını ilerisürerler, gökler ve yerler bu dağların
birbirlerine çarpmasından meydana gelir. Bütün bu tasarımların
altında evrenin, tanrısal bir iradeyle değil, zorunlu bir
kendiliğindenlik sürecinde oluştuğu düşüncesi yatmaktadır. Ne var
ki bunu gereği gibi belirtebilmek için doğa (Fr. Natura), evren (Fr.
Cosme) ve dünya (Fr. Monde) kavramlarını titizlikle birbirinden
ayırmak gerekir (Bu kavramlar, özellikle evren ve dünya
kavramları, birçok dillerde birbirleriyle karıştırılmakta ve
yanlış olarak aynı anlamda kullanılmaktadır).
Yukarda sergilenen
tasarımlarda görüldüğü gibi, ilkin su, hava, dağ, buzlu sis, sıcak
buhar, yumurta vb. biçiminde bir doğa vardır. Evren ve tanrılar bu
doğadan oluşurlar. Dünya, genellikle, tanrılar tarafından meydana
getirilir ya da tanrısal bir varlığın parçalanışından meydana
gelir. Dünyalı varlık insan da genellikle tanrılarca yaratılır.
İnsanın, bir yaratıcıya, gerek duyulmaksızın, kendiliğinden
oluştuğunu ileri süren yaratılış efsaneleri de vardır. Her şeyden
önce bir tanrı’nın varolduğunu ileri süren Yahudi dini bile tanrı
yaratımı olarak doğanın değil, evrenin sözünü etmektedir:
"Başlangıçta tanrı, gökleri ve yerleri yarattı. Ve yer ıssız ve
boştu. Ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı. Ve tanrının ruhu
suların yüzü üzerinde hareket ediyordu" (Tevrat, Tekvin, Bap I).
Karanlık ve su, biri göğe ve öbürü yere bağlı olarak doğanın bu
iki parçası, tanrılık irade dışında, yer ve gökle birlikte
kendiliğinden meydana çıkmaktadırlar: "Ve tanrı dedi: Işık olsun.
Ve ışık oldu. Ve tanrı ışığın iyi olduğunu gördü, ışığı
karanlıktan ayırdı" (İbid, 3-4), "Ve tanrı dedi: Sular bir yere
biriksin ve kuru toprak görünsün. Ve böyle oldu. Ve tanrı bunun
iyi olduğunu gördü" (İbid, 9-103). Görüldüğü gibi, tanrı, ışık ve
toprak’ı, kendiliğinden meydana çıkan ve hatta tanrıyı biraz da
şaşırtmış görünen karanlık ve suya karşı birer güç
olarak yaratmaktadır ve yarattıktan sonradır ki böylesinin daha
iyi olduğunu kavrayabilmektedir. İnsansal tasarım, en üstün
aşaması olan tektanrı varsayımında bile, doğanın kendiliğinden
varlığına dokunmaya cesaret edememiştir.
|
|
1
2
3
4
5
6 |
|
|
|
|
|
|
|