|
|
................... |
|
|
DÜŞÜNCE TARİHİ -4 |
Orhan Hançerlioğlu
Remzi Kitapevi, Eylül 1995 |
|
|
................... |
|
................... |
ZEUS
Tanrıların ve insanların babası olarak nitelendirilen Zeus (sözcük
olarak Hint, Avrupa dillerinin göğün parlaklığı anlamındaki div
kökünden geliyor), evren egemenliğini babası Kronos’un elinden
alınca Hint-Avrupalıların yağmur ve hava tanrısı olduğunu unutarak
hükümdarların ulu’su olmayı kabullenip Yunanlıların hizmetine
girmiştir. Atmosferden başlayıp aileye, ahlaka, tarıma, devlete
varıncaya kadar sayısız görevler yüklenmiş bulunmaktadır. Bu arada
kadın peşinde koşmaktan, kız kaçırmaktan, yalan söylemekten,
çeşitli düzenler kurmaktan, öç almaktan da geri kalmamaktadır.
Sekizi ölümsüz tanrıça ve on beşi ölümlü olmak üzere yirmi üç
kadınla evlenmiş, sayısız çocuk ve torun sahibi olmuştur.
Oğullarından Apollon ve Dionysos her ne kadar dördüncü bir
tanrılar kuşağı olarak evren egemenliğini ondan alamamışlarsa da,
onu bir hayli korkutup tedirgin etmişlerdir. Egemenliği süresince
bu iki oğlunu yakından denetlemek zorunda kalmıştır. Antikçağ
Yunanlıları, her ne kadar onun oğlu saymışlarsa da, bu iki eski ve
güçlü tanrıyı onun yerine geçirmemek için kendilerini güçlükle
tutmuş olsalar gerek.
DİONYSOS
Dionysos Yunan öncesi tanrılardandır, Trakya’dan ya da Frigya’dan
geldiği sanılmaktadır. Zeus ve Apollon’la birlikte antikçağ Yunan
düşüncesinin üç büyük tanrısından biridir. Tapımı başlı başına bir
din meydana getirmiştir. Kişiliği, birçok eski tanrıların
karışımından meydana gelmiştir. Çiftçiliğin, bağcılığın, meyve ve
özellikle üzümün koruyucusudur. Romalılar ona Bakkhos (Baküs)
derler ve verimlilik tanrısı Liber’le bir tutarlar. Yunanlılar
onu, Zeus’ün Semele’den doğma oğlu saymışlardır. Semele,
kendisiyle birleşen Zeus’ün ışığına dayanamayıp ölmüş, Zeus de
çocuğunu bacağında saklayıp büyütmüş, sonra da kıskanç karısı
Hera’nın kötülüklerinden korumak için onu keçi kılığına sokmuş, su
perileri arasında büyüyen küçük keçi Dionysos, üzümden şarap
yapmasını at kulaklı ve at kuyruklu Silenos’tan öğrenmiş ve şarap
tanrı olmaya karar vermiş. Arkaik çağın gizemsel din anlayışı
Dionysos’a bağlıdır. Bu dinin büyük özelliği bağlılarının
kudurmuşcasına kendinden geçmeleri (Yu. Ekstasis) ve tanrıyı kendi
içlerine aldıklarına (Yu. enthousiasmos) inanmalarıdır.
Dionysos’a
tapanlar, onun kendilerine vahşi hayvanlar biçiminde göründüğüne
inanıyorlardı. Bu yüzden şarap içip kalabalık sarhoş sürüleri
halinde dağlara çıkarlar, naralar atarak döne döne raks ederler,
karşılarına çıkan hayvanların üstüne kudurmuşçasına
atılıp parçalarlar ve çiğ çiğ yerlerdi. Böylelikle tanrıyı
içlerine almış oluyorlardı. Tanrıyı içlerinde bulundurdukları
inancı onları büsbütün coşturuyor ve kendilerinden geçirtiyor,
büsbütün kudurgan ve saldırgan bir hale getiriyordu. Dionysos
dini, geniş halk yığınlarında, özellikle kadınlar arasında,
yayılmış ve tutulmuştur. Bu tapım, Delphoi tanrısı Apollon
tarafından da tanınmış ve Dionysos’a tapılması Delphoi
kahinlerince Apollon’un buyruğu olarak halka iletilmiştir. Bu
yüzden de her iki tanrının bu tapımda birleştiği inancı
yayılmıştır. Orfik din ve Eleusis gizemciliğinin kaynağı da
Dionysos tapımı’dır. Özellikle Orfik inançlar, Dionysos
gizemciliğinden geliştirilmiştir, örneğin ölümsüzlük inancı
Dionysos’un ölümüyle yeniden doğuşu öyküsünün ürünüdür.
APOLLON
Geleceği haber veren tanrıdır. Genellikle şiir ve müzik tanrısı
olarak bilinen Apollon’un ana niteliği, geleceği haber vermektir.
Homeros, onu Lykia’li ve bu yüzden de Yunanlıların düşmanı olarak
tanıtıyor. Oysa, Yunanlılar onu en kutsal tanrı saymışlardır.
Tanrılar tanrısı Zeus’ün, Leto’dan doğma, en sevgili oğluymuş.
Tanrıların en güzeliymiş. Tanrıça Artemis’in de ikiz kardeşidir.
Leto, Hera’nın kıskançlığından doğuracak yer bulamamış ve ilden
ile kaçmış. Sonunda, ikizlerini Delos adasındaki Kynthos dağında
doğurmuş. Işık-güneş tanrısı olarak beliriyor, her zaman elinde
bulundurduğu şaşmaz okları güneş ışınlarıdır.
Bu açıdan Helios’la
aynılaşıyor ve Phoibos (ışıldayan) adını alıyor. Açık havada
yapılan her türlü işin; tarla bakımının, hayvan bakımının,
kentlerin ve kolonilerin koruyucusudur. Şiir ve müzikte de kutsal
coşkunluğun uyandırıcısı sayılıyor. Hem hastalık saçar, hem
iyileştirir. Tanrılık gücün sözcüsüdür. Heykelleri, erkek
güzelliğinin simgesi olabilecek ölçülerle yapılmıştır. Romalıların
da en çok benimsedikleri ve taptıkları Yunan tanrısı odur. Çeşitli
diyalektik karşıtlıkları içermesi bakımından ilginç bir yapısı
vardır. Kardeşi Eros’un karşıtlığıyla oluşmuştur, hem hastalık
saçmak hem de hastalıkları iyi etmek gibi karşıt niteliklidir.
EROS
Yunan mitolojisinin en ilginç tanrılarından biridir. Kaynağının
pek eski olduğu bilinmektedir. Doğumu üstüne çeşitli anlatımlar
vardır. En doğrusu, onu iki kişilik içinde ele almaktır: Bu
kişiliklerden birincisi, evreni meydana getiren sevgi’dir. Bu
kişiliğinde, Eros, Hesiodos’un anlatımında olduğu gibi, evrensel
oluşmayla birlikte ve kendi kendine bir doğumla meydana çıkar.
Hesiodos’a göre ilkin Khaos (boşluk) varmış. Ondan toprak ana
Gaia’yla Eros oluşmuş. Eros’un ikinci kişiliği sevgi tutkusu’dur
ve bu kişiliğinde kimi anlatımlarda Ares’le Aphrodite’in oğlu,
kimi anlatımlarda Hermes’le Aphrodite’in ve kimi anlatımlarda da
Hermes’le Khton’lu Artemis’in oğlu olarak gösterilir. Başka
anlatımlarda da annesi Eileithyia ya da İris olarak
gösterilmektedir.
Antikçağ Yunanlılarının Orfik dinine göre de
evren yumurtası ikiye bölününce içinden Eros çıkmıştır. Platon’un
bir yapıtında da onun bolluk-tanrı Poros’la yoksulluk-tanrıça
Penia’nın oğlu olduğu söylenir. Romalılar onu Latinleştirmişler ve
Amor adını vermişlerdir. İkinci kişiliğinde kanatlı ve güzel bir
erkek çocuğu olarak tasarlanmıştır. Başı güllerden örülmüş bir
çelenkle süslüdür; ok ve yay taşır, attığı okların saplandığı kişi
çılgınca bir aşka tutulur. Oklarının etkisinden tanrılar tanrısı
Zeus bile kendini kurtaramaz.
Tanrılar, birini aşk ateşiyle
tutuşturmak isteyince bu görevi Eros’a verirler. İkinci kişiliği,
iyice gelişmesi için dünyaya getirilen kardeşi karşıt-sevgi Anteros’la birlikte oluşmuştur (Kimi anlatımlarda Anteros’un
annesi başka bir Aphrodite, Dione’nin kızı Aphrodite’tir). Eros’un
pek çok serüvenleri içinde en ünlüsü Psykhe’yle olan serüvenidir.
Eros’un yanından hiç ayırmadığı ve birlikte gezip dolaştığı sevgi
yardımcıları da vardır. Bunların en ünlüleri Himeros, Pathos,
Peitho ve Hermaphroditos’tur.
ANTEROS
Yunan mitolojisinin ileri sürdüğü bu çok önemli diyalektik kavram
Yunanca karşıt sevgi anlamındadır. Birçok metinlerde karşılıklı
aşk ya da karşılık gören aşk ve seveni mutlu kılan aşk olarak
yorumlanır. Kimi metinler de onu erkekler arası aşk’ın simgesi
sayarlar. Çeşitli halk anlatımlarında bu yorumlara dayanak
olabilecek çeşitli öyküleri vardır. Ne var ki bütün bu öykülerde,
halkın onu kendi anlayışına göre basit serüvenlere çekmiş olmasına
rağmen, Herakleitos diyalektiğine temel olan felsefesel ve çok
önemli bir sezi belirmektedir. Bu sezi, karşıtlığın geliştirici
gücü’nü meydana koyar. Anteros (karşıt sevgi), Eros (sevgi)nin
kardeşidir ve anneleri Afrodit, onu Eros’un daha iyi gelişebilmesi
için doğurmuştur.
Antikçağ Yunan mitolojisine göre Eros, ancak Anteros’un yanındayken gelişebiliyormuş, ona yaklaşınca sevinir ve
ondan uzaklaşınca ağlarmış. İskenderiye anlatımlarına göre de, ona
yaklaştığı zaman büyür ve ondan uzaklaştığı zaman yeniden
çocuklaşırmış. Bu mitolojik inanç, daha sonra antikçağın büyük
düşünürü Herakleitos tarafından Yunanca savaş anlamındaki polemos
kavramıyla dilegetirilen ve bir logos yasası olarak ilerisürülen
karşıtların birliği ve çatışması ilkesini içerir. Nesnel
gerçekliğin söz’le dile getirilişini veren logos kavramı, evrende
bir evrensel yasa’nın varlığını ve her şeyin bu yasayla meydana
gelip bu yasayla oluştuğunu anlatır. İdealist açıdan en yetkin
dile getirilişini Alman düşünürü Hegel’in diyalektiğinde bulan bu
evrensel yasa, daha sonra, bilimsel yerine oturtularak diyalektik
materyalizmin temel yasası olmuştur.
Bir bakıma, ilk bilimsel
düşünceyi de bu sezinin hazırladığı söylenebilir. Çünkü bu sezi,
evrensel düzenin birtakım yasalara bağlı olduğu düşüncesini
içermektedir. Herakleitos bu yasa’nın doğasal, insansal, bilinçsel
olan her şeyde bulunduğunu ileri sürmüştür. Bilim, bu yasaları
bulup meydana çıkarmaktır. Nitekim ilk Yunan düşünürleri de
doğanın düşüncesini edinmek için doğanın kendisini araştırmışlar
ve doğa bilginleri olmuşlardır. İnceledikleri doğa,
karşıtlık’ların birliği olan ve onların çatışmasıyla devinen bir doğadır. Oluşma ve değişme de bu devimle
gerçekleşmektedir. Yüzyıllarca sonra bilimin ve diyalektik
felsefenin bilimsel olarak meydana koyduğu gibi doğasal, toplumsal
ve bilinçsel bütün olgular karşıtlıklarını da içerirler.
Varlıklar; bu karşıtlığın çatışmasıyla gelişir. Evrensel gelişmeyi
sağlayan, nesne ve olgulardaki bu karşıtlıktır. Özdek bu
karşıtlığı içerdiği içindir ki, devimsel ve gelişimseldir.
APHRODİTE
Antikçağ Yunan inançlarında aşk ve güzellik tanrıçası olarak
tapılan Afrodit’in daha birçok tanrılıkları vardır. Aslı Doğuludur
ve verimlilik tanrıçasıdır. Zamanla aşk tanrıçası niteliğini
kazanmış, ilkbahar (bahçeler ve çiçekler) tanrıçası olmuş,
Poseidon’un yanında deniz tanrıçası olarak görünmüştür. Kimi
metinlerde de cinsel dürtü tanrıçası olarak anılır. Hesiodos, onun
deniz köpüğünden doğduğunu söyler. Homeros’a göre Zeus’le
Dione’nin kızıdır, Hephaistos’un kocasını aldatan karısıdır.
Thebai’de Ares’in karısı olarak görünür. Eros, Anteros, Himeros,
Pathos, Peito, Himeneo, Aineias, Enea vb. gibi pek çok çocukları
vardır. Romalılar ona Venus derler. Kythera adası yakınında deniz
dalgalarının köpüğünden doğduktan sonra ilkin Kıbrıs adasına
çıktığı için, ona Kipris (Kıbrıs’lı) ve Anadyomene (su yüzüne
çıkan) adları da verilmiştir. Tatlı gülüşlü olduğundan Khrysee,
güzel çelenkli olduğundan Eystephanos, sevgi dolu yüreğinden doğan
güçsüzlüğünden ötürü Analkis Theos vb. gibi daha birçok adlarla da
anılır.
PSYKHE
Antikçağ Yunanlılarında ilkin ruh kavramı bilinmiyordu, ölümden
sonra bedenli olarak yaşanacağına inanılıyordu. Zamanla gölge
anlayışında bir ruh kavramı gelişti ve ölülerin Hades’de soluk
gölgeler halinde dolaşmakta olduklarına inanıldı. Bu tasarımdan
doğan Psykhe’yi Miletos kralının kızı ve Eros (Aşk)’un sevgilisi
sayan Miletos öyküsü Latin ozanı Apuleius tarafından
Metamorphoseon (Dönüşümler) adlı yapıtında işlenmiştir. Efsaneler
edebiyatının en şiirli parçalarından biri olan bu öyküye göre
Psykhe’ye güzelliğinden ötürü bir tanrıça gibi tapılmaya
başlanmış, Miletos’taki tapınaklarının boşaldığını görüp
kıskançlığa kapılan Aphrodite, oğlu Eros’a onu bir dağ başına
bırakıp bir ejdere aşık etmesini buyurmuş, annesinin buyruğunu
yerine getirmek isteyen Eros, insan ruhunun eşsiz güzelliği
karşısında büyülenmiş ve onu ejdere aşık edeceği yerde kendisi ona
aşık olmuş, onu bir düş sarayına yerleştirmiş ve gecelerini onunla
geçirmeye başlamış, insan ruhunun sevgiyle birleşip sonsuzca mutlu
olabilmesi için sevginin yüzünü asla görmemesi gerekiyormuş,
Psykhe’nin mutluluğunu kıskanan kız kardeşleri, sevgilisinin bir
ejder olabileceğini söyleyerek onu kışkırtmışlar, o da bir gece
dayanamayıp yağ kandilini yakmış ve sevgilisinin yüzüne bakmış, ne
var ki kandilden damlayan bir yağ parçası [sayfa 56] Eros’u
uyandırmış ve sevgi bulutlara karışarak yok oluvermiş, ama bu
yokoluş her ikisinin de özlemini büsbütün arttırmış, Eros, annesi
Aphrodite’e sevgilisini bağışlaması ve kendisine vermesi için
yalvarmış, oğluna acıyan tanrıça, insan ruhunu birçok güç
sınavlardan geçirdikten sonra sevgiyle buluşturmaya karar vermiş,
bu sınavların tümüne katlanan ve çeşitli doğa güçlerinin
yardımıyla başarıya ulaşan insan ruhu sonunda sevgiye kavuşmuş.
PAN
Sözcük olarak Yunanca bütün anlamına gelir. Arkadia çobanlarının
çok eski bir tanrısıdır. Keçi boynuzlu ve keçi ayaklı olduğundan
ötürü Keçiler Pan’ı anlamında Aigipan (Aigis Yunanca keçi
demektir) da denir. Sonraları tanrı Hermes’le ağaç perisi
Penelope’nin oğlu sayılmıştır. Yunan yorumcularına göre tanrı
Hermes, oğlunu bir tavşan postuna sarıp Olympos’a çıkarmış,
çocuğun keçiliğine "bütün" tanrılar gülüp alay etmişler. Doğa
tanrıcılığın kurucusu olan Stoa düşünürleri, onun "bütün"lüğünü
daha akıllıca yorumlayarak, onu evrensel bütünlük’ün simgesi
saymışlardır. Platon’un yazdığına göre Sokrates de ona yakarırmış,
"sevgili Pan, bana ruh güzelliği ver" dermiş.
Öyküleri şiirle
doludur. Syrinks ya da Pandean (Pan’ın kavalı) adıyla anılan yedi
düdüklü flütü o yapmış. Daha sonra Roma’lıların tanrı Faunus’la
bir tuttukları Pan bir gün ormanda dolaşırken Syrinks adlı periye
gönül vermiş, peri ondan kurtulmak için hemen bir sazlık
oluvermiş, ünlü kavalını işte bu sazlıktan koparılan yedi sazdan
yapmış, umutsuz aşkını da içli içli seslendirdiği bu sazla dile
getirmiş. Pitys adlı bir peri kızı da Pan’ı sevmiş, kendisine
zorla sahib olmak isteyen rüzgar-tanrı Boreas (Poyraz)’ın elinden
kurtulmak için çam ağacına dönüşmüş. Pan bu yüzden hep çam
ağaçlarının altında dinlenirmiş, çam ağaçları da bu yüzden poyraz
estiği zamanlar hazin hazin inler ve uyuyan Pan’ı gölgeleriyle
güneşin kavuruculuğundan korurlarmış. Kaynayan öğle saatlerinin
derin ve sıcak sessizliği onunmuş, bu saatlerde hiçbir çoban onun
öğle uykusunu bozamazmış, en küçük bir gürültüden uyanıveren yüce
doğa tanrı öylesine korkunç bir haykırışla bağırırmış ki, panik (Pan
korkusu)’e kapılan kurtlar ve kuşlar saklanacak delik ararlarmış.
Roma imparatoru Tiberius çağında (bu çağ Hıristiyanlığın İsa’sının
yaşadığı ve yeni dini yaydığı çağdır, İ.S. 14-37) ölmüş Pan. Bunu
Kehanetler Üstüne adlı yapıtında Plutarkhos yazar. Kaptan
Thamos’un gemisi Ege denizinden geçerken Paksos adasından esrarlı
bir ses duyulmuş, doğanın yürek paralayıcı bir feryadı olan bu ses
"Epeiros’a gidince bildirin: Ulu Pan öldü!" demiş, Epeiros’a varan
gemiciler hep bir ağızdan doğanın buyruğunu yerine getirmişler,
gemiden kıyılara doğru "Ulu Pan öldü, ulu Pan öldü!" diye
bağırmışlar. O zaman dağlardan, taşlardan, ağaçlardan, bitkilerden
ve hayvanlardan iniltiler yükselmiş, bütün doğa yasa bürünmüş.
Hıristiyanlarca bir mucize sayılan bu öykü, doğanın çeşitli
biçimlerde cisimlenişi ve bundan ötürü de bir doğa dini (Pan dini)
olan çoktanrıcılığın (Paganlığın) yerini Hıristiyanlığa
bıraktığına yorulmuştur.
PROMETHEUS
Prometheus Yunan mitolojisinin en ilginç tipidir. İlk erkek
insanları tanrılardan öcalmak için o yaratmıştır. İlk dişi insan
olan Pandora’yı da ondan öcalmak için tanrılar yaratmıştır.
Böylelikle Yunan mitolojisinde ilk kez çocuk pişirip yedirme
teması dışında yepyeni bir öç alma teması işlenmektedir. Bu
tasarımda, ister erkek ister dişi olsun, insan, bir öç alma
öğesidir. Nitekim Prometheus da öç anlamına gelen Yunanca tisis
kökünden türetilen bir Titan’dır. Bir dev’dir, ama Yunan
mitolojisinin öbür devleri gibi doğadışı, korkunç, acaip bir
yaratık değildir. Tersine, çok akıllı, duygulu, iyicil bir
yaratıktır.
Bencilliklerinden ve despotluklarından ötürü
tanrılara, özellikle de Zeus’e kızmaktadır. İnsanları da evrende
kendine benzer varlıkları çoğaltmak için yaratır. Tanrıların
tanrısal serüvenlerine karşın Prometheus’un insansal serüveni
böylece başlar. Hesiodos’a göre İapetos’la Klymene’nin oğludur.
Atlas, Menoitios (kimi metinlerde Prometheus’un annesi Asia olarak
gösterildiği gibi bu kardeşi de Athos olarak gösterilir) ve
Epimetheus’un kardeşidir. Prometheus, öteki kardeşleri gibi,
tanrısal düzene kafa tutmuş, karşı çıkmış, ne var ki öteki
kardeşlerinden farklı olarak sonunda insanlar yaratmak ve onlara
ateşi (yaratıcılığı, bilimi, uygarlığı) vermekle bu düzeni
değiştirmeyi başarmıştır. Bu yüzden de Zeus tarafından zincire
vurulmuş ve Prometheus Desmotes (Zincire vurulmuş Prometheus)
adıyla anılmıştır. Tanrılarca görevlendirilen bir kartal, sürekli
olarak, her gece yeniden oluşan, karaciğerini kemirmektedir. Onu,
Kafkas dağının tepesindeki bu tanrısal işkenceden bir insan, bir
ölümlü olan Herakles kurtarır. Prometheus "Zeus tahtından
düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yok" der, böylelikle de
insanlığa özgürlüğün yolunu göstermiş olur.
PANDORA
Pandora Yunan mitolojisinin Havva’sıdır. Evrenin ve tanrıların
yaratılışı (Kozmogoni ve Teogoni) konusunda geniş tasarımlar ileri
süren bu mitoloji, insanların yaratılışı (Antropogoni) konusunda
uzun yüzyıllar susmuştu. Bu konuda ilk tasarımlar İ.Ö. V. yüzyılda
ilerisürülmeye başladı. Bu tasarımların ilginç yanı, birçok
mitolojilerden farklı olarak, ilkin tek erkek insan değil, birçok
erkek insanlar (Adem’ler) yaratılmış olması ve uzun bir süre
aralarında bir üreme düşünülmeksizin bir erkekler dünyasıyla
yetinilmesi ve sonunda tanrılar tanrısı Zeus’un Titan oğlu
Prometheus’a düşmanlığı yüzünden erkek insanların başına bela
olması amacıyla ilk dişi insan Pandora’nın yaratılmasıdır.
Efsaneye göre Titan karı koca İapetos’la Klymene’nin dört oğlu
olmuştur: Atlas, Menoitios, Prometheus, Epimentheus. Bu çocukların
dördü de akıl gücü bakımından tanrılara üstündürler ve tanrılara
kafa tutmaktadırlar. Bu yüzdendir ki tanrılar tanrısı Zeus onlara
karşı özel bir kin duymaktadır. Çocuklardan ilk ikisi Atlas’la
Menoitios, tanrılarla titanlar arasındaki [sayfa 58] ünlü savaşa
katılmış ve Zeus tarafından Atlas gökkubbeyi omuzlarında
taşımakla, Menoitios da yer’in dibine kapatılmakla
cezalandırılmıştır. Daha sonra Prometheus karaciğeri kartallara
yedirilerek, Epimetheus da ilk kadın Pandora’yı kendisine eş
etmekle cezalandırılacaktır.
Bu tasarımın ilginç ve kendisine özgü
yanı ilk kadının bir ceza olarak yaratılmış bulunması ve ilk erkek
insanların Titan’lar tarafından yaratılmasına karşı ilk dişi
insanın Tanrı’lar tarafından yaratılmasıdır. İlk erkek insanlar
çok akıllı ve becerikli olan Titan Prometheus tarafından
yaratılmıştır. Bir başka ilginç ve kendine özgü yan da, ilk dişi
insanın tanrılarca erkek insanların başına bela olsun diye
yaratılmasına karşı ilk erkek insanların Titan Prometheus
tarafından tanrıların başına bela edilmek üzere yaratılmış
olmasıdır. Prometheus, tanrılar gibi budala ve duygusuz bencillere
karşı, kendisi gibi akıllı ve duygulu özgeciller meydana getirmek
amacıyla insanları gözyaşlarıyla sulandırdığı topraktan
yaratmıştır. Tanrılar tanrısı Zeus’ün buyruğuyla tanrı Hephaistos
da ilk dişi insan Pandora’yı su ve topraktan bir heykel yaparak
yaratacak.
Yunan mitolojisi insanların çamur’dan meydana
geldikleri tasarımında tektanrıcı büyük dinlerle. birleşmektedir. Pandora, sözcük olarak tüm armağan demektir. Çünkü ona Aphrodite
güzelliğini, Minerva çekiciliğini, Hermes kurnazlığını ve
yalancılığını, bütün öteki tanrılar da tek tek kendi özelliklerini
armağan etmişlerdir. Böylelikle kadın daha varlaşırken tüm tanrı
olmuş bulunmaktadır. İster titan, ister erkek insan olsun, artık
ona hiçbir güç karşı koyamayacaktır. Tanrılara kafa tutan
Prometheus’çu erkek insanlar artık kafa tutamayacakları ve önünde
hemen diz çökecekleri yepyeni bir tanrı’yla karşılaşacaklardır.
Tanrılar iyi ve kötü bütün güçlerini ona devretmişlerdir.
Tanrılarda da bulunmayan us (akıl)’dan başka her şeye sahiptir.
Tanrılar gibi bencil ve duygusuzdur, isteklerinin önüne çıkacak
her engeli gözünü kırpmadan yıkabilecektir. Üstelik, akılsız
olduğundan tanrılara bağlanacak ve tanrılar onun yönetiminde bütün
insanları rahatlıkla yönetebileceklerdir. Tanrılar, Pandora’nın
kişiliğinde böylesine bir güç yaratmış olmakla da
yetinmemektedirler. Ona, bütün kötülükleri ve acıları içine
doldurup bir kapalı kutu vermişlerdir. Tanrıca bencillik
niteliğinden ötürü bir gün dayanamayıp bu kutuyu açacağını
bilmektedirler. Nitekim Pandora, bir gün dayanamayıp kutunun
kapağını açacak, bütün kötülükler ve acılar insanların arasına
yayılacak, kutuda sadece umut kalacaktır.
Kardeşi Prometheus’un
yasaklamasına rağmen Pandora’nın çekiciliğine ve güzelliğine
dayanamayıp onunla evlenen titan Epimetheus, çevresine yayılmış
bulunan bütün kötülüklerin ve acıların ortasında, bu umudu da
kullanmasını ve kendisinden türeyecek kuşaklara kullandırmasını
bilecektir. Pandora’yla Epimetheus’un birleşmesinden birçok kızlar
doğmuştur. Bu kızlarla Prometheus’un yarattığı erkekler evlenmekte
ve yeni insan kuşakları türemektedir. Bu yeni insan kuşakları,
kişiliklerinde, tanrılık bir yanla titanlık (devlik) bir yanı
birlikte sürdürmektedirler.
Tanrılık yan onların metafizik
güçlerini geliştirirken titanlık yan da fizik güçlerini
geliştirecektir. Bu fizik güç, gün geçtikçe, metafizik gücü
boyunduruğu altına alacaktır. İnsanlar artık birbirleriyle
birleşerek üremekte, bundan ötürü de kişiliklerindeki tanrılık yan
her gün biraz daha eriyip gitmektedir. [sayfa 59] Ne var ki artık
tanrılar da insan soyu kadınlara dayanamayıp onlarla birleşmeye,
onlardan çocuklar yapmaya başlamışlardır. Örneğin tanrılar tanrısı
çapkın Zeus bu insan kadınlardan on beşiyle birleşmiş ve sürüyle
çocukları olmuştur.
Artık tanrılarla insanlar birbirlerine
karışmaya ve insanlar tanrılaşırken tanrılar insanlaşmaya
başlamıştır. İnsan tanrılar tanrı insanları büsbütün tedirgin
etmekte, büsbütün safdışı bırakmaktadırlar. Tanrılar tanrısı Zeus
ne yapacağını şaşırmıştır, bu kargaşalığa kesin bir çare
aramaktadır. Sonunda, onları tufan’la yoketme yoluna gidecektir.
Bu yolla onlardan sonsuzca kurtulacağını sanmaktadır. Ne var ki
Prometheus’cu aklı gün geçtikçe daha da gelişen insan, yokolmaktan
kurtulmanın yolunu bulacaktır. Prometheus’un oğlu Deukalion’la
Pandora’nın kızı Pyrrha, bu iki akıllı insan karı koca, kocaman
bir gemi yaparak evreni kaplamış bulunan azgın ve kudurmuş suların
üstünde kalan Parnassos dağına çıkmayı başaracaklardır. Evrende,
bir daha tanrıların oyununa gelmeyecek olan yeni insan soyları
türemeye başlayacaktır.
UYUM
Hesiodos’tan sonra Siroz’lu Ferekides’in Teologia’sı ve Lindos’lu
Kleobulos, Atina’lı Solon, Isparta’lı Khilon, Lesbos’lu Pittakos,
Priene’li Bias, Korinthos’lu Periandros ve Milet’li Thales (ilk
filozof) adlarını taşıyan Yedi Bilge’nin sözleri gelmektedir.
Antikçağ Yunan felsefesi, tarihin pek uzun bir süresini kapsar.
Başka ulusların ermişleri varsa Yunanlıların da bilgeleri var,
diyor Nietzsche. Gerçekten de Yunan bilgeleri, çağdaş bilgeliğin
babasıdırlar. Bu bilgeler, evrenin en güçlü gerçeği olan ölçü’yü
sezmişlerdir. Sanatta ölçü, felsefede ölçü, bilimde ölçü, tek
deyişle yaşamakta ölçü... İyice bakarsak hiç değilse şunu
görebiliriz: Evren, bir ölçü işidir.
Nereden gelip nereye gidiyoruz düşüncesi (kosmogonia), şimdilik ne
yapmalıyız düşüncesinin (ethika) yanındadır. Nereden gelip nereye
gittiğimiz, hele niçin gelip niçin gittiğimiz açık seçik
anlaşılamayınca şimdilik ne yapmamız gerektiği düşüncesi daha bir
önem kazanmıştır. Kısa süren konukluğumuz kendi çabamızla, alın
terimizle çok daha değerlenebilir. İnsanlık, bu düşüncesinin ilk
öğütlerini Yedi Bilge’nin özdeyişlerinden almıştır.
Felsefe tarihçilerinin çoğu, ilk filozof olarak Thales’i (İ.Ö. VI.
yüzyıl) ele alırlar. Thales’e gelinceye kadar, arada, töresel
öğütler veren önemli bir Yunan ozanı daha, Hesiodos (İ.Ö. VIII.
yüzyıl) vardır ki, filozof olarak göz önünde tutulmak gerekir.
Oysa, Thales’le başlayan antikçağ düşüncesine öğütleriyle öncülük
eden Yedi Bilge’nin önemi üstünde birleşilmiştir.
Hellen düşüncesinin bu Yedi Bilge’si kimlerdir? Walter Kranz,
Antik Felsefe Metinleri adlı yapıtında onları Kleobulos, Solon,
Khilon, Thales, Pittakos, Bias, Periandros olarak sıraladığı
halde, bu Yedi Bilge’nin gerçek sayıları bilinmiyor. Birçok
metinlerde başka adlar da Yedi Bilge arasında sayılmıştır.
Gerçekte bu bilgelerin yediden daha çok oldukları
anlaşılmaktadır. Böyle olduğu halde kendilerine, eski Yunanlılarda
kutlu bir sayı olan yedi sayısının yakıştırıldığı sanılıyor. Walter Kranz’ın sıraladığı adlar, çeşitli metinlerde önemle
anılmış olan adlardır. Aşağı yukarı hepsi İ.Ö. VII. ve VI.
yüzyıllarda yaşamışlardır. İçlerinde Solon gibi hukukçular,
Periandros gibi krallar, Pittakos ve Bias gibi devlet adamları
bulunan bu bilgelerin işi, toplumlarına yararlı olmaktı. İlk
filozof sayılan Thales de bu Yedi Bilge’nin arasındadır. Ancak,
Thales, evrenbilim üstünde de kafa yorduğu, ilk nedenin su
olduğunu söylediği için bilimsel bir değer kazanmış, ötekilerse
sadece törebilime işık tutucu öğütler söyleyen kişiler olarak
kalmışlardır.
Rodos’lu Kleobulos, ölçü en iyi şey, diyor, babayı saymak gerek.
Dinlemeyi sevmeli, gevezeliği değil. Hazza hükmetmeli. Zorla
hiçbir şey yapmamalı. Yurttaşlara en iyi öğütleri vermeli.
Çocukları eğitmeli. Halka karşı olana düşman gözüyle bakmalı.
Atina’lı Solon, hiçbir şeyde aşırı olma, ölçülü kal, diyor. Keder
doğuran hazdan kaç. Çabuk dost edinme, edindiklerini de çabuk
gözünden düşürme. Hükmedilmeyi inceleyerek hükmetmeyi öğren.
Yurttaşlarına, en hoşlarına gideni değil, en iyiyi söyle.
Görünmeyenleri görünenlerden çıkar.
Isparta’lı Khilon, tutkularını dizginle, ölçülü ol, diyor.
Dostlarının iyi günlerine yavaş yavaş git, kötü günlerine koşa
koşa. Kendinden yaşlıyı say. Kanunlara uy. Haksızlığa uğrarsan
barış, hakarete uğrarsan öç al. Ölmüşleri öv. Kendini bil, (Delphoi’daki
Apollon tapınağının kapısında yazılı olan, Sokrates’in alıp
işlediği bu sözü Platon şöyle açıklamaktadır: Sadece bir insan
olduğunu bil).
Lesbos’lu Pittakos, uygun zamanı kolla, ölçüyü göz önünde tut,
diyor. Yapmak istediğini söyleme, başaramazsan gülerler.
Başkasında hoş görmediğini kendin yapma. Bahtsızları ayıplama
çünkü tanrıların öfkesine uğramışlardır. Kazanç doymak bilmez,
sana uyanı kazan. Bir kimseyi affeden onun üstüne yükselir, ondan
öç alan onun haline düşer.
Pirine’li Bias, çok dinle, yerinde konuş, ölçüyü kaçırma, diyor.
İnsanların çoğu kötüdür. İşe yavaş giriş, başladıktan sonra sıkı
sarıl. Çabuk konuşmaktan sakın, yanılırsın. Yaptığını düşün.
Güzellikle al, zorlayarak değil.
Korinthos’lu Periandros, bahtlılıkla ölçülü ol, diyor,
bahtsızlıkta düşünceli. Atılganlık aldatıcı bir şeydir. Kazanç
çirkin bir şey. Ana babana layık olduğunu göster. Dostlarına karşı
bahtlılıklarında nasılsan, bahtsızlıklarında da öyle kal. Bütünü
düşün. Sessizlik en güzel şeydir (sükun hali, iç sessizliği).
Kanunların eski, yemeğin taze olsun.
Milet’li Thales de, ölçülü ol, diyor. Kötü yoldan zengin olma.
Babadan kötü şeyi kapma. Kefaletin yoldaşı felakettir. Ana babana
ne etmişsen çocuklarından onu bekle. Kendini dizginleyememek kadar
kötü şey yok. Acınmaktan çok kıskanıl.
Ölçü, ölçü, hep ölçü... Yedi Bilge’nin yedisi de ölçüyü
öğütlüyorlar. Hense Leonard’ın Hellen-Latin Eskiçağ Bilgisi adlı
yapıtının 61. yaprağında arkaik düşünüş başlığı altında, bu ölçü,
şöyle değerlendirilmektedir: "Hellen, kendini parçalanmamış alemin
bir organı olarak görür. Hayatın trajik ahenksizliği ona acı gelse
de gene sonunda yalnız uyum (ahenk, harmonia)’u sezer. Bu uyum,
törebilimde tam ölçü, [sayfa 61] sanatta dengeli biçim, doğayı
tanımada geometrik oran, dinde evrenin düzen verici gücü olarak
kendini gösterir.
İLK FİZİKÇİLER
Dinsel düşünceden kendini sıyırarak bilimsel bir niteliğe dönüşen
ilk düşünce anlamındaki felsefe, İ.Ö. Vi’üncü yüzyılda, antikçağ
Yunanlılarının Miletos (İzmir’in güneyinde Balat köyü) kentinde
başlamıştır. Antikçağ Yunan düşüncesinin ilk üç düşünürü Thales,
Anaksimandros, Anaksimenes Milet’lidir. Milet okulu’na, Efes’li
Herakleitos’u da kapsayarak, İyonya okulu (Os. Medrese-i Yunaniyye,
Fr. Ecole Ionique) da denir. Bakışlarını din’den ayırıp doğa’ya
çeviren ilk düşünürler bunlardır. Milet’lilerin başlıca ayırıcı
nitelikleri fizikçi, kendiliğinden özdekçi ve diyalektikçi
oluşlarıdır. Evrendeki her şeyin kendisinden yapılmış olduğu ilk
neden ya da ilk özdek (Yu. Arkhe) olarak ileri sürdükleri su, hava
vb. gibi özdekleri de canlı olarak düşünmüşlerdir; çünkü bu
özdekler yaratıcıdır ve bütün varlıklar bu ilk özdeklerden
oluşmuştur.
Bu yüzden Milet okulu’nun düşünsel tutumuna canlı
özdekçilik denir. Milet’liler, Aristoteles’in anlatımıyla
bilinmektedir (Aristoteles, Metafizik, a 3, 983, b 6-11, 10)
Onların karşılık aradıkları bütün nesnelerin yapılmış olduğu ilk
özdek nedir? sorusu da Aristoteles tarafından ortaya konulmuştur.
Bu soru, bir açıdan fiziğin başlangıcı olduğu kadar bir başka
açıdan da metafiziğin başlangıcı sayılabilir. Çünkü çeşitli
dönüşümlere uğrayarak evrensel nesneleri meydana getiren ve
böylece sürekli olarak devinen ilk özdeğin kendiliğinden
değişmediğini ve neyse o kaldığını düşündürmektedir. Nitekim, çok
geçmeden, ilk neden nedir? sorusunu oluş nedir? sorusu izlemiş ve
İyonya’lıların değişirlik felsefesi, karşısında, Elea’lıların
değişmezlik felsefesi’ni bulmuştur. Milet’lilerin varsayımlarını,
daha önce gelişmiş, özellikle Mısır ve Babil, bilgileri üstüne
kurdukları kesindir.
Ne var ki onlar, büyük bir düşünsel aşama
olarak, pratik çalışma’yı kuramsal çalışma’ya dönüştürmüşlerdir.
Felsefenin ilk kurucuları sayılmaları da bu yüzdendir. İlk filozof Thales, antikçağ Yunanlılarının pratikte işe yarar özdeyişler
ilerisürmüş bulunan Yedi Bilge’sinden biriydi. Thales "ilk neden
su’dur" demekle pratik yarar düşüncesinden kuramsal bilgi
düşüncesine ilk sıçrayan kişi olarak önem kazanmıştır. Bu sıçrama
bilimsel uğraşının ilk adımı olarak nitelenir. Aristoteles şöyle
der: "Felsefeyle ilk uğraşanlar, bütün nesnelerin ilk temel (Arkhe)’inin
özdek olduğunu sanıyorlardı. Kendisinden, varolan bütün şeylerin
çıktığı ve o ilikten meydana geldiği ve yok olarak ona döndüğü
şeye temel varlık olduğu gibi kalıyor, yalnız durumları değişiyor
öğe diyor, bunun var olanların ilk başlangıcı olduğunu söylüyor ve
bundan ötürü, bu biçimdeki varlaşma olduğu gibi kaldığından,
hiçbir şeyin meydana gelmediğini ve hiçbir şeyin de yok olmadığını
düşünüyorlardı.
Bu türlü felsefenin asıl başı olan Thales, bunun
su olduğunu söylüyor. Bu düşünceye, belki de, bütün varlıkların
besinlerinin nemli olduğunu ve sıcağın da bu nemden çıktığını ve
onunla yaşadığını görerek varmıştır, bir de bütün nesnelerin
tohumlarının yaratılışının nemli [sayfa 62] olmasından. İlk
temelse kendisinden her şeyin meydana geldiği şeydir. Su ise nemli
şeylerin ilk temelidir. Ondan çok daha eskiler de tanrısal bir
düşünceyle doğa üstüne böylesine düşünceler yürütmüşlerdir.
Okeanos’la Tethys’i meydana belişin babası ve anası tanrıların
and’ını da kendilerinin Stkys adını verdikleri su yapıyorlardı.
En
saygıdeğer şey en eski olan şeydir, and da en saygıdeğer şeydir."
Thales’in yaşadığı çağda Miletos kenti, önemli toplumsal ve
ekonomik gelişmeler içindeydi. Tarihçi Rostovtzeff, bu kentte,
önce halkın egemen olup soylu kişileri öldürdüğünü, sonra da
soyluların egemen olarak halktan olanları diri diri yaktıklarını
anlatır (Eski Dünyanın Tarihi, c. I, s. 204). Bu yüzden yoksullar
ve yoksul insanların uğraşısı sanılan felsefe de küçümseniyordu.
Aristoteles’in Politeia adlı yapıtında anlattığına göre Thales bu
kanıyı da değiştirmiş ve astronomi bilgisiyle bol zeytin ürünü
alınacağını bir yıl önceden hesaplayarak zeytinlikleri ucuza
kapatıp zengin olmuştur. Aristoteles şöyle der: "Thales, böylece,
dünyaya, filozofların isterlerse zengin olabileceklerini, ama
tutkularının başka türden olması nedeniyle yoksulluğu
yeğlediklerini de göstermiştir."
Thales, sudan ve denizden, ondan
çıkan bütün canlılıkla birlikte denizsel bir enginlik ve
sonsuzluğu da anlıyordu. Kendisini izleyen Anaksimandros,
Thales’in ilk nedeni su’yun yerine, sonsuz ve sınırsız (Yu-Aperion)’lığı
koyarken bu düşünceden esinlenmiş olmalıdır. Anaksimandros, bu
deyimiyle, göğün sınırları içinde bulunan evrenin karşıtı olarak
sınırsız’lığı ortaya koymuştu (Diels, Doxagraphi Graeci, 376,
3-6). Anaksimandros’un bu varsayımı da, kendisini izleyecek olan
Anaksimenes’in, bu sınırsızlık içinde, evrenlerin çokluğu
varsayımını etkilemiş olmalıdır. Anaksimenes’in üçüncü ilk neden
varsayımı olarak ilerisürdüğü hava (Yu. Aer, pneuma, psykhe) da bu
sınırsızlığı ve sonsuzluğu kapsar. Anaksimenes, salt
sınırsızlık’ın nesnelerin varlaşmasını açıklayamayacağını
düşünmüştür. Ona göre bu sınırsız özdek, seyrekleşip
yoğunlaşmasıyla, nesneleri varlaştıran hava olmalıdır. Daha sonra
Hippias ve Diogenes gibi düşünürler de yetiştirecek olan Milet
okulu’nun, özellikle Thales’in, büyük önemi, insan düşüncesine yol
göstermiş olmasıdır.
Milet’li fizikçi-düşünürlerin üçüncüsü olan Anaksimenes’e göre
hava, seyrekleşerek ateşi ve yoğunlaşarak yeli, bulutu, suyu,
toprağı ve taşları meydana getirir. Fransız metafizikçi ve felsefe
tarihçisi Emile Brehier, ünlü Felsefe Tarihi’nde şöyle der (MEB.
yayını, İstanbul 1969, Miraç Katırcıoğlu çevirisi, c. I, fasikül
I, s. 30-5): "Nesnelerin yapılmış olduğu madde nedir? Bu soruyu
soran Aristoteles’tir. Kendilerinde çözümleri aranan meselelerle
Milet’lilerin uğraşmış olduklarına dair hiçbir kanıtımız yoktur.
Onun için bütün nesnelerin ilkesinin Thales’e göre su,
Anaksimandros’a göre sonsuz, Anaksimenes’e göre hava olduğu bize
öğretilince bu formülleri madde meselesine bir karşılık sanmaktan
sakınmalıyız. Bunların anlamını kavramak için, elden gelirse,
onların gerçekte hangi meselelerle uğraşmış olduklarını
araştırmamız gerekir.
Anlaşıldığına göre, onların uğraşmış olduğu
meselelerin başında bilim tekniği meselesi geliyordu. Bunlar, her
şeyden önce, meteorların ya da astronomi olaylarının mahiyet ve
nedenini, yerdepremleri, yeller, yağmurlar, şimşekler, ay ve güneş
tutulmaları gibi olayları ilgilendiren meseleler ve aynı [sayfa
63] zamanda da yeryüzünün biçimi ve dünyadaki hayatın kaynakları
üzerindeki genel meselelerdir. Bu bilim tekniklerinden bizim
Milet’liler, Yunan ülkelerinde yalnız, Mezopotamya ve eski Mısır
medeniyetlerinin kendilerine iletmiş oldukları şeyi yapıyorlardı.
Babilonya’lılar gibi gözlemleyen kimselerdi.
Bundan başka kendi
kadastroları için şehirlerin ve kanalların planlarını yaparlardı
ve hatta dünyanın haritasını çizmek işine bile girişmişlerdi:
İkinci olarak mekanik sanatlarla uğraşıyorlardı. İnsanın
üstünlüğünü onun teknik başarılarında görürlerdi. Bu görüş en iyi dile getirilişini İyonya’lı Anaksagoras’ta bulur, ona göre insan,
elleri olduğu için hayvanların en akıllısıdır, çünkü el temel alet
olup aletlerin ilk örneğidir. Milet’lilerin orijinalliği, göğü ve
meteorları anlamak için kullandıkları birtakım teşbihleri seçme
tarzlarındadır gibi görünmektedir. Bu teşbihlerde efsanelerin
garabetinden hiçbir şey yoktur, bunlar ya kendi zenaatlarından ya
da doğrudan doğruya yapılan gözlemlerden alınmıştır. Bu
gözlemlerinden biri de özellikle gemicilikle uğraşan Milet’liler
için kara ve deniz fırtınalarının gözlenmesiydi. Ortalık sessizlik
içindeyken az sonra çıkıverecek olan fırtınanın habercisi olan bir
şimşekle birdenbire yırtılıveren kalın ve kara bulutların
peydahlandığı görülmekteydi.
Anaksimandros bunları açıklamaya
uğraşırken bulutla tıkalı kalan yelin kendi şiddetiyle bulutu
parçaladığını ve şimşekle gök gürültüsünün de bu ani parçalanışla
bir arada belirdiğini görüyordu. İmdi Anaksimandros doğayı ve
yıldızların oluşumunu fırtınalarla kıyaslayarak düşünür.
Anaksimandros’un gök hakkında vardığı düşünceyi elde, etmek için,
kalın bulutlar kını yerine yoğunlaşmış ve saydamsız bir hava
kılıfını (çünkü ona göre hava birtakım buğulardan başka bir şey
değildir), iç ve yel yerine ateşi, kılıftaki yırtıklar yerine de
ateşin fırlamasına yolveren bir çeşit soluk yerleri ya da soluk
alma boruları koymak yeter. Bu kılıfların daire biçiminde
oldukları ve bir arabanın dingil boşluğu etrafındaki tekerlek
ispitleri gibi dünyanın etrafına yerleştirilmiş bulundukları
farzedilirse, yıldızlar bizim için artık sadece bu soluk alma
yerlerinden çıkan iç ateşin bir kısmından ibaret olur. Bu soluk
alma yerlerinin aynı anda hep birden kapanmasıyla ay tutulmaları
ve safhaları açıklanmış demektir.
Anaksimandros daire biçimindeki
bu kılıflardan döner olanlarının üç tane olduğunu kabul ediyordu.
Ona göre yeryüzünden en uzakta, güneşle ayın yalnız bir tek soluk
alma borusu olan birer kılıfları, sabit yıldızlarınsa (belki de
samanyolunun) birçok soluk alma yerleri bulunan sadece bir kılıfı
vardır. Bu gibi benzetişler, kozmogoni meselesini yeni bir biçimde
formülleştirmeye olanak sağlar. Göğün oluşması, bir fırtınanın
oluşmasından temelde hiç de farklı değildir. Kabuk ağacı nasıl
sararsa, ilk zamanlarda dünyayı çevirmiş olan ateşin de
parçalanarak daire biçiminde üç tane halkanın içine öylece
dağılmış olduğunu bilmek söz konusudur: İmdi Anaksimandros’a göre
söz konusu olan neden’in muhakkak ki yağmurların, fırtınaların ve
yellerin başlangıcındaki nedenden ibaret bulunduğu sanılır.
Bir
ateş küresini parçalayan ve onu halkalarla kılıflayan deniz
üzerinde peydahlanan birtakım buğu’lardır. Milet fiziğindeki
başlıca olay muhakkak ki ısının etkisiyle deniz suxyunun
buğulanmasıdı. Bu buğulanmanın ürünleri (yeller, bulutlar vb.)
eski Yunan’da akıl bakımından diriltici özellikleri bulunan şeyler
diye gözönünde tutulurdu. Demek oluyor ki [sayfa 64] Anaksimandros,
canlı varlıkların güneşin ısısıyla buğulanan nemlilikte
(rutubette) doğduklarını kabul ederken, sadece, pek eski bir
görüşü izlemiş oluyordu. Bütün bunlar bize, Milet öğretisinin
merkezi olarak Aristoteles’in ileri sürdüğü ilk töz’ün anlamını
açıklamamıza olanak sağlayabilir. Thales, dünyanın çıkmış
bulunduğu şeyin su olduğunu söylemekle, varlıkların maddesini
değil, ancak son derece yaygın kozmogoni konusunu yenibaştan
ortaya koymuş oluyor.
Milet düşünüşünün gelişmesine bakılırsa,
şüphesiz ki bu sudan, denizden ortaya çıkan bütün hayat ile
birlikte denizin engin’liği gibi bir şey anlamak gerekir. Anaksimandros’u Thales’in su’yu yerine kendisinin sonsuz dediği
şeyi koymaya sevkeden şey neydi?.. Öyle görünüyor ki
Anaksimandros’un sonsuz’u büyüklük bakımından engin bir
sınırsız’lıktır... Anaksimenes, hava’yı ilke olarak almakla
Anaksimandros’tan uzaklaşmaz. Hava deyimi, ancak sonsuz’un
mahiyetini açıklar. Bu, sınırları bulunmayan bir hava’dır,
Anaksimandros’un ölümsüz bir hareketle dirilmiş olan sonsuz’u
gibidir. Öyle anlaşılıyor ki Anaksimenes bu hareketin, eşyanın
kaynağını açığa vurabileceğine inanmış değildir. Bir kalbura
verilen hareket gibi, bir kaynaşma hareketi de karmaşık şeyleri
birbirinden pekala ayırabilir ama onları meydana getiremez. Demek
oluyor ki Anaksimenes bu ölümsüz hareketin üzerine eşyanın kaynağı
hakkında bir başka yorum getirip koymuştur. Hava seyrekleşmesiyle
ateşin ve yoğunlaşmasıyla da yelin, bulutun, suyun ve en sonunda
da toprağın ve taşların oluşmasına yol açıyor".
Antikçağ Yunanlılarının ilk düşünceleri özdekçi bir yapıdadır.
Thales’in su’yu, Anaksimandros’un belirsiz ve sınırsız’ı,
Anaksimenes’in soluk-hava’sı, Herakleitos’un ateş’i, hatta
Anaksagoras’ın nus’u hep özdektir. Ruh kavramını hafiften
kurcalayanlar bile özdeği yadsımaya cesaret edememişlerdir. Bu
kurcalayıcıların ilki Anaksimenes, ikincisi de Anaksagoras’tır. Ne
var ki Platon’a gelinceye kadar ruh özdeklikten kurtulamayacaktır.
Tam bu sırada iki büyük Abdera’lı, Leukippos’la Demokritos, özdeğe
gerçek bir temel buluyorlar. Atomcu özdekçilik onların eliyle
sağlamca kurulacak ve günümüze kadar etkisini sürdürecektir. İ.Ö.
V. yüzyıldayız. Sokrates Platon, Aenesidemos-Pyrrhon öğretileri
gibi birbirine karışmış ve birbirinden ayrılamayan öğretileriyle
Leukippos-Demokritos, atomos (bölünemeyen) kavramını ortaya
atıyorlar.
Özdek artık su, hava, ateş vb. gibi belli bir nesneye
takılıp kalmaktan kurtulmuş; oysa atom adı altında hepsinde ortak
olan bir temelde genelleşmiştir. Onlara göre atom, özdeğin artık
bölünemeyen en küçük parçasıdır. Evrende her şey, tanrılar bile,
atomlardan yapılmışlardır. Örneğin bir kaya parçası, bir ağaç, bir
insan, bir yıldız atomlar yığınıdır. Bunlar, çeşitli biçimlerde
birbirlerini çeken sert parçacıklardır. Atomların uzayda yer
kaplamaları ve birbirlerine çarparak devinmeleri iki yeni
düşünceye yer vermektedir: Mekanizm ve boşluk... Yüzyıllarca sonra
Fransız düşünürü Descartes bu düşüncelere sahip çıkacaktır. Abdera’lıların atomculuğu, Epikuros’la Lucretius’un aracılığıyla
Gassendi ve Bacon’a ulaşarak doğabilimlerinin doğuşunu
sağlayacaktır. İnsan düşüncesi, gerçekten pek büyük ve önemli bir
buluş karşısındadır.
KUTSAL MATEMATİK
İsa’dan önce 520 yılında Güney İtalya’dayız. O zamanlar bu ülkeye
Büyük Yunanistan deniyor. Kroton kentinde yıldızlı, sıcak, sessiz
bir gece... Büyük bir tapınağın taraçasında, dokunaklı bir ses
konuşuyor. Dinleyenler arasında kendinden geçenler, bayılanlar,
letarjiye tutulanlar var. Kocaman neft lambaları, taraçanın
ortasındaki Persephone heykelini aydınlatmaktadır. Öğrenciler,
uçsuz bucaksız bir mutluluk denizinde yüzüyorlar. Dokunaklı ses,
usta öğretmen Pythagoras’ın (Fisagor, İ.Ö. 580-504) sesidir.
Öğrettiği de şudur: Evren, bir sayı uyumudur.
Pythagoras, gizli bir din okulu kurmuştur. Öğrencilerine ahlak,
siyaset ve din öğretmektedir. Bu bilimlerin tümüne mathematalar
adını veriyor. İlk anlamı, insan bilgisinin tümünü kuşatan demek
olan matematik sözcüğü de buradan gelmektedir.
Anaksimandros’la din bilgini Ferekydes’in de öğrencisi olduğu
bilinen Pythagoras’a göre, ilk ilke (arché) sayı’dır. Eşya,
duyulur hale gelmiş olan sayılardır. Bilimin amacı, her varlığı
karşılayan sayıları bulmaktadır. Örneğin akıl belli bir sayıdır,
ruh belli bir sayıdır, adalet belli bir sayıdır. Evren, bir sayı
uyumudur. Doğadaki bütün karşıtlıkların kökü, birle çok arasındaki
karşıtlıktır. Oysa, salt (mutlak) bir, ne tek ne de çifttir, hem
tek hem de çifttir. Bir başka deyişle, salt bir, teklikle çiftlik
birlikteliğidir. İlk varlık, olan bir, noktadır. Nokta hareket
ederek çizgi; çizgi, hareket ederek satıh; satıh, hareket ederek
cisim olmuştur. Şu halde her başka cisim, bir başka sayının
karşılığıdır.
Pythagoras’ın gizli din tarikatına girmek pek zordur. İsteklinin
erdemli, akıllı, ağırbaşlı, sır saklayabilecek bir yapıda
bulunması gerekir. Önce, istekliye belli, etmeden uzun ve gizli
bir soruşturma yapılır, sonra da istekli bir dağ başına
götürülerek sınavlardan geçirilir. İstekli, ıssız dağ başında, bir
gece geçirmek zorundadır. Bu sırada istekliyi korkutmak için
birçok araçlara başvurulmaktadır. Korkmadan dayanabilmesi
isteklinin iradesini gösterecektir. Daha sonra düşünsel sınavlar
başlayacak, isteklinin bilgisi ve görgüsü yoklanacaktır. Örneğin
bir yuvarlağın içine çizilen bir üçgenin ne demek olduğu
sorulmaktadır. Yeter karşılık alınınca da alaylar, takılmalar,
küçümsemeler başlar. İsteklinin bütün bunlara ses çıkarmadan göğüs
gererek irade gücünü kanıtlaması gerekir. Hermetisme sınavlarının
sadeleştirilmiş biçimleri olan bu sınavlardan başarıyla
sıyrılabilen istekli, noviciat adı verilen ilk dereceye
alınabilir.
Pythagoras, ilk derecede öğrencilerine hemen hiçbir şey
öğretmemekte, sadece onları dilediği biçime hazırlamak için
yoğurmaktadır. Düşüncesine göre, önce, gençlerdeki sezgi (intution)
yeteneğini geliştirmek gerekir. Daha sonra onlara, ana baba ve
dost sevgilerini, bu sevgiler aracılığıyla da tanrı sevgisini
aşılamak yoluna gidilebilir. Bu aşılamada müzikten de
yararlanılır. Genç öğrenciler, her sabah ve her akşam, şu
şarkıları dinlemektedirler: Ölümsüz tanrılara dön, kendini eşsiz
aşklara bırak, inanını koru... Bil ki, çeşitli uluslarda ve
çeşitli dinlerde dağıtılmış görülen [sayfa 66] tanrılar, tektir.
Evrenin tek tanrısı vardır. Hepsine hoşgörüyle bak, ama gerçeğin
ne olduğunu da bil... Gizlilik aleminde bütün dinler birleşirler.
Sır, söylenmemiştir Oysa körpe kafalar o sırra belki de
kendiliklerinden varabilecek bir biçimde hazırlanmaktadır.
Öğrenci, tanrının ruhunu kendi ruhunda görmeye başlamıştır.
Elinde, heptakord adı verilen yedi telli bir saz vardır. Bu yedi
telli sazdan yedi ses çıkmakta, bu yedi sesten de yedi gizli ses
birleşimi elde edilmektedir Yedi ses birleşimi, ışığın, yedi
rengini, yedi gezegen yıldızı, varlığın yedi biçimini
karşılamaktadır. Eğer insan ruhu, bu yedi sesle akort edilir,
uyumlu kılınırsa ruhunuzdan dinleyeceğiniz şarkı, gerçeğin şarkısı
olacaktır.
İkinci derecede öğrenci, sayılar bilimiyle karşılaşmaktadır. İlk
derecede ortalıkta görünmeyen Pythagoras, ikinci derecede yüzünü
göstererek öğretmenliğe başlayacaktır. Öğrencinin ikinci dereceye
yükseldiği güne, altın gün denilmektedir. Kutsal ve gizli sayılar
biliminde sayı, soyut bir varlık değil, mutluluğumuzu sağlayacak
kutsal bir anahtardır. Kutsal sözler gibi, kutsal sayılar da eski
Mısır ve Asya tapınaklarından gelmektedirler.
İnsanlar bir’le sayar, bir’le düşünürler. Bir, insanla Tanrı
arasında ortak bir ilkedir. Bir, bilenle bilineni, düşünenle
düşünüleni birleştiren ortak bir ölçüdür. Peki, bu ortak ölçünün
öbür ucu niçin görünmüyor? Onu görebilmek için onunla birleşmek
gerekir (Aynı sonuca varan Hermetisme’i ve İslam mistikliğini
hatırlayınız). Ona benzemeye çalışarak ona yaklaşılabilir. İnsan,
eşya gibi edilgin (münfail) değil, onun gibi etkin (fail)
olmalıdır. İnsan, kendisini böylesine yüceltmek için çalışmalıdır
(İnsanca ölümlü, Tanrıca ölümsüz olmak da elimizde, diyen Hermes’i
hatırlayınız): Bir, erkek bir ilkeyle dişi bir ilkenin
birleşmesidir (Orpheus da şu mısraı söylüyor: Tanrısal karı ve
koca olan Zeus...). Gücünüz yeterse sonsuz alemleri idrakinizle
kucaklayınız, orada bulacağınız şey şu olacaktır: Yaratıcı düşünce
ve o yaratıcı düşünceyle sarmaş dolaş ruh, can (l’ame) ve ben...
Evrenin her yönünde rastlayabileceğiniz bu üçlükle, o üçlüğün
ilkesi olan teklikten başka bulabildiğiniz hiçbir şey yoktur.
Evrensel üç leme, tanrısal birliktelik (vahdet) içindedir.
Pythagoras’ın beden, can (l’âme), ruh (l’esprit) üçlemesi Hint’in
Brahma Vişnu Siva üçlemesine uygun olduğu gibi, Hıristiyanlığın
baba oğul ruhülkudüs üçlemesini hazırlamıştır (teslis). Bu üçlüğün
ortak ilkesi de Hermes monoteisme’inin buluşu olan teklik’tir.
Teklik, üçlüğü özetlediği gibi, üçlükle birleşerek dörtlük
görünüşünde de bulunabilir. İşte Pythagoras’ın sayılar biliminin
ana ilkeleri bu ilk dört sayıda toplanmaktadır. Öteki sayılar, bu
dört sayının birbirleriyle çarpılması ve toplanması sonunda elde
edilebilirler. Örneğin kutsal yedi, üçle dördün toplanmasından
meydana gelir ve insanın Tanrı’yla birliğini belirtir. Katsalon,
ilk dört sayının toplamına eşittir ve Tanrılığın sürekliliğini
anlatmaktadır.
Pythagoras da, Hermes gibi, dünyanın güneşin çevresinde döndüğünü
biliyordu. Değil sadece dünyanın, bütün gezegenlerin güneşin
çevresinde dönmekte olduklarını biliyordu. Durgun yıldızlardan her
birinin de bağımsız bir güneş topluluğu olduğunu, onların da bizim
güneş topluluğumuzun yasalarına bağlı bulunduğunu, en küçük
varlıkların bile bir güneş topluluğundan farksız olduğunu ve aynı
[sayfa 67] yasalara göre yaşadıklarını biliyordu. Ancak bu
bilgiler, yaygın bilgiye aykırı bulunduğundan bir sır olarak
titizlikle saklanmış, yazıya geçirilmek şöyle dursun, kulaktan
kulağa fısıldanmakla yetinilmiştir.
KARANLIKLAR İÇİNDE İLK IŞIK
Efes’li Herakleitos (İ.Ö. 540-480), deneydışı felsefenin en büyük
düşünürüdür. Günümüzün birçok bilimsel gerçeklerini, deneysel
bilimden yüzyıllarca önce, şaşırtıcı bir sezişle kavramış
bulunuyordu. Çağdaşlarını öylesine aşmıştı ki iyice
anlayamadıkları için ona, karanlık adını takmışlardı. Çağdaşları
bir yana, koca Sokrates bile, kendisine Herakleitos’un yapıtını
okuyan Euripides’e şöyle demiş: Anladıklarım çok güzel, öyle
sanıyorum ki anlamadıklarım da. Herakleitos’un derinliğine
inebilmek için Delos’lu bir dalgıç gerekiyor.
Herakleitos’un etkileri de pek yaygındır. Stoa okulu,
Herakleitos’tan, yola çıkmıştı. Logos öğretisi, stoa aracılığıyla,
Hıristiyanlığa aktarılmıştır. Goethe, Hölderlin, Nikolaus, ona pek
çok şeyler borçludurlar. Hegel, Herakleitos’un lojiğime almadığım
tek sözü yoktur, diyor. Nietzsche şöyle demektedir: Dünyaya her
zaman gerçek gerekecek, öyleyse her zaman Herakleitos gerekecek.
Soylu bir ailenin büyük oğluymuş. Büyük oğula kalan kral
rahipliğini küçümseyerek kardeşine bırakmış. Yurdunda rejim
değiştirecek kadar güçlüymüş, tiran Melankomas’ı tiranlığı
demokrasiye bırakması için kandırmış ama demokrasi de hoşuna
gitmemiş ve yalnızlığı yeğleyerek bir köşeye çekilmiş. Efes’liler
kendisinden yasalar yapmasını istedikleri zaman karşılık bile
vermemiş onlara. Bir gün Artemis tapınağında çocuklarla aşık
oynuyormuş. Kendisine şaşkınlıkla bakanlara: Ne şaştınız reziller,
demiş, sizinle birlikte devleti yönetmek daha mı iyi sanki?
Herakleitos, çoklukla birlik arasındaki kökten ilişkiyi sezen ve
bütün şeylerden bir şey, bir şeyden bütün şeyler, diyebilen ilk
düşünürdür: Benim değil, logos’un sesini duyduktan sonra bütün
şeylerin bir tek şey olduğunu söylemek bilgeliktir. Bütünle bütün
olmayan, birlik olanla ikilik olan, anlaşma ve anlaşmazlık, bütün
şeylerden bir şey ve bir şeyden bütün şeyler logos’ta birleşirler
(Doğa adlı yapıtından, B 50, 10, 84 a).
Evrendeki sonsuz değişmeyi sezmişti. Bütün cisimleri yalnız bir ve
aynı öğenin değişmeleri saymaktadır: Gündüz gece, kış yaz, savaş
barış, tokluk açlık, ateşin tütsülük buharlarla bir araya gelince
her birinin kokusuna göre adlanması gibi, başkalaşıp değişir. Aynı
şeydir yaşayanla ölmüş, uyanıkla uyuyan, gençle yaşlı. Çünkü
bunlar değişince ötekilerdir ve ötekiler değişince de bunlardır.
Ölümsüzler ölümlüler, ölümlüler ölümsüzlerdir, çünkü bunların
hayatı onların ölümü, onların hayatı da bunların ölümüdür. Soğuk
ısınır, sıcak soğur, yaş kurur, kuru nemlenir.
Birbirine karşı
olan, birlikte giden, birbirinden ayrılanlardan en güzel uyarlık (harmonia).
Görünmez uyarlık görünenden daha güçlüdür. Kendinde ikilik olan
şeyin logos’ta nasıl uyuştuğunu anlamazlar, ters yana dönen
uyarlık yayla lyra’da olduğu gibi. [sayfa 68] Yayın adı hayattır,
işiyse ölüm ama savaşın (polemos) ortaklaşa ve herkes için
olduğunu ve her şeyin kavgaya ve zorunluğa göre olduğnnu bilmek
gerek. Savaş (polemos), bütün şeylerin babasıdır; birtakımlarına
Tanrı olduğunu bildirir, birtakımlarına insan, birtakımını köle
yapar, birtakımınıysa özgür. Karma içkide de katılanlar,
karıştırılmayınca, birbirinden ayrılırlar (Doğa adlı yapıtından, B
91, 67, 88, 62, 126, 8, 54, 51, 48, 80, 53, 125).
Herakleitos’a göre, her şey değiştiği halde değişmeden kalan bir
şey vardır ki logos’tur. Logos, her şeyin nedeni olan tanrıca bir
evren yasasıdır. Logos’un tam anlamı Yunancadan başka bir dille
çevrilemiyor. Söz, anlam, düşünce, akıl anlamlarının tümünü birden
kapsayan bir sözcüktür logos. Sonsuzdan gelen ve sonsuza giden
logos, kendini karşıtlıklar ve çelişmelerle vermektedir. Logos, bu
karşıtlıklar ve çelişmelerle sürekli olarak gelişir ve serpilir
ama bütün bu çelişmelerin ve karşıtlıkların içinde bir ve
değişmeden kalır. Herakleitos bu sonuca kendi deyişiyle şöyle
varmıştır: Kendi kendimi araştırdım (Doğa adlı yapıtından, B 101).
Logos, evrenin en büyük gücüdür. Blosom oğlu Ephesos’lu Herakeitos
der ki: Öğretinin ne demek istediğini anlamak için insanlar,
logos’un sonsuz olduğu kadar sonsuz olarak anlayışsız olacaklar,
duymadan önce de, duyduktan sonra da. Çünkü her şey bu logos’a
uygun olduğu ve kendileri de her an bunu denemekte oldukları halde
denemesizlere benzerler. İnsanlar uyanıkken yaptıklarının farkında
değildirler, tıpkı uykudayken olanları unuttukları gibi. Düşünce,
insanların hepsinde ortaklaşadır. Ortaklaşa olan şeye uymalıdır
ama logos, ortaklaşa olduğu halde çokluk (Herakleitos bu sözle
bilgisiz çoğunluğu küçümsemektedir; Nietzsche, Herakleitos’un bu
sözünü pek çokluk yapmıştır) kendilerine özgü düşünceleri varmış
gibi yaşar.
Nasıl ateşe yaklaştırılan kömürler başkalaşarak
ateşlenirler ve uzaklaştırılarak kömürleşirlerse ruhumuz da
ortaklaşa olanın ardından gitmekle logos’tan pay alır, ardından
gitmezse logos’suz kalır. Akılla konuşmak isteyenler, herkeste
ortaklaşa olanla kendilerini güçlendirmelidirler, tıpkı yasayla
kent gibi ve çok daha güçlü olarak. Çünkü insanların bütün
yasaları bir tek yasadan beslenirler. Çünkü bu biricik yasa
egemenliğini dilediği kadar genişletebilir, herkes ve her şeye
yettiği gibi artar bile. En çok ve sürekli olarak bir arada
bulundukları şey olan logos’la bile anlaşamıyorlar (çoklar) ve her
gün karşılaştıkları şeyler onlara yabancı geliyor. Güven olmayınca
logos, tanımanın elinden kurtulur. İçlerinden ne kadar çoğu
bunlarla karşılaşsa da çoklar böyle şeyleri düşünmezler,
öğrenseler de tanımazlar. Fakat kendilerine öyle görünürler. En
inanılırın tanıyıp bildiği, saklayıp koruduğu öyle görünen
şeylerdir ama hiç kuşku yok ki Hak Tanrıçası, yalanların
uydurucularını ve tanıklarını yakalatacaktır. Ne dinlemesini ne de
konuşmasını bilen kişiler, işittikten sonra anlayışsızdırlar,
sağırlara benzerler, varlıklarıyla yoklukları birdir sözü bunu
onlara kanıtlar (Doğa adlı yapıtından, B 1, 2, A, 16 B, 114, 72,
86, 17, 28, 19, 34).
Herakleitos, her şey ancak karşıtların kavgasından doğar, demekle
diyalektiği pek güçlü olarak kavramıştır: Varlık yokluğu, yokluk
varlığı doğurur. Varlık ve yokluk, olmak ve olmamak, yaşamak ve
ölmek bir ve aynı şeylerdir. Bunlar aynı şey olmasaydılar
değişerek birbirleri olamazlardı, yokluk varlığa, varlık yokluğa,
ölüm hayata [sayfa 69] ve hayat ölüme geçemezdi. Daire çemberi
içinde başlangıç ve son aynı yerde birleşirler. Keçeci
mengenesinin doğru ve eğri yolu bir ve aynıdır. İyiyle kötü bir ve
aynı şeydir. Hekimler kesip dağlayıp üstelik karşılığını isterler,
sanki hastalıklar bunu bedava yapınıyormuş gibi. Zaman, oynayan,
dama taşı süren bir çocuktur. Olduğu yerde kalan hiçbir şey
yoktur. Aynı ırmaklara girenlerin üstüne hep başka sular akar.
Aynı ırmaklara hem giriyoruz hem girmiyoruz, hem biziz hem değiliz
(Doğa adlı yapıtından, B 103. 59, 60, 58, 42; A 6, 5; M 12, 49a).
Ne var ki insanlara, vaktinden önce verilmiş bu kadar gerçek çok
geliyor. O çağın seçkin düşünürleri bile, başta Sokrates olmak
üzere, Herakleitos’un bu sözlerinden pek bir şey anlamıyorlar.
İnsanları tatlı düşlere sürükleyerek günlük acılarını, yaşam
sıkıntılarını, yoksulluklarını biraz olsun unutturabilmek için
fizikötesi düşler gerek. |
|
1
2
3
4
5
6 |
|
|
|
|
|
|
|