|
|
................... |
|
|
DÜŞÜNCE TARİHİ -5 |
Orhan Hançerlioğlu
Remzi Kitapevi, Eylül 1995 |
|
|
................... |
|
................... |
GÖK BOŞLUĞUNDA BİR ZEKA
Fizikçi Anaksagoras, kendinden önce ilerisürülen sınırlı sayıdaki
öğelerle (unsurlarla) yetinmiyor. Ona göre, öğeler sonsuz sayıda,
sonsuz küçüklüktedir.
Bu öğelerden ne bir şey yok olabilir, ne de
bu öğelere bir şey katılabilir (kimyacı Lavoisier yirmi dört
yüzyıl sonra aynı sözü söyleyecektir). Onlar için ne doğma, ne
bozulma vardır. Oluş’la ölüm düşünceleri yanlıştır. Hiçbir şey
yoktan gelmez, hiçbir şey yok olmaz. Olmak yerine birleşmek, ölmek
yerine ayrılmak denmelidir. Yer değiştirmekten, toplanmaktan, dış
görünüşlerin değişmesinden başka değişme yoktur. Öz değişmez.
Özdek (madde) olan bu öğeler cansızdırlar, kendiliklerinden
kımıldayamazlar. Onları kımıldatan, devimleyen bir öğeler öğesi
vardır ki, bu an (zihin, l’esprit)’dır. An, özdek değildir, özdek
olan öteki öğelerin dışındadır, sonsuza değin onlardan ayrı
kalacaktır. An, evrenin düzenleyicisidir, bütün öğeleri son
uygunluğa göre kımıldatmış, düzenlemiştir. Başlangıçta bu özdek
öğeler karmakarışık bir halde bulunuyorlardı, her şey her şeyin
içindeydi. An bunları etkileyince, yaşama kasırgası başladı.
Yaşayan her şeyin bu öğeler öğesi an’dan payı vardır.
Klazomen’li Anaksagoras (İ.Ö. 500-428), antikçağ Yunan
düşüncesinin çok önemli kişiliklerinden biridir. Atina kentini
felsefe alanında uyandıran kişi olarak nitelenir. Doğumuna göre
Empedokles’ten daha eski, yapıtlarına göre ondan daha yenidir.
Güneşin kızgın bir maden külçesi olduğunu söylüyor. Alnında tek
boynuz taşıyan bir koçun alnını yararak tek boynuzun nedenini
gösterip boşinançlara karşı çıkıyor. İnsanın elleri olduğundan
ötürü bütün hayvanların en akıllısı olduğunu ilerisürüyor.
Kendisine kadar Yunan düşüncesine egemen olan öğe (unsur)
düşüncesini bir yana bırakıp Empedokles’in özdek parçacıkları
öğretisini geliştiriyor. Platon’u ve Aristoteles’i etkileyip
günümüze kadar sürüpgelen ikiciliği ortaya atıyor ve nus
(akıl-ruh) terimiyle ruhçuluğu kurmuş oluyor. Anaksimenes’in
psykhe (soluk hava ruh)’siyle meydana çıkan bu ruh, Anaksagoras’ın
elinde bilinç’le aynılaşmaktadır. Anaksagoras bu varsayımıyla
insanlığın başına iki bin yıl sürecek bir dert [sayfa 70]
açmaktadır, ama pratikle denetlenmek olanağından yoksun bulunan
felsefenin zorunlu sonucuna varmaktadır. Gene de o, nus’u pek ince
bir özdek olarak tasarlamıştır: "Çünkü o, bütün nesnelerin en
incesidir, en temizidir" diyor. Ne var ki Platon, onun bu
kavramını özdeklikten büsbütün sıyıracaktır. Aristoteles, nus
kavramı için şunları söylemektedir: "İlk olarak Anaksagoras,
özdeğin karşısına onun egemeni durumunda nus’u koymuştur. Nus’un
yaratan ve özdeğin yaratılan olduğunu söylemiştir. Çünkü her şey
bir aradayken nus gelip, düzenler".
DÜŞSEL VARSAYIMLAR BAŞLIYOR
Düşsel varsayımlar ileri sürmenin tarihi pek eskidir. Özellikle
dinsel alan bu gibi varsayımlarla doludur. Ne var ki bilimsel
alanda kurgunun (spekülasyonun), düşsel varsayımların, eşdeyişle
metafiziğin ve idealizmin başlatıcısı Elea’lılar olmuştur.
İ.Ö. VI. yüzyıldayız. Bilim, henüz emekleme çağındadır. Fiziğin
bittiği yerde zorunlu olarak metafizik başlıyor. İnsanlar,
bilimsel olarak açıklayamadıklarını, hayaller kurarak açıklamaya
çalışıyorlar. Uyduruyorlar, uydurduklarının da doğru olması
gerektiğini savunuyorlar. Bilimle, eşdeyişle pratikle
denetlenemediği için gerçeklerden kopan insan düşüncesi kendi
kendisinin amacı haline dönüşüyor. Düşsel varsayımlar böylelikle
ortaya çıkıyor. İnsan düşüncesini yirmi altı yüzyıldır
yanılgılardan yanılgılara sürükleyen bu çok tehlikeli serüven,
Xix’uncu yüzyılda karşısına eytişimsel ve tarihsel özdekçilik,
öğretisi dikilinceye kadar, durdurulamayacak.
Elea, İtalya’da Napoli’nin güneyinde Latinlerin Velia adını
verdikleri bir kıyı kentidir. Kolophon’lu Ksenofanes, Hellen
kentlerinde yetmiş yıl süren bir geziden sonra burada yerleşiyor.
Homeros’la Hesiodos’un insan biçimli, insan nitelikli tanrılarına
karşı, tanrının tek’liğini savunmaya başlıyor. Görüldüğü gibi,
metafizik ve idealizm; gene de dinsel bir temelden yola
çıkmaktadır. Şöyle diyor Ksenofanes: "Tek bir tanrı vardır. O, ne
vücut ve ne de düşünce olarak insanlara benzer. Tüm görme, tüm
düşünme, tüm işitmedir. Hareketsizdir, her zaman aynı kalır.
Düşüncesi her şeyi yönetir, hem de hiçbir düşünce harcamadan.
Homeros’la Hesiodos, insanlarda ne kadar ayıp ve utanç verici şey
varsa ona yüklemişlerdir; hırsızlık, zina, yalan dolan.. ama
öküzlerin ya da aslanların elleri olsaydı ve bunlar da insanlar
gibi resim yapmasını bilselerdi öküzler öküzlere, atlar atlara
benzeyen tanrılar yaparlar ve onlara kendi biçimlerini
verirlerdi".
Elea’lı Parmenides, ustasının bu dinsel tek’liğini felsefeye
aktarıyor: Varlık, tektir ve değişmez. Çokluk ve değişirlik
görünüştedir. Biz bu görünüşleri duyularımızla algılıyoruz,
tekliğe ve değişmezliğe usumuzla (aklımızla) varıyoruz. Duyular
aldatıcıdır, gerçeği gören sadece ustur. Çünkü, gerçek varlık
görülemez, dokunulamaz, işitilemez; demek ki duyularımızla
algılanamaz. Onu ancak usumuzla kavrayabiliriz.
Elea’lılar (Melissos, Zenon, Gorgias) devimin (hareketin,
eşdeyişle değişirliğin) bir görünüşten ve kuruntudan ibaret
olduğunu tanıtlamak için birbirleriyle [sayfa 71] yarışıyorlar.
Özellikle Zenon, o çağda çürütülemez sanılan, ünlü çıkmazlar (Os.
Teşkikat, Yu. Aporia)’ını ileri sürüyor. Örneğin Aşil kanıtı
adıyla ünlenen şaşırtmacası şöyle: Yunan kahramanlarından Aşil
(çeviklik simgesi)’le bir kaplumbağa (yavaşlık simgesi) yarışa
başlıyorlar. Aşil, kaplumbağanın kendisinden on metre ilerden
yarışa başlamasını kabul ediyor. Kaplumbağanın Aşil’den on kez
daha yavaş hareket ettiğini varsayarak Aşil bir metre
ilerleyinceye kadar kaplumbağa bir desimetre ilerlemiş olacaktır.
Aradaki mesafe ilk adımda 1/10, ikinci adımda 1/100, üçüncü adımda
1/1000, dördüncü adımda 1/10.000 olmak üzere gittikçe küçülecek ve
fakat daima bölünebilir kalacağı için 1/N oranıyla sonsuza kadar
bölünmekte devam edecektir. Bu hesabın sonucu olarak da Aşil,
kaplumbağaya hiçbir zaman yetişemeyecektir... Bu kanıttaki
şaşırtmaca sonsuzluk’la sonsuz olarak bölünebilen sonlu’yu özdeş
kılmakla gerçekleştirilmiştir. Sonlu’nun sonsuzca bölünebilmesi
başka, sonsuz olabilmesi başkadır. Daha açık bir deyişle sonlu,
sonsuzca bölünebilmekle sonsuz olmaz.
Yığın kanıtı (Fr., İng. Sorite) adıyla ünlenen aldatmaca da şöyle:
Zenon, karşısındakilere bir buğday yığınınını gösterip "ben bundan
bir tane buğday alırsam bu yığın gene yığın olarak kalır mı?" diye
sorarmış. Karşısındaki bu soruyu evet’lerse o zaman da "ben bu
yığından bir buğday alırım, kalan gene yığındır, sonra bir buğday
daha alırım, kalan gene yığındır, sonuncu buğday tanesini de
aldığımda senin öncülüne göre, kalan hiçliğin gene yığın olması
gerekir" dermiş. Bunun tersi olarak da bir tane buğday, bir yığın
mıdır? diye sorarmış. Karşısındaki bu soruyu hayır’larsa "öyleyse
ben bu taneye bir tane daha eklerim, sonra bir tane daha eklerim
vb. Senin öncülüne göre, bunların hiçbir zaman bir yığın olmaması
gerekir" dermiş. Bununla da görünüş’ün aldatıcı olduğunu, gerçeğin
her zaman us’ta bulunduğunu tanıtladığını sanırmış.
Çağdaş metafizikçi ve idealistlere göre, metafiziği ve idealizmi
başlatan Parmenides gene de bağışlanmaz bir pot kırıyor, devimsiz
ve değişmez varlık’ın yuvarlak biçimde olduğunu ve uzayda bir yeri
bulunduğunu söylüyor. Buysa onun, ruhsal olmayıp, özdeksel
olduğunu söylemek demektir. Hatırlanacağı gibi, bu potu
Anaksimenes’le Anaksagoras da kırmışlardı, ileri sürdükleri
ruh’ların özdeksel olduğunu söylemişlerdi. Tüm Yunan
metafizikçileri ve idealistleri, bunların en büyükleri olan
Platon’la Aristoteles bile, bu potu kırmakta devam edecek.
Antikçağ Yunan düşüncesinin, çocuksuluğuna ve ilkelliğine karşın,
büyüklüğünü ve temelliğini belki de bu küçük potlarda aramak
gerekir.
İnsan düşüncesine böylelikle musallat olan metafiziğin ve
idealizmin yirmi altı yüzyıllık büyük gücü, tarihin her çağında
egemen sınıfların desteğinden kaynaklanıyor. Çünkü yoksulluk ve
acı çeken geniş insan yığınları ancak bu hayallerle uyutulabilir
ve dizginlenebilir. Yoksa, kurşunlar vızıldayınca kaçmaya başlayan
tabur imamının dediği gibi: "Tehlikeeee melhuuuuz".
Varlıklı ve mutlu küçük bir azınlığa karşı yoksulluk ve acı çeken
büyük insan yığınlarını uyutup dizginleyebilmek için öğütler
gerek. Bundan ötürü, insan düşüncesinin büyük öğütçüleri de bu
yüzyılda ortaya çıkmışlardır.
BÜYÜK ÖĞÜTÇÜLER
Bu öğütçülerden biri Çin’li Kong Fu Tseu (Konfüçyüs)’dür. Şöyle
diyor: Atalarınıza saygı gösterin, ana babanıza sevgi gösterin,
ödevlerinizi baba çocuk ilişkisine kıyaslayarak belirleyin (çırak
usta, karı koca, uyruk prens vb.), insanlarla iyi geçinin, sadık
bir dost olun, kötülüğe iyilikle karşılık verin, insanları sevin,
size yapılmasını istemediğiniz bir şeyi başkalarına yapmayın.
Kendisine, nasıl dua edileceğini soran birine şöyle demektedir:
Benim duam, yaşamımdır. Ona göre insanın amacı, iyi ve uzun
yaşamak olmalıdır. Bunun içinse erdem (fazilet) gereklidir. Erdem,
bir bilgi işidir. Erdemsizlikler bilgisizliklerden doğar. Her
insan, görevini, gerektiği gibi ve eksiksiz olarak yapmalı:
"Kralsanız kral olun, uyruksanız uyruk olun, kocaysanız koca olun,
karıysanız karı olun, çocuksanız çocuk olun". Ölümden sonra ne
olacağını soranlara da "sen daha yaşamın ne olduğunu bilmiyorsun,
ölümden sonrasını nasıl bilebilirsin?" dermiş. Ona göre ölümden
sonrası kesinlikle bilinmemelidir. Çünkü insanlar ölümden sonra
yaşanmadığını bilirlerse ölülere saygı göstermezler, ölümden sonra
yaşandığını bilirlerse sevdikleri ölülere kavuşmak için canlarına
kıyarlar.
En iyisi, hiçbir şey bilmeden yaşamak ve katlanmak.
"İnsan, bildiği şeyi bildiğini ve bilmediği şeyi bilmediğini
bilmelidir, gerçek bilgi budur" diyor.
Bu öğütçülerden ikincisi, aynı yüzyılda Hindistan’da yaşayan
Gotama Buda’dır. O da, aşağı yukarı, buna benzer öğütler veriyor:
Öldürmeyin, başkalarının malını ve karısını almayın, yalan
söylemeyin, acıya katlanın, başkalarının acılarını ve sevinçlerini
paylaşın, iyicil ve merhametli olun, kin gütmeyin, size yapılan
kötülükleri bağışlayın. Buda’ya göre dört büyük gerçek var: Acı
gerçeği (Bizi kendilerine bağlayan bütün nesneler acı vericidir),
istek gerçeği (Acının kaynağı istektir, hiçbir şey istemezsek acı
duymayız), acının yokedilmesi gerçeği (Acının yok edilmesi, ancak
her türlü istekten vazgeçmekle sağlanır), acının yok edilmesine
götüren sekiz yol gerçeği (Katıksız inanç, katıksız irade,
katıksız söz, katıksız eylem, katıksız geçim araçları, katıksız
çalışma, katıksız bellek, katıksız düşünce). Yaşamak, acı çekmek
demek. Acı, yaşamın özünde var. Öyleyse acı çekmemek için,
yaşamanın bütün mutluluklarından el çekmek gerekir. İstememeyi
öğreniniz, istemekten doğan bütün acıları ortadan kaldırırsınız
ama hiçbir şey istemeden yaşamak olanaklı mı ya da böylesine bir
yaşamanın ölümden ne farkı var? Buda, bu haklı soruyu şöyle
karşılıyor: "Ancak elde edebileceğinizi isteyin". Acı çekmenin
nedeni istek’tir. İstekse bilgisizlikten doğar.
Büyük öğütçülerin bir başkası da Yunanlı Sokrates’tir. Sokrates’i
ortaya çıkaran soru şu: İyiyi kötüden kesinlikle ayırabilir miyiz?
Yunan düşünürü Protagoras (İ.Ö. 485-411) bu soruya karşı hayır
demektedir. İyiyi kötüden kesinlikle ayıramayız. Çünkü, her
kişinin ölçüsü kendine göredir. Ölçü, kişilere göre değişir. Genel
bir töre (ahlak) yoktur. İyiyi kötüden kesinlikle ayırabilmek için
genel bir töre bulunması gerekir. Oysa ne genel iyi, ne de genel
kötü bulunmaktadır. İyinin ya da kötünün sayısı, yaşayan kişilerin
sayısı kadardır. [sayfa 73] Töre alanında herkesin birleştiği bir
temel yoktur. Şu halde töreye genel, güvenilir bir ölçü aramak
boşunadır. Bilgilerimiz duygularımızdan gelir. Duyular, kişilere
göre değişir. İnsan, her şeyin ölçüsüdür.
Protagoras’ın bu düşüncesine, Sokrates (İ.Ö. 468-400) karşı
çıkıyor. Protagoras’ın hem çağdaşı, hem arkadaşıdır. Elinde, Delf
tapınağındaki yazılardan aldığı bir bayrak tutmaktadır: Kendini
bil. Çok konuşmuş; hiç yazmamıştır. Platon’un, Ksenofan’ın,
Aristoteles’in yapıtları olmasaydı belki de onu tanımayacaktık.
Matematiği boş, yararsız bulurdu. Doğa bilimlerine sırt
çevirmişti. Cinlere, perilere inanırdı. Tek inandığı bilgi, töre
bilgisiydi. Bu bilgiye de, devleti sağlam temeller üstüne oturtmak
gerektiğini düşünerek varmıştı. Oysa, devletin tanrılarına
inanmamakla suçlandırıldı, devlet eliyle öldürüldü.
Sokrates, sofistlerin okulundan yetişmişti ama sofist değildi.
Oysa, "Bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir" derken
sofistlerle, Protagoras’la birleşmektedir. Fizik alanında
kesinliğe inanmamakta, kesin olarak hiçbir gerçeğe
varılamayacağını savunmaktadır. Ona göre tek kesinlik, erdem
bilgisidir.
Çünkü, diyor Prutagoras’a karşı çıkarak, ölçüler kişilere göre
değişirse, toplumu hangi değerler üstüne oturtacağız? Devlet
gereklidir, sosyal düzen gereklidir. Bu gerekli kuruluşların
sağlamlığı, sürekliliği içinse genel bir töre gereklidir.
Protagoras, insanları değil, insanı görmeliydi. İnsanlar
arasındaki ayrılıklar, başkalıklar görünüştedir. İyice incelenecek
olursa iyiye olan eğilim her kişide aynıdır. Kişilerin içinde
uyuyan bu ortak eğilim, ancak öğretimle ortaya çıkarılabilir.
Erdem, öğrenilir. Kişiler bilmedikleri için kötüdürler. Erdem
birdir, bölünmez, ayrılmaz. Bir davranışta, erdemli, başka bir
davranışta erdemsiz olunamaz. Erdem varsa kişinin bütün
davranışları ona uygun olmak zorundadır. İnsan, kendini bilmeli,
tanımalıdır. Erdem, insanın kendini bilmesi, tanımasıdır. Fizik
alanında şey’lerin nedenini çözemeyiz ama kendimizin ne olmamız
gerektiğini bilebiliriz. Erdemli olmamız gerekir, çünkü erdemli
yaratılmışız. Erdem, bizim yapımızda saklıdır. Bu bilgi, elde
edebileceğimiz tek bilgidir. Törenin dışında başkaca hiçbir konuda
felsefe yapılamaz. Öğretim, insana hiçbir yabancı şey vermez,
ancak insan zihninde gizli bulunan tohumları uyandırır, büyütür,
geliştirir.
Kişiler, toplumu meydana getirdiklerinden ötürü önemlidirler.
Devlet, erdemli kişilere dayanmalıdır. Kişiler erdemsiz olursa,
toplumları da çürük olur. Devletin sağlam bir temele oturabilmesi
için kişilerin kendilerini tanımaları, bilmeleri gerektir.
Erdemsizlik, bilgisizliğin sonucudur. Bilgiye kollarını açan her
insan, erdeme doğru ilerler. Erdem bilgidir. İnsan her şeyin
ölçüsüdür ama Ahmet her şeyin ölçüsü değildir. Erdem, insanın
yapısında vardır, bu arada Ahmet’in yapısında da vardır. Ancak
öğretimle meydana vuruluncaya kadar Ahmet, değil her şeyin ölçüsü,
kendi kendisinin bile ölçüsü olmamalıdır. Ahmet, gerçek bir ölçüye
varabilmek için, önce kendini bilmelidir. Bu da bilgiyle olur,
kendiliğinden olmaz. Yapımızdaki güç, gerçek bir güç olabilmek
için deşilmek ister; uyandırılmak, büyütülmek, geliştirilmek
ister. İnsan yapısı, Ahmet’in yapısı değil, insanlığın ortak
yapısıdır.
Oysa, iyiyi kötüden ayırıp seçebilmek için özgürlük gereklidir.
Özgür müyüz?
Sokrates düşüncesinde, özgürlüğün, hafifçe kımıldamaya başladığını
görüyoruz. Düşünce, bütünüyle bir kadercilik düşüncesidir ve
özgürlüğe yer vermemektedir. Gene de, Devlet’in onuncu bölümünde,
çeşitli kaderler arasında bir seçmenin sözü ediliyor (seçme
kavramı, günümüz varoluşçularına kadar sürüp gelecektir): Belki
arayıp bir adamını buluruz da bize iyi ve kötü yaşamları ayırt
etme gücünü ve bilgisini kazandırır. İşte Gladukon, insan için en
zor an, bu seçme anıdır. O zaman belki bütün bu yolların
hangilerini birleştirip hangilerini ayırarak, yaşarken
hangilerinin bize ne hayrı olacağını hesaplayarak her yerde ve her
zaman mümkün olan en iyi yaşamı seçebiliriz. Öyle bir adam
bulursak öğrenelim ondan güzelliğin, yoksulukla zenginliğin, şu ya
da bu yatkınlıkla ne türlü birleşmesinden iyilik ya da kötülük
çıkacağını...
Bütün bunları düşünür, ruhun aslını da göz önünde
tutarsak, yaşamların iyisiyle kötüsünü ayırt edebiliriz. İyisi
derken, başka her şeyi bir yana atıp, ruhu daha iyi edecek yaşamı
anlarız, kötüsü derken de ruhu daha kötü edecek yaşamı... Çünkü
yaşarken de, öldükten sonra da böyle bir seçmeden en çok iyilik
göreceğimizi biliyoruz artık. Hades’in ülkesine (ölüm ülkesi)
giderken bu inanç, çelik gibi sert olmalı içimizde. Öyle olmalı
ki, orada para hırsı ve o cinsten kötülükler gözlerimizi
kamaştırmasın. Orta yaşamları seçelim daha çok. Hem bu yaşamda,
hem de daha sonrakilerde (Sokrates Platon düşüncesi, insanın
çeşitli yaşamlara kavuşacağına, dünyaya daha birçok kez geleceğine
inanmaktadır), yukarı ya da aşağı uçlardan kaçınalım. Çünkü
insanın mutluluğu buna bağlıdır (Platon, Devlet, onuncu kitap, 618
B, C, D, E ve 619 A, B).
Bu sözlerde, töresel (ahlaki) anlamda da olsa, bir özgürlük
düşüncesi kımıldamaktadır. Sokrates iyiyle kötü arasında bir seçme
yapabileceğimizi öne sürüyor. Seçmenin bulunduğu her yerde,
özgürlük var demektir. Bu sonuç, Sokrates’in töresel düşüncesinde
de belirmektedir. Sokrates’e göre iyi, insanı mutluluğa götürür.
Aklımız iyiye erseydi, iyiye yönelmemezlik edemezdi. Çünkü akıl
dışında başkaca bir istem (irade) yoktur, akıl ve istem aynı
şeylerdir. Başka bir deyişle, iyiye eren aklınız iyiye yönelmek
zorundadır. (Burada da, Sokrates’in demek istediği kader olduğu
halde, zorunluk kavramı hafifçe kımıldamaya ve kader kavramından
kopmaya başlıyor). Aklımızın iyiye ermesi bir bilgi işidir. Akıl
bu bilgiyi edinmemişse, gene zorunlu olarak, iyiye yönelmeyecek ve
bedensel yapının (iştahların) zorunluğuna sürüklenecektir. Daha
açık bir deyişle, iyiyi bilirsek zorunlu olarak onu seçeceğiz,
iyiyi bilmediğimiz için zorunlu olarak kötüyü seçiyoruz.
Sokrates, bu düşüncesini kanıtlamak için, kandırıcı örnekler de
veriyor: Yaramıza bıçak vurduruyoruz. Çünkü aklımız, ilerideki
büyük acıdan bizi korumak için şimdiki küçük acıya katlanmamızı
gerektiriyor. Bedensel hoşlanmalar yolunu seçen yarasına bıçak
vurdurmaz ama bir süre sonra ölüp gider. Acıdan kaçmak, hoşlanmaya
ulaşmak, bedensel hoşlanmaların peşinde gitmekle değil, aklın
peşinde gitmekle gerçekleşir. Buysa, bir bilgi işidir. Bu bilgiyi
bilmediğimiz sürece, zorunlu olarak, yakın hoşlanmayı, ilerideki
acılarını düşünmeden seçeceğiz. Bu bilgiyi biliyorsak yakın acıyı,
ilerideki hoşlanmayı düşünerek, seçmek zorundayız. Bedensel
hoşlanmaların kaderine karşı, aklın kaderini seçmekte özgürüz ama
bu, bir bilgelik işidir ve bilgelik özgürlüktür. Mutluluk,
bilgelikle gerçekleşebilir.
Sokrates, tümevarım (endüksiyon) yönteminin kurucusudur, çünkü tek
tek durumları ele alarak tüme varmaktadır. Sokrates, Yunan
aydınlanmasının da kurucusudur, çünkü insan yaşamının ölçülerini
hiç eleştirmeden olduğu gibi kabul eden gelenekçiliğin tersine, bu
ölçüleri aklın süzgecinden geçirerek aydınlığa çıkarmıştır. Hiçbir
şey bilmediğimi biliyorum ünlü sözü, kuru bir şüphecilik değil,
böylesine bir aydınlanma yöntemidir. Antikçağ Yunan düşüncesinde
Platonculuk, Megara okulu, Kirene okulu, Kinik okul ve Elis
Eretria okulu Sokratesçiliği, çeşitli yanlarından alarak
sürdürmüşlerdir.
Antikçağ Yunan düşüncesinde Eukleides, Elis’li Phaidon,
Antisthenes, Aristippos ve izdaşları Sokratesçi sofistler adıyla
anılırlar. Çünkü bunlar, düşüncelerinde, Sokrates’i bilgicilik
(sofizm) doğrultusunda yorumlamışlardır. Bu düşünürlerin
öğretilerinde bilgici öğeler pek güçlüdür. Örneğin, Kinizmin
kurucusu Antisthenes, Sokrates töreciliğinden yola çıktığı halde
töreyi umursamazlığa varmıştır. Çünkü töre, insanı gevşetir,
rahata kavuşturur, oysa insan, hazzın bu türlüsüne de sırt
çevirerek yaşayabilmek için dayanıklı olmalıdır. Hedonizmin
kurucusu Aristippos bireycidir, topluma değer vermez, istenen haz
bireysel hazdır, onun için de ölçü Protagoras’ın dediği gibi,
bireysel insandır. Megara okulunun kurucusu Eukleides,
bilgicilerin sanatı olan eristik sanatını geliştirmiştir, öğretisi
göreciliğe yönelen şaşırtıcı, tasımlarla süslüdür. Bu örneklerde
görülen genel töreyi yadsıma, bireycilik, eristik bilgici temalar
ve yöntemlerdir.
Platon’un bütünsel Sokratesçiliğine karşı olarak Megara, Kirene,
Kinik ve Elis Eretria okullarının Sokratesçiliklerine tek yanlı
Sokratesçilik adı verilmektedir. Çünkü bu okullardan her biri
Sokrates’in öğretisini bütünüyle değil, belli bir yanından alarak
işlemişlerdir.
İnsan, elbette mutluluğunu arayacak. Soru şudur: Mutluluk nerede?
MUTLULUK KÖPEKLİKTE
Sokrates’in öğrencisi Atina’lı Antisthenes (İ.Ö. 444-368), insanın
tam bağımsızlık ve özgürlüğünü savunan, erdeme ve mutluluğa
böylelikle erişebileceğini ilerisüren bir okul kurmuştur.
Antisthenes’e göre, insanın ereği mutluluktur, mutluluk da her
türlü bağdan kurtulmuş içsel bir özgürlükle gerçekleşir.
İstenilecek tek şey erdem, kaçınılacak tek şey erdemsizliktir.
Gerçek erdem, insanın hiçbir değere bağlı ve tutsak olmamasıyla
elde edilir. Bunu sağlamak için de insanın bütün tutkularından
sıyrılması gerekir. İnsan hiçbir hazzın, isteğin, sağlığın,
zenginliğin, güzelliğin, şan ve şerefin peşinden koşmamalıdır...
Kinik adı, bir anlayışa göre, okulun kurulduğu Kynosarges
gymnasiomundan, başka bir anlayışa göre, Yunanca köpek anlamına
gelen kyon sözcüğünden türemiştir. İkinci anlayışa göre, doğasal
bir yaşayışı yeğleyen, hiçbir topluluk kuralına aldırmayan,
pasaklı bir kılıkla gezen, uygarlığı küçümseyen bu kişiler
kendilerine takılan köpek adını benimsemişler.
Kinizm, Sokratesçi
bir okuldur. Antisthenes de Sokrates gibi töresel bir amaca [sayfa
76] yönelmeyen bilimleri küçümser, erdemin bilgiyle elde
edilebileceğini savunur, yaşamın amacı olan mutluluğu erdemlilikte
bulur. Kinikler, doğasal bir yaşayışı yeğlemekle Stoa okulunun
öncüleri sayılabilirler, bu açıdan Hıristiyanlığı hazırladıkları
da ileri sürülebilir. Kiniklerin doğasal yaşayış düşüncesi,
sofistlerin insansal değerlerin doğaya aykırı bulunduğu
düşüncesine dayanmaktadır. Antisthenes, bu bakımdan, ilk öğretmeni
sofist Gorgias’ın Elea öğretisinden yararlanmıştır. Kinizm
öğretisini, kurucusu Antisthenes’ten sonra Krates, Kseniades,
Oneskrites, Sinop’lu Diogenes sürdürmüşlerdir.
Fıçı içinde yaşayan Diogenes (İ.Ö. 412-323), Kinik düşünürlerin en
ünlüsüdür. Sokrates’in öğrencisi Atina’lı Antisthenes, bir hayli
yaşlandığı sırada, bütün dünya zevklerine ve özentili felsefelere
sırt çevirmişti. Soylular arasında ve zevkli bir ömür sürerek
yaşlandığı halde birdenbire doğaya dönmüş, doğaya uygun yaşamayı
yeğlemişti. Köleler gibi giyiniyor ve "zevk almaktansa ölmeyi
yeğlerim" diyordu. Öğretmeninden öğrendiği erdem anlayışını
herkesin anlayabileceği bir dille anlatmaya başlamıştı. Her türlü
mal ve mülk edinmeye, kölelik ve aile kurumlarına, din inançlarına
karşı çıkıyor ve çevresindekilere iyilik öğütleri veriyordu.
Tutuklanmış bir kalpazanın oğlu olan Sinoplu bir genç, Diogenes,
ona yanaştığı zaman kendisinden hiç hoşlanmamış ve sopayla döverek
onu kovmuştu. Diogenes direndi ve Antisthenes’in mesihvari
sözlerine uyarak her şeyden el etek çekip bir köpek gibi yaşamaya
başladı. Öğretiye köpeksi adı verilmişse herhalde Diogenes
yüzündendir. Ölüleri gömmek için kullanılan toprak bir kap içinde
yaşıyor ve felsefesini eylemiyle geliştiriyordu. Diogenes,
Antisthenes’in aklından bile geçirmediği bir biçimde bütün
geleneği yadsıyarak her türlü ruhsal ve bedensel isteklere sırt
çevirmiş, kendisini doğanın içinde doğal bir varlık gibi özgür
kılmıştı. Gerçek erdeme böylesine bir özgürlükle varılabileceği
kanısındaydı. Antisthenes’in erdem öğütlerinden çok Diogenes’in bu
eylemsel felsefesi halk arasında tutunmuş ve Krates, Kseniades,
Oneskrites vb. gibi köpeksi düşünürler yetişmiştir.
MUTLULUK KEYFETMEDE
Mutluluk, bir yaz denizinin karşısında, bir ağaç gölgesindedir.
Tedirgin edilmeden üstünde uyunan bir toprak parçasındadır. Bir
bahar sabahında çıplak ayakla koşulan ıslak çimenlerdedir. Sıcak
bir günün bitimine doğru, birdenbire esiveren serin bir yeldedir.
Güvenli bir düşüncenin aydınlığında, uygun bir sesin
titreşimindedir. İstekle ısırılan bir peynir diliminde, yanarak
içilen bir yudum suda, özlemle aranan bir fincan kahvededir.
Bakkaldan alınan bir paketi taşırken dergilerden yapılmış
kesekağıdında göz ucuyla okunuveren güzel bir sözdedir. Günün ilk
aydınlığında, gecenin son karanlığındadır. Özlenen sevgilinin
dudaklarındadır. Bir annenin okşayışında, bir babanın bakışında,
bir çocuğun gülüşündedir.
Çevremiz mutluluklarla doludur.
Sokrates’in ünlü öğrencisi Aristippos’a göre de her davranışın
nedeni, mutlu olmak isteğidir. Yaşamanın ereği hazdır. Bizim haz
dediğimize Yunanlılar hedone, [sayfa 77] İ.Ö. IV’üncü yüzyılda
yaşayan Kirene’li Aristippos’un felsefesine de hazcılık anlamına
hedonisme diyorlar. Aristippos, yaşama sanatının büyük ustası
sayılmaktadır. Antikçağ tarihçilerine göre yaşamasını iyi bilir,
öğrencilerine örnek olurmuş. Dionisios’un sarayında oturmaktan
hoşlanırmış. Sokrates’in okuluna kapılanmadan önce duygucu bir
sofistti.
Demokritos ve Profagoras’la beraber bilgilerimizi
duygularımıza borçlu olduğumuzu savunuyordu. Oysa, Sokrates’e
kapılandıktan sonra da bu temel düşüncesini değiştirmemiş,
Sokrates’in töreciliğiyle geliştirmeye çalışmıştır. Sokrates’in
töresel hoşnutluğu (ahlaki memnuniyet, eudaimonia) Aristippos’ta
gündelik haz (hedone) olmuştur ama o, bu yoldan da, aşağıda
görüleceği gibi, belki biraz daha açıklıkla, Sokrates’in vardığı
sonuca varmaktadır.
Aristippos’a göre, insanı insan eden duygudur. Çevremizi dolduran
eşyanın aslında ne olduklarını bilemeyiz. Onlar, bizim için, ancak
bize göründükleri gibidirler. Aslında ne oldukları da, hiçbir
zaman bilemeyeceğimize göre, pek umurumuzda olmamalıdır.
Bilgilerimiz, duygularımızla alabildiğimiz kadardır, bundan öteye
geçemez. Yaşamanın ereği de, tıpkı bilgilerimiz gibi, gene bu
duyularımızla aldığımız hazdır. Yaşamaktan alabildiğimiz kadar
zevk alalım, ancak ölçüyü de kaçırmayalım (Ölçü işe karışınca
Sokrates’in etkisi başlamış demektir). Akıl, duyuların sonsuz
isteklerine karşı koymalıdır. Erdem, haz almakta ölçülü olmaktır.
Gerçek haz, sürekli olandır. Sürekli olan hazza da bilgelikle
varılabilir. Bilgenin hazzı, kendi kendinden hoşnut olmasıyla
belirir. Kendi kendinden hoşnut olmaksa töresel hoşlanmadır
(ahlaki haz). Bilgelik, gündelik hazları küçümsemek, sürekli
hazlara, töresel hazlara yönelmek demektir.
Aristippos’un Hazcılık okulu birçok ünlü düşünürler
yetiştirmiştir. Bu hazcı öğrencilerden Theodoros’la Evhemeros,
hazcılığı dinsizliğe kadar götürmüşler, İ.Ö. dördüncü yüzyılda
tanrısızlığı (atéisme) savunmuşlardır. Hele Evhemeros’un bir
kuramıyla günümüz dinler biliminin temeli atılmış olmaktadır.
Evhemeros’un bu kuramına göre tanrılar, ölümlerinden sonra
insanlarca tanrılaştırılmış olan insanlardan başka bir şey
değildir.
Aynı çağda yaşayan bir başka hazcı, Hege’sias, hazcılığı tüm
kötümserliğe (pessimisme) götürmüştür. Ona göre mutluluk, bir
kuruntudur, çünkü her yaşayışta acılar hazlardan fazladır. Saf
mutluluk yoktur, her mutluluğa az ya da çok acılar karışmıştır.
Öyleyse yaşamanın ereği haz, ne yapsak elde edemeyeceğimiz bir
erektir. Şu halde yaşamak değersizdir, gerçekleşemiyor demektir.
Günlük olayların hazzını arayan insan, buna hiçbir zaman
varamayacağı için, kendisini öldürmelidir.
Erdem, erdem içindir.
Bunu ancak böyle bilenler; erdemi başka nedenler yüzünden değil,
sadece erdem için isteyenler, bir başka deyişle bilgeler (hakim,
filozof), yaşamakta bir değer bulabilirler. Erdeminden ötürü
kendinden hoşnut olmak erişilebilecek bir erek (gaye),
varılabilecek bir sonuçtur. Çünkü erdem, ancak yaşayanlar içindir.
En üstün iyi, erdemdir. Bu bakımdan, erdemin bir zorunluğu
olduğundan yaşamak da bir çeşit iyiliktir. Erdem, yaşamakla
mümkündür. Şu halde yaşamakta, kendiliğinden, biraz erdem vardır.
Ancak bu durumdadır ki, töresel idealizm, kötümserliği imkansız
kılar.
Aristippos’un öğrencisi Hegesias’ın düşüncesini yalın bir deyişle
şöyle özetleyebiliriz: Bilge olamayan insanlar, erdemsizdirler,
erdem dışında da katıksız mutluluk gerçekleştirilemeyeceğine göre,
kendilerini öldürmeleri gerekir.
Hegesias’a, ölüme çağıran lakabı bu yüzden takılmıştır. Ona göre
mutluluk, mümkün değildir, bilgelik yoluyla, erdemle ancak
acısızlığa varılabilir. Bir başka deyişle, olumlu mutluluk (saf
haz) elde edilemez, olumsuz mutluluğa (elemsizlik) erişilebilir.
|
|
1
2
3
4
5
6 |
|
|
|
|
|
|
|