...................
EKONOMİ POLİTİK: ZARİF MEZAR TAŞLARI

Prof. Dr. İşaya Üşür
Gazi Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü, Eylül 2003

                         
...................
 
...................
Bugün “ekonomi” ya da “iktisat” diye adlandırılan araştırma/inceleme “alan”ı, bir zamanlar “ekonomi politik” olarak adlandırılırdı. Önerme, birçok “meslekten iktisatçı” arasında dahi kabul görüp yaygınlaşmış olmasına rağmen “doğru”yu tamamıyla yansıttığını ileri sürmek kolay değil. Kavramların tarihi, onların kapsam, alan ve içeriklerinin değişme / dönüşme tarihidir de. “Ekonomi politik” kavramı / deyimi için de bu, böyledir. Bu bağlamda; (iktisadi) düşünce tarihçisi, basitçe mezarlık(lar) bekçisi olmayacaksa hangi mezarın hangisinden önce kazıldığını; mezarların üst üste mi, yan yana mı konumlandığını; mezar(lık)ların aralarında geçitlerin mevcut olup olmadığını öğrenmek/bilmek durumunda (zorunda?)dır.

Zerafet, belki bir az bakanın gözündedir ama, öyle zarif mezar taşları vardır ki göz ya da damak zevki fazla gelişmemiş olanlara bile “orada” olduklarını duyumsatırlar: mezar taşlarını okumayı bilmek gerek!
Mezarlık(lar) bekçisi hangi mezar(lar)ın harabe, hangilerinin içinde değerli hazineler barındıran virane olduklarını teşhis etmeyecekse ne “iş”e yarayacaktır? Bu teşhisinde mücevherlerden bazılarını bir az daha parlatsa, bir kısmını ön sıralara yerleştirse, haddini fazla mı aşmış olur? “Sahih” mücevherlerle “sahte”sini ayırabilmişse, galiba, bu bir az onun “iş”inin de parçasıdır.

“Ama bizler iktisatçıyız; analitik iktisatçıyız, bize ne mezar taşlarından?” itirazlarını, kulak zarlarım parçalanırcasına, duyar gibiyim. Doğru! Bizler iktisatçıyız; analitik iktisatçılarız! Lütfen, yani!.
Ama şurada “genel denge”nin o şık denklemlerini yazarken; burada “para”nın hikmetinden bahsederken; beride “büyüme”nin/”kalkınma”nın o esrarlı ve büyüleyici şekillerini çizerken; daha ötede “emek değerler”in erdeminden; ya da “küreselleşme’’nin meziyetlerinden söz ederken kalemimin mürekkebi, ya zarif mezar taşlarının “ruh”u ile dolmuşsa, ben ne yapacağım? Farkında olmadan (?) onların kölesi konumuna düşmüş olmayayım? Daha fenası; hiç öyle bir niyet, arzu ve çabam olmaksızın, ama bir şekilde, “ruh”lar birbirlerine karışmış da kalemimin ucundan homongolos çıkmışsa, bana kim yardım edecek?

Bu tarih bilincidir, bilim bilincidir. (İktisadi) düşünce tarihi, kalemlerimizin vicdanıdır. Tarih vicdanımızdır.

Molier’in “Kibarlık Budalası” komedyasından, Faust’un “ikili ruh” tragedyasından bizi koruyacak olan nedir?

Ekonomi politik kavram ve anlayışları üzerine yapılan tartışmalar yeni sayılmaz; bu gün de sürüp gidiyor.

Eldeki çalışma, bu tartışmalara nokta koymayı, elbette ki amaçlamıyor. Ne de eksiksiz olmayı hedefledi.

Ama hem tartışmanın alanına, hem de tartışmacıların konumlarına ışık tutabilecek bir pencere açmak (aralamak?) mütevazı amacı taşınamaz mı?

I

Deyimin etimolojisine Rousseau’dan bir alıntı ile başlamak aydınlatıcı olabilir:
“Bu sözcük (manevi ve Politik Ekonomi), Grekçe ev (oikos) ve yasa (nomos) sözcüklerinden oluşmuştur ve aslında bir ailenin tümünün ortak iyiliği için evin bilgece ve dürüstlükle yönetilmesini belirtir. Anlamı, daha sonra büyük bir aileyi yani devleti kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Bu iki farklı anlamı ayırdetmek için sonuncu durumda genel ekonomi ya da politik ekonomi birinci durumda ise ev ekonomisi ya da özel ekonomi sözcükleri kullanılır.” (1)

Rousseau’nun işaret ettiği ikinci anlam, yani ev ekonomisi’nin (oikonomike) izleri Aristo’ya varmaktadır. Aristo, evin (ailenin) yönetilmesini üç çiftli yapıya oturtmaktadır: efendi ve köle, koca ve karı, baba ve çocukları. Bu yapının temelini ise mülkiyet teşkil eder. “Mülk ailenin, mülk edinme de aile ekonomisinin bir parçasıdır...” (2)

Rousseau’nun belirttiği ikinci sözcük, yani ekonomi politik, genellikle ve sıklıkla Traicté de l’oeconomie politique (1615) başlığını taşıyan kitabın yazarı Antoine de Montchrétien’e atfedilir. (3) Ne var ki James E. King’in bize öğrettiğine itibar edeceksek, neredeyse inanç haline gelmiş bulunan bu yargı, doğru değildir. King, şunları yazıyor:

“Deyim, muhtemeldir ki ilk kez Montchrétien’in yazdığı ekonomi kitabının başlığında kullanıldı, fakat deyim onun orijinal (buluşu değildi). (Deyim), 1611 yılında Louis de Mayerne- Turquet tarafından La Monarchie Aristodémocratique adlı çalışmasında kullanılmıştı... ‘Ekonomi politik’ deyimi yazar tarafından egemen devletin yurttaşları karşısındaki görevleriyle ilişkili olarak kullanılmıştır.” (4)

Deyim, aşağı yukarı on sekizinci yüzyılın yarısına kadar, ahlak felsefesi içinde bu anlamını sürdürdü. (5) Ne var ki, on sekizinci yüzyılın ortalarına kadar geçen zaman aralığında tartışmalara; bu konunun gerçekten en güçlü uzmanlarından biri olan Groenewegen dahi değinmediği için, (örneğin geç A. Smith’deki (1776) “doğal fiyat-piyasa fiyatı”) ayrımının gerçeklikte neyin uzantısı olduğu, bunları (ve aşağıda değinilecek olan başkalarını) çözümleyen “bilim” olarak ekonomi politiğin etimolojisindeki kaymaları anlamak kolay (mümkün) olmamaktadır. O halde bu ara dönemi, kısa bir tartışmayla görmemizde yarar var.

II

Aristo “para kazanma”nın iki yolundan bahsetmişti: “Biri zorunlu ve kabul edilecek niteliktedir,... öteki ticari olanı değiştokuşa dayanır ve buna haklı olarak kınamayla bakılabilir; çünkü doğadan değil, insanların birbirleriyle alışverişlerinden çıkmaktadır.” (6) Diğer bir deyişle “oekonomik”in (doğal ekonominin) karşısında chrematistik yani ticarete, servet edinmeye ilişkin faaliyetler yer alır. Farklı bir anlatımla “oekonomik” kullanım değerine ilişkinken, “chrematistik” değişim değerine ilişkindir. Aile yönetimi açısından gerçek servet, kullanım değerlerinin temini ve tedarikidir. Bunun da doğal bir sınırı olacaktır. Oysa ki değişim değerlerinin elde edilmesi para biriktirmeyle ilgilidir ve bunun sonu yoktur. Böylece, Aristo “ev” ile “piyasa”yı birbirlerinin karşısına koymuş olur. (7)

Aristo, ahlak (etik) alanda tartışırken fiyatlardan (değerlerden) bahseder. (8) Değişime sokulan ihtiyaçlar arasında, adalet adına, bir “denge”nin, “eşitlik”in bulunması gerektiğinde ısrarlıdır. Aristo, bu günün deyimi ile tekel fiyatına, yani kelimenin etimolojik anlamında tek satıcının yapay olarak koyduğu fiyata karşıydı. Böyle bir davranışı etik dışı buluyordu. Bu görüşü onu, adil fiyata (justum pretium ya da verum pretium), dolayısıyla bir maliyet ilkesi aramaya götürecektir.

Ortaçağlara gelindiğinde, skolastik düşünürlerin, bu arada özellikle St. Thomas Aquinas, Albertus Magnus, John Duns Scotus gibi düşünürlerin justum pretium konusunda Aristo’cu yoldan gittiklerini gözlüyoruz. Ne var ki bazıları aestimato’ya gönderme yaparak fiyatların belirlenmesinde öznel bir unsurun önem taşıdığını; diğer bazıları da expansae et laboros’e dikkat çekerek nesnel unsurların önem taşıdığını ileri süreceklerdir.Fiyatların (değerlerin) belirlenmesi ve ölçülmesi ister öznel, isterse nesnel ögelere dayandırılsın, tartışmanın, esas itibariyle, etik sorunu çerçevesinde geçtiğinin altını bir kez daha çizelim. (9)

On altıncı yüzyıl İspanyol teologlarından Louis de Molina’ya göre adil fiyat, bir şehrin (town) bütün sakinlerinin bir araya geldiği Pazar yerinde oluşan fiyattır. “Bir araya gelmek”, “toplanmak”, Latince’de concurrere kelimesi ile ifade edilirdi. İşte bu, biraraya geliş, Roma hukukunda Communis aestimatio olarak adlandırılan şeyi, yani pazar-yerindeki müşterek bir değerlendirmeyi ifade ederdi. Eğer pazar-yeri diyelim, arz edicilerin sayısının ya da arz miktarlarının yeterli olmayışı gibi nedenlerden ötürü, uygun bir biçimde iş görmüyorsa, yetkililerin görevi, en azından “zorunlu mallar” (pretium legitimum) için adil fiyatı sabitleştirmekti. “Normal kar”ı aşan kar kabul edilemezdi. (10)

İşte, ekonomi politikte on yedinci, on sekizinci yüzyıldaki gelişmeler, farklı dile getirişler altında olsa bile, bu Communis Aestimatio farklı ve değişen yorumlarıyla karşımıza çıkacaklardır. Erken ortaçağ insanının anlayışında, müşterek bir yargıya dayalı pazar-yeri fiyatı adildi. Bu algılayış, geç ortaçağda, düzenleyici rasyonel bir ilke şeklinde de ele alınacaktı. Düzenleyici rasyonel bir ilke biçiminde yorumlanan piyasa fiyatı, artık, zorunlu olarak “adil” olmayabilir, fakat “doğal” olduğu için, arzu edilir bir şeydir de. Bu görüşe karşı-görüşlerin de ortaya çıktığına işaret edelim. (11)

Communis Aestimatio, on sekizinci yüzyılın son çeyreğinde (1776) A. Smith’in eline ulaştığında onun ünlü “doğal tam serbestiyet (liberty)* ve adalet sistemi”nde bir “mekanizma”ya dönüşecektir.Burada, artık, Pretia Legitima’ya yer yoktur,: Rekabet serbest olduğu sürece insanlar,mümkün olan en yüksek kar peşinde koşabilirler; çünkü nasıl olsa bu rekabet altında, uzun dönemde , aşırı karlar ortadan kalkacak ve ”doğal fiyat”lar yerleşecektir. Bu “doğal fiyat”lar da Communis Aestimatio’nun dile gelmesinden, şekillenmesinden başka bir anlama gelemezdi. O halde, geleneksel olarak (fakat tam da doğru olmayan bir biçimde) A. Smith’le birlikte piyasa, Communis Aestimatio dolayısıyla “adil fiyat”ın sağlayıcısı (ve garantisi) olmuştur biçiminde ileri sürebileceğimiz bir iddia hiç de abartılı sayılmamak gerekir. (12)

III

Eğer ekonomi politik deyimi on yedinci yüzyılın hemen başlarında kullanılmaya başladıysa bunu, herhalde bir tesadüf saymamak lazım gelir. Çünkü, en soyut düzeyde ifade edilmiş olsalar dahi, düşüncelerin kendi içlerinde/aralarında bir diyalektiğinin mevcut olduğu durumlarda bile, eğer bu düşüncelere karşılık gelen bir gerçek gerçeklik yoksa, düşünce(ler) ve onun ifade ettiği düşünülen deyim(ler) ortaya çıkmıyor ve/ya kök salamıyor. Demek ki düşüncelerin (deyimlerin) bir zaman (tarih?) ve bir mekan boyutu var. İşte bu zaman ve mekan boyutu sorunu, karşımıza “merkantil” denilen dönemi çıkarıyor. Uzlaşımsal bir aralık olarak bu dönem, kabaca Batı Avrupa’da 1500-1800 yılları arası dönemdir. Bu kısa yazıda, bekleneceği üzere, bu dönemi bütün ayrıntılarıyla anlatamayız ama “ekonomi politik” deyiminin tahavvülünün hikaye edilmesinde ve çözümlenmesinde sözü edilen aralıktaki bazı köşe taşlarına değinmemek de olmaz.

Feodalizmin çözülme süreci içinde bir fırsatlar alanı olarak değil de bir zorunluluklar (imperative) alanı olarak13 piyasa(lar)ın ortaya çıkması, aynı zamanda, toplumun yeniden örgütlenmesi ve bireysel hayatların yeniden düzenlenmesi anlamına da geliyordu. Süreç, bir bakıma, eğer Aristo’nun (tasvip etmediği) diliyle söylemek uygun olursa, krematistiğin “ekonomi”ye baskın çıkmasıydı. Zenginliğin (para) kazanmanın “ev”e baskın gelmesi ya da yetkililerin görevi, en azından “zorunlu mallar” (pretium legitimum) için adil fiyatı sabitleştirmekti. “Normal kar”ı aşan kar kabul edilemezdi.

İşte, ekonomi politikte on yedinci, on sekizinci yüzyıldaki gelişmeler, farklı dile getirişler altında olsa bile, bu Communis Aestimatiofarklı ve değişen yorumlarıyla karşımıza çıkacaklardır. Erken ortaçağ insanının anlayışında, müşterek bir yargıya dayalı pazar-yeri fiyatı adildi. Bu algılayış, geç ortaçağda, düzenleyici rasyonel bir ilke şeklinde de ele alınacaktı. Düzenleyici rasyonel bir ilke biçiminde yorumlanan piyasa fiyatı, artık, zorunlu olarak “adil” olmayabilir, fakat “doğal” olduğu için, arzu edilir bir şeydir de. Bu görüşe karşı-görüşlerin de ortaya çıktığına işaret edelim.

Communis Aestimatio, on sekizinci yüzyılın son çeyreğinde (1776) A. Smith’in eline ulaştığında onun ünlü “doğal tam serbestiye (liberty)* ve adalet sistemi”nde bir “mekanizma”ya dönüşecektir.Burada, artık, Pretia Legitima’ya yer yoktur,: Rekabet serbest olduğu sürece insanlar,mümkün olan en yüksek kar peşinde koşabilirler; çünkü nasıl olsa bu rekabet altında, uzun dönemde , aşırı karlar ortadan kalkacak ve ”doğal fiyat”lar yerleşecektir. Bu “doğal fiyat”lar da Communis Aestimatio’nun dile gelmesinden, şekillenmesinden başka bir anlama gelemezdi. O halde, geleneksel olarak (fakat tam da doğru olmayan bir biçimde) A.Smith’le birlikte piyasa, Communis Aestimatio dolayısıyla “adil fiyat”ın sağlayıcısı (ve garantisi) olmuştur biçiminde ileri sürebileceğimiz bir iddia hiç de abartılı sayılmamak gerekir.

III

Eğer ekonomi politik deyimi on yedinci yüzyılın hemen başlarında kullanılmaya başladıysa bunu, herhalde bir tesadüf saymamak lazım gelir. Çünkü en soyut düzeyde ifade edilmiş olsalar dahi, düşüncelerin kendi içlerinde/aralarında bir diyalektiğinin mevcut olduğu durumlarda bile, eğer bu düşüncelere karşılık gelen bir gerçek gerçeklik yoksa, düşünce(ler) ve onun ifade ettiği düşünülen deyim(ler) ortaya çıkmıyor ve/ya kök salamıyor. Demek ki düşüncelerin (deyimlerin) bir zaman (tarih?) ve bir mekan boyutu var. İşte bu zaman ve mekan boyutu sorunu, karşımıza “merkantil” denilen dönemi çıkarıyor. Uzlaşımsal bir aralık olarak bu dönem, kabaca Batı Avrupa’da 1500-1800 yılları arası dönemdir. Bu kısa yazıda, bekleneceği üzere, bu dönemi bütün ayrıntılarıyla anlatamayız ama “ekonomi politik” deyiminin tahavvülünün hikaye edilmesinde ve çözümlenmesinde sözü edilen aralıktaki bazı köşe taşlarına değinmemek de olmaz.

Feodalizmin çözülme süreci içinde bir fırsatlar alanı olarak değil de bir zorunluluklar (imperative) alanı olarak (13) piyasa(lar)ın ortaya çıkması, aynı zamanda, toplumun yeniden örgütlenmesi ve bireysel hayatların yeniden düzenlenmesi anlamına da geliyordu. Süreç, bir bakıma, eğer Aristo’nun (tasvip etmediği) diliyle söylemek uygun olursa, krematistiğin “ekonomi”ye baskın çıkmasıydı. Zenginliğin (para) kazanmanın “ev”e baskın gelmesi ya da değişim değerlerinin kullanım değerleri karşısında galip gelmesiydi. Böylece, dönemin bir karakteristiği ve ekonomi politiğin araştırma nesnesi belirginleşmiş oluyor: Zenginlik (servet) ama zenginliğin elde edilmesi sorununu açıklığa kavuşturmamız yararlı olacaktır.

Zenginlik, artık gerçekleşmeye yüz tutmuş (altın/gümüşte temsil edilen) paradır. Paranın (zenginliğin/servetin) elde edilmesinin yolu meslek olarak ticarettir. Dönemin konuyla ilgili yazılmış kitaplarının başlıklarında bu hususu rahatlıkla izleyebiliyoruz. (14)

Şurasını vurgulamalıyız ki, dönemde, ticaretten bahsedenler, sanılanın ve genellikle bilinenin aksine, basitçe ve sadece satın alma ve satma işlemini kastetmezlerdi. Dönemin dilinde trade (ticaret), aynı zamanda meslektir; istihdamdır (15) (dolayısıyla işbölümü). Bu iki (yeni) özelliği ile ticaret, diyelim Roma’nın ve/ya da feodalizmin “ticaret”inden artık farklılaşmıştır: piyasada satılmak üzere mal üretimi ve yeniden kar elde etmek için sermaye (stock) birikimi. Kısacası; ticari kapitalizm. Bu açıdan değerlendirildiğinde dönemin böylece adlandırılmasında şaşılacak yön yoktur. Şaşılacak bir şey belki yoktur; ama dönemin düşünürleri tarafından araştırılacak yeni olgular orada idiler; görünür haldeydiler: Bir tüccar üretilmiş bir malı burada satın alıp, orada satıyordu; bir diğeri kendisine temin ve teslim edilmek üzere mal üretimini örgütlemeye çabalıyordu. Kırın bir yöresindeki eski serf, bir diğer yöresinde ya da bir kentte geçimini sağlayabilmek için, (artık bir iş için) emeğini piyasaya sunabilmek dert ve kaygısı ile karşınızda durabilirdi. Dünün eski ustasının araç ve gereçleri, artık kendisi tarafından ve kendisi için temin ve tedarik edilebilir olmaktan çıkmıştı: ya daha zengin (eski) bir usta ya da tüccar tarafından sağlanmak durumundaydı. Tahacüp edilecek bir tarzda, birinin bir ihtiyaç; tanınmayan, bilinmeyen diğer başka birileri tarafından sağlanıyordu.

Dönemin sonraki kuşak düşünürlerinin hafızalarında Amerika’lardan ve diğer kolonilerden yağma ve çapulla gelen altın ve gümüş ile diğer bazı malların “bol”luğu elbette ki tazeliğini yitirmemişti. Bu “bolluk”un birilerinin ellerinde biriktiği de bilinmez değildi ama şimdi, bir kısım eski kolonileriyle ticaret yapmak daha “karlı” görünüyordu. Kendi ülkelerinin diğer ülkelerle ticaret yapmaları da “kar” potansiyeli taşımaktaydı: Küçük bir koşulla – güvenlikleri temin edilsin.

“Yaban” (savage) durumundan ve yabanilikten çıkılmış; tarım üretimi, “eski” tarım üretimi kimliğinden sıyrılmıştı ama zenginlik geçmiş dönemlerle kıyaslanmayacak ölçüde para biçiminde (altın ve gümüş) birikiyordu. Birikim, ister bireysel isterse “ülke” düzeyinde gerçekleşmiş olsun, belli ki bir “fazla”yı, bir şeylerden “artakalan”ı bir “tortu”yu temsil ediyordu. Üstelik bu bir dönemdeki ”fazla”nın miktarı ne kadar büyük olursa, bir sonraki dönemin “fazlası” da o kadar büyük oluyordu. İşte bu “yeni toplum”da gerçekleşen “birikimin sırrı”nı çözmek ve çözümlemek, ekonomi politiğin ilgi alanı içine alınmalı ve bu da bilimsel bir tarzda yapılmalıydı ki tam da bu nokta karşımıza dönemin diğer bir karakteristiğini çıkarır: bilim devrimi.

(On yedinci) yüzyıl bilim devrimi ile ekonomi politik arasındaki ilişki ve bağlantılar genellikle “atlanır”. Ne var ki böyle bir “atlama”, eğer “ortam” basitçe “ekonomi”ye indirgenmeyecekse, ekonomi politiğin kendi mantığıyla tutarlı olmaz.

On yedinci yüzyıl bilim devrimini kısa ve fakat açıkça tanımlamam istenildiğinde şunu söyleyebilirim: Evreni ve tabiatı (giderek toplumu) anlama ve açıklamada esastan ve köklü bir referans “kaymasıdır” – “Söz”den “akıl”a; beşer üstü ve ötesinin referans çerçevesinden bizzat beşerin kendi aklının referans alınmasıdır. Bu referans kayması beraberinde, zorunlu olarak, yeni bir araştırma inceleme ve sunuş yöntemi (ve hatta teknikleri) getirecektir.

On yedinci, fakat ağırlıklı olarak on sekizinci yüzyıl ortalarından itibaren, dönemin ekonomi politiğe ilişkin yazılarında bu etkinin derin izlerini biliyoruz. (16)

Bu bağlamda F. Neumark’da şunları okumak, bu gün de öğretici olmaktadır: “...Merkantilizm devri bir taraftan, feodal cemiyet ve ekonomiyle bu sosyal müesseselerinin doğurduğu partikülarizmin çözülmesini, diğer taraftan da Katolik kilisesinin universalizminin çökmesine şahit olan bir devirdir.” (17)

Yukarıda, ekonomi politik deyiminin muhtemelen ilk kez Louis de Mayerne-Turquet’nin çalışmasında “egemen devletin yurttaşları karşısındaki görevleriyle ilişkili olarak kullanıldığı”na değinmiştim.
Böylece dönemin bir başka özelliği karşımıza çıkmaktadır: Ulus-devlet.

Feodalizm bir yönü ile egemenliğin parçalanmışlığı şeklinde tasvir edilebilir ama, bu parçalanmış egemenlik içindeki egemenin sadece bir “suzerain” olduğunu akıldan çıkarmayalım. Bu parçalanmış egemenlikten ulusal ve merkezi devlete geçiş, “geçiş tartışmaları”nın önemli bir boyutu ve belki de en hararetli tartışma konusudur. (18)

Bağlamımız açısından, ulusal ve merkezi devlete geçişte iki kavramın kritik önemde olduğunun altını hemen çizmemiz gerekir: zor kullanma tekeli ve vergi koymak/almak tekeli. Bunları, Elias’dan daha iyi anlatamam:

“Yakınçağın toplumu adını verdiğimiz toplumun karakteristiği, özellikle Batı’da, tekel oluşumunun belirli bir düzeyidir. Askeri erk araçlarının serbest tasarrufu tek tek kişilerin ellerinden alınmış ve hangi biçimde olursa olsun, bir merkezi erke mahsus kılınmıştır ve tek tek insanların mal varlığından ya da gelirlerinden alınacak vergiler de toplumsal bir merkezi erkin elinde yoğunlaşmıştır. Bu şekilde bu merkezi erkin tasarrufu için bir araya gelen mali imkanlar zor kullanma tekelini ayakta tutar, zor kullanma tekeli de vergi tekelini ayakta tutar. Bu ikisinden hiçbiri diğeri karşısında önceliğe sahip değildir... Aynı tekel konumunun iki yüzü söz konusudur. Biri yok olursa öteki de otomatik olarak onu izleyecek. Egemenlik tekeli de bir o taraftan, bir öteki taraftan güçlü sarsıntılara uğrayacaktır.” (19) Schumpeter’in yerinde olarak klasikler öncesi ekonomi politiğin merkezi tartışmasının vergiler olduğunu belirtmesi, her halde bu bağlamda düşünülmek gerekir. (20) Vergi toplama tekeli tartışmaların (ya da daha doğrusu mücadelelerin) bir yüzü idiyse, diğer yüz feodal vergilerin kaldırılması idi. Fransız Siyasi Devrimi’ne yol açan ya da Devrimin fitilini ateşleyen şeyin vergiler meselesi olduğunu bu açıdan hatırlamamız yeterli olacaktır.

O halde ekonomi politiğin daha oluşma aşamasında politik yön devlete ilişkindi; ve bu iki alan henüz farklılaş(tırıl)mamıştı. Kabaca on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından sonra “devlet-sivil toplum” ayrımı ortaya atıldığında ve ekonomi esas itibariyle sivil topluma “mahsus bir iş” şeklinde görünmeye başladığında bu; ileride ekonomiden “bağımsız bir alan” olarak siyaset; siyasetten “bağımsız bir alan” olarak ekonomi düşüncesinin ilk işaretlerini de vermiş bulunuyordu. (21)

IV

P. Groenewegen’in (22) de işaret ettiği üzere, “bir bilim olarak ekonomi politiğin daha kesinlikli (precise) formülasyonları”nı fizyokratlara bağlamak mümkündür.

Fransız fizyokrasisinde, özellikle Quesnay ile birlikte, servetin niteliği bir kez daha tartışmaya açılır. Servet, (tarım) üretimdir. Ekonomi politiğin inceleme nesnesi böylece, bir kez daha radikal bir dönüşüme uğramış olur: (tarım) üretimi ama Quesnay üretimin yanında, ekonomi politiğin inceleme nesneleri arasına iki alan daha ilave eder: yeniden üretim ve bölüşüm. Tableau économique bunu açıkça vurgular. Yukarıda değindiğimiz merkantil düşünürlerin para formunda ifade ettikleri ve (dış) ticaretten elde edilecek olan “fazla”nın, “artık”ın (surplus), Quesnay’in elinde tarımsal üretimden elde edilen “artık”a dönüştüğüne tanık oluyoruz. Nitekim “birikimi” temin edecek olan da işte bu tarımsal artıktır. Ne var ki, tarım üretimindeki artışı ülkesinin çıkarıyla özdeş gören ve tek “üretken sınıf” olarak çiftçileri gösteren Quesnay’de tarım üretiminin esas itibariyle “ticarileşmiş” tarım ürünü anlamına geldiğini unutmamamız lazım gelir. Bu açıdan değerlendirildiğinde fizyokratlarda servetin mahiyeti ticarileşmiş tarım ürünlerinin üretim, yeniden üretim ve bölüşümünden ibaretti denilebilir.

Fizyokratlardan A. Smith’e giden yolda ekonomi politik kitaplarının temel ilgi alanı, artık, üretim ve bölüşüm olacak, hatta bunlar kitapların başlıklarına taşınacaklardır.

Bu yolda ilerlerken A. Smith’in gölgesinde kalan, gölgede kaldığı için de birkaç uzmanın dışında kimsenin okumaya tenezzül etmediği; ama Hegel’i etkileyen, Hegel’de görüldüğü kadarıyla Karl Marx’ın ilgi alanına giren bir isimden; Sir James Steuart’dan başlamak eldeki çalışmanın eksenine uygun düşeceği gibi, hakbilirlilik de olacaktır.

Doğrusunu söylemek gerekirse Sir J. Steuart, bir bakıma ve fakat uzlaşımsal olarak son dönem merkantilist düşünürler içinde yer alır: bu ders kitapları yaklaşımıdır. Fakat onun kitabı bir yandan İngiliz dilinde yazılmış, başlığına “ekonomi politik” deyimini taşıyan ilk kitaptır. (23) An Inquiry in to the principles of Political Economy. (24) Fakat diğer yandan, etkisini İngiltere’den daha çok Almanya’da göstermiştir.

Steuart’a göre ekonomi, “(...) bir ailenin bütün isteklerini basiretle ve sadelikle sağlama sanatıdır. Bir ailede ekonomi ne ise bir devlette ekonomi politik odur.” (25)

İlk Palgrave’de, “ekonomi politik” maddesi yazarına göre Steuart’ın tanımı, deyimin “orijinal” anlamına uygundur. Çünkü orijinal anlamında ekonomi ve ekonomi politik yönetim sanatını anlatır, biri ailenin diğeri devletin olmak üzere. (26)

Steuart’ın diğer merkantilist yazarlardan farklılaşması ve daha ziyade klasiklere yaklaşması onun ekonomi politiğin alanını toplumsal hayatın bütününü incelemesi biçimine dönüştürmesinde yatar. Kitabının başlıkları bunu göstermeye yeterlidir: nüfus ve tarım, ticaret ve endüstri, para, kredi ve borçlar vergiler. Geliştirdiği hayali bir “devlet adamı” bütün bu sorunlarla, ülkenin refahını arttırmak için ilgilenmelidir. Bu ilgisini gerçekleştirebilmesi için, bu konularda bilgi sahibi olmalıdır. Ne var ki bu bilginin sınırları herkesin kendi özel çıkarı peşinde koşması ile belirlenmiştir: ekonomik faaliyetlerin temel güdülenmesini sağlayan özel çıkarlarıdır. Devlet adamı bunu bilerek yönetecektir. “İyi aile babası” ile “devlet adamı” arasındaki benzerlik tam da bu “yönetim sanatı”nda belirginleşmektedir.

Steuart’ı yaklaşımı itibariyle ilginç kılan şey, bu görüşlerinden fazla, sanıyorum onun tarihi ele alışında yatmaktadır. Başta Hegel olmak üzere Alman filozofları üzerindeki etkisinin yoğunluğu da bununla bağlantılı olmaktadır.

Steuart toplumsal gelişmeyi (değişmeyi) üç aşamalı olarak ele alır.
1- Göçebe çobanlık (pastoral nomadic)
2- Tarımcılık ve
3- değişim ekonomisi ile nitelenen modern toplum. Bu toplumların her biri farklı ekonomik yapılara ve özgül değerlere sahiptir. (27)

Bir aşamadan diğerine geçiş gıda arzını arttırma zorunluluğundan, nüfus artışı dolayısıyla gerçekleşmektedir. Eğer insanlar gıda arzını arttırmak için çalışmak zorunda olduklarının farkına varmamışlarsa, doğanın sunduklarıyla bağlı kalacaklardır. Böyle bir toplumda insanlar, bir tür doğal serbestiye yaşarlar ve aylak aylak dolaşırlar. Fakat böyle bir toplum varlığını uzun süre devam ettiremez; çünkü çok geçmeden nüfus baskısı kendisini hissettirir. Bu nüfus baskısı, gıda arzını arttırmak için çalışma zorunluluğunu dolayısıyla yerleşme ihtiyacını ortaya çıkarır: bu tarım ekonomisi veya tarım toplumu aşamasıdır. Tarım toplumunda her bir tarımcı kendi ihtiyacının üzerinde, dolayısıyla bir “fazla” miktar üretebilir: Bir fazla üretebildiği ölçüde, nüfusta artış meydana gelecektir. Ne var ki üreticiler arasındaki “doğal” yetenek ve fiziki güç farklılıkları, söz konusu “fazla”nın da farklı büyüklükte olmasına yol açacaktır. Böylece, daha çok üretebilenler, daha az üretebilenlerin efendisi durumuna gelebileceklerdir. Dolayısıyla tarım ekonomisi beraberinde çalışmayı, emek harcamayı getirmiştir ama çalışma da farklılaşmayı, tabakalaşmayı peşine takmıştır.

Değişim ekonomisiyle (piyasa ekonomisi diye okunabilir) nitelenen modern toplum, tarım toplumundan doğmuştur. Bu toplumda, tarım toplumunun ekonomisinin aksine, baskı, zor değil, teşvik ve güdülenme vardır. Eğer arzular fiziki gereklilik düzeyinin üstüne çıkmışsa, bu takdirde “lüks” mallar üretilmeye başlanacaktır. “lüks” malların ortaya çıkmasıyla birlikte toplumda birileri de bu “lüks” mallarda “fazla” üretmek için teşvik edilmiş, güdülenmiş olacaktır. Zorunlu malların ötesinde lüks malların üretilmiş olması, değişim ekonomisinde ya da modern toplumda özgürlüğü geliştirecektir. Fakat bunun yanında, değişim ekonomisi, aynı zamanda insanları işlevsel olarak da birbirlerine bağlayacaktır: bir grup insan zorunlu mallar “fazla”larını üretirlerken, başka bir grup insan da lüks mallar “fazla”larını üretecekler ve bu “fazla”ların değişimi bu iki grup insanı birbirine bağlamış olacaktır.

Böylece karşımıza istek (want) temelli bir tarihsel evrim teorisi çıkmaktadır. Gözden kaçırılmaması gereken bu evrimin özgürlüğe (freedom) doğru olmasıdır.

İşte bu görüş Hegel’de, ihtiyaç temelinde tanımlanan ekonomi politik kavramlaştırmasıyla bizi yüz yüze getirir.

Hukuk Felsefesi’nde Hegel, sivil toplum alt başlığı altında “devlet”in bireylerinden şu şekilde bahsediyor:

Bu devletin burgherleri olarak bireyler, gayeleri (ends) kendi öz çıkarları olan özel şahıslardır. Bu gaye evrenselin mediasyonu ile elde edildiğinden, evrensel onun gerçekleşmesinde bir vasıta (means) olarak görünür. Şu halde bireyler, kendi gayelerine, ancak bilgilerini, iradelerini ve eylemlerini evrensel bir tarzda belirledikleri ve kendilerini bu bütünü meydana getiren zincirin halkaları haline getirdikleri ölçüde ulaşabilirler. (28)

Steuart’ın değişim ekonomisindeki bireyler ile Hegel’in sivil toplumundaki bireyler arasındaki benzerlik açıktır. Steuart’ın kendisindeki “arzu”lar Hegel’de yerini ihtiyaçlara bırakmıştır.

“Sivil toplum şu üç momenti içerir:

İhtiyacın mediasyonu ve bireyin, hem kendi emeği (work), hem de bütün başka bireylerin emekleri ve ihtiyaçlarının tatmin bulması: İhtiyaçlar sistemi.” (29)

İşte ekonomi politik, sivil toplumda bu ihtiyaçlar sistemi temelinde anlamını bulmakta ve tanımlanmaktadır.

“Ekonomi Politik, bu görüş noktasından (emek ve ihtiyaçlar) hareket eden bilimdir ve buradan hareketle kitlelerin ilişkilerini ve davranışlarını, bütün karmaşıklığı ve kalitatif ve kantitatif karakteri içinde açıklamaya çalışır.” (30)

Bu paragrafta Hegel, Smith ve Ricardo’ya daha çok yaklaşmaktadır. Ancak, daha sonra Althusser Hegel’in bu “ihtiyaçlar alanı”nın naif bir antropolojiye dayandığını iddia edecek ve bunun K. Marx’la bağlantı(sızlık)larını çözümleyecektir. (31)

Hegel’in ekonomi politiği böylece kavramlaştırması etkisini bir yandan Alman Tarihçi Okulu’na taşırken, daha ilginci diğer yandan, Karl Menger ile Okul’un diğer mensupları arasında cereyan eden metot tartışmalarına kadar uzanacaktır. Ne var ki, Hegel’in gölgesi, tartışmanın gürültüsü içinde sessizliğini sürdürecektir. Hegel’in sesini Marx duyacak, ama o da bu sesi (daha sonra) işitmeyecek ve onu Panteonun en görkemli yerine koymaya özen gösterecektir.

V

Steuart’ın kitabının yayınlanmasından dokuz yıl sonra Adam Smith o ünlü kitabını yayınlar (1776). Ancak, kitabın başlığında ekonomi politik deyimi yer almaz. Böyle olmakla birlikte başlık, araştırma nesnesinin içeriğini ve kapsamını doğru bir biçimde yansıtır: Ulusların Zenginliği. (32)

A. Smith’in kitabı, Sanayi Devrimi’nin hemen eşiğinde yayınlanmıştı. Bu bakımdan onu, Sanayi Devrimi’nin bir ürünü saymak yanlış olmaz. O ilk günlerin bağrında taşıdığı çeşitli ve farklı iktisadi (ve sosyal) çelişkili birlikteliğinin ağır kokusu kitaba da sinmişti: Fabrika sistemi işlemektedir ama o sürekli olarak manüfaktürden bahsetmektedir. Değer’in kaynağının ‘emek’de bulunduğunda ısrarlıdır ama ’emek’in değerin kaynağı mı yoksa ölçüsü mü olduğunda hep bir muğlaklık içindedir. vb. Ricardo ile birlikte ortadan kalktığını gördüğümüz tarihilik, Smith’de henüz yaşamaktadır.

Ne söylenirse söylensin, çözümleme nesnesinde kararlıdır: “Sivil toplum”da (ki kapitalist toplum şeklinde okunabilir) zenginliğin (servetin) doğası ve artışının nedenleri; diğer bir anlatımla, sivil toplumda “sermaye birikimi”.

Hatırlanacağı üzere, Fransız fizyokratları ile birlikte zenginlik, merkantilist düşüncedekinden farklılaşarak bir dönüşüme uğramıştı: zenginlik doğasını para da değil üretimde açığa vururdu. Ancak bu üretim, onların gözünde, Fransa’nın o dönemdeki özgül koşullarıyla da bağlantılı bir biçimde, tarıma münhasır kılınmıştı. İşte A. Smith, fizyokratik geleneğin ayak izlerinden giderek zenginliği üretim ile özdeşleştirmektedir ama Fizyokratlardan farklı olarak tarım üretiminin değil, “manüfaktür” üretiminin baskın niteliğini vurgulamaktadır. Hatta kendisi o deyimi kullanmasa bile biz, miktar yanlış anlaşılmayı peşinen kabullenerek “genel olarak üretim”in zenginliğin doğasını açığa vurduğunun bilincinde olduğunu iddia edebiliriz.

Üretim dolayısıyla vücut bulacak olan “birikim”, ulusal servet artışının gerekli koşuludur. Yeterli koşulu ise üç toplumsal sınıf, (kapitalistler, işçiler, toprak sahipler) arasındaki bölüşümün kapitalistler lehine sürekli gerçekleşmesidir. Şimdi, madem ki ulusal servet artışının sürükleyicisi kardır ve kar da kapitalistin “özel çıkarı” peşinde koşanların edindiği gelirdir; ve madem ki ulusal zenginliğin artması (birikim/büyüme) toplumun da çıkarınadır; o halde “özel çıkarlar” ile “genel çıkarlar” arasında bir çatışmadan, çelişkiden değil, bir uyumdan ahenkten bahsetmek daha doğrudur. “Görünmeyen el” de bu uyumun “ahenk”in sağlandığı mekanizmadır.

Smith’in ekonomi politik tanımı, kabaca özetlediğimiz bu içeriğe uygundur:

“Devlet adamı veya kanun yapıcıya ait bir bilim dalı olduğu düşünülen ekonomi politik, iki farklı hedef önerir; birincisi halk için bol miktarda gelir veya geçim imkanı sağlamak veya daha doğrusu onların kendileri için böylesi bir geliri veya geçimlik sağlamalarını mümkün kılmaktan; ve ikinci olarak da devlete veya ulusa kamu hizmetlerinin yapılmasını sağlayabilecek bir gelir temin etmektir. Ekonomi politik hem halkı, hem de hükümdarı zenginleştirmeyi önerir.” (33)

Tanımdaki bir kaç hususun altı çizilmelidir. Bir kere; her ne kadar daha sonra tartışılacak olsa bile, (34) ekonomi politik, “bir bilim dalı” olarak, Smith ile birlikte artık yerleşik hale gelmiştir. İkinci olarak; “ekonomi politik hem halkı (people) hem de hükümdarı (sovereign) zenginleştirmeyi” önerdiğine göre, bugünün terminolojisi ile ifade etmek gerekirse o, aynı anda, hem bir “iktisat teorisi”, hem de “iktisat politikası”dır. “İktisat”ı Smith ile başlatan görüş ciddiye alınacaksa bu tespit o açıdan önemli sayılmak gerekir. Öte yandan; hem bir bilim, hem de bir sanat şeklinde algılandığında ekonomi politik, yine bugün kullanılan terimlerle dile getirildiğinde, “pozitif” ve “normatif” öğeleri ya da “olan” ile “olması gereken”i daha değişik bir ifadeyle “gerçek yargıları” ile “değer yargıları” ayrımını henüz gerçekleştirmemişti. Bu ayrımın A. Smith’de (ve önceki ve sonraki başkalarında) bulunmayışı anlam farkına varış eksikliklerinden değil de dünyayı (evren) pozitivist espriyle algılamayışlarından ileri gelmektedir. Üçüncü olarak; devletin sadece “gece bekçisi” işleviyle sınırlı ve bağlı olup olmadığı tartışmalıdır. (35)

Smith’deki “tarihilik” D. Ricardo’nun ellerinde “yok” olmuştur. Ricardo’nun çözümlemesi belki tarih karşıtı değildi ama tarih-dışı (ahistorical) olduğu kesindir. Bu temel belirlemeyi yaptıktan sonra Ricardo’nun çözümlemesinin, bir bakıma, Smith’inkinin devamı olduğunu söyleyebiliriz. Bir kere; Smith’in sorunsalı (istenirse paradigması) Ricardo’nun da sorunsalıdır: “Sivil toplum”un niteliği, işbölümünün vazgeçilemez önemi, işbölümüyle değişim arasındaki kaçınılmaz bağlantılar, birikim ile kar arasında, her zaman kar lehine gerçekleşmesi gereken ilişkiler Ricardo için de sorgulamasız kabullerdir. Smith bölüşüm ile birikim arasındaki bağlantı ve ilişkileri çözümlemişti ama birikim sürecinde bölüşümün nasıl etkileneceği üzerinde fazla düşünmemişti. İşte bu sorun Ricardo’nun sorunu olacaktır – temellendirici bir ilke olan “değer” sorunsalı ile birlikte. Sorun, kar oranlarının seyriyle ilgili olduğu için önemlidir. Kar oranlarının zaman içinde düşüşü önlemezse, sonumuz “cehennem” olabilirdi. İşte bu bağlamda ekonomi politiğin içeriği ve kapsamı belirginlik ve anlam kazanır:

“Yeryüzünün ürünleri, toplumdaki üç sınıf arasında paylaşılır: Toprak..sahipleri, sermaye sahipleri ve emekçiler.”

“Toplumun değişik aşamalarında yeryüzünden sağlanan toplam üretimin bu üç sınıf arasında rant, kar ve ücret olarak paylaşımı farklı olacaktır... (İşte) bu bölüşümü düzenleyen yasaların belirlenmesi ekonomi politiğin baş sorunudur” (36)

Smith ve Ricardo ile birlikte üretim ve bölüşüm ekonomi politiğin kapsamına hakim olmaktadır. (37)

Smith’in takipçisi sayılabilecek olan J. B. Say ile birlikte, ekonomi politiğin konusu olmasa bile yöntemi tartışmaya açılmış görünür. Say, bilimleri tecrübi (experimental) ve tasviri (descriptive) olarak ikiye ayırdıktan sonra ekonomi politiği birinci (tecrübi) kategoriye dahil eder. (38) Böylece ekonomi politikte gözlenebilirlik ve ölçülebilirlik’in yolu açılmış olur. Nitekim bu ayrım 1837’de N. W. Senior’un ellerinde şu biçimi alacaktır: “ekonomi politik bilimi” iki dala ayrılır: 1. “servetin doğasını, üretimini ve bölüşümünü açıklayan” teorik dal; ve ikinci “servet için en uygun kurumların ne olduğunu soruşturan” pratik dal. Birkaç yıl sonra Encyclopedia Metropolitana’ya yazdığı bir makalede, ekonomi politiği, esas itibariyle “saf bilim” olarak niteleyecek ve “pratik” yönünü genel yönetim sanatı içine atacaktır. (39)

Böylece ekonomi politiğin içeriği ve kapsamı daralmış olmaktadır. Daha dikkat çekici olan, bu daraltmaya Cairnes tarafından bir diğer niteliğin daha eklemlenmiş olmasıdır. J. E. Cairnes 1857’de yayımladığı, Lectures on the Character and Logical Method of Political Economy kitabında, ekonomi politiğin, “birbiriyle rekabet eden demiryolu inşaat planları arasında mekanik bilimin nötr kalması gibi, sağlığın iyileştirilmesinde birbiriyle rekabet eden planlar arasında kimya biliminin nötr kalması gibi ekonomi politik de birbiriyle rekabet eden toplumsal şemalar arasında nötr kalır.” (40) Cairnes’in “rekabet eden toplumsal şemalar”dan biri “sosyalizm”dir. “Saf bilim” ve “nötr”lük anlayışı L. Walras’da tepe noktasına çıkacak ve 1930’lara gelindiğinde “ekonomi” (artık “politik” değil!) J. Robinson’un dilinde “bir alet kutusu”na dönüşecektir.

Senior, Mill ve Cairnes’in yöntem üzerindeki bu çalışmalarını daha 1888’de Ingram’ın “negatif” olarak nitelediğini de belirtelim. (41)

L. Walras’ın Elements’nin ilk dersinin başlığı Ekonomi politiğin tanımlamaları: A. Smith; J. B. Say dir. Walras bu Ders’de Adolphe Blanqui’den önemli bir alıntı yapar: “...Fransa’daki bu iki karşıt okul arasındaki bugünkü kavga, ekonomi politiğin, olanın (what is) bir açıklaması olarak mı yoksa olması gerekenin (what ought to be) bir programı olarak mı ele alınması gerektiği sorusuna dönüşmüştür. Diğer bir ifadeyle, ekonomi politik doğal bir bilim midir, yoksa moral bir bilim midir? Bize göre her ikisidir...” (42) Bu sorunu kendi hesabına çözüme kavuşturmak için bilim, sanat (art) ve etik arasında ayrım yapılması gerektiğini ileri sürer. Bunun için de “beşeri olgu alanında temel bir ayrım yapılmasının gerektiği”nden söz eder. Bu ayrımlardan bir tanesi kişilerle şeyler arasında diğeri ise kişilerle kişiler arasındadır. “Bu iki olgu sınıfının yasaları esastan farklıdır... Kişilerle şeyler arasındaki ilişkilerin nesnesi, şeylerin amacını kişilerin amacına tabi kılmaktır... Kişilerle kişiler arasındaki ilişkinin nesnesi beşeri mukadderatın (human destinies) karşılıklı koordinasyonudur.” (43) Birinci kategoriye, yani şeylerle kişiler arasında ilişkilerin toplamına endüstri (industry), ikinci kategoriye girenlere, yani kişilerle kişiler arasındaki ilişkilerin toplamını ve kurumları (institutions) adını uygun bulmaktadır. “Endüstrinin teorisi uygulamalı bilim ya da sanat; kurumların teorisi moral bilim ya da etik diye adlandırılır.” (44) Endüstri ve kurumların sırasıyla ölçütleri ise doğrudur (true); Maddi refah anlamında faydalı (useful); adalet anlamında iyi (good)’dır. (45) Bu ölçütlere göre toplumsal servet hangi kategoriye sokulabilir? Bunun için toplumsal serveti tanımlamak gerekecektir.

“Toplumsal servetle, maddi ya da gayri maddi, kıt olan; yani bir yandan bize faydalı (useful) olan, diğer yandan, ancak sınırlı miktarlarda elde edilebilen bütün şeyleri kastediyorum.” (46)

Miktar itibariyle sınırlı ve faydalı olan şeylerin, yani kıtlığın üç özelliği vardır:
1. kıt şeyler mülk edinilebilir olmalıdır (appropriable);
2. değiştirilebilir olmalıdır (exchangeable);
3. kıt olan şeyler endüstri tarafından üretilebilir ve çoğaltılabilir, yani yeniden üretilebilir olmalıdır. (47)

Demek ki toplumsal servet, mülk edinilebilen, değiştirilebilen ve yeniden üretilebilen maddi ya da gayri maddi (hizmetler olarak anlayabilirsiniz) bütün kıt şeyleri kapsar. İşte ekonomi politiğin konusu da “endüstriyel üretim”dir; yani, bu anlamdaki toplumsal servet bilimidir. Daha doğrusu:
“(...) toplumsal servetin iktisadi üretiminin teorisi yani, işbölümü sistemi altında, endüstri organizasyonu teorisi uygulamalı iktisattır. (applied economics) (48)

Böylece, kitabının (orijinal) başlığı ekonomi politik deyimini taşısa da Walras’la birlikte geleneksel ekonomi politik, radikal bir dönüşüme uğrayarak sadece ve münhasıran “kişilerle şeyler arasındaki ilişki”nin incelenmesi olmuş çıkmıştır. İşte bu neoklasik iktisadın esas çerçevesidir. İçerik dönüşümünün sıfat dönüşümüne uğraması için zamanın biraz daha geçmesini beklemek durumundayız.

On dokuzuncu yüzyılın yarısından sonra, ekonomi politik rahtsız edici gelmeye başlamıştı. Daha 1863’te ekonomi politik yerine, insan isteklerinin tatmin edilmesi çabasının teorisi olarak plutology teklif edilmekteydi. 1875’te Macleod, “değiştirilebilir miktarların ilişkilerini yöneten yasaların incelenmesini ele alan bilim” olarak iktisatı (economics) önermekteydi.

Bu gün bir toplumsal bilim dalı olarak adlandırılan “iktisat” (economics), kabaca, on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar kullanılan bir deyim değildi. Hatta E. Cannan’ın bize anlattığına bakılırsa 1856 yılının sonlarına kadar deyim, bildik bir deyim bile değildi. (49)

1870’lerin ortalarına kadar deyim, ilgili kitapların başlıklarında da görülmez. Cannan, her ne kadar deyimin kitap başlığı olarak ilk kez 1878 yılında, pek bilinmeyen bir Amerikalı yazarın, J. M. Sturtevant’ın Economics on the Science of Wealth başlıklı kitabında ve 1878 yılında da H. O. Macleod’un Economics for Beginners kitabında yer aldığını söylese de, (50) P. Groenewegen, deyimin 1875 yılında Macleod tarafından, “değiştirilebilen miktarların ilişkilerini yöneten yasaları ele alan bilim” şeklinde tanımlayarak önerdiğini ikna edici bir biçimde göstermektedir. (51) 1879’da Alfred Marshall ve karısı, M. P. Marshall The Economics of Industry adlı kitaplarını yayımladıklarında, “ekonomi politik” deyimi yerine niçin ekonomi deyimini tercih ettiklerinin gerekçesini de vermekteydiler; “Politik” yanlış anlamalara yol açan bir kavramdır. Çünkü “politik çıkarlar genellikle, bir ulusun bir kısmının ya da kısımlarının çıkarları anlamına gelmektedir.” (52)

Böylece bir “bilim”in adı olarak bir deyim (ekonomi politik), ulusun bütününün çıkarlarını ima ve telkin etmediği gerekçesiyle, bir başka deyimle, ekonomi (economics) ile değiştirilmiş olmaktadır. Oysa yukarıda anlatmış olduğumuz üzere, merkantil dönemden “klasik iktisatçılar”a kadar deyim, tam da, bir bütün olarak, ‘ulus çıkarı’ anlamına da kullanılmaktaydı. Bu husus, öylesine güçlü bir biçimde algılanmış ve yerleşmiştir ki, günümüze kadar, ister ekonomi politik, isterse ekonomi deyimi tercih edilmiş olsun, araştırma nesnelerinin mekansal birimi ulus-devlettir (ülkedir).

Deyimler arasındaki bu yer değiştirme, koyma, tam olarak ne anlama gelmektedir? Bunun cevabını açık yüreklilikle ve içtenlikle veren K. Wicksell’dir. Şunları okuyoruz:

“İktisadi olguyu bir bütün olarak ciddi biçimde ele almaya ve bütünün refah koşullarını aramaya başlar başlamaz, proletaryanın çıkarlarının tetkik edilmesi ortaya çıkmak zorundadır ve buradan itibaren, herkese eşit haklar ilanına ancak bir iki adım kalır. Dolayısıyla, ekonomi politiğin tam anlamı veya böyle bir adla bilimin mevcut olması, doğrusunu söylemek gerekirse, bütünüyle devrimci bir programı ima eder.” (53)

Deyimler arası yer değiştirmenin neden 1870’lerin ikinci yarısından itibaren cepheden ve açıkça dile getirildiğini anlamak için Sanayi Devrimi ile birlikte toplumlarının yapılarının ton ve gölge farklılıklarının silinmesi yeni sınıf yapılarının meydana gelmesini, (A. Smith, D. Ricardo hatırlanabilir) 1848’de bütün Batı Avrupa’nın devrimlerle (kısa süreli olsa da) alt üst olduğunu; keza 1848’de “Avrupa’nın başında bir hayaletin, bir komünizm hayaletinin dolaştığı”nı; 1848’den sonra Janus’un (burjuvazinin) başının belirgin bir biçimde görünür olmasını, diğer bir ifadeyle, burjuvazinin 1789 ile birlikte feodal ögelere karşı girdiği ittifaklarını, 1848’den sonra kesinlikle bozmaya başlaması; 1871 Paris Komünü olayını; Çarlık Rusya’sındaki sosyal demokrat oluşumları hatırlamamız, yeterli olur kanaatindeyim.

1879’da W. S. Jevons, The Theory of Political Economy adlı kitabının Önsöz’ün de “(...) bilimimizin, bu eski rahatsızlık verici, çift anlamlı adını bir tarafa atmak”tan söz ediyordu. (54) Nitekim 1905 yılında kitabın yeni bir isimle Principles of Economics başlığıyla (55) çıktığına tanık olacağız. Öte yandan Jevons, sözünü ettiğimiz Önsöz’de ekonomi (economics) sıfatının kullanılmasının diğer bilim dallarıyla analoji kurmak suretiyle (Örneğin mathematics, ethics, esthetics), daha fazla bilimsel olacağını dahi ileri sürmektedir.

Her ne kadar A. Marshall, 1890 yılında yayımladığı o ünlü kitabına, Principles of Economics başlığını uygun bulsa da, kitabının daha birinci sayfasında “ekonomi politik” ve “ekonomi” deyimlerini eşanlamlı olarak kullanmaktadır.

“EKONOMİ POLİTİK ya da EKONOMİ, hayatın olağan meşguliyeti (business) içinde insanın, bir yandan servetin, fakat diğer ve daha önemli bir yandan insan incelenmesinin (the study of man) bir parçasıdır.” (56)

Marshall’ın D. Ricardo’ya olan sempatisi bilinmektedir. Kitabında bu ilginin izlerini bulmak fazlaca bir zorluk göstermez. Bununla birlikte o, servetin insanla ilişkisini D. Ricardo’nun aksine üretim alanıyla değil, dolaşım alanıyla sınırlı tutmuştur. Kitap bir az da yetiştirdiği öğrencilerinin büyüklüklerinin etkisiyle (mesela J. M. Keynes) İngilizce konuşulan ülkelerde, neredeyse tek ders kitabı olmuş çıkmıştır. 1920’lere gelindiğinde “ekonomi” deyimi genel kullanımda egemen olmaya başlamıştı bile.
Marshall’ın kitabının yayımlandığı yıl, metodoloji tartışmaları açısından bilimin (ekonomi politik) geldiği noktaları tartışan bir önemli kitap daha yazılmıştı: The Scope and Method of Political Economy. (57) Kitabın yazarı John Maynard Keynes’in babasıydı; ve Marshall’ın da yakın arkadaşıydı. Nitekim Marshall, kitabın müsveddelerini okuduğunda, ağır sayılabilecek bir dille, eleştirilerini bildirmişti. Kendisini Keynes’in görüşlerine fazlaca yakın hissetmiyordu.

J. N. Keynes’in kitabını L. Walras’dan sonra yazdığını aklımıza getirelim. Keza; daha on dokuzuncu yüzyılın başlarında bir “bilim olarak ekonomi politiğin yönteminin tümden gelim mi, yoksa tümevarım mı olacağı, fakat diğer yandan pozitif bir bilim mi, yoksa normatif bir bilim mi olduğu/olması gerektiği yolundaki tartışmaları hatırlayalım. Yüzyılın son on yılına girildiğinde ekonomi politik hem alan ve içeriği, hem de metodolojisi açısından (ki bu ikisi birbirleriyle içten bağlı ve bağımlıydılar) bir çatal ağzında görünür. O yıllar ekonomi politik ve ekonomi politikçiler için zor yılardı. İşte J. N. Keynes’in kitabı, bu çatal ağzında gidilecek bir yolun belirlenmesinde/seçilmesinde hayli etkili olmuştur; önemi de muhtemelen bundan kaynaklanmaktadır.

Pozitif-normatif ayrımında onun görüşü kesinlikle pozitiflikten yanadır. Bir diğer ifadeyle, ekonomi politik değer yargılarına değil, gerçek yargılarına, olması gerekene değil, olana dayanmalıdır. Varsayımsal-tümdengelimsel bir yöntem izlemelidir. (58)

1890’lı yılların ekonomi politik ve ekonomi politikçiler için zor yıllar olduğuna yukarıda işaret etmiştim. Bu “zor”luğun bir nedeni de 1873-1896 yılları arasında meydana gelen buhran idi. Bu buhran ile birlikte “kendi kendini düzenleyen piyasalar” fikri ciddi yaralar almaya başlamıştı. 1930’lara gelindiğinde diğer teorik tartışmaları bir yana bıraktığımızda, karşı çıkılan hususlardan biri, işte bu kendi-kendini düzenleyen piyasalar fikriydi. Etkili bir karşı çıkış da henüz Genel Teorisi’ni yayımlamamış olan J. Maynard Keynes’di. Keynes, bu fikre kaşı çıkanların “heretic” diye suçlandığını; fakat bu bir heretism ise kendisinin de heretic olduğunu itiraf ve ilan ediyordu. (59) Oysa Say ve Walras bize, genel dengenin kararlı olduğunun, yani sistemde kalmayı herhangi bir nedenle bir dengesizlik durumu ortaya çıktığında, sistemin içinde zaten mevcut olan güçler, herhangi bir müdahaleye gerek kalmaksızın kendiliğinden denge durumuna döndüreceğini öğretmişler ve bunda ısrarlı olmuşlardı. Halbuki Keynes, bir “heretic” olarak “ekonomi”ye “politika”yı (devleti) yeniden sokuyordu.

1930’lı yıllar ilginç (paradoksal?) bir biçimde, “ekonomi”nin bugünkü “ortodoks”luğun karşısında, belki birçoklarından daha kuvvetli etki bırakan bir kitabın yayımlanmasına tanıklık edecekti: Ekonomi Biliminin Doğası ve Önemi Üzerine bir Deneme. (60)

Robbins kitabına, “servet”in niteliğine ilişkin daha önce ortaya konulmuş bulunan görüşleri tartışmaya açarak başlar.

Robbins’in iktisadi faaliyet, giderek iktisat bilimi kavramlaştırmalarını anlamada Walras’ın (yukarıda verdiğimiz) servet tanımında bulunan kıtlık kavramı uygun bir başlangıç noktası teşkil edecektir. Hatırlanacağı üzere Walras, kıtlıkı talebe göre aynı zamanda hem yararlı, hem de sınırlı miktarlarda bulunan maddi ya da gayri maddi şeyler biçiminde tanımlamaktaydı. Şimdi; eğer servet “kıt” ise, yani istekleri (ki sonsuzdurlar) doyum noktasına kadar tatmin etmek için yeterli değilse, buradan şu sonucun çıkacağı açıktır: her bir bireyin “iktisadi” alanda çözmek zorunda kalacağı “problem” elindeki kıt kaynakları kendisine en fazla tatmini sağlayacak alternatif kullanım alanları arasında dağıtmaktır. Denge teorisi de, esas itibariyle bu “problem”i genelliği içinde çözmeye yönelikti: Böylece “problem” kısıt altında bir maksimizasyon/minimizasyon problemine dönüşmüş oluyordu. Anlaşılmış olacağı üzere “problem”in uygulandığı alan farklılaşmakla birlikte, “problem”in kendisinde bir değişiklik meydana gelmemektedir: Veri araçlarla maksimum sonucu (amacı) elde etme ya da aynı anlama gelmek üzere veri bir sonucu (amacı) minimum araçlarla elde etme.

İşte Robbins, bu anlayıştan hareket ederek “iktisadi olay” tanımına ulaşmak istemektedir. Ona göre “iktisadi olay” tanımlamaları “sınıflandırıcı” değil; “çözümleyici” olmalıdır. Bu ikili ayrımla Robbins şunu anlatmak istemekte: her hangi bir tanımlama girişimi belli olguları ayıklayıp bunları “iktisadi” olarak nitelendirmemelidir. Fakat tanımlamalar, çeşitli insan faaliyetleri içinde gerçekten “iktisadi” olanları “bu görününümleri içinde” çözümlemeye elverişli olmalıdır. Diğer bir anlatımla tanımlama bir “standard”a göre yapılmalıdır. Böyle bir standart ile “iktisadi” sıfatı, (çeşitli) insan faaliyetlerinin bir kısmına değil; fakat bir yönüne ya da bir boyutuna uygulanmalıdır. (61)

Aslında, bu metodolojik temelli tartışmaların altında yatan, “maddi refahın incelenmesi olarak Ekonomi kavramı”nı sınıflandırıcı olduğu için reddetmektedir. (62)

Robbins’in bizi ikna etmeye çalıştığı şey, aslında ve kısaca, “iktisadi faaliyet”in öz öğesinin seçme (tercih) olduğudur. Sadece ve ancak amaçları elde etmeye dönük araçlar sınırlı ve alternatif kullanım alanlarına sahip oldukları; ve amaçlar önceliklerine göre sıralanabildikleri zaman – ancak o takdirde insan faaliyeti seçme (tercih) durumuyla karşı karşıya kalabilir ve “iktisadi faaliyet” niteliği kazanabilir. Bu durumu Robbins şöyle dile getirmektedir: “(iktisat), amaçlarla, alternatif kullanım alanlarına sahip kıt araçlar arasındaki bir ilişki olarak insan davranışını inceleyen bilimdir.” (63) Öte yandan, Robbins gözünde “iktisat”ın tümdengelimci ve pozitif bir bilim olduğunu da eklemeliyiz.

Böylece ekonomi bir kez daha, dolaşım alanına ve sadece insanlarla şeyler arasındaki bir ilişkiye indirgenmiş olmaktadır. Böyle bir “dünya”da insan-insan ilişkilerinin ve politikanın yeri olmayacağı gibi değer yargılarına yer yoktur.

Ekonomi bilimine bu şekildeki yaklaşımlar 1950’lerin sonuna doğru hoşnutsuzluklar doğurur. (64)
Öyle anlaşılıyor ki yapılan tartışmalar Robbins’i kendi tanımının doğruluğundan şüpheye düşürmüyor. Nitekim 1981 yılında verdiği önemli bir konferansta eski görüşlerini kuvvetle savunduğunu görüyoruz. (65)

VI

Yukarıda, J. M. Keynes’in daha 1930’lara gelirken “piyasaların her şeyi çözeceği” kesin inancına (imanına?) karşı çıktığını ve bu anlamda kendisinin bir “heretic” olduğunu söylendiğine işaret etmiştim. 1929 Büyük Bunalımı’nın hemen ardından, bu “piyasa başarısızlığına karşı” New Deal’ın pragmatik bir önlemler dizisi olarak uygulamaya konulması 1936 yılına gelindiğinde, J. M. Keynes’in Genel Teori (66) adlı çalışmasıyla güçlü teorik temellere de kavuşmuş olacaktı.

Savaş sonrasında Keynes’in görüşlerinin hem Akademiya’da hem de hükümetler nezdinde kabul ve itibar bulup uygulanmaya konulması ve uygulamaların başarılı olması “refah devleti” anlayışını da beraberinde getirecekti. Belirtelim ki “refah devleti” münhasıran maddi refahı kapsamıyor, onun içinde ve onunla birlikte siyasi “demokrasi”yi de telkin ediyordu. 1950’lerin ikinci yarısından itibaren uygulamaların eleştirisi başlamakla kalmadı, “iktisat” ile siyasi “demokrasi” arasındaki bağlar da incelenmeye başlandı. (67)

Doğrusu, bu; bir yönüyle “refah devleti”ne saldırıların başlangıcı idi. 1960’lara gelindiğinde “piyasanın başarısızlığı” (68) tezleri yerine “hükümetlerin (devletin) başarısızlığı” tezleri dillendirilmeye başlanmıştı. “Devletin başarısızlığı” tezlerinin entelektüel kaynağı Chicago ve Virginia politeknik okulları idi. Keynes’ci uygulamalar çerçevesi içinde ekonomi ile politika (devlet) arasındaki bağlantılar ve bu bağlantılar nedeniyle meydana geldiği iddia edilen “başarısızlıklar”, bu okullardaki düşünürleri “iktisadın ilkeleri”ni politika bilimine uygulamaya sevk etmişti: 1968 yılına gelindiğinde “iktisadın ilkelerinin” politikaya uygulanması yeni bir isme de kavuşmuş oluyordu: “Yeni Ekonomi Politik” (69) Bu geleneğe H. Arndt, büyük bir isabetle, “Chicago Ekonomi Politiği” adını takacaktı. (70)

Chicago ekonomi politiğinin en önemli temsilcilerinden James M. Buchanan açık ve dolaysız bir tarzda inceleme nesnesini ortaya koymaktadır: “Ben sık sık kamu tercihinin 1930 ve 1940’ların refah ekonomisinden ortaya çıkan ‘piyasa başarısızlığı teorisi’ne karşılık olarak bir ‘devletin başarısızlığı teorisi’ni ortaya koyduğunu ifade etmekteyim... Kamu tercihi teorisi esas olarak ekonomi teorisinde oldukça ayrıntılı analizler için geliştirilmiş araç ve metotları almakta ve bu araç ve metotları politik sürece, kamu sektörüne, politikaya ve kamu ekonomisine uygulamaktadır.” (71)

Alıntıda, altını benim çizdiğim “ekonomi teorisi” hiç kuşkusuz, Walras’cı - L.Robbins’ci ekonomi teorisidir.

VII

Dikkatlerden kaçmamış olacağı üzere ekonomi politik deyimi ile yaptığımız seyahatte bir “ada”ya uğramadık. Şimdi son olarak bu “ada”ya uğrayacağız.

Marx’ı ekonomi politik deyimi açısından bile değerlendirmek kolay sayılmaz. Bunun bir nedeni, sanıyorum, kendisi hayattayken karşı çıktığı halde, yandaşları ya da karşıtları tarafından “parçalanmış”lığı, “bölünmüş”lüğüdür. Parçalanmışlık ya da bölünmüşlük ile ne anlatmak istediğimi birçoklarından daha fazla Marx’a yakın duran J. A. Schumpeter’e atıfla ortaya koyabilirim: daha 1942 yılında Schumpeter, bir “mürşit Marx”dan bir “sosyolog Marx”dan bir “iktisatçı Marx”dan ve bir de “profesör Marx”dan sözetmekteydi. (72)

Has şiir ayak seslerinden tanınacağı gibi, has büyük düşünürler de muhalif ve muarızlarına karşı yaptıkları değerlendirmelerle ayırtedilirler. Schumpeter de bunlardan biridir ve Marx’ı şöyle değerlendirmektedir: “Aklın veya muhayyilenin yarattığı esaslardan çoğu, bir yemek saati sonrası ile bir nesil arasında değişen bir zaman içinde her hangi bir iz bırakmadan yok olmaktadırlar. Buna rağmen bu esaslar arasından bazıları, kayboluş tehlikesi ile de karşılaştıkları halde, insanlığın kültürel hazinesinin belirsiz parçaları olarak değil, fakat herkesin görüp dokunabileceği, kendisine has görünüşleri, derin yasaları ile yeniden ortaya çıkmakta, yaşamaktadırlar. Bu durumda, haklı olarak gerçek büyük eserlerden bahsetmemiz mümkündür ve büyüklükle, canlı kalma arasında bir bağ kurmak, yukarıda söz konusu edilen anlayışın bir sonucudur. Oysa ki adı geçen anlamdaki büyüklük terimi, su götürmez bir şekilde, Marx’ın mesajına uygulanabilir. Büyüklüğü, yeniden hayata kavuşmak tarzında tanımlamanın bir iyi yönü daha vardır, bu da büyüklüğü sevgimize ya da kinimize bağlı kalmadan ortaya çıkarmaktır. Aklın büyük bir başarısının temel gayesiyle ve detaylarıyla kusursuz olması gerektiğine inanmamız artık lüzumlu değildir. Bilakis, bu başarıyı karanlık bir kuvvet, tamamen yanlış olarak kabul edebilir veya bazı noktalarda ona zıt düşünceler taşıyabiliriz. Marksist sistemde ise, bu tip fikri bir itiş, kabul etmeme ve hatta sistemin yapısında var olan düşünüş yanlışlıklarının mükemmel olarak gösterilmesi bile, yapının sağlamlığını belirtmekten başka bir şeye yaramamaktadır; çünkü bu tenkitlerin, yapıyı yıkmaktan aciz oldukları anlaşılmıştır.” (73)

Yukarıda sözünü ettiğim “parçalanmışlık / bölünmüşlük,” ekonomi politiğin fiili algılanmasına (kavramlaştırmasına değil) da şuna benzer ifadelerle yansır: “ben ‘iktisatçıyım’ politikacı değilim”; ya da: “burada ‘iktisadi’ analiz yapıyoruz, tarih ya da sosyoloji değil!” Bir karışıklığın olduğu besbelli!.
K. Marx’ın baş eseri Kapital’in alt başlığı Ekonomi Politiğin Eleştirisi’dir. Kapital’in ilk Almanca baskısına yazdığı Ösöz’de Marx, “...bu eserin en sonundaki amacı modern toplumun ekonomik hareket yasasını ortaya çıkarmaktır...”diyordu. (74) Nitekim, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkının Önsöz’ünde de benzer bir tanıma rastlıyoruz: “Araştırmalarım...sivil toplumun anatomisinin de, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı” diyecekti. (75) Demek ki ekonomi politiğin inceleme nesnesi sivil toplumun anatomisidir – kuşku yok ki “modern toplum” ya da “sivil toplum”dan kasıt “kapitalist toplum”dur. Bu kitap için kaleme aldığı bir tanıtım yazısında Engels ekonomi politik için aynı doğrultuda bir tanım vermektedir: “Ekonomi politik, çağdaş burjuva toplumun teorik tahlilidir...ve gelişmiş burjuva koşullarını varsayar.” (76)

Marx’ın ve (Engels’in) sunmuş oldukları ve eserlerinde sergilemiş oldukları ekonomi politik kavramlaştırması, açıktır ki, hem (“klasikler” (Smith, Ricardo) dahil) kendilerininkinden önceki, hem de sonraki kavramlaştırmalardan esaslı bir biçimde farklı. Bu esaslı farklılığa en iyi işaret eden ibare, Kapital’in alt başlığı olan “ekonomi politiğin eleştirisi” ibaresidir.

Bizim Türkçe’ye eleştiri olarak çevirdiğimiz critic / critique sözcüğü ile bunalım, buhran olarak çevirdiğimiz crise/crisis sözcüğünün Latince kökeni aynıdır - Krinein; ki o da ayırma(k), yagılama(k) demektir. Bu (zorunlu) etimolojik açıklamayı, değindiğim ekonomi politiğin eleştirisi ibaresinin anlamını ve uzantılarını açığa çıkarmak için yaptım.

Bunalım (crise) bir “dönüm noktası”na, eleştiri (critic) de bir “yargılama”ya işaret ettiklerine göre, ekonomi politiğin eleştirisindeki “eleştiri”, o halde, o dönüm noktasını yargılayarak aşma anlamını taşıyacaktır. Nitekim, o çok ünlü, çokça zikredilen “onbirinci tez”i “ekonomi politiğin eleştirisi” bağlamında bir defa da bizim zikretmemizde herhalde bir sakınca yoktur: “Filozoflar dünyayı aynı yollardan, ama sadece yorumladılar; oysa meselenin özü onu değiştirmektir.”

Yukarıda “servet” kavramının Aristo’dan bu yana geçirdiği tahavvülleri açıklamıştım. O arada, “servet”in politika (ekonomi politikteki politik) ile bağlantılarının merkantilistlerle birlikte nasıl ele alındığına değinme fırsatı bulmuştum. “Eleştiri,” bu nitelikteki bağlantıların da aşılması anlamına gelmektedir. “Eleştiri”nin bu aşma anlamına Marx’ın dönemine kadar olan (günümüzün “iktisat”ını/“yeni” ekonomi politiğini dışarıda ve bağışık tutabilir miyiz?) ekonomi politiği neden kör ve sağır kalmıştı? Sorunun cevabını, sanıyorum, Althusser’in bir az da efsunlu cümlelerinde bulabiliriz:
“Bir kuramın gelişmesinde, görünülebilen bir alanın görünülemiyeni, genelde, bu alanın tanımladığı görünebilene dışsal ve yabancı herhangi bir şey değildir. Görünülemiyen görünülebilen tarafından, onun görünülemiyeni, onun yasaklanmış görümü olarak tanımlanmıştır: bu yüzden, görünülemeyen basitçe...görülebilenin dışı, dışlamının dış karanlığı değildir – dışlamanın iç karanlığıdır; görünülebilenin kendisinin içidir, çünkü onun yapısı tarafından tanımlanmıştır.” (77)

“Dışlamanın iç karanlığı”, aşmanın (“Eleştiri”nin) iç aydınlığıdır; Hegel’in ayakları üzerine konulmasıdır: Tarih’in sonu değil, yeni bir tarihin başlangıcıdır.

Tarihin her bir “yeni” başlangıcı, toprağa atılan tohum gibi, başakların ortaya çıkabilmesi için, kendini yok etmesini öngerektirir. Bu, (diyelim) Ricardo’nun sınıflarının kendilerini (genişleterek) yeniden üretmelerine benzemez bir tarzda, o sınıflardan birinin, işçi sınıfının, kendini -yeni başaklar vermek üzere- yok etmesidir: Marx’ın ekonomi politiğindeki “politika”da, kanaatimce bu anlama gelir; yoksa, ne günlük/gündelik “politika”dır, ne de iktisat politikasıdır.

M. Dobb bir yazısında, “iktisat”ın gelişim sürecine ilişkin şu gözlemde bulunmuştur: “19. yüzyılın son çeyreğinden beri modern iktisadi çözümlemenin eğilimi, faaliyet alanını değişim sürecinin, yani, çeşitli hipotetik koşullar altında piyasa ve piyasa dengesinin incelenmesi yönünde daraltmak olmuştur. Formülasyon kesinliği kazanarak inceleme konu ve alanını oldukça sıkı bir şekilde daraltmayı başarmıştır. Üretim koşulları daraltılmış ve bu daralma maddi varlıktan soyutlanmış üretim faktörleri arzının (ya da arz koşullarının) ve teknik katsayıların ya da üretim fonksiyonları denilen şeylerin veri olduğu varsayımına değin devam etmiştir; ... Mülk sahipliğine ilişkin herşey ya da mülk sahibi olanla mülksüz olan arasındaki herhangi bir ayrım, iktisat teorisinin bizatihi alanı dışına atılmak...üzere, sosyal ya da sosyolojik faktörler kategorisine havale edilmiştir.” (78)

Halbuki böyle bir “bölünmüşlük/parçalanmışlık”, Marx’ın ekonomi politik kavramlaştırmasındaki “ekonomi” yönüne ontolojik olarak karşıttır. O’nun “üretim güçleri”/ “üretim ilişkileri” varoluşsal olarak toplumsal/tarihsel kategoriler idi. “Değer”, kapitalizmde, toplumsal ilişkilerden öteye bir anlamda kullanılmamıştı: meta-meta ilişkisinin öteki yüzü ayni zamanda insan-insan ilişkisiydi de...

Buraya kadar göstermeye gayret ettiğim özgüllükler, sanıyorum ve umuyorum ki, Marx’ın ekonomi politik kavramının farklılığı üzerine bir fikir verecek düzeydedir.

Son olarak, Schumpeter’in deyişiyle, “mürşid Marx” hakkında ne söylenebilir? Doğrusu, bu konuda kendimi, R. Luxemburg’dan daha yetkin göremem:

“(...) Onun Kapital’i nihai ve değişmez gerçekleri içeren bir Kitab-ı Mukaddes değil, fakat daha üst düzeyde inceleme, daha ileri aşamada bilim araştırması ve gerçeği bulma, yönünde daha çok mücadele için tükenmez bir teşvik kaynağıdır.”.


DİPNOTLAR
1) Rousseau, Ekonomi Politik (Manevi ve Politik), içinde: Diderot&D’Alembert Ansiklopedi ya da Bilimler, Sanatlar ve Zanaatlar Açıklamalı Sözlüğü, (Çev. Selahattin Hilav), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1996. s. 180. Maddenin devamının“ekonomi politik„ ile değil, “politika„ ile ilgili olduğunu vurgulayalım.
2) Aristoteles, Politika, (Çev. Mete Tunçay) Remzi Kitapevi, 5. Baskı, İstanbul, s. 12; 12-29
3) Ch. Gide and Ch Rist, A History of Economic Doctrines (tr. R. Richards) 2nd Enghlish Ed. George G. Harrap& Co. Ltd. London, 1948. s. 21. H. W. Arndt bile, geç bir yazısında bu yolu izlemektedir. H. W. Arndt, “Political Economy”, The Economic Record, vol. 60. 1984. s. 266. ss.
4) James E. King, “The Origin of the Term ‘Political Economy’”, Journal of Modern History, Vol. 20. 1948. s. 230. Yazar, hatta, Mayerne-Turquet’nin dışında da deyimin kullanılmış olabileceğine dikkat çekiyor. s. 231.
5) Peter Groenewegen, “ ‘Political Economy’ and ‘economics’”, içinde: John Eatwell, Murray Milgate and Peter Newman (Eds.) The New Palgrave: A Dictionary of Economics, Macmillan, London, 1987, s. 905; 904-907. Keza; Peter, D. Groenewegen, “Professor Arndt on Political Economy: A Comment“, The Economic Record, vol. 61, No:175, Dec. 1985. ss. 744-751. Bu son makale adından da anlaşılacağı üzere dp. 3.te zikredilen Arndt’ın yazısında bir „……..” olmanın ötesinde şiddetli ve hiddetli bir eleştiridir. Nitekim, Arndt, cevap sayılmayacak sayfalık bir “cevap” vermekle yetinmiştir. H. W. Arndt: “Political Econmy: A Repply” The Economic Record, vol. 61, 1985. s. 752.
6) Aristo, op.cit, s. 23
7) Bu son noktanın derinlikli bir çözümlemesi için: John O’Neill, Piyasa, Etik Bilgi ve Politika. (Çev. Şen Süer Kaya), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001, s. 53. 34-61
8) Aristoteles, Nikamakhos’a Etik (Çev. Saffet Babür), Ayraç Yayınevi, Ankara, 1998. ss. 88-103; özellikle ss. 83-101
9) Bu konuda şu çalışmalarda ayrıntılar bulunabilir.
- Hollander, S., “On the Interpretation of the Just Price“, Kyklos, vol. XVIII, 1965. ss. 615-634.
- de Roover, R. “The Concept of the Just Price: Theory and Economic Policy”, Journal of Economic History, XVIII, 1958. ss. 418-434
“Değer teorisi” bağlamında, tartışmayı A. Smith’e kadar getiren klasik bir çalışma Hannah. R. Sewall, The Theory of Value Before Adam Smith, Augustus M. Kelley Publishers, New York, 1968 (1901). ss. 1-31.
10) Johannes J. Klant, The Nature of Economic Thought (tr. Trevor S. Preston), Edward Elgar, 1994. ss. 5-10. bu sorunu etrafıyla tartışmaktadır.
11) Klant, op.cit. s. 6
* “Liberty”nin karşılığı”serbestiyet”tir;”özgürlük”değil.Zaten terimondokuzuncu yüzyılda Osmanlı Devleti’ne girdiğinde ve daha sonra Cumhuriyet’e intikal ettiğinde karşılık yine “serbestiyet”tir.”Serbestiyet”in “özgürlük”e dönüştürülmesi kabaca 1950’lerden itibarendir.Bu,bir ideolojik dönüşüme de işaret edebilir mi?
12) Klant, op.cit.s.10
13) Fırsatlar/zorunluluklar alanı olarak piyasaların tartışılması için bkz: Ellen Meiksins Wood, The Origin of Capitalism, Monthly Review Press, 1999. ss. 5-8 ve passim. Keza: Ellen Meiksins Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003
14) Sadece bir kaç örnek, Thomas Mun’un England’s Treasure by Foreign Trade; Josiah Child, Disacourse About Trade; Nicholas Barbon, Discourse of Trade vb; Bu düşünür ve eserlerinden seçmeler için: Blaug, Mark, (ed.) Pioneers in Economics, vol 4: Early Mercantilists ve vol 5: The Later Mercantilists, Edward Elgar, Aldershot, 1991. Dönemin paradigmatik sunuluşu şu iki klasik çalışmadadır. Hecksher, Eli, F. Mercantilism, 2 vols. Allen&Unwin 1955 (1931), Viner, Jacob, Studies in the Theory of International Trade, Allen&Unwin, London, 1937. Paradigmatik yorumun dışına düşen yeni ve nefes getirici bir çalışma: Magnusson, Lars, Mercantilism: The Shaping of an Economic Language, Routledge, London, 1994.
15) İngiliz dilinin en iyi sözlüklerinden biri olan Webster’s Third New International Dictionary, Unabridged, Merriam-Webster Inc. Publishers, Massachusetts, USA. 1986 bunu gösterir; s. 2421
16) Ekonomi politik ile bilim devrimi arasındaki bu ilişki ve bağlantının bir öyküsü şuradan izleyebilir: Deborah A. Redman, The Rise of Political Economy as a Science: Methodology and the Classical Economists, The MIT Press, London, 1997. Neoklasik iktisadı tam da bu açıdan eleştiren artık klasikleşmiş bir çalışma: P. Mirowski, More Heat than Light, Cambridge University Press, 1989 dur.
17) F. Neumark, İktisadi Düşünce Tarihi, Birinci Cilt (Çev . Ahmet Ali Özeken) İstanbul Üniversitesi Yayınlarından No:201, İstanbul, 1943. s. 68
Vurgular bana aittir. – İ. Ü.
18) Perry Anderson, Lineages of the Absolutist State, London, 1974. s. 15 vd. ; I. Wallerstein, The Modern World System, New York, 1974, s. 156 vd. Keza “onyedinci yüzyıl krizi” ile bağlantılı olarak: T. Ashton (ed.) Crisis in Europe 1560-1660, London, 1967 bir fikir vermek için yeterlidir.
19) Norbert Elias, Uygarlık Süreci, cilt 2, (Çev. Emel Özbek), İletişim Yayınları, İstanbul, 2002 (1939). Ss 148-149.
20) J. Schumpeter, History of Economic Analysis, New York, 1954. s. 200
21) Ellen Meiksins Wood, Kapitalizm…op.cit. 33-62, bu açıdan okunabilir.
22) P. Groenewegen, “’Political Economy’ and…”, art.cit s. 905
23) P. Groenewegen. art.cit.
24) Sir James Steuart, An Inquiry in to the Principles of Political Economy, (ed.) A. Skinner, London, 1966 (1761)
25) James Steuart, op.cit, s.2 vurgular orijinalinde yoktur.
26) “H. S.”, “Political Economy: Scope”, içinde: Palgrave’s Dictionary of Political Economy, (ed.) Hennry Higgs, Augustus M. Kelley, 1963, vol III, (1894). s. 129. İki Palgrave’in başlıklarındaki kayma anlamlıdır: “ekonomi politik”ten, “ekonomi”ye. Bu hususu aşağıda ele alıyoruz. Yazarın burada Rousseau’yu tekrarladığına dikkat çekelim: bkz. Supra.
27) ibid. s. 59
28) G. Wilhelm Friedrich Hegel, The Philosophy of Right (tr. T. M. Knox), Encyclopedia Britannica, Inc, 1952 (1821) veya G. W. F. Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri (Çev. Cenap Karakaya), Sosyal Yayınları, İstanbul, 1991. Hegel (1952) de, s. 64, Hegel (1991) de s. 162, para. 187. çeviri Hegel (1991)den, vurgular Hegel (1952) dendir.
29) ibid, (1991), s. 163; (1952) s. 65. para. 188
30) ibid. (1991) s. 164, (1952) s. 65-66, para. 189
31) Louis Althusser, Reading Capital (tr. Ben Brewster), New Left Books, London, 1970, ss. 158-164, fakat özellikle ss. 162-163. Keza: L. Althusser, Kapitali Okumak, (Çev. Celal A. Kanat), Belge Yayınları, İstanbul, 1995, ss. 217-225 fakat özellikle ss. 222-223
32) A. Smith, Ulusların Zenginliği, cilt I, (Çev. A. Yunus – M. Bakırcı), Alan Yayınları, İstanbul, 1985, cilt II: (çev. M. Tanju Akad), Alan Yay. İstanbul, 2002. ya da: A. Smith, An Inquiry into the Nature and Causes of Wealth of Nations, (Ed.), R. H. Campbell and A. S. Skinner, Oxford: OUP. 1976 (1776)
33) A. Smith ibid. cilt II, s. 13
34) Bu tartışmanın tarafları P. Groenewegen’den izlenebilir. P. Groenewegen, 1985; s. 745 ve P. Groenewegen, 1987 s. 905.
35) Burada tartışamayacağız bu hususta şu bir kaç çalışmaya bakmak bile aydınlatıcı olacaktır:
- A. S. Skinner, „ Adam Smith and the Role of the State : Education as a Public Service“, içinde: S. Copley and K. Sutherland (Eds.) Adam Smith’s Wealth of Nations, Mancherter University Press, Mancherter&New York. 1995. ss. 70-96
- Donald Winch, “Science and the Legislator: Adam Smith and After”, Economic Journal, vol. 93, 1983.
36) David Ricardo, Ekonomi Politiğin ve Vergilendirmenin İlkeleri, (Çev. T. Ertan)Belge Yayınları, İstanbul 1997 (1817) s. 23.
37) Bentham, Torrens, James Mill ve McCulloch’un bu yöndeki tanımlamalarına Groenewagen, 1987 s. 905’ten bakılabilir.
38) J. B. Say, A Treatise on Political Economy or the Production, Disribution & Consumption of the Wealth, Augustus M. Kelley, New York, 1964 (1803). ss. XIX-XX
Nitekim L. Walras Smith ve Say’in tanımını (“servetin üretildiği, bölüşüldüğü ve tüketildiği yolları”) verdikten sonra Say’in tecrübi ve tasviri bilim ayrımından hareketle Say’in tanımının Smith’inkinden farklı olmakla kalmayıp “onun tam karşıtında” yer aldığını söyleyecektir ki bu bana göre, içerik ve kapsam ile yöntemi birbirine karıştırmak anlamına gelir. Bkz. Leon Walras, Elements of Pure Economics or the Theory of Social Wealth (tr. W. Jaffé), George Allen and Unwin Ltd. London. 1954 (1871). ss. 53-54. Kitabın İngilizce çevirisinin başlığı yanıltıcı olabilmektedir. Fransızca orijinal başlığı: Eléments d’économie politique pure dur. Fransızca’daki économie politique İngilizce’ye economics şeklinde çevrilmiştir.
39) “H. S.”, “Political Economy: Scope”, art.cit. s. 130
40) art.cit. loc.cit. Cairnes’in kitabının ikinci baskısı 1875’de yapılmıştı.
41) John Kells Ingram, A History of Political Economy, Adam and Charles Black, London. 1888. s. 155
42) L. Walras, op.cit. s. 56
43) ibid. s. 63
44) op.cit. , loc.cit.
45) ibid., s. 64
46) ibid., s. 65
47) ibid., ss. 66-67
48) ibid., s. 76
49) Edwin Cannan, A Review of Economic Theory, Augustus M. Kelley, New York, 1964 (1929), s. 43
50) ibid. loc.cit.
51) P. Groenewegen, art.cit, s. 905
52) Alfred and M. P. Marshall, The Economics of Industry, Macmillan, London (1879), s.2
53) K. Wicksell, Lectures on Political Economy, Routledge, London 1934 (1901), s.4. Vurgu orijinalindedir. Wicksell burada, bir “bütün”den ya da “herkes” (all)dan bahsederken, kastettiği, proleterya dahil toplumun bütün sınıfları ya da bir bütün olarak sınıflar ya da bir bütün olarak ulustur. Ayni doğrultuda bkz. H. W. Arandt, art.cit. s. 268.
54) W. S. Jevons, The Theory of Political Economy, 2nd ed. Macmillan, London (1879); 1910’daki dördüncü baskısının önsözü; xıv
55) W. S. Jevons, Principles of Economics, Macmillan, London 1905
56) Alfred Marshall, Principles of Economics, 8th ed. Macmillan, London, 1964 (1890), s.1. Büyük harfler orijinalindedir.
57) John Neville Keynes, The Scope and Method of Political Economy, Augustus M. Kelley, New York, 1986 (1890).
58) J. N. Keynes’in Mill geleneği içine oturtulması ve bunun açık dilli bir anlatımı için bkz. D. Wade hands, Reflection without Rules, Economic Methodology and Contemporary Science Theory, Cambridge Unv. Press. Cambridge, 2001; ss 29-34
59) John Maynard Keynes, The General Theory and After, Part 1, Preperation, vol. XIII, Macmillan, London, 1973, ss. 485-492.
60) (Lord) Lionel Robbins, An Essay on the Nature and Significance of the Economic Science, Macmillan, London, 1984 (1932)
6)1 ibid. ss. 12-23
62) ibid. ss. 16
63) ibid., s. 16.
64) Bu hoşnutsuzlukların dile getirilmesi; bu yazının sınırlarını zorlar fakat bir kaç örnek verebiliriz: O. H. Taylor, “Economic Science only – on Political Economy”, Quarterly Journal of Economics, vol. LXXI, No: 1, 1957, ss. 1-18; Joseph Cropsey, “On the Relation of Political Science and Economics”, American Political Science Review, vol. LIV, No: 1, 1960, ss. 3-14
65) Lionel Robbins, “Economics and Political Economy”, American Economic Review, Papers and Proceedings, vol. 71, No:2, 1981. ss. 1-10 veya L. Robbins, op.cit., ss. XI-XXXIII
66) John Maynard Keynes, The General Theory of Employment, Interest and Money, vol VII, Macmillan, London, 1973.
67) Etkili bir örnek olmak üzere: A. Downs, An Economic Theory of Democracy, Harper and Row, New York, 1957.
68) Yanılmıyorsam, bu “piyasa başarısızlığını” açık ve seçik olarak bir model içinde ilk kez çözümleyen Bator olmuştu: Francis M. Bator, “The Anatomy of Market Failure”, Quarterly Journal of Economics, No:3, Aug. 1958. ss. 351-379.
69) W. C. Mitchell, “The New Political Economy”, Social Research, 35, 1968. ss. 76-100
70) H. W. Arndt, art.cit., s. 270.
71) James M. Buchanan, “Pozitif Kamu Tercihi teorisi ve Normatif Temeleri”, içinde: Coşkun C. Aktan, (ed.) Anayasal İktisat, Siyasal Kitapevi, Ankara, 2002, ss. 65-67. 65-76. Vurgular bana aittir – İ. Ü.
72) Joseph A. Schumpeter; Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, cilt I: Kapitalizm, (Çev Tunay Akoğlu), Varlık yayınevi, İstanbul, 1966 (1942) ss. 11-87
73) ibid. ss. 11-12
74) K. Marx, Kapital. Ekonomi Politiğin Eleştirisi (Çev. M. Selik), Odak Yayınevi, Ankara, 1974. s. 35. Vurgular benim.
75) K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (Çev. Sevim Belli), beşinci baskı, Sol yayınları, Ankara, 1993. ss. 22-23. bütün vurgular bana aittir.
76) F. Engels, “Karl Marx’ın ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisi’“ içinde: K. Marx, Ekonomi...op.cit, s. 27
77) L. Althusser, op.cit, ss. 46-47. Bütün vurgular orijinalindedir.
78) “Kapital’in 1964 Yılında Yapılan Bir Yeni İtalyanca Baskısı için M. Dobb’un Yazdığı Giriş”, içinde: K. Marx, Kapital, op.cit, s. 11