|
|
................... |
|
|
EKONOMİ POLİTİK: ZARİF MEZAR TAŞLARI |
Prof. Dr. İşaya Üşür
Gazi Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü, Eylül 2003 |
|
|
................... |
|
................... |
Bugün “ekonomi” ya da “iktisat” diye
adlandırılan araştırma/inceleme “alan”ı, bir zamanlar “ekonomi
politik” olarak adlandırılırdı. Önerme, birçok “meslekten
iktisatçı” arasında dahi kabul görüp yaygınlaşmış olmasına rağmen
“doğru”yu tamamıyla yansıttığını ileri sürmek kolay değil. Kavramların tarihi, onların kapsam,
alan ve içeriklerinin değişme / dönüşme tarihidir de. “Ekonomi
politik” kavramı / deyimi için de bu, böyledir. Bu bağlamda;
(iktisadi) düşünce tarihçisi, basitçe mezarlık(lar) bekçisi
olmayacaksa hangi mezarın hangisinden önce kazıldığını; mezarların
üst üste mi, yan yana mı konumlandığını; mezar(lık)ların
aralarında geçitlerin mevcut olup olmadığını öğrenmek/bilmek
durumunda (zorunda?)dır.
Zerafet, belki bir az bakanın gözündedir ama, öyle zarif mezar
taşları vardır ki göz ya da damak zevki fazla gelişmemiş olanlara
bile “orada” olduklarını duyumsatırlar: mezar taşlarını okumayı
bilmek gerek!
Mezarlık(lar) bekçisi hangi mezar(lar)ın harabe, hangilerinin
içinde değerli hazineler barındıran virane olduklarını teşhis
etmeyecekse ne “iş”e yarayacaktır? Bu teşhisinde mücevherlerden
bazılarını bir az daha parlatsa, bir kısmını ön sıralara
yerleştirse, haddini fazla mı aşmış olur? “Sahih” mücevherlerle
“sahte”sini ayırabilmişse, galiba, bu bir az onun “iş”inin de
parçasıdır.
“Ama bizler iktisatçıyız; analitik iktisatçıyız, bize ne mezar
taşlarından?” itirazlarını, kulak zarlarım parçalanırcasına, duyar
gibiyim. Doğru! Bizler iktisatçıyız; analitik iktisatçılarız!
Lütfen, yani!.
Ama şurada “genel denge”nin o şık denklemlerini yazarken; burada
“para”nın hikmetinden bahsederken; beride
“büyüme”nin/”kalkınma”nın o esrarlı ve büyüleyici şekillerini
çizerken; daha ötede “emek değerler”in erdeminden; ya da
“küreselleşme’’nin meziyetlerinden söz ederken kalemimin
mürekkebi, ya zarif mezar taşlarının “ruh”u ile dolmuşsa, ben ne
yapacağım? Farkında olmadan (?) onların kölesi konumuna düşmüş
olmayayım? Daha fenası; hiç öyle bir niyet, arzu ve çabam
olmaksızın, ama bir şekilde, “ruh”lar birbirlerine karışmış da
kalemimin ucundan homongolos çıkmışsa, bana kim yardım edecek?
Bu tarih bilincidir, bilim bilincidir. (İktisadi) düşünce tarihi,
kalemlerimizin vicdanıdır. Tarih vicdanımızdır.
Molier’in “Kibarlık Budalası” komedyasından, Faust’un “ikili ruh”
tragedyasından bizi koruyacak olan nedir?
Ekonomi politik kavram ve anlayışları üzerine yapılan tartışmalar
yeni sayılmaz; bu gün de sürüp gidiyor.
Eldeki çalışma, bu tartışmalara nokta koymayı, elbette ki
amaçlamıyor. Ne de eksiksiz olmayı hedefledi.
Ama hem tartışmanın alanına, hem de tartışmacıların konumlarına
ışık tutabilecek bir pencere açmak (aralamak?) mütevazı amacı
taşınamaz mı?
I
Deyimin etimolojisine Rousseau’dan bir alıntı ile başlamak
aydınlatıcı olabilir:
“Bu sözcük (manevi ve Politik Ekonomi), Grekçe ev (oikos) ve yasa
(nomos) sözcüklerinden oluşmuştur ve aslında bir ailenin tümünün
ortak iyiliği için evin bilgece ve dürüstlükle yönetilmesini
belirtir. Anlamı, daha sonra büyük bir aileyi yani devleti
kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Bu iki farklı anlamı
ayırdetmek için sonuncu durumda genel ekonomi ya da politik
ekonomi birinci durumda ise ev ekonomisi ya da özel ekonomi
sözcükleri kullanılır.” (1)
Rousseau’nun işaret ettiği ikinci anlam, yani ev ekonomisi’nin (oikonomike)
izleri Aristo’ya varmaktadır. Aristo, evin (ailenin) yönetilmesini
üç çiftli yapıya oturtmaktadır: efendi ve köle, koca ve karı, baba
ve çocukları. Bu yapının temelini ise mülkiyet teşkil eder. “Mülk
ailenin, mülk edinme de aile ekonomisinin bir parçasıdır...” (2)
Rousseau’nun belirttiği ikinci sözcük, yani ekonomi politik,
genellikle ve sıklıkla Traicté de l’oeconomie politique (1615)
başlığını taşıyan kitabın yazarı Antoine de Montchrétien’e
atfedilir. (3) Ne var ki James E. King’in bize öğrettiğine itibar
edeceksek, neredeyse inanç haline gelmiş bulunan bu yargı, doğru
değildir. King, şunları yazıyor:
“Deyim, muhtemeldir ki ilk kez Montchrétien’in yazdığı ekonomi
kitabının başlığında kullanıldı, fakat deyim onun orijinal (buluşu
değildi). (Deyim), 1611 yılında Louis de Mayerne- Turquet
tarafından La Monarchie Aristodémocratique adlı çalışmasında
kullanılmıştı... ‘Ekonomi politik’ deyimi yazar tarafından egemen
devletin yurttaşları karşısındaki görevleriyle ilişkili olarak
kullanılmıştır.” (4)
Deyim, aşağı yukarı on sekizinci yüzyılın yarısına kadar, ahlak
felsefesi içinde bu anlamını sürdürdü. (5) Ne var ki, on sekizinci
yüzyılın ortalarına kadar geçen zaman aralığında tartışmalara; bu
konunun gerçekten en güçlü uzmanlarından biri olan Groenewegen
dahi değinmediği için, (örneğin geç A. Smith’deki (1776) “doğal
fiyat-piyasa fiyatı”) ayrımının gerçeklikte neyin uzantısı olduğu,
bunları (ve aşağıda değinilecek olan başkalarını) çözümleyen
“bilim” olarak ekonomi politiğin etimolojisindeki kaymaları
anlamak kolay (mümkün) olmamaktadır. O halde bu ara dönemi, kısa
bir tartışmayla görmemizde yarar var.
II
Aristo “para kazanma”nın iki yolundan bahsetmişti: “Biri zorunlu
ve kabul edilecek niteliktedir,... öteki ticari olanı değiştokuşa
dayanır ve buna haklı olarak kınamayla bakılabilir; çünkü doğadan
değil, insanların birbirleriyle alışverişlerinden çıkmaktadır.”
(6) Diğer bir deyişle “oekonomik”in (doğal ekonominin) karşısında
chrematistik yani ticarete, servet edinmeye ilişkin faaliyetler
yer alır. Farklı bir anlatımla “oekonomik” kullanım değerine
ilişkinken, “chrematistik” değişim değerine ilişkindir. Aile
yönetimi açısından gerçek servet, kullanım değerlerinin temini ve
tedarikidir. Bunun da doğal bir sınırı olacaktır. Oysa ki değişim
değerlerinin elde edilmesi para biriktirmeyle ilgilidir ve bunun
sonu yoktur. Böylece, Aristo “ev” ile “piyasa”yı birbirlerinin
karşısına koymuş olur. (7)
Aristo, ahlak (etik) alanda tartışırken fiyatlardan (değerlerden)
bahseder. (8) Değişime sokulan ihtiyaçlar arasında, adalet adına,
bir “denge”nin, “eşitlik”in bulunması gerektiğinde ısrarlıdır.
Aristo, bu günün deyimi ile tekel fiyatına, yani kelimenin
etimolojik anlamında tek satıcının yapay olarak koyduğu fiyata
karşıydı. Böyle bir davranışı etik dışı buluyordu. Bu görüşü onu,
adil fiyata (justum pretium ya da verum pretium), dolayısıyla bir
maliyet ilkesi aramaya götürecektir.
Ortaçağlara gelindiğinde, skolastik düşünürlerin, bu arada
özellikle St. Thomas Aquinas, Albertus Magnus, John Duns Scotus
gibi düşünürlerin justum pretium konusunda Aristo’cu yoldan
gittiklerini gözlüyoruz. Ne var ki bazıları aestimato’ya gönderme
yaparak fiyatların belirlenmesinde öznel bir unsurun önem
taşıdığını; diğer bazıları da expansae et laboros’e dikkat çekerek
nesnel unsurların önem taşıdığını ileri süreceklerdir.Fiyatların
(değerlerin) belirlenmesi ve ölçülmesi ister öznel, isterse nesnel
ögelere dayandırılsın, tartışmanın, esas itibariyle, etik sorunu
çerçevesinde geçtiğinin altını bir kez daha çizelim. (9)
On altıncı yüzyıl İspanyol teologlarından Louis de Molina’ya göre
adil fiyat, bir şehrin (town) bütün sakinlerinin bir araya geldiği
Pazar yerinde oluşan fiyattır. “Bir araya gelmek”, “toplanmak”,
Latince’de concurrere kelimesi ile ifade edilirdi. İşte bu,
biraraya geliş, Roma hukukunda Communis aestimatio olarak
adlandırılan şeyi, yani pazar-yerindeki müşterek bir
değerlendirmeyi ifade ederdi. Eğer pazar-yeri diyelim, arz
edicilerin sayısının ya da arz miktarlarının yeterli olmayışı gibi
nedenlerden ötürü, uygun bir biçimde iş görmüyorsa, yetkililerin
görevi, en azından “zorunlu mallar” (pretium legitimum) için adil
fiyatı sabitleştirmekti. “Normal kar”ı aşan kar kabul edilemezdi.
(10)
İşte, ekonomi politikte on yedinci, on sekizinci yüzyıldaki
gelişmeler, farklı dile getirişler altında olsa bile, bu Communis
Aestimatio farklı ve değişen yorumlarıyla karşımıza çıkacaklardır.
Erken ortaçağ insanının anlayışında, müşterek bir yargıya dayalı
pazar-yeri fiyatı adildi. Bu algılayış, geç ortaçağda, düzenleyici
rasyonel bir ilke şeklinde de ele alınacaktı. Düzenleyici rasyonel
bir ilke biçiminde yorumlanan piyasa fiyatı, artık, zorunlu olarak
“adil” olmayabilir, fakat “doğal” olduğu için, arzu edilir bir
şeydir de. Bu görüşe karşı-görüşlerin de ortaya çıktığına işaret
edelim. (11)
Communis Aestimatio, on sekizinci yüzyılın son çeyreğinde (1776)
A. Smith’in eline ulaştığında onun ünlü “doğal tam serbestiyet (liberty)*
ve adalet sistemi”nde bir “mekanizma”ya dönüşecektir.Burada,
artık, Pretia Legitima’ya yer yoktur,: Rekabet serbest olduğu
sürece insanlar,mümkün olan en yüksek kar peşinde koşabilirler;
çünkü nasıl olsa bu rekabet altında, uzun dönemde , aşırı karlar
ortadan kalkacak ve ”doğal fiyat”lar yerleşecektir. Bu “doğal
fiyat”lar da Communis Aestimatio’nun dile gelmesinden,
şekillenmesinden başka bir anlama gelemezdi. O halde, geleneksel
olarak (fakat tam da doğru olmayan bir biçimde) A. Smith’le
birlikte piyasa, Communis Aestimatio dolayısıyla “adil fiyat”ın
sağlayıcısı (ve garantisi) olmuştur biçiminde ileri
sürebileceğimiz bir iddia hiç de abartılı sayılmamak gerekir. (12)
III
Eğer ekonomi politik deyimi on yedinci yüzyılın hemen başlarında
kullanılmaya başladıysa bunu, herhalde bir tesadüf saymamak lazım
gelir. Çünkü, en soyut düzeyde ifade edilmiş olsalar dahi,
düşüncelerin kendi içlerinde/aralarında bir diyalektiğinin mevcut
olduğu durumlarda bile, eğer bu düşüncelere karşılık gelen bir
gerçek gerçeklik yoksa, düşünce(ler) ve onun ifade ettiği
düşünülen deyim(ler) ortaya çıkmıyor ve/ya kök salamıyor. Demek ki
düşüncelerin (deyimlerin) bir zaman (tarih?) ve bir mekan boyutu
var. İşte bu zaman ve mekan boyutu sorunu, karşımıza “merkantil”
denilen dönemi çıkarıyor. Uzlaşımsal bir aralık olarak bu dönem,
kabaca Batı Avrupa’da 1500-1800 yılları arası dönemdir. Bu kısa
yazıda, bekleneceği üzere, bu dönemi bütün ayrıntılarıyla
anlatamayız ama “ekonomi politik” deyiminin tahavvülünün hikaye
edilmesinde ve çözümlenmesinde sözü edilen aralıktaki bazı köşe
taşlarına değinmemek de olmaz.
Feodalizmin çözülme süreci içinde bir fırsatlar alanı olarak değil
de bir zorunluluklar (imperative) alanı olarak13 piyasa(lar)ın
ortaya çıkması, aynı zamanda, toplumun yeniden örgütlenmesi ve
bireysel hayatların yeniden düzenlenmesi anlamına da geliyordu.
Süreç, bir bakıma, eğer Aristo’nun (tasvip etmediği) diliyle
söylemek uygun olursa, krematistiğin “ekonomi”ye baskın
çıkmasıydı. Zenginliğin (para) kazanmanın “ev”e baskın gelmesi ya
da yetkililerin görevi, en azından “zorunlu mallar” (pretium
legitimum) için adil fiyatı sabitleştirmekti. “Normal kar”ı aşan
kar kabul edilemezdi.
İşte, ekonomi politikte on yedinci, on sekizinci yüzyıldaki
gelişmeler, farklı dile getirişler altında olsa bile, bu Communis
Aestimatiofarklı ve değişen yorumlarıyla karşımıza çıkacaklardır.
Erken ortaçağ insanının anlayışında, müşterek bir yargıya dayalı
pazar-yeri fiyatı adildi. Bu algılayış, geç ortaçağda, düzenleyici
rasyonel bir ilke şeklinde de ele alınacaktı. Düzenleyici rasyonel
bir ilke biçiminde yorumlanan piyasa fiyatı, artık, zorunlu olarak
“adil” olmayabilir, fakat “doğal” olduğu için, arzu edilir bir
şeydir de. Bu görüşe karşı-görüşlerin de ortaya çıktığına işaret
edelim.
Communis Aestimatio, on sekizinci yüzyılın son çeyreğinde (1776)
A. Smith’in eline ulaştığında onun ünlü “doğal tam serbestiye (liberty)*
ve adalet sistemi”nde bir “mekanizma”ya dönüşecektir.Burada,
artık, Pretia Legitima’ya yer yoktur,: Rekabet serbest olduğu
sürece insanlar,mümkün olan en yüksek kar peşinde koşabilirler;
çünkü nasıl olsa bu rekabet altında, uzun dönemde , aşırı karlar
ortadan kalkacak ve ”doğal fiyat”lar yerleşecektir. Bu “doğal
fiyat”lar da Communis Aestimatio’nun dile gelmesinden,
şekillenmesinden başka bir anlama gelemezdi. O halde, geleneksel
olarak (fakat tam da doğru olmayan bir biçimde) A.Smith’le
birlikte piyasa, Communis Aestimatio dolayısıyla “adil fiyat”ın
sağlayıcısı (ve garantisi) olmuştur biçiminde ileri
sürebileceğimiz bir iddia hiç de abartılı sayılmamak gerekir.
III
Eğer ekonomi politik deyimi on yedinci yüzyılın hemen başlarında
kullanılmaya başladıysa bunu, herhalde bir tesadüf saymamak lazım
gelir. Çünkü en soyut düzeyde ifade edilmiş olsalar dahi,
düşüncelerin kendi içlerinde/aralarında bir diyalektiğinin mevcut
olduğu durumlarda bile, eğer bu düşüncelere karşılık gelen bir
gerçek gerçeklik yoksa, düşünce(ler) ve onun ifade ettiği
düşünülen deyim(ler) ortaya çıkmıyor ve/ya kök salamıyor. Demek ki
düşüncelerin (deyimlerin) bir zaman (tarih?) ve bir mekan boyutu
var. İşte bu zaman ve mekan boyutu sorunu, karşımıza “merkantil”
denilen dönemi çıkarıyor. Uzlaşımsal bir aralık olarak bu dönem,
kabaca Batı Avrupa’da 1500-1800 yılları arası dönemdir. Bu kısa
yazıda, bekleneceği üzere, bu dönemi bütün ayrıntılarıyla
anlatamayız ama “ekonomi politik” deyiminin tahavvülünün hikaye
edilmesinde ve çözümlenmesinde sözü edilen aralıktaki bazı köşe
taşlarına değinmemek de olmaz.
Feodalizmin çözülme süreci içinde bir fırsatlar alanı olarak değil
de bir zorunluluklar (imperative) alanı olarak (13) piyasa(lar)ın
ortaya çıkması, aynı zamanda, toplumun yeniden örgütlenmesi ve
bireysel hayatların yeniden düzenlenmesi anlamına da geliyordu.
Süreç, bir bakıma, eğer Aristo’nun (tasvip etmediği) diliyle
söylemek uygun olursa, krematistiğin “ekonomi”ye baskın
çıkmasıydı. Zenginliğin (para) kazanmanın “ev”e baskın gelmesi ya
da değişim değerlerinin kullanım değerleri karşısında galip
gelmesiydi. Böylece, dönemin bir karakteristiği ve ekonomi
politiğin araştırma nesnesi belirginleşmiş oluyor: Zenginlik
(servet) ama zenginliğin elde edilmesi sorununu açıklığa
kavuşturmamız yararlı olacaktır.
Zenginlik, artık gerçekleşmeye yüz tutmuş (altın/gümüşte temsil
edilen) paradır. Paranın (zenginliğin/servetin) elde edilmesinin
yolu meslek olarak ticarettir. Dönemin konuyla ilgili yazılmış
kitaplarının başlıklarında bu hususu rahatlıkla izleyebiliyoruz.
(14)
Şurasını vurgulamalıyız ki, dönemde, ticaretten bahsedenler,
sanılanın ve genellikle bilinenin aksine, basitçe ve sadece satın
alma ve satma işlemini kastetmezlerdi. Dönemin dilinde trade
(ticaret), aynı zamanda meslektir; istihdamdır (15) (dolayısıyla
işbölümü). Bu iki (yeni) özelliği ile ticaret, diyelim Roma’nın
ve/ya da feodalizmin “ticaret”inden artık farklılaşmıştır:
piyasada satılmak üzere mal üretimi ve yeniden kar elde etmek için
sermaye (stock) birikimi. Kısacası; ticari kapitalizm. Bu açıdan
değerlendirildiğinde dönemin böylece adlandırılmasında şaşılacak
yön yoktur. Şaşılacak bir şey belki yoktur; ama dönemin
düşünürleri tarafından araştırılacak yeni olgular orada idiler;
görünür haldeydiler: Bir tüccar üretilmiş bir malı burada satın
alıp, orada satıyordu; bir diğeri kendisine temin ve teslim
edilmek üzere mal üretimini örgütlemeye çabalıyordu. Kırın bir
yöresindeki eski serf, bir diğer yöresinde ya da bir kentte
geçimini sağlayabilmek için, (artık bir iş için) emeğini piyasaya
sunabilmek dert ve kaygısı ile karşınızda durabilirdi. Dünün eski
ustasının araç ve gereçleri, artık kendisi tarafından ve kendisi
için temin ve tedarik edilebilir olmaktan çıkmıştı: ya daha zengin
(eski) bir usta ya da tüccar tarafından sağlanmak durumundaydı.
Tahacüp edilecek bir tarzda, birinin bir ihtiyaç; tanınmayan,
bilinmeyen diğer başka birileri tarafından sağlanıyordu.
Dönemin sonraki kuşak düşünürlerinin hafızalarında Amerika’lardan
ve diğer kolonilerden yağma ve çapulla gelen altın ve gümüş ile
diğer bazı malların “bol”luğu elbette ki tazeliğini yitirmemişti.
Bu “bolluk”un birilerinin ellerinde biriktiği de bilinmez değildi
ama şimdi, bir kısım eski kolonileriyle ticaret yapmak daha
“karlı” görünüyordu. Kendi ülkelerinin diğer ülkelerle ticaret
yapmaları da “kar” potansiyeli taşımaktaydı: Küçük bir koşulla –
güvenlikleri temin edilsin.
“Yaban” (savage) durumundan ve yabanilikten çıkılmış; tarım
üretimi, “eski” tarım üretimi kimliğinden sıyrılmıştı ama
zenginlik geçmiş dönemlerle kıyaslanmayacak ölçüde para biçiminde
(altın ve gümüş) birikiyordu. Birikim, ister bireysel isterse
“ülke” düzeyinde gerçekleşmiş olsun, belli ki bir “fazla”yı, bir
şeylerden “artakalan”ı bir “tortu”yu temsil ediyordu. Üstelik bu
bir dönemdeki ”fazla”nın miktarı ne kadar büyük olursa, bir
sonraki dönemin “fazlası” da o kadar büyük oluyordu. İşte bu “yeni
toplum”da gerçekleşen “birikimin sırrı”nı çözmek ve çözümlemek,
ekonomi politiğin ilgi alanı içine alınmalı ve bu da bilimsel bir
tarzda yapılmalıydı ki tam da bu nokta karşımıza dönemin diğer bir
karakteristiğini çıkarır: bilim devrimi.
(On yedinci) yüzyıl bilim devrimi ile ekonomi politik arasındaki
ilişki ve bağlantılar genellikle “atlanır”. Ne var ki böyle bir
“atlama”, eğer “ortam” basitçe “ekonomi”ye indirgenmeyecekse,
ekonomi politiğin kendi mantığıyla tutarlı olmaz.
On yedinci yüzyıl bilim devrimini kısa ve fakat açıkça tanımlamam
istenildiğinde şunu söyleyebilirim: Evreni ve tabiatı (giderek
toplumu) anlama ve açıklamada esastan ve köklü bir referans
“kaymasıdır” – “Söz”den “akıl”a; beşer üstü ve ötesinin referans
çerçevesinden bizzat beşerin kendi aklının referans alınmasıdır.
Bu referans kayması beraberinde, zorunlu olarak, yeni bir
araştırma inceleme ve sunuş yöntemi (ve hatta teknikleri)
getirecektir.
On yedinci, fakat ağırlıklı olarak on sekizinci yüzyıl
ortalarından itibaren, dönemin ekonomi politiğe ilişkin
yazılarında bu etkinin derin izlerini biliyoruz. (16)
Bu bağlamda F. Neumark’da şunları okumak, bu gün de öğretici
olmaktadır: “...Merkantilizm devri bir taraftan, feodal cemiyet ve
ekonomiyle bu sosyal müesseselerinin doğurduğu partikülarizmin
çözülmesini, diğer taraftan da Katolik kilisesinin
universalizminin çökmesine şahit olan bir devirdir.” (17)
Yukarıda, ekonomi politik deyiminin muhtemelen ilk kez Louis de
Mayerne-Turquet’nin çalışmasında “egemen devletin yurttaşları
karşısındaki görevleriyle ilişkili olarak kullanıldığı”na
değinmiştim.
Böylece dönemin bir başka özelliği karşımıza çıkmaktadır:
Ulus-devlet.
Feodalizm bir yönü ile egemenliğin parçalanmışlığı şeklinde tasvir
edilebilir ama, bu parçalanmış egemenlik içindeki egemenin sadece
bir “suzerain” olduğunu akıldan çıkarmayalım. Bu parçalanmış
egemenlikten ulusal ve merkezi devlete geçiş, “geçiş
tartışmaları”nın önemli bir boyutu ve belki de en hararetli
tartışma konusudur. (18)
Bağlamımız açısından, ulusal ve merkezi devlete geçişte iki
kavramın kritik önemde olduğunun altını hemen çizmemiz gerekir:
zor kullanma tekeli ve vergi koymak/almak tekeli. Bunları,
Elias’dan daha iyi anlatamam:
“Yakınçağın toplumu adını verdiğimiz toplumun karakteristiği,
özellikle Batı’da, tekel oluşumunun belirli bir düzeyidir. Askeri
erk araçlarının serbest tasarrufu tek tek kişilerin ellerinden
alınmış ve hangi biçimde olursa olsun, bir merkezi erke mahsus
kılınmıştır ve tek tek insanların mal varlığından ya da
gelirlerinden alınacak vergiler de toplumsal bir merkezi erkin
elinde yoğunlaşmıştır. Bu şekilde bu merkezi erkin tasarrufu için
bir araya gelen mali imkanlar zor kullanma tekelini ayakta tutar,
zor kullanma tekeli de vergi tekelini ayakta tutar. Bu ikisinden
hiçbiri diğeri karşısında önceliğe sahip değildir... Aynı tekel
konumunun iki yüzü söz konusudur. Biri yok olursa öteki de
otomatik olarak onu izleyecek. Egemenlik tekeli de bir o taraftan,
bir öteki taraftan güçlü sarsıntılara uğrayacaktır.” (19)
Schumpeter’in yerinde olarak klasikler öncesi ekonomi politiğin
merkezi tartışmasının vergiler olduğunu belirtmesi, her halde bu
bağlamda düşünülmek gerekir. (20) Vergi toplama tekeli
tartışmaların (ya da daha doğrusu mücadelelerin) bir yüzü idiyse,
diğer yüz feodal vergilerin kaldırılması idi. Fransız Siyasi
Devrimi’ne yol açan ya da Devrimin fitilini ateşleyen şeyin
vergiler meselesi olduğunu bu açıdan hatırlamamız yeterli
olacaktır.
O halde ekonomi politiğin daha oluşma aşamasında politik yön
devlete ilişkindi; ve bu iki alan henüz farklılaş(tırıl)mamıştı.
Kabaca on sekizinci yüzyılın ikinci yarısından sonra “devlet-sivil
toplum” ayrımı ortaya atıldığında ve ekonomi esas itibariyle sivil
topluma “mahsus bir iş” şeklinde görünmeye başladığında bu;
ileride ekonomiden “bağımsız bir alan” olarak siyaset; siyasetten
“bağımsız bir alan” olarak ekonomi düşüncesinin ilk işaretlerini
de vermiş bulunuyordu. (21)
IV
P. Groenewegen’in (22) de işaret ettiği üzere, “bir bilim olarak
ekonomi politiğin daha kesinlikli (precise) formülasyonları”nı
fizyokratlara bağlamak mümkündür.
Fransız fizyokrasisinde, özellikle Quesnay ile birlikte, servetin
niteliği bir kez daha tartışmaya açılır. Servet, (tarım)
üretimdir. Ekonomi politiğin inceleme nesnesi böylece, bir kez
daha radikal bir dönüşüme uğramış olur: (tarım) üretimi ama
Quesnay üretimin yanında, ekonomi politiğin inceleme nesneleri
arasına iki alan daha ilave eder: yeniden üretim ve bölüşüm.
Tableau économique bunu açıkça vurgular. Yukarıda değindiğimiz
merkantil düşünürlerin para formunda ifade ettikleri ve (dış)
ticaretten elde edilecek olan “fazla”nın, “artık”ın (surplus),
Quesnay’in elinde tarımsal üretimden elde edilen “artık”a
dönüştüğüne tanık oluyoruz. Nitekim “birikimi” temin edecek olan
da işte bu tarımsal artıktır. Ne var ki, tarım üretimindeki artışı
ülkesinin çıkarıyla özdeş gören ve tek “üretken sınıf” olarak
çiftçileri gösteren Quesnay’de tarım üretiminin esas itibariyle
“ticarileşmiş” tarım ürünü anlamına geldiğini unutmamamız lazım
gelir. Bu açıdan değerlendirildiğinde fizyokratlarda servetin
mahiyeti ticarileşmiş tarım ürünlerinin üretim, yeniden üretim ve
bölüşümünden ibaretti denilebilir.
Fizyokratlardan A. Smith’e giden yolda ekonomi politik
kitaplarının temel ilgi alanı, artık, üretim ve bölüşüm olacak,
hatta bunlar kitapların başlıklarına taşınacaklardır.
Bu yolda ilerlerken A. Smith’in gölgesinde kalan, gölgede kaldığı
için de birkaç uzmanın dışında kimsenin okumaya tenezzül etmediği;
ama Hegel’i etkileyen, Hegel’de görüldüğü kadarıyla Karl Marx’ın
ilgi alanına giren bir isimden; Sir James Steuart’dan başlamak
eldeki çalışmanın eksenine uygun düşeceği gibi, hakbilirlilik de
olacaktır.
Doğrusunu söylemek gerekirse Sir J. Steuart, bir bakıma ve fakat
uzlaşımsal olarak son dönem merkantilist düşünürler içinde yer
alır: bu ders kitapları yaklaşımıdır. Fakat onun kitabı bir yandan
İngiliz dilinde yazılmış, başlığına “ekonomi politik” deyimini
taşıyan ilk kitaptır. (23) An Inquiry in to the principles of
Political Economy. (24) Fakat diğer yandan, etkisini İngiltere’den
daha çok Almanya’da göstermiştir.
Steuart’a göre ekonomi, “(...) bir ailenin bütün isteklerini
basiretle ve sadelikle sağlama sanatıdır. Bir ailede ekonomi ne
ise bir devlette ekonomi politik odur.” (25)
İlk Palgrave’de, “ekonomi politik” maddesi yazarına göre
Steuart’ın tanımı, deyimin “orijinal” anlamına uygundur. Çünkü
orijinal anlamında ekonomi ve ekonomi politik yönetim sanatını
anlatır, biri ailenin diğeri devletin olmak üzere. (26)
Steuart’ın diğer merkantilist yazarlardan farklılaşması ve daha
ziyade klasiklere yaklaşması onun ekonomi politiğin alanını
toplumsal hayatın bütününü incelemesi biçimine dönüştürmesinde
yatar. Kitabının başlıkları bunu göstermeye yeterlidir: nüfus ve
tarım, ticaret ve endüstri, para, kredi ve borçlar vergiler.
Geliştirdiği hayali bir “devlet adamı” bütün bu sorunlarla,
ülkenin refahını arttırmak için ilgilenmelidir. Bu ilgisini
gerçekleştirebilmesi için, bu konularda bilgi sahibi olmalıdır. Ne
var ki bu bilginin sınırları herkesin kendi özel çıkarı peşinde
koşması ile belirlenmiştir: ekonomik faaliyetlerin temel
güdülenmesini sağlayan özel çıkarlarıdır. Devlet adamı bunu
bilerek yönetecektir. “İyi aile babası” ile “devlet adamı”
arasındaki benzerlik tam da bu “yönetim sanatı”nda
belirginleşmektedir.
Steuart’ı yaklaşımı itibariyle ilginç kılan şey, bu görüşlerinden
fazla, sanıyorum onun tarihi ele alışında yatmaktadır. Başta Hegel
olmak üzere Alman filozofları üzerindeki etkisinin yoğunluğu da
bununla bağlantılı olmaktadır.
Steuart toplumsal gelişmeyi (değişmeyi) üç aşamalı olarak ele
alır.
1- Göçebe çobanlık (pastoral nomadic)
2- Tarımcılık ve
3- değişim ekonomisi ile nitelenen modern toplum. Bu
toplumların her biri farklı ekonomik yapılara ve özgül değerlere
sahiptir. (27)
Bir aşamadan diğerine geçiş gıda arzını arttırma zorunluluğundan,
nüfus artışı dolayısıyla gerçekleşmektedir. Eğer insanlar gıda
arzını arttırmak için çalışmak zorunda olduklarının farkına
varmamışlarsa, doğanın sunduklarıyla bağlı kalacaklardır. Böyle
bir toplumda insanlar, bir tür doğal serbestiye yaşarlar ve aylak
aylak dolaşırlar. Fakat böyle bir toplum varlığını uzun süre devam
ettiremez; çünkü çok geçmeden nüfus baskısı kendisini hissettirir.
Bu nüfus baskısı, gıda arzını arttırmak için çalışma zorunluluğunu
dolayısıyla yerleşme ihtiyacını ortaya çıkarır: bu tarım ekonomisi
veya tarım toplumu aşamasıdır. Tarım toplumunda her bir tarımcı
kendi ihtiyacının üzerinde, dolayısıyla bir “fazla” miktar
üretebilir: Bir fazla üretebildiği ölçüde, nüfusta artış meydana
gelecektir. Ne var ki üreticiler arasındaki “doğal” yetenek ve
fiziki güç farklılıkları, söz konusu “fazla”nın da farklı
büyüklükte olmasına yol açacaktır. Böylece, daha çok
üretebilenler, daha az üretebilenlerin efendisi durumuna
gelebileceklerdir. Dolayısıyla tarım ekonomisi beraberinde
çalışmayı, emek harcamayı getirmiştir ama çalışma da
farklılaşmayı, tabakalaşmayı peşine takmıştır.
Değişim ekonomisiyle (piyasa ekonomisi diye okunabilir) nitelenen
modern toplum, tarım toplumundan doğmuştur. Bu toplumda, tarım
toplumunun ekonomisinin aksine, baskı, zor değil, teşvik ve
güdülenme vardır. Eğer arzular fiziki gereklilik düzeyinin üstüne
çıkmışsa, bu takdirde “lüks” mallar üretilmeye başlanacaktır.
“lüks” malların ortaya çıkmasıyla birlikte toplumda birileri de bu
“lüks” mallarda “fazla” üretmek için teşvik edilmiş, güdülenmiş
olacaktır. Zorunlu malların ötesinde lüks malların üretilmiş
olması, değişim ekonomisinde ya da modern toplumda özgürlüğü
geliştirecektir. Fakat bunun yanında, değişim ekonomisi, aynı
zamanda insanları işlevsel olarak da birbirlerine bağlayacaktır:
bir grup insan zorunlu mallar “fazla”larını üretirlerken, başka
bir grup insan da lüks mallar “fazla”larını üretecekler ve bu
“fazla”ların değişimi bu iki grup insanı birbirine bağlamış
olacaktır.
Böylece karşımıza istek (want) temelli bir tarihsel evrim teorisi
çıkmaktadır. Gözden kaçırılmaması gereken bu evrimin özgürlüğe (freedom)
doğru olmasıdır.
İşte bu görüş Hegel’de, ihtiyaç temelinde tanımlanan ekonomi
politik kavramlaştırmasıyla bizi yüz yüze getirir.
Hukuk Felsefesi’nde Hegel, sivil toplum alt başlığı altında
“devlet”in bireylerinden şu şekilde bahsediyor:
Bu devletin burgherleri olarak bireyler, gayeleri (ends) kendi öz
çıkarları olan özel şahıslardır. Bu gaye evrenselin mediasyonu ile
elde edildiğinden, evrensel onun gerçekleşmesinde bir vasıta (means)
olarak görünür. Şu halde bireyler, kendi gayelerine, ancak
bilgilerini, iradelerini ve eylemlerini evrensel bir tarzda
belirledikleri ve kendilerini bu bütünü meydana getiren zincirin
halkaları haline getirdikleri ölçüde ulaşabilirler. (28)
Steuart’ın değişim ekonomisindeki bireyler ile Hegel’in sivil
toplumundaki bireyler arasındaki benzerlik açıktır. Steuart’ın
kendisindeki “arzu”lar Hegel’de yerini ihtiyaçlara bırakmıştır.
“Sivil toplum şu üç momenti içerir:
İhtiyacın mediasyonu ve bireyin, hem kendi emeği (work), hem de
bütün başka bireylerin emekleri ve ihtiyaçlarının tatmin bulması:
İhtiyaçlar sistemi.” (29)
İşte ekonomi politik, sivil toplumda bu ihtiyaçlar sistemi
temelinde anlamını bulmakta ve tanımlanmaktadır.
“Ekonomi Politik, bu görüş noktasından (emek ve ihtiyaçlar)
hareket eden bilimdir ve buradan hareketle kitlelerin ilişkilerini
ve davranışlarını, bütün karmaşıklığı ve kalitatif ve kantitatif
karakteri içinde açıklamaya çalışır.” (30)
Bu paragrafta Hegel, Smith ve Ricardo’ya daha çok yaklaşmaktadır.
Ancak, daha sonra Althusser Hegel’in bu “ihtiyaçlar alanı”nın naif
bir antropolojiye dayandığını iddia edecek ve bunun K. Marx’la
bağlantı(sızlık)larını çözümleyecektir. (31)
Hegel’in ekonomi politiği böylece kavramlaştırması etkisini bir
yandan Alman Tarihçi Okulu’na taşırken, daha ilginci diğer yandan,
Karl Menger ile Okul’un diğer mensupları arasında cereyan eden
metot tartışmalarına kadar uzanacaktır. Ne var ki, Hegel’in
gölgesi, tartışmanın gürültüsü içinde sessizliğini sürdürecektir.
Hegel’in sesini Marx duyacak, ama o da bu sesi (daha sonra)
işitmeyecek ve onu Panteonun en görkemli yerine koymaya özen
gösterecektir.
V
Steuart’ın kitabının yayınlanmasından dokuz yıl sonra Adam Smith o
ünlü kitabını yayınlar (1776). Ancak, kitabın başlığında ekonomi
politik deyimi yer almaz. Böyle olmakla birlikte başlık, araştırma
nesnesinin içeriğini ve kapsamını doğru bir biçimde yansıtır:
Ulusların Zenginliği. (32)
A. Smith’in kitabı, Sanayi Devrimi’nin hemen eşiğinde
yayınlanmıştı. Bu bakımdan onu, Sanayi Devrimi’nin bir ürünü
saymak yanlış olmaz. O ilk günlerin bağrında taşıdığı çeşitli ve
farklı iktisadi (ve sosyal) çelişkili birlikteliğinin ağır kokusu
kitaba da sinmişti: Fabrika sistemi işlemektedir ama o sürekli
olarak manüfaktürden bahsetmektedir. Değer’in kaynağının ‘emek’de
bulunduğunda ısrarlıdır ama ’emek’in değerin kaynağı mı yoksa
ölçüsü mü olduğunda hep bir muğlaklık içindedir. vb. Ricardo ile
birlikte ortadan kalktığını gördüğümüz tarihilik, Smith’de henüz
yaşamaktadır.
Ne söylenirse söylensin, çözümleme nesnesinde kararlıdır: “Sivil
toplum”da (ki kapitalist toplum şeklinde okunabilir) zenginliğin
(servetin) doğası ve artışının nedenleri; diğer bir anlatımla,
sivil toplumda “sermaye birikimi”.
Hatırlanacağı üzere, Fransız fizyokratları ile birlikte zenginlik,
merkantilist düşüncedekinden farklılaşarak bir dönüşüme uğramıştı:
zenginlik doğasını para da değil üretimde açığa vururdu. Ancak bu
üretim, onların gözünde, Fransa’nın o dönemdeki özgül koşullarıyla
da bağlantılı bir biçimde, tarıma münhasır kılınmıştı. İşte A.
Smith, fizyokratik geleneğin ayak izlerinden giderek zenginliği
üretim ile özdeşleştirmektedir ama Fizyokratlardan farklı olarak
tarım üretiminin değil, “manüfaktür” üretiminin baskın niteliğini
vurgulamaktadır. Hatta kendisi o deyimi kullanmasa bile biz,
miktar yanlış anlaşılmayı peşinen kabullenerek “genel olarak
üretim”in zenginliğin doğasını açığa vurduğunun bilincinde
olduğunu iddia edebiliriz.
Üretim dolayısıyla vücut bulacak olan “birikim”, ulusal servet
artışının gerekli koşuludur. Yeterli koşulu ise üç toplumsal
sınıf, (kapitalistler, işçiler, toprak sahipler) arasındaki
bölüşümün kapitalistler lehine sürekli gerçekleşmesidir. Şimdi,
madem ki ulusal servet artışının sürükleyicisi kardır ve kar da
kapitalistin “özel çıkarı” peşinde koşanların edindiği gelirdir;
ve madem ki ulusal zenginliğin artması (birikim/büyüme) toplumun
da çıkarınadır; o halde “özel çıkarlar” ile “genel çıkarlar”
arasında bir çatışmadan, çelişkiden değil, bir uyumdan ahenkten
bahsetmek daha doğrudur. “Görünmeyen el” de bu uyumun “ahenk”in
sağlandığı mekanizmadır.
Smith’in ekonomi politik tanımı, kabaca özetlediğimiz bu içeriğe
uygundur:
“Devlet adamı veya kanun yapıcıya ait bir bilim dalı olduğu
düşünülen ekonomi politik, iki farklı hedef önerir; birincisi halk
için bol miktarda gelir veya geçim imkanı sağlamak veya daha
doğrusu onların kendileri için böylesi bir geliri veya geçimlik
sağlamalarını mümkün kılmaktan; ve ikinci olarak da devlete veya
ulusa kamu hizmetlerinin yapılmasını sağlayabilecek bir gelir
temin etmektir. Ekonomi politik hem halkı, hem de hükümdarı
zenginleştirmeyi önerir.” (33)
Tanımdaki bir kaç hususun altı çizilmelidir. Bir kere; her ne
kadar daha sonra tartışılacak olsa bile, (34) ekonomi politik,
“bir bilim dalı” olarak, Smith ile birlikte artık yerleşik hale
gelmiştir. İkinci olarak; “ekonomi politik hem halkı (people) hem
de hükümdarı (sovereign) zenginleştirmeyi” önerdiğine göre,
bugünün terminolojisi ile ifade etmek gerekirse o, aynı anda, hem
bir “iktisat teorisi”, hem de “iktisat politikası”dır. “İktisat”ı
Smith ile başlatan görüş ciddiye alınacaksa bu tespit o açıdan
önemli sayılmak gerekir. Öte yandan; hem bir bilim, hem de bir
sanat şeklinde algılandığında ekonomi politik, yine bugün
kullanılan terimlerle dile getirildiğinde, “pozitif” ve “normatif”
öğeleri ya da “olan” ile “olması gereken”i daha değişik bir
ifadeyle “gerçek yargıları” ile “değer yargıları” ayrımını henüz
gerçekleştirmemişti. Bu ayrımın A. Smith’de (ve önceki ve sonraki
başkalarında) bulunmayışı anlam farkına varış eksikliklerinden
değil de dünyayı (evren) pozitivist espriyle algılamayışlarından
ileri gelmektedir. Üçüncü olarak; devletin sadece “gece bekçisi”
işleviyle sınırlı ve bağlı olup olmadığı tartışmalıdır. (35)
Smith’deki “tarihilik” D. Ricardo’nun ellerinde “yok” olmuştur.
Ricardo’nun çözümlemesi belki tarih karşıtı değildi ama tarih-dışı
(ahistorical) olduğu kesindir. Bu temel belirlemeyi yaptıktan
sonra Ricardo’nun çözümlemesinin, bir bakıma, Smith’inkinin devamı
olduğunu söyleyebiliriz. Bir kere; Smith’in sorunsalı (istenirse
paradigması) Ricardo’nun da sorunsalıdır: “Sivil toplum”un
niteliği, işbölümünün vazgeçilemez önemi, işbölümüyle değişim
arasındaki kaçınılmaz bağlantılar, birikim ile kar arasında, her
zaman kar lehine gerçekleşmesi gereken ilişkiler Ricardo için de
sorgulamasız kabullerdir. Smith bölüşüm ile birikim arasındaki
bağlantı ve ilişkileri çözümlemişti ama birikim sürecinde
bölüşümün nasıl etkileneceği üzerinde fazla düşünmemişti. İşte bu
sorun Ricardo’nun sorunu olacaktır – temellendirici bir ilke olan
“değer” sorunsalı ile birlikte. Sorun, kar oranlarının seyriyle
ilgili olduğu için önemlidir. Kar oranlarının zaman içinde düşüşü
önlemezse, sonumuz “cehennem” olabilirdi. İşte bu bağlamda ekonomi
politiğin içeriği ve kapsamı belirginlik ve anlam kazanır:
“Yeryüzünün ürünleri, toplumdaki üç sınıf arasında paylaşılır:
Toprak..sahipleri, sermaye sahipleri ve emekçiler.”
“Toplumun değişik aşamalarında yeryüzünden sağlanan toplam
üretimin bu üç sınıf arasında rant, kar ve ücret olarak paylaşımı
farklı olacaktır... (İşte) bu bölüşümü düzenleyen yasaların
belirlenmesi ekonomi politiğin baş sorunudur” (36)
Smith ve Ricardo ile birlikte üretim ve bölüşüm ekonomi politiğin
kapsamına hakim olmaktadır. (37)
Smith’in takipçisi sayılabilecek olan J. B. Say ile birlikte,
ekonomi politiğin konusu olmasa bile yöntemi tartışmaya açılmış
görünür. Say, bilimleri tecrübi (experimental) ve tasviri (descriptive)
olarak ikiye ayırdıktan sonra ekonomi politiği birinci (tecrübi)
kategoriye dahil eder. (38) Böylece ekonomi politikte
gözlenebilirlik ve ölçülebilirlik’in yolu açılmış olur. Nitekim bu
ayrım 1837’de N. W. Senior’un ellerinde şu biçimi alacaktır:
“ekonomi politik bilimi” iki dala ayrılır: 1. “servetin doğasını,
üretimini ve bölüşümünü açıklayan” teorik dal; ve ikinci “servet
için en uygun kurumların ne olduğunu soruşturan” pratik dal.
Birkaç yıl sonra Encyclopedia Metropolitana’ya yazdığı bir
makalede, ekonomi politiği, esas itibariyle “saf bilim” olarak
niteleyecek ve “pratik” yönünü genel yönetim sanatı içine
atacaktır. (39)
Böylece ekonomi politiğin içeriği ve kapsamı daralmış olmaktadır.
Daha dikkat çekici olan, bu daraltmaya Cairnes tarafından bir
diğer niteliğin daha eklemlenmiş olmasıdır. J. E. Cairnes 1857’de
yayımladığı, Lectures on the Character and Logical Method of
Political Economy kitabında, ekonomi politiğin, “birbiriyle
rekabet eden demiryolu inşaat planları arasında mekanik bilimin
nötr kalması gibi, sağlığın iyileştirilmesinde birbiriyle rekabet
eden planlar arasında kimya biliminin nötr kalması gibi ekonomi
politik de birbiriyle rekabet eden toplumsal şemalar arasında nötr
kalır.” (40) Cairnes’in “rekabet eden toplumsal şemalar”dan biri
“sosyalizm”dir. “Saf bilim” ve “nötr”lük anlayışı L. Walras’da
tepe noktasına çıkacak ve 1930’lara gelindiğinde “ekonomi” (artık
“politik” değil!) J. Robinson’un dilinde “bir alet kutusu”na
dönüşecektir.
Senior, Mill ve Cairnes’in yöntem üzerindeki bu çalışmalarını daha
1888’de Ingram’ın “negatif” olarak nitelediğini de belirtelim.
(41)
L. Walras’ın Elements’nin ilk dersinin başlığı Ekonomi politiğin
tanımlamaları: A. Smith; J. B. Say dir. Walras bu Ders’de Adolphe
Blanqui’den önemli bir alıntı yapar: “...Fransa’daki bu iki karşıt
okul arasındaki bugünkü kavga, ekonomi politiğin, olanın (what is)
bir açıklaması olarak mı yoksa olması gerekenin (what ought to be)
bir programı olarak mı ele alınması gerektiği sorusuna
dönüşmüştür. Diğer bir ifadeyle, ekonomi politik doğal bir bilim
midir, yoksa moral bir bilim midir? Bize göre her ikisidir...”
(42) Bu sorunu kendi hesabına çözüme kavuşturmak için bilim, sanat
(art) ve etik arasında ayrım yapılması gerektiğini ileri sürer.
Bunun için de “beşeri olgu alanında temel bir ayrım yapılmasının
gerektiği”nden söz eder. Bu ayrımlardan bir tanesi kişilerle
şeyler arasında diğeri ise kişilerle kişiler arasındadır. “Bu iki
olgu sınıfının yasaları esastan farklıdır... Kişilerle şeyler
arasındaki ilişkilerin nesnesi, şeylerin amacını kişilerin amacına
tabi kılmaktır... Kişilerle kişiler arasındaki ilişkinin nesnesi
beşeri mukadderatın (human destinies) karşılıklı
koordinasyonudur.” (43) Birinci kategoriye, yani şeylerle kişiler
arasında ilişkilerin toplamına endüstri (industry), ikinci
kategoriye girenlere, yani kişilerle kişiler arasındaki
ilişkilerin toplamını ve kurumları (institutions) adını uygun
bulmaktadır. “Endüstrinin teorisi uygulamalı bilim ya da sanat;
kurumların teorisi moral bilim ya da etik diye adlandırılır.” (44)
Endüstri ve kurumların sırasıyla ölçütleri ise doğrudur (true);
Maddi refah anlamında faydalı (useful); adalet anlamında iyi (good)’dır.
(45) Bu ölçütlere göre toplumsal servet hangi kategoriye
sokulabilir? Bunun için toplumsal serveti tanımlamak gerekecektir.
“Toplumsal servetle, maddi ya da gayri maddi, kıt olan; yani bir
yandan bize faydalı (useful) olan, diğer yandan, ancak sınırlı
miktarlarda elde edilebilen bütün şeyleri kastediyorum.” (46)
Miktar itibariyle sınırlı ve faydalı olan şeylerin, yani kıtlığın
üç özelliği vardır:
1. kıt şeyler mülk edinilebilir olmalıdır (appropriable);
2. değiştirilebilir olmalıdır (exchangeable);
3. kıt olan şeyler endüstri tarafından üretilebilir ve
çoğaltılabilir, yani yeniden üretilebilir olmalıdır. (47)
Demek ki toplumsal servet, mülk edinilebilen, değiştirilebilen ve
yeniden üretilebilen maddi ya da gayri maddi (hizmetler olarak
anlayabilirsiniz) bütün kıt şeyleri kapsar. İşte ekonomi politiğin
konusu da “endüstriyel üretim”dir; yani, bu anlamdaki toplumsal
servet bilimidir. Daha doğrusu:
“(...) toplumsal servetin iktisadi üretiminin teorisi yani,
işbölümü sistemi altında, endüstri organizasyonu teorisi
uygulamalı iktisattır. (applied economics) (48)
Böylece, kitabının (orijinal) başlığı ekonomi politik deyimini
taşısa da Walras’la birlikte geleneksel ekonomi politik, radikal
bir dönüşüme uğrayarak sadece ve münhasıran “kişilerle şeyler
arasındaki ilişki”nin incelenmesi olmuş çıkmıştır. İşte bu
neoklasik iktisadın esas çerçevesidir. İçerik dönüşümünün sıfat
dönüşümüne uğraması için zamanın biraz daha geçmesini beklemek
durumundayız.
On dokuzuncu yüzyılın yarısından sonra, ekonomi politik rahtsız
edici gelmeye başlamıştı. Daha 1863’te ekonomi politik yerine,
insan isteklerinin tatmin edilmesi çabasının teorisi olarak
plutology teklif edilmekteydi. 1875’te Macleod, “değiştirilebilir
miktarların ilişkilerini yöneten yasaların incelenmesini ele alan
bilim” olarak iktisatı (economics) önermekteydi.
Bu gün bir toplumsal bilim dalı olarak adlandırılan “iktisat” (economics),
kabaca, on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar kullanılan bir
deyim değildi. Hatta E. Cannan’ın bize anlattığına bakılırsa 1856
yılının sonlarına kadar deyim, bildik bir deyim bile değildi. (49)
1870’lerin ortalarına kadar deyim, ilgili kitapların başlıklarında
da görülmez. Cannan, her ne kadar deyimin kitap başlığı olarak ilk
kez 1878 yılında, pek bilinmeyen bir Amerikalı yazarın, J. M.
Sturtevant’ın Economics on the Science of Wealth başlıklı
kitabında ve 1878 yılında da H. O. Macleod’un Economics for
Beginners kitabında yer aldığını söylese de, (50) P. Groenewegen,
deyimin 1875 yılında Macleod tarafından, “değiştirilebilen
miktarların ilişkilerini yöneten yasaları ele alan bilim” şeklinde
tanımlayarak önerdiğini ikna edici bir biçimde göstermektedir.
(51) 1879’da Alfred Marshall ve karısı, M. P. Marshall The
Economics of Industry adlı kitaplarını yayımladıklarında, “ekonomi
politik” deyimi yerine niçin ekonomi deyimini tercih ettiklerinin
gerekçesini de vermekteydiler; “Politik” yanlış anlamalara yol
açan bir kavramdır. Çünkü “politik çıkarlar genellikle, bir ulusun
bir kısmının ya da kısımlarının çıkarları anlamına gelmektedir.”
(52)
Böylece bir “bilim”in adı olarak bir deyim (ekonomi politik),
ulusun bütününün çıkarlarını ima ve telkin etmediği gerekçesiyle,
bir başka deyimle, ekonomi (economics) ile değiştirilmiş
olmaktadır. Oysa yukarıda anlatmış olduğumuz üzere, merkantil
dönemden “klasik iktisatçılar”a kadar deyim, tam da, bir bütün
olarak, ‘ulus çıkarı’ anlamına da kullanılmaktaydı. Bu husus,
öylesine güçlü bir biçimde algılanmış ve yerleşmiştir ki, günümüze
kadar, ister ekonomi politik, isterse ekonomi deyimi tercih
edilmiş olsun, araştırma nesnelerinin mekansal birimi
ulus-devlettir (ülkedir).
Deyimler arasındaki bu yer değiştirme, koyma, tam olarak ne anlama
gelmektedir? Bunun cevabını açık yüreklilikle ve içtenlikle veren
K. Wicksell’dir. Şunları okuyoruz:
“İktisadi olguyu bir bütün olarak ciddi biçimde ele almaya ve
bütünün refah koşullarını aramaya başlar başlamaz, proletaryanın
çıkarlarının tetkik edilmesi ortaya çıkmak zorundadır ve buradan
itibaren, herkese eşit haklar ilanına ancak bir iki adım kalır.
Dolayısıyla, ekonomi politiğin tam anlamı veya böyle bir adla
bilimin mevcut olması, doğrusunu söylemek gerekirse, bütünüyle
devrimci bir programı ima eder.” (53)
Deyimler arası yer değiştirmenin neden 1870’lerin ikinci
yarısından itibaren cepheden ve açıkça dile getirildiğini anlamak
için Sanayi Devrimi ile birlikte toplumlarının yapılarının ton ve
gölge farklılıklarının silinmesi yeni sınıf yapılarının meydana
gelmesini, (A. Smith, D. Ricardo hatırlanabilir) 1848’de bütün
Batı Avrupa’nın devrimlerle (kısa süreli olsa da) alt üst
olduğunu; keza 1848’de “Avrupa’nın başında bir hayaletin, bir
komünizm hayaletinin dolaştığı”nı; 1848’den sonra Janus’un
(burjuvazinin) başının belirgin bir biçimde görünür olmasını,
diğer bir ifadeyle, burjuvazinin 1789 ile birlikte feodal ögelere
karşı girdiği ittifaklarını, 1848’den sonra kesinlikle bozmaya
başlaması; 1871 Paris Komünü olayını; Çarlık Rusya’sındaki sosyal
demokrat oluşumları hatırlamamız, yeterli olur kanaatindeyim.
1879’da W. S. Jevons, The Theory of Political Economy adlı
kitabının Önsöz’ün de “(...) bilimimizin, bu eski rahatsızlık
verici, çift anlamlı adını bir tarafa atmak”tan söz ediyordu. (54)
Nitekim 1905 yılında kitabın yeni bir isimle Principles of
Economics başlığıyla (55) çıktığına tanık olacağız. Öte yandan
Jevons, sözünü ettiğimiz Önsöz’de ekonomi (economics) sıfatının
kullanılmasının diğer bilim dallarıyla analoji kurmak suretiyle
(Örneğin mathematics, ethics, esthetics), daha fazla bilimsel
olacağını dahi ileri sürmektedir.
Her ne kadar A. Marshall, 1890 yılında yayımladığı o ünlü
kitabına, Principles of Economics başlığını uygun bulsa da,
kitabının daha birinci sayfasında “ekonomi politik” ve “ekonomi”
deyimlerini eşanlamlı olarak kullanmaktadır.
“EKONOMİ POLİTİK ya da EKONOMİ, hayatın olağan meşguliyeti (business)
içinde insanın, bir yandan servetin, fakat diğer ve daha önemli
bir yandan insan incelenmesinin (the study of man) bir
parçasıdır.” (56)
Marshall’ın D. Ricardo’ya olan sempatisi bilinmektedir. Kitabında
bu ilginin izlerini bulmak fazlaca bir zorluk göstermez. Bununla
birlikte o, servetin insanla ilişkisini D. Ricardo’nun aksine
üretim alanıyla değil, dolaşım alanıyla sınırlı tutmuştur. Kitap
bir az da yetiştirdiği öğrencilerinin büyüklüklerinin etkisiyle
(mesela J. M. Keynes) İngilizce konuşulan ülkelerde, neredeyse tek
ders kitabı olmuş çıkmıştır. 1920’lere gelindiğinde “ekonomi”
deyimi genel kullanımda egemen olmaya başlamıştı bile.
Marshall’ın kitabının yayımlandığı yıl, metodoloji tartışmaları
açısından bilimin (ekonomi politik) geldiği noktaları tartışan bir
önemli kitap daha yazılmıştı: The Scope and Method of Political
Economy. (57) Kitabın yazarı John Maynard Keynes’in babasıydı; ve
Marshall’ın da yakın arkadaşıydı. Nitekim Marshall, kitabın
müsveddelerini okuduğunda, ağır sayılabilecek bir dille,
eleştirilerini bildirmişti. Kendisini Keynes’in görüşlerine
fazlaca yakın hissetmiyordu.
J. N. Keynes’in kitabını L. Walras’dan sonra yazdığını aklımıza
getirelim. Keza; daha on dokuzuncu yüzyılın başlarında bir “bilim
olarak ekonomi politiğin yönteminin tümden gelim mi, yoksa
tümevarım mı olacağı, fakat diğer yandan pozitif bir bilim mi,
yoksa normatif bir bilim mi olduğu/olması gerektiği yolundaki
tartışmaları hatırlayalım. Yüzyılın son on yılına girildiğinde
ekonomi politik hem alan ve içeriği, hem de metodolojisi açısından
(ki bu ikisi birbirleriyle içten bağlı ve bağımlıydılar) bir çatal
ağzında görünür. O yıllar ekonomi politik ve ekonomi politikçiler
için zor yılardı. İşte J. N. Keynes’in kitabı, bu çatal ağzında
gidilecek bir yolun belirlenmesinde/seçilmesinde hayli etkili
olmuştur; önemi de muhtemelen bundan kaynaklanmaktadır.
Pozitif-normatif ayrımında onun görüşü kesinlikle pozitiflikten
yanadır. Bir diğer ifadeyle, ekonomi politik değer yargılarına
değil, gerçek yargılarına, olması gerekene değil, olana
dayanmalıdır. Varsayımsal-tümdengelimsel bir yöntem izlemelidir.
(58)
1890’lı yılların ekonomi politik ve ekonomi politikçiler için zor
yıllar olduğuna yukarıda işaret etmiştim. Bu “zor”luğun bir nedeni
de 1873-1896 yılları arasında meydana gelen buhran idi. Bu buhran
ile birlikte “kendi kendini düzenleyen piyasalar” fikri ciddi
yaralar almaya başlamıştı. 1930’lara gelindiğinde diğer teorik
tartışmaları bir yana bıraktığımızda, karşı çıkılan hususlardan
biri, işte bu kendi-kendini düzenleyen piyasalar fikriydi. Etkili
bir karşı çıkış da henüz Genel Teorisi’ni yayımlamamış olan J.
Maynard Keynes’di. Keynes, bu fikre kaşı çıkanların “heretic” diye
suçlandığını; fakat bu bir heretism ise kendisinin de heretic
olduğunu itiraf ve ilan ediyordu. (59) Oysa Say ve Walras bize,
genel dengenin kararlı olduğunun, yani sistemde kalmayı herhangi
bir nedenle bir dengesizlik durumu ortaya çıktığında, sistemin
içinde zaten mevcut olan güçler, herhangi bir müdahaleye gerek
kalmaksızın kendiliğinden denge durumuna döndüreceğini öğretmişler
ve bunda ısrarlı olmuşlardı. Halbuki Keynes, bir “heretic” olarak
“ekonomi”ye “politika”yı (devleti) yeniden sokuyordu.
1930’lı yıllar ilginç (paradoksal?) bir biçimde, “ekonomi”nin
bugünkü “ortodoks”luğun karşısında, belki birçoklarından daha
kuvvetli etki bırakan bir kitabın yayımlanmasına tanıklık
edecekti: Ekonomi Biliminin Doğası ve Önemi Üzerine bir Deneme.
(60)
Robbins kitabına, “servet”in niteliğine ilişkin daha önce ortaya
konulmuş bulunan görüşleri tartışmaya açarak başlar.
Robbins’in iktisadi faaliyet, giderek iktisat bilimi
kavramlaştırmalarını anlamada Walras’ın (yukarıda verdiğimiz)
servet tanımında bulunan kıtlık kavramı uygun bir başlangıç
noktası teşkil edecektir. Hatırlanacağı üzere Walras, kıtlıkı
talebe göre aynı zamanda hem yararlı, hem de sınırlı miktarlarda
bulunan maddi ya da gayri maddi şeyler biçiminde tanımlamaktaydı.
Şimdi; eğer servet “kıt” ise, yani istekleri (ki sonsuzdurlar)
doyum noktasına kadar tatmin etmek için yeterli değilse, buradan
şu sonucun çıkacağı açıktır: her bir bireyin “iktisadi” alanda
çözmek zorunda kalacağı “problem” elindeki kıt kaynakları
kendisine en fazla tatmini sağlayacak alternatif kullanım alanları
arasında dağıtmaktır. Denge teorisi de, esas itibariyle bu
“problem”i genelliği içinde çözmeye yönelikti: Böylece “problem”
kısıt altında bir maksimizasyon/minimizasyon problemine dönüşmüş
oluyordu. Anlaşılmış olacağı üzere “problem”in uygulandığı alan
farklılaşmakla birlikte, “problem”in kendisinde bir değişiklik
meydana gelmemektedir: Veri araçlarla maksimum sonucu (amacı) elde
etme ya da aynı anlama gelmek üzere veri bir sonucu (amacı)
minimum araçlarla elde etme.
İşte Robbins, bu anlayıştan hareket ederek “iktisadi olay”
tanımına ulaşmak istemektedir. Ona göre “iktisadi olay”
tanımlamaları “sınıflandırıcı” değil; “çözümleyici” olmalıdır. Bu
ikili ayrımla Robbins şunu anlatmak istemekte: her hangi bir
tanımlama girişimi belli olguları ayıklayıp bunları “iktisadi”
olarak nitelendirmemelidir. Fakat tanımlamalar, çeşitli insan
faaliyetleri içinde gerçekten “iktisadi” olanları “bu
görününümleri içinde” çözümlemeye elverişli olmalıdır. Diğer bir
anlatımla tanımlama bir “standard”a göre yapılmalıdır. Böyle bir
standart ile “iktisadi” sıfatı, (çeşitli) insan faaliyetlerinin
bir kısmına değil; fakat bir yönüne ya da bir boyutuna
uygulanmalıdır. (61)
Aslında, bu metodolojik temelli tartışmaların altında yatan,
“maddi refahın incelenmesi olarak Ekonomi kavramı”nı
sınıflandırıcı olduğu için reddetmektedir. (62)
Robbins’in bizi ikna etmeye çalıştığı şey, aslında ve kısaca,
“iktisadi faaliyet”in öz öğesinin seçme (tercih) olduğudur. Sadece
ve ancak amaçları elde etmeye dönük araçlar sınırlı ve alternatif
kullanım alanlarına sahip oldukları; ve amaçlar önceliklerine göre
sıralanabildikleri zaman – ancak o takdirde insan faaliyeti seçme
(tercih) durumuyla karşı karşıya kalabilir ve “iktisadi faaliyet”
niteliği kazanabilir. Bu durumu Robbins şöyle dile getirmektedir:
“(iktisat), amaçlarla, alternatif kullanım alanlarına sahip kıt
araçlar arasındaki bir ilişki olarak insan davranışını inceleyen
bilimdir.” (63) Öte yandan, Robbins gözünde “iktisat”ın
tümdengelimci ve pozitif bir bilim olduğunu da eklemeliyiz.
Böylece ekonomi bir kez daha, dolaşım alanına ve sadece insanlarla
şeyler arasındaki bir ilişkiye indirgenmiş olmaktadır. Böyle bir
“dünya”da insan-insan ilişkilerinin ve politikanın yeri olmayacağı
gibi değer yargılarına yer yoktur.
Ekonomi bilimine bu şekildeki yaklaşımlar 1950’lerin sonuna doğru
hoşnutsuzluklar doğurur. (64)
Öyle anlaşılıyor ki yapılan tartışmalar Robbins’i kendi tanımının
doğruluğundan şüpheye düşürmüyor. Nitekim 1981 yılında verdiği
önemli bir konferansta eski görüşlerini kuvvetle savunduğunu
görüyoruz. (65)
VI
Yukarıda, J. M. Keynes’in daha 1930’lara gelirken “piyasaların her
şeyi çözeceği” kesin inancına (imanına?) karşı çıktığını ve bu
anlamda kendisinin bir “heretic” olduğunu söylendiğine işaret
etmiştim. 1929 Büyük Bunalımı’nın hemen ardından, bu “piyasa
başarısızlığına karşı” New Deal’ın pragmatik bir önlemler dizisi
olarak uygulamaya konulması 1936 yılına gelindiğinde, J. M.
Keynes’in Genel Teori (66) adlı çalışmasıyla güçlü teorik
temellere de kavuşmuş olacaktı.
Savaş sonrasında Keynes’in görüşlerinin hem Akademiya’da hem de
hükümetler nezdinde kabul ve itibar bulup uygulanmaya konulması ve
uygulamaların başarılı olması “refah devleti” anlayışını da
beraberinde getirecekti. Belirtelim ki “refah devleti” münhasıran
maddi refahı kapsamıyor, onun içinde ve onunla birlikte siyasi
“demokrasi”yi de telkin ediyordu. 1950’lerin ikinci yarısından
itibaren uygulamaların eleştirisi başlamakla kalmadı, “iktisat”
ile siyasi “demokrasi” arasındaki bağlar da incelenmeye başlandı.
(67)
Doğrusu, bu; bir yönüyle “refah devleti”ne saldırıların başlangıcı
idi. 1960’lara gelindiğinde “piyasanın başarısızlığı” (68) tezleri
yerine “hükümetlerin (devletin) başarısızlığı” tezleri
dillendirilmeye başlanmıştı. “Devletin başarısızlığı” tezlerinin
entelektüel kaynağı Chicago ve Virginia politeknik okulları idi.
Keynes’ci uygulamalar çerçevesi içinde ekonomi ile politika
(devlet) arasındaki bağlantılar ve bu bağlantılar nedeniyle
meydana geldiği iddia edilen “başarısızlıklar”, bu okullardaki
düşünürleri “iktisadın ilkeleri”ni politika bilimine uygulamaya
sevk etmişti: 1968 yılına gelindiğinde “iktisadın ilkelerinin”
politikaya uygulanması yeni bir isme de kavuşmuş oluyordu: “Yeni
Ekonomi Politik” (69) Bu geleneğe H. Arndt, büyük bir isabetle,
“Chicago Ekonomi Politiği” adını takacaktı. (70)
Chicago ekonomi politiğinin en önemli temsilcilerinden James M.
Buchanan açık ve dolaysız bir tarzda inceleme nesnesini ortaya
koymaktadır: “Ben sık sık kamu tercihinin 1930 ve 1940’ların refah
ekonomisinden ortaya çıkan ‘piyasa başarısızlığı teorisi’ne
karşılık olarak bir ‘devletin başarısızlığı teorisi’ni ortaya
koyduğunu ifade etmekteyim... Kamu tercihi teorisi esas olarak
ekonomi teorisinde oldukça ayrıntılı analizler için geliştirilmiş
araç ve metotları almakta ve bu araç ve metotları politik sürece,
kamu sektörüne, politikaya ve kamu ekonomisine uygulamaktadır.”
(71)
Alıntıda, altını benim çizdiğim “ekonomi teorisi” hiç kuşkusuz,
Walras’cı - L.Robbins’ci ekonomi teorisidir.
VII
Dikkatlerden kaçmamış olacağı üzere ekonomi politik deyimi ile
yaptığımız seyahatte bir “ada”ya uğramadık. Şimdi son olarak bu
“ada”ya uğrayacağız.
Marx’ı ekonomi politik deyimi açısından bile değerlendirmek kolay
sayılmaz. Bunun bir nedeni, sanıyorum, kendisi hayattayken karşı
çıktığı halde, yandaşları ya da karşıtları tarafından
“parçalanmış”lığı, “bölünmüş”lüğüdür. Parçalanmışlık ya da
bölünmüşlük ile ne anlatmak istediğimi birçoklarından daha fazla
Marx’a yakın duran J. A. Schumpeter’e atıfla ortaya koyabilirim:
daha 1942 yılında Schumpeter, bir “mürşit Marx”dan bir “sosyolog
Marx”dan bir “iktisatçı Marx”dan ve bir de “profesör Marx”dan
sözetmekteydi. (72)
Has şiir ayak seslerinden tanınacağı gibi, has büyük düşünürler de
muhalif ve muarızlarına karşı yaptıkları değerlendirmelerle
ayırtedilirler. Schumpeter de bunlardan biridir ve Marx’ı şöyle
değerlendirmektedir: “Aklın veya muhayyilenin yarattığı esaslardan
çoğu, bir yemek saati sonrası ile bir nesil arasında değişen bir
zaman içinde her hangi bir iz bırakmadan yok olmaktadırlar. Buna
rağmen bu esaslar arasından bazıları, kayboluş tehlikesi ile de
karşılaştıkları halde, insanlığın kültürel hazinesinin belirsiz
parçaları olarak değil, fakat herkesin görüp dokunabileceği,
kendisine has görünüşleri, derin yasaları ile yeniden ortaya
çıkmakta, yaşamaktadırlar. Bu durumda, haklı olarak gerçek büyük
eserlerden bahsetmemiz mümkündür ve büyüklükle, canlı kalma
arasında bir bağ kurmak, yukarıda söz konusu edilen anlayışın bir
sonucudur. Oysa ki adı geçen anlamdaki büyüklük terimi, su
götürmez bir şekilde, Marx’ın mesajına uygulanabilir. Büyüklüğü,
yeniden hayata kavuşmak tarzında tanımlamanın bir iyi yönü daha
vardır, bu da büyüklüğü sevgimize ya da kinimize bağlı kalmadan
ortaya çıkarmaktır. Aklın büyük bir başarısının temel gayesiyle ve
detaylarıyla kusursuz olması gerektiğine inanmamız artık lüzumlu
değildir. Bilakis, bu başarıyı karanlık bir kuvvet, tamamen yanlış
olarak kabul edebilir veya bazı noktalarda ona zıt düşünceler
taşıyabiliriz. Marksist sistemde ise, bu tip fikri bir itiş, kabul
etmeme ve hatta sistemin yapısında var olan düşünüş
yanlışlıklarının mükemmel olarak gösterilmesi bile, yapının
sağlamlığını belirtmekten başka bir şeye yaramamaktadır; çünkü bu
tenkitlerin, yapıyı yıkmaktan aciz oldukları anlaşılmıştır.” (73)
Yukarıda sözünü ettiğim “parçalanmışlık / bölünmüşlük,” ekonomi
politiğin fiili algılanmasına (kavramlaştırmasına değil) da şuna
benzer ifadelerle yansır: “ben ‘iktisatçıyım’ politikacı değilim”;
ya da: “burada ‘iktisadi’ analiz yapıyoruz, tarih ya da sosyoloji
değil!” Bir karışıklığın olduğu besbelli!.
K. Marx’ın baş eseri Kapital’in alt başlığı Ekonomi Politiğin
Eleştirisi’dir. Kapital’in ilk Almanca baskısına yazdığı Ösöz’de
Marx, “...bu eserin en sonundaki amacı modern toplumun ekonomik
hareket yasasını ortaya çıkarmaktır...”diyordu. (74) Nitekim,
Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkının Önsöz’ünde de benzer bir
tanıma rastlıyoruz: “Araştırmalarım...sivil toplumun anatomisinin
de, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı”
diyecekti. (75) Demek ki ekonomi politiğin inceleme nesnesi sivil
toplumun anatomisidir – kuşku yok ki “modern toplum” ya da “sivil
toplum”dan kasıt “kapitalist toplum”dur. Bu kitap için kaleme
aldığı bir tanıtım yazısında Engels ekonomi politik için aynı
doğrultuda bir tanım vermektedir: “Ekonomi politik, çağdaş burjuva
toplumun teorik tahlilidir...ve gelişmiş burjuva koşullarını
varsayar.” (76)
Marx’ın ve (Engels’in) sunmuş oldukları ve eserlerinde sergilemiş
oldukları ekonomi politik kavramlaştırması, açıktır ki, hem
(“klasikler” (Smith, Ricardo) dahil) kendilerininkinden önceki,
hem de sonraki kavramlaştırmalardan esaslı bir biçimde farklı. Bu
esaslı farklılığa en iyi işaret eden ibare, Kapital’in alt başlığı
olan “ekonomi politiğin eleştirisi” ibaresidir.
Bizim Türkçe’ye eleştiri olarak çevirdiğimiz critic / critique
sözcüğü ile bunalım, buhran olarak çevirdiğimiz crise/crisis
sözcüğünün Latince kökeni aynıdır - Krinein; ki o da ayırma(k),
yagılama(k) demektir. Bu (zorunlu) etimolojik açıklamayı,
değindiğim ekonomi politiğin eleştirisi ibaresinin anlamını ve
uzantılarını açığa çıkarmak için yaptım.
Bunalım (crise) bir “dönüm noktası”na, eleştiri (critic) de bir
“yargılama”ya işaret ettiklerine göre, ekonomi politiğin
eleştirisindeki “eleştiri”, o halde, o dönüm noktasını
yargılayarak aşma anlamını taşıyacaktır. Nitekim, o çok ünlü,
çokça zikredilen “onbirinci tez”i “ekonomi politiğin eleştirisi”
bağlamında bir defa da bizim zikretmemizde herhalde bir sakınca
yoktur: “Filozoflar dünyayı aynı yollardan, ama sadece
yorumladılar; oysa meselenin özü onu değiştirmektir.”
Yukarıda “servet” kavramının Aristo’dan bu yana geçirdiği
tahavvülleri açıklamıştım. O arada, “servet”in politika (ekonomi
politikteki politik) ile bağlantılarının merkantilistlerle
birlikte nasıl ele alındığına değinme fırsatı bulmuştum.
“Eleştiri,” bu nitelikteki bağlantıların da aşılması anlamına
gelmektedir. “Eleştiri”nin bu aşma anlamına Marx’ın dönemine kadar
olan (günümüzün “iktisat”ını/“yeni” ekonomi politiğini dışarıda ve
bağışık tutabilir miyiz?) ekonomi politiği neden kör ve sağır
kalmıştı? Sorunun cevabını, sanıyorum, Althusser’in bir az da
efsunlu cümlelerinde bulabiliriz:
“Bir kuramın gelişmesinde, görünülebilen bir alanın görünülemiyeni,
genelde, bu alanın tanımladığı görünebilene dışsal ve yabancı
herhangi bir şey değildir. Görünülemiyen görünülebilen tarafından,
onun görünülemiyeni, onun yasaklanmış görümü olarak
tanımlanmıştır: bu yüzden, görünülemeyen basitçe...görülebilenin
dışı, dışlamının dış karanlığı değildir – dışlamanın iç
karanlığıdır; görünülebilenin kendisinin içidir, çünkü onun yapısı
tarafından tanımlanmıştır.” (77)
“Dışlamanın iç karanlığı”, aşmanın (“Eleştiri”nin) iç
aydınlığıdır; Hegel’in ayakları üzerine konulmasıdır: Tarih’in
sonu değil, yeni bir tarihin başlangıcıdır.
Tarihin her bir “yeni” başlangıcı, toprağa atılan tohum gibi,
başakların ortaya çıkabilmesi için, kendini yok etmesini
öngerektirir. Bu, (diyelim) Ricardo’nun sınıflarının kendilerini
(genişleterek) yeniden üretmelerine benzemez bir tarzda, o
sınıflardan birinin, işçi sınıfının, kendini -yeni başaklar vermek
üzere- yok etmesidir: Marx’ın ekonomi politiğindeki “politika”da,
kanaatimce bu anlama gelir; yoksa, ne günlük/gündelik
“politika”dır, ne de iktisat politikasıdır.
M. Dobb bir yazısında, “iktisat”ın gelişim sürecine ilişkin şu
gözlemde bulunmuştur: “19. yüzyılın son çeyreğinden beri modern
iktisadi çözümlemenin eğilimi, faaliyet alanını değişim sürecinin,
yani, çeşitli hipotetik koşullar altında piyasa ve piyasa
dengesinin incelenmesi yönünde daraltmak olmuştur. Formülasyon
kesinliği kazanarak inceleme konu ve alanını oldukça sıkı bir
şekilde daraltmayı başarmıştır. Üretim koşulları daraltılmış ve bu
daralma maddi varlıktan soyutlanmış üretim faktörleri arzının (ya
da arz koşullarının) ve teknik katsayıların ya da üretim
fonksiyonları denilen şeylerin veri olduğu varsayımına değin devam
etmiştir; ... Mülk sahipliğine ilişkin herşey ya da mülk sahibi
olanla mülksüz olan arasındaki herhangi bir ayrım, iktisat
teorisinin bizatihi alanı dışına atılmak...üzere, sosyal ya da
sosyolojik faktörler kategorisine havale edilmiştir.” (78)
Halbuki böyle bir “bölünmüşlük/parçalanmışlık”, Marx’ın ekonomi
politik kavramlaştırmasındaki “ekonomi” yönüne ontolojik olarak
karşıttır. O’nun “üretim güçleri”/ “üretim ilişkileri” varoluşsal
olarak toplumsal/tarihsel kategoriler idi. “Değer”, kapitalizmde,
toplumsal ilişkilerden öteye bir anlamda kullanılmamıştı:
meta-meta ilişkisinin öteki yüzü ayni zamanda insan-insan
ilişkisiydi de...
Buraya kadar göstermeye gayret ettiğim özgüllükler, sanıyorum ve
umuyorum ki, Marx’ın ekonomi politik kavramının farklılığı üzerine
bir fikir verecek düzeydedir.
Son olarak, Schumpeter’in deyişiyle, “mürşid Marx” hakkında ne
söylenebilir? Doğrusu, bu konuda kendimi, R. Luxemburg’dan daha
yetkin göremem:
“(...) Onun Kapital’i nihai ve değişmez gerçekleri içeren bir
Kitab-ı Mukaddes değil, fakat daha üst düzeyde inceleme, daha
ileri aşamada bilim araştırması ve gerçeği bulma, yönünde daha çok
mücadele için tükenmez bir teşvik kaynağıdır.”.
DİPNOTLAR
1) Rousseau, Ekonomi Politik (Manevi ve Politik), içinde: Diderot&D’Alembert
Ansiklopedi ya da Bilimler, Sanatlar ve Zanaatlar Açıklamalı
Sözlüğü, (Çev. Selahattin Hilav), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,
1996. s. 180. Maddenin devamının“ekonomi politik„ ile değil,
“politika„ ile ilgili olduğunu vurgulayalım.
2) Aristoteles, Politika, (Çev. Mete Tunçay) Remzi Kitapevi, 5.
Baskı, İstanbul, s. 12; 12-29
3) Ch. Gide and Ch Rist, A History of Economic Doctrines (tr. R.
Richards) 2nd Enghlish Ed. George G. Harrap& Co. Ltd. London,
1948. s. 21. H. W. Arndt bile, geç bir yazısında bu yolu
izlemektedir. H. W. Arndt, “Political Economy”, The Economic
Record, vol. 60. 1984. s. 266. ss.
4) James E. King, “The Origin of the Term ‘Political Economy’”,
Journal of Modern History, Vol. 20. 1948. s. 230. Yazar, hatta,
Mayerne-Turquet’nin dışında da deyimin kullanılmış olabileceğine
dikkat çekiyor. s. 231.
5) Peter Groenewegen, “ ‘Political Economy’ and ‘economics’”,
içinde: John Eatwell, Murray Milgate and Peter Newman (Eds.) The
New Palgrave: A Dictionary of Economics, Macmillan, London, 1987,
s. 905; 904-907. Keza; Peter, D. Groenewegen, “Professor Arndt on
Political Economy: A Comment“, The Economic Record, vol. 61,
No:175, Dec. 1985. ss. 744-751. Bu son makale adından da
anlaşılacağı üzere dp. 3.te zikredilen Arndt’ın yazısında bir
„……..” olmanın ötesinde şiddetli ve hiddetli bir eleştiridir.
Nitekim, Arndt, cevap sayılmayacak sayfalık bir “cevap” vermekle
yetinmiştir. H. W. Arndt: “Political Econmy: A Repply” The
Economic Record, vol. 61, 1985. s. 752.
6) Aristo, op.cit, s. 23
7) Bu son noktanın derinlikli bir çözümlemesi için: John O’Neill,
Piyasa, Etik Bilgi ve Politika. (Çev. Şen Süer Kaya), Ayrıntı
Yayınları, İstanbul, 2001, s. 53. 34-61
8) Aristoteles, Nikamakhos’a Etik (Çev. Saffet Babür), Ayraç
Yayınevi, Ankara, 1998. ss. 88-103; özellikle ss. 83-101
9) Bu konuda şu çalışmalarda ayrıntılar bulunabilir.
- Hollander, S., “On the Interpretation of the Just Price“, Kyklos,
vol. XVIII, 1965. ss. 615-634.
- de Roover, R. “The Concept of the Just Price: Theory and
Economic Policy”, Journal of Economic History, XVIII, 1958. ss.
418-434
“Değer teorisi” bağlamında, tartışmayı A. Smith’e kadar getiren
klasik bir çalışma Hannah. R. Sewall, The Theory of Value Before
Adam Smith, Augustus M. Kelley Publishers, New York, 1968 (1901).
ss. 1-31.
10) Johannes J. Klant, The Nature of Economic Thought (tr. Trevor
S. Preston), Edward Elgar, 1994. ss. 5-10. bu sorunu etrafıyla
tartışmaktadır.
11) Klant, op.cit. s. 6
* “Liberty”nin karşılığı”serbestiyet”tir;”özgürlük”değil.Zaten
terimondokuzuncu yüzyılda Osmanlı Devleti’ne girdiğinde ve daha
sonra Cumhuriyet’e intikal ettiğinde karşılık yine “serbestiyet”tir.”Serbestiyet”in
“özgürlük”e dönüştürülmesi kabaca 1950’lerden itibarendir.Bu,bir
ideolojik dönüşüme de işaret edebilir mi?
12) Klant, op.cit.s.10
13) Fırsatlar/zorunluluklar alanı olarak piyasaların tartışılması
için bkz: Ellen Meiksins Wood, The Origin of Capitalism, Monthly
Review Press, 1999. ss. 5-8 ve passim. Keza: Ellen Meiksins Wood,
Kapitalizm Demokrasiye Karşı Tarihsel Maddeciliğin Yeniden
Yorumlanması, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003
14) Sadece bir kaç örnek, Thomas Mun’un England’s Treasure by
Foreign Trade; Josiah Child, Disacourse About Trade; Nicholas
Barbon, Discourse of Trade vb; Bu düşünür ve eserlerinden seçmeler
için: Blaug, Mark, (ed.) Pioneers in Economics, vol 4: Early
Mercantilists ve vol 5: The Later Mercantilists, Edward Elgar,
Aldershot, 1991. Dönemin paradigmatik sunuluşu şu iki klasik
çalışmadadır. Hecksher, Eli, F. Mercantilism, 2 vols. Allen&Unwin
1955 (1931), Viner, Jacob, Studies in the Theory of International
Trade, Allen&Unwin, London, 1937. Paradigmatik yorumun dışına
düşen yeni ve nefes getirici bir çalışma: Magnusson, Lars,
Mercantilism: The Shaping of an Economic Language, Routledge,
London, 1994.
15) İngiliz dilinin en iyi sözlüklerinden biri olan Webster’s
Third New International Dictionary, Unabridged, Merriam-Webster
Inc. Publishers, Massachusetts, USA. 1986 bunu gösterir; s. 2421
16) Ekonomi politik ile bilim devrimi arasındaki bu ilişki ve
bağlantının bir öyküsü şuradan izleyebilir: Deborah A. Redman, The
Rise of Political Economy as a Science: Methodology and the
Classical Economists, The MIT Press, London, 1997. Neoklasik
iktisadı tam da bu açıdan eleştiren artık klasikleşmiş bir
çalışma: P. Mirowski, More Heat than Light, Cambridge University
Press, 1989 dur.
17) F. Neumark, İktisadi Düşünce Tarihi, Birinci Cilt (Çev . Ahmet
Ali Özeken) İstanbul Üniversitesi Yayınlarından No:201, İstanbul,
1943. s. 68
Vurgular bana aittir. – İ. Ü.
18) Perry Anderson, Lineages of the Absolutist State, London,
1974. s. 15 vd. ; I. Wallerstein, The Modern World System, New
York, 1974, s. 156 vd. Keza “onyedinci yüzyıl krizi” ile
bağlantılı olarak: T. Ashton (ed.) Crisis in Europe 1560-1660,
London, 1967 bir fikir vermek için yeterlidir.
19) Norbert Elias, Uygarlık Süreci, cilt 2, (Çev. Emel Özbek),
İletişim Yayınları, İstanbul, 2002 (1939). Ss 148-149.
20) J. Schumpeter, History of Economic Analysis, New York, 1954.
s. 200
21) Ellen Meiksins Wood, Kapitalizm…op.cit. 33-62, bu açıdan
okunabilir.
22) P. Groenewegen, “’Political Economy’ and…”, art.cit s. 905
23) P. Groenewegen. art.cit.
24) Sir James Steuart, An Inquiry in to the Principles of
Political Economy, (ed.) A. Skinner, London, 1966 (1761)
25) James Steuart, op.cit, s.2 vurgular orijinalinde yoktur.
26) “H. S.”, “Political Economy: Scope”, içinde: Palgrave’s
Dictionary of Political Economy, (ed.) Hennry Higgs, Augustus M.
Kelley, 1963, vol III, (1894). s. 129. İki Palgrave’in
başlıklarındaki kayma anlamlıdır: “ekonomi politik”ten,
“ekonomi”ye. Bu hususu aşağıda ele alıyoruz. Yazarın burada
Rousseau’yu tekrarladığına dikkat çekelim: bkz. Supra.
27) ibid. s. 59
28) G. Wilhelm Friedrich Hegel, The Philosophy of Right (tr. T. M.
Knox), Encyclopedia Britannica, Inc, 1952 (1821) veya G. W. F.
Hegel, Hukuk Felsefesinin Prensipleri (Çev. Cenap Karakaya),
Sosyal Yayınları, İstanbul, 1991. Hegel (1952) de, s. 64, Hegel
(1991) de s. 162, para. 187. çeviri Hegel (1991)den, vurgular
Hegel (1952) dendir.
29) ibid, (1991), s. 163; (1952) s. 65. para. 188
30) ibid. (1991) s. 164, (1952) s. 65-66, para. 189
31) Louis Althusser, Reading Capital (tr. Ben Brewster), New Left
Books, London, 1970, ss. 158-164, fakat özellikle ss. 162-163.
Keza: L. Althusser, Kapitali Okumak, (Çev. Celal A. Kanat), Belge
Yayınları, İstanbul, 1995, ss. 217-225 fakat özellikle ss. 222-223
32) A. Smith, Ulusların Zenginliği, cilt I, (Çev. A. Yunus – M.
Bakırcı), Alan Yayınları, İstanbul, 1985, cilt II: (çev. M. Tanju
Akad), Alan Yay. İstanbul, 2002. ya da: A. Smith, An Inquiry into
the Nature and Causes of Wealth of Nations, (Ed.), R. H. Campbell
and A. S. Skinner, Oxford: OUP. 1976 (1776)
33) A. Smith ibid. cilt II, s. 13
34) Bu tartışmanın tarafları P. Groenewegen’den izlenebilir. P.
Groenewegen, 1985; s. 745 ve P. Groenewegen, 1987 s. 905.
35) Burada tartışamayacağız bu hususta şu bir kaç çalışmaya bakmak
bile aydınlatıcı olacaktır:
- A. S. Skinner, „ Adam Smith and the Role of the State :
Education as a Public Service“, içinde: S. Copley and K.
Sutherland (Eds.) Adam Smith’s Wealth of Nations, Mancherter
University Press, Mancherter&New York. 1995. ss. 70-96
- Donald Winch, “Science and the Legislator: Adam Smith and After”,
Economic Journal, vol. 93, 1983.
36) David Ricardo, Ekonomi Politiğin ve Vergilendirmenin İlkeleri,
(Çev. T. Ertan)Belge Yayınları, İstanbul 1997 (1817) s. 23.
37) Bentham, Torrens, James Mill ve McCulloch’un bu yöndeki
tanımlamalarına Groenewagen, 1987 s. 905’ten bakılabilir.
38) J. B. Say, A Treatise on Political Economy or the Production,
Disribution & Consumption of the Wealth, Augustus M. Kelley, New
York, 1964 (1803). ss. XIX-XX
Nitekim L. Walras Smith ve Say’in tanımını (“servetin üretildiği,
bölüşüldüğü ve tüketildiği yolları”) verdikten sonra Say’in
tecrübi ve tasviri bilim ayrımından hareketle Say’in tanımının
Smith’inkinden farklı olmakla kalmayıp “onun tam karşıtında” yer
aldığını söyleyecektir ki bu bana göre, içerik ve kapsam ile
yöntemi birbirine karıştırmak anlamına gelir. Bkz. Leon Walras,
Elements of Pure Economics or the Theory of Social Wealth (tr. W.
Jaffé), George Allen and Unwin Ltd. London. 1954 (1871). ss.
53-54. Kitabın İngilizce çevirisinin başlığı yanıltıcı
olabilmektedir. Fransızca orijinal başlığı: Eléments d’économie
politique pure dur. Fransızca’daki économie politique İngilizce’ye
economics şeklinde çevrilmiştir.
39) “H. S.”, “Political Economy: Scope”, art.cit. s. 130
40) art.cit. loc.cit. Cairnes’in kitabının ikinci baskısı 1875’de
yapılmıştı.
41) John Kells Ingram, A History of Political Economy, Adam and
Charles Black, London. 1888. s. 155
42) L. Walras, op.cit. s. 56
43) ibid. s. 63
44) op.cit. , loc.cit.
45) ibid., s. 64
46) ibid., s. 65
47) ibid., ss. 66-67
48) ibid., s. 76
49) Edwin Cannan, A Review of Economic Theory, Augustus M. Kelley,
New York, 1964 (1929), s. 43
50) ibid. loc.cit.
51) P. Groenewegen, art.cit, s. 905
52) Alfred and M. P. Marshall, The Economics of Industry,
Macmillan, London (1879), s.2
53) K. Wicksell, Lectures on Political Economy, Routledge, London
1934 (1901), s.4. Vurgu orijinalindedir. Wicksell burada, bir
“bütün”den ya da “herkes” (all)dan bahsederken, kastettiği,
proleterya dahil toplumun bütün sınıfları ya da bir bütün olarak
sınıflar ya da bir bütün olarak ulustur. Ayni doğrultuda bkz. H.
W. Arandt, art.cit. s. 268.
54) W. S. Jevons, The Theory of Political Economy, 2nd ed.
Macmillan, London (1879); 1910’daki dördüncü baskısının önsözü;
xıv
55) W. S. Jevons, Principles of Economics, Macmillan, London 1905
56) Alfred Marshall, Principles of Economics, 8th ed. Macmillan,
London, 1964 (1890), s.1. Büyük harfler orijinalindedir.
57) John Neville Keynes, The Scope and Method of Political Economy,
Augustus M. Kelley, New York, 1986 (1890).
58) J. N. Keynes’in Mill geleneği içine oturtulması ve bunun açık
dilli bir anlatımı için bkz. D. Wade hands, Reflection without
Rules, Economic Methodology and Contemporary Science Theory,
Cambridge Unv. Press. Cambridge, 2001; ss 29-34
59) John Maynard Keynes, The General Theory and After, Part 1,
Preperation, vol. XIII, Macmillan, London, 1973, ss. 485-492.
60) (Lord) Lionel Robbins, An Essay on the Nature and Significance
of the Economic Science, Macmillan, London, 1984 (1932)
6)1 ibid. ss. 12-23
62) ibid. ss. 16
63) ibid., s. 16.
64) Bu hoşnutsuzlukların dile getirilmesi; bu yazının sınırlarını
zorlar fakat bir kaç örnek verebiliriz: O. H. Taylor, “Economic
Science only – on Political Economy”, Quarterly Journal of
Economics, vol. LXXI, No: 1, 1957, ss. 1-18; Joseph Cropsey, “On
the Relation of Political Science and Economics”, American
Political Science Review, vol. LIV, No: 1, 1960, ss. 3-14
65) Lionel Robbins, “Economics and Political Economy”, American
Economic Review, Papers and Proceedings, vol. 71, No:2, 1981. ss.
1-10 veya L. Robbins, op.cit., ss. XI-XXXIII
66) John Maynard Keynes, The General Theory of Employment,
Interest and Money, vol VII, Macmillan, London, 1973.
67) Etkili bir örnek olmak üzere: A. Downs, An Economic Theory of
Democracy, Harper and Row, New York, 1957.
68) Yanılmıyorsam, bu “piyasa başarısızlığını” açık ve seçik
olarak bir model içinde ilk kez çözümleyen Bator olmuştu: Francis
M. Bator, “The Anatomy of Market Failure”, Quarterly Journal of
Economics, No:3, Aug. 1958. ss. 351-379.
69) W. C. Mitchell, “The New Political Economy”, Social Research,
35, 1968. ss. 76-100
70) H. W. Arndt, art.cit., s. 270.
71) James M. Buchanan, “Pozitif Kamu Tercihi teorisi ve Normatif
Temeleri”, içinde: Coşkun C. Aktan, (ed.) Anayasal İktisat,
Siyasal Kitapevi, Ankara, 2002, ss. 65-67. 65-76. Vurgular bana
aittir – İ. Ü.
72) Joseph A. Schumpeter; Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi, cilt
I: Kapitalizm, (Çev Tunay Akoğlu), Varlık yayınevi, İstanbul, 1966
(1942) ss. 11-87
73) ibid. ss. 11-12
74) K. Marx, Kapital. Ekonomi Politiğin Eleştirisi (Çev. M. Selik),
Odak Yayınevi, Ankara, 1974. s. 35. Vurgular benim.
75) K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (Çev. Sevim
Belli), beşinci baskı, Sol yayınları, Ankara, 1993. ss. 22-23.
bütün vurgular bana aittir.
76) F. Engels, “Karl Marx’ın ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisi’“
içinde: K. Marx, Ekonomi...op.cit, s. 27
77) L. Althusser, op.cit, ss. 46-47. Bütün vurgular
orijinalindedir.
78) “Kapital’in 1964 Yılında Yapılan Bir Yeni İtalyanca Baskısı
için M. Dobb’un Yazdığı Giriş”, içinde: K. Marx, Kapital, op.cit,
s. 11 |
|
|
|
|
|
|
|