Giriş: Kuşkuculuğun Önemi Üzerine
Okuyucularıma, üzerinde hoşgörü ile düşünmeleri için, belki de son
derece paradoksal ve yıkıcı görünebilecek bir doktrin sunmak
istiyorum.
Söz konusu doktrin şudur: Doğru olduğuna dair
herhangi bir kanıt bulunmayan bir önermeye inanmak sakıncalıdır.
Böyle bir görüşün genel kabul görmesi durumunda bütün sosyal
yaşamımızın ve politik sistemimizin tümüyle değişeceğini kabul
etmeliyim; şu anda ikisinin de kusursuz olmasının bunu
güçleştireceğini de kabul ediyorum. Ayrıca (ve daha önemli olarak)
bu görüşün, bu dünyada ve sonrasında başarılı olmayı hak etmek
için hiçbir şey yapmamış insanların akıldışı umutlarından çıkar
sağlayan kişilerin (gaipten haber verenler, çifte bahisçiler ve
din adamları gibi) gelirlerinin azalmasına yol açacağının da
farkındayım. Bu önemli düşüncelere karşın, ileri sürdüğüm
paradoksun savunulabileceği kanısındayım ve şimdi bunu yapmaya
çalışacağım. İlkönce, aşırılığa kaçtığım düşüncesine karşı kendimi
savunmak isterim. Ben İngilizlerin ılımlılık ve uzlaşmaya olan
tutkularını paylaşan bir İngiliz Whig'iyim (Whig: 17. ve 18.
yüzyıllarda hükümdara kargı Parlamento'nun üstünlüğünü savunan (ve
sonradan yerini Liberal Partiye bırakan) siyasal parti üyesi.
(Ç.N.)). Pyhrrhonizm (kuşkuculuğun/skeptisizmin eski adı)'in
kurucusu olan Pyhrro hakkında bir öykü anlatılır. Pyhrro, bir
eylemin diğerinden daha akıllıca olduğundan emin olmamız için asla
yeterince bilgiye sahip olmadığımızı ileri sürmüştü.
Öyküye göre gençliğinde bir akşam yürüyüşü sırasında, felsefe
hocasını
(ilkelerini ondan almıştı) kafası bir çukura sıkışmış ve kendini
kurtaramayacak bir durumda görür. Bir süre onu seyrettikten sonra,
yaşlı adamı dışarı çekmenin bir yararı olacağını düşünmek için
yeterli neden olmadığına karar verip yoluna devam eder. Onun kadar
kuşkucu olmayan çevredeki insanlar hocayı kurtarırlar ve Pyhrro'yu
acımasızlıkla suçlarlar.
Ancak hocası, kendi öğretisine sadık kalarak, onu tutarlılığından
dolayı kutlar. Ben bu ölçüde abartılı bir kuşkuculuk önermiyorum.
Teoride olmasa da pratikte, sağduyudan kaynaklanan gündelik
inançları kabul edebilirim. Bilim alanında tam kabul görmüş bir
sonucu, kesin doğru olarak değil ama rasyonel bir eylem için
yeterince olası bir temel olarak kabule hazırım.
Falan tarihte bir ay tutulması olacağı söylenirse bunu,
gerçekleşip
gerçekleşmediğini görmek için gökyüzüne bakmaya değer bulurum.
Pyhrro ise farklı düşünürdü. Bu nedenle, bir orta yol
benimsediğimizi
söylememin yerinde olacağını sanıyorum. Ay ve Güneş tutulması
örneğinde olduğu gibi, araştırmacıların üzerinde anlaştığı konular
vardır. Uzmanların tam anlaşamadığı konular da vardır. Bütün
uzmanlar hemfikir olduklarında bile yanılabilirler.
Einstein'ın ışığın yerçekimi etkisiyle sapmasının niceliği
konusundaki savı bundan yirmi yıl önce, bütün uzmanlar tarafından
rededildi ama doğru olduğu ortaya çıktı. Yine de, uzman
olmayanlar, uzmanların görüş birliği içinde oldukları bir savın
doğru olmasını, olmamasından daha olası kabul etmelidirler.
Benim savunduğum kuşkuculuk şundan ibarettir: 1) Uzmanlar bir
görüşte
hemfikir ise, bunun tersinin doğru olduğundan emin olunamaz. 2)
Uzmanların hemfikir olmadığı bir görüş uzman olmayanlarca kesin
doğru olarak kabul edilemez. 3) Bütün uzmanlar, doğru olması için
yeterli neden bulunmadığını kabul ediyorlarsa, sıradan bir
kimsenin karar vermekte çekingen davranması akıllıca olur.
Bu öneriler her ne kadar ılımlı görünüyorlarsa da, eğer kabul
edilirlerse
insan yaşamını kökünden değiştirebilirler.
İnsanların uğrunda savaşmayı ve zulmetmeyi göze aldıkları fikirler
bu
kuşkuculuğun reddettiği yukarıdaki üç gruptan biri içinde yer
alır.
Herhangi bir görüş rasyonel nedenlere dayanmaktaysa, insanlar bu
nedenleri ortaya koyar ve etkilerini beklerler. Böyle durumlarda
bunları ateşli bir şekilde savunmazlar; sükunetle benimserler ve
nedenleri soğukkanlılıkla açıklarlar. Ateşli bir şekilde savunulan
görüşler asla iyi bir temele dayanmayan görüşlerdir; gerçekten de
şiddetli duygusallık, görüş sahibinin rasyonel kanıtlardan yoksun
olduğunun bir göstergesidir. Politika ve din konularındaki
görüşler hemen hemen tümüyle aşırı duygusallık ile bağıntılı olan
türdendir. Bu konularda güçlü inançları olmayan kişiler, Çin'in
dışındaki ülkelerde zavallı yaratıklar olarak düşünülür;
kuşkuculardan,
kendilerininkine tümüyle karşıt olan düşüncelere sahip kişilerden
daha çok
nefret edilir. Günlük yaşamın bu konularda fikir sahibi olmayı
gerektirdiği
ve daha rasyonel davranmanın toplum yaşamını olanaksız kılacağı
düşünülür. Ben bunun tam tersine inanıyorum; nedenini de
açıklamaya
çalışacağım.
1920 sonrasındaki işsizlik sorununu ele alalım. Siyasal
partilerden biri,
bunun sendikaların suçu olduğu kanısındaydı. Bir diğeri, nedenin
Kıta
Avrupa'sındaki kargaşa olduğuna inanıyordu. Bir üçüncüsü de,
bunların rolü
olduğunu kabul etmekle beraber, sıkıntının temel nedenini,
İngiltere
Bankası'nın sterlin değerini yükseltme politikasına bağlıyordu.
Bana
anlatıldığına göre, uzmanların çoğu bu üçüncü partiye mensuptu;
ama partide uzmanlar dışında kimse de yoktu. Politikacılar parti
edebiyatlarına uygun olmayan görüşlere ilgi duymazlar; sıradan
insanlarsa felaketleri düşmanların entrikalarına atfetmeyi
yeğlerler. Sonuçta da insanlar konu ile ilgisi olmayan şeyler için
veya o şeylere karşı savaşırlar. Rasyonel düşünce sahibi birkaç
kişiye ise, hiç kimsenin hislerine hizmet etmediklerinden, kulak
asılmaz. Bu üçüncü partinin, yandaş toplamak için insanları
İngiltere Bankası'nın kötü olduğuna inandırması; işçileri kendi
saflarına çekmek için İngiltere Bankası yöneticilerinin sendika
hareketine düşman olduğunu göstermesi; Londra Piskoposu'nu
saflarına almak için de bu yöneticilerin "ahlaksız" olduklarını
göstermesi gerekirdi. Para konusunda tutumlarının yanlış olması da
tüm bunların bir sonucu olarak görülürdü.
Bir başka örnek ele alalım. Sosyalizmin insan doğasına ters
düştüğü sık
sık dile getirilir. Bu sav sosyalistler tarafından, karşıtlarından
aşağı
kalmayan bir şiddetle reddedilir. Bu konu, ölümü çok büyük bir
kayıp olan
Dr. Rivers'ın University College'de verdiği bir derste irdelenmiş
ve
ölümünden sonra yayınlanan Psychology and Politics (Psikoloji ve
Politika)
kitabında yer almıştır. Bildiğim kadarıyla, bu konunun bilimsel
denebilecek
tek tartışması da budur. Yazar, sosyalizmin Melanesia'da insan
doğasına ters düşmediğini gösteren bazı antropolojik veriler
ortaya koymakta; sonra
da, Melanesia'da insan doğasının Avrupa'daki ile aynı olup
olmadığını
bilmediğimize işaret etmekte ve sosyalizmin Avrupa insanının
doğasına ters düşüp düşmediğini anlamanın tek yolunun onu denemek
olduğu sonucuna varmaktadır. Ulaştığı bu sonuç nedeniyle İşci
Partisi'nden adaylığa istekli olması ilginçtir. Ancak bu adayın,
politik tartışmaları genellikle saran hırs ve öfke havasını
artırıcı bir etki yapmayacağı kuşku götürmez.
Şimdi de, insanların serinkanlılıkla tartışmada güçlük çektikleri
bir
konuya, evlilik törelerine el atacağım. Her ülkede insanların
büyük bir
bölümü, kendilerininkinden farklı olan evlilik törelerinin ahlaka
aykırı
olduğuna inanmışlardır; bu görüşe karşı çıkanların ise kendi
sorumsuz yaşam tarzlarını haklı kılmayı amaçladıklarına.
Hindistan'da geleneklere göre dul kadınların yeniden evlenmeleri,
akıl almaz ölçüde korkunç bir şey sayılır.
Katolik ülkelerde boşanmak çok büyük bir günah olarak düşünülürken
evlilikte sadakat kurallarına yapılan bazı ihlaller, en azından
erkeklerce yapılmışsa, hoşgörüyle karşılanır. Amerika'da boşanmak
kolaydır, ama evlilik dışı ilişkiler şiddetle kınanır.
Müslümanlar, bize çok aşağılayıcı gelen çok eşliliğe inanır. Bütün
bu farklı görüşler aşırı bir şiddetle savunulur ve
bunlara karşı gelenler çok acımasızca cezalandırılır. Ancak yine
de, bu
ülkelerden hiç kimse kendi ülkesindeki törenin insan mutluluğuna
katkısının diğerlerinden daha çok olduğunu göstermek için en ufak
bir çaba sarf etmez.
Bu konuda yazılmış herhangi bir bilimsel çalışmaya, örneğin
Westermarck'ın History of Humcın Marriage (İnsan Evliliği Tarihi)
adlı kitabına baktığımızda, benimsenmiş önyargılı yaklaşımdan çok
farklı olan bir hava ile karşılaşır, insan doğasına ters
geleceğini sandığımız birçok geleneğin var olduğunu görürüz. Çok
eşliliğin, saldırgan erkeklerin kadınlara zorla kabul ettirdiği
bir örf olarak açıklanabileceğini düşünürüz.
Peki, bir kadının birden fazla kocasının olduğu Tibet gelenekleri
için ne
söylenebilir? Tibet'i görenler oradaki aile yaşamının en az
Avrupa'daki
kadar uyumlu olduğu konusunda bize güvence veriyorlar. Bu tür
yazılardan
birkaçını okumak konuya açık kalplilikle yaklaşan herkesi tam bir
kuşkuculuğa yöneltecektir; çünkü öyle görünüyor ki, bir evlilik
geleneğinin
bir diğerinden daha iyi veya daha kötü olduğunu söylememizi
sağlayan
herhangi bir veri mevcut değil. Yerel kurallara karşı gelenlere
hoşgörüsüzlük
ve acımasızlık içermeleri dışında ortak bir yanları yok. Günahın
coğrafi bir şey olduğu anlaşılıyor. Bu sonuçtan hemen başka bir
sonuç ortaya çıkıyor: "Günah" gerçek olmayan yanıltıcı bir
kavramdır ve onu cezalandırmak için uygulanagelen zulüm gereksiz
bir şeydir. Çoğu kimseye hoş gelmeyen de işte bu sonuçtur. Çünkü
vicdan rahatlığıyla yapılan zulüm moralistler için bir zevktir.
Cehennemi de bu nedenle icat ettiler.
Milliyetçilik de kuşku götürür konularda ateşli inanç sahibi
olmanın bir uç
örneğidir. Şunu rahatça söyleyebilirim: Büyük Savaşın tarihini
günümüzde ele alan bilimsel bir tarihçinin yazdıklarında, eğer
bunlar savaş sırasında
yazılmış olsalardı, çarpışan ülkelerin her birinde tarihçinin
hapse
atılmasına neden olacak ifadeler bulunması kaçınılmazdır.
İnsanların
kendileri hakkındaki gerçeklere tahammül gösterdikleri, Çin
dışında, hiçbir
ülke yoktur. Gerçekler normal zamanlarda sadece kabalık olarak,
savaş halinde ise suç olarak algılanırlar. Birbirinin karşıtı katı
inanç sistemleri oluşur; bu sistemlere yalnızca aynı ulusal
eğilimi taşıyanların inanmaları, bunların yapay olduğunu açıkça
ortaya koyar. Ancak bu inanç sistemlerine mantık uygulamak,
vaktiyle dinsel dogmalara mantık uygulamanın günah olduğu kadar
günahtır. Bu tür konularda kuşkuculuğun neden kötücül olduğunu
açıklamaları istendiğinde insanların verdikleri yanıt, mitlerin
savaşı kazanmaya yardım ettiği, bu nedenle de rasyonalizmi
benimseyen ulusların başkalarını öldüremeyeceği, tersine,
kendilerinin öldürüleceği, yolundadır. Yabancılara tümden iftira
yoluyla insanın kendisini korumasının utanç verici olduğu
düşüncesi, bildiğim kadarıyla, şimdiye dek Quaker'ler (17. yüzyıl
ortalarında kurulan, savaşa ve askerliğe karşı, Hıristiyan
oldukları halde kiliseye gitmeyen, Dostlar Derneği üyeleri.(Ç.N.))
dışında ahlaki destek bulamamıştır. Rasyonel bir ulusun savaşa hiç
girmemenin yollarını bulabileceği öne sürüldüğünde alınan
yanıt ise genellikle hakaretten ibarettir.
Rasyonel bir kuşkuculuğun yayılmasının etkileri ne olabilir?
İnsanoğlu ile
ilgili olaylar güçlü tutkulardan kaynaklanır; bu da onları
destekleyen
birtakım mitlerin doğmasına yol açar. Psikanalizciler bu sürecin
kişisel
görünümünü, vesikalı ve vesikasız deliler üzerinde
incelemişlerdir.
Bazı aşağılamalara maruz kalmış bir kişi kendisinin İngiltere
Kralı olduğu
yolunda bir kuram benimser ve kendisine bu yüce konumunun
gerektirdiği saygı ile davranılmamasını mazur göstermek için de
zekice işlenmiş bir sürü açıklama icat eder. Bu örnekte, komşuları
onun bu hayallerine sıcak bakmazlar ve kendisini bir tımarhaneye
kapatırlar. Fakat o kendi büyüklüğünü değil de ulusunun veya
sınıfının veya mezhebinin büyüklüğünü ileri sürerse, görüşleri,
dışarıdan bakan tarafsız bir kişiye tımarhanede karşılaşılanlar
kadar abes gelse bile, birçok yandaş kazanır; bir siyasal veya
dinsel önder olur. Bu yolla, kişisel delilikle benzer kuralları
izleyen bir toplumsal delilik gelişir. Kendini İngiltere Kralı
sanan bir deli ile tartışmanın
tehlikeli olduğunu herkes bilir; fakat tek başına olduğu için onun
hakkından
gelinebilir. Bütün bir ulus bir kuruntuya kapıldığı zaman,
savlarına karşı
gelindiğinde kapıldıkları öfke tek bir delininkiyle aynıdır; fakat
o ulusun aklını başına getirecek tek şey savaştır.
Entelektüel etkenlerin insan davranışını ne ölçüde etkilediği
konusunda
ruhbilimciler arasında büyük görüş ayrılıkları vardır. Burada
birbirinden
tamamen ayrı iki soru söz konusudur: 1) İnançlar, eylemlerin
nedeni olarak, ne ölçüde etkindirler? 2) İnançlar ne ölçüde
mantıksal açıdan yeterli delillerden kaynaklanırlar ve
kaynaklanabilirler? Bu iki soruda söz konusu olan entelektüel
faktörün etkisine ruhbilimciler, sıradan insanların
vereceklerinden çok daha küçük bir yer vermekte uyum içindedirler;
ancak bu genel uyum alanı içinde önemli ölçüde derece farkları yer
almaktadır. Bu iki soruyu sırayla ele alalım.
1) İnançlar eylemlerin nedeni olarak ne ölçüde etkindirler?
Bu soruyu
kuramsal olarak değil, sıradan bir insanın sıradan bir günde
yaşadıklarını
ele alarak tartışacağız. Güne sabah yataktan kalkmakla başlar.
Büyük
olasılıkla bunu hiçbir inancın etkisi olmadan, alışkanlık
nedeniyle yapar.
Kahvaltı eder, trenine biner, gazetesini okur, işyerine gider;
bütün bunları
yine alışkanlık nedeniyle yapar. Geçmişte bu alışkanlıkları
edindiği bir
dönem olmuştur; en azından işyerinin seçiminde inancın bir etkisi
vardır.
Belki de vaktiyle o işyerinde teklif edilen işin, bulabileceği en
iyi iş
olduğunu düşünmüştür. Çoğu kişide mesleği ilk seçtiği zaman
inancın bir rolü
olmuştur; bu nedenle de, o seçimin yol açtığı her şeyde inancın
payı vardır.
Eğer küçük bir görevli ise iş yerinde etkin irade kullanmaksızın
ve inancın
açık katkısı olmaksızın, sadece alışık olduğu şekilde davranmayı
sürdürebilir.
Sütunlarla rakamı toplarken uyguladığı aritmetik kurallarına
inandığı
düşünülebilir. Ancak bu doğru değildir; bu kurallar salt bedensel
alışkanlıklardır; bir tenis oyuncusunda olduğu gibi. Bu
alışkanlıklar,
onların doğru olduklarına dair bilinçli bir inanç nedeniyle değil,
bir
köpeğin arka ayakları üzerinde durarak yiyecek istemeyi öğrenmesi
gibi
öğretmeni hoşnut kılmak için gençlikte edinilmiş alışkanlıklardır.
Bütün
eğitimin bu türden olduğunu söylemiyorum; ancak üç R öğreniminin
(Okuma, Yazma, Aritmetik) çoğu kesinlikle öyledir.
Söz konusu kişi iş yerinde bir ortak veya bir yönetici
konumundaysa günlük işleri arasında bazı zor yönetimsel kararlar
alması gerekebilir.
Bu kararlarda inancın da bir etkisi bulunması olasıdır. Bazı
hisselerin
yükselip bazılarının düşebileceğine veya falan kişinin güvenilir
olduğuna,
falanın da iflas eşiğinde olduğuna inanmaktadır. Bu inançlar
doğrultusunda
kararlar alır.
Salt alışkanlıkla değil, inandığı şeylere göre davrandığı içindir
ki bir
sekreterden daha üstün bir kişi olarak düşünülür ve çok daha fazla
para
kazanır -tabii eğer inandığı şeyler doğru çıkarsa.
Eylem nedeninin inançtan kaynaklandığı durumlar özel yaşamı için
de aynı
ölçüde geçerlidir. Normal zamanlarda, karısına ve çocuklarına
davranışlarını
alışkanlıklar veya alışkanlıkla değişime uğramış olan içgüdü
yönetecektir.
Önemli durumlarda -evlenme teklif ederken, oğlunu hangi okula
göndereceğine karar verirken veya karısının kendisine sadık olup
olmadığından kuşkulandığında- salt alışkanlığın etkisiyle
davranamaz. Evlenme teklifinde yalnızca içgüdüsü veya hanımın
zengin olduğu sanısı etken olabilir. Eğer kararda içgüdü etken
olmuşsa, kuşkusuz, hanımın her türlü erdeme sahip olduğuna inanır.
Bu da ona, kararının bir nedeni gibi gelebilir; ancak gerçekte bu
da içgüdünün değişik bir etkisinden başka bir şey değildir ve
içgüdü tek başına eylemin yeterli nedenidir.
Oğluna okul seçerken izlediği yol büyük olasılıkla önemli iş
kararları
alırken izlediğinin aynıdır; burada da inanç önemli bir rol oynar.
Karısının
sadakatsizliği hakkında bir bilgi edinmişse davranışı büyük
olasılıkla salt
içgüdüsel olacaktır; ancak bu içgüdü sonradan olacakların temel
nedenini de oluşturan bir inanç etkisiyle harekete geçmiştir.
Demek oluyor ki, inançlar eylemlerimizin yalnızca ufak bir
bölümünden
doğrudan sorumlu olsalar da sorumlu oldukları eylemler en önemli
olan ve yaşamımızın genel yapısını belirleyen eylemler arasında
yer alır.
Siyasal ve dinsel eylemlerimiz özellikle inançlarımızla
bağıntılıdır.
2) Şimdi ikinci sorumuza geliyorum. Bu soru iki yönlüdür:
a) İnançlar
gerçekten ne ölçüde kanıtlara dayanır? b) Öyle olmaları ne ölçüde
olanaklı veya arzu edilen bir şeydir?
a) İnançların kanıtlara dayanma oranı onlara inananların
sandıklarından
çok daha düşüktür. Oldukça rasyonel bir eylem ele alalım: zengin
bir
işadamının parasal yatırım yapması. İşadamının, örneğin Fransız
Frankının
iniş çıkışı konusundaki görüşünün, politik eğilimine bağımlı
olduğunu
görürsünüz; ve de bu görüşü öylesine benimsemiştir ki parasını o
yolda riske sokmaktan kaçınmaz. İflas olaylarında, çoğu kez,
felaketin nedeninin bazı duygusal etkenlerden kaynaklandığı ortaya
çıkar. Politik görüşler, onları açıklamaları yasaklanmış olan
devlet görevlilerine ait olanları dışında,
nadir olarak kanıtlara dayanırlar. Bazı istisnalar kuşkusuz
vardır. Yirmi beş
yıl önce başlamış olan gümrük resimleri reformu tartışmalarında
sanayicilerin çoğunun desteklediği taraf, kendi gelirlerini
artıracak taraftı. Bu, görüşlerinin gerçekten kanıtlara
dayandığını gösteriyor; ancak, ifadelerinde bunu ima eden en ufak
bir şey yoktu. Freudcular bizi "rasyonalize etme" süreciyle, yani
gerçekte irrasyonel olan bir görüş veya karar için kendimize
rasyonel görünen nedenler uydurma süreciyle tanıştırdı. Ancak,
özellikle İngilizce konuşulan ülkelerde "irrasyonalize etme"
denebilecek bir de ters süreç var.
Kurnaz bir kişi bir sorunun lehinde ve aleyhinde olan yönleri az
veya çok
bilinç-altı bir yolla, bencil bir açıdan değerlendirebilir
(İnsanın kendi
çocuklarının söz konusu olması dışında, bencil olmayan düşünceler
çoğu zaman bilinç-altına inmezler). Bilinç-altının yardımıyla
sağlam bir bencil karara vardıktan sonra kişi nasıl büyük
fedakarlıklarla kamu yararını gözettiğini gösteren büyük büyük
laflar uydurur veya başkalarından alıntılar yapar. Bu lafların,
sahibinin gerçek nedenlerini belirttiğine inananlar o kişinin
gerçek kanıtları değerlendirebilmekten yoksun olduğunu da
düşünecektir; çünkü, o kişinin eylemleri, kamu yararına olan bir
şeye yol açmayacaktır.
Bu durumdaki bir kişi, olduğundan daha az rasyonel görünür. Daha
da ilginç olanı, onun irrasyonel yönünün bilinçli, rasyonel
yönünün ise bilinç-dışı olmasıdır. İngiliz ve Amerikalıları bu
denli başarılı kılan da bu özelliktir.
Kurnazlık, gerçek olduğu zaman, insan doğasının bilincinden çok
bilinç-dışına ait bir şeydir ve sanırım ki iş aleminde başarı için
gereken en önemli
özelliktir. Ahlaki açıdan ise, her zaman bencil olduğu için,
küçümsenen bir
özelliktir; bununla birlikte insanları en kötü suçlardan
alıkoymayı da
başarabilir. Bu özellik eğer Almanlarda var olsaydı sınırsız
denizaltı
harekatına girişmezlerdi; eğer Fransızlarda var olsaydı Ruhr'da
yaptıklarını
yapmazlardı; eğer Napolyon'da olsaydı Amiens Antlaşması'ndan sonra
tekrar savaşa girmezdi. Bazı istisnaları olsa da, ortaya şöyle bir
genel kural
koyabiliriz: İnsanlar neyin kendi yararlarına olduğu konusunda
yanılırlarsa,
akla uygun olduğunu sandıkları tutum, başkaları için, gerçekten
akla uygun
olan tutumdan çok daha fazla kötülüğe yol açar. Bu nedenle,
insanları kendi çıkarlarını iyi değerlendirecek duruma getiren her
şey yararlıdır. Ahlaki nedenlerle, kendi çıkarlarına ters olduğuna
inandıkları şeyleri yaptıkları halde çok zengin olmuş sayısız
insan vardır.
Örneğin ilk-dönem Quakerlerden bazı dükkan sahipleri,
başkalarının sürekli olarak yaptığı gibi her müşteriyle pazarlık
etmek yerine, sattıkları mallar için kabul edebilecekleri en düşük
miktardan daha çok para istememe yolunu tutmuşlardır. Bu kararı
almalarının nedeni, razı olduklarından çok para istemeyi yalan
söylemek saymalarıydı.
Ancak müşteriye sağlanan bu kolaylık öylesine büyüktü ki herkes
onların
dükkanlarına koştu; sonuçta zengin oldular (Bunu nerede okuduğumu
unuttum; ancak, belleğim beni yanıltmıyorsa güvenilir bir
kaynaktı). Aynı
amaca açıkgözlülük yaparak da ulaşmak olanaklıydı; ancak hiç kimse
yeterince açıkgöz değildi. Bilinç-dışımız göründüğünden daha kötü
niyetlidir.
Bu nedenle, ahlaki gerekçelerle, kendi yararlarına ters düşen
şeyleri
bilerek yapan kişiler kendi yararlarına olanı tam olarak yapan
kişilerdir.
Onların arkasından, şiddetli duyguları olabildiğince saf dışı
ederek, kendi
yararlarını bilinçli ve rasyonel olarak düşünmeye çaba gösterenler
gelir.
Üçüncü olarak, içgüdüsel olarak açıkgöz olan kişiler gelir. Bunlar
başkalarının mahvolmasını amaçladıkları yollarda kendilerini
mahvederler. Bu son grup Avrupa nüfusunun yüzde doksanını kapsar.
Biraz konu dışına çıkmış görünebilirim; ancak açıkgözlülük
dediğimiz
bilinç-dışı mantığını bilinçli türlerinden ayırmam gerekliydi.
Normal eğitim
yöntemlerinin bilinç-dışına hiçbir belirgin etkisi yoktur.
Öyleyse,
açıkgözlülük bugünkü teknik olanaklarımızla öğretilebilir bir şey
değildir.
Yalnızca alışkanlıktan kaynaklanan ahlak dışında, ahlakın da
bugünkü
yöntemlerle öğretilmesi olanaksız görünüyor; en azından, ben
şahsen sıkça öğütlenen kişilerde iyiye doğru bir etki fark
etmedim. Bu nedenle, günümüzde bilinçli olarak yapılmak istenen
her ıslahatın rasyonel yollar kullanarak yapılması zorunludur.
İnsanlara açıkgöz veya erdemli olmayı nasıl öğreteceğimizi
bilmesek de onlara rasyonel olmayı öğretmeyi bir ölçüde biliyoruz:
Eğitimden sorumlu olanların her konuda uyguladıklarının tam
tersini yapmak bunun için yeterlidir. Gelecekte, iç salgı
bezleriyle
oynayarak, salgılarını azaltıp çoğaltarak, erdem yaratmayı da
öğrenebiliriz. Ancak günümüzde rasyonalizmi yaratmak erdem
yaratmaktan daha kolaydır -rasyonalizm sözcüğü ile, eylemlerimizin
etkilerini önceden tahmin etme sürecinde bilimsel düşünme
alışkanlığını kastediyorum.
b) Bu, bizi şu soruya getiriyor: İnsanların eylemleri ne
ölçüde rasyonel
olabilir veya olmalıdır? Önce "olmalı mı" sorusunu ele alalım.
Kanımca
rasyonalizmin uygulama alanını belirleyen kesin sınırlar vardır;
yaşamın en
önemli bölümlerinden bazıları mantığın işe karışmasıyla
mahvolurlar.
Leibniz son yıllarında bir muhabire yaşamında yalnız bir kere, o
da elli
yaşındayken, bir bayana evlenme teklif ettiğini anlatmış; sonra da
şunu
eklemiş: "Şükürler olsun ki düşünmek için zaman istedi. Bu bana da
düşünme fırsatı verdi ve teklifimi geri aldım." Davranışının çok
rasyonel olduğu kuşku götürmez; ancak beğendiğimi söyleyemem.
Shakespeare "deli, aşık ve şair"i "yoğunlaşmış hayal gücü" olarak
bir araya
getirir. Sorun deliyi salıverip aşık ve şairi bir arada tutmaktır.
Bir örnek
vereceğim: 1919 yılında Old Vic'de oynanan The Trojan Women
(Truvalı Kadınlar) oyununu seyrediyordum. Büyüyünce ikinci bir
Hector olur korkusuyla Greklerin Astyanax'ı öldürdükleri,
dayanılmaz ölçüde acıklı bir sahne vardır. Tiyatroda bütün gözler
yaşlıydı; seyirciler Greklerin bu gaddarlığını akıl almaz
buluyorlardı ama orada ağlayan bu insanlar, aynı anda, aynı
gaddarlığı Euripides'in bile hayal gücünü aşan bir ölçüde
kendileri uyguluyorlardı. Kısa bir süre önce, ateşkesten sonra
Almanya'ya uygulanmakta olan ablukayı uzatan ve Rusya'ya da abluka
öngören kararı alan bir hükümete -büyük çoğunluğu- oy vermişlerdi.
Bu ablukaların çok sayıda çocuğun ölümüne neden olduğu
biliniyordu; ama düşman
ülkelerin nüfusunun azalmasını arzuluyorlardı: çocuklar, Astyanax
gibi,
büyüyüp babalarının yolundan gidebilirlerdi. Şair Euripides
seyircilerin
hayalinde 'aşık'ı canlandırmıştı. Ancak tiyatro kapısında aşık ve
şair
unutulmuşlardı; ve kendilerini iyi yürekli ve erdemli sayan bu bay
ve
bayanların siyasal eylemleri deli'nin (çıldırmış katil
kişiliğinde)
egemenliğine girmişti.
Aynı zamanda 'deli'yi de alıkoymadan şair ve aşık'ı alıkoymak
olanaklı
mıdır? Her birimizin içinde onların üçü de değişik ölçülerde
mevcuttur.
Bunlar, birisi kontrol altına alındığında diğer ikisinin yok
olmasını
gerektirecek ölçüde, birbirlerine bağlı mıdırlar? Öyle olduğunu
sanmıyorum.
Hepimizin içinde mantıktan esinlenmeyen eylemlerle tüketilmesi
gereken bir miktar enerji olduğuna inanıyorum; bu, çıkış yolunu,
koşullara göre sanatta, tutkulu aşkta veya tutkulu nefrette bulur.
Saygınlık, düzen ve rutin
-yani modern endüstri toplumunun demir gibi katı disiplini-
sanatsal dürtüyü
köreltmiş ve aşkı verimli, özgür ve yaratıcı olmak yerine bunalıma
veya gizliliğe mahkum etmiştir.
Haset, gaddarlık ve nefret hemen bütün piskoposlar sınıfı
tarafından takdis
edilirken, özellikle özgür olmaları gereken şeyler baskı altında
tutulmuştur.
İçgüdüsel yapımız iki bölümden oluşur; birisi kendimizin ve
çocuklarımızın
yaşamını geliştirmeye, diğeri ise rakip gördüğümüz kişilerin
yaşamını
engellemeye yönelir.
Birincisi yaşama aşkını, sevgiyi ve psikolojik olarak sevginin bir
kolu
olan sanatı içerir; ikincisi de rekabeti, milliyetçiliği ve
savaşı. Geleneksel
ahlak birincisini bastırmak, ikincisini yüreklendirmek için her
şeyi yapar.
Gerçek ahlak bunun tam tersini gerektirirdi. Sevdiklerimizle
ilgili davranışlar
içgüdüye güvenle bırakılabilir. Akıl kapsamına alınması gerekli
olan ise
nefret duyduğumuz kişilere karşı olan davranışlardır.
Günümüz dünyasında etkin olarak nefret ettiklerimiz bizden uzak
olan
gruplar, özellikle de yabancı uluslardır. Onları soyut olarak
algılarız
ve gerçekte nefretin ta kendisi olan eylemleri, adalete olan
aşkımız ve
benzeri yüce amaçlar için yaptığımızı ileri sürerek kendimizi
kandırırız.
Bu gerçeği bizden saklayan perdeyi ancak, büyük ölçüde
kuşkuculukla
kaldırabiliriz. Bunu ve kıskançlık çılgınlığının tedavisini
gerçekleştirdikten sonra, kıskançlıklara ve sınırlamalara dayalı
olmayan, dopdolu bir yaşam arzusuna ve başka insanların birer
engel değil, birer yardımcı olacağının idrakine dayalı yeni bir
ahlak oluşturmaya başlayabiliriz.
Bu ütopik bir beklenti değildir; Elizabeth İngiltere'sinde kısmen
gerçekleşmişti.
Eğer insanlar bir başkasının mutsuzluğu peşinde koşmak yerine
kendi
mutluluklarının peşine düşmeyi öğrenirlerse, bu beklenti hemen
yarın
gerçekleşebilir. Bu, hiç de uygulanmayacak kadar sert bir ahlak
töresi
değildir; ama benimsenmesi dünyayı Cennet'e dönüştürebilir. |