Düşler ve Gerçekler
1
Arzularımızın inanışlarımız üzerindeki etkisi herkesçe bilinen ve
gözlenen
bir olgudur; ancak bu etkinin niteliği çoğu zaman yanlış
algılanır. İnançlarımızın büyük
bölümünün bazı rasyonel temellere dayandığını; arzunun ise yalnız
arada bir işi karıştırdığını varsaymak alışkanlık haline
gelmiştir. Bunun tam karşıtı gerçeğe daha yakın olsa gerek. Günlük
yaşamla ilgili inançlarımızın büyük bir bölümü arzularımızın
şekilleşmesinden ibarettir; ancak orada burada bazı izole
noktalarda, gerçeğin sert darbesiyle doğru yola yöneltilirler.
İnsan genelde bir düş aleminde yaşar; dış dünyadan gelen aşırı
zorlayıcı bir
etkiyle bir an için uyanır; ancak çok geçmeden düş aleminin tatlı
uykusuna
yeniden dalar. Freud geceleri gördüğümüz düşlerin, büyük ölçüde,
arzularımızın görüntü şeklinde gerçekleşmesi olduğunu göstermiş;
bunun, gündüz gördüğümüz düşler için de aynı ölçüde doğru olduğunu
söylemiştir. İnançlar dediğimiz gündüz düşlerini de buna eklemesi
yerinde olurdu.
Doğru olduğuna inandığımız şeylerin bu rasyonel olmayan kökenini
göz önüne serecek üç yöntem vardır: deli ve isterik kişilerin
incelenmesinden yola çıkıp, giderek bu hastaların temelde normal
sağlıklı kişilerden pek az farklı olduğunu ortaya koyan psikanaliz
yöntemi; ikincisi, en değerli
görüşlerimizin rasyonel kanıtlarının ne kadar zayıf olduklarını
gösteren
kuşkucu filozofların yöntemi; son olarak da, insanları genel
olarak gözlemleme yöntemi. Ben yalnız bu sonuncusu üzerinde
duracağım.
Antropologların uzun çalışmalarından öğrendiğimize göre, en ilkel
insanlar
anlamadıklarının farkında oldukları olaylarla karşılaştıklarında
cahilliklerinin
bilinci içinde çırpınıp durmazlar; tersine, bütün önemli
eylemlerini
yönetecek ölçüde sıkıca bağlandıkları sayısız inançları vardır.
Bir
hayvanın veya savaşçının etini yemekle, kurbanın yaşarken sahip
olduğu
erdemleri elde edebileceklerine inanırlar. Birçoğu, kabile
reisinin adını
ağızlarına almanın insanı hemen öldürecek büyük bir günah olduğuna
inanır, hatta ismin bir hece olarak yer aldığı bütün sözcükleri
değiştirecek kadar ileri giderler. Örneğin John adında bir
kralınız varsa Jonquil yerine George-quil veya dungeon yerine dun-george
demeniz gerekir. Tarım düzeyine geldiklerinde yiyecek üretimi
nedeniyle hava durumu önem kazanıyor; bazı büyülerin yağmur
getireceğine veya ufak ateşler yakmakla güneş açacağına
inanılıyor. Bir kişi öldürüldüğünde kanının veya hayaletinin öç
almak için öldüreni izlediğine, onun ancak yüzü kırmızıya boyama
veya matem tutma gibi basit yöntemlerle aldatılabileceğine
inanıyorlardı. Bu inancın ilk bölümünün öldürülmekten
korkanlardan, ikinci bölümünün de öldürenlerden kaynaklandığı
açıkça görülüyor.
Rasyonel olmayan inançlar ilkel insanlara özgü değildir. İnsan
ırkının
büyük bir bölümü bizimkilerden farklı olan, bu nedenle de doğal
olarak, aslı
esası bulunmayan dinsel inançlara sahiptir.
Önyargısız herhangi bir insan için rasyonel bir sonuca varmanın
olanaksız
olduğu birçok konuda politikayla ilgilenen ama politikacı olmayan
kişiler
çok güçlü kanılara sahiptirler.
Çekişmeli bir seçimde görev alan gönüllüler hep kendi taraflarının
kazanacağına inanırlar; kaybetme olasılığına işaret eden birçok
neden bulunmasının bir önemi yoktur. 1914 sonbaharında Alman
ulusunun çok büyük bir bölümünün Almanya'nın zaferinden kesinlikle
emin olduğu kuşku götürmez. Bu örnekte gerçek işe karışmış,
düşleri altüst etmiştir. Alman olmayan bütün tarihçilerin
önümüzdeki yüz yıl boyunca yazmaları önlenebilseydi yine düşler
canlanır, sadece başlangıçtaki zaferler anımsanır ve savaşın
sonunda yaşanan felaketler unutulurdu.
Nezaket, bir kişinin, kendisinin veya çevresindekilerin
meziyetlerine
ilişkin görüşlerine saygılı olma alışkanlığıdır. Herkes, her
gittiği yerde,
rahatlatıcı bir kanılar bulutu ile sarılmıştır; bu kanılar, yazın
uçuşan
sinekler gibi, kendisiyle beraber hareket eder. Bunların bazıları
kişiseldir;
kişiye, kendi erdemlerinden ve üstünlüklerinden, arkadaşlarının
sevgisinden ve tanıdıklarının saygısından, mesleğinin parlak
geleceğinden, pek iyi olmayan sağlığına karşın tükenmeyen
enerjisinden söz ederler. Onun ardından ailesinin olağanüstü
yüceliği hakkındaki inançlar gelir: babasının şimdilerde ender
rastlanan dürüstlüğü ve çocuklarının şimdiki modern ana-babalarda
bulunmayan bir disiplinle yetiştirmiş olması; oğullarının okul
sporlarında herkesi nasıl geride bıraktığı; kızının kendini
uygunsuz bir evliliğe atacak kızlardan olmadığı gibi. Daha sonra,
ait olduğu toplumsal sınıf hakkındaki inançları gelir. Toplumdaki
konumuna bağlı olarak bu sınıf bütün sınıflar içinde ya sosyal
açıdan en iyisidir; ya en bilgilisidir, ya da ahlak yönünden en
değerlisidir -her ne kadar bu değerlerden birincisinin
ikincisinden, ikincisinin de üçüncüsünden daha çok aranılan
nitelikler olduğu konusunda herkes hemfikir ise de. Ulus konusunda
da, hemen herkes kendi ulusu hakkında rahatlatıcı kuruntular
besler. "Yabancı uluslar ne yazık ki ısrarla kendi bildikleri gibi
davranıyorlar." Mr. Podsnap bu sözleriyle insan kalbinin en köklü
duygularından birini dile getirmiş oluyordu.
Son olarak da genel olarak insanlığı, mutlak olarak veya
karşılaştırmayla
"hayvani yaratıklar"dan üstün tutan kuramlara geliyoruz: İnsanın
ruhu vardır,
ama hayvanın yoktur; insan "rasyonel bir hayvan"dır. Aşırı
acımasız veya
anormal bir eylem "hayvan gibi", veya "vahşi" olarak nitelenir
(halbuki böyle
eylemler kesinlikle insanlara özgüdür, Tanrı insanı kendi
görüntüsünden yarattı ve evrenin nihai amacı İnsan'ın
mutluluğudur.
Böylece, bizi rahatlatan aşamalı bir inançlar dizisine sahip
bulunuyoruz:
kişiye ait olanlar, ailesi ile paylaştıkları, sınıfında veya
ulusunda yaygın
olanlar, son olarak da bütün insanlığa aynı ölçüde hoş gelenler.
Bir kimseyle iyi ilişkilerimiz olmasını istiyorsak onun
inandıklarına saygı göstermemiz beklenir. Bu nedenle de insanların
yüzlerine karşı, arkalarından konuştuğumuz gibi konuşmayız. Bu
fark, onların bizim kişiliğimizden olan farkları arttıkça daha da
belirginleşir. Kardeşimizle konuşurken ana-babalar konusunda
bilinçli bir nezaket göstermeye gerek görmeyiz. Yabancı ülke
insanlarıyla konuşurken nazik olma gereği doruk noktasındadır ve
yalnız kendi vatandaşlarına alışık olanlara dayanılmaz ölçüde
sıkıcı gelir.
Bir keresinde, ülkesinden hiç çıkmamış bir Amerikalıya İngiliz
Anayasası'nın birkaç önemsiz noktada Amerikalılarınkinden daha iyi
olabileceğini söylemiştim. Hemen büyük bir öfkeye kapıldı; bu
türden bir düşünceyi daha önce hiç duymamış olduğundan, bir
kimsenin gerçekten böyle bir şey düşünebileceğini aklı almamıştı.
İkimiz de nezaketi ihmal etmiştik; sonuç da bir felaket olmuştu.
Sosyal amaçlı toplantılarda nezakette kusur her ne kadar hoş
değilse de
mitleri yok etme bakımından çok yararlıdır. Doğal kanılarımızı
düzeltmenin
iki yolu vardır; biri, zehirli bir mantarı yenebilir bir mantar
sanıp sonuçta
acı çekmek gibi, gerçekle yüzleşmek; diğeri de kanılarımızın,
gerçek olgulara değil, diğer insanların inançlarına ters düşmesi
durumudur. Bazıları domuz eti yemenin helal, dana eti yemenin
haram olduğunu düşünür; başkaları ise tam tersine inanır. Bu görüş
ayrılığı çoğu zaman kan dökülmesine yol açmıştır.
İkisinin de belki gerçekten günah olmadığı yolunda rasyonel bir
görüş yavaş yavaş oluşmaya başlamış bulunuyor. Nezaket ile
yakından bağıntılı olan alçakgönüllülük, kendimizi ve kendimizde
olan şeyleri, karşımızdakilerden veya onlarda bulunan şeylerden
üstün tutmuyor gibi davranmayı gerektirir. Bu hüner sadece Çin'de
tam olarak anlaşılmıştır.
Bana anlattıklarına göre, Çin'de bir Mandarin'e karısının ve
çocuklarının
sağlığını sorarsanız size şöyle cevap verirmiş: "Zatıalilerinin
sormaya tenezzül buyurdukları o pasaklı aşağılık kadın ve iğrenç
yumurcakları tam bir sağlık içindedirler." Ne var ki, böyle
incelikler sakin ve dingin bir yaşam
tarzı gerektirir; iş ve politika dünyasının hızlı ve önemli
ilişkilerinde ise
bu olanaksızdır. Başka insanlarla olan ilişkiler, en başarılı olan
kişiler
dışında kalan herkesin mitlerini birer birer yıkmaktadır. Kişisel
övünçleri
kardeşler, aile övünçlerini okul arkadaşları, sınıfsal övünçleri
politika,
milli övünçleri de savaşlar ve ticari başarısızlıklar ortadan
kaldırmaktadır.
Ancak insan olmanın övüncü varlığını sürdürür; ve sosyal sohbetler
sırasında, mit-yaratma yetisi bu alanda serbestçe at koşturur.
Bilim bu tür hayallerin düzeltilmesinde bir ölçüde etkilidir.
Ancak bu düzeltme hiçbir zaman kısmi olmaktan öteye gidemez; çünkü
biraz safdillik olmazsa bilimin kendisi de çöker.
2
İnsanların kişisel ve sınıfsal düşleri gülünç olabilir; ancak
toplumsal
düşler insanlık çemberi dışına çıkamayan bizler için hüzün
vericidir. Astronominin ortaya koyduğu Evren çok büyüktür.
Teleskopla gördüklerimizin ötesinde daha neler var, bilemiyoruz;
ancak bilebildiğimiz kadarı akıl almaz büyüklüktedir. Samanyolu bu
bilinebilen evrende çok küçük bir yer kaplar. Bu ufak bölümün
içindeki Güneş Sistemi sonsuz küçüklükte minik bir benek,
gezegenimiz ise beneğin mikroskopik bir noktasıdır. Bu nokta
üzerinde, karmaşık yapılı ve kendilerine özgü fiziksel ve kimyasal
özellikleri olan, su ve saf olmayan karbon karışımı minik topaklar
birkaç yıl sürüklenir durur; ta ki bileşimi oluşturan elementlere
tekrar ayrılıp yok olana kadar. Vakitlerini iki iş arasında
bölüştürürler: kendilerinin yok olma anını ertelemek ve telaşlı
bir çaba ile, kendi türlerinden olan başkaları için bu anı
çabuklaştırmak. Doğal
sarsıntılar belirli aralıklarla binlercesini, hatta
milyonlarcasını yok eder;
hastalık daha birçoğunu vaktinden önce alıp götürür. Bu olaylar
felaket olarak değerlendirilir; ancak insanlar aynı yok edişi
kendi çabalarıyla başarırlarsa çok sevinir ve Tanrı'ya
şükranlarını sunarlar. İnsan yaşamının fiziksel olarak var
olabileceği süre Güneş Sistemi'nin toplam ömrünün çok ufak bir
bölümüdür. Ancak insanların birbirlerini yok etme çabalarıyla, bu
süre dolmadan da kendi sonlarını getireceklerini düşündüren
nedenler var. Dışarıdan bakıldığında insan yaşamı böyle görünüyor.
Yaşama böyle bir bakışın dayanılmaz olduğunu, bunun, insanların
var olmalarını sağlayan içgüdüsel enerjiyi yok edeceğini
söyleyenler var. Onların buldukları kaçış yolu din ve felsefedir.
Dış dünya her ne kadar yabancı ve duyarsız görünse de, bizi teselli
edenlerin verdikleri güvenceye göre, görünüşteki bu çatışmaların
gerisinde
bir uyum vardır. İlk nebuladan bu yana süregelen uzun gelişimin,
en son aşama olarak insanoğluna eriştiği varsayılmaktadır. Hamlet
çok ünlü bir yapıttır; ancak onu okuyanların pek azı Birinci
Denizci'nin "Tanrı sizi kutsasın, efendim" şeklindeki dört
sözcükten oluşan rolünü anımsar. Yaşamdaki tek uğraşları bu rolü
oynamak olan bir topluluk düşünelim; onların Hamletlerle,
Horatiolarla, ve hatta Guildensternlerle hiç bir temasları
olamayacak bir şekilde izole edilmiş olduklarını varsayalım. Bu
kişiler Birinci Denizci'nin dört sözcüğünün bütün oyunun temelini
oluşturduğu yolunda bir takım edebi eleştiriler icat etmezler
miydi? İçlerinden biri öteki rollerin de belki aynı ölçüde önemli
olabileceğini öne sürseydi, onu aşağılama veya dışlamayla
cezalandırma yoluna gitmezler miydi? Evrende insanoğlunun yaşamı
Birinci Denizci'nin Hamlet'te aldığı rolden çok daha az yer
tutmaktadır. Ancak sahnenin arkasındaki oyunun gerisini dinlememiz
olanaksızdır; oyunun konusu ve kişileri hakkında da çok az şey
biliyoruz.
İnsanlık denince onun bir temsilcisi olarak daha çok kendimizi
düşünürüz.
Bu nedenle de insanlık konusunda olumlu hisler besler, korunmasını
önemli buluruz. Nonkonformist (İngiltere Kilisesi'nden ayrılmış
bir tarikatın mensubu. (ç.n.) bakkal Mr. Jones kendisinin
ölümsüzlüğe layık
olduğundan emindir; bunu kendisinden esirgeyecek bir evrenin de
dayanılmaz ölçüde kötü olduğu kanısındadır. Ancak şekere kum
karıştıran ve Pazar günleri kiliseyi ihmal eden Anglikan
(İngiltere Kilisesi mensubu. (ç.n.) rakibi Mr. Robinson'u
düşündüğünde, evrenin gereğinden fazla merhametli davrandığı
görüşündedir. Mutluluğunun eksiksiz olması, Mr. Robinson için
yakılacak bir Cehennem ateşine bağlıdır. Bu şekilde hem insanın
evrensel önemi korunmuş, hem de dost ve düşman arasındaki yaşamsal
farklılık evrensel merhametin zaafı yüzünden ortadan kalkmamış
olur. Mr. Robinson da aynı kanıdadır; ancak roller değişmiş
olarak. Sonuçta herkes mutludur.
Korpenik'ten önceki çağlarda insan-merkezli dünya görüşünü
savunmak için felsefi oyunlara gerek yoktu. Gök kubbesinin dünya
çevresinde döndüğü gözle görülüyordu; dünyada da insan,
çevresindeki bütün hayvanlara hükmetmekteydi. Ancak dünya merkezi
konumunu yitirince insan da bulunduğu doruktan indirildi.
Bunun üzerine, bilimin "kabalığını" düzeltecek bir metafiziğe
gerek duyuldu.
Bu görev de "idealist" denilen kişilerce yerine getirildi. Onlara
göre
maddesel dünya gerçek olmayan bir görünümden ibarettir; gerçek
olan ise Akıl veya Ruh'tur; o, filozofun akıl ve ruhundan
üstündür; tıpkı filozofun sıradan insandan üstün olduğu gibi.
"İnsanın evi gibisi yoktur" deyiminin tersine, bu düşünürler bize
her yerin kendi evimiz gibi olduğu güvencesi verirler. En iyi olan
her şeyimizde, yani söz konusu filozofla paylaştığımız her şeyde,
evrenle uyum içindeyiz. Hegel bize evrenin, onun dönemindeki
Prusya Devleti'ne benzediği güvencesini de verir; onun İngiliz
ardılları da evreni daha çok iki meclisli plütokratik bir
demokrasiye benzetirler. Bu görüşler için öne sürülen
gerekçelerde, bunların insancıl özlemlerle olan bağıntısı, o
görüşün sahiplerinden bile gizlenecek biçimde kamufle edilmiştir:
bu gerekçeler görünüşte mantık ve önermelerin tartışılması gibi
kuru kaynaklardan çıkarılmıştır. Ancak hep tek bir doğrultuda
yanlışlar yapılmış olması, özlemlerin etkisini açığa vurmaktadır.
Bir aritmetik toplaması yaparken insanın kendi lehine yanlış
yapması, aleyhine olanı yapmasından daha olasıdır. Bunun gibi, bir
kimsenin mantık yürütürken kendi özlemleri yönünde yanlışlar
yapması, özlemlerine ters olan yönde yanlışlar yapmasından daha
olasıdır. Demek oluyor ki, soyut düşünür olarak adlandırılan
kişilerin incelenmesinde, kişiliklerinin anahtarı yaptıkları
yanlışlardan anlaşılabilir.
Çok kişi insanların icat ettiği sistemlerin, gerçek olmasalar bile
zararsız
ve rahatlatıcı olduklarını ve onlara dokunulmaması gerektiğini
savunur. Ancak onlar gerçekte zararsız değildirler ve insanları
önlenebilecek acılara
katlanmaya yönelttikleri için getirdikleri rahatlık çok pahalıya
malolmaktadır. Yaşamdaki kötülükler kısmen doğal nedenlerden,
kısmen de insanların birbirlerine olan düşmanlığından
kaynaklanmaktadır.
Eskiden rekabet ve savaşlar, yiyecek sağlamak için gerekliydi; bu
yiyecekler de sadece galip gelenlerce elde edilebiliyordu. Şimdi
bilim
sayesinde doğal güçlere egemen olma yoluna girildiğine göre,
insanlar
birbirlerini yenmek yerine kendilerini doğayı fethetmeye adarlarsa
herkes
daha rahat ve mutlu olur. Doğanın bir dost, bazen de başka
insanlarla
kavgalarımızda bir müttefik olarak takdim edilmesi, insanın
dünyadaki gerçek konumunu belirsizleştirmekte ve insanoğlunun
kalıcı mutluluğunu sağlayacak yegane savaşım olan bilimsel güç
arayışına giden çabaları saptırmaktadır.
Bütün bu faydacı gerekçeler yanında gerçekdışı inançlara dayalı
bir mutluluk arayışının yüce ve yetkin bir yönü yoktur. Dünyadaki
gerçek konumumuzu korkusuzca algılamakta tam bir mutluluk, ve mit
duvarları arkasına saklananların görebileceklerinden çok daha
canlı bir dram vardır.
Düşünce dünyasında, kendi fiziksel güçsüzlükleriyle yüzleşmeye
hazır
olanların açılabilecekleri "engin denizler" vardır. Bütün
bunlardan daha
önemli olarak da gün ışığını karartan, insanları kavgacı ve
acımasız yapan
Korku'nun zulmünden kurtuluş vardır. Dünyadaki konumunu olduğu
gibi görme yürekliliği göstermeyen hiç kimse bu korkudan
kurtulamaz; kendisine, kendi küçüklüğünü görme olanağı vermeyen
hiç kimse muktedir olduğu yüceliğe erişemez.
Bilim Boş-İnanlı mıdır?
Modern yaşam iki yönden bilim temeline oturmaktadır. Hepimiz ekmek
parası, rahatımızı sağlayan araçlar ve eğlence gereksinimlerimizi
karşılamada bir bakıma bilimsel buluş ve keşiflere bağımlıyızdır.
Öte yandan son üç yüzyıl içinde bilimsel görüşle ilintili olan
bazı zihinsel alışkanlıklar bir avuç üstün yetenekli kişiden
giderek toplumun büyük bir bölümüne yayılmıştır. Yeterince uzun
süreler göz önüne alındığında, bilimin bu iki özelliğinin
birbiriyle bağıntılı olduğu görülür; ancak her ikisi de
ötekisi olmadan yüzyıllarca var olabilirler. Bilimsel düşünce
tarzı
on sekizinci yüzyıl sonlarına kadar günlük yaşamı pek etkilemedi;
çünkü
sınai teknolojide devrim yapan büyük buluşlara henüz yol
açmamıştı. Öte
yandan, bilimin getirdiği yaşam tarzı, bilimin sadece pratikteki
bazı uygulamalarını öğrenmiş toplumlarca da benimsenebilir. Böyle
toplumlar başka yerlerde keşfedilmiş makineleri yapabilir,
kullanabilir ve hatta onlarda bazı ufak tefek gelişmeler
gerçekleştirebilir. Ortak insanlık zekası bir gün yozlaşsa bile,
bilimin sağladığı teknik ve günlük yaşam, büyük olasılıkla,
nesiller boyu var olmayı sürdürebilir. Ancak bu durum sonsuza dek
süremez; çünkü eğer bir felaket sonucu ciddi şekilde zedelenirse
bir daha yerine gelmesi olanaksızdır.
Demek oluyor ki, olumlu ya da olumsuz, bilimsel görüş insanlık
için önemli
bir konudur. Sanat alanında olduğu gibi bilimsel görüşün kendisi
de
iki yönlüdür. Yaratanlar ile değerlendirenler aynı kişiler
değildir ve
birbirinden farklı zihinsel alışkanlıklar gereksinirler. Her
yaratıcı gibi
bilimsel yaratıcı da entelektüel bir yolla ifade edilen güçlü
duygulardan
esinlenir; bu ifade açıklanmamış bir inancı da içerir; eğer bu
inanç olmasa
bilimci belki de pek bir şey başaramaz. Değerlendiricinin böyle
bir inanca
gereksinimi yoktur; o her şeyi yerli yerinde görür; kendince
gerekli
noktaları değerlendirir; belki de yaratıcıyı kendisine kıyasla
kaba ve ilkel
bir kişi olarak düşünür. Uygarlık daha yaygın ve daha olağan bir
aşamaya
geldiğinde değerlendirenin düşünce tarzında, yaratıcı olabilecek
kişilere
karşı bir hükmetme eğilimi başgösterir. Sonuçta söz konusu
uygarlık Bizanslaşır ve geriye dönük bir hal alır. Bilimde bu tür
bir gelişim başlamakta gibi görünüyor. Öncülere güç veren inanç,
özünden çürümeye başlamıştır.
Rusya, Japonya ve Yeni Çin gibi Uzakdoğu ülkeleri bilimi hala on
yedinci
yüzyıldaki coşku ile karşılamaktadır. Batılı uluslar halklarının
çoğunluğu
da böyledir. Ancak başrahipler, kendilerinin resmen adandıkları bu
ibadetten artık usanmaya başlamışlardır. Vaktiyle dinibütün genç
Luther,
hastalıktan kurtulmak için Kapitol'de Jüpiter'e kendi adına öküz
kurban
edilmesine ses çıkarmayan serbest-düşünceli Papa'ya saygılarını
sunmuştu.
Bunun gibi, günümüzde de kültür odaklarından uzakta olanlar
bilime, onun
kahinlerinin artık duymadıkları saygıyı beslemektedir.
Bolşeviklerin
"bilimsel" maddeciliği de, vaktiyle ilk dönem Alman
Protestanlarında olduğu
gibi, bu sofuluğu dost düşman herkesin yenilik sayacağı bir şekil
içinde
devam ettirmeye yönelik bir çabadır.
Ancak onların Newton'un öğretilerine hararetle ve harfi harfine
bağlı
olmaları, Batı'nın "burjuva" bilimcileri arasında kuşkuculuğun
yayılmasını
hızlandırmaktan başka sonuç vermemiştir. Tennessee gibi, devletin
bilim-öncesi bir aşamada kalmış olduğu yerler dışında, bilim
devlet tarafından tanınan ve teşvik edilen bir faaliyet olarak
siyasal açıdan tutucu bir nitelik almıştır. Günümüz
biliminsanlarının çoğunluğunun temel imanı statükoyu korumanın
önemine dayanmaktadır. Bunun sonucunda bilim için hak ettiğinden
fazlasını ileri sürmemek ve diğer tutucu güçlerin, örneğin dinin,
istemlerini yerine getirmek konularına aşırı yatkındırlar.
Ancak bu bilimciler büyük bir zorlukla karşı karşıyadırlar.
Bilimcilerin
çoğunluğunun tutucu olmasına karşın bilim hala dünyadaki en hızlı
değişim
aracıdır. Asya'daki, Afrika'daki ve Avrupa'nın sanayi
toplumlarındaki
değişimin yol açtığı heyecan, tutucu görüşlü kişilerde çoğu kez
hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Bundan da bilimin değeri konusunda,
Büyük Rahiplerin kuşkuculuğuna da katkıda bulunan tereddütler
ortaya çıkmaktadır. Bu kadarla kalsa önemli olmayabilirdi. Ancak
durum gerçek-entelektüel sıkıntılarla daha da ağırlaşmıştır. Bu
zorlukların, eğer aşılmazlarsa, bilimsel keşif çağını sona
erdirmeleri olasılığı vardır. Bu hemen bir anda oluverecek demek
istemiyorum. Rusya ve Asya, Batı'nın yitirmekte olduğu bilimsel
imanı bir yüzyıl daha sürdürebilirler. Ancak eninde sonunda, bu
inanca karşı öne sürülen savın reddedilemeyeceği ortaya çıkarsa
bu, herhangi bir nedenle bir an için, usanç duyan insanları ikna
edecek, bu kimseler bir kere inandıktan sonra da eski mutlu
güvencelerine bir daha kavuşamayacaklardır. Bilimsel imana karşı
ileri sürülen bu sav, bu nedenle, büyük bir titizlikle
incelenmelidir.
Bilimsel imandan söz ederken bilimin, esas itibariyle, doğru
olduğu
yolundaki bir mantıksal sonucu kastetmiyorum. Daha az rasyonel
olan ama daha heyecan verici bir şeyi, yani kişinin büyük bir
bilimsel kaşif olmasına yol açan inanç ve duygular sistemini
kastediyorum. Soru şudur: bilimsel keşifler için gereken zihinsel
güce sahip insanlar arasında bu türden duygu ve inançlar var
olmayı sürdürebilirler mi?
Yeni yayınlanmış çok ilginç iki kitap bize bu problemin yapısını
anlamada
yardımcı olacaktır. Bunlar Burtt'un Metaphysical Foundations of
Modern
Science (Modern Bilimin Metafiziksel Temelleri) (1924) ve
Whitehead'in
Science and the Modern World (Bilim ve Çağdaş Dünya) (1926) adlı
kitaplarıdır. Bu kitapların ikisi de çağdaş dünyanır. Kopernik
Galileo ve Newton'dan esinlenmiş olduğu düşünce sistemlerini
eleştirmektedir -birincisi hemen hemen tümüyle tarihsel açıdan,
ikincisi hem tarihsel hem de mantıksal açıdan. Dr. Whitehead'in
kitabı daha önemlidir; çünkü yalnız eleştirel değil, aynı zamanda
yapıcıdır; ayrıca geleceğin bilimi için, insanlığın bilimdışı
özlemleri yönünden de doyurucu olacak bir entelektüel temel
bulmayı amaçlamaktadır. Dr. Whitehead'in teorisinin hoş
diyebileceğimiz bölümleri için öne sürdüğü mantıksal argümanları
kabul edemem. Bilimsel kavramların yeni bir entelektüel
yapılanmaya gereksinimi olduğunu kabul etmekle beraber bu yeni
kavramların entelektüel olmayan duygularımıza eskileri kadar itici
geleceğini ve bu nedenle yalnızca bilim lehinde güçlü önyargısı
olanlarca kabul edilecekleri yolundaki görüşe de katılıyorum.
Şimdi ileri sürülen tezin ne olduğunu görelim.
İşe tarihsel bakış açısıyla başlayalım. Dr. Whitehead "Nesneler
arasında
düzen, özellikle de bir ''doğa düzeni''nin var olduğu hakkında yaygın
bir
içgüdüsel inanç olmadan yaşayan bilim de olamaz," diyor. Ona göre
bilim ancak böyle bir inanca sahip olan insanlarca
yaratılabilirdi; bu nedenle
de inancın başlangıçtaki kaynağı bilim-öncesi dönem olmalıydı.
Bilimin
gelişmesi için gerekli olan karmaşık zihinsel yapının oluşmasında
başka
öğelerin de katkısı olmuştu. Whitehead, Greklerin yaşama bakış
açısının daha çok dramatik olduğunu, bu nedenle de başlangıçtan
çok sonu vurguladığını, bunun da bilim açısından sakıncalı olduğu
ileri sürüyor. Öte yandan, Grek tragedyası, olayların doğa
yasalarının zorunlu sonucu olarak ortaya çıktığı yolundaki Kader
kavramının oluşmasına yardımcı olmuştur. "Grek tragedyasındaki
Kader, çağdaş düşünce sisteminde Doğa düzenine dönüşmüştür."
Gerekirci (necessitarian) görüş Roma hukuku ile desteklenmiştir.
Roma Devleti (hiç olmazsa teoride), Doğulu despotlardan farklı
olarak keyfi değil, önceden belirlenmiş kurallara göre hareket
etmişti. Bunun gibi, Hıristiyanlık da Tanrı'nın yasalar uyarınca
hareket ettiği inancındaydı; her ne kadar bu yasaları Tanrı'nın
kendisi koysa da. Bütün bunlar bilimsel düşünce biçiminin zorunlu
bir ögesi olan Doğal Yasalar kavramının oluşmasını
kolaylaştırmıştır.
On altıncı ve on yedinci yüzyıl öncülerinin çalışmalarını
esinleyen
bilim-dışı inançlar Dr. Burtt tarafından övgüye değer bir biçimde
ortaya
konmuştur; kendisi bunun için, pek az bilinen birçok orijinal
kaynaktan
yararlanmıştır. Örneğin Kepler, gençliğinin kritik bir döneminde,
Zerdüşt
dininden olanların Güneş'e tapma şeklindeki ibadetlerini kısmen
benimsemiş gibidir. "Özellikle Güneş'in tanrılaştırılması ve ona
yaraşır konumun evrenin merkezi olduğu yolundaki düşünceler
Kepler'i, gençlik coşkusu ve coşkulu hayal gücünün etkisiyle, yeni
sistemi kabule yöneltmiştir." Bütün Rönesans dönemi boyunca
Hıristiyanlığa karşı, esas itibariyle Pagan çağı uygarlığına
duyulan hayranlıktan kaynaklanan bir tür düşmanlık var olmuştur.
Bu düşmanlık, kural olarak açıkça dile getirilemediyse de örneğin,
fiziksel belirlenimcilik (determinizm) içerdiği gerekçesiyle
Kilise'nin kınadığı astrolojinin yeniden canlanmasına yol
açmıştır.
Hıristiyanlığa karşı olan bu başkaldırı bilimle olduğu kadar
boş-inanla
da ilintilidir ve Kepler örneğinde olduğu gibi bazen her ikisiyle
de iç içedir.
Eskiçağ'da yaygın olmayan, Ortaçağ'da ise hiç görülmeyen çok
önemli bir öğe daha vardır: "çözülemeyen ve tekrarlanan" olgulara
duyulan ilgi.
Rönesans öncesinde olgulara karşı merak duyulması kişilere
özgüydü; örneğin İmparator 2. Frederick ve Roger Bacon. Ancak
Rönesans döneminde bu merak aydınlar arasında birden yaygınlaştı.
Montaigne'de bu, Doğal Yasalara ilgi duymaksızın var olan bir
meraktır; bu nedenle de Montaigne bir bilim adamı değildir. Bilim
uğraşı, kendine özgü bir genel ve özel ilgiler karışımını içerir;
özel durum, genel durumu aydınlatabileceği umuduyla incelenir.
Ortaçağ'da özel durumun, teorik olarak, genel ilkelerden
çıkarılabileceği düşünülürdü; Rönesans döneminde genel ilkeler
gözden düştü ve eski çağlara olan tutku özel olaylara karşı güçlü
bir ilgiye yol açtı. Bu ilgi Grek, Roma ve skolastik geleneklere
göre eğitilmiş beyinlerde, sonunda Kepler ve Galileo gibi bilimsel
kişiliklerin ortaya çıkışını olanaklı kılan düşünsel atmosferi
yarattı. Doğaldır ki bu atmosfer onların çalışmalarını sarmalamış
ve günümüzdeki izleyicilerine kadar gelmiştir. "Bilim, kökenini
Rönesans sonlarının tarihsel
başkaldırısından hiç ayırmamıştır; daha çok, ilkel bir inanca
dayalı,
rasyonalizm-karşıtı bir hareket olarak sürmüştür. Gerek duyduğu
uslamlama sistemini, tümdengelim yöntemini uygulayan Grek
rasyonalizminin yaşayan bir yadigarı olan matematikten almıştır.
Bilim felsefeyi reddeder.
Başka bir deyişle, inancını haklı kılmaya veya açıklamaya hiç
gerek duymamış, Hume'un onu yadsımasına da sessizce kayıtsız
kalmıştır."
Emekleme dönemindeyken onu beslemiş olan boş-inanlardan ayırırsak
bilim var olmayı sürdürebilir mi? Bilimin felsefeye karşı
gösterdiği kayıtsızlık, kuşkusuz, bilimin şaşırtıcı başarısı
nedeniyledir. Bilim, insanın güçlü olduğu duygusunu
kuvvetlendirmiş; bu nedenle de, teolojik geleneklerle kimi zaman
çatışmasına karşın, genelde iyi kabul görmüştür. Ancak son
zamanlarda, kendi iç sorunları onu felsefeyle ilgilenmeye
yöneltmiştir. Bu, özellikle uzay ve zamanı bir uzay-zaman
düzeninde birleştiren görecelik teorisi için söz konusu olmuştur.
Bunun yanı sıra, sürekli olmayan harekete gereksinimi varmış gibi
görünen kuantum teorisi için de geçerlidir. Yine, bir başka
alanda, fizyoloji ve biyokimya, felsefeyi can alıcı bir noktasında
tehdit eden psikolojinin alanına el uzatmaktadır. Dr. Watson'un
davranışçılığı bu saldırının bir öncü kuvvetini oluşturmakta;
felsefi gelenek için saygılı sayılamayacak şeyler içermekte; buna
karşın kendine özgü yeni bir felsefeye de gerek duymaktadır. Bütün
bu nedenlerden dolayı bilim ve felsefenin bu soğuk savaşı
sürdürmeleri artık olanaksızdır; düşman ya da dost olmak
zorundadırlar. Bilim, temelleri konusunda felsefenin ona
yönelttiği soruları yanıtlayamazsa dost olamazlar. Dost olmaları
durumunda ise birbirlerini yok ederler; yalnız birinin tek başına
alana egemen olması artık olanaksızdır.
Bilimin felsefi açıdan kendini kanıtlaması için Dr. Whitehead iki
şey
önermektedir. Bir yandan yeni bazı kavramlar ortaya atmaktadır ki
onlar
sayesinde görecelik ve kuantum fiziği, eski katımadde kavramında
yapılacak bölük pörçük değişikliklerle elde edilecek sonuçlara
göre, zihinsel bakımdan daha doyurucu olan bir yapılanma olanağı
bulacaktır. Eserin bu bölümü henüz arzu edilen ölçüde
geliştirilmiş olmamakla beraber geniş anlamıyla bilim kapsamına
girmektedir ve bizleri bazı olgular hakkındaki teorik bir yorumu
bir başkasına tercih etmeye yönelten alışılmış
kanıtlama yöntemine de olanak vermektedir.
Tekniğinin zor olduğunu belirtmek dışında bu konuya
değinmeyeceğim. Şu
anda ilgilendiğimiz konu yönünden önemli olan, Dr. Whitehead'in
eserinin daha felsefi olan bölümüdür. Bize sadece daha iyi bir
bilim
önermekle yetinmeyip, aynı zamanda Hume'dan bu yana bir anlamda
rasyonel olmayan geleneksel bilimi rasyonel kılacak bir de felsefe
öneriyor. Bu felsefe temelde Bergson'unkine çok benzer. Burada
karşılaştığım zorluk
şudur: Dr. Whitehead'in yeni kavramları, normal bilimsel ve
mantıksal
sınamalara olanak veren formüllerle ifade ediliyorlarsa da öne
sürdüğü
felsefeyi gerektirmiyorlar gibi görünüyor.
Bu nedenle felsefesi kendi içerdiği değerlere göre kabul
edilmelidir. Onu,
eğer doğru ise, bilimi haklı kıldığı (justification) için kabul
etmemeliyiz;
çünkü tartıştığımız sorun bilimin haklı kılınmasının olanaklı olup
olmadığıdır. Onu olduğu gibi, bize gerçekten doğru gelip gelmediği
bakımından incelemeliyiz; ancak bunda da kendimizi eski kargaşa
ile yüz yüze buluyoruz.
Şimdi sadece tek bir nokta, ama çok önemli bir nokta üzerinde
duracağım.
Bilindiği gibi Bergson geçmişin bellekte yaşamayı sürdürdüğü, hiç
bir şeyin
asla gerçekten unutulmadığı kanısındadır. Bu noktalarda Dr.
Whitehead onunla hemfikir görünüyor. Bu şairane bir ifade olarak
çok hoş olmakla
beraber, benim düşünüşüme göre, olayları bilimsel netlikle dile
getirdiği
kabul edilemez. Geçmişteki bir olayı -diyelim ki Çin'e varışımı-
anımsıyorsam, yeniden Çin'e vardığımı söylemem sadece mecazi bir
ifadedir. Anımsadığım zaman bazı sözcükler ve imgeler belirir.
Bunların anımsadığım şeylerle nedensellik ve benzerlik ilişkisi
vardır ve bu benzerlik genellikle mantıksal yapı benzerliğinden
öte bir şey değildir. Anının, geçmişteki olayın varlığını
sürdürmesi olduğunu söylesek bile bu, olayın kendisi ile anısı
arasındaki ilişki hakkındaki bilimsel soruya bir yanıt oluşturmaz.
Çünkü öyle söylesek bile, yine de, aradan geçen sürede olayın
değiştiğini kabul etmek zorundayız; bu sefer de değişimin hangi
bilimsel yasalar uyarınca gerçekleştiği sorusuyla karşı karşıya
kalırız. Anıyı yeni bir olay olarak veya oldukça değişmiş eski bir
olay olarak adlandırmanın bilimsel problem açısından bir farkı
yoktur.
Hume'dan bu yana bilim felsefesinde yer alan iki büyük skandal
nedensellik ve tümevarımdır. Bu iki yönteme hepimiz güveniriz;
ancak Hume bu inancın hiçbir rasyonel temele dayanmayan, bilinçsiz
bir inanç olduğu yolunda bir kanı uyandırmıştır. Dr. Whitehead
kendi felsefesinin Hume'a bir yanıt olanağı sağladığına inanıyor.
Kant da aynı şeyi düşünmüştü. Ben her ikisini de kabul edemiyorum.
Ancak herkes gibi ben de bir yanıt olması gerektiğine inanmaktan
da kendimi alamıyorum. Bu durum derin bir rahatsızlık kaynağıdır;
bilim ile felsefe karıştırılmaya devam ettikçe rahatsızlık
artacaktır. Bir yanıt bulunabileceğini ummak durumdayız; ancak ben
yanıtın bulunmuş olduğuna inanamıyorum.
Bilim günümüzdeki durumuyla kısmen olumlu, kısmen de olumsuz
olarak
düşünülebilir. Bize çevremizi düzenleme gücü vermesi ve küçük de
olsa
önemli bir azınlık için zihinsel doyum olanağı sağlaması
bakımından da
olumludur. Olumsuzdur; çünkü ne kadar maskelemeye çalışsak da
insan
eylemlerini, teorik olarak, önceden tahmin etme olanağını içeren
bir
gerekirciliği varsaymakta, bu bakımdan da sanki insanın gücünü
azaltmaktadır.
Doğal olarak insanlar bilimin olumlu yönünü alıkoyup olumsuz
yönünden
kurtulmayı arzular; ancak bunu başarma çabaları şimdiye dek boşa
çıkmıştır. Nedensellik ve tümevarıma inancımızın irrasyonel
olduğunu
vurgularsak, bilimin doğru olup olmadığını bilmediğimiz ve bize
onu olumlu
kılan, çevremize egemen olma olanağının her an yok olabileceği
sonucuyla
karşılaşırız. Ancak bu sonuç tümüyle teorik olup, çağdaş bir
insanın uygulamada benimseyeceği bir şey değildir. Öte yandan
bilimsel yöntemin savlarını kabul edersek nedensellik ve
tümevarımın, her şeye olduğu gibi, insan iradesine de
uygulanabilir olduğunu kabulden kaçınamayız. Yirminci yüzyılda
fizik, fizyoloji ve psikoloji alanlarındaki gelişmeler bu sonucu
güçlendirmektedir.
Sonunda öyle görünüyor ki, bilimin rasyonel kanıtlaması teorik
olarak
yetersiz ise de, bilimin olumsuz yönlerini bırakıp olumlu
olanlarını
alıkoymamızı sağlayan bir yöntem mevcut değildir. Durumun
mantığıyla
yüzleşmekten kaçınarak kuşkusuz bunu başarabiliriz. Ancak o zaman
dünyayı anlamayı amaç edinmiş olan bilimsel keşif dürtüsünü de
daha kaynağında kurutmuş oluruz. Geleceğin bu karmaşık probleme
daha doyurucu bir çözüm getirmesini umalım.
İnsan Rasyonel Olabilir mi?
Kendimi hep bir rasyonalist olarak düşünürüm; ve bana göre bir
rasyonalist, insanların rasyonel olmasını isteyen kişidir.
Rasyonellik günümüzde birtakım sert eleştirilere uğramış
bulunuyor; öyle ki, ne anlama geldiğinin bilinmesi, bilinmesi
durumunda da insanların elde edebilecekleri bir şey olup
olmadığını kestirmek zordur. Rasyonelliği tanımlama sorununun biri
teorik, öteki de pratik olmak üzere iki yönü vardır: Rasyonel
düşünce nedir? Rasyonel davranış nasıldır? Faydacılık (pragmatizm)
kanıların irrasyonel olduğunu, psikanaliz de davranışların
irrasyonel olduğunu vurgular.
Bu iki yaklaşım çoğu kimseyi, düşünce ve davranışların olumlu bir
şekilde
uyum gösterecekleri ideal bir rasyonelliğin var olmadığı görüşüne
yöneltmiştir.
Bu da şöyle bir sonuca yol açar görünmektedir: Eğer siz ve ben
değişik
kanılara sahipsek, bunu tartışmanın ya da tarafsız bir kişinin
hakemliğine
başvurmanın yararı yoktur. Yapabileceğimiz tek şey, parasal ve
askeri gücümüz ölçüsünde, etkili konuşma, reklam, ya da savaş
yollarıyla birbirimizle mücadele etmektir. Böyle bir bakış
açısının çok tehlikeli, uzun dönemde ise uygarlık için yokedici
nitelikte olduğu kanısındayım. Bu nedenle, rasyonellik idealinin,
onu yok edeceği düşünülen fikirlerden etkilenmediğini, düşünce ve
yaşama bir yol gösterici olarak eskiden taşıdığı bütün önemi
koruduğunu göstermeye çalışacağım.
Önce kanıların rasyonelliğini ele alalım. Bunu, basit olarak, bir
kanaate
varmadan önce, konuyla ilgili bütün kanıtları dikkate alma olarak
tanımlıyorum. Rasyonel bir kişi kesinliğin olanaklı olmadığı
durumlarda olasılığı en kuvvetli olan görüşe en büyük ağırlığı
verir, yabana atılamayacak ölçüde olasılığı olanları da varsayım
olarak aklında tutar; çünkü bunların tercihini gerektiren bazı
kanıtlar sonradan ortaya çıkabilir. Doğaldır ki burada,
gerçeklerin ve olasılıkların çoğu durumda nesnel bir yöntemle
-yani iki dikkatli kişiyi aynı sonuca götürecek bir yöntemle-
saptanabileceği varsayılmaktadır. Bu varsayım sık sık
sorgulanmaktadır. Çok kimse aklın tek işlevinin kişinin kendi
özlem ve gereksiniminin doyumunu kolaylaştırmak olduğunu
söylemektedir.
Pelebs Ders Kitapları Komitesi'nin yayınladığı Outline of
Psychology (Psikolojinin Anahatları) kitabında (sayfa 68) "Zihin
her,seyden çok bir taraf tutma aracıdır. İşlevi kişiye ya da türe
yararlı olacak eylemlerin gerçekleşmesini ve daha az yararlı
olanlarının engellenmesini güven altına almaktır," denilmektedir.
Ancak aynı yazarlar yine aynı kitapta (sayfa 123) ve yine italik
harflerle
"Marksistlerin inancı ile dinsel inanç arasındaki fark pek
derinlerdedir;
dinsel inanç özlem ve gelenek temeline, diğeri ise nesnel
gerçeklerin bilimsel analizine dayanır," demektedirler. Eğer
amaçları kendilerini Marksist inancı seçmeye yönelten şeyin akıl
olmadığını öne sürmek değilse, bu sözler akıl için söylemiş
oldukları sözlerle çelişmektedir. Amaçları ne olursa olsun "nesnel
gerçeklerin bilimsel analizinin" olanaklı olduğunu kabul
ettiklerine göre, nesnel anlamda rasyonel olan görüşlerin de
olanaklı olduğunu kabul etmeleri gerekir.
İrrasyonel bir bakış açısı öneren daha bilge yazarlar, örneğin
faydacı
filozoflar, bu kadar kolay açık vermiyorlar. Onlar, kanılarımızın,
doğru olmaları için uymaları gereken nesnel gerçek diye bir şeyin
var
olmadığını ileri sürüyorlar. Onlar için kanılar yalnızca varolma
savaşında
kullandığımız silahlardır ve insanın yaşamını sürdürmesine
yardımcı
olanlarına "doğru" denilmelidir. Bu görüş İ.S. altıncı yüzyılda,
Budizm
Japonya'ya ilk eriştiği zamanlar, Japonya'da yaygın olan görüştü.
Yeni dinin doğruluğundan kuşku duyan iktidar, deneme olarak, saray
mensuplarından birine bu dini kabul etmesini emretti; eğer bu kişi
başkalarından daha başarılı olursa yeni din herkesçe kabul
edilecekti. Bu yöntem faydacıların bütün din tartışmalarında
-günümüze uyum sağlayacak değişikliklerle- benimsedikleri
yöntemdir; ancak ben, insanı zenginliğe, bütün öteki dinlerden
daha çabuk götürdüğü anlaşılan Museviliğe geçen bir kimse
duymadım.
Faydacılar "doğru"yu bu şekilde tanımlasalar da günlük yaşamda
zaman zaman ortaya çıkan ve bu denli incelikli olmayan sorunlarda
hep çok değişik bir standart uygularlar. Bir cinayet davasının
jürisinde yer alan bir faydacı, kanıtları herhangi bir insan gibi
değerlendirecektir; ancak eğer kendisine özgü ölçütü uygulayacak
olsa, toplumda kimin idam edilmesinin daha karlı olacağını
düşünmesi gerekir. Tanım gereği o kişi cinayetin de suçlusudur;
çünkü başka birisinin değil de onun suçlu olduğuna inanmak daha
yararlı, bu nedenle de daha "doğru"dur. Bu tür faydacılık ne yazık
ki bazen gerçekten uygulanıyor. Amerika ve Rusya'da bu tanıma
uygun "düzmece suçlamalar" yapıldığını duymuştum. Ancak böyle
durumlarda, gerçeği gizlemek için hiç bir çaba esirgenmiyor;
başarılı olunamazsa da rezalet çıkıyor. Gizleme için gösterilen bu
çaba, bir cinayet olayında polisin bile nesnel gerçeğe inandığını
göstermektedir. Bilimde aranan da bu türden -çok alelade ve
tatsız- bir nesnel gerçektir. İnsanlar, onu bulma umudunu taşıdığı
sürece, dinde aranan gerçek de bu türdendir. İnsanlar ancak dinin
gerçek olduğunu doğrudan kanıtlamaktan umut kestiği zamandır ki,
onun sözüm ona yeni-moda bir anlamda "gerçek" olduğunu kanıtlamaya
koyulmuşlardır.
Genel olarak ifade etmek gerekirse, irrasyonalizm, yani nesnel
gerçeği
yadsımak, hemen her zaman, hiçbir kanıtı olmayan bir şeyde ısrar
etmek; ya da çok sağlam kanıtları olan bir şeyi yadsımak
arzusundan kaynaklanır. Ancak, yatırım yapmak gibi, bir hizmetçi
tutmak gibi pratik konularda hep nesnel gerçeğe olan inanç egemen
olur. Eğer herhangi bir konudaki inancımızın doğru olup olmadığı
gerçek olgularla sınanabiliyorsa, başka konularda da aynı sınama
yapılmalıdır. Bunun uygulanmadığı durumlar bizi bilinemezciliğe
(agnostisizme) götürür.
Konuları göz önüne alındığında bu düşünceler kuşkusuz çok yetersiz
kalmaktadır. Gerçek olguların nesnelliği sorunu, filozofların
şaşırtmacaları
nedeniyle çok zorlaşmıştır. Bu konuyu başka bir yerde daha detaylı
olarak ele almış bulunuyorum. Şimdilik, gerçek olguların var
olduğunu, bunların bazılarının bilinebildiğini, diğer bazıları
için ise bilinen gerçek olgulara göre bir olasılık derecesi
saptanabileceğini varsayacağım. Ancak kanılarımız çoğu kez
gerçeklere ters düşer; hatta belirli kanıtlara göre bir şeyin
olası olduğunu söylediğimizde bile, aynı kanıtlara göre o şeyin
olası olmadığı da söylenebilir. Bu durumda rasyonelliğin kuramsal
yanı, gerçek olgulara ilişkin kanılarımızı özlemlere, önyargılara,
geleneklere değil, kanıtlara dayandırmaktan ibarettir. Rasyonel
bir kimse, konuya bağlı olarak, bir hukukçudan ya da bir
bilimciden farksızdır.
Bazı kimseler, insanların en çok değer verdiği kanılarının tuhaf,
hatta
çılgınca denebilecek kökenlerine dikkat çekerek psikanalizin,
kanılarımızın
rasyonel olmasının olanaksızlığını saptadığını düşünürler.
Psikanalize derin
bir saygım vardır ve son derece yararlı olabileceğine inanırım.
Ancak Freud
ve ardıllarına esin kaynağı olan bakış açısı bir ölçüde gözden
kaçırılmaktadır.
Onların yöntemlerinin temel amacı, tedavi etmeye, isteri ve
çeşitli türden
akıl bozukluklarını iyileştirmeye yöneliktir. Savaş sırasında
ortaya çıkan
savaş nevrozunun en etkili tedavi yönteminin psikanaliz olduğu
kanıtlanmıştır.
Rivers'ın daha çok "mermi şoku" hastalarıyla olan deneyimlerine
dayanarak
yazdığı Instinct and Unconscious (İçgüdü ve Bilinçötesi)
kitabında, açıkça
kabullenilmediği zaman korkunun yol açtığı kötü etkiler çok güzel
bir şekilde incelenmektedir. Bu etkiler, doğal olarak, çeşitli
tiplerde felçler,
görünürde fiziksel olan hastalıklar gibi, daha çok zihinsel
olmayan türdendir.
Şimdilik bunlarla ilgilenmeyeceğiz; konumuz zihinsel
bozukluklardır. Delilerdeki kuruntuların çoğunun içgüdüsel
engellemenin bir sonucu olduğu ve tümüyle zihinsel yollarla -yani
hastaya, anısını baskı altında tuttuğu gerçekleri anımsatmak
yoluyla- tedavi edilebildikleri anlaşılmıştır. Bu çeşit bir tedavi
ve onu çağrıştıran durum, hastanın yitirmiş olduğu sağlıklı bir
ruh
halinin var olduğunu ve unutmayı en çok istedikleri de dahil olmak
üzere,
bütün işe yarar gerçekleri bilinç yüzüne çıkarmakla bunun tekrar
kazanılabileceğini varsayar. Bu, bazı kişilerce ısrarla önerildiği
üzere, irrasyonelliği karşı koymadan kabullenme yönteminin tam
tersidir.
Bu kişilerin tek bildiği, yalnız psikanalizin, irrasyonel
kanıların
etkinliğini ortaya çıkardığıdır; onun amacının bu etkinliği
belirli bazı
tıbbi yöntemlerle azaltmak olduğunu unuturlar veya gözardı
ederler. Benzer
bir yöntemle delilikleri pek belirgin olmayan kişilerin irrasyonel
tutumları
da tedavi edilebilir; yeter ki hastalar kendi kuruntularını
paylaşmayan bir
hekimin tedavisine rıza göstersinler. Ancak, cumhurbaşkanları,
bakanlar,
önemli şahsiyetler bu koşulu nadiren yerine getirirler; ve tedavi
görmeden
yaşamlarını sürdürüp giderler.
Buraya kadar rasyonelliğin teorik yönünü ele aldık. Şimdi üzerinde
duracağımız pratik yönü ise daha da büyük bir zorluk sergiler.
Pratik konulardaki fikir ayrılıklarının iki kaynağı vardır:
Birincisi tartışmacıların arzuları arasındaki farklılık, ikincisi
de arzularını gerçekleştirme araçlarını
değerlendirmedeki farklılıktır. İkinci tür farklılıklar gerçekte
teoriktir;
ancak sonuçları açısından uygulamaya dönüktürler. Örneğin bazı
yetkililer ilk savunma hattımız için savaş gemileri gerektiğini
ileri sürerken, diğerleri
de uçakların gerekliliğini vurgular. Burada önerilen sonuç, yani
ulusal
savunma konusunda bir farklılık yoktur; fark, bunun hangi
araçlarla yerine
getirileceğindedir. Bu nedenle tartışma salt bilimsel bir yöntemle
çözümlenebilir; çünkü anlaşmazlığa neden olan fikir ayrılığı
gerçeklerle; geçmiş veya gelecek, kesin veya olası gerçeklerle
ilgilidir. Buna benzer bütün durumlarda söz konusu olan, her ne
kadar uygulamaya yönelik bir konuysa da, teorik olarak
nitelendirdiğimiz türden bir rasyonellik işe karışır.
Ancak bu sınıfa dahil edebileceğimizi düşündüğümüz birçok olayda,
uygulamada büyük önem taşıyan bir zorluk ortaya çıkmaktadır.
Belirli bir şeyi yapmak isteyen bir kimse, böyle yapmakla yararlı
saydığı bir sonuca
ulaşacağına kendini inandırır; o arzusu olmasaydı böyle bir inanç
için hiç
bir neden olmayacağını bilse bile. Gerçekler ve olasılıklarla
ilgili
konulardaki yargıları da, kendisininkine karşıt arzuları olan bir
başka
kişininkinden çok farklı olacaktır.
Herkesin bildiği gibi kumarbazlar uzun dönemde kesinlikle
kazandıracak
sistemler konusunda irrasyonel inançlarla doludurlar. Politikayla
ilgilenenler kendi partilerinin başkanının, rakip politikacıların
düzenbazlığına
düşmeyeceğine kendilerini inandırırlar. Yönetmeyi sevenler halk
tabakasına
koyun sürüsü gözüyle bakmanın onların yararına olduğunu
düşünürler; sigaradan hoşlananlar sigaranın sinirleri
yatıştırdığını, alkolden hoşlananlar da alkolün zihni uyardığını
söylerler. Bu tür gerekçelerin yol açtığı yargılar,
olayların değerlendirilmesinde önlenmesi zor olan yanılgılara yol
açar.
Alkolün sinir sistemi üzerindeki etkisi konusunda yazılmış
bilimsel bir
makale bile çoğu kez, satır aralarında içerdiği kanıtlarla,
yazarın alkole
karşı kişisel tutumunu açığa vurur; her iki olasılıkta da,
olaylara kendi
alışkanlığını destekleyici bir gözle bakmak eğilimi vardır. Bu tür
düşünceler
politika ve din konularında büyük önem taşır.
Çoğu kimse politik görüşlerini belirlerken toplumun iyiliği
isteğiyle yola
çıktığını düşünür; ancak on kişiden dokuzunun politik eğilimi onun
geçimini
nasıl kazandığına bakarak kestirilebilir. Bu durum bazı kimseleri
bu tür
konularda objektif davranılamayacağı, karşıt eğilimli sınıflar
arasında
şiddetli rekabet dışında bir yöntem bulunamayacağı görüşünü
savunmaya;
birçoklarını da gerçekten öyle olduğuna inanmaya yöneltmiştir.
Psikanaliz işte böyle konularda yararlıdır; çünkü insanların o
zamana kadar
bilinç-altında olan önyargılarının farkına varmalarını sağlar.
Bize kendimizi, başkalarının bizi gördüğü gibi görmemize olanak
veren bir teknik; ayrıca, bu görünümümüzün sandığımız kadar da
haksız olmadığını gösteren bir neden sağlar. Bu yöntem, olgulara
bilimsel yaklaşım alışkanlığı ile birlikte yaygın olarak
öğretilirse insanları, gerçek olayları değerlendirme ve eylemlerin
olası etkileri hakkındaki inançları konusunda, daha rasyonel
olmalarını olanaklı kılar. Eğer insanlar bu konularda anlaşmazlığa
düşmezse, geri kalan anlaşmazlıklara uyumlu çözümler
bulabilecekleri hemen hemen kesindir.
Ancak yine de tümüyle zihinsel yöntemlerle çözümlenemeyecek bir
tortu
kalacaktır. Bir kimsenin arzuları başka bir kişininkiyle tam
tamına uyum
içinde olmaktan çok uzaktır. Borsada iki rakip şu veya bu eylemin
etkileri
konusunda tümüyle aynı fikirde olabilirler; ancak bu pratikte de
uyuma yol
açmaz; çünkü ikisi de ötekinin zararı pahasına zengin olmayı arzu
etmektedir.
Ancak bu durumda bile, doğacak olumsuz sonuçların büyük bölümü
rasyonellik sayesinde önlenebilir. Yüzünü beğenmediği için öfkeyle
burnunu kesen bir kişinin davranışının irrasyonel olduğunu
söyleriz. İrrasyoneldir; çünkü duygularına kapılarak o anda
şiddetle hissettiği arzusunu yerin getirmekle, kendisi için uzun
vadede daha önemli olan özlemlerinin engelleneceğini unutmuştur.
İnsanlar rasyonel olsalardı, kendilerine neyin yararlı olduğunu
şimdikinden çok daha doğru olarak görürlerdi.
Eğer bütün insanlar bilinçli olarak kişisel çıkarları
doğrultusunda
davransalardı dünya da şimdiki durumuna kıyasla bir cennet olurdu.
Hareketlerimizi yönlendirme açısından kişisel çıkarlardan daha iyi
bir şey
olmadığını söylemiyorum; ancak kişisel çıkarın da, başkalarının
iyiliği için özveride bulunma örneğinde olduğu gibi, bilerek
gözetildiğinde,
bilmeden gözetildiği durumdakinden daha iyi olduğunu düşünüyorum.
Düzenli bir toplumda, başkalarının zararına olan bir şeyin, onu
yapan kişinin çıkarına olması pek enderdir. Bir insan
rasyonellikten uzaklaştığı ölçüde, başkalarını inciten şeylerin
kendisini de inciteceğini göremez; çünkü nefret ve haset onu
körleştirmiştir. Bu nedenle, bilerek gözetilen kişisel çıkarın en
yüce ahlak ilkesi olduğunu savunmuyorsam da, eğer yaygın olarak
benimsenirse dünyanın şimdi olduğundan çok daha iyi bir dünya
olacağında ısrar ediyorum.
Günlük yaşamda rasyonellik, sadece o anda güçlü olan arzularımızı
değil,
içinde bulunulan duruma ilişkin bütün isteklerimizi anımsama
alışkanlığı
olarak tanımlanabilir. Fikirlerin rasyonelliğinde olduğu gibi bu
da bir ölçü
sorunudur. Tam bir rasyonellik, kuşkusuz, erişilmesi olanaksız bir
idealdir.
Bununla beraber, bazı insanları deli olarak nitelediğimiz sürece,
bazı
insanların diğerlerinden daha rasyonel olduğunu varsaydığımız
ortadadır.
Dünyadaki elle tutulur her türlü iyiye gidişin, pratik ve teorik
rasyonalizmin güçlenmesinden kaynaklandığı kanısındayım.
Altruistik (Kendi yararını gözetmeksizin başkalarının iyiliğini
düşünme; bencilliğin karşıtı. (ç.n)
bir ahlak öğütlemek, bana biraz da yararsız görünüyor; çünkü böyle
bir öğüt onu zaten benimsemiş olanlar dışında kimseye çekici
gelmeyecektir. Ancak rasyonelliği öğütlemek biraz farklıdır;
çünkü, bizim kendi arzularımız her ne ise, rasyonellik genellikle
onları gerçekleştirmemize yardımcı olur. Bir kimse, aklının
arzularını algıladığı ve onlara egemen olduğu ölçüde
rasyoneldir. Sonuç olarak inanıyorum ki, en önemli şey aklımızın
eylemlerimize egemen olmasıdır; bilim, birbirimize zarar verme
olanaklarını artırdıkça toplumsal yaşamın sürmesini olanaklı kılan
da bu olacaktır. Eğitim, basın, politika, din -kısacası dünyanın
en etkili güçleri- şu anda irrasyonellikle el eledir. Bu güçler
Kral Demos'u yoldan çıkarmak için ona övgüler yağdıran kişilerin
elindedir. Çare, gerçekleştirilmesi çok zor olan sosyal ve siyasal
değişimlerde değil; bireylerin komşuları ve dünya ile olan
ilişkilerine daha akıllıca ve dengeli bir bakış açısı getirme
çabalarında yatmaktadır.
Dünyamızın çekmekte olduğu sıkıntıların çözümünü, günden güne
yaygınlaşmakta olan rasyonalizmde aramamız gerekir. |