Doğu'nun ve Batı'nın Mutluluk
İdealleri
Wells'in Zaman Makinesi'ni herkes bilir; makine, ona sahip olan
kişinin zaman içinde ileriye veya geriye gitmesini, geçmişin neye
benzediğini, geleceğin nasıl olacağını şahsen görmesini sağlar.
İnsanlar Wells'in
makinesinin sağladığı yararların birçoğunun, günümüzde de
dünyanın çeşitli yerlerine seyahat ederek sağlanabileceğini pek
fark etmiyorlar. New York'a ya da Chicago'ya giden bir Avrupalı
geleceği, eğer ekonomik bir felaket ortaya çıkmazsa Avrupa'nın
ulaşması olası geleceği görecektir. Öte yandan, eğer Asya'ya
gidecek olursa geçmişi görecektir. Bana anlatıldığına göre
Hindistan'da Ortaçağ'ı, Çin'de (1920) on sekizinci yüzyılı
görecektir.
Eğer George Washington yeryüzüne geri gelseydi, yarattığı ülke onu
da
şaşırtırdı. İngiltere'de biraz daha az, Fransa'da ise ondan daha
da az
yabancılık çekerdi. Ancak Çin'e ulaşmadan kendini tam olarak
ülkesinde
hissetmezdi. Hayali yolculukları boyunca ilk kez orada "yaşam,
özgürlük ve mutluluk arayışı"na hala inanan, bunları Bağımsızlık
Savaşı'nın
Amerikalılarına benzer şekilde algılayan insanlarla karşılaşırdı.
Çin'e cumhurbaşkanı olması da sanırım pek uzun zaman almazdı.
Batı uygarlığı Kuzey ve Güney Amerika'yı, Rusya dışındaki
Avrupa'yı ve
özerk İngiliz dominyonlarını içine alır. Bu uygarlıkta Amerika
başı çeker; Batı'yı Doğu'dan ayırdeden bütün özellikler en çok
Amerika'da
belirgin ve gelişmiş durumdadır. İlerlemeyi doğal karşılamaya
alışkınız: Son
yüzyılda gerçekleşen değişimlerin daha iyiye doğru olduğundan,
iyiye doğru başka değişimlerin de hep süregeleceğinden hiç kuşku
duymuyoruz. Savaş ve onun sonuçları Kıta Avrupa'sında bu güvenli
inanca bir darbe indirdi; insanlar 1914 öncesine, yüzyıllar boyu
tekrar dönmeyecek bir altın çağ gözüyle bakmaya başladılar.
İyimserliğin uğradığı bu sarsıntı İngiltere'de daha hafif,
Amerika'da ise daha da hafif olarak gerçekleşti. İçimizde
ilerlemeyi doğal karşılama alışkanlığında olan kişilerin, bizim
yüz elli yıl önce bulunduğumuz konumda olan Çin gibi bir ülkeyi
ziyaret etmeleri ve geçirdiğimiz değişikliklerin bize gerçek bir
iyileşme getirip getirmediğini kendi kendilerine sormaları
özellikle ilginç olacaktır.
Herkesin bildiği gibi Çin uygarlığı, Confucius'un İsa'dan beş yüz
yıl önce
yaygınlaşan öğretilerini temel almıştır. Grekler ve Romalılar gibi
Confucius da insan toplumunun gelişmesinin doğa gereği olduğu
görüşünde değildi; tersine, çok eski çağlarda hükümdarların bilge
kişiler
olduğuna ve de insanların, yozlaşmış günümüzün hayranlık duyduğu
ancak
ulaşamadığı ölçüde mutlu olduklarına inanıyordu. Bu kuşkusuz
bir yanılgıydı. Ama ne olursa olsun Confucius, çağının diğer
hocaları gibi,
hep yeni başarılar peşine düşmek yerine, belli bir nitelik
düzeyini
koruyan kararlı bir toplum yaratılmasını amaçlıyordu. Bu konuda
şimdiye
kadar gelmiş geçmiş herkesten daha başarılı oldu. Kişiliği o
çağlardan
günümüze dek Çin uygarlığına damgasını vurmuştur.
Onun zamanında Çin bugünkü topraklarının yalnız küçük bir bölümünü
kaplıyordu ve birbirleriyle çarpışan eyaletlere bölünmüş
durumdaydı.
Çinliler, bunu izleyen üç yüz yıl içinde şimdi Çin olarak bilinen
topraklara
yayıldılar ve son elli yıla gelinceye kadar yüzölçümü ve nüfus
bakımından
dünyanın en büyüğü olan bir imparatorluk kurdular. Barbarların
işgallerine,
Moğol ve Mançu hanedanlarına ve arada yaşanan uzun veya kısa
süreli iç savaş ve karışıklıklara karşın Confucius'un sistemi
varlığını sürdürdü; beraberinde sanat, edebiyat ve uygar bir
yaşama biçimi getirdi. Batı ve batılılaşmış Japonya ile temaslar
sonucunda bu sistem ancak yeni yeni çökmeye başlamıştır.
Bu kadar olağanüstü bir varolma gücüne sahip bir sistemin pek
üstün
nitelikleri olması gerekir; saygı ve ilgimizi de hak eder. Bu
sistem kelimenin
bizim algıladığımız anlamında bir din değildir; çünkü doğa üstü
veya mistik
inançlarla bir ilişkisi yoktur. Tamamen ahlaki bir sistem olmakla
beraber
kuralları, Hıristiyanlığın kurallarından farklı olarak, sıradan
insanların
uygulayamayacağı ölçüde yüce değildir. Confucius'un öğretileri,
temelde
modası geçmiş on sekizinci yüzyıl "beyefendi" idealine benzer
şeylerdir.
Deyişlerinden biri bunu açıklamaktadır (Lionel Giles'in Sayings of
Confucius
- Confucius'un Deyişleri-'nden alıntı): "Gerçek beyefendi hiçbir
zaman
kavgacı değildir. Eğer ortada kaçınılmaz bir rekabet varsa, bu bir
atış-yarışması gibi çözümlenir. Burada bile, yerini almadan önce
ve kaybettikten sonra rakibini kibarca selamlar; kaybetmişse
ceremesini de çeker. Böylece, çekişirken bile gerçek
beyefendiliğini korur."
Çoğunlukla, bir ahlak hocasından beklendiği gibi, sorumluluktan,
erdemden
ve bu tür şeylerden söz eder; ancak kişiyi, doğaya ve doğal
sevgiye aykırı
olan herhangi bir şeye zorlamaz. Bu da aşağıdaki konuşmada
görülüyor:
"She Dükü Confucius'a şunları söyledi: Ülkemizde dürüst bir adam
var.
Babası bir koyun çaldı ve oğlu ona karşı tanıklık etti. Confucius
şöyle
yanıtladı: Bizim ülkemizde dürüstlük bundan farklı bir şeydir.
Baba oğlunun
suçunu, oğlan da babasının suçunu gizler. Gerçek dürüstlük ancak
böyle
davranışlarda bulunur." Confucius her şeyde hatta erdem konusunda
bile,
ılımlı bir kişiydi. Kötülüğü iyilikle yanıtlamamız gerektiğine
inanmazdı.
Bir keresinde kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi hakkındaki
düşüncesi
sorulduğunda yanıtı şu olmuştu: "O zaman iyiliğin karşılığı ne
olacak?
Haksızlığa adaletle, iyiliğe iyilikle karşılık vermelisiniz." Onun
zamanında
Çin'de kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi, öğretileri
hıristiyanlığa
Confucius'unkinden daha yakın olan Taoistlerce öğütleniyordu.
Taoizmin
kurucusu Lao-Tze (Confucius'un daha yaşlı bir çağdaşı olduğu
sanılır) şöyle
diyor: "İyiye iyi, iyi olmayana da onu iyiliğe yöneltmek için,
yine iyi
davranmalıyım. İnanç sahibi olanlara saygı duyarım; olmayanlara da
saygı
duyarım; çünkü belki bu yolla onlar da inanç sahibi olurlar. Bir
insan kötü
bile olsa onu dışlamak doğru olabilir mi? Kötülüğe iyilikle
karşılık veriniz."
Lao-Tze'nin bazı sözleri Dağdaki Vaaz'ın (İsa tarafından
müritlerine
verilen, Hıristiyanlığın temel ilkelerini içeren vaaz. (ç.n.) bazı
bölümlerine inanılmaz derecede benzer. Örneğin şöyle diyor:
"Alçakgönüllü olanlar oldukları gibi kalacaklardır. Eğriler
düzeltilecektir. Boşlar doldurulacaktır. Yıpranmışlar
yenilenecektir. Yoksullar başarılı olacaktır. Çok fazla şeye sahip
olanlar yollarını şaşıracaktır."
Lao-Tze'nin değil de Confucius'un ulusal bilge haline gelmesi
Çin'e has bir özelliktir. Taoizm de varlığını sürdürdü: ancak
cahil halk arasında
ve sihir niteliğinde. Onun öğretileri İmparatorluğu yöneten
uygulamacılara hayal ürünü gibi geliyordu. Confucius'un öğretileri
ise sürtüşmeleri
önleme bakımından çok iyi hesaplanmıştı.
Lao-Tze eylem karşıtı bir sav öğütlüyor, şöyle diyordu:
"İmparatorluk, işlerin kendi doğal haline bırakılmasıyla
kazanılmıştır. Her zaman bir şeyler
yapmak zorunda olan kimseler imparatorluk sahibi olmaya layık
değildirler." Ancak, doğal olarak, Çin'in yöneticileri
Confucius'un, kendine hakim olma, hayırseverlik, nezaket
ilkelerini yeğlediler; aynı zamanda bilge hükümetlerin
sağlayacağı yararlara büyük önem verdiler. Beyaz ırka mensup
modern ulusların hepsinin yaptığı gibi, kuramsal olarak bir tür
ahlak sistemini, uygulamada ise başka bir ahlak sistemini
benimsemeyi Çinliler hiçbir zaman akıllarına getirmediler. Onlar
her zaman kendi kuramlarına uygun davranmışlardır demek
istemiyorum; ancak öyle davranmaya çaba göstermişler,
kendilerinden de öyle davranmaları beklenmiştir. Halbuki
Hıristiyan ahlak kurallarının büyük bir bölümünün, bu
günahkar dünyada uygulanamayacak ölçüde yücelik öngördüğü,
genelde kabul edilen bir husustur.
Gerçekte, bizim yan yana giden iki tür ahlak sistemimiz vardır:
birisi
öğütlediğimiz ama uygulamadığımız ahlak; öteki de uyguladığımız
ama
sadece ara sıra öğütlediğimiz ahlak. Mormonizm dışındaki bütün
dinler gibi
Hıristiyanlık da Asya kökenlidir. Hıristiyanlık, ilk
yüzyıllarında Asya
mistisizmine özgü olan bireycilik ve öbür-dünya kavramlarına
ağırlık
vermiştir. Karşı-koymama doktrini bu açıdan bakıldığında bir anlam
taşıyordu. Ancak Hıristiyanlık güçlü Avrupa prensiplerinin resmi
dini
olunca bazı metinlerin sözcük anlamına göre algılanmaması gerekli
görüldü.
Öte yandan, "Sezar'ın hakkını Sezar'a veriniz" gibilerinden bazı
ifadeler
çok yaygınlaştı. Günümüzde ise rekabete dayalı sanayinin
etkisiyle,
karşı-koymama ilkesine en ufak bir eğilim aşağılanmakta, herkesin
kendi
yolunda gitmesi beklenmektedir. Uygulamada geçerli olan ahlak
ilkemiz
mücadele yoluyla elde edilen maddi başarıdır ve bu husus bireyler
için
olduğu kadar uluslar için de geçerlidir. Bunun dışındaki her şey
bize
safdillik ve saçma olarak görünür.
Çinliler bizim ne teorik ne de pratik ahlak kurallarımızı
benimsiyorlar.
Teoride kavganın yerinde olacağı durumların varlığını; uygulamada
ise bu
hale çok ender rastlandığını kabul ediyorlar. Bizlere gelince,
teorik
olarak, dövüşmeyi gerektirecek hiç bir durum olamayacağını;
pratikte ise, bu durumların sık sık ortaya çıktığını düşünüyoruz.
Çinliler de bazen kavga
ederler; ancak savaşçı bir ırk değillerdir. Savaşta olsun iş
yaşamında olsun
başarıyı uzun boylu övmezler. Geleneksel olarak, öğrenmeye her
şeyden çok değer verirler; ondan sonra, ve genellikle onunla
birlikte, inceliğe ve
nezakete.
Çok uzun yıllar boyunca, Çin'de yönetim görevlerine atamalar
yarışma
sınavı yoluyla yapılmıştır. İki bin yıl boyunca, babadan oğula
geçen
bir aristokrasi var olmadığı için (bunun tek istisnası Confucius
ailesidir,
aile reisine Dük denir) bilim, salt kendisi için topladığı
saygının
yanı sıra, feodal Avrupa'da güçlü soylulara gösterilene benzer bir
saygıya
kavuşmuştur. Ancak, eski bilim çok dar kapsamlıydı; Çin
klasiklerinin ve
onların ünlü yorumcularının, eleştiriden uzak olarak öğreniminden
ibaretti.
Batı'nın etkisiyle coğrafya, ekonomi, jeoloji, kimya vb.'nin eski
çağların
ahlak öğretilerinden daha pratik yararları olduğu fark edildi. Yeni
Çin (yani
Avrupa standartları doğrultusunda eğitim görmüş olan gençler)
çağdaş
gereksinimlerin farkındadır ve belki de eski geleneklere
yeterince saygı
duymamaktadır. Ancak yine de en modern olanları bile, az sayıda
istisna
dışında ılımlılık, nezaket ve barışçılık gibi geleneksel
erdemlerini korumaktadırlar. Önümüzdeki birkaç on-yıllık süre
içinde Batı'dan
ve Japonlardan alınan dersler sonunda bu erdemlerin varlıklarını
sürdürmeleri ise kuşku götürür.
Eğer Çinliler ile aramızdaki farkı tek bir cümle ile özetlemem
gerekirse
şunu söyleyebilirim ki, temelde zevk almayı amaç edinmişlerdir;
bizler ise,
temelde güçlü olmayı. Biz diğer insanlara ve Doğa ya karşı güçlü
olmaktan hoşlanıyoruz. Bunlardan ilki için güçlü devletleri,
ikincisi için de Bilimi geliştirdik. Çinliler bu tür uğraşlar için
fazlasıyla tembel ve fazlasıyla
yumuşak huyludurlar. Onlara tembel demek yalnız bu anlamda
doğrudur. Rusların olduğu türden tembel değildirler; yani
geçimlerini kazanmak için çok çalışırlar. Patronları onları
olağanüstü çalışkan bulur. Ancak onlar Batı
Avrupalılar ve Amerikalılar gibi, boş durmaktan sıkıldıkları için
veya salt
koşuşturmayı sevdikleri için çalışmazlar. Geçimlerine yetecek
kadar kazandıklarında onunla yetinirler; daha çok çalışarak
kazançlarını artırmaya çaba göstermezler.
Tiyatroya gitmek, çaylarını içerek sohbete dalmak, eski çağlardaki
Çin
sanatına hayranlık duymak veya güzel manzaralı yerlerde dolaşmak
gibi
eğlencelerle zaman geçirmek konusunda yetenekleri sonsuzdur. Bizim
düşünce tarzımıza göre insanın yaşamını böyle geçirmesi gereğinden
çok rehavet ifade eder; bizler her gün bürosuna giden bir insana,
orada yaptığı işler zararlı da olsa, daha çok saygı duyarız.
Beyazlar için Doğu'da yaşamanın belki de kötü bir etkisi oluyor.
Ancak
itiraf etmeliyim ki, Çin'i tanıdıktan sonra tembelliğe insanların
toplu
olarak sahip olabilecekleri en iyi özellik olarak bakmaya
başladım.
Çalışkanlık sayesinde gerçi bazı şeyler kazanıyoruz; ancak bu
başardığımız şeylerin sonuç olarak bir değer ifade edip etmediği,
sorgulanmaya değer. Üretimde eşsiz beceriler geliştiriyoruz.
Ürettiklerimizin de bir bölümünü gemiler, otomobiller, telefonlar
ve lüks ve hızlı yaşamın başka gereçleri olarak kullanıyoruz; bir
bölümünü ise birbirimizi toplu halde öldürecek silahlar, zehirli
gazlar ve uçaklara ayırıyoruz. Çok iyi bir yönetim ve vergi
sistemimiz var. Bu vergilerin de bir bölümü eğitim, sağlık ve
benzeri yararlı şeyler için, geriye kalanı da savaş amaçları için
kullanılmaktadır.
Günümüz İngiltere'sinde milli gelirin en büyük bölümü geçmiş ve
gelecek
savaşlara ayrılmakta, yararlı şeylere ise ancak bundan geri kalan
bölüm
harcanmaktadır. Kıta Avrupa'sındaki ülkelerin çoğunda oran daha da
kötüdür.
Benzersiz etkinlikte bir polis örgütümüz var. Bunun bir bölümü
suçu ortaya
çıkarmak ve önlemek için, bir bölümü de yeni, yapıcı siyasal
düşünceleri
olan kişileri hapse atmak için kullanılıyor. Son zamanlara kadar
Çin de
bunların hiçbiri yoktu.
Sanayi otomobil veya bomba yapamayacak kadar verimsiz, devlet
kendi
vatandaşlarını eğitemeyecek ve başka ülke insanlarını
öldüremeyecek kadar etkisiz; polis haydutları veya Bolşevikleri
yakalamayacak kadar güçsüzdü. Bunların sonucu olarak Çin'de
hiçbir beyaz adamın ülkesinde bulunmayan ölçüde herkes için
özgürlük; ufak bir azınlık dışındaki bütün insanların fakir olduğu
düşünüldüğünde çok çarpıcı olan, yaygın bir mutluluk vardı. Orta
sınıftan bir Çinli ile orta sınıftan bir Batılının olaylara bakış
açılarını karşılaştırdığımızda iki farklılık göze çarpar:
Birincisi, Çinlilerin yararlı bir amaca hizmet etmeyen hiçbir
eyleme değer vermemeleri; ikincisi, kendi itilerimizi kontrol
altında tutup başkalarınınkine karışmayı ahlaklılık
saymamalarıdır. Bunların birincisini daha önce tartışmış
bulunuyoruz; ancak ikincisi de sanırım aynı ölçüde önemlidir.
Ünlü Sinolog Profesör Giles'ın "Confucianizm ve Karşıtları"
konusunda
Gifford'da verdiği konferanslarda savunduğu görüşe göre,
Hıristiyan
misyonerlerin Çin'deki başarılarının başlıca engeli, doğuştan
günahkarlık
doktrini olmuştur. Uzak Doğu'da çoğu misyonerler tarafından hala
öğretilmekte olan kalıplaşmış Hıristiyan doktrinine göre hepimiz
günahkar
olarak, sonsuza dek cezalandırılmayı hak edecek ölçüde günahkar
olarak
doğmuşuzdur. Çinliler bu savın, beyazlar için geçerli olmasını
kolaylıkla
kabul edebiliyorlar. Ancak kendi ana-babalarının ve büyük
ana-babalarının
cehennem ateşinde yandığı söylendiğinde kızıyorlar. Confucius
insanların
iyi olarak doğduğunu, eğer sonradan günahkar olurlarsa bunun kötü
örneklerden ya da kötü terbiyeden kaynaklandığını öğretmişti.
Batı'nın geleneksel katı inançları ile bunun arasındaki
farklılığın
Çinlilerin bakış açısı üzerinde derin etkisi vardır. Bizde
ellerinde ahlak meşalesi taşıdığı varsayılan kişiler, kendilerini
normal zevklerden mahrum eden ve bunun acısını başkalarının
zevklerine karışarak çıkaran kişilerdir. Bizim erdem anlayışımızda
başkalarının işine burun sokma özelliği vardır: Bir kimse eğer
kalabalığın rahatını bozmuyorsa onun olağanüstü iyi bir insan
olabileceğini düşünmeyiz. Bu bizim Günah anlayışımızdan
kaynaklanıyor.
Bu tavır yalnızca özgürlükleri kısıtlamakla kalmıyor; ikiyüzlülüğe
de yol
açıyor. Çünkü geleneksel ölçütlere uyum sağlamak çoğu kişiye
fazlasıyla güç geliyor. Çin de ise durum böyle değildir. Orada
ahlak kuralları olumsuz
yönde değil, olumlu yöndedir. İnsanın ana-babasına saygılı,
çocuklarına
şefkatli, fakir akrabalarına cömert ve herkese nazik davranması
beklenir.
Bunlar da gerçekleştirilmesi çok zor beklentiler değildir; halkın
çoğunluğu
tarafından gerçekten uygulanır. Sonuç da galiba, çoğumuzun yerine
getiremediği bizim ölçütlerimize göre daha olumludur.
Günah kavramının yokluğunun bir başka sonucu da insanların,
aralarındaki
görüş ayrılıklarını, Batı'da olduğundan daha fazla, mantığa ve
tartışmaya
açık tutma eğiliminde olmalarıdır. Bizde fikir ayrılıkları hemen
bir "ilke"
sorununa dönüşür: iki taraf da diğer tarafın kötü olduğunu, ona
katılmanın
suçluluğu paylaşmak demek olduğunu düşünür. Bu da anlaşmazlıkları
şiddetlendirir ve uygulamada hemen kuvvete başvurmayı akla
getirir. Çin'de
kuvvete başvurmaya hazır silahlı kuvvetler var olmuşsa da onları
kimse, hatta askerlerin kendileri bile ciddiye almamıştır. Hemen
hemen kansız
denebilecek savaşlar yapmışlar, bizim Batı'daki daha şiddetli
çatışmalarımızdan edindiğimiz deneyimlere bakılırsa, beklenenden
çok daha az zarar vermişlerdir. Sivil yönetim de dahil olmak üzere
halkın çoğunluğu sanki bu generaller ve orduları hiç yokmuş gibi
günlük yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Günlük yaşamda anlaşmazlıklar,
çoğunlukla üçüncü bir kişinin dostça arabuluculuğu ile çözümlenir.
Kabul gören ilke uzlaşmadır; çünkü her iki tarafın da
aşağılanmaması gereklidir. Bazı yönleri yabancılara komik gelse
bile, bu görünüşü-kurtarma ilkesi son derece değer verilen ulusal
bir kurumdur; sosyal ve siyasal yaşamı, bizdekinden çok daha az
acımasız kılar.
Çin sisteminde tek bir kusurama önemli bir kusur vardır ve bu da
sistemin, Çin'in daha kavgacı uluslara karşı koymasını
engellemesidir.
Bütün dünya Çin gibi olsaydı bütün dünya mutlu olurdu. Diğer
uluslar kavgacı ve kuvvetli olduğu sürece, Çinliler de eğer
ulusal bağımsızlıklarını
koruyacaklarsa, artık dış dünyadan soyutlanmış olmadıkları için,
bizim
kötülüklerimizi bir ölçüde taklit etme zorunda kalacaklardır. Bu
taklidin
bir gelişme olduğunu sanıp gururlanmaya kalkışmamalıyız.
İyi İnsanların Yol Açtıkları Kötülükler
1
Yüz yıl kadar önce herkesin çok kötü bir insan olarak tanıdığı
Jeremy
Bentham adında bir filozof yaşadı. Daha çocukken adını ilk
duyduğum anı
bugüne kadar hiç unutmadım. Bu, Muhterem Peder Sydney Smith'in,
Bentham'ın insanların ölmüş büyükannelerinden çorba yapmaları
gerektiğini düşündüğü yolundaki sözlerini duyduğum andı. Böyle bir
uygulama bana aşçılık yönünden olduğu kadar ahlak yönünden de
tatsız gelmişti. Bu nedenle Bentham hakkında kötü bir kanaat
edinmiştim. Bu sözlerin, saygıdeğer insanların erdem uğruna
söyleme alışkanlığında oldukları sorumsuz yalanlardan biri
olduğunu çok sonraları keşfettim. Bundan başka, Bentham'a karşı
gerçek suçlamanın ne olduğunu da anladım.
Aşağı yukarı şöyle bir
şeydi:
"İyi" insanı, iyilik yapan insan olarak tanımlamıştı. Aklı başında
bir
okuyucunun hemen anlayacağı gibi bu tanımlama gerçek ahlak
ilkelerini
altüst eden bir şeydi. Bir iyiliğin, ondan yararlanan kişiye
duyulan sevgiden
kaynaklanıyorsa erdemli olmadığını, sadece ahlak kurallarından
esinlenmişse erdemli olduğunu ortaya koyan Kant'ın düşüncesi çok
daha yücedir. Aynı kurallar, doğaldır ki, ters yönde acımasız
hareketlere de yol açabilir. Erdemli olmanın ödülünün erdemin
kendisi olduğunu biliyoruz. Bundan galiba şu sonuç çıkıyor ki, ona
katlanmak da onun cezasını oluşturmaktadır. Bu nedenle Kant,
Bentham'dan daha yüce bir moralisttir ve erdemi erdem olduğu için
sevdiğini söyleyen herkes onun tarafını tutar.
Bentham'ın kendi iyi insan tanımına göre davrandığı doğrudur: çok
iyilik
yapmıştır. On dokuzuncu yüzyılın ortalarındaki kırk yıl,
İngiltere'nin maddi
yönden, fikir ve ahlak yönlerinden inanılmaz ölçüde ilerleme
gösterdiği
yıllardır. Bu dönemin başlarında daha önce aristokrasiyi temsil
eden
Parlamento'yu, orta sınıfı temsil eder duruma getiren Reform
Yasası
çıkmıştır.
Yasa İngiltere'de demokrasiye doğru atılan adımların en zoru
olmuştur.
Hemen arkasından da Jamaica'da köleliğin kaldırılması gibi, başka
önemli reformlar gelmiştir. Bu dönemin başında adi hırsızlığın
cezası
asılarak idamdı. Çok geçmeden ölüm cezası yalnız adam öldürme ve
vatana ihanet suçlarıyla sınırlandırıldı. Yiyecek fiyatlarını
korkunç sefalete yol açacak ölçüde artıran Hububat Yasaları
1846'da yürürlükten kalktı. 1870'de zorunlu eğitim getirildi.
Victoria dönemini kötülemek bugün moda haline gelmiştir ama ben
bizim çağımızın, onların çağının yarısı kadar iyi not almasını
dilerim. Ancak şimdiki konumuz bunlar değil. Gelmek istediğim
nokta şudur: o yıllardaki ilerlemenin çok büyük bir bölümünün
Bentham'ın etkisi sayesinde gerçekleştiği kabul edilmelidir. Geçen
yüzyılın ikinci yarısında İngiltere'de yaşayan insanların onda
dokuzunun, Bentham olmasaydı yaşayabileceklerinden daha mutlu
yaşadıkları kuşku götürmez. Felsefesi öylesine yalındı ki, ona
yaptıklarının bir gerekçesi olarak bakmış
olabilir. Bizler, şimdiki daha aydın çağımızda onun fikirlerinin
abes
olduğunu görebiliriz. Ancak, Bentham'ınki gibi pek de onurlu
olmayan
bir faydacılık ilkesini reddetme nedenlerine bir göz atmak bizi
yüreklendirebilir.
2
Hepimiz "iyi" insandan ne anladığımızı biliriz. İdeal iyi insan
içki ve
sigara içmez, küfretmez, yalnız erkeklerin bulunduğu bir
toplantıda
orada hanımlar varmış gibi konuşur, kiliseye aksatmadan gider, her
konuda
isabetli fikirleri vardır. Haksızlığa karşı derin bir nefret duyar
ve Günah'ı cezalandırmanın bizim acı bir görevimiz olduğunu bilir.
Yanlış
düşünmeye karşı daha da büyük bir nefret duyar ve genellikle orta
yaşlı
başarılı yurttaşlarının benimsediği görüşlerin isabetli olup
olmadığını
sorgulayan kişilerden gençleri korumanın bir devlet görevi olduğu
kanısındadır. Titizlikle yürüttüğü mesleki faaliyetleri yanında
hayır
işlerine de hayli zaman ayırır: yurtseverliği ve askeri eğitimi
teşvik
eder; işçilerin ve onların çocuklarının çalışkan, serinkanlı ve
erdemli
olmalarını destekleyebilir ve bunu o konulardaki başarısızlıkların
gereğince cezalandırılmasını sağlayarak yapar; belki bir
üniversitenin
mütevelli heyeti üyesidir ve yıkıcı fikirleri olan profesörlere
görev
vermeyerek eğitime yönelecek saygısızlığı önler. Kuşkusuz, her
şeyden çok da dar anlamıyla "kişisel ahlakı" kusursuzdur.
Bu anlamda "iyi" olan bir adamın, genelde "kötü" bir adamdan daha
çok
iyilik yaptığı kuşku götürür. "Kötü" adam ile yukarıda
tanımlananın tersi
olan adamı kastediyorum. "Kötü" bir adam sigara, arada bir de içki
içer;
hatta damarına basıldığında ağzını bile bozabilir. Sohbetleri her
zaman ağza alınacak türden değildir; güzel havalarda bazı Pazar
günleri kiliseye gitmek yerine kırlarda dolaşır. Yıkıcı fikirleri
de vardır; örneğin, barış
istiyorsanız savaşa değil barışa hazırlanmanız gerektiğini
düşünebilir.
Hatalara karşı tutumu bilimseldir; tıpkı arıza yapan otomobiline
olan tutumu
gibi. Vaazların ve hapis cezasının, patlak bir otomobil lastiğinin
tamirine
yararı neyse, kötü alışkanlıkları düzeltmekte de yararının o kadar
olduğunu
iddia eder. Yanlış düşünce konusunda daha da terstir. Ona göre
"yanlış
düşünme" sadece düşünme, "doğru düşünme" de sözcükleri papağan
gibi
tekrarlamaktır. Bu durum, onun her türden garip fikirleri olan
kişilere
yakınlık duymasına yol açar.
Çalışma saatleri dışında yaptıkları, sadece hoşlandığı şeylerle
uğraşmaktan; ya da daha kötüsü, iktidar sahiplerinin rahatına
dokunmayan bazı önlenebilir kötülükler konusunda huzursuzluk
yaratıp ortalığı karıştırmaktan ibarettir. Ve hatta olasıdır ki,
"kişisel ahlak" konusundaki bazı kusurlarını, gerçekten erdemli
olan kişiler gibi özenle gizlemez; kendini, dürüst olmanın iyi bir
örnek olmaktan daha iyi olduğu gibi yanlış bir düşünce ile
savunur. Sıradan ve saygın bir vatandaşın sözünü ettiğimiz bu
niteliklerin bir veya birkaçını taşıyan bir kişi hakkındaki
kanaati
olumsuzdur; bu nedenle bir hakim, bir öğretmen veya bir vali gibi
yetkileri
olan görevler almasına izin verilmez. Bu tür işler yalnız "iyi"
insanlara
açıktır.
Bütün bu durum son zamanlara özgüdür. Cromwell zamanında
Püritenlerin kısa süren egemenliği sırasında da durum böyleydi ve
onlar tarafından Amerika'ya aşılanmıştı. İngiltere'de tekrar
ortaya çıkışı Fransız Devrimi'nden
sonra, Jacobinizm'e -yani şimdilerde Bolşevizm diyebileceğimiz
şeye- karşı
mücadelede yararlı olabileceği düşüncesiyle olmuştur.
Wordsworth'ün yaşamı bu değişikliğe bir örnektir.
Gençliğinde Fransız Devrimi'ne yakınlık duymuş, Fransa'ya gitmiş,
güzel
şiirler yazmış ve evlilik dışı bir kızı olmuştu. Bu dönemde "kötü"
adamdı. Daha sonra "iyi" oldu; kızını terketti, doğru ilkeler
edindi ve kötü
şiirler yazdı. Coleridge de benzer bir değişimden geçmiştir: kötü
olduğu zaman Kubla Khan'ı yazdı; iyi olduğu zamanlar da teolojik
yazılar.
İyi şiirler yazdığı zamanlar "iyi" olan bir şair örneği bulmak
zordur.
Dante yıkıcı propaganda yaptığı gerekçesiyle sınır dışı edilmişti.
Sonelerine
bakarak hüküm verilirse Amerikan göçmen bürosu yetkililerince
Shakespeare'e New York'da karaya çıkma izni verilemezdi. "İyi"
insanın özünde hükümet yanlısı olması yatar. Bu nedenle Milton,
Cromwell'in egemenliği döneminde iyi, ondan önce ve sonraki
dönemlerde kötü bir kişiydi; ancak şiir yazması bu önceki ve
sonraki dönemlere rastlar -gerçekten de şiirlerinin çoğu bir
Bolşevik olarak idam edilmekten kıl payı kurtulduğu sonraki
dönemde yazılmıştır. Donne, St.Paul Katedrali ruhani meclis
başkanlığına getirildikten sonra erdemli oldu; ancak bütün
şiirleri daha önce yazılmıştı ve bu nedenle, atanması bir skandala
yol açtı. Swinburne gençliğinde özgürlük için savaşanları öven
Songs Before Sunrise (Şafak Öncesi Şarkılar)'ı yazdığı dönemde
kötü adamdı; yaşlılığında aşağılık tecavüzlere karşı
özgürlüklerini savundukları için Boerlere oldukça saldırgan
yazılar yazdığı zaman ise, erdemli bir kişiydi. Örnekleri
artırmaya gerek yok; günümüzde geçerli olan erdem ölçütlerinin iyi
şiir üretmekle bağdaşmadığına işaret eden yeterince söz söylenmiş
bulunuyor.
Aynı şey başka alanlarda da geçerlidir. Hepimiz biliriz ki Galileo
ve
Darwin kötü kişilerdi. Ölümünden yüz yıl sonrasına kadar
Spinoza'nın
çok günahkar bir adam olduğu düşünülüyordu. Descartes kovuşturmaya
uğrayacağı korkusuyla yurt dışına kaçmıştı. Hemen bütün Rönesans
sanatçıları kötü insanlardı. Daha hafif konulara gelince,
önlenebilir
ölümlere karşı çıkanlar mutlaka kötü kişilerdi. Ben Londra'nın bir
bölümü
çok zengin, bir bölümü de çok yoksul olan bir bölgesinde oturdum.
Burada
bebek ölümü oranları anormal derecede yüksektir ve zenginler
rüşvet veya
yıldırma yoluyla yerel yönetimi ellerinde tutarlar. Zenginler
güçlerini kamu
sağlığı ve bebeklere yardım giderlerini azaltmak; düşük ücretle
yarı-zamanlı
çalışacak sağlık görevlisi tutmak için kullanırlar. Zenginlerin
sofralarının
zenginliğini yoksulların çocuklarının yaşamından daha önemli
saymayan hiç kimse o yöredeki önemli kişilerin saygısını
kazanamaz.
Dünyanın bildiğim her yerinde aynı şey geçerlidir. Bunlara
bakarak, iyi bir
insanı oluşturan nitelikleri basite indirgeyebiliriz: İyi insan,
düşünceleri
ve eylemleri iktidar sahiplerine hoş gelen kişidir.
3
Geçmişte kötü oldukları halde maalesef yüceliğe erişmiş olan
insanlar
üzerinde durmamız hayli üzücü oldu. Şimdi de daha iç açıcı bir
konu olan
erdemli insanlara geçelim.
3. George tipik bir erdemli kişiydi. Pitt (1759-1806): 1783-1801
ve
1804-1806 yıllarında başbakanlık yapan İngiliz devlet adamı) ondan
Katoliklere özgürlük vermesini istediğinde -o dönemde Katoliklerin
oy
hakları yoktu- taç giyme töreninde yaptığı yemine ters düşeceği
düşüncesiyle bunu reddetti. Onlara özgürlük vermenin iyi bir şey
olduğu gerekçesine uyarak yanılgıya düşmekten haklı olarak
kaçındı. Ona göre sorun yararlı olup olmamak değil, soyut olarak
"doğru" olup olmamaktı. Amerika'nın bağımsızlık istemine yol açan
siyasette onun politikaya müdahalesinin payı büyüktür; ancak
müdahalesi her zaman en yüce amaçlardan kaynaklanmıştır. Aynı şey,
çok dindar olan ve düşüşüne kadar Tanrı'nın kendi tarafında
olduğuna içtenlikle inanmış ve -bildiğim kadarıyla- kişisel
kötülüklerden tamamen arınmış bir kişi olan sabık Kaiser için de
söylenebilir. Ama yine de insanların acı çekmesine ondan daha çok
yol açmış olan başka bir günümüz insanı bulmak kolay değildir.
İyi insanlar politikacılara bazı yararlar sağlarlar. Bu yararların
başında
da başkalarının kuşku uyandırmadan işlerini yürütmelerine olanak
veren bir
duman perdesi oluşturmaları gelir. İyi insan arkadaşlarının
karanlık işler
yapabileceğini aklına getirmez; bu onun iyi yönüdür. Halk da bir
insanın,
iyiliğini kötüleri gizlemek -için kullanabileceğini hiç düşünmez;
bu da onun
yararlı yönüdür. Kamu gelirlerinin, onları hak eden zenginlerin
eline
geçmesine itiraz eden dar kafalı halkın söz konusu olduğu her
durumda
bu iki özelliğin iyi insanı son derece çekici kılacağı ortadadır.
Bana
söylendiğine göre -ama ben kesinlikle katılmıyorum- iyi insan olan
ve
bu amaca göre hareket eden bir Amerika Cumhurbaşkanı varmış.
İngiltere'de de Whittaker Wright ününün doruğunda olduğu
sıralarda çevresini, erdemleri onun aritmetiğini anlamalarını ve
anlamadıklarını fark etmelerini önleyen kusursuz soylular
doldurmuştu.
İyi insanın işe yaradığı bir başka alan da istenmeyen kişileri
skandallarla politikadan uzak tutabilmeleridir. Yüz kişiden doksan
dokuzu
ahlak kurallarını ihlal eder; ancak bu gerçek, genellikle gün
ışığına çıkmaz.
Doksan dokuzuncu kişinin yaptığı ortaya çıktığında yüz kişi
içinde
gerçekten masum olan bir kişi yürekten duyduğu nefreti dile
getirir; öbür
doksan sekizi de kendilerinden de kuşkulanılabilir korkusuyla,
onun peşinden giderler. Bu nedenle, hoşa gitmeyen görüşleri olan
bir kimse politikaya atılıyorsa, toplumun geleneksel kurumlarını
korumayı
amaç edinmiş olan kişilerin, açığa vurulduğunda yeni politikacının
kariyerini
sona erdirecek bir şeyler bulana kadar o kimsenin özel yaşamını
geriye doğru adım adım kurcalamaları yeterlidir. O zaman üç
seçenekleri olacaktır: Gerçekleri açıklayarak onun bir utanç
bulutu içinde gözlerden uzaklaşmasını sağlamak; veya açıklama
tehditleriyle onu politikadan çekilmeye zorlamak ya da şantaj
yoluyla kendilerine iyi bir gelir sağlamak. Bu seçeneklerden ilk
ikisi halkı korur; üçüncüsü de halkı koruyanları korur. Bu nedenle
her üçü de övülmeye değer; her üçünü de olanaklı kılan iyi
insanların varlığıdır.
Şimdi de örneğin zührevi hastalık konusunu ele alalım. Bunun
önceden
alınacak uygun önlemlerle hemen hemen tamamen önlenebileceği
bilinmektedir. Ancak iyi insanların çabalarıyla bu bilgi mümkün
olduğunca
dar bir alana yayılır ve uygulanmasında her türlü engel yaratılır.
Sonuçta günah yine "doğal" cezasına çarptırılır ve yine İncil'in
emirleri
uyarınca çocuklar babalarının günahlarını çekmeyi sürdürürler.
Bunun
tersi olsaydı durum ne kadar da korkunç olurdu. Çünkü eğer günah
cezalandırılmazsa, yaptıkları günah değilmiş gibi davranacak kadar
ahlaksız kişiler ortaya çıkabilirdi; ve eğer ceza masumları da
kapsamazsa o denli korkutucu olmazdı. Bu nedenle, bilim
adamlarının edindikleri derme
çatma bilgilere rağmen, Doğa'nın bizler daha cehalet çağındayken
koyduğu
katı ceza yasalarının bugün bile işlemesini sağlayan bu iyi
adamlara ne kadar minnettar olsak azdır.
Acılara neden olsun veya olmasın, kötü bir eyle"min kötü olduğunu,
doğru
düşünen herkes bilir. Ancak herkesin salt ahlak kurallarına uygun
hareket etmesi olanaklı olmadığına göre, erdemin güvence altına
alınması
açısından, günahı acının izlemesi çok arzulanan bir şeydir.
İnsanların
günahlara bilim öncesi çağlarda verilen cezalardan kaçınma
yollarını
öğrenmeleri engellenmelidir. Hayırsever insanlar bizleri bu
tehlikeli
bilgilerden korumamış olsalar da fiziksel ve zihinsel sağlığın
korunması
konusunda ne çok bilgi sahibi olabileceğimizi düşünmek beni
dehşete düşürüyor.
İyi insanlar bir de kendilerini katlettirerek yararlı olabilirler.
Almanya
Çin'in Shantung eyaletini iki misyonerin orada öldürülmesi
sayesinde ele
geçirmiştir. Saraybosna'da öldürülen Arşidük sanırım iyi bir
insandı; ona ne
kadar minnettar olsak azdır! Eğer o şekilde ölmeseydi savaş
çıkmayabilirdi; dünya demokrasi için güvenli bir hale gelemezdi;
militarizm yıkılmazdı; şimdi de İspanya, İtalya, Macaristan,
Bulgaristan ve Rusya'daki askeri despotizmin keyfini çıkarıyor
olmazdık.
Şaka bir tarafa, kamuoyunca genellikle kabul gören "iyilik"
ölçütleri
dünyayı daha mutlu kılmak için düşünülmüş şeyler değildir. Bunun
çeşitli
nedenleri vardır; başlıcası da gelenektir.
Ondan sonra en güçlü neden olarak egemen sınıfların sahip olduğu,
haksız
güçler gelir. İlkel ahlak kuralları tabu kavramından çıkmışa
benziyor; bunlar
başlangıçta tamamen boş-inan durumdaydılar ve tamamen zararsız
olan bazı eylemler -örneğin kabile reisinin tabağından yemek
yemek- bilinmez yollarla felakete yol açtıkları düşüncesiyle
yasaklanmıştı. Yasaklar bu şekilde başladı ve başlangıçta
varsayılan nedenler unutulduktan sonra da insanların duyguları
üzerinde etkisini sürdürdü. Günümüzde geçerli olan ahlak
kurallarının büyük bir bölümü hala bu türdendir: bazı davranış
biçimleri, etkilerinin kötü olup olmadıklarına bakılmaksızın,
dehşet hissi uyandırırlar. Birçok olayda dehşet uyandıran bu
davranış gerçekten de zararlıdır; öyle olmasaydı ahlak
ölçütlerimizi düzeltme gereksinimi daha yaygın kabul görürdü.
Örneğin, uygar bir toplumda cinayetin hoşgörüyle karşılanmayacağı
ortadadır; ancak cinayetin yasaklanmasının kökeninde yatan şey,
tümüyle
boş-inandır. Öldürülen kişinin kanının -veya daha sonra
hayaletinin- öç
almak isteyeceği ve yalnız suçluyu değil, ona yakınlık gösteren
herkesi
cezalandıracağı düşünülüyordu. Cinayetin yasaklanmasının boş-inan
niteliği şundan da anlaşılıyor ki, belli dini ayinlerle kan
suçundan temizlenmek olanaklıydı; başlangıçta bu ayinlerin amacı
ise, hayaletin kendisini tanımaması için suçlunun kılık
değiştirmesini sağlamaktı. En azından Sir J. G. Frazex'in teorisi
böyledir. Pişmanlığın, suçu "arındırmasından" söz ederken
yaptığımız mecaz çok eski zamanlarda kan lekelerini temizlemek
için yıkama yapılmasından kaynaklanmaktadır. "Suç" ve "günah" gibi
kavramların çok eski çağlardaki bu uygulama ile ilişkili duygusal
bir kökeni vardır.
Rasyonel bir ahlak kuralı cinayet konusunda bile olaya değişik bir
açıdan
bakacak; hastalık için olduğu gibi, suç, ceza ve kefaret yerine
önleme ve
iyileştirme ile ilgilenecektir. Günümüzde ahlak ilkeleri boş-inan
ve
rasyonalizmin garip bir karışımıdır. Cinayet çok eski bir suçtur;
ona uzun
yıllar ötesine uzanan nefret ve korkunun oluşturduğu bir sis
perdesi
arkasından bakarız. Sahtekarlık modern bir suçtur; onu rasyonel
bakış
açısıyla ele alırız. Sahtekarları cezalandırırız; ama onları,
canilere
yaptığımız gibi, tuhaf yaratıklar olarak dışlamayız. Teoride nasıl
düşünürsek
düşünelim, toplumsal yaşamda erdemi, bir şeyi yapmak olarak değil,
yapmamak olarak algılarız. "Günah" olarak adlandırılan şeylerden
kaçınan bir kimse, başkalarının yararına hiçbir şey yapmasa da
iyi insandır. İncil'de
telkin edilen tutum kuşkusuz bu değildir: "Komşunu kendini
sevdiğin gibi sev" olumlu bir yönergedir. Ancak bütün Hıristiyan
toplumlarda bu emre uyan kişi kovuşturulur; en azından yoksulluk,
genellikle hapis ve bazen de
ölümle cezalandırılır. Dünya haksızlıklarla doludur. Ödülleri ve
cezaları
verecek konumda olanlar da bu haksızlıklardan yarar
sağlayanlardır. Ödüller eşitsizlik için çok ustaca gerekçeler
bulanlara, cezalar ise ona çare
arayanlara verilir. Komşusunu içtenlikle seven bir kimsenin halkın
yergisinden uzun süre kaçınabileceği bir ülke bilmiyorum. Fransa
da savaştan hemen önce Fransa'nın en iyi yurttaşı olan Jean Jaures
öldürülmüş, katil ise, bir kamu hizmeti yaptığı gerekçesiyle,
beraat etmişti. Bu çok çarpıcı bir örnektir; ancak bu tür şeyler
dünyanın her yerinde olagelmektedir.
Geleneksel ahlakı savunanlar onun kusursuz, olmadığını bazen kabul
ederler; ancak herhangi bir eleştirinin ahlakı toptan
çökerteceğini ileri
sürerler. Eleştiri olumlu ve yapıcıysa bu çöküntü gerçekleşmez;
ancak, bir
anlık bir zevkin ötesinde bir şey için yapılmamış olması
koşuluyla.
Bentham'a dönersek, o ahlak kurallarına temel olarak "en çok
insanın en
fazla mutluluğu"nu savundu. Bu ilke doğrultusunda davranan bir
kimsenin,
yalnız geleneksel kurallara uyan bir kişiye göre çok daha çetin
bir yaşamı
olacaktır.
Kendisini ezilmişlerin savunucusu yapacak ve böylece güçlülerin
düşmanlığına hedef olacaktır. Gücü elinde tutanların saklamak
istediği
gerçekleri açıklayacak; şefkate gereksinimi olanları ondan mahrum
etmek için uydurulmuş yalanları reddedecektir. Böyle bir davranış
gerçek ahlakın
çöküşüne yol açmaz. Resmi ahlak her zaman olumsuz ve baskıcı
olmuştur; "yapmayacaksın" der ve kuralların yasaklamadığı
eylemlerin etkisini araştırmaya gerek görmez. Bütün büyük
mistikler ve din öğreticileri böyle bir ahlak anlayışına boşuna
karşı gelmişlerdir: müritleri onların en açık beyanlarını bile
dikkate almamışlardır. Bu nedenle, onların yöntemlerinin büyük
ölçüde bir iyileşmeye yol açması pek olası görünmüyor.
Düşünce ve bilimdeki ilerlemenin bu konuya katkısı, sanırım, daha
umut
verici olacaktır. İnsanlar yavaş yavaş şunun bilincine
varacaklardır ki,
kurumları haksızlık ve nefret temeline dayalı olan bir dünya,
mutluluğu
yaratma olasılığı en büyük olan bir dünya olamaz. Son savaş
az sayıda kişiye bu dersi öğretmiştir; eğer beraberlikle
sonuçlanmasaydı
daha fazlasını da öğretebilirdi. Bizler için gerekli olan, yaşama
sevinci,
gelişmenin getireceği mutluluk ve olumlu başarılar üzerine
kurulmuş bir
ahlaktır; yasak ve baskı temeline değil. Bir insan eğer mutluysa,
coşkuluysa, cömertse ve başkalarının mutluluğuna seviniyorsa "iyi"
insan sayılmalıdır.
Bu durumda ufak tefek kabahatler pek de önemsenmemelidir. Fakat
sömürü ve gaddarlık yoluyla servet kazanan bir kişiye, şimdi
"ahlaksız"
olarak nitelediğimiz kişiler gibi bakmalıyız; düzenli olarak
kiliseye gitse
de kötülükle elde ettiği kazancının bir bölümünü kamu amaçlarına
bağışlasa da aynı şekilde değerlendirilmelidir.
Bunu sağlamak için, önemli kişiler arasında hala geçerli olan
boş-inan ve
baskı karışımı bir "erdem" yerine, ahlak sorunlarına karşı
rasyonel
bir tutum getirmek yeterlidir. Günümüzde mantıksal düşünce hafife
alınmaktadır; ancak ben yine de uslanmaz bir rasyonalist olmakta
direniyorum.
Mantık belki zayıf bir güç olabilir; ama değişmezdir ve hep aynı
yönde
işler. Mantıksızlığın kuvvetleri ise boş yere didişerek
birbirlerini yok
eder. Bu nedenle mantıksızlığın -her taşkınlığı, sonunda mantık
yanlılarını
güçlendirir ve insanlığın yegane gerçek dostlarının onlar olduğunu
tekrar
tekrar gösterir.
Püritenizmin Dönüşü
Savaş sırasında bütün ülkelerin iktidarları, halkın işbirliğini
sağlamak
için, rüşvet verircesine, alışılmamış ödünler vermeye gerek
duydular.
İşçi ücretleri artırıldı, Hindulara onların da insan ve kardeş
oldukları
söylendi, kadınlara oy hakkı tanındı; gençlere de yaşlıların
ahlak adına
onlardan hep esirgedikleri masum zevkler için izin çıktı. Savaşı
kazandıktan sonra ise galipler geçici olarak sağlanmış olan bu
avantajları geri alma çabasına girdiler. 1921 ve 1926'daki kömür
grevlerinde işçiler sindirildi; Hindular değişik kararlarla eski
konumlarına gönderildi; kadınların oy hakları geri alınamadıysa
da Parlamento kararlarında tersi tavsiye edildiği halde evlenen
kadınlar işten atıldılar. Bütün bunlar "politik" konulardır; başka
deyişle, İngiltere'de bu konularla ilişkisi olan sınıfları temsil
eden seçmen grupları, Hindistan'da da örgütlü pasif direnişçiler
vardır. Buna karşılık, kadın olsun erkek olsun, insanların kimseye
zarar vermeyen zevklerinde özgür olmaları gerektiğini savunacak
örgütlü herhangi bir grup yoktur. Bu nedenle püritenler ciddi bir
muhalefetle karşılaşmamış; bu zalimliklerinin politik bir konu
olduğu düşünülmemiştir.
Püriteni, şu şekilde tanımlayabiliriz: bazı eylemlerin, başkaları
üzerinde
gözle görülür kötü bir etkisi olmasa bile, özünde günah olduğuna;
günah olduğu için de etkili her yolla -olanak varsa ceza yasası
ile, bu
olmazsa ekonomik baskıyla desteklenen kamuoyu yoluyla-
engellenmesi
gerektiğine inanan kişidir. Bu, eski çağlara ait bir görüştür;
belki de ceza
hukukunun doğuşu bu yüzdendir. Ancak başlangıçta yasaların faydacı
temeli ile bağdaşıyordu: bazı suçların, o suçları hoşgörü ile
karşılayan toplumlara karşı olan tanrıları öfkelendirdiğine, bu
nedenle de toplum için zararlı olduklarına inanılıyordu. Bu bakış
açısı Sodom ve Gomorrah (İncil'de
halklarının günahkarlığı yüzünden ilahi yangınla harap olan iki
komşu şehir.) hikayesinde somutlaşmıştır. Bu hikayeye inananlar, o
şehirlerin yok edilmelerine yol açan suçları cezalandıran
yasaları, faydacı nedenlerle haklı görebilirler.
Ancak günümüzde püritenlerden bile bu görüşe katılanlar azdır.
Londra
Piskoposu bile, Tokyo'daki depreme orada oturanların belirli bir
günahlarının
neden olduğunu ileri sürmedi. Bu nedenle söz konusu yasalar,
sadece intikam amaçlı ceza teorisi ile savunulabilir: bazı
günahlar, onları işleyenlerden başkasına zarar vermese de suçluya
acı çektirmeyi görevimiz yapacak kadar iğrençtirler. Bu görüş
Benthamizmin etkisiyle on dokuzuncu yüzyılda gücünü yitirmişti.
Ancak, liberalizmin gerilemesiyle yitirdiği önemi son yıllarda
yeniden
kazandı ve Ortaçağ'dakinden aşağı kalmayan bir acımasızlık
tehlikesi,
işaretlerini vermeye başladı.
Bu yeni hareket gücünü çoğunlukla Amerika'dan almaktadır ve
savaşın tek
galibinin Amerika olmasının sonuçlarından biridir. Püritenizmin
gelişimi
ilginçtir. On yedinci yüzyılda İngiltere'de kısa bir süre egemen
olmuş; ancak, sıradan vatandaş kütlesini öylesine bezdirmiştir ki,
onun tekrar hükümeti kontrol etmesine izin vermemişlerdir.
İngiltere'de baskı altında kalan püritenler Amerika'da önce New
England'da sonra da Orta Batı'da koloniler kurdular. Amerikan İç
Savaşı, İngiliz İç Savaşı'nın bir devamıydı. Güney eyaletleri
çoğunlukla püriten karşıtlarının yerleşim bölgesiydi. Ancak
İngiliz İç Savaşı'nın tersine, savaş püriten partisinin kalıcı
zaferiyle
sonuçlandı. Bunun sonucunda dünyanın en güçlü devleti Cromwell'in
Ironsidelarının görüşlerini miras alan kişilerin kontrolü altına
girdi.
Püritenizmin insanlığa yaptığı hizmetleri teslim etmeden sadece
kusurları
üzerinde durmak haksızlık olur. İngiltere'de on yedinci yüzyıldan
başlayarak son yıllara kadar krallığın ve aristokrasinin
despotluğuna karşı demokrasiden yana olmuştur. Amerika'da
kölelerin özgürlüğünü savunmuş ve Amerika'nın bütün dünyanın
demokrasi şampiyonu olmasına büyük katkıda bulunmuştur. Bunlar
insanlığa yapılan büyük hizmetlerdir; ancak geçmişte kalmışlardır.
Günümüzün sorunu, siyasal demokrasiden çok, azınlıklara özgürlük
verilmesi ile düzenin bağdaştırılmasıdır.
Bu sorun püritenizminkinden değişik bir bakış açısı, ahlaki
heyecandan
çok hoşgörü ve yaygın bir karşılıklı anlayış gerektirir. Yaygın
karşılıklı
anlayış püritenlerde hiçbir zaman güçlü olmamıştır. Püritenlerin
en önemli
zaferlerinden, yani İçki Yasağı'ndan söz etmeyeceğim. Her ne ise,
Yasak
karşıtları itirazlarını pek de bir ilke sorunu yapamazlar; çünkü
onların
da çoğunluğu, aynı ilke sorununa yol açan kokain yasağını
desteklerler.
Fanatikliğin her türüne olduğu gibi, püritenliğe yapılan pratik
itiraz,
bazı kötülükleri diğerlerinden çok daha kötü olarak niteleyip
onların ne
pahasına olursa olsun bastırılması gerektiğini savunmasıdır.
Fanatik bir
kişi, gerçekten kötü olan bir hareketin, eğer gerektiğinden fazla
şiddetle
bastırılacak olursa, daha da büyük başka kötülüklere yol açacağını
görmez.
Müstehcen yayınlara karşı konulmuş olan yasayı buna bir örnek
olarak
gösterebiliriz. Hiç kimse müstehcenlikten hoşlanmanın aşağılık bir
şey
olduğunuya da bu yayınların zarar verdiğini reddetmez. Ancak, bu
yayınlar
yasa yoluyla ortadan kaldırmaya kalkışılırsa birçok değerli şey de
onunla
birlikte yasaklanmış olur. Birkaç yıl önce, ünlü bir Hollandalı
ressamın
bazı resimleri bir İngiliz müşteriye postayla gönderilmişti. Posta
idaresi
yetkilileri, onları iyiden iyiye inceleme zevkine erdikten sonra,
müstehcen
olduklarına karar verdiler (Devlet memurlarının sanat
değerlerinden anlaması
da beklenemez). Bu nedenle onları imha ettiler; müşteri de hiçbir
tazminat
alamadı.
Yasa, posta idaresine postayla gönderilen şeylerden müstehcen
bulduklarını imha yetkisi vermektedir; kararlarına itiraz da
edilemez. Püriten yasalarla ilgili sakıncalara daha önemli bir
örnek de doğum kontrolüdür. "Müstehcen"liğin kesin bir yasal
tanımlamaya elverişli olmadığı ortadadır. Mahkemelerdeki
uygulamada bu, "yargıcı şoke eden herhangi bir şey" anlamına
gelmektedir. Doğum kontrolü konusundaki bilgiler pahalı bir
kitapta uzun sözcükler ve dolambaçlı tümcelerle verilmişse sıradan
bir yargıç bundan şoke olmaz ama ucuz bir broşürde eğitimsiz
insanların anlayacağı sade bir dille anlatılmışlarsa durum
farklıdır. Bu yüzden, günümüz İngiltere'sinde doğum kontrolü
konusundaki bilgiler eğitim görmüş insanlara verilirse yasaldır;
yoksul kesime verilirse de yasalara aykırıdır. Oysa bu bilgiler en
çok yoksul kesim için önemlidir. Görülüyor ki, tıp kitapları gibi
birkaç belirli konu hakkında yayınlanmış olanları dışında yasa,
yayınlanan eserin amacını hiç dikkate almıyor. Yalnız şuna
bakılıyor: eğer bu kitap edepsiz bir çocuğun eline geçerse ona
zevk verir mi? Eğer verirse, içerdiği bilgilerin sosyal bakımdan
önemi ne olursa olsun, hemen yok edilmelidir. Bunun sonucu olarak
zorla yaratılan bilgisizliğin verdiği zarar akıl almaz ölçüdedir.
Yoksulluk, kronik kadın hastalıkları, sakat çocuk doğumları, aşırı
nüfus artışı, püriten yasa koyucularca, birkaç yaramaz çocuğun
olası zevklerinden daha önemsiz kötülüklerdir.
Yürürlükte olan yasanın yeterince etkili olmadığı da
düşünülmektedir. The
Times gazetesinin 17 Eylül 1923 tarihli sayısında yazıldığı gibi,
Milletler
Cemiyeti'nin gözetiminde düzenlenen Müstehcen Yayınlar
Uluslararası
Konferansı, Amerika'da ve Milletler Cemiyeti'ne üye bütün
ülkelerde
yasaların daha sertleştirilmesi yolunda tavsiye kararı almıştır.
Anlaşıldığına göre bu hayırlı çalışmanın en gayretli üyesi de
İngiliz
delegesidir. Çok geniş kapsamlı yasalar için gerekçe olarak
kullanılan bir
başka konu da beyaz kadın ticaretidir. Buradaki gerçek kötülük çok
ciddidir ve tam anlamıyla ceza hukuku kapsamına girer. Gerçek
kötülük, cahil genç kadınların yalan vaatlerle yoldan çıkarılıp,
sağlıklarının çok ciddi
tehlikelere açık olduğu, kölelik koşullarına sürüklenmeleridir.
Bu, temelde
bir Çalışma sorunudur.
İşyeri Güvenliği Yasası'nda Yük Vagonları Yasası'nda
olduğu gibi ele alınmalıdır. Ancak bu konu, beyaz kadın ticareti
kötülüklerinin hiç söz konusu olmadığı durumlarda da kişisel
özgürlüklere
yapılan çirkin müdahalelere mazeret olarak kullanılmıştır. Birkaç
yıl önce
İngiliz gazetelerinde birisinin bir fahişeye aşık olup onunla
evlendiği
haberi çıkmıştı. Habere göre, bir süre mutlu yaşadıktan sonra
kadın eski
mesleğine dönmeye karar verir. Bunu ona kocasının önerdiği ya da
bu işi
onayladığını belirten hiçbir kanıt yoktur; sadece, kocasının hemen
kavga çıkarıp onu kapı dışarı atmadığı bilinmektedir. Adam bu
suçundan
dolayı kırbaçlanıp hapse atılmış, cezası da o zamanlar yeni
yasalaşmış olan ve hala yazılı yasalar sicilinde yer alan bir
yasaya göre verilmiştir.
Amerika'ya gelince, benzer bir yasaya göre metres tutmak yasaya
aykırı
değil ama onunla bir eyaletten bir başkasına seyahat etmek yasaya
aykırıdır. Bir New Yorklu, metresini Brooklyn'e götürebilir ama
Jersey
City'ye götüremez. Sade vatandaş için bu iki eylem arasındaki
ahlaksızlık farkını anlamak zordur.
Milletler Cemiyeti de bu konuda daha sert yasalar getirilmesine
çalışmaktadır. Bir süre önce Milletler Cemiyeti Komisyonu'ndaki
Kanada
delegesi, yaşı ne olursa olsun bir kadının, kocası ya da anne veya
babasından biri eşlik etmedikçe, vapur yolculuğu yapmasına izin
verilmemesini önerdi. Bu öneri kabul edilmedi; ancak hangi yolda
ilerlediğimizi çok iyi gösteriyor. Bu tür eylemler bütün kadınları
"beyaz köle"ye indirgemektedir. Kadınlar, bazılarının
"ahlaksızlık" amacıyla kullanma riski olmadan, hiçbir özgürlüğe
sahip olamazlar. Bu reformcuların tek mantıksal amacı çarşaf peçe
olabilir.
Püriten görüşe karşıt olarak ileri sürülen daha genel bir görüş
daha var.
İnsan doğası değişmediği sürece, insanlar yaşamdan biraz zevk
almak
arzusundan vazgeçmezler. Zevkleri, pratik olarak, kabaca iki gruba
ayırabiliriz: temelde duygulardan kaynaklananlar ve temelde
zihinsel
olanlar. Geleneksel bir ahlakçı birincileri aşağılayarak ikinci
tür zevkleri
üstün tutar; ya da daha doğrusu, ikincileri zevk olarak
düşünmediği için
aşağılar. Onun bu sınıflandırması, kuşkusuz, bilimsel açıdan
savunulamaz;
zaten çoğu durumda kendisi de kuşku içindedir. Sanattan duyulan
haz duygusal mıdır, yoksa zihinsel mi? Platon ve bazı rahipler
gibi gerçekten
hoşgörüsüzce, sanatı in toto (tümüyle) reddeder.
Az çok geniş görüşlü ise, bir "ruhani amaç"a yönelik olması
koşuluyla,
sanatı hoşgörüyle karşılar; bu da genellikle kalitesiz sanat
demektir.
Tolstoy bu görüştedir. Evlilik de başka bir sorunlu konudur. Katı
ahlakçılar
onu esefle karşılarlar; daha az katı olanlar, genellikle hoş
olmadığı
için överler; hele onu çözülemez yapmayı başarmışlarsa.
Ancak, benim üstünde durmak istediğim nokta bu değil. Bu, bir
püritenin
elinden gelen her şeyi yaptıktan sonra geriye kalan zevklerin,
mahkum ettiği zevklerden daha zararlı olduğunu belirtmek
istiyorum.
Kendimize zevk veren şeylerden sonra en çok keyiflendiğimiz şey,
başkalarının zevk almasını önlemek; ya da daha genel olarak, güç
sahibi olmaktır. Sonuçta, püritenizmin egemenliği altında
yaşayanlar güç sahibi
olmaya aşırı düşkün olurlar. Halbuki güç duygusu, içkiye ya da
püritenlerin
karşı olduğu herhangi bir şeye düşkün olmaktan çok daha fazla
kötülüğe yol açar. Doğaldır ki, güçlü olma tutkusu erdemli
kişilerde kendini iyilik yapma tutkusu şeklinde gizler. Ancak
bunun sosyal etkileri pek az farklıdır; bu, kurbanlarımızı,
düşmanımız oldukları için değil, günahkar oldukları için
cezalandırıyoruz demekten başka bir şey değildir. Her iki durumda
da sonuç zulüm ve savaştır.
Ahlaki öfke çağdaş dünyanın en zararlı kuvvetlerinden biridir.
Daha da
kötüsü, bu gücün propagandayı elinde tutanlarca kötü amaçlar için
saptırılabilmesidir.
Sanayinin gelişmesiyle ekonomik ve siyasal örgütlenmenin artması
da
kaçınılmaz olmuştur. Eğer sanayileşme bir çöküntüye uğramazsa,
daha
da artması kaçınılmaz olacaktır. Dünya gittikçe daha
kalabalıklaşmakta,
komşularımıza bağımlılığımız da gittikçe daha güçlü hale
gelmektedir.
Bu koşullar altında toplumu açıkça ilgilendirmeyen konularda
birbirimizin
işine karışmamayı öğrenmezsek yaşam dayanılmaz olacaktır.
Birbirimizin özel yaşamına saygı duymayı ve ahlak ölçütlerimizi
başkalarına zorlamamayı öğrenmek zorundayız. Püritenler kendi
ahlak ölçütlerinin yegane ahlak ölçütü olduğunu düşünürler. Başka
çağların, başka ülkelerin, hatta kendi ülkelerindeki başka
grupların, kendilerininkinden farklı ahlak ölçütleri olduğunu;
kendilerinin püriten olmaya hakları olduğu kadar onların da kendi
ölçütlerini seçmeye hakları olduğunu anlamamaktadırlar. Ne yazık
ki, kendi zevklerinden vazgeçmenin doğal bir sonucu olan güç
tutkusu püritenleri başkalarından daha etkili kılmakta; onların
karşı durmalarını zorlaştırmaktadır. Umalım ki daha kapsamlı bir
eğitim ve insan doğası hakkında daha çok bilgi sayesinde bizim
pek erdemli efendilerimizin hızı giderek azalsın.
Politikada Kuşkuculuk Gereksinimi
Dünyanın İngilizce konuşan bölümünün tuhaf özelliklerinden biri de
siyasal partilere olan olağanüstü ilgi ve güvendir. İngilizce
konuşan
insanların çok büyük bir bölümü, belirli bir partinin iktidarda
olması
durumunda çektikleri sıkıntıların çözümleneceğine gerçekten
inanır. Sarkacın salınımının nedeni budur. Bir kişi bir partiye oy
verirama mutsuzluğu sürer; bunun üzerine de milleniumu
(Kıyametten önceki, mutluluk ve refahın süreceğine inanılan bin
yıllık dönem. (ç.n.) getirecek olanın öteki parti olduğu sonucuna
varır. Bütün partilerin büyüsünden kurtulduğunda ise artık ölümün
eşiğinde yaşlı bir kimsedir; gençliğinin inancını oğlu devam
ettirir ve tahterevalli hareketi böylece sürüp gider.
Eğer politikada işe yarar bir şeyler yapmak istiyorsak politik
sorunlara
tamamen değişik bir açıdan bakmamız gerektiğini belirtmek isterim.
Demokrasilerde bir parti iktidara gelmek için ulusun çoğunluğunun
ilgi
duyacağı çağrılar yapmak zorundadır. Tartışmalarımız sırasında
açıklanacak olan nedenlerden dolayı, şimdiki demokratik sistemde
geniş
ölçüde başarılı olan bir çağrının zarar getirmemesi neredeyse
olanaksızdır.
Bu nedenle, büyük bir siyasal partinin yararlı bir programa sahip
olması pek olası değildir. Eğer yararlı yasalar çıkarılacaksa
bunların parti-hükümeti
dışında bir mekanizma ile çıkarılması zorunludur. Böyle bir
mekanizmanın
demokrasi ile nasıl bağdaştırılacağı da günümüzün en öncelikli
sorunlarından birisidir.
Günümüzde politik sorunlar konusunda birbirinden çok farklı iki
tür uzman
vardır. Bir yanda partilerin politikacıları; öte yanda da
çoğunlukla
bürokrat olan uzmanlar ve onlarla birlikte ekonomistler, finans
kesimi, tıp
bilimcileri, vb. Bu iki uzman sınıfının her birinin özel
becerileri vardır.
Politikacının becerisi insanları, kendi yararlarına olduğuna
inandıracak
şeylerin ne olduğunu kestirmek; uzmanların becerisi ise, halkın
inandırılması koşuluyla neyin gerçekten yararlı olduğunu
saptamaktır. (Bu koşul elzemdir; çünkü, değerleri ne olursa olsun
büyük tepkilere yol açan önlemler nadiren yarar sağlar.)
Demokrasilerde politikacının gücü, sokaktaki adama doğru gibi
görünen fikirlere sahip çıkmasına bağlıdır. Politikacılardan,
uzmanlarca isabetli bulunan fikirlerin iyi fikirler olduğunu
savunma yüce gönüllülüğünü beklemek boşunadır. Çünkü bunu
yaparlarsa meydanı başkalarına kaptırırlar. Öte yandan,
başkalarının ne düşündüklerini kestirmek için gerekli olan
sezgisel beceri, bizzat kendi fikirlerini oluşturma konusunda
becerileri olduğu anlamına gelmez. Bu nedenle en yetenekli
olanlarının çoğu (parti politikacılığı bakımından), çoğunluğun iyi
saydığı ama uzmanların kötü olduğunu bildiği önlemleri içtenlikle
savunmak durumunda kalırlar. Bu nedenle politikacılara, kaba
deyimiyle rüşvet almamayı öğütlemek dışında tarafsız olmaları
yolunda uyarılarda bulunmanın hiçbir yararı yoktur.
Parti politikacılığının var olduğu her yerde bir politikacının
çağrısı
belli bir kesime, rakibinin çağrısı da karşıt kesime yöneliktir.
Politikacının başarısı kendi kesimini çoğunluğa dönüştürmesine
bağlıdır.
Bütün kesimlere aynı ölçüde çekici gelecek önlemler öteki
partilerce de
benimsenebilecek; bu nedenle de parti-politikacısına bir yararı
olmayacaktır.
Sonuçta politikacı bütün dikkatini, rakibini destekleyenlerin
çekirdeğini
oluşturan kesimin hoşlanmadığı önlemler üzerinde yoğunlaştırır.
Bundan
başka, bir öneri her ne kadar övgüye değer olursa olsun, meydan
konuşmalarında sokaktaki adama inandırıcı gelecek mantıktan yoksun
ise onun politikacıya bir yararı olmaz.
Böylece, parti politikacılarının ağırlıkla vurguladıkları önlemler
şu iki
koşulu yerine getirmek zorundadır: (1) Ulusun bir kesiminin
yararına hizmet
ediyor görünmelidirler; (2) Bunun için verilen kanıtlar
olabildiğince basit
olmalıdır. Kuşkusuz bu hususlar savaş hallerinde geçerli değildir.
Çünkü o
zaman dış düşmanlarla olan anlaşmazlıklar karşısında parti
anlaşmazlıkları
askıya alınır. Savaş sırasında politikacının hüneri normal
politikadaki
kararsız seçmenin yerine geçen tarafsız ülkelere yönelir.
Beklendiği
gibi son savaş, demokrasinin tarafsızlara hitap etme konusunda
harika bir
eğitim sağladığını gösterdi. Savaşı demokrasinin kazanmasının
başlıca nedenlerinden biri de bu olmuştur. Gerçi barışı
kaybetmiştir; ama bu başka bir konudur.
Politikacıların özel becerisi hangi tutkuların en kolay tahrik
edilebileceklerini, tahrik olunduklarında da politikacının
kendisine ve
çevresine vereceği zararın nasıl önleneceğini bilmekten ibarettir.
Politikada da para için geçerli olana benzer bir Gresham Yasası
vardır:
Bunlardan daha yüce hedefleri amaçlayan kimseler bir kenara
atılırlar
-ihtilallerde olduğu gibi idealizmin güçlü bir kişisel hırsla
birleştiği
hareketlerin yer aldığı ender zamanlar dışında. Dahası,
politikacılar, rakip
gruplara bölünmüş olduklarından ulusu da bölmeye çalışırlar; eğer
savaşta
ulusu başka bir ulusa karşı birleştirme şanslılığına
erişmemişlerse. Bu
kimseler "anlamı olmayan ses ve öfke" düsturuyla yaşarlar.
Açıklaması zor
olan, veya bölünme (uluslar arasında veya bir ulus içinde)
içermeyen ya da
politikacıların bir sınıf olarak gücünü azaltacak hiçbir şey
üzerine
eğilemezler.
Uzman'a gelince, ilginç denecek ölçüde değişik bir tiptir. Kural
olarak,
politik güç amaçlayan bir kimse değildir. Politik bir soruna karşı
doğal tepkisi, neyin popüler olacağını değil, neyin yararlı
olacağını
araştırmaktır. Belirli konularda olağanüstü teknik bilgi
sahibidir. Bir
kamu görevlisi ise veya büyük bir işletmenin başında bulunuyorsa,
bireyler
hakkında hayli deneyimlidir; nasıl davranacaklarını iyi
değerlendirir.
Bütün bunlar olumlu özelliklerdir ve uzmanlık alanına giren
konulardaki
görüşlerinin saygıyla karşılanmasını sağlar.
Ancak, genellikle, bunlara karşılık oluşturan bazı kusurları da
vardır.
Özel konularda uzman olduğundan bölümünün önemini abartabilir.
Eğer uzman bir dişçiye, bir göz hastalıkları uzmanına, bir kalp
uzmanına,
bir akciğer uzmanına, bir sinir uzmanına vb. ardı ardına
giderseniz
onların her biri size kendi alanlarındaki rahatsızlıkların nasıl
önleneceği
hakkında değerli öğütler verirler. Eğer hepsinin de öğütlerini
yerine
getirirseniz yirmi dört saatinizin tümünü sağlığınızı korumakla
geçirir, bu
sağlığınızdan yararlanmaya ise hiç zamanınızın kalmadığını
görürsünüz.
Politika uzmanlarıyla da kolaylıkla aynı şey olabilir; hepsinin
sözü
dinlenirse ulusun normal yaşamını sürdürmeye vakti kalmaz.
Becerikli kamu görevlisinin ikinci bir kusuru onun perde
arkasından ikna
yöntemini kullanmak zorunda olmasından kaynaklanır. Ya insanları
makul olmaya ikna olasılığını aşırı abartacaktır; ya da sinsi
yöntemlerle
politikacıları, ne yaptıklarını anlamadan çok önemli yasaları
geçirmeye ikna
edecektir. Bürokrat genellikle birinci hatayı gençliğinde
ikincisini de
orta yaşlılıkta yapar.
Uzmanın üçüncü bir kusuru, eğer yönetici yetkilerine sahipse,
popüler
tutkuları değerlendirememesidir. Bir komisyonun önerilerini
genellikle iyi
anlar; ancak bir kalabalığı anlayamaz. İyi niyetli ve bilgili
herkesin
yararlı olduğunu kabul edeceği bir önlem saptadığında şunu göremez
ki, eğer bu önlem halk önünde açıkça savunulursa, ondan zarar
görecek güçlü kişiler halkı, söz konusu öneriyi savunan kişiyi
linç etmeye varacak bir ölçüde galeyana getirebilir.
Söylendiğine göre, Amerika'da büyük patronlar sevmedikleri
kişilerin
peşine detektif takarlar, ve eğer kişi olağanüstü uyanık değilse,
kısa
sürede onu yola getiren düzenler çevirirlermiş. Tabii sonunda o
kişi ya
politikasını değiştirmek zorunda kalır ya da basında ahlaksız bir
insan
olarak teşhir edilir. İngiltere'de bu yöntemler henüz o ölçüde
gelişmiş
değildir; ancak olasıdır ki çok geçmeden gelişecektir. Hiçbir
kötülük
olmadığı zaman bile, çoğu kez toplumsal heyecan, hazırlıksız
olanları
şaşırtacak ölçülere varır.
Herkes Hükümet'in giderlerini azaltmasını genellikle ister; ancak
hiçbir
kısıntı çoğunlukça hoş karşılanmaz; çünkü bazı kimseler işlerini
kaybederler ve halkın sempatisini toplarlar. Çin'de on birinci
yüzyılda
Whan An Shih adında bir kamu görevlisi vardı. İmparatoru ikna
ettikten
sonra sosyalizmi getirme işine girişti. Ancak düşüncesiz bir
anında
okumuşlar takımını (o günün Northcliffe" Yayıncılarını)
gücendirdi, yerinden
uzaklaştırıldı ve modern zamanlara kadar, bütün Çin tarihçileri
tarafından
kınandı. Dördüncü bir kusur bununla bağlantılıdır; yani
uzmanların, alınacak
yönetimsel önlemlerin halk tarafından kabul görmesinin önemini
küçümsemeleri ve halka hoş gelmeyen bir yasanın uygulama
zorluklarını
bilmezlikten gelme eğiliminde olmaları. Tıp adamları, iktidarda
olsalar,
yapacakları yasalara uyulmak koşuluyla, bulaşıcı hastalıkları yok
edici
çareleri bulabilirler. Ancak yasalar kamuoyunun çok ilerisinden
giderse onlardan kaçınma yolları bulunur. Savaş sırasında
yönetimin kolay
olması insanların savaşı kazanmak için çok şeyi kabullenmeleri
sayesinde gerçekleşmiştir; halbuki normal barış yasalarının böyle
güçlü bir
çekiciliği yoktur.
Hemen hiçbir uzman salt tembelliği ve ilgisizliği yeterince hesaba
katmaz. Bariz tehlikelerden kaçınma zahmetine bir ölçüde
katlanırız; ancak,
yalnız uzmanın görebileceği tehlikeler için bunu yaptığımız pek
söylenemez. Parayı sevdiğimizi düşünürüz; yaz saati uygulaması da
bize her yıl milyonlar kazandırır. Fakat bir savaş önlemi olarak
zorunlu kalıncaya kadar bunu uygulamadık. Alışkanlıklarımızı
gelirimizden daha çok seviyoruz; çoğu kez hayatımızdan da çok.
Bazı alışkanlıklarımızın
zararları konusunda kafa yoran bir insana bu durum inanılmaz
gelir.
Uzmanların çoğu galiba şunu fark edemiyorlar: eğer yönetim gücüne
sahip olurlarsa güdüleri onları zorbalığa yöneltecek ve şimdiki
sevimlilik
ve yüce fikirliliklerini yitireceklerdir. Koşulların karakterleri
üzerindeki etkisini çok az kimse önleyebilir.
Bütün bu nedenlerden dolayı, iktidarı bürokratlara devrederek
politikacılarımızın kötülüklerinden kolayca kurtulamayız. Ancak
yine de
gittikçe daha karmaşık hale gelen toplumumuzda uzmanların
şimdikinden daha etkili olmaları zorunlu görünüyor. Günümüzde
güçlü içgüdüsel istemler ile sınai gereksinimler arasında şiddetli
bir çatışma var. Gerek kişisel, gerek maddi çevremiz sanayileşme
ile birlikte birdenbire değişti. İçgüdülerimiz ise pek değişmemiş
olsa gerek; düşünce alışkanlıklarımızı bu değişik koşullara göre
uyarlamak için de hemen hiçbir şey yapılmadı. Çalışma odalarında
kunduz besleyen akılsız kişiler, yağışlı hava yaklaşırken, yaşam
ortamları dere kenarları olan kunduzların kitaplarla su setleri
yaptıklarını görürler. Bizler de yeni çevremizle neredeyse aynı
uyumsuzluğu yaşıyoruz. Eğitim sistemimiz bize hala Homeros çağında
biyolojik açıdan yararlı olan özelliklere, şimdi zararlı ve saçma
olduklarına aldırmadan, hayranlık duymayı öğretiyor. Her başarılı
politik hareket içgüdüsel olarak kıskançlığı, rekabeti veya
nefreti körüklüyor; asla işbirliğine olan gereksinimi değil. Bu
bizim bugünkü politik yöntemlerimizin doğasında vardır; endüstri
öncesi alışkanlıklarla da uyum içindedir. İnsanların bu konudaki
düşünce alışkanlıkları ancak bilinçli bir gayretle
değiştirilebilir.
Bahtsızlığı bir başkasının kötü niyetine atfetmek doğal bir
eğilimdir;
fiyatlar düştüğünde de vurguncunun neden etkisiz olduklarını
sorgulamaz.
Ücretlerin ve fiyatların beraberce inip çıktığını da görmez. Eğer
kendisi
bir sermayedarsa ücretlerin düşmesini, fiyatların yükselmesini;
eğer işçi ise tersini ister. Para konularında uzman olan birisi
vurguncuların, sendikaların ve sıradan işverenin bu olanlarla pek
az
ilişkisi olduğunu açıklamaya çalışırsa herkesi öfkelendirir; tıpkı
Alman
zulmünden kuşku duyan birisiymiş gibi. Düşmanımızın elimizden
alınmasından hoşlanmıyoruz; acı çektiğimiz zaman nefret
edecek birilerini arıyoruz. Acıları akılsızlığımız yüzünden
çektiğimizi düşünmek bile çok düş kırıcı; fakat insanlığı bir
bütün olarak aldığımızda
gerçek bu. Bu nedenle de hiçbir siyasal parti nefret dışında bir
itici güce sahip olamıyor; suçlayacak birilerinin olması
gerekiyor. Eğer falancanın kötülüğü acılarımızın tek nedeni ise
onu cezalandıralım, mutlu oluruz. Bu tür politik düşüncenin en
çarpıcı örneği Versailles Antlaşması'dır. Ama çoğu kişi Almanların
yerini alacak yeni bir günah keçisi aramaktadır.
Bu noktayı uluslararası sosyalizmi savunan iki kitabı
karşılaştırarak açıklayacağım: Marx'ın Kapital ve Salter'in Allied
Shipping Control
(Müttefik Deniz Taşımacılığı) (Sir Arther Salter kuşkusuz
kendisine sosyalist demez; ama yine de öyledir) eserleri. Bu iki
kitabın, sırasıyla, ekonomik değişim yanlısı olan bir politikacı
ile bir kamu görevlisinin yöntemlerini temsil ettiğini
varsayabiliriz. Marx'ın amacı, sonunda bütün
partileri bastıracak bir parti yaratmakken Salter'in amacı da
mevcut sistem içinde yetkilileri etkilemek ve toplumun yararı savı
ile kamuoyunu
değiştirmektir.
Marx, sonuç olarak, kapitalizm düzeninde ücretle çalışanların
korkunç yoksulluk çektiğini kanıtlar. Komünizm altında hiç acı
çekmeyeceklerini veya daha az çekeceklerini kanıtlamaz,
kanıtlamaya da çalışmaz. Bu, gerek üslubundan gerek bölümlerin
sıralanmasından açıkça anlaşılan bir varsayımdır. İşçi sınıfı
önyargısıyla kitabı okumaya başlayan bir okuyucu,
okudukça bu varsayımı paylaşacak ve onun kanıtlanmadığını hiç fark
etmeyecektir. Marx ahlaki sorunlara ilişkin düşüncelerin sosyal
gelişme ile herhangi bir ilgisi olduğunu kesinlikle reddeder; bu
gelişmenin Ricardo
ve Malthus tarafından öne sürüldüğü gibi acımasız ekonomi
yasalarından kaynaklandığını varsayar. Ancak Ricardo ve Malthus bu
acımasız yasaların kendi sınıflarına mutluluk, çalışan sınıfa da
sefalet getirdiğini söylemişlerdi;
Marx ise, Tertullian gibi, kendi sınıfı sirklerde gönül
eğlendirirken burjuvaların yerlerde köpekler gibi uluyacağı bir
gelecekten haberler verir.
Marx her ne kadar insanları iyi ya da kötü olarak ayırmamış,
onları sadece ekonomik etkenlerin şekillendirdiğini ifade etmişse
de gerçekte burjuvaları kötü kişiler olarak göstermiş, ücret
erbabında onlara karşı şiddetli bir nefret uyandırmaya
çalışmıştır. Marx'ın Kapital'i temelde Bryce Raporu gibi, düşmana
karşı savaş ateşini körüklemeyi amaçlayan vahşet öykülerinin
bir koleksiyonudur. Doğal olarak, düşmanın da savaş ateşini
körükler; böylece de çıkacağını haber verdiği sınıf savaşını
başlatır. Marx büyük bir politik güç olmaya, nefreti körüklemesi
ve kapitalistleri ahlaki bakımdan iğrenç kişiler olarak göstermeyi
başarması sayesinde ulaştı.
Salter'in Allied Shfipping Control kitabında ise bununla taban
tabana zıt bir hava görüyoruz. Salter'in, uluslararası sosyalizm
sisteminin uygulamasıyla bir süre ilgilenmiş olmak gibi Marx'da
bulunmayan bir avantajı vardır. Bu
sistem kapitalistleri öldürmek değil, Almanları öldürmek
arzusundan ortaya çıkmıştır. Ancak ekonomik konularda Almanlar söz
konusu olmadıklarından, Salter'in kitabında arka planda kalırlar.
Ekonomik
sorun, askerlerin, savaş gereçlerini imal eden işçilerin ve bu
gereçlere hammadde sağlayanların çalıştırılmayıp, toplumun geri
kalan bölümünün bütün işleri yapmak zorunda kalması gibi bir
durumda karşılaşılacak olan
sorunla aynıydı veya başka bir ifadeyle, sanki birdenbire
herkesin daha önce çalıştığının yarısı kadar çalışması
emredilmişti.
Savaş deneyimi bu soruna teknik bir çözüm getirmişse de psikolojik
bir çözüm getirmemişti. Çünkü savaş, barış zamanında yapılacak
işbirliği için, savaş yıllarında Almanlara karşı duyulan nefret ve
korkunun yol açtığı ölçüde destek verecek bir güdü
sağlayamamıştır.
Salter şöyle demektedir (sayfa 19):
"Şu anda profesyonel iktisatçıların, dikkatlerini üzerinde her
şeyden çok yoğunlaştırmaları gereken şey herhalde savaş döneminin
gerçek sonuçlarının araştırılmasıdır; bu soruna devlet
kontrollerine ilke olarak yandaş veya karşıt olma gibi önyargılar
taşımadan, tam bilimsel bir
açıdan yaklaşmalıdırlar. İlk ağızda ele alacakları olgular normal
ekonomik sisteme en azından bir meydan okuma oluşturacak kadar
çarpıcıdır. Sonuçlarda çeşitli etkenlerin katkısı olduğu bir
gerçektir... Önyargısız profesyonel bir araştırma bunların ve daha
başka etkenlerin ağırlığını tam
olarak saptayabilir; belki de yeni örgütleme yöntemlerinden yana
çok şeyler bulabilir. Bu yöntemlerin savaş koşullarında sağladığı
başarı tartışma götürmez. Ilımlı bir değerlendirme ile ve savaştan
önce boş gezen kişilerin üretimini de dikkate alarak denebilir ki,
ülkenin üretim gücünün yarısı ile üçte ikisi arasında bir bölümü
savaşa veya savaşa yardımcı hizmetlere ayrılmıştı.
Ancak yine de bütün savaş süresince İngiltere her türlü askeri
çabayı sürdürdü; sivil halkın geçim standardını da dayanılamayacak
ölçüde düşük olmayan bir düzeyde bazı dönem ve bazı sınıflar için
ise belki de barış zamanındaki kadar rahat olan bir düzeyde tuttu.
Ülke bunu, başka
ülkelerden hiçbir yardım almadan yaptı. Ödünç alınmış para ile
Amerika'dan yaptığı dışalım, müttefiklerine ödünç verdiği parayla
yaptığı dışsatımdan çok daha az oldu. Görüldüğü gibi, hem cari
savaş tüketimini hem sivil halkın cari tüketimini üretim gücünün
geri kalanıyla, cari üretimiyle karşıladı."
Barış zamanındaki normal ticaret sistemini tartışırken de şunları
söylüyor (sayfa 17):
"Barış-zamanı ekonomik sisteminin temeli, hiçbir bilinçli
yönlendirme ve kontrolün olmayışıdır. Savaş koşullarının yarattığı
zorlayıcı gereksinimler için bu sistemin, en azından o koşullarda
ciddi biçimde yetersiz olduğu ortaya çıktı. Yeni standartlara
göre, bilinçsiz ve savurgan kalıyordu. Çok
az üretiyordu, yanlış şeyler üretiyordu ve onları yanlış kişilere
dağıtıyordu."
Savaşın baskısıyla yavaş yavaş oluşturulan sistem, 1918'de bütün
önemli özellikleriyle, tam bir uluslararası sosyalizm haline
geldi. Birlikte
hareket eden müttefik devletler gıda ve hammaddelerin tek alıcısı
oldu; yalnız kendi ülkelerine değil tarafsız Avrupa ülkelerine de
neyin ithal edileceği hakkında tek karar organı haline geldiler.
Hammaddeyi kontrolleri altındaki fabrikalara istedikleri gibi
dağıttıkları için üretimi de kesin olarak
kontrolleri altına aldılar. Gıda maddeleri konusunda ise perakende
dağıtımı bile düzenlediler. Yalnız fiyatları değil miktarları da
onlar saptıyorlardı. Yetkilerini temel olarak Müttefik Deniz
Nakliyat Konseyi kanalıyla kullanıyorlardı; bu Konsey de sonuç
olarak hemen hemen tüm deniz nakliyatını yönetiyor, dolayısıyla da
dışalım ve dışsatım koşullarını dikte
edebiliyordu. Böylece, bu sistem bütün özellikleriyle daha çok dış
ticarette uygulanan bir uluslararası sosyalizm oluşturuyor ve bu
da siyasal sosyalistler için en büyük sıkıntıyı yaratıyordu.
Bu sistemin tuhaf bir yanı da kapitalistlerin muhalefetini
çekmeksizin getirilmiş olmasıydı. Toplumun hiçbir önemli kesiminin
ne pahasına
olursa olsun muhalefetini davet etmemek savaş dönemi politikasının
gerekli bir özelliğiydi. Örneğin, deniz taşımacılığında en büyük
sıkışıklığın
yaşandığı dönemde sivil toplumda hoşnutsuzluk yaratmak
korkusuyla, gıda maddelerinde değil, savaş malzemesinde kesinti
yapılması gerektiği savunuldu.
Kapitalistleri dışlamak çok tehlikeli olabilirdi; gerçekten de
yeni sisteme dönüşüm ciddi bir sürtüşme olmadan gerçekleştirildi.
Tutum "falan kesimler kötüdür, cezalandırılmaları gerekir" yerine
"barış zamanındaki sistem verimsizdi; herkese en az sıkıntı
verecek yeni bir sistem oluşturulmalıdır" şeklinde oldu. Ulusal
tehlikenin baskısı altındayken, hükümetin gerekli gördüğü
önlemlerin onaylanmasını sağlamak normal dönemlerdeki kadar zor
değildi. Normal zamanlarda bile, eğer önlemler sınıf karşıtlığı
yerine bir idareci bakışıyla sunulurlarsa kabul görmeleri daha az
zorlukla karşılaşır.
Savaşta edinilen idari deneyimlere göre, sosyalizmden beklenen
avantajların birçoğunun, hükümetin hammaddeleri, dış ticareti ve
bankacılığı kontrol altına almasıyla elde edilebileceği
görülmektedir.
Bu bakış açısı Lloyd'un Stabilizations (İstikrar) adlı değerli
kitabında
işlenmiştir. Bu kitap, problemin bilimsel açıdan incelenmesi
konusunda
kesin bir ilerleme sayılabilir; savaş koşullarının kamu
görevlilerini
yapmak zorunda bıraktığı deneylerin bu alanda büyük yardımı
olmuştur.
Pratik açıdan Sir Arthur Salter'in kitabındaki en ilginç şeylerden
biri,
uygulamada da en iyi sonuçları veren uluslararası işbirliği
yöntemlerinin analizidir. Ülkelerin tek tek kendi başlarına her
sorunu ele
almaları, sonra da diplomatik temsilciler aracılığıyla diğer
devletlerle pazarlığa girişmeleri usulden değildi. Uygulama her
sorun
için ayrı bir uluslararası uzmanlar komitesi oluşturmak
şeklindeydi;
sonunda görüş ayrılıkları uluslar arasında değil, mal gurupları
arasında
oluyordu. Buğday komitesi kömür komitesiyle, vb. mücadele ediyor;
ancak her biri hakkındaki tavsiye kararları müttefik ülkelerin
uzman temsilcileri
arasında yapılan müzakereler sonunda alınıyordu.
Gerçekte durum, Yüksek Savaş Konseyi'nin olağanüstü yetkileri
dışında
hemen hemen bir uluslararası sendikalizm gibiydi. Bundan alınacak
ders
şudur: Başarılı bir uluslararası işbirliği isteniyorsa, bu, ulusal
kuruluşların birbiriyle çatışan istemlerini bağdaştıracak tek bir
uluslararası yüksek kuruluş yerine, her konuda ayrı ayrı
uluslararası örgütlenmeye gidilerek gerçekleştirilmelidir.
Saltex'in kitabını okuyan herkes, savaş sırasında müttefikler
arasında
kurulan böyle bir uluslararası hükümetin, barış zamanında dünya
çapında
kurulması durumunda hemen tüm dünya nüfusunun maddi, fikri ve
ahlaki
yönlerden yaşam düzeyini yükselteceğini hemen görecektir. Bu,
işadamlarına zarar vermez; son üç yılın karlarının ortalaması,
onlara emekli maaşı gibi, sürekli gelir olarak vaat edilebilir.
İşsizliği, savaş korkusunu,
yoksulluğu, kıtlığı ve aşırı üretimi önler. Bu sav ve yöntem Mr.
Lloyd'un
kitabında açıklanmıştır. Ancak aşikar ve evrensel olan bu
avantajlara
rağmen, bu tür bir şeyin gerçekleşmesi umudu, eğer olanaklıysa,
evrensel
devrimci sosyalizmin kurulmasından da çok daha uzak bir
olasılıktır.
Devrimci sosyalizmin karşılaştığı zorluk onun çok büyük bir
muhalefete
yol açmasındandır; bürokratların sosyalizminin zorluğu ise çok az
destek
toplamasındadır. Politik bir atılıma muhalefet, kişinin kendisinin
zarar görmesi korkusundan kaynaklanır; destek ise kişinin
düşmanlarının
zarar göreceği umudu (genellikle bilinç-altı) sayesinde elde
edilir.
Bu nedenle, hiç kimseye zarar vermeyen bir politika destek görmez;
çok
fazla destek gören bir politika ise şiddetli muhalefet uyandırır.
Sanayileşme, dünya çapında işbirliği için yeni bir gereksinim
yarattı; bir
yandan da düşmanlıklarla birbirimizi incitmek için yeni
kolaylıklar
getirdi. Ancak parti politikasında içgüdüsel olarak olumlu yanıt
alan tek
hitap tarzı düşmanca duygulara yöneltilen hitaptır; işbirliği
gereğini
idrak eden kişiler ise güçten yoksundurlar. Eğitim bir nesil
boyunca yeni
kanallara yöneltilinceye, basın da nefreti körüklemekten
vazgeçinceye
kadar, günümüzdeki politik yöntemlerle uygulamada yalnızca zararlı
politikaların benimsenme şansları bulunuyor.
Ancak politik sistem değişmeden eğitim ve basını değiştirmek için
belirgin bir yol da mevcut değil. Normal yollarla, en azından uzun
bir süre için, bu ikilemden çıkış yoktur. Kanımca, bu konuda
umabileceğimiz en iyi şey şudur: Olabildiğince çoğumuzun, zaman
zaman önümüze konulan çekici parti programlarına inanmaktan
kesinlikle geri durması, politik kuşkucular
olmasıdır. Mr. H.G. Wells'den bu yana birçok aklı başında kişi son
savaşın, savaşları sona erdirecek bir savaş olduğuna inanıyordu.
Şimdi
düş kırıklığına uğramışlardır. Yine birçok aklı başında kişi
Marx'ın sınıf
savaşının, savaşları sona erdirecek bir savaş olacağına
inanmaktadır. Eğer
bu savaş gerçekleşirse onlar da düş kırıklığına uğrayacaklardır
-tabii
aralarında sağ kalan olursa. Herhangi güçlü bir siyasal harekete
inanan iyi
niyetli herkes uygarlığımızı mahvetmekte olan bu örgütlü
mücadelenin
sadece uzamasına yardım etmiş olur.
Doğaldır ki, bunu mutlak bir kural olarak öne sürmüyorum; kendi
kuşkuculuğumuz hakkında bile kuşkucu olmalıyız. Ancak, eğer
siyasal bir
partinin sonuçta elde edilecek yarar uğruna büyük zararlara yol
açacak bir
programı varsa (ki çoğunun vardır), bütün siyasal hesapların
belirsizliği
göz önüne alındığında kuşkuculuğa büyük bir gereksinim var
demektir.
Psikanalitik -görüş açısından bakıldığında bu parti programını
gerçekten
çekici kılan şeyin o arada açtığı kötülükler olduğundan ve
sonuçtaki yararın
da "rasyonalize etme" türünden bir şey olduğundan -kuşku duymakta
haksız sayılmayız.
Yaygın bir politik kuşkuculuk mümkündür; psikolojik olarak,
düşmanlığımızı
başka uluslar veya sosyal sınıflar yerine politikacılar üzerinde
yoğunlaştırmak anlamına gelir. Düşmanlıklar ancak politikacılar
yoluyla
etkili olduğundan, onları hedef alan düşmanlık da psikolojik
olarak
kişiyi tatmin eder; ancak bunun sosyal açıdan bir zararı olamaz.
Bunun
Willam James'in arzusunu, "savaşın manevi eşdeğerlisi"ni
gerçekleştirmek
için gerekli koşulları sağladığını düşünüyorum. Politikayı bazı
dalaverecilere (yani sizin ve benim hoşlanmadığımız kişilere)
bıraktığı
doğrudur; ama bu bir kazanç da olabilir. The Freeman'ın 26 Eylül
1923 s
ayısında siyasal dalaverenin yararlarını gösterebilecek bir yazı
okudum. İmparatora danışmanlık yapan emekli bir Japon devlet
adamıyla
arkadaş olan bir İngiliz, ona Çinli tüccarlar dürüst olduğu halde
Japon
tüccarların neden dürüst olmadığını sorar ve şu yanıtı alır:
"Bir zamanlar Çin'in siyasal yaşamında pek parlak bir rüşvet
dönemi yaşandı; mahkemelerde alay konusu oldular. Ticareti bu
kaos ve durgunluk halinden çıkarmak için Çinli tüccarlar en sıkı
ahlak ölçülerini uygulamak zorunda kaldılar. O günden bu yana,
sözleri senet kadar sağlamdır. Japonya'da ise tüccar böyle bir
sorunla karşılaşmadı; çünkü bizde belki de dünyanın en iyi hukuk
yasaları vardır. Bu nedenle, bir Japon'la iş yaparken riskini de
göze almalısın." Bu öykü, dürüst olmayan politikacının dürüst
olandan daha az zarar verebileceğini gösterir.
"Dürüst politikacı" kavramı pek de basit bir kavram değildir. En
kabul
edilebilir tanımı şöyledir: politik eylemleri kendi gelirini
artırma arzusuyla
yönlendirilmeyen kişi. Bu anlamda Mr. Lloyd George dürüsttür.
Bundan sonra politik eylemleri ne parasal amaçlarla, ne de güç
edinme veya mevcut gücünü koruma arzusuyla yönlendirilen kişiler
gelir. Bu anlamda Lord Grey dürüst bir politikacıdır. Son ve en
dar kapsamlı tanım da şöyledir: Dürüst politikacı, halkla ilişkili
eylemlerinde tarafsız olmanın yanında dostlararası ilişkilerde
normal sayılan şeref ve dürüstlük ölçüsünün de çok altına düşmeyen
kişidir. Bu anlamda Lord Morley dürüst bir politikacıydı; en
azından, her zaman dürüsttü ve dürüstlüğü onu politikadan
uzaklaştırıncaya kadar da politikacıydı. Ancak, en iyi anlamda
dürüst olan bir politikacı bile çok zararlı olabilir; örnek olarak
da 3. George gösterilebilir.
Akılsızlık ve bilinçsiz önyargı, çoğu kez, görevi kötüye
kullanmaktan
daha zararlı olur; kaldı ki, dürüst bir politikacı, eğer
Devonshire Dükü
gibi fazlaca budala değilse, demokrasilerde pek de makbul
değildir; çünkü
ancak çok budala bir insan, bir ulusun yarısından çoğunun
önyargılarını
candan paylaşabilir. Bu nedenle, hem yetenekli olan hem de kamunun
yararını kollayan bir kişi, eğer politikada başarılı olacaksa, iki
yüzlü olmak
durumundadır; ancak bu ikiyüzlülük zamanla onun kamu yararını
kollama
niteliğini yok eder.
Günümüz demokrasisinin kötü yanlarını hafifletmenin bariz bir
yolu, kamu
görevlilerini çok daha fazla tanıtım yapma ve inisiyatif kullanma
yolunda teşvik etmektir. Bu kişilerin kendi başlarına yasa
tasarıları
hazırlama ve gerekçelerini halka açıklama konusunda yetkileri,
bazen de
görevleri olmalıdır. Bugünlerde finans ve işçi kesimleri
uluslararası
toplantılar düzenlemektedirler; ancak, bu yöntemi çok
yaygınlaştırmalı ve
değişik ülkelerde aynı anda uygulanacak önlemler üzerinde sürekli
olarak
çalışacak uluslararası bir sekretarya oluşturmalıdırlar. Dünya
tarım
kuruluşları birbirleriyle doğrudan müzakereler yapmak ve ortak bir
politika
belirlemek için bir araya gelmelidir. Diğer konularda da benzer
çalışmalar
yapılabilir. Demokratik parlamentolardan vazgeçmek arzu edilecek
bir şey
değildir; olanağı da yoktur. Çünkü, alınan önlemler başarıya
ulaşacaksa uzmanlarca tartışılıp yayınlanmalı ve sıradan
vatandaşın
benimseyip kabullenebileceği bir nitelik taşımalıdır. Ancak
günümüzde çoğu konuda sıradan vatandaşın uzmanların etraflıca
değerlendirilmiş
düşüncelerinden haberleri yoktur; uzmanların hepsinin ya da
çoğunluğunun
bir görüş üzerinde birleşmesini sağlayacak mekanizma da pek
yoktur.
Özellikle de kamu görevlileri bazı durumlar ve politik olmayan
yöntemler
dışında görüşlerini halka açıklamaktan men edilmişlerdir. Eğer
kararlar
uluslararası müzakereler sonucunda uzmanlarca alınırsa, bu
kişiler
parti kademelerini aşarlar ve aralarında şimdi olağan sayılandan
çok daha
az fikir ayrılığı olduğu görülür. İnanıyorum ki, örneğin
uluslararası
sermaye ve işçi kesimleri karşılıklı güvensizliklerini
aşabilirlerse,
gerçekleştirilmesi şu anda ulusal parlamentoların yıllarını alacak
olan ve
dünyayı sınırsız ölçüde iyiye götürecek olan bir program üzerinde
anlaşabilirler. Birlikte hareket ettikleri takdirde onlara
direnmek de
zordur.
İnsanlığın birçok önemli ortak çıkarı vardır; ancak, mevcut
politik
mekanizma, değişik uluslar ve çeşitli partiler arasındaki iktidar
mücadelesi
sonucu ortaya çıkan karmaşa, onları karanlıkta bırakmaktadır.
Hiçbir yasal
veya yapısal değişiklik gerektirmeyen ve gerçekleştirilmesi
çok zor olmayan farklı bir mekanizma, ulus ve parti hırslarını yok
eder;
dikkatleri düşmanlara zararlı olacak kararlar üzerinde değil,
herkese
yararlı olacak kararlar üzerinde toplar. Uygarlığı halen tehdit
etmekte
olan tehlikeden çıkış yolunun yukarıda belirtilen doğrultularda
hareket
etmekle bulunacağını sanıyorum; yurt içinde parti hükümetleri,
yurt dışında
da dışişleri diplomasisi ile değil. Bilgi ve iyi niyet olsa da
kendilerini
duyuracak uygun araçlara sahip oluncaya kadar, bunların ikisi de
aciz
kalmaktadır.
Özgür Düşünce ve Resmi Propaganda (1922 Moncure Conway konferansı)
Bugün onuruna toplanmış olduğumuz Moncure Conway yaşamını iki
amaca vakfetmişti: Düşünce özgürlüğü ve bireyin özgürlüğü. O
zamandan bu yana bu iki konuda bazı şeyler kazanılmış, ancak bazı
şeyler de kaybedilmiştir. Geçmiş dönemlerdekinden biraz değişik
şekillerde olmakla beraber bugün bazı yeni tehlikeler bu iki tür
özgürlüğü tehdit etmektedir; ve bunları savunacak güçlü ve uyanık
bir kamuoyu oluşturulamazsa, bundan yüz yıl kadar sonra, her iki
özgürlükten de şimdikine göre çok daha azı kalmış olacaktır. Bu
makalede yeni tehlikeleri vurgulamak ve onlarla nasıl başa
çıkılacağını tartışmak istiyorum.
Önce, "özgür düşünce" ile ne kastettiğimizi açığa kavuşturmaya
çalışalım.
Bu deyimin iki anlamı vardır. Dar anlamıyla, geleneksel dinsel
dogmaları kabul etmeyen düşünce demektir. Bu anlamda Hıristiyan
veya
Müslüman veya Budist veya Şintoist olmayan ya da herhangi bir
akideyi
benimsemiş bir topluluğun üyesi olmayan bir kimse "özgür
düşünür"dür.
Hıristiyan ülkelerde "özgür-düşünür" diye, Tanrı'ya kesin bir
şekilde inanmayan insana denir; ancak bu nitelik Budist bir ülkede
insanı
"özgür-düşünür" yapmaya yeterli değildir.
Bu anlamdaki özgür düşüncenin önemini küçümsemek istemiyorum. Ben
şahsen bilinen dinlerin hiç birini kabul etmem ve her tür dinsel
inancın giderek yok olmasını ümit ederim. Dinsel inancın, sonuçta
yarar
sağladığına inanmıyorum. Bazı zamanlarda ve bazı durumlarda
birtakım
yararlı etkiler yapmış olduğunu kabul etmekle beraber, insan
aklının
bebeklik dönemine, şimdi geride bırakmaya başladığımız bir
evresine
ait olduğu kanısındayım.
"Özgür düşünce"nin bir de daha da önemli bulduğum, daha geniş bir
anlamı vardır. Geleneksel dinlerin yol açtığı zararlar bu geniş
anlamdaki özgür düşünceyi engellemiş olmalarıyla bağıntılıdır. Bu
geniş anlam, dar anlam kadar kolaylıkla tanımlanamaz; özüne varmak
için biraz zaman harcamak yerinde olur.
"Özgür" olan bir şeyden söz ederken onun hangi şeyden özgür
olduğunu
belirtmezsek söylediklerimizin taşıdığı anlam belirsizleşir.
"Özgür" olan
şey veya kişi bir dış zorlamayla karşı karşıya değildir. Ne demek
istediğimize kesinlik kazandırmak için de bu dış zorlamanın ne
türden olduğunu belirtmemiz gerekir. O halde düşünce, çoğu zaman
var olan birtakım dış yönlendirici etkenlerden bağımsız ise özgür
olur.
Düşüncenin özgür olabilmesi için yok olmaları gereken yönlendirici
etkenlerin bazıları kendilerini açıkça gösterirler; bazıları ise
daha
yanıltıcı ve belirsiz, daha karmaşıktırlar.
En belirgin olanlarından başlayalım: bazı fikirleri benimsemek
veya onlara
karşı olmak; ya da bazı konularda bir şeye inandığımızı veya
inanmadığımızı dile getirmek ceza yaptırımlarına yol açıyorsa
düşünce "özgür" değildir. Bu ilkel tür özgürlük bile bugün çok az
ülkede vardır. İngiltere'de küfür yasalarına göre, Hıristiyan
dinine inançsızlığı dile getirmek yasalara aykırıdır -her ne kadar
uygulamada varlıklı kişiler için bu yasa işletilmese de. İsa'nın
pasif direniş konusundaki öğütlerini öğretmek de yasalara
aykırıdır. O halde bir kimse eğer suçlu durumuna düşmek
istemiyorsa, İsa'nın öğretilerine inandığını kabul etmeli ama bu
öğretilerin ne olduğunu söylemekten kaçınmalıdır.
Amerika'da hiç kimse anarşiye ve poligamiye karşı olduğunu kesin
biçimde
beyan etmeden ülkeye giremez; girdikten sonra, komünizme
inanmaktan
da vazgeçmesi gerekir. Japonya'da Mikado'nun tanrısallığına
inanmamak yasaya aykırıdır. Görülüyor ki dünya çevresinde
yapılacak yolculuk tehlikeli bir yolculuktur. Bir Müslüman, bir
Tolstoy yanlısı, bir Bolşevik veya bir
Hıristiyan bir yerde suçlu durumuna düşmeden veya önemli gerçekler
saydığı şeyler hakkında dilini tutmadan böyle bir yolculuk
yapamaz. Doğaldır ki bu kural yalnızca güverte yolcularına
özgüdür; yoksa kamara yolcuları istedikleri şeylere inanabilirler;
yeter ki patavatsızca saldırılarda
bulunmasınlar.
Görülüyor ki, eğer düşünce özgür olacaksa bunun ilk koşulu
düşünceyi
açıklamaya karşı konmuş olan yasal cezaların kaldırılmasıdır. Her
ne
kadar çoğu öyle düşünmüyorsa da büyük ülkelerin hiç biri henüz bu
düzeye erişmemiştir. Halen kovuşturma konusu olan fikirler topluma
öylesine korkunç ve ahlaksızca geliyor ki, genel hoşgörü ilkesinin
onlar için geçerli olması düşünülemez. Ancak bu Engizisyon
işkencelerine yol açan bir bakış açısının aynısıdır. Bir zamanlar
Protestanlık şimdiki Bolşeviklik kadar günah sayılıyordu. Bu
söylediklerimden dolayı benim bir Protestan ya da Bolşevik olduğum
sonucunu lütfen çıkarmayınız.
Bütün bunlara karşın çağdaş dünyada yasal cezalar düşünce
özgürlüğüne
engel olan şeylerin en önemsizidir. İki büyük engel ekonomik
cezalar ve
kanıtların çarpıtılmasıdır. Eğer bir fikrin açıklanması insanın
geçimini
kazanmasını olanaksız kılıyorsa düşüncenin özgür olmadığı açıktır.
Eğer bir tartışmada taraflardan birinin bütün argümanları sürekli
olarak olabildiğince çekici gösteriliyor, karşı tarafta
olanlarınki ise ancak büyük çabalarla ortaya konabiliyorsa, yine
düşüncenin özgür olmadığı açıktır. Bu iki engel özgürlüğün son
sığınağı olan (ya da olmuş olan) Çin'in dışında bildiğim bütün
büyük ülkelerde mevcut bulunuyor. Şimdi bu engeller üzerinde;
bunların günümüzdeki boyutları, büyüme olasılıkları ve
hafifletilme olasılıkları üzerinde durmak istiyorum.
Eğer düşünce inançlar arası rekabete açıksa, yani bütün inançlar
açıkça
dile getirilebiliyor ve hiçbir yasal veya parasal çıkara ya da
kayba konu olmuyorsa düşünce özgürdür diyebiliriz. Bu, değişik
nedenlerle, tam olarak gerçekleşemeyecek bir idealdir; ama yine
de ona şimdi olduğundan çok daha fazla yakınlaşma olanağı vardır.
Kendi yaşamımdaki üç olay, günümüz İngiltere'sinde terazinin
Hıristiyanlık
kefesinin nasıl ağır bastığını göstermeye yardım edecektir.
Bunlardan söz etmemin nedeni, çoğu kimsenin, agnostik (Maddi
şeyler dışında Tanrı hakkında hiçbir şey bilinemeyeceği yolundaki
düşünce sistemi. (ç.n.)
fikirlerini açıkça söyleyenlerin hala karşılaştıkları
olumsuzlukların hiç
farkında olmamasıdır.
İlk olay yaşamımın ilk dönemlerine aittir. Babam bir
özgür-düşünürdü. Ben
daha üç yaşındayken ölmüş. Boş-inanlara bağlı olmadan yetişmemi
istediğinden iki özgür-düşünürü bana vasi tayin etmiş. Ancak
mahkeme onun vasiyetini bir yana bırakıp benim Hıristiyan inancına
göre eğitilmemi sağlamış. Korkarım sonuç beklendiği gibi olmadı;
ancak bu yasanın suçu değildir. Eğer benim bir İsa veya Muggleton
yanlısı olarak ya da Seventh Day Adventist (Protestanlığın bir
mezhebinin İsa'nın dünyaya gelmesinin yakın olduğuna inanan kolu.)
olarak yetiştirilmemi isteseydi, ona engel olmak mahkemenin
aklından bile geçmezdi. Bir baba her türlü boş-inanın kendi
ölümünden sonra çocuklarına aşılanmasına izin verebilir; ama
boş-inandan, olanak varsa, uzak tutulmalarını söylemeye hakkı
yoktur.
İkinci olay 1910'da oldu. O tarihte bir liberal olarak Parlamento
seçimlerine katılmak istedim. Parti yöneticileri de beni bir seçim
bölgesi
için önerdiler. Liberaller Birliği'nde yaptığım konuşma olumlu
karşılandı.
Bu durumda adaylığımın kabulü kesin görünüyordu. Ancak ben küçük
bir parti yetkili kurulu toplantısında agnostik olduğumu
doğruladım. Bana bunun açığa çıkıp çıkmayacağı sorulduğunda
duyulmasının olası olduğunu söyledim. Ara sıra kiliseye gitmeye
istekli olup olmayacağım soruldu; olmayacağımı söyledim. Sonunda
başka bir adayı seçtiler; o da beklendiği gibi seçimi kazandı. O
günden bu yana parlamentodadır ve şimdiki (1922) hükümetin de bir
üyesidir.
Üçüncü olay bundan hemen sonra yer aldı. Cambridge
Üniversitesi'nde Trinity College'e okutman olarak çağrıldım;
fellow olarak değil. Aradaki fark parasal değildir. Fellow
fakültenin yönetiminde söz sahibidir ve çok ağır ahlaki suçlar
dışında sözleşme süresince işten çıkarılamaz. Bana fellow'luk
teklif edilmemesinin nedeni dinci grubun, muhaliflerinin oylarının
artmasını
istemeyişiydi. Sonunda savaş konusundaki görüşlerimden
hoşlanmayarak
1916'da işime son verdiler. Geçimim için okutmanlığa bağımlı
olsaydım
açlıktan ölmüştüm.
Bu üç olay günümüz İngiltere'sinde bile özgür-düşünür olduğunu
açıklayanların karşılaştıkları çeşitli olumsuzlukları göz önüne
sermektedir.
Özgür-düşünür olduğunu açığa vuran başka kimseler de çoğu kez çok
daha ciddi nitelikte olan benzer olayların örneklerini verebilir.
Açık
sonuç şudur ki, mali durumları iyi olmayan insanlar dinsel
inançları
konusunda açık sözlü olmaya cesaret edemezler.
Kuşkusuz, özgürlüğün tam olmadığı tek alan, ve hatta başlıca alan,
din ile
sınırlı değildir. Komünizm veya serbest aşk yanlısı bir inanç,
kişiyi
agnostisizmden çok daha fazla engeller. Böyle görüşlere sahip
olmak bir
kusurdur; lehlerindeki argümanları ortaya koymak ise çok daha
güçtür.
Öte yandan, bunların olumlu ve olumsuz yönleri Rusya'da tam
tersinedir;
ateist, komünist, özgür aşk yanlısı olduğunu beyan etmekle rahat
bir
yaşama erişilir, güç kazanılır; bu görüşlere karşıt propaganda
olanağı ise
hiç yoktur. Sonuçta, Rusya'dan bazı fanatikler aslında çok kuşku
götüren
bazı önermelerin doğruluğundan kesinlikle emindirler. Bu arada
dünyanın
geri kalan bölümünde başka bazı fanatikler de aynı ölçüde kuşku
götüren,
taban tabana zıt önermelerin doğruluğundan kesinlikle emindirler.
Böyle bir
durumun, her iki tarafta da savaşı, öfkeyi ve zulmü körüklemesi
kaçınılmaz
olmaktadır.
William James "inanma arzusu" konusunda öğütler vermiştir. Ben,
şahsen
"kuşku duyma arzusu"nu öğütlemek isterdim. İnançlarımızın hiçbiri
tam
olarak doğru sayılmaz; hepsinde en azından bir belirsizlik, bir
hata gölgesi
mevcuttur. İnançlarımızdaki doğruluk payını artırma yöntemlerini
herkes bilir. Bunlar da ilgili bütün tarafları dinlemek, konuya
ilişkin
bütün olguları saptamaya çalışmak, karşıt görüşte olan kişilerle
tartışarak
kendi önyargılarımızı kontrol altında tutmak ve yetersiz olduğu
ortaya çıkan
herhangi bir hipotezi bir yana bırakmaya kendimizi alıştırmaktır.
Bu
yöntemler bilimde uygulanmaktadır ve bilimsel bir bilgi birikimini
oluşturmakta başarılı olmuşlardır.
Bakış açısı gerçekten bilimsel olan bir bilim adamı günümüzde
bilimsel
bilgi sayılan şeylerde keşiflerin gelişmesiyle düzeltmelere gerek
olacağını
tereddütsüz kabul eder. Ama yine de bu bilgi, tümüyle olmasa da
günlük
uygulamada yararlanma bakımından, gerçeğe yeterince yakındır.
Gerçek
bilgiye en yakın şeylerin yalnız bilim alanında bulunabilmesine
rağmen,
bilimcilerin tutumu kuşku doludur ve zamanla değişebilir.
Din ve politikada ise tam tersi söz konusudur; bilimsel bilgi
denebilecek
hiç bir şey olmadığı halde herkes dogmatik bir inanca sahip
olmaya
kendini zorunlu hisseder ve bu inancın açlık, hapis, savaş
pahasına
desteklenmesi ve farklı düşüncelerle tartışmalı rekabetten
korunması
gerektiğine inanır. Eğer bu konularda insanlara geçici olarak
agnostik
düşünce yapısı benimsetilebilseydi çağdaş dünyadaki kötülüklerin
onda
dokuzuna çare bulunabilirdi. Savaşlar da olanaksız olurdu; çünkü
her iki
taraf da hataların karşılıklı olduğunu görürdü. Zulüm sona ererdi.
Eğitim
zihni daraltmayı değil, genişletmeyi amaçlardı.
Kişiler, yöneticilerin irrasyonel duygularını kabul ettikleri için
değil, o
işin ehli oldukları için işe alınırlardı. Rasyonel kuşku tek
başına, eğer
oluşturulabilseydi, kıyamet öncesinde geleceğine inanılan,
İncil'deki bin
yıllık refah çağını getirmeye yeterli olabilirdi.
Son yıllarda görecelik teorisi ve onun bütün dünyada gördüğü
kabul, bize,
bilimsel kafanın doğası hakkında parlak bir örnek vermiştir. Savaş
karşıtı bir Alman-İsviçreli-Musevi olan Einstein savaşın ilk
yıllarında
Alman hükümetince araştırmacı profesör olarak atanmıştı. Onun
güneş tutulması hakkındaki hesaplamaları Ateşkes'ten hemen sonra,
1919'da bir İngiliz gözlem heyeti tarafından doğrulandı.
Teorileri geleneksel fiziğin bütün teorik yapısını altüst etti;
geleneksel dinamiğe indirdiği darbe hemen hemen Darwin'in
Yaradılış'a indirdiği darbe ölçüsünde şiddetli oldu. Kanıtların da
teorisini desteklediğinin görülmesi üzerine bütün fizikçiler bu
teoriyi hemen benimsediler. Ancak bu fizikçilerin hiç biri,
özellikle de Einstein'ın kendisi, onun söylediklerinin bir son söz
olduğunu iddia etmedi. Einstein, sonsuza kadar ayakta kalacak bir
dogma anıtı dikmedi. Çözemediği bazı sorunlar hala var. Onun
savları da zamanı gelince, Newton'unkiler gibi, muhakkak bazı
değişikliklere uğrayacak. Bilimin gerçek tutumu da dogmatik
olmayan bu eleştirel yaklaşımdır.
Eğer Einstein din ve politika alanında aynı ölçüde yeni olan bir
şeyler
öne sürseydi ne olurdu? İngilizler onun teorisinde Prusyalılık
öğeleri bulurlar, Yahudi düşmanları buna bir Siyonist entrika
olarak bakarlar,
bütün ülkelerdeki milliyetçiler de bu teoride korkakça bir
barışseverliğin
izlerini sezip onun askerlikten kaçmak için bir bahane olduğunu
ilan
ederlerdi. Bütün eski kafalı profesörler ise, yazdıklarının yurda
sokulmasını
yasaklatmak için Scotland Yard'a başvururdu. Onun tarafını tutan
öğretmenler işten atılırdı. Bütün bunlar olurken o da geri kalmış
bir ülkenin hükümetini ele geçirir, orada kendisininki dışında bir
doktrin öğretilmesinin yasalara aykırı sayılmasını sağlardı;
böylece doktrini de kimsenin anlamadığı gizemli bir dogmaya
dönüşürdü.
En sonunda doktrinin doğru veya yanlış olduğu, yanında ve
karşısında
toplanan yeni kanıtlarla değil, savaş alanlarında saptanırdı.
Bu yöntem William James'in, "inanma arzusu" kavramının mantıksal
bir
sonucudur. Gerekli olan ise inanma arzusu değil, tam tersi olan
öğrenme
arzusudur.
Eğer rasyonel kuşku koşulunun iyi bir şey olduğu kabul ediliyorsa,
dünyada bu kadar çok irrasyonel kesinliğin var olma nedenlerinin
araştırılması büyük önem kazanır. Bu kesinliğin büyük kısmı,
normal insanda var olan irrasyonellikten ve safdillilikten
kaynaklanır. Ancak doğuştan var olan bu zihinsel ilk-günah tohumu
başka faktörlerce de beslenip geliştirilir. Bu faktörlerden üçü
içlerinde en etkili olanlarıdır: eğitim, propaganda ekonomik
baskı.
1) Eğitim. Gelişmiş bütün ülkelerde ilk öğretim devletin
sorumluluğundadır.
Öğretilenlerden bazılarının doğru olmadığı, onları düzenleyen
yetkililerce
de bilinir. Yine birçoğunun yanlış olduğu, en azından kuşku
götürür olduğu,
önyargısız herkes tarafından bilinir. Tarih eğitimini ele alalım.
Tarih ders kitaplarında her ulus yalnızca kendini yüceltmeyi
amaçlar. Bir
kimse kendi yaşam öyküsünü yazarsa, ondan biraz alçakgönüllü
olması
beklenir; ama bir ulus kendi yaşamını yazarken, övüncün ve aşırı
kendini
beğenmişliğin artık sınırı yoktur. Benim çocukluğumda okul
kitapları
Fransızların fesat, Almanların erdemli olduğunu öğretirdi; şimdi
tam tersini
öğretiyorlar. Her iki durumda da gerçeğe en ufak bir saygı
gösterilmemektedir.
Waterloo Savaşı hakkındaki Alman kitaplarında Wellington'un
(Wellington Dükü (1769-1852): Napolyon'a karşı yapılan Waterloo
Savaşı'nda İngiliz komutan, general; daha sonra başbakan. (ç.n.)
savaşı hemen hemen kaybettiği bir sırada Blücher'in (Gebhard
Leberecht von Blücher (1742-1819): Waterloo Savaşında Prusyalı
general. (ç.n.) gelip durumu kurtardığı anlatılır; İngiliz
kitaplarında da Blücher'in pek önemli bir rol oynamadığı. Bu
İngiliz ve Alman kitaplarının yazarları gerçeği söylemediklerini
kendileri de
bilirler. Amerikan okul kitapları eskiden aşırı derecede İngiliz
karşıtıydılar; savaştan bu yana aynı ölçüde İngiliz yanlısı
oldular.
Her iki durumda da amaçlanan şey gerçek değildi. Başlangıçta
olduğu gibi
şimdilerde de amaç Birleşik Amerika'da karışık kökenli göçmen
çocukları
kütlesini "iyi Amerikalı"ya dönüştürmek olmuştur. Bir "iyi Alman"
veya bir
"iyi Japon" gibi, bir "iyi Amerikalı"nın da daha çok kötü bir
insan olması
gerektiği kimsenin aklına gelmez. "İyi Amerikalı" dünyadaki en
güzel ülkenin Amerika olduğu ve her kavgada coşkuyla desteklenmesi
gerektiği inancıyla şişirilmiş bir kadın ya da bir erkektir. Bu
önermelerin doğru olması da pekala olasıdır; o zaman rasyonel hiç
kimse ona karşı gelmez. Ancak, eğer doğru iseler yalnız Amerika'da
değil her yerde öğretilmelidirler. Bu tür
önermelere, yücelttikleri ülkeler dışında hiçbir yerde
inanılmaması kuşku
uyandırıcı bir durumdur. Bu arada bütün ülkelerde devlet
mekanizmaları
savunmasız çocukların böyle saçma önermelere inandırılması yolunda
işletilmektedir. Bunun sonucu, bu çocukları doğruluk ve hak uğruna
savaştıkları sanısıyla, sinsi çıkarları korumak uğruna ölmeyi göze
almaya
hazır yapmaktır.
Bu da eğitimi gerçek bilgi vermek yerine, insanların efendilerinin
arzularına boyun eğmesini sağlayacak şekilde düzenlemenin sayısız
yollarından birisidir. İlkokullarda inceden inceye düzenlenen bir
kandırmaca sistemi olmadan, demokrasinin kamuflajını korumak
olanaksız olurdu.
Eğitim konusunu bitirmeden önce Amerika'dan bir örnek daha
vereceğim.
-Amerika'nın öteki ülkelerden daha kötü olması nedeniyle değil;
onun, en
çağdaş ülke olması ve oradaki tehlikelerin hafiflemek yerine
ağırlaşma
eğilimi göstermeleri nedeniyle. New York eyaletinde tümüyle özel
sermaye ile desteklense bile, eyalet izni alınmadan okul açılamaz.
Yeni çıkan bir yasa "iş başındaki hükümetlerin kuvvet, şiddet veya
yasal olmayan yollar ile düşürülmesini öğütleyen doktrinlerin
öğretilmesine eğitim programları içinde yer verdiği anlaşılan" hiç
bir okula bu iznin verilmemesini hükme bağlamıştır.
The New Republic dergisi, iş başındaki hükümet derken, şu veya bu
hükümet diye bir sınırlama yapılmadığına dikkat çekmektedir. Bu
nedenle, savaş sırasında Kaiser hükümetinin güç kullanarak
devrilmesini veya, daha sonra, Sovyet hükümetine karşı Kolchak ve
Denikin'in desteklenmesini öğreten doktrin de bu yasaya göre,
illegal olacaktır. Bu tür sonuçlar,
kuşkusuz amaçlanmamış, sadece kötü kaleme alınma yüzünden ortaya
çıkmıştı.
Gerçekte neyin amaçlanmış olduğu, devlet okullarındaki
öğretmenlerle ilgili olarak aynı dönemde çıkarılan bir başka
yasadan anlaşılmaktadır. Bu yasa devlet okullarında öğretmenlik
yapmak için gerekli olan izin belgelerinin yalnızca "eyalet ve
Birleşik Devletler hükümetlerine sadık ve itaatkar" olduklarını
tatmin edici bir şekilde kanıtlayan" kişilere verileceğini; nerede
ve ne koşulla olursa olsun "eyaletin ya da Birleşik Devletler'in
hükümet şeklinden farklı bir hükümet şeklini" savunanlara
verilmeyeceğini hükme bağlamaktadır. The New Republic dergisinde
yer alan alıntıya göre, bu yasaları hazırlayan komite "şimdiki
sosyal sistemi onaylamayan öğretmenin işe devam etmemesi" ve
"sosyal değişiklik teorilerine karşı koymaya amade olmayan
kimselere, genç ve yaşlı insanları vatandaşlık sorumluluğuna
hazırlama görevinin emanet edilmemesi" kuralını
koymuştur.
Demek oluyor ki, New York eyaletinin bu yasasına göre, ne İsa ne
de George Washington, ahlaki yönden uygun kimselerdir. İsa New
York'a
gidip "Küçük çocukların bana gelmesine izin verin," deseydi New
York
Okullar Yönetim Kurulu başkanından şu yanıtı alırdı: "Bayım,
sosyal değişim teorilerine karşı koymaya istekli olduğunuzun
hiçbir kanıtını göremiyorum.
Üstelik bana söylendiğine göre siz, kendi deyiminizle, semavi
krallık diye bir şeyi savunuyormuşsunuz. Halbuki, Tanrı'ya
şükürler olsun,
bu ülke bir cumhuriyettir. Görülüyor ki sizin semavi krallığınızın
hükümet
şekli New York eyaletininkinden esaslı şekilde farklıdır. Bu
nedenle, hiçbir
çocuğun size gelmesine izin verilemez." Eğer başkan böyle bir
yanıt vermekte kusur ederse, yasanın uygulanmasından sorumlu bir
görevli olarak, görevini yerine getirmemiş olurdu.
Bu tür yasaların etkileri çok ciddidir. New York eyaletindeki
hükümet
şekli ve sosyal sistemin bu gezegende var olmuş olanlarının en
iyisi
olduğunu kabul etsek bile, her ikisinin de daha iyi hale gelmesi
olanaklı
olabilir. Çok aşikar olan bu savı kabul eden bir kişinin bir
eyalet
okulunda öğretim yapması yasal olarak olanaksızdır. Görüldüğü
gibi, yasa
öğretmenlerin ya iki yüzlü ya da aptal olmalarını emretmektedir.
New York yasası otoritenin tek bir örgüt elinde toplanmasının
giderek
artmakta olan tehlikesine bir örnek oluşturmaktadır; bu örgütün
bir
devlet, bir vakıf ya da bir vakıflar federasyonu olması fark
etmez. Eğitim
konusunda otorite, benimsemediği doktrinlerin gençlerce
duyulmasını
engelleyebilen devletin elindedir. Demokratik bir devletin halktan
pek farkı
olmadığını düşünen kişilerin hala var olduğunu sanıyorum. Ancak bu
bir
hayalden başka bir şey değildir.
Devlet değişik amaçlarla bir araya gelmiş olan ve statüko
korunduğu sürece iyi bir gelir elde eden çeşitli görevlilerden
oluşan bir topluluktur. Statükoda isteyebilecekleri tek değişiklik
bürokrasinin genişlemesi ve gücünün artmasıdır. Bu nedenle,
örneğin savaşların yarattığı heyecanı fırsat bilip, kendilerine
karşı gelenleri açlığa mahkum etme hakkı da dahil olmak üzere,
emirleri altındaki kimseler üzerinde engizisyon benzeri güçler
elde etmeleri doğaldır. Zihinsel konularda örneğin eğitimde bu
durum bir felakettir; gelişme, özgürlük ve entelektüel girişim
olanaklarını kökünden yok eder. Bütün bunlar ilköğretimi tümüyle
tek bir örgütün idaresine bırakmanın doğal sonucudur.
Dinsel hoşgörüye, bir ölçüde erişilmiştir; çünkü artık insanlar
dini
eskiden sanıldığı kadar önemli bulmamaya başlamışlardır. Bir
zamanlar
dinin işgal ettiği yeri alan politika ve ekonomi alanlarında
gittikçe artan,
ve şu veya bu parti ile sınırlı olmayan bir cezalandırma eğilimi
baş göstermiştir. Rusya'da düşünceye yapılan baskı bütün
kapitalist ülkelerdekinden çok daha ağırdır.
Petersburg'da daha sonraları yoksulluktan ölen ünlü Rus ozanı
Alexander
Block ile tanışmıştım. Bolşevikler onun estetik dersleri vermesine
izin
vermişlerdi; ancak konuyu "Marx'çı bakış açısından" öğretmesi
koşulundan
şikayet ediyordu.
Ritm teorisinin Markisizmle olan bir bağıntısını bulmakta
zorlanıyordu;
yine de açlıktan ölmemek için, elinden geleni yapmaya çalışmıştı.
Doğal
olarak, Bolşeviklerin iktidara gelmesini izleyen uzun yıllar
boyunca
rejimlerinin temelini oluşturan dogmaları herhangi bir şekilde
eleştiren
bir şey yayınlamak olanaksızdı.
Amerika ve Rusya örnekleri, varmakta olduğumuz sonucu bize açıkça
göstermektedir: insanlar politikanın önemi hakkındaki şimdiki
fanatik
inançlarını devam ettirdikleri sürece, politik konularda özgür
düşünce
olanaksızdır; Rusya'da olduğu gibi, özgürlük kısıtlamasının bütün
öteki
alanlara yayılma tehlikesi çok büyüktür. Bizi bu felaketten ancak
bir ölçüde
politik kuşkuculuk kurtarabilir.
Eğitimden sorumlu bürokratların gençlerin eğitilmesini
arzuladıkları
sanılmamalıdır. Tersine, onların sorunları, zihinsel yetenek
kazandırmaksızın, sadece bilgi aktarmaktır. Eğitimin iki amacı
olmalıdır: birincisi okuma-yazma, dil bilgisi, matematik gibi
alanlarda kesin bilgiler vermek; ikincisi de kendi başlarına bilgi
edinmeye ve sağlıklı değerlendirme yapmaya olanak veren zihinsel
alışkanlıklar kazandırmaktır. Bunlardan birincisine bilgi,
ikincisine de zeka (intelligence) diyebiliriz. Bilginin gerek
teorik gerek pratik yararlılığı, bilinen bir şeydir.
Okumuş bir halk olmadan modern devlet olanaksızdır. Ancak, zekanın
sadece teorik yararı olduğu, pratik bir yararı olmadığı kabul
edilmektedir. Sıradan kişilerin kendi başlarına düşünmeleri
istenmez; çünkü düşünen insanları yönetmek güçtür; yönetimde
sorunlar çıkarırlar. Platon'un deyişiyle, yalnız yöneticiler
düşünmeli, geri kalanlar sadece itaat etmeli, koyun sürüsü gibi
liderlerini izlemelidirler. Bu doktrin, siyasal demokrasinin
kabulünden sonra da çoğu kez bilinç-dışında varlığını sürdürmüş
ve bütün ulusal eğitim sistemlerini temelden sarsmıştır.
Zekayı geliştirmeden bilgi vermeyi en iyi başaran ülke çağdaş
uygarlığa
son katılan ülke olan Japonya'dır. Japonya'daki ilköğretimin
eğitim açısından övgüye değer olduğu söylenir. Ancak, bilgi
vermenin yanı sıra, Mikado'ya tapmayı öğretmek gibi bir başka
amacı daha vardır; bu da günümüzde çağdaşlaşma öncesi
Japonya'sında olduğundan çok daha güçlü bir itikattır. Böylece,
okullar aynı zamanda hem bilgi vermek hem de boş-inanı geliştirmek
için kullanılmış olmaktadır. Biz Mikado'ya tapmaya pek hevesli
olmadığımız için, Japon eğitiminde nelerin abes olduğunu açıkça
görebiliyoruz. Bizim ulusal boş-inanlarımız bize doğal ve akla
uygun geliyor. Bu nedenle onları Japon boş-inanını
değerlendirdiğimiz gibi değerlendirmiyoruz. Fakat, dünyayı
dolaşmış bir Japon, bizim okullarımızda Mikado'nun tanrı olduğu
inancı kadar akla ters düşen boş-inanlar öğretildiğini söylerse,
sanırım yerinde bir gözlem yapmış olur.
Ben şimdilik bu duruma çare aramıyorum; sadece hastalığa bir tanı
koymak istiyorum. Eğitimin, rasyonalizmin ve düşünce özgürlüğünün
önündeki başlıca engellerden biri olması gibi paradoksal bir
durumla karşı
karşıyayız. Bu durum, temel olarak devletin eğitim tekelini elinde
tutması yüzünden ortaya çıkmaktadır; ancak bu yegane neden
değildir.
2) Propaganda. Bizim eğitim sistemimiz okuyabilen, ancak
çoğunlukla
olayları değerlendirmeyi ve bağımsız bir görüş edinmeyi
beceremeyen gençler yetiştirir. Daha sonra, bu genç insanlar,
yaşamları süresince, onları her türlü saçma önermelere inandırmaya
yönelik ifadelerin saldırısına uğrarlar.
Örneğin Blanks'in hapları her türlü hastalığı iyileştirir;
Spitzbergen
adaları sıcak ve verimlidir; Almanlar ölülerin cesetlerini yerler.
Günümüz
politikacıları ve hükümetleri tarafından uygulandığı şekliyle
propaganda sanatı reklamcılık sanatından türemiştir. Psikoloji
bilimi
reklamcılara çok şey borçludur. Bir insanın, kendi mallarının
kusursuz
olduğunu ısrarla dile getirmekle birçok kişiyi onların kusursuz
olduğuna
ikna etmesi, eskiden psikologlarca pek olanaklı sayılmazdı. Ancak,
deneyimler onların bu konuda yanıldıklarını ortaya koymaktadır.
Halkın topluca bulunduğu bir yerde ayağa kalkıp dünyadaki en
alçakgönüllü
insan olduğumu bir kez söylesem herkes bana güler. Ama yeterince
para
bulabilirsem, ve bu sözleri bütün otobüslerde tekrarlar,
demiryolları boyunca pankartlara geçirirsem; insanlar, çok
geçmeden, benim reklamdan anormal şekilde kaçınan bir kimse
olduğuma inanmaya başlarlar. Küçük bir dükkan sahibine "Karşıdaki
rakibine dikkat et: senin müşterilerini çeliyor. Dükkandan çıkıp
yolun ortasında dursan ve o seni vurmadan sen onu vurmaya çalışsan
iyi olmaz mı?" desem, dükkan sahibi benim deli olduğumu düşünür.
Fakat aynı sözleri devlet bando eşliğinde ısrarla söylerse küçük
dükkan sahipleri gayrete gelirler; sonra da işlerinin bozulduğunu
fark edip şaşırırlar.
Reklamcılarca başarılı olduğu saptanmış yöntemlerle yapılan
propaganda
şimdilerde bütün gelişmiş ülkelerin yönetimlerince benimsenen
yöntemlerden biri haline gelmiştir; buna, özellikle de demokratik
yollarla kamuoyu oluşturulmasında başvurulur.
Propagandanın, şimdi uygulandığı şekliyle, birbirinden çok farklı
iki
kötülüğü vardır. Bir kere, ciddi kanıtlar öne sürmekten çok,
inançlarımızın
irrasyonel kaynaklarını harekete geçirir. İkinci olarak da para
veya güç
kullanarak en çok reklam yapana haksız bir üstünlük sağlar. Bana
gelince, ben propagandanın mantıktan çok duygulara hitap ettiği
konusunun gereğinden çok abartıldığını sanıyorum. Duygu ve mantık
arasındaki çizgi bazılarının düşündüğü kadar kesin değildir.
Dahası, kurnaz bir adam, benimsenme olanağı gördüğü herhangi bir
konuda o konu lehinde yeterince rasyonel olan kanıtlar bulabilir.
Gerçek yaşamda karşılaşılan herhangi bir sorunda lehte ve aleyhte
geçerli
argümanlar her zaman öne sürülebilir. Gerçeğin göz göre göre
saptırılmasına haklı olarak karşı gelmek olanaklıdır; ancak
gerçeğin saptırılmasına her zaman gerek de olmayabilir. "Pears
sabunu' sözcükleri, hiçbir şey iddia etmedikleri halde insanların
bu sabunu satın almalarına neden olmaktadır.
Eğer bu sözcüklerin yazıldığı yerlere onların yerine "İşçi
Partisi" yazılsa,
ilan parti lehine hiçbir iddiada bulunmadığı halde milyonlarca
insan İşçi
Partisine oy vermeye yönelir. Bir anlaşmazlıktaki karşıt taraflar,
ünlü
mantıkçılardan oluşan bir komite tarafından uygun ve doğru
oldukları
saptanan deyimler kullanmaya yasa emriyle zorlansalar bile,
propagandanın günümüzde uygulandığı şekliyle ortaya çıkan temel
sakınca yine de var olurdu. Böyle bir yasanın olduğunu ve aynı
ölçüde geçerli önerileri ileri süren iki partiden birinin
propaganda giderleri için bir milyon sterlini, ötekinin de yüz bin
sterlini olduğunu varsayalım. Daha zengin olan partinin lehindeki
kanıtların yoksul olan partinin lehine olanlara göre daha geniş
bir kütle tarafından duyulacağı açıktır. Bu nedenle de kazanan,
zengin parti olacaktır. Doğaldır ki, partilerden birisi iktidarda
ise bu durum
daha da belirgin olur. Rusya'da propaganda hemen tümüyle devlet
tekelindedir; ama bu gerekli de değildir. Eğer olağanüstü kötü bir
durum yoksa, rakiplerine karşı sahip olduğu avantaj onun kazanması
için genellikle yeterlidir.
Propagandaya yapılan itirazlar sadece onun, insanların irrasyonel
düşüncelerine seslenmesine değil, daha çok, zenginlere ve
güçlülere haksız avantajlar sağlamasına yöneliktir. Eğer gerçek
düşünce özgürlüğü var olacaksa, değişik görüşler arasında fırsat
eşitliğinin olması da zorunludur; fikirler arası fırsat eşitliği
de ancak bu amaca yönelik titiz yasalarla elde edilebilir. Bu
yasaların çıkmasını beklemek için ise akla uygun hiçbir neden
yoktur. Çare, öncelikle böyle yasalarda değil, daha iyi bir eğitim
ve daha kuşkucu bir kamuoyunda aranmalıdır. Şimdilik çareler
üzerinde durmak istemiyorum.
3) Ekonomik Baskı. Düşünce özgürlüğü önündeki bu engelin
bazı yönlerini
daha önce ele almıştım. Şimdi, bu konuyu, önleyici önlemler
alınmadığı
takdirde gittikçe büyüyen bir tehlike olarak, daha genel
hatlarıyla ele
almak istiyorum. Düşünce özgürlüğüne karşı ekonomik baskı
uygulamanın en çarpıcı örneği Rusya'dır.
Rusya'da çalışma anlaşması öncesinde devlet, düşüncelerini
beğenmediği
kişileri açlığa mahkum edebilirdi; ve etti de örneğin Kropotkin'i.
(Rus
coğrafyacısı; anarşist) Ancak bu konuda Rusya öbür ülkelerden
sadece
biraz daha baskındır. Fransa'da Dreyfus (Alfred Dreyfus
(1859-1935): Vatana ihanet suçuyla önce mahkum olan, sonra serbest
bırakılıp hakları geri verilen Fransız subay. (ç.n.) davası
sırasında herhangi bir öğretmen başlangıçta Dreyfus yanlısı, işin
sonunda da karşıtı ise işinden
olabilirdi. Günümüz Amerika'sında Standard Petrol Şirketi'ni
eleştiren bir
üniversite profesörünün, ne denli ünlü olursa olsun, iş
bulabileceğini pek
sanmam. Çünkü bütün üniversite rektörleri Mr. Rockefeller'den ya
mali destek alır ya da almayı umar. Amerika'nın her yerinde
sosyalistler damgalanmıştır ve çok yetenekli değillerse, iş
bulmaları son derece güçtür.
Sanayileşmenin iyice gelişmiş olduğu yerlerde kendini gösteren,
tröstlerin
ve tekellerin bütün iş kollarını kontrol etme eğilimi işverenlerin
sayıca
azalmasına yol açmaktadır. Sonuçta, büyük şirketlere boyun eğmeyen
kişilerin açlığa sürüklenmesini sağlayan gizli kara-defterler
tutmak gittikçe
kolaylaşmaktadır. Tekellerin güçlenmesi Rusya'daki devlet
sosyalizmine
ilişkin kötülüklerin birçoğunu Amerika'da da ortaya çıkarmaktadır.
Tek
işverenin devlet veya bir tröst olması kişinin özgürlüğü açısından
bir fark
yaratmaz.
Sanayileşmede en ileri ülke olan Amerika'da ve koşulları
Amerika'dakilere
benzer olan öteki ülkelerde ise biraz daha az ölçüde olmak üzere,
sıradan bir vatandaş, eğer geçimini sağlamak istiyorsa bazı büyük
adamların düşmanlığını kazanmaktan kaçınmalıdır. Bu büyük
adamların dinsel, siyasal, ahlaki- bazı görüşleri vardır ve kendi
çalışanlarının bunları kabul etmelerini, en azından kabul etmiş
görünmelerini beklerler. Hıristiyanlığı açıkça inkar eden, veya
evlilik yasalarının biraz yumuşatılması gerektiğine inanan ya da
büyük şirketlerin sahip oldukları güce karşı olan bir kişi için
Amerika, eğer çok ünlü bir yazar değilse, hiç de huzurlu bir ülke
değildir.
Ekonomik örgütlenmenin uygulamada tekelleşme noktasına vardığı
bütün
ülkelerde düşünce özgürlüğü üzerinde aynı kısıtlamaların ortaya
çıkması kaçınılmazdır. Bu nedenle, gelişen dünyamızda
özgürlüklerin
korunması, serbest rekabetin gerçekten var olduğu on dokuzuncu
yüzyıla göre çok daha güçtür. Aklın özgürlüğüne önem veren
herkesin bu
durumla tam olarak ve içtenlikle yüzleşmesi; sanayileşme henüz
başlangıç
çağındayken yeterli olan önlemlerin artık geçersiz olduğunu
anlaması gerekir.
İki basit ilke, benimsendikleri takdirde hemen hemen bütün sosyal
sorunları çözebilir. Birincisine göre eğitimin amaçlarından biri,
insanlara, sadece doğru olduklarına dair bazı mantıksal nedenler
bulunan önermelere
inanmalarını öğretmek olmalıdır. İkincisi de bir işe adam
alınırken, sadece,
o işe uygun olup olmadığına bakılması gerekliliğidir.
Bunlardan önce ikincisini ele alalım: bir kimseye bir görev
verilirken, ya
da o kişi bir işe alınırken onun dinsel, siyasal, ve ahlaki
düşüncelerini
dikkate alma alışkanlığı, insanlara fikirlerinden dolayı
zulmetmenin
çağdaş biçimidir; sonunda da Engizisyon kadar etkili olabilir.
Eski
özgürlükler, yasal olarak var olsalar da hiçbir işe yaramazlar.
Eğer uygulamada bazı fikirler insanı açlığa mahkum ediyorsa, bu
fikirlerinin
yasalarca cezalandırılmamaları pek zayıf bir tesellidir.
İngiltere Kilisesi'ne bağlı olmayan veya politikada
alışılagelmişin biraz
dışında kalan fikirlere sahip insanların açlıktan ölmelerine karşı
toplumda bir ölçüde duyarlık vardır.
Ancak ateistlerin, Mormonların, (1830'da Amerika'da kurulmuş bir
dinsel
örgütün üyeleri. (ç.n.) aşırı komünistlerin, serbest aşkı savunan
kişilerin
toplumdan dışlanmasına karşı toplumsal bir duyarlık yok gibidir.
Böyle
kişilerin zararlı oldukları, onları işe almamanın doğal olduğu
kabul edilir.
İleri derecede sanayileşmiş bir ülkede böyle bir tutumun çok
etkili bir
zulüm oluşturduğunu insanlar henüz pek fark etmemektedirler.
Bu tehlike yeterince anlaşılırsa kamuoyunun harekete geçirilmesi,
bir
kimsenin işe alınmasında onun inançlarının dikkate alınmaması
sağlanabilir. Azınlıkların korunmasının yaşamsal önemi vardır.
Kurallara en bağlı olanlarımız bile bir gün kendilerini azınlıkta
bulabilirler. O nedenle, çoğunluğun zulmünün sınırlanmasında
hepimizin yararı vardır. Kamuoyundan başka hiçbir şey bu sorunu
çözemez. Sosyalizm sorunu biraz daha belirgin hale getirir; çünkü,
ender de olsa, bazı işverenlerce sağlanabilen fırsatlar
sosyalizmde söz konusu değildir. Sanayi işletmelerinde
gerçekleştirilen her büyüme, bağımsız işveren sayısını
azalttığından, durumu daha da kötüleştirir. Bu konuda dinsel
hoşgörü için verilen savaşla aynı türden bir savaş verilmelidir.
Fikirlerdeki sivriliklerin azalması bu savaşta da öncekinde
olduğu gibi,
belirleyici etken olabilir. İnsanlar Katolikliğin veya
Protestanlığın mutlak
doğru olduğuna inanırlarken onlar uğruna zulüm yapmaktan
kaçınmamışlardır.
İnsanlar, bulundukları çağda geçerli olan inanların doğruluğundan
kuşkulanmadıkları sürece, onlar uğruna zulüm de yaparlar.
Hoşgörülü olmak için, teoride olmasa da uygulamada bir ölçüde
kuşku gereklidir. Bu da bizi eğitimin amaçları hakkındaki ikinci
ilkeye götürür.
Eğer dünyada hoşgörü olacaksa, okullarda öğretilmesi gereken
şeylerden
biri de kanıtları değerlendirme alışkanlığı, doğru olduklarına
dair bir kanıt bulunmayan önermeleri olduğu gibi kabul etmeme
alışkanlığı olmalıdır. Örneğin, gazete okuma sanatı
öğretilmelidir. Öğretmen, yıllar önce geçmiş ve politik
tartışmalara yol açmış olan bir olayı ele almalı; çocuklara önce
bir tarafı destekleyen gazetelerde yazılanları, sonra karşı
taraftakileri destekleyenlerin yazdıklarını, en sonra da gerçekten
ne olup bittiğini tarafsız bir şekilde aktaran yazıları
okumalıdır. Deneyimli bir okuyucunun her iki taraftaki önyargılı
haberlerden gerçekte ne olduğunu nasıl çıkarabileceğini
göstermeli; gazetelerde yazılanların az veya çok
gerçek dışı olduğunu öğrencilerin anlamasını sağlamalıdır. Bu
öğreti sonunda edinilen kuşkuculuk, iyi niyetli insanların
idealist yönlerine seslenen bu türden soytarıların dalaverelerine
karşı, ilerideki yıllarda öğrencilere bağışıklık kazandıracaktır.
Tarih de buna benzer bir yöntemle öğretilmelidir. Örneğin,
Napolyon'un
bütün çarpışmalarda perişan ettiği -resmi bültenlere göre
Müttefiklerin Paris
surlarına dayanmasıyla Paris halkını şaşkınlığa uğratan 1813 ve
1814
seferleri Moniteur'den okutulmalıdır. Daha ileri sınıflarda
ölümden
korkmamayı öğretmek için, çocuklardan Trotsky'nin Lenin'e kaç kez
suikast düzenlediğini saymaları istenmelidir.
Son olarak da öğrencilere hükümetçe onaylanmış bir tarih kitabı
verilmeli;
Fransızlarla yaptığımız savaşlar hakkında bir Fransız tarih ders
kitabında neler yazılmış olabileceğini tahmin etmeleri
istenmelidir. Bütün bunlar, bazı kişilerin kamu sorumluluğu
aşılayabileceğini sandığı, basmakalıp ahlaki sloganlardan çok daha
iyi bir vatandaşlık eğitimi sağlar.
Sanırım, dünyadaki kötülüklerin, akıl kullanmamak kadar ahlaki
kusurlardan da kaynaklandığını kabul etmek gerekiyor. Ancak
insanoğlu ahlaki kusurları giderecek bir yöntemi şimdiye kadar
bulamamıştır; vaazlar ve öğütler eski kötülükler listesine bir de
ikiyüzlülüğün eklenmesinden başka bir işe yaramamıştır. Buna
karşılık, akıl kullanmak, işinin ehli her eğitimcinin bildiği
yöntemlerle kolayca geliştirilebilecek bir özelliktir. Bu nedenle,
erdemli olmayı öğretecek bir yöntem keşfedilinceye kadar,
ilerleme ahlaktan çok aklın geliştirilmesinde aranmalıdır.
Rasyonalizmin önündeki başlıca engellerden biri de kolayca
kandırılabilir olmak ve bu anlamdaki bir saflıktır; bu da yaygın
kandırma yöntemlerinin öğretilmesiyle büyük ölçüde giderilebilir.
Günümüzde bu türden saflık eskiye göre çok daha önemli bir illet
haline gelmiştir ve büyük bir sakıncadır. Çünkü eğitimin
yaygınlaşmasıyla haber yaymak da çok daha kolaylaşmış; demokrasi
sayesinde yanlış haberler çıkarılması iktidardakiler için daha
büyük bir
önem taşır olmuştur. Gazete tirajlarındaki artışın nedeni de
budur.
Eğer, bu iki ilkenin, yani 1) İşlerin insanlara yalnızca o işi
yapma
yetilerine bakılarak verilmesi, 2) Eğitimin insanları, kanıtı
olmayan
önermelere inanma alışkanlığından kurtarmayı amaçlaması
ilkelerinin bütün
dünyada kabulünün nasıl sağlanacağı sorulursa, bunun yalnızca
aydın bir
kamuoyu oluşturulmasıyla gerçekleşebileceğini söyleyebilirim.
Aydın bir
kamuoyu da ancak onun var olmasını isteyenlerin çabalarıyla
oluşturulabilir.
Sosyalistlerin öne sürdükleri ekonomik değişikliklerin, söz
etmekte olduğumuz sakıncaları gidermek konusunda kendi başlarına
etkili olacaklarını sanmıyorum. Kanımca kamuoyu, işverenin,
işçisinin iş dışındaki yaşamına karışmamasında ısrarlı olmadığı
sürece, politikada ne olursa olsun, ekonomik kalkınma düşünce
özgürlüğünü daha da zorlaştıracaktır. Eğer istenirse, eğitim
özgürlüğü, devletin işlevini denetleme ve ödenek sağlama ile
sınırlayarak, denetimi de kesin şeylerin öğretimine hasretmekle
kolaylıkla sağlanabilir.
Ancak bugünkü koşullarda bu da eğitimi kilisenin ellerine
bırakmak demek
olur; çünkü, ne yazık ki, onların kendi inançlarını öğretme
arzusu,
özgür-düşünürlerin kuşkularını öğretme arzusundan çok daha
kuvvetlidir.
Ancak böyle bir uygulama yine de özgür bir ortam yaratır ve eğer
gerçekten isteniyorsa, açık fikirli bir eğitime olanak sağlar. Bundan
fazlası da
yasalardan beklenmemelidir.
Bu makale boyunca bilimsel bakış açısının yaygınlaştırılması
konusunu
savundum. Bu da bilimsel sonuçların bilinmesinden çok farklı bir
şeydir.
Bilimsel görüş insanlığı yeni baştan şekillendirmeyi olanaklı
kılar ve bütün
sıkıntılarımıza bir çıkış yolu sağlar. Makineleşme, zehirli
gazlar,
çığırtkan basın gibi bilimin getirdiği bazı şeyler bütün
uygarlığımızı yerle
bir edecek gibi görünüyor. Bu, bir Marslının aldırmadan
gülümseyerek
seyredeceği bir çelişki olabilir; ancak, bizim için bir ölüm-kalım
sorunudur.
Torunlarımızın daha mutlu bir dünyada mı yaşayacakları, yoksa
birbirlerini bilimsel yöntemlerle yok edip insanlığın kaderini
Papualılara mı bırakacakları, bu sorunun çözümüne bağlıdır. |