...................
SORGULAYAN DENEMELER    -4

Bertrand Russell
Çeviri: Nermin Arık
TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları

                         
...................
...................

Doğu'nun ve Batı'nın Mutluluk İdealleri

Wells'in Zaman Makinesi'ni herkes bilir; makine, ona sahip olan kişinin zaman içinde ileriye veya geriye gitmesini, geçmişin neye benzediğini, geleceğin nasıl olacağını şahsen görmesini sağlar. İnsanlar Wells'in makinesinin sağladığı yararların birçoğunun, günümüzde de dünyanın çeşitli yerlerine seyahat ederek sağlanabileceğini pek fark etmiyorlar. New York'a ya da Chicago'ya giden bir Avrupalı geleceği, eğer ekonomik bir felaket ortaya çıkmazsa Avrupa'nın ulaşması olası geleceği görecektir. Öte yandan, eğer Asya'ya gidecek olursa geçmişi görecektir. Bana anlatıldığına göre Hindistan'da Ortaçağ'ı, Çin'de (1920) on sekizinci yüzyılı görecektir.

Eğer George Washington yeryüzüne geri gelseydi, yarattığı ülke onu da
şaşırtırdı. İngiltere'de biraz daha az, Fransa'da ise ondan daha da az
yabancılık çekerdi. Ancak Çin'e ulaşmadan kendini tam olarak ülkesinde
hissetmezdi. Hayali yolculukları boyunca ilk kez orada "yaşam, özgürlük ve mutluluk arayışı"na hala inanan, bunları Bağımsızlık Savaşı'nın
Amerikalılarına benzer şekilde algılayan insanlarla karşılaşırdı.
Çin'e cumhurbaşkanı olması da sanırım pek uzun zaman almazdı.

Batı uygarlığı Kuzey ve Güney Amerika'yı, Rusya dışındaki Avrupa'yı ve
özerk İngiliz dominyonlarını içine alır. Bu uygarlıkta Amerika
başı çeker; Batı'yı Doğu'dan ayırdeden bütün özellikler en çok Amerika'da
belirgin ve gelişmiş durumdadır. İlerlemeyi doğal karşılamaya alışkınız: Son yüzyılda gerçekleşen değişimlerin daha iyiye doğru olduğundan, iyiye doğru başka değişimlerin de hep süregeleceğinden hiç kuşku duymuyoruz. Savaş ve onun sonuçları Kıta Avrupa'sında bu güvenli inanca bir darbe indirdi; insanlar 1914 öncesine, yüzyıllar boyu tekrar dönmeyecek bir altın çağ gözüyle bakmaya başladılar.

İyimserliğin uğradığı bu sarsıntı İngiltere'de daha hafif, Amerika'da ise daha da hafif olarak gerçekleşti. İçimizde ilerlemeyi doğal karşılama alışkanlığında olan kişilerin, bizim yüz elli yıl önce bulunduğumuz konumda olan Çin gibi bir ülkeyi ziyaret etmeleri ve geçirdiğimiz değişikliklerin bize gerçek bir iyileşme getirip getirmediğini kendi kendilerine sormaları özellikle ilginç olacaktır.

Herkesin bildiği gibi Çin uygarlığı, Confucius'un İsa'dan beş yüz yıl önce
yaygınlaşan öğretilerini temel almıştır. Grekler ve Romalılar gibi
Confucius da insan toplumunun gelişmesinin doğa gereği olduğu görüşünde değildi; tersine, çok eski çağlarda hükümdarların bilge kişiler
olduğuna ve de insanların, yozlaşmış günümüzün hayranlık duyduğu ancak ulaşamadığı ölçüde mutlu olduklarına inanıyordu. Bu kuşkusuz
bir yanılgıydı. Ama ne olursa olsun Confucius, çağının diğer hocaları gibi,
hep yeni başarılar peşine düşmek yerine, belli bir nitelik düzeyini
koruyan kararlı bir toplum yaratılmasını amaçlıyordu. Bu konuda şimdiye
kadar gelmiş geçmiş herkesten daha başarılı oldu. Kişiliği o çağlardan
günümüze dek Çin uygarlığına damgasını vurmuştur.

Onun zamanında Çin bugünkü topraklarının yalnız küçük bir bölümünü
kaplıyordu ve birbirleriyle çarpışan eyaletlere bölünmüş durumdaydı.
Çinliler, bunu izleyen üç yüz yıl içinde şimdi Çin olarak bilinen topraklara
yayıldılar ve son elli yıla gelinceye kadar yüzölçümü ve nüfus bakımından
dünyanın en büyüğü olan bir imparatorluk kurdular. Barbarların işgallerine,
Moğol ve Mançu hanedanlarına ve arada yaşanan uzun veya kısa süreli iç savaş ve karışıklıklara karşın Confucius'un sistemi varlığını sürdürdü; beraberinde sanat, edebiyat ve uygar bir yaşama biçimi getirdi. Batı ve batılılaşmış Japonya ile temaslar sonucunda bu sistem ancak yeni yeni çökmeye başlamıştır.

Bu kadar olağanüstü bir varolma gücüne sahip bir sistemin pek üstün
nitelikleri olması gerekir; saygı ve ilgimizi de hak eder. Bu sistem kelimenin bizim algıladığımız anlamında bir din değildir; çünkü doğa üstü veya mistik inançlarla bir ilişkisi yoktur. Tamamen ahlaki bir sistem olmakla beraber kuralları, Hıristiyanlığın kurallarından farklı olarak, sıradan insanların uygulayamayacağı ölçüde yüce değildir. Confucius'un öğretileri, temelde modası geçmiş on sekizinci yüzyıl "beyefendi" idealine benzer şeylerdir. Deyişlerinden biri bunu açıklamaktadır (Lionel Giles'in Sayings of Confucius - Confucius'un Deyişleri-'nden alıntı): "Gerçek beyefendi hiçbir zaman kavgacı değildir. Eğer ortada kaçınılmaz bir rekabet varsa, bu bir atış-yarışması gibi çözümlenir. Burada bile, yerini almadan önce ve kaybettikten sonra rakibini kibarca selamlar; kaybetmişse ceremesini de çeker. Böylece, çekişirken bile gerçek beyefendiliğini korur."

Çoğunlukla, bir ahlak hocasından beklendiği gibi, sorumluluktan, erdemden ve bu tür şeylerden söz eder; ancak kişiyi, doğaya ve doğal sevgiye aykırı olan herhangi bir şeye zorlamaz. Bu da aşağıdaki konuşmada görülüyor:

"She Dükü Confucius'a şunları söyledi: Ülkemizde dürüst bir adam var.
Babası bir koyun çaldı ve oğlu ona karşı tanıklık etti. Confucius şöyle
yanıtladı: Bizim ülkemizde dürüstlük bundan farklı bir şeydir. Baba oğlunun
suçunu, oğlan da babasının suçunu gizler. Gerçek dürüstlük ancak böyle
davranışlarda bulunur." Confucius her şeyde hatta erdem konusunda bile,
ılımlı bir kişiydi. Kötülüğü iyilikle yanıtlamamız gerektiğine inanmazdı.
Bir keresinde kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi hakkındaki düşüncesi
sorulduğunda yanıtı şu olmuştu: "O zaman iyiliğin karşılığı ne olacak?
Haksızlığa adaletle, iyiliğe iyilikle karşılık vermelisiniz." Onun zamanında
Çin'de kötülüğe iyilikle karşılık verme ilkesi, öğretileri hıristiyanlığa
Confucius'unkinden daha yakın olan Taoistlerce öğütleniyordu. Taoizmin
kurucusu Lao-Tze (Confucius'un daha yaşlı bir çağdaşı olduğu sanılır) şöyle diyor: "İyiye iyi, iyi olmayana da onu iyiliğe yöneltmek için, yine iyi
davranmalıyım. İnanç sahibi olanlara saygı duyarım; olmayanlara da saygı
duyarım; çünkü belki bu yolla onlar da inanç sahibi olurlar. Bir insan kötü
bile olsa onu dışlamak doğru olabilir mi? Kötülüğe iyilikle karşılık veriniz."
Lao-Tze'nin bazı sözleri Dağdaki Vaaz'ın (İsa tarafından müritlerine
verilen, Hıristiyanlığın temel ilkelerini içeren vaaz. (ç.n.) bazı bölümlerine inanılmaz derecede benzer. Örneğin şöyle diyor:

"Alçakgönüllü olanlar oldukları gibi kalacaklardır. Eğriler düzeltilecektir. Boşlar doldurulacaktır. Yıpranmışlar yenilenecektir. Yoksullar başarılı olacaktır. Çok fazla şeye sahip olanlar yollarını şaşıracaktır."

Lao-Tze'nin değil de Confucius'un ulusal bilge haline gelmesi Çin'e has bir özelliktir. Taoizm de varlığını sürdürdü: ancak cahil halk arasında
ve sihir niteliğinde. Onun öğretileri İmparatorluğu yöneten uygulamacılara hayal ürünü gibi geliyordu. Confucius'un öğretileri ise sürtüşmeleri
önleme bakımından çok iyi hesaplanmıştı.

Lao-Tze eylem karşıtı bir sav öğütlüyor, şöyle diyordu: "İmparatorluk, işlerin kendi doğal haline bırakılmasıyla kazanılmıştır. Her zaman bir şeyler
yapmak zorunda olan kimseler imparatorluk sahibi olmaya layık değildirler." Ancak, doğal olarak, Çin'in yöneticileri Confucius'un, kendine hakim olma, hayırseverlik, nezaket ilkelerini yeğlediler; aynı zamanda bilge hükümetlerin sağlayacağı yararlara büyük önem verdiler. Beyaz ırka mensup modern ulusların hepsinin yaptığı gibi, kuramsal olarak bir tür ahlak sistemini, uygulamada ise başka bir ahlak sistemini benimsemeyi Çinliler hiçbir zaman akıllarına getirmediler. Onlar her zaman kendi kuramlarına uygun davranmışlardır demek istemiyorum; ancak öyle davranmaya çaba göstermişler, kendilerinden de öyle davranmaları beklenmiştir. Halbuki Hıristiyan ahlak kurallarının büyük bir bölümünün, bu
günahkar dünyada uygulanamayacak ölçüde yücelik öngördüğü,
genelde kabul edilen bir husustur.

Gerçekte, bizim yan yana giden iki tür ahlak sistemimiz vardır: birisi
öğütlediğimiz ama uygulamadığımız ahlak; öteki de uyguladığımız ama
sadece ara sıra öğütlediğimiz ahlak. Mormonizm dışındaki bütün dinler gibi
Hıristiyanlık da Asya kökenlidir. Hıristiyanlık, ilk yüzyıllarında Asya
mistisizmine özgü olan bireycilik ve öbür-dünya kavramlarına ağırlık
vermiştir. Karşı-koymama doktrini bu açıdan bakıldığında bir anlam
taşıyordu. Ancak Hıristiyanlık güçlü Avrupa prensiplerinin resmi dini
olunca bazı metinlerin sözcük anlamına göre algılanmaması gerekli görüldü.

Öte yandan, "Sezar'ın hakkını Sezar'a veriniz" gibilerinden bazı ifadeler
çok yaygınlaştı. Günümüzde ise rekabete dayalı sanayinin etkisiyle,
karşı-koymama ilkesine en ufak bir eğilim aşağılanmakta, herkesin kendi
yolunda gitmesi beklenmektedir. Uygulamada geçerli olan ahlak ilkemiz
mücadele yoluyla elde edilen maddi başarıdır ve bu husus bireyler için
olduğu kadar uluslar için de geçerlidir. Bunun dışındaki her şey bize
safdillik ve saçma olarak görünür.

Çinliler bizim ne teorik ne de pratik ahlak kurallarımızı benimsiyorlar.
Teoride kavganın yerinde olacağı durumların varlığını; uygulamada ise bu
hale çok ender rastlandığını kabul ediyorlar. Bizlere gelince, teorik
olarak, dövüşmeyi gerektirecek hiç bir durum olamayacağını; pratikte ise, bu durumların sık sık ortaya çıktığını düşünüyoruz. Çinliler de bazen kavga
ederler; ancak savaşçı bir ırk değillerdir. Savaşta olsun iş yaşamında olsun
başarıyı uzun boylu övmezler. Geleneksel olarak, öğrenmeye her şeyden çok değer verirler; ondan sonra, ve genellikle onunla birlikte, inceliğe ve
nezakete.

Çok uzun yıllar boyunca, Çin'de yönetim görevlerine atamalar yarışma
sınavı yoluyla yapılmıştır. İki bin yıl boyunca, babadan oğula geçen
bir aristokrasi var olmadığı için (bunun tek istisnası Confucius ailesidir,
aile reisine Dük denir) bilim, salt kendisi için topladığı saygının
yanı sıra, feodal Avrupa'da güçlü soylulara gösterilene benzer bir saygıya
kavuşmuştur. Ancak, eski bilim çok dar kapsamlıydı; Çin klasiklerinin ve
onların ünlü yorumcularının, eleştiriden uzak olarak öğreniminden ibaretti.
Batı'nın etkisiyle coğrafya, ekonomi, jeoloji, kimya vb.'nin eski çağların
ahlak öğretilerinden daha pratik yararları olduğu fark edildi. Yeni Çin (yani
Avrupa standartları doğrultusunda eğitim görmüş olan gençler) çağdaş
gereksinimlerin farkındadır ve belki de eski geleneklere yeterince saygı
duymamaktadır. Ancak yine de en modern olanları bile, az sayıda istisna
dışında ılımlılık, nezaket ve barışçılık gibi geleneksel erdemlerini korumaktadırlar. Önümüzdeki birkaç on-yıllık süre içinde Batı'dan
ve Japonlardan alınan dersler sonunda bu erdemlerin varlıklarını sürdürmeleri ise kuşku götürür.

Eğer Çinliler ile aramızdaki farkı tek bir cümle ile özetlemem gerekirse
şunu söyleyebilirim ki, temelde zevk almayı amaç edinmişlerdir; bizler ise,
temelde güçlü olmayı. Biz diğer insanlara ve Doğa ya karşı güçlü olmaktan hoşlanıyoruz. Bunlardan ilki için güçlü devletleri, ikincisi için de Bilimi geliştirdik. Çinliler bu tür uğraşlar için fazlasıyla tembel ve fazlasıyla
yumuşak huyludurlar. Onlara tembel demek yalnız bu anlamda doğrudur. Rusların olduğu türden tembel değildirler; yani geçimlerini kazanmak için çok çalışırlar. Patronları onları olağanüstü çalışkan bulur. Ancak onlar Batı
Avrupalılar ve Amerikalılar gibi, boş durmaktan sıkıldıkları için veya salt
koşuşturmayı sevdikleri için çalışmazlar. Geçimlerine yetecek kadar kazandıklarında onunla yetinirler; daha çok çalışarak kazançlarını artırmaya çaba göstermezler.

Tiyatroya gitmek, çaylarını içerek sohbete dalmak, eski çağlardaki Çin
sanatına hayranlık duymak veya güzel manzaralı yerlerde dolaşmak gibi
eğlencelerle zaman geçirmek konusunda yetenekleri sonsuzdur. Bizim düşünce tarzımıza göre insanın yaşamını böyle geçirmesi gereğinden çok rehavet ifade eder; bizler her gün bürosuna giden bir insana, orada yaptığı işler zararlı da olsa, daha çok saygı duyarız.

Beyazlar için Doğu'da yaşamanın belki de kötü bir etkisi oluyor. Ancak
itiraf etmeliyim ki, Çin'i tanıdıktan sonra tembelliğe insanların toplu
olarak sahip olabilecekleri en iyi özellik olarak bakmaya başladım.
Çalışkanlık sayesinde gerçi bazı şeyler kazanıyoruz; ancak bu başardığımız şeylerin sonuç olarak bir değer ifade edip etmediği, sorgulanmaya değer. Üretimde eşsiz beceriler geliştiriyoruz. Ürettiklerimizin de bir bölümünü gemiler, otomobiller, telefonlar ve lüks ve hızlı yaşamın başka gereçleri olarak kullanıyoruz; bir bölümünü ise birbirimizi toplu halde öldürecek silahlar, zehirli gazlar ve uçaklara ayırıyoruz. Çok iyi bir yönetim ve vergi sistemimiz var. Bu vergilerin de bir bölümü eğitim, sağlık ve benzeri yararlı şeyler için, geriye kalanı da savaş amaçları için kullanılmaktadır.

Günümüz İngiltere'sinde milli gelirin en büyük bölümü geçmiş ve gelecek
savaşlara ayrılmakta, yararlı şeylere ise ancak bundan geri kalan bölüm
harcanmaktadır. Kıta Avrupa'sındaki ülkelerin çoğunda oran daha da kötüdür.

Benzersiz etkinlikte bir polis örgütümüz var. Bunun bir bölümü suçu ortaya
çıkarmak ve önlemek için, bir bölümü de yeni, yapıcı siyasal düşünceleri
olan kişileri hapse atmak için kullanılıyor. Son zamanlara kadar Çin de
bunların hiçbiri yoktu.

Sanayi otomobil veya bomba yapamayacak kadar verimsiz, devlet kendi
vatandaşlarını eğitemeyecek ve başka ülke insanlarını öldüremeyecek kadar etkisiz; polis haydutları veya Bolşevikleri yakalamayacak kadar güçsüzdü. Bunların sonucu olarak Çin'de hiçbir beyaz adamın ülkesinde bulunmayan ölçüde herkes için özgürlük; ufak bir azınlık dışındaki bütün insanların fakir olduğu düşünüldüğünde çok çarpıcı olan, yaygın bir mutluluk vardı. Orta sınıftan bir Çinli ile orta sınıftan bir Batılının olaylara bakış açılarını karşılaştırdığımızda iki farklılık göze çarpar: Birincisi, Çinlilerin yararlı bir amaca hizmet etmeyen hiçbir eyleme değer vermemeleri; ikincisi, kendi itilerimizi kontrol altında tutup başkalarınınkine karışmayı ahlaklılık saymamalarıdır. Bunların birincisini daha önce tartışmış bulunuyoruz; ancak ikincisi de sanırım aynı ölçüde önemlidir.

Ünlü Sinolog Profesör Giles'ın "Confucianizm ve Karşıtları" konusunda
Gifford'da verdiği konferanslarda savunduğu görüşe göre, Hıristiyan
misyonerlerin Çin'deki başarılarının başlıca engeli, doğuştan günahkarlık
doktrini olmuştur. Uzak Doğu'da çoğu misyonerler tarafından hala
öğretilmekte olan kalıplaşmış Hıristiyan doktrinine göre hepimiz günahkar
olarak, sonsuza dek cezalandırılmayı hak edecek ölçüde günahkar olarak
doğmuşuzdur. Çinliler bu savın, beyazlar için geçerli olmasını kolaylıkla
kabul edebiliyorlar. Ancak kendi ana-babalarının ve büyük ana-babalarının
cehennem ateşinde yandığı söylendiğinde kızıyorlar. Confucius insanların
iyi olarak doğduğunu, eğer sonradan günahkar olurlarsa bunun kötü örneklerden ya da kötü terbiyeden kaynaklandığını öğretmişti.

Batı'nın geleneksel katı inançları ile bunun arasındaki farklılığın
Çinlilerin bakış açısı üzerinde derin etkisi vardır. Bizde ellerinde ahlak meşalesi taşıdığı varsayılan kişiler, kendilerini normal zevklerden mahrum eden ve bunun acısını başkalarının zevklerine karışarak çıkaran kişilerdir. Bizim erdem anlayışımızda başkalarının işine burun sokma özelliği vardır: Bir kimse eğer kalabalığın rahatını bozmuyorsa onun olağanüstü iyi bir insan olabileceğini düşünmeyiz. Bu bizim Günah anlayışımızdan kaynaklanıyor.

Bu tavır yalnızca özgürlükleri kısıtlamakla kalmıyor; ikiyüzlülüğe de yol
açıyor. Çünkü geleneksel ölçütlere uyum sağlamak çoğu kişiye fazlasıyla güç geliyor. Çin de ise durum böyle değildir. Orada ahlak kuralları olumsuz
yönde değil, olumlu yöndedir. İnsanın ana-babasına saygılı, çocuklarına
şefkatli, fakir akrabalarına cömert ve herkese nazik davranması beklenir.
Bunlar da gerçekleştirilmesi çok zor beklentiler değildir; halkın çoğunluğu
tarafından gerçekten uygulanır. Sonuç da galiba, çoğumuzun yerine
getiremediği bizim ölçütlerimize göre daha olumludur.

Günah kavramının yokluğunun bir başka sonucu da insanların, aralarındaki
görüş ayrılıklarını, Batı'da olduğundan daha fazla, mantığa ve tartışmaya
açık tutma eğiliminde olmalarıdır. Bizde fikir ayrılıkları hemen bir "ilke"
sorununa dönüşür: iki taraf da diğer tarafın kötü olduğunu, ona katılmanın
suçluluğu paylaşmak demek olduğunu düşünür. Bu da anlaşmazlıkları
şiddetlendirir ve uygulamada hemen kuvvete başvurmayı akla getirir. Çin'de
kuvvete başvurmaya hazır silahlı kuvvetler var olmuşsa da onları kimse, hatta askerlerin kendileri bile ciddiye almamıştır. Hemen hemen kansız
denebilecek savaşlar yapmışlar, bizim Batı'daki daha şiddetli
çatışmalarımızdan edindiğimiz deneyimlere bakılırsa, beklenenden çok daha az zarar vermişlerdir. Sivil yönetim de dahil olmak üzere halkın çoğunluğu sanki bu generaller ve orduları hiç yokmuş gibi günlük yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Günlük yaşamda anlaşmazlıklar, çoğunlukla üçüncü bir kişinin dostça arabuluculuğu ile çözümlenir. Kabul gören ilke uzlaşmadır; çünkü her iki tarafın da aşağılanmaması gereklidir. Bazı yönleri yabancılara komik gelse bile, bu görünüşü-kurtarma ilkesi son derece değer verilen ulusal bir kurumdur; sosyal ve siyasal yaşamı, bizdekinden çok daha az acımasız kılar.

Çin sisteminde tek bir kusurama önemli bir kusur vardır ve bu da
sistemin, Çin'in daha kavgacı uluslara karşı koymasını engellemesidir.
Bütün dünya Çin gibi olsaydı bütün dünya mutlu olurdu. Diğer uluslar kavgacı ve kuvvetli olduğu sürece, Çinliler de eğer ulusal bağımsızlıklarını
koruyacaklarsa, artık dış dünyadan soyutlanmış olmadıkları için, bizim
kötülüklerimizi bir ölçüde taklit etme zorunda kalacaklardır. Bu taklidin
bir gelişme olduğunu sanıp gururlanmaya kalkışmamalıyız.


İyi İnsanların Yol Açtıkları Kötülükler

1

Yüz yıl kadar önce herkesin çok kötü bir insan olarak tanıdığı Jeremy
Bentham adında bir filozof yaşadı. Daha çocukken adını ilk duyduğum anı
bugüne kadar hiç unutmadım. Bu, Muhterem Peder Sydney Smith'in, Bentham'ın insanların ölmüş büyükannelerinden çorba yapmaları gerektiğini düşündüğü yolundaki sözlerini duyduğum andı. Böyle bir uygulama bana aşçılık yönünden olduğu kadar ahlak yönünden de tatsız gelmişti. Bu nedenle Bentham hakkında kötü bir kanaat edinmiştim. Bu sözlerin, saygıdeğer insanların erdem uğruna söyleme alışkanlığında oldukları sorumsuz yalanlardan biri olduğunu çok sonraları keşfettim. Bundan başka, Bentham'a karşı gerçek suçlamanın ne olduğunu da anladım.

Aşağı yukarı şöyle bir şeydi:

"İyi" insanı, iyilik yapan insan olarak tanımlamıştı. Aklı başında bir
okuyucunun hemen anlayacağı gibi bu tanımlama gerçek ahlak ilkelerini
altüst eden bir şeydi. Bir iyiliğin, ondan yararlanan kişiye duyulan sevgiden
kaynaklanıyorsa erdemli olmadığını, sadece ahlak kurallarından esinlenmişse erdemli olduğunu ortaya koyan Kant'ın düşüncesi çok daha yücedir. Aynı kurallar, doğaldır ki, ters yönde acımasız hareketlere de yol açabilir. Erdemli olmanın ödülünün erdemin kendisi olduğunu biliyoruz. Bundan galiba şu sonuç çıkıyor ki, ona katlanmak da onun cezasını oluşturmaktadır. Bu nedenle Kant, Bentham'dan daha yüce bir moralisttir ve erdemi erdem olduğu için sevdiğini söyleyen herkes onun tarafını tutar.

Bentham'ın kendi iyi insan tanımına göre davrandığı doğrudur: çok iyilik
yapmıştır. On dokuzuncu yüzyılın ortalarındaki kırk yıl, İngiltere'nin maddi
yönden, fikir ve ahlak yönlerinden inanılmaz ölçüde ilerleme gösterdiği
yıllardır. Bu dönemin başlarında daha önce aristokrasiyi temsil eden
Parlamento'yu, orta sınıfı temsil eder duruma getiren Reform Yasası
çıkmıştır.

Yasa İngiltere'de demokrasiye doğru atılan adımların en zoru olmuştur.
Hemen arkasından da Jamaica'da köleliğin kaldırılması gibi, başka
önemli reformlar gelmiştir. Bu dönemin başında adi hırsızlığın cezası
asılarak idamdı. Çok geçmeden ölüm cezası yalnız adam öldürme ve vatana ihanet suçlarıyla sınırlandırıldı. Yiyecek fiyatlarını korkunç sefalete yol açacak ölçüde artıran Hububat Yasaları 1846'da yürürlükten kalktı. 1870'de zorunlu eğitim getirildi. Victoria dönemini kötülemek bugün moda haline gelmiştir ama ben bizim çağımızın, onların çağının yarısı kadar iyi not almasını dilerim. Ancak şimdiki konumuz bunlar değil. Gelmek istediğim nokta şudur: o yıllardaki ilerlemenin çok büyük bir bölümünün Bentham'ın etkisi sayesinde gerçekleştiği kabul edilmelidir. Geçen yüzyılın ikinci yarısında İngiltere'de yaşayan insanların onda dokuzunun, Bentham olmasaydı yaşayabileceklerinden daha mutlu yaşadıkları kuşku götürmez. Felsefesi öylesine yalındı ki, ona yaptıklarının bir gerekçesi olarak bakmış
olabilir. Bizler, şimdiki daha aydın çağımızda onun fikirlerinin abes
olduğunu görebiliriz. Ancak, Bentham'ınki gibi pek de onurlu olmayan
bir faydacılık ilkesini reddetme nedenlerine bir göz atmak bizi
yüreklendirebilir.

2

Hepimiz "iyi" insandan ne anladığımızı biliriz. İdeal iyi insan içki ve
sigara içmez, küfretmez, yalnız erkeklerin bulunduğu bir toplantıda
orada hanımlar varmış gibi konuşur, kiliseye aksatmadan gider, her konuda isabetli fikirleri vardır. Haksızlığa karşı derin bir nefret duyar ve Günah'ı cezalandırmanın bizim acı bir görevimiz olduğunu bilir. Yanlış
düşünmeye karşı daha da büyük bir nefret duyar ve genellikle orta yaşlı
başarılı yurttaşlarının benimsediği görüşlerin isabetli olup olmadığını
sorgulayan kişilerden gençleri korumanın bir devlet görevi olduğu
kanısındadır. Titizlikle yürüttüğü mesleki faaliyetleri yanında hayır
işlerine de hayli zaman ayırır: yurtseverliği ve askeri eğitimi teşvik
eder; işçilerin ve onların çocuklarının çalışkan, serinkanlı ve erdemli
olmalarını destekleyebilir ve bunu o konulardaki başarısızlıkların
gereğince cezalandırılmasını sağlayarak yapar; belki bir üniversitenin
mütevelli heyeti üyesidir ve yıkıcı fikirleri olan profesörlere görev
vermeyerek eğitime yönelecek saygısızlığı önler. Kuşkusuz, her şeyden çok da dar anlamıyla "kişisel ahlakı" kusursuzdur.

Bu anlamda "iyi" olan bir adamın, genelde "kötü" bir adamdan daha çok
iyilik yaptığı kuşku götürür. "Kötü" adam ile yukarıda tanımlananın tersi
olan adamı kastediyorum. "Kötü" bir adam sigara, arada bir de içki içer;
hatta damarına basıldığında ağzını bile bozabilir. Sohbetleri her zaman ağza alınacak türden değildir; güzel havalarda bazı Pazar günleri kiliseye gitmek yerine kırlarda dolaşır. Yıkıcı fikirleri de vardır; örneğin, barış
istiyorsanız savaşa değil barışa hazırlanmanız gerektiğini düşünebilir.
Hatalara karşı tutumu bilimseldir; tıpkı arıza yapan otomobiline olan tutumu gibi. Vaazların ve hapis cezasının, patlak bir otomobil lastiğinin tamirine yararı neyse, kötü alışkanlıkları düzeltmekte de yararının o kadar olduğunu iddia eder. Yanlış düşünce konusunda daha da terstir. Ona göre "yanlış düşünme" sadece düşünme, "doğru düşünme" de sözcükleri papağan gibi tekrarlamaktır. Bu durum, onun her türden garip fikirleri olan kişilere yakınlık duymasına yol açar.

Çalışma saatleri dışında yaptıkları, sadece hoşlandığı şeylerle
uğraşmaktan; ya da daha kötüsü, iktidar sahiplerinin rahatına dokunmayan bazı önlenebilir kötülükler konusunda huzursuzluk yaratıp ortalığı karıştırmaktan ibarettir. Ve hatta olasıdır ki, "kişisel ahlak" konusundaki bazı kusurlarını, gerçekten erdemli olan kişiler gibi özenle gizlemez; kendini, dürüst olmanın iyi bir örnek olmaktan daha iyi olduğu gibi yanlış bir düşünce ile savunur. Sıradan ve saygın bir vatandaşın sözünü ettiğimiz bu niteliklerin bir veya birkaçını taşıyan bir kişi hakkındaki kanaati
olumsuzdur; bu nedenle bir hakim, bir öğretmen veya bir vali gibi yetkileri
olan görevler almasına izin verilmez. Bu tür işler yalnız "iyi" insanlara
açıktır.

Bütün bu durum son zamanlara özgüdür. Cromwell zamanında Püritenlerin kısa süren egemenliği sırasında da durum böyleydi ve onlar tarafından Amerika'ya aşılanmıştı. İngiltere'de tekrar ortaya çıkışı Fransız Devrimi'nden sonra, Jacobinizm'e -yani şimdilerde Bolşevizm diyebileceğimiz şeye- karşı mücadelede yararlı olabileceği düşüncesiyle olmuştur. Wordsworth'ün yaşamı bu değişikliğe bir örnektir.

Gençliğinde Fransız Devrimi'ne yakınlık duymuş, Fransa'ya gitmiş, güzel
şiirler yazmış ve evlilik dışı bir kızı olmuştu. Bu dönemde "kötü"
adamdı. Daha sonra "iyi" oldu; kızını terketti, doğru ilkeler edindi ve kötü
şiirler yazdı. Coleridge de benzer bir değişimden geçmiştir: kötü
olduğu zaman Kubla Khan'ı yazdı; iyi olduğu zamanlar da teolojik yazılar.

İyi şiirler yazdığı zamanlar "iyi" olan bir şair örneği bulmak zordur.
Dante yıkıcı propaganda yaptığı gerekçesiyle sınır dışı edilmişti. Sonelerine bakarak hüküm verilirse Amerikan göçmen bürosu yetkililerince Shakespeare'e New York'da karaya çıkma izni verilemezdi. "İyi" insanın özünde hükümet yanlısı olması yatar. Bu nedenle Milton, Cromwell'in egemenliği döneminde iyi, ondan önce ve sonraki dönemlerde kötü bir kişiydi; ancak şiir yazması bu önceki ve sonraki dönemlere rastlar -gerçekten de şiirlerinin çoğu bir Bolşevik olarak idam edilmekten kıl payı kurtulduğu sonraki dönemde yazılmıştır. Donne, St.Paul Katedrali ruhani meclis başkanlığına getirildikten sonra erdemli oldu; ancak bütün şiirleri daha önce yazılmıştı ve bu nedenle, atanması bir skandala yol açtı. Swinburne gençliğinde özgürlük için savaşanları öven Songs Before Sunrise (Şafak Öncesi Şarkılar)'ı yazdığı dönemde kötü adamdı; yaşlılığında aşağılık tecavüzlere karşı özgürlüklerini savundukları için Boerlere oldukça saldırgan yazılar yazdığı zaman ise, erdemli bir kişiydi. Örnekleri artırmaya gerek yok; günümüzde geçerli olan erdem ölçütlerinin iyi şiir üretmekle bağdaşmadığına işaret eden yeterince söz söylenmiş bulunuyor.

Aynı şey başka alanlarda da geçerlidir. Hepimiz biliriz ki Galileo ve
Darwin kötü kişilerdi. Ölümünden yüz yıl sonrasına kadar Spinoza'nın
çok günahkar bir adam olduğu düşünülüyordu. Descartes kovuşturmaya
uğrayacağı korkusuyla yurt dışına kaçmıştı. Hemen bütün Rönesans
sanatçıları kötü insanlardı. Daha hafif konulara gelince, önlenebilir
ölümlere karşı çıkanlar mutlaka kötü kişilerdi. Ben Londra'nın bir bölümü
çok zengin, bir bölümü de çok yoksul olan bir bölgesinde oturdum. Burada
bebek ölümü oranları anormal derecede yüksektir ve zenginler rüşvet veya
yıldırma yoluyla yerel yönetimi ellerinde tutarlar. Zenginler güçlerini kamu
sağlığı ve bebeklere yardım giderlerini azaltmak; düşük ücretle yarı-zamanlı çalışacak sağlık görevlisi tutmak için kullanırlar. Zenginlerin sofralarının zenginliğini yoksulların çocuklarının yaşamından daha önemli saymayan hiç kimse o yöredeki önemli kişilerin saygısını kazanamaz.

Dünyanın bildiğim her yerinde aynı şey geçerlidir. Bunlara bakarak, iyi bir
insanı oluşturan nitelikleri basite indirgeyebiliriz: İyi insan, düşünceleri
ve eylemleri iktidar sahiplerine hoş gelen kişidir.

3

Geçmişte kötü oldukları halde maalesef yüceliğe erişmiş olan insanlar
üzerinde durmamız hayli üzücü oldu. Şimdi de daha iç açıcı bir konu olan
erdemli insanlara geçelim.

3. George tipik bir erdemli kişiydi. Pitt (1759-1806): 1783-1801 ve
1804-1806 yıllarında başbakanlık yapan İngiliz devlet adamı) ondan
Katoliklere özgürlük vermesini istediğinde -o dönemde Katoliklerin oy
hakları yoktu- taç giyme töreninde yaptığı yemine ters düşeceği düşüncesiyle bunu reddetti. Onlara özgürlük vermenin iyi bir şey olduğu gerekçesine uyarak yanılgıya düşmekten haklı olarak kaçındı. Ona göre sorun yararlı olup olmamak değil, soyut olarak "doğru" olup olmamaktı. Amerika'nın bağımsızlık istemine yol açan siyasette onun politikaya müdahalesinin payı büyüktür; ancak müdahalesi her zaman en yüce amaçlardan kaynaklanmıştır. Aynı şey, çok dindar olan ve düşüşüne kadar Tanrı'nın kendi tarafında olduğuna içtenlikle inanmış ve -bildiğim kadarıyla- kişisel kötülüklerden tamamen arınmış bir kişi olan sabık Kaiser için de söylenebilir. Ama yine de insanların acı çekmesine ondan daha çok yol açmış olan başka bir günümüz insanı bulmak kolay değildir.

İyi insanlar politikacılara bazı yararlar sağlarlar. Bu yararların başında
da başkalarının kuşku uyandırmadan işlerini yürütmelerine olanak veren bir
duman perdesi oluşturmaları gelir. İyi insan arkadaşlarının karanlık işler
yapabileceğini aklına getirmez; bu onun iyi yönüdür. Halk da bir insanın,
iyiliğini kötüleri gizlemek -için kullanabileceğini hiç düşünmez; bu da onun
yararlı yönüdür. Kamu gelirlerinin, onları hak eden zenginlerin eline
geçmesine itiraz eden dar kafalı halkın söz konusu olduğu her durumda
bu iki özelliğin iyi insanı son derece çekici kılacağı ortadadır. Bana
söylendiğine göre -ama ben kesinlikle katılmıyorum- iyi insan olan ve
bu amaca göre hareket eden bir Amerika Cumhurbaşkanı varmış. İngiltere'de de Whittaker Wright ününün doruğunda olduğu sıralarda çevresini, erdemleri onun aritmetiğini anlamalarını ve anlamadıklarını fark etmelerini önleyen kusursuz soylular doldurmuştu.

İyi insanın işe yaradığı bir başka alan da istenmeyen kişileri
skandallarla politikadan uzak tutabilmeleridir. Yüz kişiden doksan dokuzu
ahlak kurallarını ihlal eder; ancak bu gerçek, genellikle gün ışığına çıkmaz.
Doksan dokuzuncu kişinin yaptığı ortaya çıktığında yüz kişi içinde
gerçekten masum olan bir kişi yürekten duyduğu nefreti dile getirir; öbür
doksan sekizi de kendilerinden de kuşkulanılabilir korkusuyla,
onun peşinden giderler. Bu nedenle, hoşa gitmeyen görüşleri olan bir kimse politikaya atılıyorsa, toplumun geleneksel kurumlarını korumayı
amaç edinmiş olan kişilerin, açığa vurulduğunda yeni politikacının kariyerini sona erdirecek bir şeyler bulana kadar o kimsenin özel yaşamını geriye doğru adım adım kurcalamaları yeterlidir. O zaman üç seçenekleri olacaktır: Gerçekleri açıklayarak onun bir utanç bulutu içinde gözlerden uzaklaşmasını sağlamak; veya açıklama tehditleriyle onu politikadan çekilmeye zorlamak ya da şantaj yoluyla kendilerine iyi bir gelir sağlamak. Bu seçeneklerden ilk ikisi halkı korur; üçüncüsü de halkı koruyanları korur. Bu nedenle her üçü de övülmeye değer; her üçünü de olanaklı kılan iyi insanların varlığıdır.

Şimdi de örneğin zührevi hastalık konusunu ele alalım. Bunun önceden
alınacak uygun önlemlerle hemen hemen tamamen önlenebileceği
bilinmektedir. Ancak iyi insanların çabalarıyla bu bilgi mümkün olduğunca
dar bir alana yayılır ve uygulanmasında her türlü engel yaratılır.
Sonuçta günah yine "doğal" cezasına çarptırılır ve yine İncil'in emirleri
uyarınca çocuklar babalarının günahlarını çekmeyi sürdürürler. Bunun
tersi olsaydı durum ne kadar da korkunç olurdu. Çünkü eğer günah
cezalandırılmazsa, yaptıkları günah değilmiş gibi davranacak kadar
ahlaksız kişiler ortaya çıkabilirdi; ve eğer ceza masumları da kapsamazsa o denli korkutucu olmazdı. Bu nedenle, bilim adamlarının edindikleri derme
çatma bilgilere rağmen, Doğa'nın bizler daha cehalet çağındayken koyduğu katı ceza yasalarının bugün bile işlemesini sağlayan bu iyi adamlara ne kadar minnettar olsak azdır.

Acılara neden olsun veya olmasın, kötü bir eyle"min kötü olduğunu, doğru
düşünen herkes bilir. Ancak herkesin salt ahlak kurallarına uygun
hareket etmesi olanaklı olmadığına göre, erdemin güvence altına alınması
açısından, günahı acının izlemesi çok arzulanan bir şeydir. İnsanların
günahlara bilim öncesi çağlarda verilen cezalardan kaçınma yollarını
öğrenmeleri engellenmelidir. Hayırsever insanlar bizleri bu tehlikeli
bilgilerden korumamış olsalar da fiziksel ve zihinsel sağlığın korunması
konusunda ne çok bilgi sahibi olabileceğimizi düşünmek beni dehşete düşürüyor.

İyi insanlar bir de kendilerini katlettirerek yararlı olabilirler. Almanya
Çin'in Shantung eyaletini iki misyonerin orada öldürülmesi sayesinde ele
geçirmiştir. Saraybosna'da öldürülen Arşidük sanırım iyi bir insandı; ona ne
kadar minnettar olsak azdır! Eğer o şekilde ölmeseydi savaş çıkmayabilirdi; dünya demokrasi için güvenli bir hale gelemezdi; militarizm yıkılmazdı; şimdi de İspanya, İtalya, Macaristan, Bulgaristan ve Rusya'daki askeri despotizmin keyfini çıkarıyor olmazdık.

Şaka bir tarafa, kamuoyunca genellikle kabul gören "iyilik" ölçütleri
dünyayı daha mutlu kılmak için düşünülmüş şeyler değildir. Bunun çeşitli
nedenleri vardır; başlıcası da gelenektir.

Ondan sonra en güçlü neden olarak egemen sınıfların sahip olduğu, haksız
güçler gelir. İlkel ahlak kuralları tabu kavramından çıkmışa benziyor; bunlar
başlangıçta tamamen boş-inan durumdaydılar ve tamamen zararsız olan bazı eylemler -örneğin kabile reisinin tabağından yemek yemek- bilinmez yollarla felakete yol açtıkları düşüncesiyle yasaklanmıştı. Yasaklar bu şekilde başladı ve başlangıçta varsayılan nedenler unutulduktan sonra da insanların duyguları üzerinde etkisini sürdürdü. Günümüzde geçerli olan ahlak kurallarının büyük bir bölümü hala bu türdendir: bazı davranış biçimleri, etkilerinin kötü olup olmadıklarına bakılmaksızın, dehşet hissi uyandırırlar. Birçok olayda dehşet uyandıran bu davranış gerçekten de zararlıdır; öyle olmasaydı ahlak ölçütlerimizi düzeltme gereksinimi daha yaygın kabul görürdü.

Örneğin, uygar bir toplumda cinayetin hoşgörüyle karşılanmayacağı
ortadadır; ancak cinayetin yasaklanmasının kökeninde yatan şey, tümüyle
boş-inandır. Öldürülen kişinin kanının -veya daha sonra hayaletinin- öç
almak isteyeceği ve yalnız suçluyu değil, ona yakınlık gösteren herkesi
cezalandıracağı düşünülüyordu. Cinayetin yasaklanmasının boş-inan niteliği şundan da anlaşılıyor ki, belli dini ayinlerle kan suçundan temizlenmek olanaklıydı; başlangıçta bu ayinlerin amacı ise, hayaletin kendisini tanımaması için suçlunun kılık değiştirmesini sağlamaktı. En azından Sir J. G. Frazex'in teorisi böyledir. Pişmanlığın, suçu "arındırmasından" söz ederken yaptığımız mecaz çok eski zamanlarda kan lekelerini temizlemek için yıkama yapılmasından kaynaklanmaktadır. "Suç" ve "günah" gibi kavramların çok eski çağlardaki bu uygulama ile ilişkili duygusal bir kökeni vardır.

Rasyonel bir ahlak kuralı cinayet konusunda bile olaya değişik bir açıdan
bakacak; hastalık için olduğu gibi, suç, ceza ve kefaret yerine önleme ve
iyileştirme ile ilgilenecektir. Günümüzde ahlak ilkeleri boş-inan ve
rasyonalizmin garip bir karışımıdır. Cinayet çok eski bir suçtur; ona uzun
yıllar ötesine uzanan nefret ve korkunun oluşturduğu bir sis perdesi
arkasından bakarız. Sahtekarlık modern bir suçtur; onu rasyonel bakış
açısıyla ele alırız. Sahtekarları cezalandırırız; ama onları, canilere
yaptığımız gibi, tuhaf yaratıklar olarak dışlamayız. Teoride nasıl düşünürsek düşünelim, toplumsal yaşamda erdemi, bir şeyi yapmak olarak değil, yapmamak olarak algılarız. "Günah" olarak adlandırılan şeylerden kaçınan bir kimse, başkalarının yararına hiçbir şey yapmasa da iyi insandır. İncil'de telkin edilen tutum kuşkusuz bu değildir: "Komşunu kendini sevdiğin gibi sev" olumlu bir yönergedir. Ancak bütün Hıristiyan toplumlarda bu emre uyan kişi kovuşturulur; en azından yoksulluk, genellikle hapis ve bazen de ölümle cezalandırılır. Dünya haksızlıklarla doludur. Ödülleri ve cezaları verecek konumda olanlar da bu haksızlıklardan yarar sağlayanlardır. Ödüller eşitsizlik için çok ustaca gerekçeler bulanlara, cezalar ise ona çare arayanlara verilir. Komşusunu içtenlikle seven bir kimsenin halkın yergisinden uzun süre kaçınabileceği bir ülke bilmiyorum. Fransa da savaştan hemen önce Fransa'nın en iyi yurttaşı olan Jean Jaures öldürülmüş, katil ise, bir kamu hizmeti yaptığı gerekçesiyle, beraat etmişti. Bu çok çarpıcı bir örnektir; ancak bu tür şeyler dünyanın her yerinde olagelmektedir.

Geleneksel ahlakı savunanlar onun kusursuz, olmadığını bazen kabul
ederler; ancak herhangi bir eleştirinin ahlakı toptan çökerteceğini ileri
sürerler. Eleştiri olumlu ve yapıcıysa bu çöküntü gerçekleşmez; ancak, bir
anlık bir zevkin ötesinde bir şey için yapılmamış olması koşuluyla.
Bentham'a dönersek, o ahlak kurallarına temel olarak "en çok insanın en
fazla mutluluğu"nu savundu. Bu ilke doğrultusunda davranan bir kimsenin,
yalnız geleneksel kurallara uyan bir kişiye göre çok daha çetin bir yaşamı
olacaktır.

Kendisini ezilmişlerin savunucusu yapacak ve böylece güçlülerin
düşmanlığına hedef olacaktır. Gücü elinde tutanların saklamak istediği
gerçekleri açıklayacak; şefkate gereksinimi olanları ondan mahrum etmek için uydurulmuş yalanları reddedecektir. Böyle bir davranış gerçek ahlakın
çöküşüne yol açmaz. Resmi ahlak her zaman olumsuz ve baskıcı olmuştur; "yapmayacaksın" der ve kuralların yasaklamadığı eylemlerin etkisini araştırmaya gerek görmez. Bütün büyük mistikler ve din öğreticileri böyle bir ahlak anlayışına boşuna karşı gelmişlerdir: müritleri onların en açık beyanlarını bile dikkate almamışlardır. Bu nedenle, onların yöntemlerinin büyük ölçüde bir iyileşmeye yol açması pek olası görünmüyor.

Düşünce ve bilimdeki ilerlemenin bu konuya katkısı, sanırım, daha umut
verici olacaktır. İnsanlar yavaş yavaş şunun bilincine varacaklardır ki,
kurumları haksızlık ve nefret temeline dayalı olan bir dünya, mutluluğu
yaratma olasılığı en büyük olan bir dünya olamaz. Son savaş
az sayıda kişiye bu dersi öğretmiştir; eğer beraberlikle sonuçlanmasaydı
daha fazlasını da öğretebilirdi. Bizler için gerekli olan, yaşama sevinci,
gelişmenin getireceği mutluluk ve olumlu başarılar üzerine kurulmuş bir
ahlaktır; yasak ve baskı temeline değil. Bir insan eğer mutluysa, coşkuluysa, cömertse ve başkalarının mutluluğuna seviniyorsa "iyi" insan sayılmalıdır.

Bu durumda ufak tefek kabahatler pek de önemsenmemelidir. Fakat sömürü ve gaddarlık yoluyla servet kazanan bir kişiye, şimdi "ahlaksız"
olarak nitelediğimiz kişiler gibi bakmalıyız; düzenli olarak kiliseye gitse
de kötülükle elde ettiği kazancının bir bölümünü kamu amaçlarına
bağışlasa da aynı şekilde değerlendirilmelidir.

Bunu sağlamak için, önemli kişiler arasında hala geçerli olan boş-inan ve
baskı karışımı bir "erdem" yerine, ahlak sorunlarına karşı rasyonel
bir tutum getirmek yeterlidir. Günümüzde mantıksal düşünce hafife
alınmaktadır; ancak ben yine de uslanmaz bir rasyonalist olmakta direniyorum.

Mantık belki zayıf bir güç olabilir; ama değişmezdir ve hep aynı yönde
işler. Mantıksızlığın kuvvetleri ise boş yere didişerek birbirlerini yok
eder. Bu nedenle mantıksızlığın -her taşkınlığı, sonunda mantık yanlılarını
güçlendirir ve insanlığın yegane gerçek dostlarının onlar olduğunu tekrar
tekrar gösterir.


Püritenizmin Dönüşü

Savaş sırasında bütün ülkelerin iktidarları, halkın işbirliğini sağlamak
için, rüşvet verircesine, alışılmamış ödünler vermeye gerek duydular.
İşçi ücretleri artırıldı, Hindulara onların da insan ve kardeş oldukları
söylendi, kadınlara oy hakkı tanındı; gençlere de yaşlıların ahlak adına
onlardan hep esirgedikleri masum zevkler için izin çıktı. Savaşı kazandıktan sonra ise galipler geçici olarak sağlanmış olan bu avantajları geri alma çabasına girdiler. 1921 ve 1926'daki kömür grevlerinde işçiler sindirildi; Hindular değişik kararlarla eski konumlarına gönderildi; kadınların oy hakları geri alınamadıysa da Parlamento kararlarında tersi tavsiye edildiği halde evlenen kadınlar işten atıldılar. Bütün bunlar "politik" konulardır; başka deyişle, İngiltere'de bu konularla ilişkisi olan sınıfları temsil eden seçmen grupları, Hindistan'da da örgütlü pasif direnişçiler vardır. Buna karşılık, kadın olsun erkek olsun, insanların kimseye zarar vermeyen zevklerinde özgür olmaları gerektiğini savunacak örgütlü herhangi bir grup yoktur. Bu nedenle püritenler ciddi bir muhalefetle karşılaşmamış; bu zalimliklerinin politik bir konu olduğu düşünülmemiştir.

Püriteni, şu şekilde tanımlayabiliriz: bazı eylemlerin, başkaları üzerinde
gözle görülür kötü bir etkisi olmasa bile, özünde günah olduğuna;
günah olduğu için de etkili her yolla -olanak varsa ceza yasası ile, bu
olmazsa ekonomik baskıyla desteklenen kamuoyu yoluyla- engellenmesi
gerektiğine inanan kişidir. Bu, eski çağlara ait bir görüştür; belki de ceza
hukukunun doğuşu bu yüzdendir. Ancak başlangıçta yasaların faydacı temeli ile bağdaşıyordu: bazı suçların, o suçları hoşgörü ile karşılayan toplumlara karşı olan tanrıları öfkelendirdiğine, bu nedenle de toplum için zararlı olduklarına inanılıyordu. Bu bakış açısı Sodom ve Gomorrah (İncil'de
halklarının günahkarlığı yüzünden ilahi yangınla harap olan iki komşu şehir.) hikayesinde somutlaşmıştır. Bu hikayeye inananlar, o şehirlerin yok edilmelerine yol açan suçları cezalandıran yasaları, faydacı nedenlerle haklı görebilirler.

Ancak günümüzde püritenlerden bile bu görüşe katılanlar azdır. Londra
Piskoposu bile, Tokyo'daki depreme orada oturanların belirli bir günahlarının neden olduğunu ileri sürmedi. Bu nedenle söz konusu yasalar, sadece intikam amaçlı ceza teorisi ile savunulabilir: bazı günahlar, onları işleyenlerden başkasına zarar vermese de suçluya acı çektirmeyi görevimiz yapacak kadar iğrençtirler. Bu görüş Benthamizmin etkisiyle on dokuzuncu yüzyılda gücünü yitirmişti.

Ancak, liberalizmin gerilemesiyle yitirdiği önemi son yıllarda yeniden
kazandı ve Ortaçağ'dakinden aşağı kalmayan bir acımasızlık tehlikesi,
işaretlerini vermeye başladı.

Bu yeni hareket gücünü çoğunlukla Amerika'dan almaktadır ve savaşın tek
galibinin Amerika olmasının sonuçlarından biridir. Püritenizmin gelişimi
ilginçtir. On yedinci yüzyılda İngiltere'de kısa bir süre egemen olmuş; ancak, sıradan vatandaş kütlesini öylesine bezdirmiştir ki, onun tekrar hükümeti kontrol etmesine izin vermemişlerdir. İngiltere'de baskı altında kalan püritenler Amerika'da önce New England'da sonra da Orta Batı'da koloniler kurdular. Amerikan İç Savaşı, İngiliz İç Savaşı'nın bir devamıydı. Güney eyaletleri çoğunlukla püriten karşıtlarının yerleşim bölgesiydi. Ancak İngiliz İç Savaşı'nın tersine, savaş püriten partisinin kalıcı zaferiyle
sonuçlandı. Bunun sonucunda dünyanın en güçlü devleti Cromwell'in Ironsidelarının görüşlerini miras alan kişilerin kontrolü altına girdi.

Püritenizmin insanlığa yaptığı hizmetleri teslim etmeden sadece kusurları
üzerinde durmak haksızlık olur. İngiltere'de on yedinci yüzyıldan başlayarak son yıllara kadar krallığın ve aristokrasinin despotluğuna karşı demokrasiden yana olmuştur. Amerika'da kölelerin özgürlüğünü savunmuş ve Amerika'nın bütün dünyanın demokrasi şampiyonu olmasına büyük katkıda bulunmuştur. Bunlar insanlığa yapılan büyük hizmetlerdir; ancak geçmişte kalmışlardır. Günümüzün sorunu, siyasal demokrasiden çok, azınlıklara özgürlük verilmesi ile düzenin bağdaştırılmasıdır.

Bu sorun püritenizminkinden değişik bir bakış açısı, ahlaki heyecandan
çok hoşgörü ve yaygın bir karşılıklı anlayış gerektirir. Yaygın karşılıklı
anlayış püritenlerde hiçbir zaman güçlü olmamıştır. Püritenlerin en önemli
zaferlerinden, yani İçki Yasağı'ndan söz etmeyeceğim. Her ne ise, Yasak
karşıtları itirazlarını pek de bir ilke sorunu yapamazlar; çünkü onların
da çoğunluğu, aynı ilke sorununa yol açan kokain yasağını desteklerler.

Fanatikliğin her türüne olduğu gibi, püritenliğe yapılan pratik itiraz,
bazı kötülükleri diğerlerinden çok daha kötü olarak niteleyip onların ne
pahasına olursa olsun bastırılması gerektiğini savunmasıdır. Fanatik bir
kişi, gerçekten kötü olan bir hareketin, eğer gerektiğinden fazla şiddetle
bastırılacak olursa, daha da büyük başka kötülüklere yol açacağını görmez.

Müstehcen yayınlara karşı konulmuş olan yasayı buna bir örnek olarak
gösterebiliriz. Hiç kimse müstehcenlikten hoşlanmanın aşağılık bir şey
olduğunuya da bu yayınların zarar verdiğini reddetmez. Ancak, bu yayınlar
yasa yoluyla ortadan kaldırmaya kalkışılırsa birçok değerli şey de onunla
birlikte yasaklanmış olur. Birkaç yıl önce, ünlü bir Hollandalı ressamın
bazı resimleri bir İngiliz müşteriye postayla gönderilmişti. Posta idaresi
yetkilileri, onları iyiden iyiye inceleme zevkine erdikten sonra, müstehcen
olduklarına karar verdiler (Devlet memurlarının sanat değerlerinden anlaması da beklenemez). Bu nedenle onları imha ettiler; müşteri de hiçbir tazminat alamadı.

Yasa, posta idaresine postayla gönderilen şeylerden müstehcen bulduklarını imha yetkisi vermektedir; kararlarına itiraz da edilemez. Püriten yasalarla ilgili sakıncalara daha önemli bir örnek de doğum kontrolüdür. "Müstehcen"liğin kesin bir yasal tanımlamaya elverişli olmadığı ortadadır. Mahkemelerdeki uygulamada bu, "yargıcı şoke eden herhangi bir şey" anlamına gelmektedir. Doğum kontrolü konusundaki bilgiler pahalı bir kitapta uzun sözcükler ve dolambaçlı tümcelerle verilmişse sıradan bir yargıç bundan şoke olmaz ama ucuz bir broşürde eğitimsiz insanların anlayacağı sade bir dille anlatılmışlarsa durum farklıdır. Bu yüzden, günümüz İngiltere'sinde doğum kontrolü konusundaki bilgiler eğitim görmüş insanlara verilirse yasaldır; yoksul kesime verilirse de yasalara aykırıdır. Oysa bu bilgiler en çok yoksul kesim için önemlidir. Görülüyor ki, tıp kitapları gibi birkaç belirli konu hakkında yayınlanmış olanları dışında yasa, yayınlanan eserin amacını hiç dikkate almıyor. Yalnız şuna bakılıyor: eğer bu kitap edepsiz bir çocuğun eline geçerse ona zevk verir mi? Eğer verirse, içerdiği bilgilerin sosyal bakımdan önemi ne olursa olsun, hemen yok edilmelidir. Bunun sonucu olarak zorla yaratılan bilgisizliğin verdiği zarar akıl almaz ölçüdedir. Yoksulluk, kronik kadın hastalıkları, sakat çocuk doğumları, aşırı nüfus artışı, püriten yasa koyucularca, birkaç yaramaz çocuğun olası zevklerinden daha önemsiz kötülüklerdir.

Yürürlükte olan yasanın yeterince etkili olmadığı da düşünülmektedir. The
Times gazetesinin 17 Eylül 1923 tarihli sayısında yazıldığı gibi, Milletler
Cemiyeti'nin gözetiminde düzenlenen Müstehcen Yayınlar Uluslararası
Konferansı, Amerika'da ve Milletler Cemiyeti'ne üye bütün ülkelerde
yasaların daha sertleştirilmesi yolunda tavsiye kararı almıştır.
Anlaşıldığına göre bu hayırlı çalışmanın en gayretli üyesi de İngiliz
delegesidir. Çok geniş kapsamlı yasalar için gerekçe olarak kullanılan bir
başka konu da beyaz kadın ticaretidir. Buradaki gerçek kötülük çok ciddidir ve tam anlamıyla ceza hukuku kapsamına girer. Gerçek kötülük, cahil genç kadınların yalan vaatlerle yoldan çıkarılıp, sağlıklarının çok ciddi
tehlikelere açık olduğu, kölelik koşullarına sürüklenmeleridir. Bu, temelde
bir Çalışma sorunudur.

İşyeri Güvenliği Yasası'nda Yük Vagonları Yasası'nda olduğu gibi ele alınmalıdır. Ancak bu konu, beyaz kadın ticareti kötülüklerinin hiç söz konusu olmadığı durumlarda da kişisel özgürlüklere yapılan çirkin müdahalelere mazeret olarak kullanılmıştır. Birkaç yıl önce İngiliz gazetelerinde birisinin bir fahişeye aşık olup onunla evlendiği haberi çıkmıştı. Habere göre, bir süre mutlu yaşadıktan sonra kadın eski
mesleğine dönmeye karar verir. Bunu ona kocasının önerdiği ya da bu işi
onayladığını belirten hiçbir kanıt yoktur; sadece, kocasının hemen
kavga çıkarıp onu kapı dışarı atmadığı bilinmektedir. Adam bu suçundan
dolayı kırbaçlanıp hapse atılmış, cezası da o zamanlar yeni yasalaşmış olan ve hala yazılı yasalar sicilinde yer alan bir yasaya göre verilmiştir.

Amerika'ya gelince, benzer bir yasaya göre metres tutmak yasaya aykırı
değil ama onunla bir eyaletten bir başkasına seyahat etmek yasaya
aykırıdır. Bir New Yorklu, metresini Brooklyn'e götürebilir ama Jersey
City'ye götüremez. Sade vatandaş için bu iki eylem arasındaki
ahlaksızlık farkını anlamak zordur.

Milletler Cemiyeti de bu konuda daha sert yasalar getirilmesine
çalışmaktadır. Bir süre önce Milletler Cemiyeti Komisyonu'ndaki Kanada
delegesi, yaşı ne olursa olsun bir kadının, kocası ya da anne veya
babasından biri eşlik etmedikçe, vapur yolculuğu yapmasına izin verilmemesini önerdi. Bu öneri kabul edilmedi; ancak hangi yolda ilerlediğimizi çok iyi gösteriyor. Bu tür eylemler bütün kadınları "beyaz köle"ye indirgemektedir. Kadınlar, bazılarının "ahlaksızlık" amacıyla kullanma riski olmadan, hiçbir özgürlüğe sahip olamazlar. Bu reformcuların tek mantıksal amacı çarşaf peçe olabilir.

Püriten görüşe karşıt olarak ileri sürülen daha genel bir görüş daha var.
İnsan doğası değişmediği sürece, insanlar yaşamdan biraz zevk almak
arzusundan vazgeçmezler. Zevkleri, pratik olarak, kabaca iki gruba
ayırabiliriz: temelde duygulardan kaynaklananlar ve temelde zihinsel
olanlar. Geleneksel bir ahlakçı birincileri aşağılayarak ikinci tür zevkleri
üstün tutar; ya da daha doğrusu, ikincileri zevk olarak düşünmediği için
aşağılar. Onun bu sınıflandırması, kuşkusuz, bilimsel açıdan savunulamaz;
zaten çoğu durumda kendisi de kuşku içindedir. Sanattan duyulan haz duygusal mıdır, yoksa zihinsel mi? Platon ve bazı rahipler gibi gerçekten
hoşgörüsüzce, sanatı in toto (tümüyle) reddeder.

Az çok geniş görüşlü ise, bir "ruhani amaç"a yönelik olması koşuluyla,
sanatı hoşgörüyle karşılar; bu da genellikle kalitesiz sanat demektir.
Tolstoy bu görüştedir. Evlilik de başka bir sorunlu konudur. Katı ahlakçılar
onu esefle karşılarlar; daha az katı olanlar, genellikle hoş olmadığı
için överler; hele onu çözülemez yapmayı başarmışlarsa.

Ancak, benim üstünde durmak istediğim nokta bu değil. Bu, bir püritenin
elinden gelen her şeyi yaptıktan sonra geriye kalan zevklerin,
mahkum ettiği zevklerden daha zararlı olduğunu belirtmek istiyorum.
Kendimize zevk veren şeylerden sonra en çok keyiflendiğimiz şey, başkalarının zevk almasını önlemek; ya da daha genel olarak, güç sahibi olmaktır. Sonuçta, püritenizmin egemenliği altında yaşayanlar güç sahibi
olmaya aşırı düşkün olurlar. Halbuki güç duygusu, içkiye ya da püritenlerin
karşı olduğu herhangi bir şeye düşkün olmaktan çok daha fazla kötülüğe yol açar. Doğaldır ki, güçlü olma tutkusu erdemli kişilerde kendini iyilik yapma tutkusu şeklinde gizler. Ancak bunun sosyal etkileri pek az farklıdır; bu, kurbanlarımızı, düşmanımız oldukları için değil, günahkar oldukları için cezalandırıyoruz demekten başka bir şey değildir. Her iki durumda da sonuç zulüm ve savaştır.

Ahlaki öfke çağdaş dünyanın en zararlı kuvvetlerinden biridir. Daha da
kötüsü, bu gücün propagandayı elinde tutanlarca kötü amaçlar için
saptırılabilmesidir.

Sanayinin gelişmesiyle ekonomik ve siyasal örgütlenmenin artması da
kaçınılmaz olmuştur. Eğer sanayileşme bir çöküntüye uğramazsa, daha
da artması kaçınılmaz olacaktır. Dünya gittikçe daha kalabalıklaşmakta,
komşularımıza bağımlılığımız da gittikçe daha güçlü hale gelmektedir.
Bu koşullar altında toplumu açıkça ilgilendirmeyen konularda birbirimizin
işine karışmamayı öğrenmezsek yaşam dayanılmaz olacaktır. Birbirimizin özel yaşamına saygı duymayı ve ahlak ölçütlerimizi başkalarına zorlamamayı öğrenmek zorundayız. Püritenler kendi ahlak ölçütlerinin yegane ahlak ölçütü olduğunu düşünürler. Başka çağların, başka ülkelerin, hatta kendi ülkelerindeki başka grupların, kendilerininkinden farklı ahlak ölçütleri olduğunu; kendilerinin püriten olmaya hakları olduğu kadar onların da kendi ölçütlerini seçmeye hakları olduğunu anlamamaktadırlar. Ne yazık ki, kendi zevklerinden vazgeçmenin doğal bir sonucu olan güç tutkusu püritenleri başkalarından daha etkili kılmakta; onların karşı durmalarını zorlaştırmaktadır. Umalım ki daha kapsamlı bir eğitim ve insan doğası hakkında daha çok bilgi sayesinde bizim pek erdemli efendilerimizin hızı giderek azalsın.


Politikada Kuşkuculuk Gereksinimi

Dünyanın İngilizce konuşan bölümünün tuhaf özelliklerinden biri de
siyasal partilere olan olağanüstü ilgi ve güvendir. İngilizce konuşan
insanların çok büyük bir bölümü, belirli bir partinin iktidarda olması
durumunda çektikleri sıkıntıların çözümleneceğine gerçekten inanır. Sarkacın salınımının nedeni budur. Bir kişi bir partiye oy verirama mutsuzluğu sürer; bunun üzerine de milleniumu (Kıyametten önceki, mutluluk ve refahın süreceğine inanılan bin yıllık dönem. (ç.n.) getirecek olanın öteki parti olduğu sonucuna varır. Bütün partilerin büyüsünden kurtulduğunda ise artık ölümün eşiğinde yaşlı bir kimsedir; gençliğinin inancını oğlu devam ettirir ve tahterevalli hareketi böylece sürüp gider.

Eğer politikada işe yarar bir şeyler yapmak istiyorsak politik sorunlara
tamamen değişik bir açıdan bakmamız gerektiğini belirtmek isterim.
Demokrasilerde bir parti iktidara gelmek için ulusun çoğunluğunun ilgi
duyacağı çağrılar yapmak zorundadır. Tartışmalarımız sırasında
açıklanacak olan nedenlerden dolayı, şimdiki demokratik sistemde geniş
ölçüde başarılı olan bir çağrının zarar getirmemesi neredeyse olanaksızdır.
Bu nedenle, büyük bir siyasal partinin yararlı bir programa sahip olması pek olası değildir. Eğer yararlı yasalar çıkarılacaksa bunların parti-hükümeti dışında bir mekanizma ile çıkarılması zorunludur. Böyle bir mekanizmanın demokrasi ile nasıl bağdaştırılacağı da günümüzün en öncelikli sorunlarından birisidir.

Günümüzde politik sorunlar konusunda birbirinden çok farklı iki tür uzman
vardır. Bir yanda partilerin politikacıları; öte yanda da çoğunlukla
bürokrat olan uzmanlar ve onlarla birlikte ekonomistler, finans kesimi, tıp
bilimcileri, vb. Bu iki uzman sınıfının her birinin özel becerileri vardır.
Politikacının becerisi insanları, kendi yararlarına olduğuna inandıracak
şeylerin ne olduğunu kestirmek; uzmanların becerisi ise, halkın inandırılması koşuluyla neyin gerçekten yararlı olduğunu saptamaktır. (Bu koşul elzemdir; çünkü, değerleri ne olursa olsun büyük tepkilere yol açan önlemler nadiren yarar sağlar.) Demokrasilerde politikacının gücü, sokaktaki adama doğru gibi görünen fikirlere sahip çıkmasına bağlıdır. Politikacılardan, uzmanlarca isabetli bulunan fikirlerin iyi fikirler olduğunu savunma yüce gönüllülüğünü beklemek boşunadır. Çünkü bunu yaparlarsa meydanı başkalarına kaptırırlar. Öte yandan, başkalarının ne düşündüklerini kestirmek için gerekli olan sezgisel beceri, bizzat kendi fikirlerini oluşturma konusunda becerileri olduğu anlamına gelmez. Bu nedenle en yetenekli olanlarının çoğu (parti politikacılığı bakımından), çoğunluğun iyi saydığı ama uzmanların kötü olduğunu bildiği önlemleri içtenlikle savunmak durumunda kalırlar. Bu nedenle politikacılara, kaba deyimiyle rüşvet almamayı öğütlemek dışında tarafsız olmaları yolunda uyarılarda bulunmanın hiçbir yararı yoktur.

Parti politikacılığının var olduğu her yerde bir politikacının çağrısı
belli bir kesime, rakibinin çağrısı da karşıt kesime yöneliktir.
Politikacının başarısı kendi kesimini çoğunluğa dönüştürmesine bağlıdır.
Bütün kesimlere aynı ölçüde çekici gelecek önlemler öteki partilerce de
benimsenebilecek; bu nedenle de parti-politikacısına bir yararı olmayacaktır.

Sonuçta politikacı bütün dikkatini, rakibini destekleyenlerin çekirdeğini
oluşturan kesimin hoşlanmadığı önlemler üzerinde yoğunlaştırır. Bundan
başka, bir öneri her ne kadar övgüye değer olursa olsun, meydan
konuşmalarında sokaktaki adama inandırıcı gelecek mantıktan yoksun ise onun politikacıya bir yararı olmaz.

Böylece, parti politikacılarının ağırlıkla vurguladıkları önlemler şu iki
koşulu yerine getirmek zorundadır: (1) Ulusun bir kesiminin yararına hizmet ediyor görünmelidirler; (2) Bunun için verilen kanıtlar olabildiğince basit olmalıdır. Kuşkusuz bu hususlar savaş hallerinde geçerli değildir. Çünkü o zaman dış düşmanlarla olan anlaşmazlıklar karşısında parti anlaşmazlıkları askıya alınır. Savaş sırasında politikacının hüneri normal politikadaki kararsız seçmenin yerine geçen tarafsız ülkelere yönelir. Beklendiği gibi son savaş, demokrasinin tarafsızlara hitap etme konusunda harika bir eğitim sağladığını gösterdi. Savaşı demokrasinin kazanmasının
başlıca nedenlerinden biri de bu olmuştur. Gerçi barışı kaybetmiştir; ama bu başka bir konudur.

Politikacıların özel becerisi hangi tutkuların en kolay tahrik
edilebileceklerini, tahrik olunduklarında da politikacının kendisine ve
çevresine vereceği zararın nasıl önleneceğini bilmekten ibarettir.
Politikada da para için geçerli olana benzer bir Gresham Yasası vardır:
Bunlardan daha yüce hedefleri amaçlayan kimseler bir kenara atılırlar
-ihtilallerde olduğu gibi idealizmin güçlü bir kişisel hırsla birleştiği
hareketlerin yer aldığı ender zamanlar dışında. Dahası, politikacılar, rakip
gruplara bölünmüş olduklarından ulusu da bölmeye çalışırlar; eğer savaşta
ulusu başka bir ulusa karşı birleştirme şanslılığına erişmemişlerse. Bu
kimseler "anlamı olmayan ses ve öfke" düsturuyla yaşarlar. Açıklaması zor olan, veya bölünme (uluslar arasında veya bir ulus içinde) içermeyen ya da politikacıların bir sınıf olarak gücünü azaltacak hiçbir şey üzerine
eğilemezler.

Uzman'a gelince, ilginç denecek ölçüde değişik bir tiptir. Kural olarak,
politik güç amaçlayan bir kimse değildir. Politik bir soruna karşı
doğal tepkisi, neyin popüler olacağını değil, neyin yararlı olacağını
araştırmaktır. Belirli konularda olağanüstü teknik bilgi sahibidir. Bir
kamu görevlisi ise veya büyük bir işletmenin başında bulunuyorsa, bireyler
hakkında hayli deneyimlidir; nasıl davranacaklarını iyi değerlendirir.
Bütün bunlar olumlu özelliklerdir ve uzmanlık alanına giren konulardaki
görüşlerinin saygıyla karşılanmasını sağlar.

Ancak, genellikle, bunlara karşılık oluşturan bazı kusurları da vardır.
Özel konularda uzman olduğundan bölümünün önemini abartabilir.
Eğer uzman bir dişçiye, bir göz hastalıkları uzmanına, bir kalp uzmanına,
bir akciğer uzmanına, bir sinir uzmanına vb. ardı ardına giderseniz
onların her biri size kendi alanlarındaki rahatsızlıkların nasıl önleneceği
hakkında değerli öğütler verirler. Eğer hepsinin de öğütlerini yerine
getirirseniz yirmi dört saatinizin tümünü sağlığınızı korumakla geçirir, bu
sağlığınızdan yararlanmaya ise hiç zamanınızın kalmadığını görürsünüz.
Politika uzmanlarıyla da kolaylıkla aynı şey olabilir; hepsinin sözü
dinlenirse ulusun normal yaşamını sürdürmeye vakti kalmaz.

Becerikli kamu görevlisinin ikinci bir kusuru onun perde arkasından ikna
yöntemini kullanmak zorunda olmasından kaynaklanır. Ya insanları
makul olmaya ikna olasılığını aşırı abartacaktır; ya da sinsi yöntemlerle
politikacıları, ne yaptıklarını anlamadan çok önemli yasaları geçirmeye ikna edecektir. Bürokrat genellikle birinci hatayı gençliğinde ikincisini de
orta yaşlılıkta yapar.

Uzmanın üçüncü bir kusuru, eğer yönetici yetkilerine sahipse, popüler
tutkuları değerlendirememesidir. Bir komisyonun önerilerini genellikle iyi
anlar; ancak bir kalabalığı anlayamaz. İyi niyetli ve bilgili herkesin
yararlı olduğunu kabul edeceği bir önlem saptadığında şunu göremez ki, eğer bu önlem halk önünde açıkça savunulursa, ondan zarar görecek güçlü kişiler halkı, söz konusu öneriyi savunan kişiyi linç etmeye varacak bir ölçüde galeyana getirebilir.

Söylendiğine göre, Amerika'da büyük patronlar sevmedikleri kişilerin
peşine detektif takarlar, ve eğer kişi olağanüstü uyanık değilse, kısa
sürede onu yola getiren düzenler çevirirlermiş. Tabii sonunda o kişi ya
politikasını değiştirmek zorunda kalır ya da basında ahlaksız bir insan
olarak teşhir edilir. İngiltere'de bu yöntemler henüz o ölçüde gelişmiş
değildir; ancak olasıdır ki çok geçmeden gelişecektir. Hiçbir kötülük
olmadığı zaman bile, çoğu kez toplumsal heyecan, hazırlıksız olanları
şaşırtacak ölçülere varır.

Herkes Hükümet'in giderlerini azaltmasını genellikle ister; ancak hiçbir
kısıntı çoğunlukça hoş karşılanmaz; çünkü bazı kimseler işlerini
kaybederler ve halkın sempatisini toplarlar. Çin'de on birinci yüzyılda
Whan An Shih adında bir kamu görevlisi vardı. İmparatoru ikna ettikten
sonra sosyalizmi getirme işine girişti. Ancak düşüncesiz bir anında
okumuşlar takımını (o günün Northcliffe" Yayıncılarını) gücendirdi, yerinden
uzaklaştırıldı ve modern zamanlara kadar, bütün Çin tarihçileri tarafından
kınandı. Dördüncü bir kusur bununla bağlantılıdır; yani uzmanların, alınacak yönetimsel önlemlerin halk tarafından kabul görmesinin önemini
küçümsemeleri ve halka hoş gelmeyen bir yasanın uygulama zorluklarını
bilmezlikten gelme eğiliminde olmaları. Tıp adamları, iktidarda olsalar,
yapacakları yasalara uyulmak koşuluyla, bulaşıcı hastalıkları yok edici
çareleri bulabilirler. Ancak yasalar kamuoyunun çok ilerisinden
giderse onlardan kaçınma yolları bulunur. Savaş sırasında yönetimin kolay
olması insanların savaşı kazanmak için çok şeyi kabullenmeleri
sayesinde gerçekleşmiştir; halbuki normal barış yasalarının böyle güçlü bir
çekiciliği yoktur.

Hemen hiçbir uzman salt tembelliği ve ilgisizliği yeterince hesaba katmaz. Bariz tehlikelerden kaçınma zahmetine bir ölçüde katlanırız; ancak,
yalnız uzmanın görebileceği tehlikeler için bunu yaptığımız pek söylenemez. Parayı sevdiğimizi düşünürüz; yaz saati uygulaması da bize her yıl milyonlar kazandırır. Fakat bir savaş önlemi olarak zorunlu kalıncaya kadar bunu uygulamadık. Alışkanlıklarımızı gelirimizden daha çok seviyoruz; çoğu kez hayatımızdan da çok. Bazı alışkanlıklarımızın
zararları konusunda kafa yoran bir insana bu durum inanılmaz gelir.

Uzmanların çoğu galiba şunu fark edemiyorlar: eğer yönetim gücüne
sahip olurlarsa güdüleri onları zorbalığa yöneltecek ve şimdiki sevimlilik
ve yüce fikirliliklerini yitireceklerdir. Koşulların karakterleri
üzerindeki etkisini çok az kimse önleyebilir.

Bütün bu nedenlerden dolayı, iktidarı bürokratlara devrederek
politikacılarımızın kötülüklerinden kolayca kurtulamayız. Ancak yine de
gittikçe daha karmaşık hale gelen toplumumuzda uzmanların şimdikinden daha etkili olmaları zorunlu görünüyor. Günümüzde güçlü içgüdüsel istemler ile sınai gereksinimler arasında şiddetli bir çatışma var. Gerek kişisel, gerek maddi çevremiz sanayileşme ile birlikte birdenbire değişti. İçgüdülerimiz ise pek değişmemiş olsa gerek; düşünce alışkanlıklarımızı bu değişik koşullara göre uyarlamak için de hemen hiçbir şey yapılmadı. Çalışma odalarında kunduz besleyen akılsız kişiler, yağışlı hava yaklaşırken, yaşam ortamları dere kenarları olan kunduzların kitaplarla su setleri yaptıklarını görürler. Bizler de yeni çevremizle neredeyse aynı uyumsuzluğu yaşıyoruz. Eğitim sistemimiz bize hala Homeros çağında biyolojik açıdan yararlı olan özelliklere, şimdi zararlı ve saçma olduklarına aldırmadan, hayranlık duymayı öğretiyor. Her başarılı politik hareket içgüdüsel olarak kıskançlığı, rekabeti veya nefreti körüklüyor; asla işbirliğine olan gereksinimi değil. Bu bizim bugünkü politik yöntemlerimizin doğasında vardır; endüstri öncesi alışkanlıklarla da uyum içindedir. İnsanların bu konudaki düşünce alışkanlıkları ancak bilinçli bir gayretle
değiştirilebilir.

Bahtsızlığı bir başkasının kötü niyetine atfetmek doğal bir eğilimdir;
fiyatlar düştüğünde de vurguncunun neden etkisiz olduklarını sorgulamaz.
Ücretlerin ve fiyatların beraberce inip çıktığını da görmez. Eğer kendisi
bir sermayedarsa ücretlerin düşmesini, fiyatların yükselmesini;
eğer işçi ise tersini ister. Para konularında uzman olan birisi
vurguncuların, sendikaların ve sıradan işverenin bu olanlarla pek az
ilişkisi olduğunu açıklamaya çalışırsa herkesi öfkelendirir; tıpkı Alman
zulmünden kuşku duyan birisiymiş gibi. Düşmanımızın elimizden alınmasından hoşlanmıyoruz; acı çektiğimiz zaman nefret
edecek birilerini arıyoruz. Acıları akılsızlığımız yüzünden çektiğimizi düşünmek bile çok düş kırıcı; fakat insanlığı bir bütün olarak aldığımızda
gerçek bu. Bu nedenle de hiçbir siyasal parti nefret dışında bir itici güce sahip olamıyor; suçlayacak birilerinin olması gerekiyor. Eğer falancanın kötülüğü acılarımızın tek nedeni ise onu cezalandıralım, mutlu oluruz. Bu tür politik düşüncenin en çarpıcı örneği Versailles Antlaşması'dır. Ama çoğu kişi Almanların yerini alacak yeni bir günah keçisi aramaktadır.

Bu noktayı uluslararası sosyalizmi savunan iki kitabı karşılaştırarak açıklayacağım: Marx'ın Kapital ve Salter'in Allied Shipping Control
(Müttefik Deniz Taşımacılığı) (Sir Arther Salter kuşkusuz kendisine sosyalist demez; ama yine de öyledir) eserleri. Bu iki kitabın, sırasıyla, ekonomik değişim yanlısı olan bir politikacı ile bir kamu görevlisinin yöntemlerini temsil ettiğini varsayabiliriz. Marx'ın amacı, sonunda bütün
partileri bastıracak bir parti yaratmakken Salter'in amacı da mevcut sistem içinde yetkilileri etkilemek ve toplumun yararı savı ile kamuoyunu
değiştirmektir.

Marx, sonuç olarak, kapitalizm düzeninde ücretle çalışanların korkunç yoksulluk çektiğini kanıtlar. Komünizm altında hiç acı çekmeyeceklerini veya daha az çekeceklerini kanıtlamaz, kanıtlamaya da çalışmaz. Bu, gerek üslubundan gerek bölümlerin sıralanmasından açıkça anlaşılan bir varsayımdır. İşçi sınıfı önyargısıyla kitabı okumaya başlayan bir okuyucu,
okudukça bu varsayımı paylaşacak ve onun kanıtlanmadığını hiç fark etmeyecektir. Marx ahlaki sorunlara ilişkin düşüncelerin sosyal gelişme ile herhangi bir ilgisi olduğunu kesinlikle reddeder; bu gelişmenin Ricardo
ve Malthus tarafından öne sürüldüğü gibi acımasız ekonomi yasalarından kaynaklandığını varsayar. Ancak Ricardo ve Malthus bu acımasız yasaların kendi sınıflarına mutluluk, çalışan sınıfa da sefalet getirdiğini söylemişlerdi;
Marx ise, Tertullian gibi, kendi sınıfı sirklerde gönül eğlendirirken burjuvaların yerlerde köpekler gibi uluyacağı bir gelecekten haberler verir.

Marx her ne kadar insanları iyi ya da kötü olarak ayırmamış, onları sadece ekonomik etkenlerin şekillendirdiğini ifade etmişse de gerçekte burjuvaları kötü kişiler olarak göstermiş, ücret erbabında onlara karşı şiddetli bir nefret uyandırmaya çalışmıştır. Marx'ın Kapital'i temelde Bryce Raporu gibi, düşmana karşı savaş ateşini körüklemeyi amaçlayan vahşet  öykülerinin bir koleksiyonudur. Doğal olarak, düşmanın da savaş ateşini körükler; böylece de çıkacağını haber verdiği sınıf savaşını başlatır. Marx büyük bir politik güç olmaya, nefreti körüklemesi ve kapitalistleri ahlaki bakımdan iğrenç kişiler olarak göstermeyi başarması sayesinde ulaştı.

Salter'in Allied Shfipping Control kitabında ise bununla taban tabana zıt bir hava görüyoruz. Salter'in, uluslararası sosyalizm sisteminin uygulamasıyla bir süre ilgilenmiş olmak gibi Marx'da bulunmayan bir avantajı vardır. Bu
sistem kapitalistleri öldürmek değil, Almanları öldürmek arzusundan ortaya çıkmıştır. Ancak ekonomik konularda Almanlar söz konusu olmadıklarından, Salter'in kitabında arka planda kalırlar. Ekonomik
sorun, askerlerin, savaş gereçlerini imal eden işçilerin ve bu gereçlere hammadde sağlayanların çalıştırılmayıp, toplumun geri kalan bölümünün bütün işleri yapmak zorunda kalması gibi bir durumda karşılaşılacak olan
sorunla aynıydı veya başka bir ifadeyle, sanki birdenbire
herkesin daha önce çalıştığının yarısı kadar çalışması emredilmişti.

Savaş deneyimi bu soruna teknik bir çözüm getirmişse de psikolojik bir çözüm getirmemişti. Çünkü savaş, barış zamanında yapılacak işbirliği için, savaş yıllarında Almanlara karşı duyulan nefret ve korkunun yol açtığı ölçüde destek verecek bir güdü sağlayamamıştır.

Salter şöyle demektedir (sayfa 19):

"Şu anda profesyonel iktisatçıların, dikkatlerini üzerinde her şeyden çok yoğunlaştırmaları gereken şey herhalde savaş döneminin gerçek sonuçlarının araştırılmasıdır; bu soruna devlet kontrollerine ilke olarak yandaş veya karşıt olma gibi önyargılar taşımadan, tam bilimsel bir
açıdan yaklaşmalıdırlar. İlk ağızda ele alacakları olgular normal ekonomik sisteme en azından bir meydan okuma oluşturacak kadar çarpıcıdır. Sonuçlarda çeşitli etkenlerin katkısı olduğu bir gerçektir... Önyargısız profesyonel bir araştırma bunların ve daha başka etkenlerin ağırlığını tam
olarak saptayabilir; belki de yeni örgütleme yöntemlerinden yana çok şeyler bulabilir. Bu yöntemlerin savaş koşullarında sağladığı başarı tartışma götürmez. Ilımlı bir değerlendirme ile ve savaştan önce boş gezen kişilerin üretimini de dikkate alarak denebilir ki, ülkenin üretim gücünün yarısı ile üçte ikisi arasında bir bölümü savaşa veya savaşa yardımcı hizmetlere ayrılmıştı.

Ancak yine de bütün savaş süresince İngiltere her türlü askeri çabayı sürdürdü; sivil halkın geçim standardını da dayanılamayacak ölçüde düşük olmayan bir düzeyde bazı dönem ve bazı sınıflar için ise belki de barış zamanındaki kadar rahat olan bir düzeyde tuttu. Ülke bunu, başka
ülkelerden hiçbir yardım almadan yaptı. Ödünç alınmış para ile Amerika'dan yaptığı dışalım, müttefiklerine ödünç verdiği parayla yaptığı dışsatımdan çok daha az oldu. Görüldüğü gibi, hem cari savaş tüketimini hem sivil halkın cari tüketimini üretim gücünün geri kalanıyla, cari üretimiyle karşıladı."

Barış zamanındaki normal ticaret sistemini tartışırken de şunları söylüyor (sayfa 17):

"Barış-zamanı ekonomik sisteminin temeli, hiçbir bilinçli yönlendirme ve kontrolün olmayışıdır. Savaş koşullarının yarattığı zorlayıcı gereksinimler için bu sistemin, en azından o koşullarda ciddi biçimde yetersiz olduğu ortaya çıktı. Yeni standartlara göre, bilinçsiz ve savurgan kalıyordu. Çok
az üretiyordu, yanlış şeyler üretiyordu ve onları yanlış kişilere dağıtıyordu."

Savaşın baskısıyla yavaş yavaş oluşturulan sistem, 1918'de bütün önemli özellikleriyle, tam bir uluslararası sosyalizm haline geldi. Birlikte
hareket eden müttefik devletler gıda ve hammaddelerin tek alıcısı oldu; yalnız kendi ülkelerine değil tarafsız Avrupa ülkelerine de neyin ithal edileceği hakkında tek karar organı haline geldiler. Hammaddeyi kontrolleri altındaki fabrikalara istedikleri gibi dağıttıkları için üretimi de kesin olarak
kontrolleri altına aldılar. Gıda maddeleri konusunda ise perakende dağıtımı bile düzenlediler. Yalnız fiyatları değil miktarları da onlar saptıyorlardı. Yetkilerini temel olarak Müttefik Deniz Nakliyat Konseyi kanalıyla kullanıyorlardı; bu Konsey de sonuç olarak hemen hemen tüm deniz nakliyatını yönetiyor, dolayısıyla da dışalım ve dışsatım koşullarını dikte
edebiliyordu. Böylece, bu sistem bütün özellikleriyle daha çok dış ticarette uygulanan bir uluslararası sosyalizm oluşturuyor ve bu da siyasal sosyalistler için en büyük sıkıntıyı yaratıyordu.

Bu sistemin tuhaf bir yanı da kapitalistlerin muhalefetini çekmeksizin getirilmiş olmasıydı. Toplumun hiçbir önemli kesiminin ne pahasına
olursa olsun muhalefetini davet etmemek savaş dönemi politikasının gerekli bir özelliğiydi. Örneğin, deniz taşımacılığında en büyük sıkışıklığın
yaşandığı dönemde sivil toplumda hoşnutsuzluk yaratmak korkusuyla, gıda maddelerinde değil, savaş malzemesinde kesinti yapılması gerektiği savunuldu.

Kapitalistleri dışlamak çok tehlikeli olabilirdi; gerçekten de yeni sisteme dönüşüm ciddi bir sürtüşme olmadan gerçekleştirildi. Tutum "falan kesimler kötüdür, cezalandırılmaları gerekir" yerine "barış zamanındaki sistem verimsizdi; herkese en az sıkıntı verecek yeni bir sistem oluşturulmalıdır" şeklinde oldu. Ulusal tehlikenin baskısı altındayken, hükümetin gerekli gördüğü önlemlerin onaylanmasını sağlamak normal dönemlerdeki kadar zor değildi. Normal zamanlarda bile, eğer önlemler sınıf karşıtlığı yerine bir idareci bakışıyla sunulurlarsa kabul görmeleri daha az zorlukla karşılaşır.

Savaşta edinilen idari deneyimlere göre, sosyalizmden beklenen avantajların birçoğunun, hükümetin hammaddeleri, dış ticareti ve
bankacılığı kontrol altına almasıyla elde edilebileceği görülmektedir.
Bu bakış açısı Lloyd'un Stabilizations (İstikrar) adlı değerli kitabında
işlenmiştir. Bu kitap, problemin bilimsel açıdan incelenmesi konusunda
kesin bir ilerleme sayılabilir; savaş koşullarının kamu görevlilerini
yapmak zorunda bıraktığı deneylerin bu alanda büyük yardımı olmuştur.

Pratik açıdan Sir Arthur Salter'in kitabındaki en ilginç şeylerden biri,
uygulamada da en iyi sonuçları veren uluslararası işbirliği
yöntemlerinin analizidir. Ülkelerin tek tek kendi başlarına her sorunu ele
almaları, sonra da diplomatik temsilciler aracılığıyla diğer
devletlerle pazarlığa girişmeleri usulden değildi. Uygulama her sorun
için ayrı bir uluslararası uzmanlar komitesi oluşturmak şeklindeydi;
sonunda görüş ayrılıkları uluslar arasında değil, mal gurupları arasında
oluyordu. Buğday komitesi kömür komitesiyle, vb. mücadele ediyor; ancak her biri hakkındaki tavsiye kararları müttefik ülkelerin uzman temsilcileri
arasında yapılan müzakereler sonunda alınıyordu.

Gerçekte durum, Yüksek Savaş Konseyi'nin olağanüstü yetkileri dışında
hemen hemen bir uluslararası sendikalizm gibiydi. Bundan alınacak ders
şudur: Başarılı bir uluslararası işbirliği isteniyorsa, bu, ulusal
kuruluşların birbiriyle çatışan istemlerini bağdaştıracak tek bir uluslararası yüksek kuruluş yerine, her konuda ayrı ayrı uluslararası örgütlenmeye gidilerek gerçekleştirilmelidir.

Saltex'in kitabını okuyan herkes, savaş sırasında müttefikler arasında
kurulan böyle bir uluslararası hükümetin, barış zamanında dünya çapında
kurulması durumunda hemen tüm dünya nüfusunun maddi, fikri ve ahlaki
yönlerden yaşam düzeyini yükselteceğini hemen görecektir. Bu, işadamlarına zarar vermez; son üç yılın karlarının ortalaması, onlara emekli maaşı gibi, sürekli gelir olarak vaat edilebilir. İşsizliği, savaş korkusunu,
yoksulluğu, kıtlığı ve aşırı üretimi önler. Bu sav ve yöntem Mr. Lloyd'un
kitabında açıklanmıştır. Ancak aşikar ve evrensel olan bu avantajlara
rağmen, bu tür bir şeyin gerçekleşmesi umudu, eğer olanaklıysa, evrensel
devrimci sosyalizmin kurulmasından da çok daha uzak bir olasılıktır.
Devrimci sosyalizmin karşılaştığı zorluk onun çok büyük bir muhalefete
yol açmasındandır; bürokratların sosyalizminin zorluğu ise çok az destek
toplamasındadır. Politik bir atılıma muhalefet, kişinin kendisinin
zarar görmesi korkusundan kaynaklanır; destek ise kişinin düşmanlarının
zarar göreceği umudu (genellikle bilinç-altı) sayesinde elde edilir.

Bu nedenle, hiç kimseye zarar vermeyen bir politika destek görmez; çok
fazla destek gören bir politika ise şiddetli muhalefet uyandırır.
Sanayileşme, dünya çapında işbirliği için yeni bir gereksinim yarattı; bir
yandan da düşmanlıklarla birbirimizi incitmek için yeni kolaylıklar
getirdi. Ancak parti politikasında içgüdüsel olarak olumlu yanıt alan tek
hitap tarzı düşmanca duygulara yöneltilen hitaptır; işbirliği gereğini
idrak eden kişiler ise güçten yoksundurlar. Eğitim bir nesil boyunca yeni
kanallara yöneltilinceye, basın da nefreti körüklemekten vazgeçinceye
kadar, günümüzdeki politik yöntemlerle uygulamada yalnızca zararlı
politikaların benimsenme şansları bulunuyor.

Ancak politik sistem değişmeden eğitim ve basını değiştirmek için belirgin bir yol da mevcut değil. Normal yollarla, en azından uzun bir süre için, bu ikilemden çıkış yoktur. Kanımca, bu konuda umabileceğimiz en iyi şey şudur: Olabildiğince çoğumuzun, zaman zaman önümüze konulan çekici parti programlarına inanmaktan kesinlikle geri durması, politik kuşkucular
olmasıdır. Mr. H.G. Wells'den bu yana birçok aklı başında kişi son
savaşın, savaşları sona erdirecek bir savaş olduğuna inanıyordu. Şimdi
düş kırıklığına uğramışlardır. Yine birçok aklı başında kişi Marx'ın sınıf
savaşının, savaşları sona erdirecek bir savaş olacağına inanmaktadır. Eğer
bu savaş gerçekleşirse onlar da düş kırıklığına uğrayacaklardır -tabii
aralarında sağ kalan olursa. Herhangi güçlü bir siyasal harekete inanan iyi
niyetli herkes uygarlığımızı mahvetmekte olan bu örgütlü mücadelenin
sadece uzamasına yardım etmiş olur.

Doğaldır ki, bunu mutlak bir kural olarak öne sürmüyorum; kendi
kuşkuculuğumuz hakkında bile kuşkucu olmalıyız. Ancak, eğer siyasal bir
partinin sonuçta elde edilecek yarar uğruna büyük zararlara yol açacak bir
programı varsa (ki çoğunun vardır), bütün siyasal hesapların belirsizliği
göz önüne alındığında kuşkuculuğa büyük bir gereksinim var demektir.
Psikanalitik -görüş açısından bakıldığında bu parti programını gerçekten
çekici kılan şeyin o arada açtığı kötülükler olduğundan ve sonuçtaki yararın da "rasyonalize etme" türünden bir şey olduğundan -kuşku duymakta haksız sayılmayız.

Yaygın bir politik kuşkuculuk mümkündür; psikolojik olarak, düşmanlığımızı başka uluslar veya sosyal sınıflar yerine politikacılar üzerinde yoğunlaştırmak anlamına gelir. Düşmanlıklar ancak politikacılar yoluyla etkili olduğundan, onları hedef alan düşmanlık da psikolojik olarak
kişiyi tatmin eder; ancak bunun sosyal açıdan bir zararı olamaz. Bunun
Willam James'in arzusunu, "savaşın manevi eşdeğerlisi"ni gerçekleştirmek
için gerekli koşulları sağladığını düşünüyorum. Politikayı bazı
dalaverecilere (yani sizin ve benim hoşlanmadığımız kişilere) bıraktığı
doğrudur; ama bu bir kazanç da olabilir. The Freeman'ın 26 Eylül 1923 s
ayısında siyasal dalaverenin yararlarını gösterebilecek bir yazı
okudum. İmparatora danışmanlık yapan emekli bir Japon devlet adamıyla
arkadaş olan bir İngiliz, ona Çinli tüccarlar dürüst olduğu halde Japon
tüccarların neden dürüst olmadığını sorar ve şu yanıtı alır:

"Bir zamanlar Çin'in siyasal yaşamında pek parlak bir rüşvet dönemi yaşandı; mahkemelerde alay konusu oldular. Ticareti bu kaos ve durgunluk halinden çıkarmak için Çinli tüccarlar en sıkı ahlak ölçülerini uygulamak zorunda kaldılar. O günden bu yana, sözleri senet kadar sağlamdır. Japonya'da ise tüccar böyle bir sorunla karşılaşmadı; çünkü bizde belki de dünyanın en iyi hukuk yasaları vardır. Bu nedenle, bir Japon'la iş yaparken riskini de göze almalısın." Bu öykü, dürüst olmayan politikacının dürüst olandan daha az zarar verebileceğini gösterir.

"Dürüst politikacı" kavramı pek de basit bir kavram değildir. En kabul
edilebilir tanımı şöyledir: politik eylemleri kendi gelirini artırma arzusuyla
yönlendirilmeyen kişi. Bu anlamda Mr. Lloyd George dürüsttür. Bundan sonra politik eylemleri ne parasal amaçlarla, ne de güç edinme veya mevcut gücünü koruma arzusuyla yönlendirilen kişiler gelir. Bu anlamda Lord Grey dürüst bir politikacıdır. Son ve en dar kapsamlı tanım da şöyledir: Dürüst politikacı, halkla ilişkili eylemlerinde tarafsız olmanın yanında dostlararası ilişkilerde normal sayılan şeref ve dürüstlük ölçüsünün de çok altına düşmeyen kişidir. Bu anlamda Lord Morley dürüst bir politikacıydı; en azından, her zaman dürüsttü ve dürüstlüğü onu politikadan uzaklaştırıncaya kadar da politikacıydı. Ancak, en iyi anlamda dürüst olan bir politikacı bile çok zararlı olabilir; örnek olarak da 3. George gösterilebilir.

Akılsızlık ve bilinçsiz önyargı, çoğu kez, görevi kötüye kullanmaktan
daha zararlı olur; kaldı ki, dürüst bir politikacı, eğer Devonshire Dükü
gibi fazlaca budala değilse, demokrasilerde pek de makbul değildir; çünkü
ancak çok budala bir insan, bir ulusun yarısından çoğunun önyargılarını
candan paylaşabilir. Bu nedenle, hem yetenekli olan hem de kamunun yararını kollayan bir kişi, eğer politikada başarılı olacaksa, iki yüzlü olmak
durumundadır; ancak bu ikiyüzlülük zamanla onun kamu yararını kollama
niteliğini yok eder.

Günümüz demokrasisinin kötü yanlarını hafifletmenin bariz bir yolu, kamu
görevlilerini çok daha fazla tanıtım yapma ve inisiyatif kullanma
yolunda teşvik etmektir. Bu kişilerin kendi başlarına yasa tasarıları
hazırlama ve gerekçelerini halka açıklama konusunda yetkileri, bazen de
görevleri olmalıdır. Bugünlerde finans ve işçi kesimleri uluslararası
toplantılar düzenlemektedirler; ancak, bu yöntemi çok yaygınlaştırmalı ve
değişik ülkelerde aynı anda uygulanacak önlemler üzerinde sürekli olarak
çalışacak uluslararası bir sekretarya oluşturmalıdırlar. Dünya tarım
kuruluşları birbirleriyle doğrudan müzakereler yapmak ve ortak bir politika
belirlemek için bir araya gelmelidir. Diğer konularda da benzer çalışmalar
yapılabilir. Demokratik parlamentolardan vazgeçmek arzu edilecek bir şey
değildir; olanağı da yoktur. Çünkü, alınan önlemler başarıya
ulaşacaksa uzmanlarca tartışılıp yayınlanmalı ve sıradan vatandaşın
benimseyip kabullenebileceği bir nitelik taşımalıdır. Ancak günümüzde çoğu konuda sıradan vatandaşın uzmanların etraflıca değerlendirilmiş
düşüncelerinden haberleri yoktur; uzmanların hepsinin ya da çoğunluğunun
bir görüş üzerinde birleşmesini sağlayacak mekanizma da pek yoktur.

Özellikle de kamu görevlileri bazı durumlar ve politik olmayan yöntemler
dışında görüşlerini halka açıklamaktan men edilmişlerdir. Eğer kararlar
uluslararası müzakereler sonucunda uzmanlarca alınırsa, bu kişiler
parti kademelerini aşarlar ve aralarında şimdi olağan sayılandan çok daha
az fikir ayrılığı olduğu görülür. İnanıyorum ki, örneğin uluslararası
sermaye ve işçi kesimleri karşılıklı güvensizliklerini aşabilirlerse,
gerçekleştirilmesi şu anda ulusal parlamentoların yıllarını alacak olan ve
dünyayı sınırsız ölçüde iyiye götürecek olan bir program üzerinde
anlaşabilirler. Birlikte hareket ettikleri takdirde onlara direnmek de
zordur.

İnsanlığın birçok önemli ortak çıkarı vardır; ancak, mevcut politik
mekanizma, değişik uluslar ve çeşitli partiler arasındaki iktidar mücadelesi
sonucu ortaya çıkan karmaşa, onları karanlıkta bırakmaktadır. Hiçbir yasal
veya yapısal değişiklik gerektirmeyen ve gerçekleştirilmesi
çok zor olmayan farklı bir mekanizma, ulus ve parti hırslarını yok eder;
dikkatleri düşmanlara zararlı olacak kararlar üzerinde değil, herkese
yararlı olacak kararlar üzerinde toplar. Uygarlığı halen tehdit etmekte
olan tehlikeden çıkış yolunun yukarıda belirtilen doğrultularda hareket
etmekle bulunacağını sanıyorum; yurt içinde parti hükümetleri, yurt dışında
da dışişleri diplomasisi ile değil. Bilgi ve iyi niyet olsa da kendilerini
duyuracak uygun araçlara sahip oluncaya kadar, bunların ikisi de aciz
kalmaktadır.

Özgür Düşünce ve Resmi Propaganda (1922 Moncure Conway konferansı)

Bugün onuruna toplanmış olduğumuz Moncure Conway yaşamını iki amaca vakfetmişti: Düşünce özgürlüğü ve bireyin özgürlüğü. O zamandan bu yana bu iki konuda bazı şeyler kazanılmış, ancak bazı şeyler de kaybedilmiştir. Geçmiş dönemlerdekinden biraz değişik şekillerde olmakla beraber bugün bazı yeni tehlikeler bu iki tür özgürlüğü tehdit etmektedir; ve bunları savunacak güçlü ve uyanık bir kamuoyu oluşturulamazsa, bundan yüz yıl kadar sonra, her iki özgürlükten de şimdikine göre çok daha azı kalmış olacaktır. Bu makalede yeni tehlikeleri vurgulamak ve onlarla nasıl başa çıkılacağını tartışmak istiyorum.

Önce, "özgür düşünce" ile ne kastettiğimizi açığa kavuşturmaya çalışalım.
Bu deyimin iki anlamı vardır. Dar anlamıyla, geleneksel dinsel dogmaları kabul etmeyen düşünce demektir. Bu anlamda Hıristiyan veya
Müslüman veya Budist veya Şintoist olmayan ya da herhangi bir akideyi
benimsemiş bir topluluğun üyesi olmayan bir kimse "özgür düşünür"dür.
Hıristiyan ülkelerde "özgür-düşünür" diye, Tanrı'ya kesin bir şekilde inanmayan insana denir; ancak bu nitelik Budist bir ülkede insanı
"özgür-düşünür" yapmaya yeterli değildir.

Bu anlamdaki özgür düşüncenin önemini küçümsemek istemiyorum. Ben şahsen bilinen dinlerin hiç birini kabul etmem ve her tür dinsel
inancın giderek yok olmasını ümit ederim. Dinsel inancın, sonuçta yarar
sağladığına inanmıyorum. Bazı zamanlarda ve bazı durumlarda birtakım
yararlı etkiler yapmış olduğunu kabul etmekle beraber, insan aklının
bebeklik dönemine, şimdi geride bırakmaya başladığımız bir evresine
ait olduğu kanısındayım.

"Özgür düşünce"nin bir de daha da önemli bulduğum, daha geniş bir anlamı vardır. Geleneksel dinlerin yol açtığı zararlar bu geniş anlamdaki özgür düşünceyi engellemiş olmalarıyla bağıntılıdır. Bu geniş anlam, dar anlam kadar kolaylıkla tanımlanamaz; özüne varmak için biraz zaman harcamak yerinde olur.

"Özgür" olan bir şeyden söz ederken onun hangi şeyden özgür olduğunu
belirtmezsek söylediklerimizin taşıdığı anlam belirsizleşir. "Özgür" olan
şey veya kişi bir dış zorlamayla karşı karşıya değildir. Ne demek
istediğimize kesinlik kazandırmak için de bu dış zorlamanın ne
türden olduğunu belirtmemiz gerekir. O halde düşünce, çoğu zaman var olan birtakım dış yönlendirici etkenlerden bağımsız ise özgür olur.

Düşüncenin özgür olabilmesi için yok olmaları gereken yönlendirici
etkenlerin bazıları kendilerini açıkça gösterirler; bazıları ise daha
yanıltıcı ve belirsiz, daha karmaşıktırlar.

En belirgin olanlarından başlayalım: bazı fikirleri benimsemek veya onlara
karşı olmak; ya da bazı konularda bir şeye inandığımızı veya inanmadığımızı dile getirmek ceza yaptırımlarına yol açıyorsa düşünce "özgür" değildir. Bu ilkel tür özgürlük bile bugün çok az ülkede vardır. İngiltere'de küfür yasalarına göre, Hıristiyan dinine inançsızlığı dile getirmek yasalara aykırıdır -her ne kadar uygulamada varlıklı kişiler için bu yasa işletilmese de. İsa'nın pasif direniş konusundaki öğütlerini öğretmek de yasalara aykırıdır. O halde bir kimse eğer suçlu durumuna düşmek istemiyorsa, İsa'nın öğretilerine inandığını kabul etmeli ama bu öğretilerin ne olduğunu söylemekten kaçınmalıdır.

Amerika'da hiç kimse anarşiye ve poligamiye karşı olduğunu kesin biçimde beyan etmeden ülkeye giremez; girdikten sonra, komünizme inanmaktan da vazgeçmesi gerekir. Japonya'da Mikado'nun tanrısallığına inanmamak yasaya aykırıdır. Görülüyor ki dünya çevresinde yapılacak yolculuk tehlikeli bir yolculuktur. Bir Müslüman, bir Tolstoy yanlısı, bir Bolşevik veya bir Hıristiyan bir yerde suçlu durumuna düşmeden veya önemli gerçekler saydığı şeyler hakkında dilini tutmadan böyle bir yolculuk yapamaz. Doğaldır ki bu kural yalnızca güverte yolcularına özgüdür; yoksa kamara yolcuları istedikleri şeylere inanabilirler; yeter ki patavatsızca saldırılarda bulunmasınlar.

Görülüyor ki, eğer düşünce özgür olacaksa bunun ilk koşulu düşünceyi
açıklamaya karşı konmuş olan yasal cezaların kaldırılmasıdır. Her ne
kadar çoğu öyle düşünmüyorsa da büyük ülkelerin hiç biri henüz bu düzeye erişmemiştir. Halen kovuşturma konusu olan fikirler topluma öylesine korkunç ve ahlaksızca geliyor ki, genel hoşgörü ilkesinin onlar için geçerli olması düşünülemez. Ancak bu Engizisyon işkencelerine yol açan bir bakış açısının aynısıdır. Bir zamanlar Protestanlık şimdiki Bolşeviklik kadar günah sayılıyordu. Bu söylediklerimden dolayı benim bir Protestan ya da Bolşevik olduğum sonucunu lütfen çıkarmayınız.

Bütün bunlara karşın çağdaş dünyada yasal cezalar düşünce özgürlüğüne
engel olan şeylerin en önemsizidir. İki büyük engel ekonomik cezalar ve
kanıtların çarpıtılmasıdır. Eğer bir fikrin açıklanması insanın geçimini
kazanmasını olanaksız kılıyorsa düşüncenin özgür olmadığı açıktır. Eğer bir tartışmada taraflardan birinin bütün argümanları sürekli olarak olabildiğince çekici gösteriliyor, karşı tarafta olanlarınki ise ancak büyük çabalarla ortaya konabiliyorsa, yine düşüncenin özgür olmadığı açıktır. Bu iki engel özgürlüğün son sığınağı olan (ya da olmuş olan) Çin'in dışında bildiğim bütün büyük ülkelerde mevcut bulunuyor. Şimdi bu engeller üzerinde; bunların günümüzdeki boyutları, büyüme olasılıkları ve hafifletilme olasılıkları üzerinde durmak istiyorum.

Eğer düşünce inançlar arası rekabete açıksa, yani bütün inançlar açıkça
dile getirilebiliyor ve hiçbir yasal veya parasal çıkara ya da kayba konu olmuyorsa düşünce özgürdür diyebiliriz. Bu, değişik nedenlerle, tam olarak gerçekleşemeyecek bir idealdir; ama yine de ona şimdi olduğundan çok daha fazla yakınlaşma olanağı vardır.

Kendi yaşamımdaki üç olay, günümüz İngiltere'sinde terazinin Hıristiyanlık
kefesinin nasıl ağır bastığını göstermeye yardım edecektir. Bunlardan söz etmemin nedeni, çoğu kimsenin, agnostik (Maddi şeyler dışında Tanrı hakkında hiçbir şey bilinemeyeceği yolundaki düşünce sistemi. (ç.n.)
fikirlerini açıkça söyleyenlerin hala karşılaştıkları olumsuzlukların hiç
farkında olmamasıdır.

İlk olay yaşamımın ilk dönemlerine aittir. Babam bir özgür-düşünürdü. Ben
daha üç yaşındayken ölmüş. Boş-inanlara bağlı olmadan yetişmemi istediğinden iki özgür-düşünürü bana vasi tayin etmiş. Ancak mahkeme onun vasiyetini bir yana bırakıp benim Hıristiyan inancına göre eğitilmemi sağlamış. Korkarım sonuç beklendiği gibi olmadı; ancak bu yasanın suçu değildir. Eğer benim bir İsa veya Muggleton yanlısı olarak ya da Seventh Day Adventist (Protestanlığın bir mezhebinin İsa'nın dünyaya gelmesinin yakın olduğuna inanan kolu.) olarak yetiştirilmemi isteseydi, ona engel olmak mahkemenin aklından bile geçmezdi. Bir baba her türlü boş-inanın kendi ölümünden sonra çocuklarına aşılanmasına izin verebilir; ama boş-inandan, olanak varsa, uzak tutulmalarını söylemeye hakkı yoktur.

İkinci olay 1910'da oldu. O tarihte bir liberal olarak Parlamento
seçimlerine katılmak istedim. Parti yöneticileri de beni bir seçim bölgesi
için önerdiler. Liberaller Birliği'nde yaptığım konuşma olumlu karşılandı.
Bu durumda adaylığımın kabulü kesin görünüyordu. Ancak ben küçük bir parti yetkili kurulu toplantısında agnostik olduğumu doğruladım. Bana bunun açığa çıkıp çıkmayacağı sorulduğunda duyulmasının olası olduğunu söyledim. Ara sıra kiliseye gitmeye istekli olup olmayacağım soruldu; olmayacağımı söyledim. Sonunda başka bir adayı seçtiler; o da beklendiği gibi seçimi kazandı. O günden bu yana parlamentodadır ve şimdiki (1922) hükümetin de bir üyesidir.

Üçüncü olay bundan hemen sonra yer aldı. Cambridge Üniversitesi'nde Trinity College'e okutman olarak çağrıldım; fellow olarak değil. Aradaki fark parasal değildir. Fellow fakültenin yönetiminde söz sahibidir ve çok ağır ahlaki suçlar dışında sözleşme süresince işten çıkarılamaz. Bana fellow'luk teklif edilmemesinin nedeni dinci grubun, muhaliflerinin oylarının artmasını istemeyişiydi. Sonunda savaş konusundaki görüşlerimden hoşlanmayarak 1916'da işime son verdiler. Geçimim için okutmanlığa bağımlı olsaydım açlıktan ölmüştüm.

Bu üç olay günümüz İngiltere'sinde bile özgür-düşünür olduğunu
açıklayanların karşılaştıkları çeşitli olumsuzlukları göz önüne sermektedir.
Özgür-düşünür olduğunu açığa vuran başka kimseler de çoğu kez çok daha ciddi nitelikte olan benzer olayların örneklerini verebilir. Açık
sonuç şudur ki, mali durumları iyi olmayan insanlar dinsel inançları
konusunda açık sözlü olmaya cesaret edemezler.

Kuşkusuz, özgürlüğün tam olmadığı tek alan, ve hatta başlıca alan, din ile
sınırlı değildir. Komünizm veya serbest aşk yanlısı bir inanç, kişiyi
agnostisizmden çok daha fazla engeller. Böyle görüşlere sahip olmak bir
kusurdur; lehlerindeki argümanları ortaya koymak ise çok daha güçtür.
Öte yandan, bunların olumlu ve olumsuz yönleri Rusya'da tam tersinedir;
ateist, komünist, özgür aşk yanlısı olduğunu beyan etmekle rahat bir
yaşama erişilir, güç kazanılır; bu görüşlere karşıt propaganda olanağı ise
hiç yoktur. Sonuçta, Rusya'dan bazı fanatikler aslında çok kuşku götüren
bazı önermelerin doğruluğundan kesinlikle emindirler. Bu arada dünyanın
geri kalan bölümünde başka bazı fanatikler de aynı ölçüde kuşku götüren,
taban tabana zıt önermelerin doğruluğundan kesinlikle emindirler. Böyle bir
durumun, her iki tarafta da savaşı, öfkeyi ve zulmü körüklemesi kaçınılmaz
olmaktadır.

William James "inanma arzusu" konusunda öğütler vermiştir. Ben, şahsen
"kuşku duyma arzusu"nu öğütlemek isterdim. İnançlarımızın hiçbiri tam
olarak doğru sayılmaz; hepsinde en azından bir belirsizlik, bir hata gölgesi
mevcuttur. İnançlarımızdaki doğruluk payını artırma yöntemlerini
herkes bilir. Bunlar da ilgili bütün tarafları dinlemek, konuya ilişkin
bütün olguları saptamaya çalışmak, karşıt görüşte olan kişilerle tartışarak
kendi önyargılarımızı kontrol altında tutmak ve yetersiz olduğu ortaya çıkan
herhangi bir hipotezi bir yana bırakmaya kendimizi alıştırmaktır. Bu
yöntemler bilimde uygulanmaktadır ve bilimsel bir bilgi birikimini
oluşturmakta başarılı olmuşlardır.

Bakış açısı gerçekten bilimsel olan bir bilim adamı günümüzde bilimsel
bilgi sayılan şeylerde keşiflerin gelişmesiyle düzeltmelere gerek olacağını
tereddütsüz kabul eder. Ama yine de bu bilgi, tümüyle olmasa da günlük
uygulamada yararlanma bakımından, gerçeğe yeterince yakındır. Gerçek
bilgiye en yakın şeylerin yalnız bilim alanında bulunabilmesine rağmen,
bilimcilerin tutumu kuşku doludur ve zamanla değişebilir.

Din ve politikada ise tam tersi söz konusudur; bilimsel bilgi denebilecek
hiç bir şey olmadığı halde herkes dogmatik bir inanca sahip olmaya
kendini zorunlu hisseder ve bu inancın açlık, hapis, savaş pahasına
desteklenmesi ve farklı düşüncelerle tartışmalı rekabetten korunması
gerektiğine inanır. Eğer bu konularda insanlara geçici olarak agnostik
düşünce yapısı benimsetilebilseydi çağdaş dünyadaki kötülüklerin onda
dokuzuna çare bulunabilirdi. Savaşlar da olanaksız olurdu; çünkü her iki
taraf da hataların karşılıklı olduğunu görürdü. Zulüm sona ererdi. Eğitim
zihni daraltmayı değil, genişletmeyi amaçlardı.

Kişiler, yöneticilerin irrasyonel duygularını kabul ettikleri için değil, o
işin ehli oldukları için işe alınırlardı. Rasyonel kuşku tek başına, eğer
oluşturulabilseydi, kıyamet öncesinde geleceğine inanılan, İncil'deki bin
yıllık refah çağını getirmeye yeterli olabilirdi.

Son yıllarda görecelik teorisi ve onun bütün dünyada gördüğü kabul, bize,
bilimsel kafanın doğası hakkında parlak bir örnek vermiştir. Savaş
karşıtı bir Alman-İsviçreli-Musevi olan Einstein savaşın ilk yıllarında
Alman hükümetince araştırmacı profesör olarak atanmıştı. Onun güneş tutulması hakkındaki hesaplamaları Ateşkes'ten hemen sonra, 1919'da bir İngiliz gözlem heyeti tarafından doğrulandı. Teorileri geleneksel fiziğin bütün teorik yapısını altüst etti; geleneksel dinamiğe indirdiği darbe hemen hemen Darwin'in Yaradılış'a indirdiği darbe ölçüsünde şiddetli oldu. Kanıtların da teorisini desteklediğinin görülmesi üzerine bütün fizikçiler bu teoriyi hemen benimsediler. Ancak bu fizikçilerin hiç biri, özellikle de Einstein'ın kendisi, onun söylediklerinin bir son söz olduğunu iddia etmedi. Einstein, sonsuza kadar ayakta kalacak bir dogma anıtı dikmedi. Çözemediği bazı sorunlar hala var. Onun savları da zamanı gelince, Newton'unkiler gibi, muhakkak bazı değişikliklere uğrayacak. Bilimin gerçek tutumu da dogmatik olmayan bu eleştirel yaklaşımdır.

Eğer Einstein din ve politika alanında aynı ölçüde yeni olan bir şeyler
öne sürseydi ne olurdu? İngilizler onun teorisinde Prusyalılık öğeleri bulurlar, Yahudi düşmanları buna bir Siyonist entrika olarak bakarlar,
bütün ülkelerdeki milliyetçiler de bu teoride korkakça bir barışseverliğin
izlerini sezip onun askerlikten kaçmak için bir bahane olduğunu ilan
ederlerdi. Bütün eski kafalı profesörler ise, yazdıklarının yurda sokulmasını
yasaklatmak için Scotland Yard'a başvururdu. Onun tarafını tutan öğretmenler işten atılırdı. Bütün bunlar olurken o da geri kalmış bir ülkenin hükümetini ele geçirir, orada kendisininki dışında bir doktrin öğretilmesinin yasalara aykırı sayılmasını sağlardı; böylece doktrini de kimsenin anlamadığı gizemli bir dogmaya dönüşürdü.

En sonunda doktrinin doğru veya yanlış olduğu, yanında ve karşısında
toplanan yeni kanıtlarla değil, savaş alanlarında saptanırdı.
Bu yöntem William James'in, "inanma arzusu" kavramının mantıksal bir
sonucudur. Gerekli olan ise inanma arzusu değil, tam tersi olan öğrenme
arzusudur.

Eğer rasyonel kuşku koşulunun iyi bir şey olduğu kabul ediliyorsa, dünyada bu kadar çok irrasyonel kesinliğin var olma nedenlerinin araştırılması büyük önem kazanır. Bu kesinliğin büyük kısmı, normal insanda var olan irrasyonellikten ve safdillilikten kaynaklanır. Ancak doğuştan var olan bu zihinsel ilk-günah tohumu başka faktörlerce de beslenip geliştirilir. Bu faktörlerden üçü içlerinde en etkili olanlarıdır: eğitim, propaganda ekonomik baskı.

1) Eğitim. Gelişmiş bütün ülkelerde ilk öğretim devletin sorumluluğundadır.
Öğretilenlerden bazılarının doğru olmadığı, onları düzenleyen yetkililerce
de bilinir. Yine birçoğunun yanlış olduğu, en azından kuşku götürür olduğu,
önyargısız herkes tarafından bilinir. Tarih eğitimini ele alalım.
Tarih ders kitaplarında her ulus yalnızca kendini yüceltmeyi amaçlar. Bir
kimse kendi yaşam öyküsünü yazarsa, ondan biraz alçakgönüllü olması
beklenir; ama bir ulus kendi yaşamını yazarken, övüncün ve aşırı kendini
beğenmişliğin artık sınırı yoktur. Benim çocukluğumda okul kitapları
Fransızların fesat, Almanların erdemli olduğunu öğretirdi; şimdi tam tersini
öğretiyorlar. Her iki durumda da gerçeğe en ufak bir saygı gösterilmemektedir.

Waterloo Savaşı hakkındaki Alman kitaplarında Wellington'un (Wellington Dükü (1769-1852): Napolyon'a karşı yapılan Waterloo Savaşı'nda İngiliz komutan, general; daha sonra başbakan. (ç.n.) savaşı hemen hemen kaybettiği bir sırada Blücher'in (Gebhard Leberecht von Blücher (1742-1819): Waterloo Savaşında Prusyalı general. (ç.n.) gelip durumu kurtardığı anlatılır; İngiliz kitaplarında da Blücher'in pek önemli bir rol oynamadığı. Bu İngiliz ve Alman kitaplarının yazarları gerçeği söylemediklerini kendileri de
bilirler. Amerikan okul kitapları eskiden aşırı derecede İngiliz karşıtıydılar; savaştan bu yana aynı ölçüde İngiliz yanlısı oldular.

Her iki durumda da amaçlanan şey gerçek değildi. Başlangıçta olduğu gibi
şimdilerde de amaç Birleşik Amerika'da karışık kökenli göçmen çocukları
kütlesini "iyi Amerikalı"ya dönüştürmek olmuştur. Bir "iyi Alman" veya bir
"iyi Japon" gibi, bir "iyi Amerikalı"nın da daha çok kötü bir insan olması
gerektiği kimsenin aklına gelmez. "İyi Amerikalı" dünyadaki en güzel ülkenin Amerika olduğu ve her kavgada coşkuyla desteklenmesi gerektiği inancıyla şişirilmiş bir kadın ya da bir erkektir. Bu önermelerin doğru olması da pekala olasıdır; o zaman rasyonel hiç kimse ona karşı gelmez. Ancak, eğer doğru iseler yalnız Amerika'da değil her yerde öğretilmelidirler. Bu tür önermelere, yücelttikleri ülkeler dışında hiçbir yerde inanılmaması kuşku uyandırıcı bir durumdur. Bu arada bütün ülkelerde devlet mekanizmaları savunmasız çocukların böyle saçma önermelere inandırılması yolunda işletilmektedir. Bunun sonucu, bu çocukları doğruluk ve hak uğruna savaştıkları sanısıyla, sinsi çıkarları korumak uğruna ölmeyi göze almaya hazır yapmaktır.

Bu da eğitimi gerçek bilgi vermek yerine, insanların efendilerinin
arzularına boyun eğmesini sağlayacak şekilde düzenlemenin sayısız yollarından birisidir. İlkokullarda inceden inceye düzenlenen bir kandırmaca sistemi olmadan, demokrasinin kamuflajını korumak olanaksız olurdu.

Eğitim konusunu bitirmeden önce Amerika'dan bir örnek daha vereceğim.
-Amerika'nın öteki ülkelerden daha kötü olması nedeniyle değil; onun, en
çağdaş ülke olması ve oradaki tehlikelerin hafiflemek yerine ağırlaşma
eğilimi göstermeleri nedeniyle. New York eyaletinde tümüyle özel sermaye ile desteklense bile, eyalet izni alınmadan okul açılamaz. Yeni çıkan bir yasa "iş başındaki hükümetlerin kuvvet, şiddet veya yasal olmayan yollar ile düşürülmesini öğütleyen doktrinlerin öğretilmesine eğitim programları içinde yer verdiği anlaşılan" hiç bir okula bu iznin verilmemesini hükme bağlamıştır.

The New Republic dergisi, iş başındaki hükümet derken, şu veya bu hükümet diye bir sınırlama yapılmadığına dikkat çekmektedir. Bu nedenle, savaş sırasında Kaiser hükümetinin güç kullanarak devrilmesini veya, daha sonra, Sovyet hükümetine karşı Kolchak ve Denikin'in desteklenmesini öğreten doktrin de bu yasaya göre, illegal olacaktır. Bu tür sonuçlar,
kuşkusuz amaçlanmamış, sadece kötü kaleme alınma yüzünden ortaya çıkmıştı.

Gerçekte neyin amaçlanmış olduğu, devlet okullarındaki öğretmenlerle ilgili olarak aynı dönemde çıkarılan bir başka yasadan anlaşılmaktadır. Bu yasa devlet okullarında öğretmenlik yapmak için gerekli olan izin belgelerinin yalnızca "eyalet ve Birleşik Devletler hükümetlerine sadık ve itaatkar" olduklarını tatmin edici bir şekilde kanıtlayan" kişilere verileceğini; nerede ve ne koşulla olursa olsun "eyaletin ya da Birleşik Devletler'in hükümet şeklinden farklı bir hükümet şeklini" savunanlara verilmeyeceğini hükme bağlamaktadır. The New Republic dergisinde yer alan alıntıya göre, bu yasaları hazırlayan komite "şimdiki sosyal sistemi onaylamayan öğretmenin işe devam etmemesi" ve "sosyal değişiklik teorilerine karşı koymaya amade olmayan kimselere, genç ve yaşlı insanları vatandaşlık sorumluluğuna hazırlama görevinin emanet edilmemesi" kuralını
koymuştur.

Demek oluyor ki, New York eyaletinin bu yasasına göre, ne İsa ne de George Washington, ahlaki yönden uygun kimselerdir. İsa New York'a
gidip "Küçük çocukların bana gelmesine izin verin," deseydi New York
Okullar Yönetim Kurulu başkanından şu yanıtı alırdı: "Bayım, sosyal değişim teorilerine karşı koymaya istekli olduğunuzun hiçbir kanıtını göremiyorum.

Üstelik bana söylendiğine göre siz, kendi deyiminizle, semavi
krallık diye bir şeyi savunuyormuşsunuz. Halbuki, Tanrı'ya şükürler olsun,
bu ülke bir cumhuriyettir. Görülüyor ki sizin semavi krallığınızın hükümet
şekli New York eyaletininkinden esaslı şekilde farklıdır. Bu nedenle, hiçbir
çocuğun size gelmesine izin verilemez." Eğer başkan böyle bir yanıt vermekte kusur ederse, yasanın uygulanmasından sorumlu bir görevli olarak, görevini yerine getirmemiş olurdu.

Bu tür yasaların etkileri çok ciddidir. New York eyaletindeki hükümet
şekli ve sosyal sistemin bu gezegende var olmuş olanlarının en iyisi
olduğunu kabul etsek bile, her ikisinin de daha iyi hale gelmesi olanaklı
olabilir. Çok aşikar olan bu savı kabul eden bir kişinin bir eyalet
okulunda öğretim yapması yasal olarak olanaksızdır. Görüldüğü gibi, yasa
öğretmenlerin ya iki yüzlü ya da aptal olmalarını emretmektedir.
New York yasası otoritenin tek bir örgüt elinde toplanmasının giderek
artmakta olan tehlikesine bir örnek oluşturmaktadır; bu örgütün bir
devlet, bir vakıf ya da bir vakıflar federasyonu olması fark etmez. Eğitim
konusunda otorite, benimsemediği doktrinlerin gençlerce duyulmasını
engelleyebilen devletin elindedir. Demokratik bir devletin halktan pek farkı
olmadığını düşünen kişilerin hala var olduğunu sanıyorum. Ancak bu bir
hayalden başka bir şey değildir.

Devlet değişik amaçlarla bir araya gelmiş olan ve statüko korunduğu sürece iyi bir gelir elde eden çeşitli görevlilerden oluşan bir topluluktur. Statükoda isteyebilecekleri tek değişiklik bürokrasinin genişlemesi ve gücünün artmasıdır. Bu nedenle, örneğin savaşların yarattığı heyecanı fırsat bilip, kendilerine karşı gelenleri açlığa mahkum etme hakkı da dahil olmak üzere, emirleri altındaki kimseler üzerinde engizisyon benzeri güçler elde etmeleri doğaldır. Zihinsel konularda örneğin eğitimde bu durum bir felakettir; gelişme, özgürlük ve entelektüel girişim olanaklarını kökünden yok eder. Bütün bunlar ilköğretimi tümüyle tek bir örgütün idaresine bırakmanın doğal sonucudur.

Dinsel hoşgörüye, bir ölçüde erişilmiştir; çünkü artık insanlar dini
eskiden sanıldığı kadar önemli bulmamaya başlamışlardır. Bir zamanlar
dinin işgal ettiği yeri alan politika ve ekonomi alanlarında gittikçe artan,
ve şu veya bu parti ile sınırlı olmayan bir cezalandırma eğilimi baş göstermiştir. Rusya'da düşünceye yapılan baskı bütün kapitalist ülkelerdekinden çok daha ağırdır.

Petersburg'da daha sonraları yoksulluktan ölen ünlü Rus ozanı Alexander
Block ile tanışmıştım. Bolşevikler onun estetik dersleri vermesine izin
vermişlerdi; ancak konuyu "Marx'çı bakış açısından" öğretmesi koşulundan
şikayet ediyordu.

Ritm teorisinin Markisizmle olan bir bağıntısını bulmakta zorlanıyordu;
yine de açlıktan ölmemek için, elinden geleni yapmaya çalışmıştı. Doğal
olarak, Bolşeviklerin iktidara gelmesini izleyen uzun yıllar boyunca
rejimlerinin temelini oluşturan dogmaları herhangi bir şekilde eleştiren
bir şey yayınlamak olanaksızdı.

Amerika ve Rusya örnekleri, varmakta olduğumuz sonucu bize açıkça
göstermektedir: insanlar politikanın önemi hakkındaki şimdiki fanatik
inançlarını devam ettirdikleri sürece, politik konularda özgür düşünce
olanaksızdır; Rusya'da olduğu gibi, özgürlük kısıtlamasının bütün öteki
alanlara yayılma tehlikesi çok büyüktür. Bizi bu felaketten ancak bir ölçüde politik kuşkuculuk kurtarabilir.

Eğitimden sorumlu bürokratların gençlerin eğitilmesini arzuladıkları
sanılmamalıdır. Tersine, onların sorunları, zihinsel yetenek kazandırmaksızın, sadece bilgi aktarmaktır. Eğitimin iki amacı olmalıdır: birincisi okuma-yazma, dil bilgisi, matematik gibi alanlarda kesin bilgiler vermek; ikincisi de kendi başlarına bilgi edinmeye ve sağlıklı değerlendirme yapmaya olanak veren zihinsel alışkanlıklar kazandırmaktır. Bunlardan birincisine bilgi, ikincisine de zeka (intelligence) diyebiliriz. Bilginin gerek teorik gerek pratik yararlılığı, bilinen bir şeydir.

Okumuş bir halk olmadan modern devlet olanaksızdır. Ancak, zekanın sadece teorik yararı olduğu, pratik bir yararı olmadığı kabul edilmektedir. Sıradan kişilerin kendi başlarına düşünmeleri istenmez; çünkü düşünen insanları yönetmek güçtür; yönetimde sorunlar çıkarırlar. Platon'un deyişiyle, yalnız yöneticiler düşünmeli, geri kalanlar sadece itaat etmeli, koyun sürüsü gibi liderlerini izlemelidirler. Bu doktrin, siyasal demokrasinin kabulünden sonra da çoğu kez bilinç-dışında varlığını sürdürmüş ve bütün ulusal eğitim sistemlerini temelden sarsmıştır.

Zekayı geliştirmeden bilgi vermeyi en iyi başaran ülke çağdaş uygarlığa
son katılan ülke olan Japonya'dır. Japonya'daki ilköğretimin eğitim açısından övgüye değer olduğu söylenir. Ancak, bilgi vermenin yanı sıra, Mikado'ya tapmayı öğretmek gibi bir başka amacı daha vardır; bu da günümüzde çağdaşlaşma öncesi Japonya'sında olduğundan çok daha güçlü bir itikattır. Böylece, okullar aynı zamanda hem bilgi vermek hem de boş-inanı geliştirmek için kullanılmış olmaktadır. Biz Mikado'ya tapmaya pek hevesli olmadığımız için, Japon eğitiminde nelerin abes olduğunu açıkça görebiliyoruz. Bizim ulusal boş-inanlarımız bize doğal ve akla uygun geliyor. Bu nedenle onları Japon boş-inanını değerlendirdiğimiz gibi değerlendirmiyoruz. Fakat, dünyayı dolaşmış bir Japon, bizim okullarımızda Mikado'nun tanrı olduğu inancı kadar akla ters düşen boş-inanlar öğretildiğini söylerse, sanırım yerinde bir gözlem yapmış olur.

Ben şimdilik bu duruma çare aramıyorum; sadece hastalığa bir tanı koymak istiyorum. Eğitimin, rasyonalizmin ve düşünce özgürlüğünün
önündeki başlıca engellerden biri olması gibi paradoksal bir durumla karşı
karşıyayız. Bu durum, temel olarak devletin eğitim tekelini elinde
tutması yüzünden ortaya çıkmaktadır; ancak bu yegane neden değildir.

2) Propaganda. Bizim eğitim sistemimiz okuyabilen, ancak çoğunlukla
olayları değerlendirmeyi ve bağımsız bir görüş edinmeyi beceremeyen gençler yetiştirir. Daha sonra, bu genç insanlar, yaşamları süresince, onları her türlü saçma önermelere inandırmaya yönelik ifadelerin saldırısına uğrarlar.

Örneğin Blanks'in hapları her türlü hastalığı iyileştirir; Spitzbergen
adaları sıcak ve verimlidir; Almanlar ölülerin cesetlerini yerler. Günümüz
politikacıları ve hükümetleri tarafından uygulandığı şekliyle
propaganda sanatı reklamcılık sanatından türemiştir. Psikoloji bilimi
reklamcılara çok şey borçludur. Bir insanın, kendi mallarının kusursuz
olduğunu ısrarla dile getirmekle birçok kişiyi onların kusursuz olduğuna
ikna etmesi, eskiden psikologlarca pek olanaklı sayılmazdı. Ancak, deneyimler onların bu konuda yanıldıklarını ortaya koymaktadır.

Halkın topluca bulunduğu bir yerde ayağa kalkıp dünyadaki en alçakgönüllü insan olduğumu bir kez söylesem herkes bana güler. Ama yeterince para bulabilirsem, ve bu sözleri bütün otobüslerde tekrarlar, demiryolları boyunca pankartlara geçirirsem; insanlar, çok geçmeden, benim reklamdan anormal şekilde kaçınan bir kimse olduğuma inanmaya başlarlar. Küçük bir dükkan sahibine "Karşıdaki rakibine dikkat et: senin müşterilerini çeliyor. Dükkandan çıkıp yolun ortasında dursan ve o seni vurmadan sen onu vurmaya çalışsan iyi olmaz mı?" desem, dükkan sahibi benim deli olduğumu düşünür. Fakat aynı sözleri devlet bando eşliğinde ısrarla söylerse küçük dükkan sahipleri gayrete gelirler; sonra da işlerinin bozulduğunu fark edip şaşırırlar.

Reklamcılarca başarılı olduğu saptanmış yöntemlerle yapılan propaganda
şimdilerde bütün gelişmiş ülkelerin yönetimlerince benimsenen yöntemlerden biri haline gelmiştir; buna, özellikle de demokratik yollarla kamuoyu oluşturulmasında başvurulur.

Propagandanın, şimdi uygulandığı şekliyle, birbirinden çok farklı iki
kötülüğü vardır. Bir kere, ciddi kanıtlar öne sürmekten çok, inançlarımızın
irrasyonel kaynaklarını harekete geçirir. İkinci olarak da para veya güç
kullanarak en çok reklam yapana haksız bir üstünlük sağlar. Bana
gelince, ben propagandanın mantıktan çok duygulara hitap ettiği konusunun gereğinden çok abartıldığını sanıyorum. Duygu ve mantık arasındaki çizgi bazılarının düşündüğü kadar kesin değildir. Dahası, kurnaz bir adam, benimsenme olanağı gördüğü herhangi bir konuda o konu lehinde yeterince rasyonel olan kanıtlar bulabilir.

Gerçek yaşamda karşılaşılan herhangi bir sorunda lehte ve aleyhte geçerli
argümanlar her zaman öne sürülebilir. Gerçeğin göz göre göre saptırılmasına haklı olarak karşı gelmek olanaklıdır; ancak gerçeğin saptırılmasına her zaman gerek de olmayabilir. "Pears sabunu' sözcükleri, hiçbir şey iddia etmedikleri halde insanların bu sabunu satın almalarına neden olmaktadır.

Eğer bu sözcüklerin yazıldığı yerlere onların yerine "İşçi Partisi" yazılsa,
ilan parti lehine hiçbir iddiada bulunmadığı halde milyonlarca insan İşçi
Partisine oy vermeye yönelir. Bir anlaşmazlıktaki karşıt taraflar, ünlü
mantıkçılardan oluşan bir komite tarafından uygun ve doğru oldukları
saptanan deyimler kullanmaya yasa emriyle zorlansalar bile, propagandanın günümüzde uygulandığı şekliyle ortaya çıkan temel sakınca yine de var olurdu. Böyle bir yasanın olduğunu ve aynı ölçüde geçerli önerileri ileri süren iki partiden birinin propaganda giderleri için bir milyon sterlini, ötekinin de yüz bin sterlini olduğunu varsayalım. Daha zengin olan partinin lehindeki kanıtların yoksul olan partinin lehine olanlara göre daha geniş bir kütle tarafından duyulacağı açıktır. Bu nedenle de kazanan, zengin parti olacaktır. Doğaldır ki, partilerden birisi iktidarda ise bu durum daha da belirgin olur. Rusya'da propaganda hemen tümüyle devlet tekelindedir; ama bu gerekli de değildir. Eğer olağanüstü kötü bir durum yoksa, rakiplerine karşı sahip olduğu avantaj onun kazanması için genellikle yeterlidir.

Propagandaya yapılan itirazlar sadece onun, insanların irrasyonel
düşüncelerine seslenmesine değil, daha çok, zenginlere ve güçlülere haksız avantajlar sağlamasına yöneliktir. Eğer gerçek düşünce özgürlüğü var olacaksa, değişik görüşler arasında fırsat eşitliğinin olması da zorunludur; fikirler arası fırsat eşitliği de ancak bu amaca yönelik titiz yasalarla elde edilebilir. Bu yasaların çıkmasını beklemek için ise akla uygun hiçbir neden yoktur. Çare, öncelikle böyle yasalarda değil, daha iyi bir eğitim ve daha kuşkucu bir kamuoyunda aranmalıdır. Şimdilik çareler üzerinde durmak istemiyorum.

3) Ekonomik Baskı. Düşünce özgürlüğü önündeki bu engelin bazı yönlerini
daha önce ele almıştım. Şimdi, bu konuyu, önleyici önlemler alınmadığı
takdirde gittikçe büyüyen bir tehlike olarak, daha genel hatlarıyla ele
almak istiyorum. Düşünce özgürlüğüne karşı ekonomik baskı uygulamanın en çarpıcı örneği Rusya'dır.

Rusya'da çalışma anlaşması öncesinde devlet, düşüncelerini beğenmediği
kişileri açlığa mahkum edebilirdi; ve etti de örneğin Kropotkin'i. (Rus
coğrafyacısı; anarşist) Ancak bu konuda Rusya öbür ülkelerden sadece
biraz daha baskındır. Fransa'da Dreyfus (Alfred Dreyfus (1859-1935): Vatana ihanet suçuyla önce mahkum olan, sonra serbest bırakılıp hakları geri verilen Fransız subay. (ç.n.) davası sırasında herhangi bir öğretmen başlangıçta Dreyfus yanlısı, işin sonunda da karşıtı ise işinden
olabilirdi. Günümüz Amerika'sında Standard Petrol Şirketi'ni eleştiren bir
üniversite profesörünün, ne denli ünlü olursa olsun, iş bulabileceğini pek
sanmam. Çünkü bütün üniversite rektörleri Mr. Rockefeller'den ya mali destek alır ya da almayı umar. Amerika'nın her yerinde sosyalistler damgalanmıştır ve çok yetenekli değillerse, iş bulmaları son derece güçtür.

Sanayileşmenin iyice gelişmiş olduğu yerlerde kendini gösteren, tröstlerin
ve tekellerin bütün iş kollarını kontrol etme eğilimi işverenlerin sayıca
azalmasına yol açmaktadır. Sonuçta, büyük şirketlere boyun eğmeyen kişilerin açlığa sürüklenmesini sağlayan gizli kara-defterler tutmak gittikçe
kolaylaşmaktadır. Tekellerin güçlenmesi Rusya'daki devlet sosyalizmine
ilişkin kötülüklerin birçoğunu Amerika'da da ortaya çıkarmaktadır. Tek
işverenin devlet veya bir tröst olması kişinin özgürlüğü açısından bir fark
yaratmaz.

Sanayileşmede en ileri ülke olan Amerika'da ve koşulları Amerika'dakilere
benzer olan öteki ülkelerde ise biraz daha az ölçüde olmak üzere,
sıradan bir vatandaş, eğer geçimini sağlamak istiyorsa bazı büyük adamların düşmanlığını kazanmaktan kaçınmalıdır. Bu büyük adamların dinsel, siyasal, ahlaki- bazı görüşleri vardır ve kendi çalışanlarının bunları kabul etmelerini, en azından kabul etmiş görünmelerini beklerler. Hıristiyanlığı açıkça inkar eden, veya evlilik yasalarının biraz yumuşatılması gerektiğine inanan ya da büyük şirketlerin sahip oldukları güce karşı olan bir kişi için Amerika, eğer çok ünlü bir yazar değilse, hiç de huzurlu bir ülke değildir.

Ekonomik örgütlenmenin uygulamada tekelleşme noktasına vardığı bütün
ülkelerde düşünce özgürlüğü üzerinde aynı kısıtlamaların ortaya
çıkması kaçınılmazdır. Bu nedenle, gelişen dünyamızda özgürlüklerin
korunması, serbest rekabetin gerçekten var olduğu on dokuzuncu
yüzyıla göre çok daha güçtür. Aklın özgürlüğüne önem veren herkesin bu
durumla tam olarak ve içtenlikle yüzleşmesi; sanayileşme henüz başlangıç çağındayken yeterli olan önlemlerin artık geçersiz olduğunu anlaması gerekir.

İki basit ilke, benimsendikleri takdirde hemen hemen bütün sosyal sorunları çözebilir. Birincisine göre eğitimin amaçlarından biri, insanlara, sadece doğru olduklarına dair bazı mantıksal nedenler bulunan önermelere
inanmalarını öğretmek olmalıdır. İkincisi de bir işe adam alınırken, sadece,
o işe uygun olup olmadığına bakılması gerekliliğidir.

Bunlardan önce ikincisini ele alalım: bir kimseye bir görev verilirken, ya
da o kişi bir işe alınırken onun dinsel, siyasal, ve ahlaki düşüncelerini
dikkate alma alışkanlığı, insanlara fikirlerinden dolayı zulmetmenin
çağdaş biçimidir; sonunda da Engizisyon kadar etkili olabilir. Eski
özgürlükler, yasal olarak var olsalar da hiçbir işe yaramazlar.

Eğer uygulamada bazı fikirler insanı açlığa mahkum ediyorsa, bu fikirlerinin
yasalarca cezalandırılmamaları pek zayıf bir tesellidir.

İngiltere Kilisesi'ne bağlı olmayan veya politikada alışılagelmişin biraz
dışında kalan fikirlere sahip insanların açlıktan ölmelerine karşı toplumda bir ölçüde duyarlık vardır.

Ancak ateistlerin, Mormonların, (1830'da Amerika'da kurulmuş bir dinsel
örgütün üyeleri. (ç.n.) aşırı komünistlerin, serbest aşkı savunan kişilerin
toplumdan dışlanmasına karşı toplumsal bir duyarlık yok gibidir. Böyle
kişilerin zararlı oldukları, onları işe almamanın doğal olduğu kabul edilir.
İleri derecede sanayileşmiş bir ülkede böyle bir tutumun çok etkili bir
zulüm oluşturduğunu insanlar henüz pek fark etmemektedirler.

Bu tehlike yeterince anlaşılırsa kamuoyunun harekete geçirilmesi, bir
kimsenin işe alınmasında onun inançlarının dikkate alınmaması sağlanabilir. Azınlıkların korunmasının yaşamsal önemi vardır. Kurallara en bağlı olanlarımız bile bir gün kendilerini azınlıkta bulabilirler. O nedenle, çoğunluğun zulmünün sınırlanmasında hepimizin yararı vardır. Kamuoyundan başka hiçbir şey bu sorunu çözemez. Sosyalizm sorunu biraz daha belirgin hale getirir; çünkü, ender de olsa, bazı işverenlerce sağlanabilen fırsatlar sosyalizmde söz konusu değildir. Sanayi işletmelerinde gerçekleştirilen her büyüme, bağımsız işveren sayısını azalttığından, durumu daha da kötüleştirir. Bu konuda dinsel hoşgörü için verilen savaşla aynı türden bir savaş verilmelidir.

Fikirlerdeki sivriliklerin azalması bu savaşta da öncekinde olduğu gibi,
belirleyici etken olabilir. İnsanlar Katolikliğin veya Protestanlığın mutlak
doğru olduğuna inanırlarken onlar uğruna zulüm yapmaktan kaçınmamışlardır.

İnsanlar, bulundukları çağda geçerli olan inanların doğruluğundan kuşkulanmadıkları sürece, onlar uğruna zulüm de yaparlar. Hoşgörülü olmak için, teoride olmasa da uygulamada bir ölçüde kuşku gereklidir. Bu da bizi eğitimin amaçları hakkındaki ikinci ilkeye götürür.

Eğer dünyada hoşgörü olacaksa, okullarda öğretilmesi gereken şeylerden
biri de kanıtları değerlendirme alışkanlığı, doğru olduklarına dair bir kanıt bulunmayan önermeleri olduğu gibi kabul etmeme alışkanlığı olmalıdır. Örneğin, gazete okuma sanatı öğretilmelidir. Öğretmen, yıllar önce geçmiş ve politik tartışmalara yol açmış olan bir olayı ele almalı; çocuklara önce bir tarafı destekleyen gazetelerde yazılanları, sonra karşı taraftakileri destekleyenlerin yazdıklarını, en sonra da gerçekten ne olup bittiğini tarafsız bir şekilde aktaran yazıları okumalıdır. Deneyimli bir okuyucunun her iki taraftaki önyargılı haberlerden gerçekte ne olduğunu nasıl çıkarabileceğini göstermeli; gazetelerde yazılanların az veya çok
gerçek dışı olduğunu öğrencilerin anlamasını sağlamalıdır. Bu öğreti sonunda edinilen kuşkuculuk, iyi niyetli insanların idealist yönlerine seslenen bu türden soytarıların dalaverelerine karşı, ilerideki yıllarda öğrencilere bağışıklık kazandıracaktır.

Tarih de buna benzer bir yöntemle öğretilmelidir. Örneğin, Napolyon'un
bütün çarpışmalarda perişan ettiği -resmi bültenlere göre Müttefiklerin Paris surlarına dayanmasıyla Paris halkını şaşkınlığa uğratan 1813 ve 1814 seferleri Moniteur'den okutulmalıdır. Daha ileri sınıflarda ölümden
korkmamayı öğretmek için, çocuklardan Trotsky'nin Lenin'e kaç kez
suikast düzenlediğini saymaları istenmelidir.

Son olarak da öğrencilere hükümetçe onaylanmış bir tarih kitabı verilmeli;
Fransızlarla yaptığımız savaşlar hakkında bir Fransız tarih ders kitabında neler yazılmış olabileceğini tahmin etmeleri istenmelidir. Bütün bunlar, bazı kişilerin kamu sorumluluğu aşılayabileceğini sandığı, basmakalıp ahlaki sloganlardan çok daha iyi bir vatandaşlık eğitimi sağlar.

Sanırım, dünyadaki kötülüklerin, akıl kullanmamak kadar ahlaki kusurlardan da kaynaklandığını kabul etmek gerekiyor. Ancak insanoğlu ahlaki kusurları giderecek bir yöntemi şimdiye kadar bulamamıştır; vaazlar ve öğütler eski kötülükler listesine bir de ikiyüzlülüğün eklenmesinden başka bir işe yaramamıştır. Buna karşılık, akıl kullanmak, işinin ehli her eğitimcinin bildiği yöntemlerle kolayca geliştirilebilecek bir özelliktir. Bu nedenle, erdemli olmayı öğretecek bir yöntem keşfedilinceye kadar,
ilerleme ahlaktan çok aklın geliştirilmesinde aranmalıdır. Rasyonalizmin önündeki başlıca engellerden biri de kolayca kandırılabilir olmak ve bu anlamdaki bir saflıktır; bu da yaygın kandırma yöntemlerinin öğretilmesiyle büyük ölçüde giderilebilir. Günümüzde bu türden saflık eskiye göre çok daha önemli bir illet haline gelmiştir ve büyük bir sakıncadır. Çünkü eğitimin yaygınlaşmasıyla haber yaymak da çok daha kolaylaşmış; demokrasi sayesinde yanlış haberler çıkarılması iktidardakiler için daha büyük bir önem taşır olmuştur. Gazete tirajlarındaki artışın nedeni de budur.

Eğer, bu iki ilkenin, yani 1) İşlerin insanlara yalnızca o işi yapma
yetilerine bakılarak verilmesi, 2) Eğitimin insanları, kanıtı olmayan
önermelere inanma alışkanlığından kurtarmayı amaçlaması ilkelerinin bütün dünyada kabulünün nasıl sağlanacağı sorulursa, bunun yalnızca aydın bir kamuoyu oluşturulmasıyla gerçekleşebileceğini söyleyebilirim. Aydın bir kamuoyu da ancak onun var olmasını isteyenlerin çabalarıyla oluşturulabilir.

Sosyalistlerin öne sürdükleri ekonomik değişikliklerin, söz etmekte olduğumuz sakıncaları gidermek konusunda kendi başlarına etkili olacaklarını sanmıyorum. Kanımca kamuoyu, işverenin, işçisinin iş dışındaki yaşamına karışmamasında ısrarlı olmadığı sürece, politikada ne olursa olsun, ekonomik kalkınma düşünce özgürlüğünü daha da zorlaştıracaktır. Eğer istenirse, eğitim özgürlüğü, devletin işlevini denetleme ve ödenek sağlama ile sınırlayarak, denetimi de kesin şeylerin öğretimine hasretmekle kolaylıkla sağlanabilir.

Ancak bugünkü koşullarda bu da eğitimi kilisenin ellerine bırakmak demek
olur; çünkü, ne yazık ki, onların kendi inançlarını öğretme arzusu,
özgür-düşünürlerin kuşkularını öğretme arzusundan çok daha kuvvetlidir.
Ancak böyle bir uygulama yine de özgür bir ortam yaratır ve eğer gerçekten isteniyorsa, açık fikirli bir eğitime olanak sağlar. Bundan fazlası da yasalardan beklenmemelidir.

Bu makale boyunca bilimsel bakış açısının yaygınlaştırılması konusunu
savundum. Bu da bilimsel sonuçların bilinmesinden çok farklı bir şeydir.
Bilimsel görüş insanlığı yeni baştan şekillendirmeyi olanaklı kılar ve bütün
sıkıntılarımıza bir çıkış yolu sağlar. Makineleşme, zehirli gazlar,
çığırtkan basın gibi bilimin getirdiği bazı şeyler bütün uygarlığımızı yerle
bir edecek gibi görünüyor. Bu, bir Marslının aldırmadan gülümseyerek
seyredeceği bir çelişki olabilir; ancak, bizim için bir ölüm-kalım sorunudur.
Torunlarımızın daha mutlu bir dünyada mı yaşayacakları, yoksa birbirlerini bilimsel yöntemlerle yok edip insanlığın kaderini Papualılara mı bırakacakları, bu sorunun çözümüne bağlıdır.

 

1      2      3      4      5      6