...................
SORGULAYAN DENEMELER    -5

Bertrand Russell
Çeviri: Nermin Arık
TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları

                         
...................
...................

Toplum İçinde Özgürlük

Topluluklar halinde yaşayan insanlar için özgürlük ne ölçüde olanaklı ve ne ölçüde arzu edilir bir şeydir? Bu genel sorun üzerinde durmak istiyorum.Konuya tanımlarla başlamak yerinde olacaktır. "Özgürlük" birçok anlamda kullanılan bir sözcüktür; tartışmanın yararlı olması için bunlardan biri üzerinde karar kılmak gerekir.

"Toplum" sözcüğü daha az belirsizdir; ancak onun da bir tanımını yapmak
fena olmaz. Sözcükleri hoşumuza giden anlamlarda kullanmanın iyi bir şey olduğunu sanmıyorum. Örneğin, Hegel ve onun ardılları "gerçek" özgürlüğün genelde "ahlak yasası" olarak adlandırılan polise itaat hakkından ibaret olduğunu düşünürler. Kuşkusuz, polis de kendi üstlerine itaat etmelidir.

Ancak, bu tanım bize devletin kendisinin nasıl hareket edeceği konusunda
yardımcı olmuyor. Bu görüşü savunanlar devletin de temelde ve tanımı gereği kusursuz olduğunu ileri sürerler. Bu anlayış, demokrasinin var olduğu ve hükümet şeklinin siyasal partilere dayandığı ülkelere uygun düşmüyor. Çünkü böyle ülkelerde ulusun belki yarısı hükümetin kötü olduğu kanısındadır. Öyleyse, özgürlük yerine "gerçek" özgürlüğü koyarak işin içinden çıkamayız.

Özgürlük, en soyut anlamıyla, isteklerin gerçekleşmesini önleyen dış
engellerin yokluğu demektir. Bu soyut anlamda, gücü en üst düzeye
çıkararak veya istekleri en alt düzeye indirerek özgürlük artırılabilir.
Birkaç gün yaşayıp sonra da soğuktan ölen bir böcek bu tanıma göre tam özgür sayılabilir. Soğuk onun isteklerini değiştirebileceği için, olanaksızı
başarmak gibi bir isteği bir an bile olmayacaktır. Bu tür bir özgürlüğe kavuşmak insanlar için de olanaklıdır. Sonradan komünizmi
benimseyip Kızıl Ordu'da Komiser olan genç bir Rus aristokrat bana
İngilizlerin Ruslar gibi fiziksel bir deli-gömleğine gerekleri olmadığını;
çünkü onlara zihinsel bir deli-gömleği giydirilmiş bulunduğunu,
ruhlarının eli kolu bağlı olduğunu söylemişti.

Galiba bunda bir gerçek payı var. Dostoyevsky'nin konu aldığı kişiler,
kuşkusuz, gerçek Ruslara tamı tamına benzemezler. Ancak onlar sadece bir Rus'un yaratabileceği kişilerdir; her türlü garip ve şiddetli isteklere
sahiptirler, normal bir İngiliz ise bunlardan bağımsızdır -en azından
bilinçli yaşamında. Herkesin birbirini boğazlamak istediği bir toplumun daha barışçıl istekleri olan bir toplum kadar özgür olamayacağı ortadadır. O halde, istekleri değiştirmekle de güç artışı kadar özgürlük artışı sağlanabilir.

Bu görüşler siyasal düşüncenin her zaman karşılayamadığı bir gereksinime, yani "psikolojik dinamikler" denilebilecek bir gereksinime işaret ediyor. Politikada, insan doğası hep dış koşulların ona uydurulması gereken bir başlangıç noktası olarak kabul edilegelmiştir. Gerçekte ise, dış koşullar insan doğasını değiştirir; karşılıklı etkileşim ile aralarında bir uyum
sağlamaya çalışılır. Bir ortamdan alınıp birdenbire bir başka ortama konulan bir kimse özgür değildir. Ama bu yeni ortam, ona alışmış olanlara
özgürlükler sağlayabilir. Bu nedenle, özgürlük konusunu, değişen ortamla
birlikte isteklerin de değişebileceğini hesaba katmadan ele alamayız.

Bu durum, bu özgürlüğe ulaşmayı bazen daha da güçleştirir. Çünkü yeni
bir ortam, eski istekleri gerçekleştirse bile, karşılanması olanaksız yeni
isteklere yol açabilir. Birçok yeni gereksinime yol açan sanayileşmenin
doğurduğu psikolojik etkiler bu olasılığa örnektir. Kişi bir otomobil
alamadığı için hoşnutsuz olabilir; yakında hepimiz birer özel uçağımız
olmasını isteyeceğiz. Kişi bilinç-dışı isteklerden dolayı da hoşnutsuz olabilir. Örneğin Amerikalıların da dinlenmeye gereksinimleri
vardır; ama onlar bunun farkında değildirler. Bu durumun, Amerika'daki
suç dalgasının önemli bir nedeni olduğu kanısındayım.

İnsanların özlemleri değişir nitelikte olsa da, evrensel diyebileceğimiz
bazı temel gereksinimler vardır: yemek, içmek, sağlık, giyinme, barınma,
seks ve çocuk sahibi olma bunların başlıcalarıdır. Giyinme ve barınma sıcak iklimlerde mutlaka gerekli değildir; ancak tropik bölgeler
dışındaki yerlerde listeye alınmalıdırlar. Özgürlük başka şeyler de içerse
bile, özgürlük için zorunlu olan bu listedekilerin birinden yoksun
olan kişi kesinlikle özgür değildir.

Bu da bizi "toplum"un tanımına götürüyor. Yukarıda sözü edilen asgari
özgürlüğün toplum içinde yaşayan bir insan için, bir Robinson Crusoe'dan
daha iyi bir şekilde sağlanabileceği açıktır. Gerçekten, cinsellik ve çocuk
sahibi olmak temelde toplumsal olaylardır. "Toplum" bazı ortak amaçlar için işbirliği yapan bireylerin topluluğu olarak tanımlanabilir. İnsanlar
açısından en ilkel toplumsal grup ailedir. Ekonomik toplumsal gruplar oldukça eskidir; savaşta işbirliği içinde olan gruplar pek o kadar ilkel sayılmaz. Ekonomi ve savaş, çağdaş dünyada toplumsal birleşmenin başlıca nedenleridir. Aile veya kabileden daha büyük toplumsal birimler sayesinde hemen hepimiz fiziksel gereksinimlerimizi daha iyi karşılayabiliyoruz.

Toplum bu anlamda özgürlüğü artırmıştır. Örgütlü devletin düşmanlarımızca
öldürülmemiz olasılığını azalttığı da düşünülür; ancak bu kuşku götürür bir
konudur.

Bir insanın isteklerini bir başlangıç noktası olarak alırsak, yani
psikolojik dinamikleri gözardı edersek, onun özgürlüğüne karşı olan
engellerin iki tür olduğunu görürüz: fiziksel ve toplumsal. Çok basit bir
örnek alalım: Toprak insanların yaşaması için yeterli miktarda ürün
vermeyebilir; ya da öbür insanlar onların yiyecek bulmalarına engel
olabilir. Toplum özgürlük önündeki bu fiziksel engelleri azaltır; buna
karşı toplumsal engeller koyar. Ancak burada toplumun isteklerimiz üzerinde yaptığı etkileri dikkate almazsak yanılgıya düşeriz. Karıncaların ve arıların, her ne kadar örgütlenmiş toplumlarda yaşıyorlarsa da, toplumsal görevleri olan eylemleri her zaman kendiliğinden gerçekleştirdikleri varsayılabilir. Aynı şey sürü halinde yaşayan üst türden hayvanların çoğu için geçerlidir. Rivers'a göre Melanesia yerlileri için de geçerlidir. Bu durum büyük ölçüde kolay-etki-altında-kalma ile, ve az çok ipnotizma olayına benzeyen etkenler ile bağıntılıymış gibi görünüyor.

Bu yapıdaki insanlar özgürlüklerini yitirmeden işbirliğine girebilirler;
yasalara da pek gerek duymazlar. Tuhaftır ki, yerlilerden çok daha ileri
toplumsal örgütlenmeye sahip oldukları halde, uygar insanlar içgüdüsel
eylemlerinde daha az toplumsal davranmaktadırlar. Toplumun onların eylemleri üzerindeki etkisi yerlilerde olduğundan çok daha yüzeyseldir. Özgürlük sorununu tartışmalarının nedeni de budur.

En uygar toplumlarda bile toplumsal işbirliğinin içgüdüsel bir nedeni
olduğunu yadsımıyorum. İnsanlar komşuları gibi olmak, onlar tarafından
sevilmek isterler; taklit ederler ve etki altında kalarak yaygın olan
davranış tarzlarını onlar da benimserler. Bununla beraber, insanların uygarlık düzeyi yükseldikçe bu etkenlerin gücü azalıyor gibi.
Söz konusu etkenler okul çocuklarında büyüklerde olduğundan çok daha
güçlüdürler; genellikle de zeka düzeyi en düşük olanlar üzerinde en büyük
güce sahiptirler. Toplumsal işbirliği, sürü içgüdüsü diye adlandırılan şey
yerine, bu işbirliğinin yararlarının kavranmasına gittikçe daha çok
bağlı olmaktadır. İlkel yerliler arasında kişisel özgürlük sorunu yoktur;
çünkü öyle bir gereksinimleri yoktur. Bu sorun uygar insanlar için
vardır ve uygarlık arttıkça sorun da daha acil bir hal almaktadır.
Özgürlük önündeki fiziksel engellerden kurtulmada devletin yardımcı
olabileceğinin giderek açıklık kazanmasına paralel olarak, insanların
yaşamlarını düzenlemede devletin oynadığı rol de sürekli artmaktadır.
Uygarlaşmayı durdurmadığımız sürece, toplum içinde özgürlük sorununun daha da ağırlaşması olasıdır.

Yalnızca devleti küçültmekle özgürlüğün artırılamayacağı ortadadır. Bir
kimsenin istekleri çoğu zaman bir başkasınınkiyle bağdaşmaz; anarşi güçlü için özgürlük, zayıf için de kölelik demektir. Devlet olmasaydı açlık ve
çocuk ölümleri nüfus artışını önler, dünya nüfusu şimdikinin onda biri
kadar bile olamazdı. Bu da uygar toplumlarda normal zamanlarda var
olan toplumsal köleliğin en kötüsünden çok daha vahim olan fiziksel köleliği getirmek demek olurdu. Üzerinde durmamız gereken sorun devletten nasıl kurtulunacağı değil, onun yararlarının, özgürlükleri en az zedeleyecek şekilde nasıl güvenceye alınabileceğidir. Bu da fiziksel ve toplumsal özgürlükler arasında bir denge sağlamak demektir. Daha yalın olarak ifade edersek: daha iyi beslenme ve sağlık için ne ölçüde devlet baskısını göze almalıyız?

Bu sorunun yanıtı, uygulamada, çok basit olan bir başka soruya
dönüşür: Sağlık ve yiyeceğe biz mi sahip olacağız, yoksa bir başkası mı?
Kuşatma altındaki 1917 İngiltere'sindeki halkın ne ölçüde olursa olsun devlet baskısına razı oldukları görülür. Çünkü bunun herkesin yararına olduğu ortadaydı. Ancak bir kimse devlet baskısı altında kalır, yiyecek de bir başkasına giderse soru çok değişik bir görünüm alır. Bu da bizi kapitalizm ile sosyalizm arasındaki tartışmalara götürür. Kapitalizmi savunanlar hep liberalizmin kutsal ilkelerini öne sürerler; bunlar da şu düsturda ifadesini bulur: Şanslılar Şanssızlara zulüm yapmaktan alıkonulmamalıdır.

Bu düstura dayanan laissez-faire (bırakınız yapsınlar) liberalizmi anarşi
ile karıştırılmamalıdır. Liberalizm şanssızların cinayet işlemelerini ve
silahlı ayaklanmalarını önlemek için yasalara sığındı; cesaret edebildiği
ölçüde de sendikalaşmaya karşı geldi; devletin hareket alanını en aza
indirdikten sonra, gerisini de ekonomik güç kullanarak başarmayı amaçladı.

Liberalizm işverenin işçisine "açlıktan öleceksin" demesine ses çıkarmadı;
ama bir işçinin "önce sen bir kurşunla öleceksin" yanıtını haklı bulmadı.
Bu iki tehdit arasında, yasal bilgiçlik taslamak dışında, bir ayırım yapmanın saçmalığı ortadadır. Her ikisi de asgari temel özgürlüğü aynı ölçüde ihlal etmektedir; biri ötekinden daha az veya daha çok değil. Bu eşitsizlik yalnız ekonomik alanda var olmakla kalmadı. Kocaların eşleri üzerindeki, babaların çocukları üzerindeki zorbalığını haklı çıkarmak için de özgürlüğün kutsal ilkelerine başvuruldu. Ancak, liberalizmin bu zorbalıklardan birincisini hafifletmeye yöneldiğini de eklemek gerekir. Babaların çocukları üzerindeki, onları fabrikalarda çalıştırmak şeklindeki zorbalığı ise, liberallerin karşı gelmesine rağmen azalmıştır.

Bunlar bilinen şeylerdir; ben de üzerinde uzun boylu durmayacağım. Şimdi
şu genel soruya geçmek istiyorum: Toplum bir bireye, başka bir bireyin yararı için değil, toplumun yararı için ne ölçüde karışmalıdır? Ve hangi amaçlar için karışmalıdır?

Her şeyden önce, asgari özgürlüklere sahip olma isteminin, yani yeme,
içme, sağlık, barınma, giyim, seks ve çocuk sahibi olma özgürlüklerinin,
bütün diğerlerinden öncelikli olduğunu söylemeliyim. Asgari istemler
biyolojik yaşamı sürdürmek için, yani arkada çocuklar, torunlar
bırakmak için zorunludur. Öyleyse bu saydıklarıma zorunlu olanlar denebilir.

Bunların ötesinde olanlara da, koşullara göre, rahatlık ya da
lüks yaşam sağlayanlar diyebiliriz. Bir kişinin zorunlu gereksinimleri için
başka bir kişinin rahatlık sağlayan olanaklardan mahrum edilmesini a priori
haklı bulduğumu belirtmek isterim. Bu, belli bir toplumda, belli bir zamanda
politik bakımdan akıllıca, ekonomik bakımdan da olanaklı olmayabilir; ancak özgürlükler öne sürülerek reddedilemez. Çünkü bir kimsenin zorunlu
gereksinimlerinden mahrum edilmek yoluyla özgürlüğünü sınırlamak, onu birçok gereksiz şey biriktirmekten alıkoyma ile yapılandan çok daha büyük bir sınırlamadır.

Eğer kabul edilirse, bu bize çok şey sağlar. Örneğin sağlığı ele alalım.
Belediye seçimlerinde dikkate alınan hususlardan biri kamu sağlığı, ana ve
çocuk sağlığı gibi konulara ne kadar kamu parası harcanacağıdır.
İstatistikler bu amaçla yapılan harcamaların hayat kurtarmada önemli etkisi olduğunu göstermektedir. Londra'nın her ilçesinde varlıklı kesimler bir
araya gelmiş; bu yöndeki harcamaların artmasını önlemeye, olanak varsa da bir kesintiye gidilmesine çalışmışlardır. Bu, kendi güzel sofralarının ve
otomobillerinin sefasını sürdürebilmek için binlerce insanı ölüme mahkum
etmekten çekinmedikleri anlamına gelmektedir.

Basın da hemen tümüyle onların kontrolünde olduğundan, kurbanlarının
gerçekleri öğrenmesini önlerler. Psikanalizcilerin çok iyi bildikleri
yöntemlerle, kendilerini bile gerçeği öğrenmekten alıkoyarlar. Bütün
çağlarda bütün aristokrasilerin uyguladığı bu davranışta şaşılacak bir
şey yoktur. Benim tek söylemek istediğim, eylemlerinin özgürlük gerekçesiyle savunulamayacağıdır.

Seks ve çocuk sahibi olma hakkını tartışmayacağım. Sadece, bir cinsin
diğerinden çok fazla olduğu bir ülkede, mevcut kurumların bu hakları güvence altına almayı pek düşünmediğini, Hıristiyanlıktaki Asetisizm
(din uğruna dünya zevklerinden vazgeçme) geleneğinin, insanları, bu hakkı
beslenme hakkı gibi kabul etmekten ne yazık ki alıkoyduğunu söylemekle
yetineceğim. İnsan doğasını tanımaya zamanı olmayan politikacılar ise normal kadınları ve erkekleri etkileyen isteklerden akıl almaz ölçüde habersizdirler. Liderleri biraz psikoloji bilen herhangi bir parti seçimleri silme kazanabilir.

Toplumun, herkesin zorunlu biyolojik gereksinimlerini karşılamak için
bireylere müdahalesini bir hak olarak kabul etsem de; bir kişinin, başkasının zararı pahasına olmadan sahip olduğu şeyler konusunda müdahale hakkını kabul edemem. Fikir, bilgi, sanat türü şeyleri kastediyorum. Bir toplumdaki çoğunluğun bir fikri benimsememesi, onlara, o fikri benimseyenlere müdahale hakkını vermez. Aynı şekilde, toplumun çoğunluğu bazı gerçekleri bilmek istemiyorsa, bu, bilmek isteyenleri hapse atma hakkını onlara vermez. Texas'taki aile yaşamı üzerinde, toplum açısından çok değerli bulduğum, uzun bir kitap yazmış olan bir hanım tanıyorum. İngiliz polisi hiç kimsenin hiçbir şey hakkında bir şey bilmesini istemez; bu nedenle sözü geçen kitabı posta ile göndermek yasalara aykırıdır. Psikanalizcilerin, bastırdıkları bazı gerçekleri su yüzüne çıkararak hastalarını çoğu kez iyileştirdiklerini hepimiz biliriz. Toplum da bazı bakımlardan bu hastalara benzer; ancak tedaviye izin vermek yerine, bazı tatsız gerçeklere dikkat çeken doktoru hapse atar. Bu, özgürlüklere müdahalenin en istenmeyen şeklidir. Kişisel ahlak kurallarına müdahale konusunda da aynı şey geçerlidir: bir adam iki kadınla veya bir kadın iki erkekle evlenmek istiyorsa bu onların sorunudur; başka hiç kimse kendini bu konuda önlem almakla görevli saymamalıdır.

Buraya kadar, özgürlüklere getirilen haklı kılınabilir müdahalelerin hangi
sınırlar içinde kalması gerektiğine ilişkin tamamen soyut bazı savları gözden geçirdik. Şimdi de psikolojik yönleri daha ağır basan bazı
tartışmaları ele alacağız.

Gördüğümüz gibi, özgürlüğün önündeki engeller iki çeşittir: toplumsal ve
fiziksel. Aynı ölçüde özgürlük yitimine yol açan sosyal ve fiziksel
engellerden sosyal nitelikte olanı daha zarar vericidir; çünkü insanda öfke
uyandırır. Bir çocuk bir ağaca çıkmak ister ve siz de yasaklarsanız çok
öfkelenir. Eğer tırmanamayacağını kendisi anlarsa fiziksel olanaksızlığı
kabullenir. Öfkeyi önlemek için, özü itibariyle zararlı olan şeylere -bir
salgın hastalık sırasında kiliseye gitmek gibi- izin vermek çoğu kez yerinde
olur. Öfkeyi önlemek için hükümetler kötü sonuçları doğal nedenlere; muhalefet de hoşnutsuzluk yaratmak için, insan kökenli nedenlere atfederler.

Ekmek fiyatları arttığında, hükümet neden olarak o yıl hasatın iyi
olmamasını, muhalefet ise vurguncuları gösterir. Sanayileşmenin etkisiyle
insanlar kişinin her şeye kadir olduğuna gittikçe daha çok inanır olmuşlardır.

Doğal afetleri önlemede insanın yapabileceklerinin sınırı olmadığını
düşünürler. Sosyalizm de bu türden bir inançtır: yoksulluğu artık Tanrı'nın
bir takdiri olarak değil, insanların budalalık ve acımasızlığının bir sonucu
olarak algılıyoruz. Bu durum doğal olarak, işçi sınıfının "üsttekiler"e
olan tavrını da etkilemiştir. İnsanın kudretine olan bu inanç bazen çok aşırı
olabilir. Aralarında Sağlık Bakanı'nın da bulunduğu birçok sosyalist, nüfus
artışı nedeniyle yeryüzünde sadece ayakta durmaya yetecek kadar yer kalsa bile, sosyalizm sayesinde herkes için bol yiyecek bulunacağına inanmış görünüyor. Korkarım, bu bir abartmadır. Ne olursa olsun, insanın mutlak gücüne olan çağdaş inanç, işler ters gittiği zaman duyulan öfkeyi artırmıştır. Çünkü talihsizlikler Tanrı'dan veya Doğa'dan gelmiş olsalar bile artık onlara atfedilmemektedir. Bu durum çağdaş toplumları yönetmeyi eski toplumlara kıyasla daha zorlaştırmıştır.

Yönetici sınıfların olağanüstü dindar olma eğilimleri de bu yüzdendir:
Kurbanlarının talihsizliklerini Tanrı'nın takdiri olarak görmek isterler. Bu
durum, asgari özgürlüğe müdahaleye gerekçe bulmayı eski günlere göre daha zorlaştırmaktadır. Her ne kadar The Times gazetesi, eski oyunbazlıkları canlandırmaya çalışan ruhban sınıfının gönderdiği mektupları her gün yayınlıyorsa da, bu müdahaleler artık değişmez yasalar şeklinde kamufle edilemezler.

Sosyal özgürlüğe müdahalenin öfke yaratması yanında, onu istenmez kılan iki neden daha vardır. Birincisi, insanların başkalarının iyiliğini
istememesi; ikincisi de, bu iyiliğin neleri içerdiğini bilmemeleridir. Belki
bu nedenlerden ikisi de temelde aynı şeydir. Çünkü biz bir insanın iyiliğini
gerçekten istiyorsak onun nelere gereksinimi olduğunu öğrenmeyi de başarırız.

İnsanlar hem kötü, hem bilgisiz oldukları için de zarar verseler,
sonuç aynıdır. Öyleyse ikisini birlikte ele alabilir ve hiçbir kişiye veya
sınıfa bir başkasının çıkarlarının emanet edilemeyeceğini söyleyebiliriz.
Demokrasi lehindeki savın temelinde yatan da kuşkusuz budur. Çağdaş devlette demokrasi resmi görevliler eliyle yürütülür; yani birey açısından dolaylı ve uzaktır. Resmi görevliler, genellikle, yaşamlarına yön verdikleri halktan uzak bürolarda masa başında çalıştıkları için özel bir tehlike oluştururlar.

Örnek olarak eğitimi ele alalım. Öğretmenler çocuklarla temas halinde oldukları için genellikle onları anlarlar ve onlarla ilgilenirler. Ancak öğretmenler, uygulamada deneyimleri olmayan, çocukları belki de küçük baş belası yumurcaklar olarak gören yöneticilerin kontrolü altındadırlar. Bu nedenle yöneticilerin öğretmenlerin özgürlüğüne müdahalesi genellikle sakıncalıdır. Aynı şey başka alanlarda da geçerlidir: Güç paranın nereye sarf edilmesi gerektiğini bilende değil, parayı elinde tutanlardadır.

Buna göre gücü elinde tutanlar genellikle bilgisiz ve kötü niyetlidirler
ve bu gücü ne kadar az kullanırlarsa o kadar iyi olacaktır. Zorlamayı en çok haklı gösteren şey, zorlamaya uğrayan kişinin bu zorlamayı kabullenmesi durumudur. Bu kişi, elinden gelse, görev bildiği şeyi ihmal edecektir. Hepimiz vergi ödemeyi yolların yapılmamasına tercih ederiz ama eğer bir mucize olur ve vergi tahsildarı bizi gözden kaçırırsa çoğumuz onu varlığımızdan haberdar etmeyiz. Ayrıca, kokainin yasaklanması
gibi bazı önlemleri kabul ederiz. Alkol yasağı ise daha kuşku götürür bir
önermedir. En iyi örnek çocukların tutumudur. Çocuklar otorite altında olmalıdırlar. Her ne kadar arada bir karşı gelme oyunu oynamaktan
hoşlanırlarsa da, bunu kendileri de bilir. Çocukların durumu şu yönden benzersizdir ki, onlar üzerinde otorite sahibi olanlar bazen
onları severler de. Durum böyle olunca çocuklar, bazı özel durumlarda karşı gelseler bile, genelde öfkeye karşı öfke duymazlar. Öğretmenlerin tersine, eğitimden sorumlu makamlar bu meziyetten yoksundurlar ve gerçekte çocuklara "yurtseverliği", yani önemsiz nedenlerle ölmeye ve öldürmeye gönüllü olmayı öğreterek, devletin yararına olduğunu düşündükleri şeyler için çocukları feda ederler.

Otorite, kontrol ettiği insanların iyiliğini düşünenlerin elinde olsaydı
göreceli olarak zararsız olurdu. Ancak böyle bir durumu güvence
altına alacak bir yöntem henüz bilinmemektedir.

Zorlamanın en kötü olduğu durum, kurbanın emredilen işin kötü ve zararlı
olduğuna kesin inanması halidir. Bir Müslüman'ı domuz eti, bir Hindu'yu dana eti yemeye zorlamak, eğer mümkün olsa bile, iğrenç olurdu. Aşı karşıtları aşılanmaya zorlanmamalıdır; bebeklerine aşı yapılmasına zorlanmaları ise başka bir sorudur; ben zorlanmasınlar derdim. Ancak burada söz konusu olan özgürlük sorunu değildir; çünkü her iki durumda da bebeğin fikri sorulmuyor. Sorun devletle ana-baba arasındadır ve hiçbir genel ilke ile bir sonuca varılamaz. Vicdani inançlar nedeniyle eğitime karşı olan ana-babaların çocuklarını eğitimsiz bırakmalarına izin verilmez; ancak yine de genel ilkeler bakımından her iki durum birbirinin aynıdır.

Bir kimsenin, bir başkasının zararına sahip olduğu değerler ile o
kimsenin başkasının zararına olmaksızın sahip olduğu değerler arasında
ayırım yapmak özgürlük konusundaki en önemli husustur. Eğer hakkım olandan fazla yiyecek tüketirsem bir başkası aç kalır.

Ama eğer anormal denebilecek bir düzeyde matematik öğrenirsem, ve eğer eğitim fırsatlarını tekelime almamışsam, hiç kimseye zararım dokunmaz. Bir nokta daha var: Yiyecek, barınak, giyecek gibi şeyler yaşam için zorunludur; bunların gerekliliği konusunda insanlar arasında fikir ayrılığı ve anlaşmazlık pek yoktur. Bu nedenle demokrasilerde bu konular devlete bırakılmaya elverişlidir. Bütün bu konularda adalet ilkesi egemen olmalıdır. Çağdaş bir demokratik toplumda, adalet eşitlik anlamına gelir. Ancak sınıf hiyerarşisinin var olduğu ve bunun yukarıdakiler kadar aşağıdakilerce de kabul gördüğü toplumlarda adalet, eşitlik anlamına gelmez. Kralın kendilerinden daha çok şatafata sahip olmaması gerektiğini öne sürsem, çağdaş İngiltere'de bile, çalışan kesimin büyük çoğunluğu şoke olur. Bu nedenle adaleti en az haset uyandıracak düzen olarak sınırlamak isterim. Bu, önyargısız toplumlarda eşitlik anlamına gelir; toplumsal eşitsizliğe sıkıca inanan toplumlarda ise bu anlamı taşımaz.

Ancak görüşler, düşünce, sanat, vb. konularda bir kişinin sahip olduğu
değerler bir başkasının zararına elde edilmez. Ayrıca, bu alanlarda
iyinin ne olduğu da kuşkuludur. Eğer Lazarus kuru ekmek yerken Dives ziyafet sofralarında karın doyuruyor ve yoksulluğun erdemlerinden söz ediyorsa Dives'in ikiyüzlünün biri olduğu düşünülür. Buna karşılık, eğer ben matematikten, bir başkası da müzikten hoşlanıyorsak, birbirimizle çatışmayız; birbirimizin yaptığını övmek de sadece nezakettir. Görüşler konusunda gerçeğe ulaşmanın tek yolu serbest rekabettir.

Liberallerin eski sloganları yanlış alana, ekonomiye uygulanmıştır;
onların asıl uygun düştükleri alan zihinsel alandır. Serbest rekabete
ticarette değil, fikirlerde gerek vardır. Burada şöyle bir güçlük ortaya
çıkıyor: Ticaret alanında serbest rekabetin zayıflamasına paralel olarak,
kazançlı çıkanlar ekonomik güçlerini zihinsel ve ahlaki alanlarda
kullanmakta, doğru yolda yaşamanın ve doğru düşünmenin geçim sağlamak için bir koşul olmasında ısrarlıdırlar. Bu bir talihsizliktir; çünkü
"doğru yolda yaşama" ikiyüzlülük, "doğru düşünme" de budalalık anlamına
gelmektedir. Burada şu büyük tehlike söz konusudur: İster plütokrat ister
sosyalist yönetim altında olsun, ekonomik baskı her türden zihinsel ve
ahlaki gelişmeyi olanaksız kılar. Eğer eylemleri doğrudan, açıkça ve kesin
olarak başkalarına zarar vermiyorsa kişinin özgürlüğüne saygı gösterilmelidir.

Aksi halde, baskı içgüdümüz, on altıncı yüzyıl İspanyasına benzeyen, durağan bir toplum oluşmasına yol açar. Bu tehlike gerçek ve büyüktür. Amerika bu yolda öncü durumundadır; ancak biz İngilizlerin, gerekli alanlarda özgürlüğün değerini takdir etmemeniz durumunda, onları izleyeceğimiz hemen hemen kesindir.

Aradığımız özgürlük başkalarına baskı yapma hakkı değil; istediğimiz gibi
yaşamak, istediğimiz gibi düşünme hakkıdır, yeter ki eylemlerimiz başkalarının da aynı şeyi yapmasını engellemesin.

Son olarak, daha önce "psikolojik dinamikler" dediğim şey hakkında birkaç
söz söylemek istiyorum. Tek bir karakterin egemen olduğu bir toplum özgür olma olanağına, birçok karakterden kişilerin oluşturduğu bir toplumdan daha çok sahiptir. Kaplanlardan ve insanlardan oluşmuş bir toplumda fazla özgürlük olamaz; ya kaplanlar ya da insanlar boyun eğer. Bu nedenle beyazların renkli ırkları yönetimleri altında tuttuğu yerlerde hiçbir özgürlük olamaz.

Maksimum özgürlüğe sahip olmak için eğitim yoluyla karakter oluşturmak
gereklidir; o zaman insanlar mutluluklarını baskıcı olmayan eylemlerde bulabilirler. Bu da, yaşamın ilk altı yılında karakter oluşturmaya bağlıdır. Bayan McMillan, Deptford'da, özgür bir toplum yaratma yetisine sahip çocuklar yetiştirmektedir.

Onun yöntemleri, zengin ve yoksul, bütün çocuklara uygulanırsa toplumsal
sorunlarımızı çözmek için bir nesil yeterlidir. Ancak bilgi aktarmasına
ağırlık verilmesi, eğitimde neyin önemli olduğu konusunda bütün partileri
duyarsız kılmıştır. İleri yaşlarda istekler sadece baskı altına alınabilir,
temelden değiştirilemezler. "Arzunca yaşa ve bırak yaşasın" (live and let live) kuralı erken çocuklukta öğretilmelidir. İnsanlar sadece başkalarının mutsuzluğu pahasına elde edilebilecek şeylere sahip olmayı istemekten vazgeçtiğinde, toplumsal özgürlük önündeki engeller de yok olacaktır.


Eğitimde Özgürlük ve Otorite

Her alanda olduğu gibi eğitimde özgürlük de bir ölçü konusudur. Bazı özgürlükler hoş karşılanmaz. Çocukların herhangi bir şeyi yapmasının
kesinlikle yasaklanmamasını; çünkü çocuğun kendi öz-doğasını geliştirmesi gerektiğini savunan bir hanımla tanışmıştım. "Eğer doğası onu
bir iğne yutmaya yöneltirse ne olacak?" diye sorduğumda, üzülerek
belirtmeliyim ki, yanıt yerine azar işittim. Fakat kendi başına bırakılan
her çocuk eninde sonunda ya iğne yutar, ya ilaç şişesinden zehir içer, ya
üst kat penceresinden düşer ya da başka türden zararlı bir sonla karşılaşır.

Biraz daha büyüyünce, erkek çocuklar fırsat bulduklarında yıkanmaktan
kaçınır, aşırı ölçüde aburcubur yer, midesi bulanıncaya kadar sigara
içer, ıslak ayaklarla dolaşıp soğuk alır vb; dahası, bir Elisha (Elisha:
İncil'de adı geçen bir İsrail peygamberi. (ç.n.) gibi karşılık verme yeteneğine sahip olmayan yaşlı beyleri kızdırarak eğlenirler. Bu nedenlerle, eğitim özgürlüğünü destekleyen bir kişi çocukların gün boyu, her istediklerini yapabilmeleri gerektiğini kastetmiş olamaz. Bir ölçüde
otorite ve disiplin uygulanmalıdır. Sorun bunun ölçüsünde ve nasıl
uygulanacağındadır.

Eğitim konusu çeşitli yönlerden, devletin, kilisenin, öğretmenin, ana-babanın ve hatta çocuğun kendisinin -genellikle unutulsa bile- bakış açılarından ele alınabilir. Bunların hiçbiri tarafsız değildir; hepsi eğitim idealine katkıda bulunur, ama olumsuz ögelere de katkı yaparlar. Bunları sırasıyla inceleyip olumlu ve olumsuz yanları hakkında neler söylenebileceğini görelim.

Çağdaş eğitimin nasıl olması gerektiğine karar veren en güçlü etken olan
devlet ile başlayalım. Devletin eğitimle ilgilenmesi çok yenidir. Eski ve Ortaçağ'da hiç ilgilenmezdi; Rönesans'tan önce eğitime yalnız kilise önem verirdi.

Rönesans yüksek öğretime karşı bir ilgi uyandırdı. Bu da, kiliseye bağlı
Sorbonne'a karşı bir denge sağlamayı amaçlayan, College de France
gibi kurumların açılmasına yol açtı. Almanya ve İngiltere'deki Reformasyon hareketi, lise ve üniversitelerin "köhne Papalık"ın sığınak yerleri olarak kalmalarını önlemek üzere, devlette, onları bir ölçüde denetim altına alma eğilimine de yol açtı; ancak bu ilgi çok sürmedi. Oldukça yeni
olan zorunlu yaygın eğitim hareketine kadar da devlet sürekli ve belirleyici bir rol üstlenmedi. Bununla beraber günümüzde, eğitim kurumları
konusunda devlet bütün öteki etkenlerin toplamından daha çok söz hakkına sahiptir.

Yaygın zorunlu eğitimin ardında yatan çeşitli dürtüler vardı. Onun en
güçlü savunucuları, okuma-yazma bilmenin başlı başına arzu edilir bir
şey olduğu, cahil bir toplumun uygar bir ülke için yüzkarası olduğu, eğitim
olmadan demokrasinin olanaksız olduğu gibi duygular taşıyorlardı. Başka
dürtüler de bu duyguları güçlendirdi. Eğitimin ticarette üstünlükler
sağladığı, gençlerde suç oranını azalttığı, gecekondu halkını bir düzen
içine sokmayı olanaklı kıldığı kısa sürede anlaşıldı. Kiliseye karşı
olanlar, devlet eğitiminin kilise ile mücadelede bir olanak sağladığını
gördüler; İngiltere ve Fransa'da bu dürtü oldukça ağır basıyordu.
Milliyetçiler, özellikle Fransa Prusya savaşından sonra, yaygın eğitimin
ulusal gücü artırdığı görüşündeydiler. Ancak, bütün bu saydığımız nedenler
başlangıçta ikinci dereceden önem taşıyorlardı. Yaygın eğitimin benimsenmesinin ana nedeni okuma-yazma bilmemenin utanç verici olduğu duygusuydu.

Yaygın eğitim bir kere sağlamca kurumlaştıktan sonra, devlet ondan birçok
konuda yararlanma olanağı bulmuştur. Gençleri hem iyi hem de kötü yolda, daha uysal yapar. Davranışları düzenler ve suç oranını düşürür; kamu yararına olan toplu eylemleri kolaylaştırır; toplumu bir merkezden yönlendirilmeye daha açık kılar. Bu olmadan demokrasi yalnızca içi boş bir şekil olarak kalır. Politikacıların anladığı şekliyle demokrasi bir yönetme biçimidir; yani insanlara, kendi istediklerini yaptıkları sanısıyla liderlerin istediklerini yaptırma yöntemidir. Böylece, devlet eğitimi belirli bir eğilime yönelmiştir.

Bu eğitim gençlere toplumdaki kurumlara saygılı olmalarını, egemen güçleri işin özüne ilişkin olarak eleştirmekten sakınmalarını, başka uluslara kuşku ve nefretle bakmalarını -elinden geldiğince- öğretir. Bu eğitim, uluslararası birlik ruhu ve kişisel gelişme pahasına, ulusal dayanışmayı güçlendirir. Kişisel gelişmeye verilen zarar otoriteye gereğinden çok yer verilmesinden kaynaklanmaktadır. Kişisel duygular yerine, daha çok toplumsal duygular teşvik edilir ve toplumda yaygın olan inançlara karşı gelmek şiddetle bastırılır.

Tekdüzelik aranılan bir özelliktir; çünkü yöneticiye kolaylık sağlar;
bedelinin zihinsel tembellik olmasının bir önemi yoktur. Meydana gelen
zararlar o denli büyüktür ki, yaygın eğitimin şimdiye kadarki yararlarının
mı yoksa sakıncalarının mı ağır bastığı ciddi olarak sorgulanabilir.
Kilisenin eğitim konusuna bakış açısı, uygulamada devletinkinden pek farklı değildir. Ancak aralarında önemli bir ayrılık vardır: kilise sıradan halkın hiç eğitilmemesini yeğler, onlara ancak devlet dayattığı için eğitim verir. Hem devlet hem de kilise, özgür bir sorgulama karşısında hemen yok olabilecek türden fikirleri aşılamaya çalışırlar. Devletin dogmalarının gazete
okuyabilen bir topluma aşılanması daha kolaydır; oysa kilisenin dogmalarının hiç okuma-yazma bilmeyen bir topluma aşılanması daha kolaydır. Devlet ve kilisenin her ikisi de düşünceye düşmandır; ama kilise -açıkça öyle görünmese de- aynı zamanda öğretime de karşıdır. Kilise yetkilileri zihinsel faaliyeti uyarmadan bilgi aktarma tekniğini -çok eskiden Cizvit keşişlerinin öncülüğünü yaptıkları tekniği- geliştirdikçe bu da geçecektir; geçmektedir de.

Çağdaş dünyada öğretmenin kendine özgü bir bakış açısına sahip olmasına nadiren izin verilir. Öğretmen eğitimden sorumlu bir makam tarafından atanır; eğer eğitim yaptığı anlaşılırsa da "kapı dışarı" edilir. Bu ekonomik etken dışında, öğretmenin, belki kendisinin de bilincinde olmadığı bazı eğilimleri vardır. Kiliseden ve devletten de çok disiplin yanlısıdır.

Öğrencilerin neleri bilmediğini, işi gereği, kendisi bilmektedir. Bir ölçüde
disiplin ve otorite olmazsa sınıfta düzeni sağlamak zordur. Dersten sıkılan
bir çocuğu cezalandırmak dersi ilgi çekici yapmaktan daha kolaydır. Dahası, en iyi öğretmenin bile kendi önemini abartması olasıdır. Öğrencilerin, kendisinin uygun bulduğu biçimde birer kişi olacak şekilde yoğrulmalarının olanaklı ve iyi bir şey olduğu kanısındadır.

Lytton Strachey (1880-1932), Dr. Arnold'un Como Gölü kıyısında yürürken "ahlaki kötülükler" konusunda düşündüklerini anlatır. Onun için "ahlaki kötülük" öğrencilerinde değiştirmek istediği şeylerdi. Bu şeylerin çocukların birçoğunda bulunduğuna inanması, güç kullanılmasını ve kendini sevgiden çok ceza vermekle yükümlü bir hükümdar gibi algılamasını haklı kılıyordu. Bu tutum, değişik dönemlerde değişik şekillerde dile getirilir ve kendini çok önemli görmenin aldatıcı etkisinin farkında olmayan, gayretli her öğretmen için doğal bir davranıştır.

Bütün bunlara karşın, eğitimde etkili olan güçler arasında en iyisi
yine de öğretmenlerdir. İlerlemeyi de hepsinden çok onlardan beklemek
durumundayız.

Öğretmen, bir de okulun ününü düşünür. Bu nedenle öğrencilerinin spor
karşılaşmalarında, burs sınavlarında başarı sağlamasını ister; bu ise üstün yetenekli öğrencilere özen göstermesine, ötekilerin de dışlanmasına
yol açar. Sıradan öğrenciler için sonuç olumsuzdur. Bir çocuk iyi
top oynamasa bile, kendisinin oynaması, iyi oynayanları seyretmesinden çok daha yararlıdır.

Mr. H.G. Wells The life of Sanderson of Oundle (Oundle'lı Sanderson'un
Yaşamı) adlı kitabında, gerçekten kusursuz olan bu öğretmenin, normal
bir öğrencinin yeteneklerini ortaya çıkarmayan, onları ihmal eden her şeye
nasıl karşı çıktığını anlatır. Müdür olarak atandığında, okul kilisesinde
yalnız seçme öğrencilerin ilahi söylemesine izin verildiğini görür. Bu seçme öğrenciler bir koro oluşturacak şekilde eğitilmişlerdir; ötekiler de onları dinlerler. Sanderson müzik yeteneği olsun olmasın hepsinin ilahi
söylemesinde ısrarlıdır. Bunu yapmakla bir öğretmen için doğal olan, kendi ününü öğrencilerininkinden önde tutma eğilimini aşmış oluyordu.

Eğer saygınlık denilen payeyi akıllıca dağıtırsak doğaldır ki bu iki dürtü arasında bir çatışma söz konusu olmaz; öğrencileri için en iyi olanı yapan okul en büyük saygınlığı kazanır. Bu hareketli dünyada göze çarpıcı başarılara önemleriyle orantılı olmayan ölçüde değer verilmekte; bu yüzden de, bu iki dürtü arasındaki çatışmayı önlemek pek de olası görünmemektedir.

Şimdi de ana-babanın bakış açısını ele alacağım. Bu bakış açısı ana-babanın ekonomik durumuna göre değişir. Sıradan bir işçinin, sıradan bir serbest meslek sahibinden çok farklı beklentileri vardır. Ortalama bir işçi, çocuklarıyla evde daha az uğraşmak düşüncesiyle, onların okula olabildiğince erken başlamasını; kazançlarından yararlanmak için de, okulu olabildiğince çabuk bırakmasını ister.

Kısa bir süre önce, eğitim giderlerini azaltmak isteyen İngiliz Hükümeti çocukların okula altı yaşından önce başlamamalarını; on üç yaşından sonra da okulda kalmaya zorlanmamalarını gündeme getirmişti. Birinci öneri o ölçüde gürültü kopardı ki geri almak zorunda kalındı; rahatı kaçan annelerin -oy hakkına yeni kavuşmuşlardı- öfkelerine karşı koymak olanaksızdı. Okulu terk etme yaşını küçülten ikinci öneriye ise fazla karşı gelen olmadı. Daha iyi eğitim yanlısı parlamento adayları toplantılarda, katılan herkesin alkışlarıyla karşılaşıyorlar, kapı kapı dolaşarak yaptıkları soruşturmalarda ise, politika dışında olan işçilerin -onlar çoğunluktaydı- paralı işlerde çalışabilmeleri için çocuklarının olabildiğince kısa sürede serbest bırakılmasını istediklerini görüyorlardı. İstisnalar ise, genellikle, daha iyi bir eğitimle çocuklarının sosyal basamakta yükselebileceğini umut eden işçilerdi.

Serbest meslek sahiplerinin yaklaşımları bundan çok farklıdır. Kendi
gelirleri, ortalamanın üstünde bir eğitim görmüş olmalarına bağlıdır;
çocuklarına da bu avantajı sağlamak isterler. Bu amaca ulaşmak için büyük fedakarlıktan kaçınmazlar. Ancak rekabete dayalı günümüz toplumunda genelde ana-babaların istediği, eğitimin kendisinin iyi olması değil, başkalarınınkinden daha iyi olmasıdır. Genel eğitim düzeyinin düşük olması bu işi kolaylaştırdığı için, meslek erbabı kişilerin, işçi çocuklarına yüksek öğrenim olanakları sağlanmasına pek hevesli olmaları beklenemez. Ailesi ne denli yoksul olursa olsun, eğer her isteyen tıp eğitimi görebilirse,
bir yandan rekabetin artması, bir yandan da sağlık düzeyinin yükselmesine bağlı olarak doktorların daha az kazanacakları ortadadır. Aynı şey hukuk, devlet memurluğu, vb. için de geçerlidir.

Demek ki meslek sahibi kişi, eğer olağanüstü toplumsal duyarlılık sahibi
değilse, kendi çocukları için istediği iyi şeylere toplumun büyük çoğunluğunun sahip olmasını istemez.

Rekabete dayalı toplumumuzda babaların en büyük kusuru çocuklarından,
ailelerine saygınlık kazandırmalarını beklemeleridir. Bunun kökleri
içgüdülerde yatar ve ancak içgüdülere yönelik çabalarla giderilebilir. Bu
kusur, daha küçük ölçüde de olsa, annelerde de görülür. Hepimiz, içgüdüsel olarak, çocuklarımızın başarılarından gurur, başarısızlıklarından da utanç duyarız. Ne yazık ki, bizim koltuklarımızı kabartan başarılar, çoğu zaman istenmeyecek türdendir. Uygarlığın doğuşundan hemen hemen günümüze gelinceye kadar -Çin ve Japonya'da bugün de- çocuklarının kiminle evleneceklerine ana-babalar karar vermişler; çoğunlukla da, olanak buldukça, en zengin gelini veya damadı seçerek onların mutluluğunu feda edegelmişlerdir. Batı dünyasında -Fransa'nın bir bölümü dışında- çocuklar isyan ederek kendilerini bu kölelikten kurtarmışlarsa da ana-babaların içgüdüleri değişmemiştir.

Genelde bir babanın çocukları için istediği ne mutluluk ne de erdemdir;
o yalnızca maddi başarı arzular. Onların, dostları yanında övünebileceği
çocuklar olmasını ister; onların eğitimi için gösterdiği çabalarda bu
istek büyük ölçüde egemendir.

Eğer eğitim otorite ile yönetilecekse bu otorite yukarıda değindiğimiz şu
güçlerden birisinin veya birkaçının elinde olacaktır: devlet, kilise, öğretmen
ve ana-baba. Gördüğümüz gibi, bunlardan hiçbirinin çocuğun iyiliğini
yeterince gözeteceğine güvenilemez; çünkü hepsi de, çocuğun kendi iyiliği
ile ilgisi olmayan amaçlara yönelmesini istemektedir. Devlet çocuktan ulusal saygınlığı yüceltmesini ve iktidardaki yönetimi desteklemesini bekler. Kilise çocuktan rahiplerin gücünü artırmaya hizmet etmesini bekler.

Rekabetli bir dünyada öğretmen okuluna genellikle devletin ulusuna baktığı
gözle bakar ve çocuktan okulu yüceltmesini bekler. Ana-baba çocuktan aileyi yüceltmesini bekler. Başkalarının güttüğü bütün bu amaçlarda, çocuğun kendisi, sırf kendisi yönünden, olanak içi olan her türlü mutluluk ve refaha hakkı olan bağımsız bir kişi olarak, söz konusu değildir; söz konusu olsa bile tam olarak değil. Ne yazık ki, çocuk kendi yaşamını yönlendirecek deneyime sahip değildir; bu nedenle de masumiyetini sömüren sinsi emellere yem olmaktadır. Siyasal bir sorun olarak eğitimin güçlüğü de buradadır. Ancak, önce çocuğun kendi bakış açısından ne söylenebileceğine bir göz atalım.

Kendi başlarına bırakıldığında çocukların çoğunluğunun okuma yazma
öğrenmeyecekleri, yaşamlarının koşullarına daha az uyumlu olarak
büyüyecekleri ortadadır. Eğitim kurumlarının var olması ve çocukların bir
ölçüde disiplin altında tutulmaları zorunludur. Ancak, hiçbir otoriteye tam güvenilemeyeceğine göre, olabildiğince az otorite kullanmayı
amaçlamalı; eğitimde gençlerin doğal arzu ve güdülerinden yararlanma
yollarını aramalıyız. Bu, çoğu zaman sanıldığından çok daha olanaklıdır;
çünkü, ne de olsa, bilgi edinme arzusu gençlerin çoğunda doğal olarak vardır.

Öğretmeye değmeyecek bilgilere sahip olan, bu bilgileri de öğretme yeteneği bulunmayan eğitim uzmanları, gençlerin yaradılışları gereği, eğitimden dehşet duydukları sanısına kapılmışlar; bu yanlış sanıya da kendi eksikliklerini görememeleri yüzünden düşmüşlerdir. Tchekov'un, bir kedi yavrusuna fare tutmayı öğretmeye çalışan bir adamı konu alan,
hoş bir öyküsü vardır. Yavru, farelerin peşinden koşmayınca adam onu
dövermiş. Sonunda yetişkin bir kedi olduğunda, her fare gördüğünde
korkuyla yere siner olmuş. Tchekov şunu ekler: "Bana Latince öğreten de bu adamdı." Kediler de yavrularına fare yakalamayı öğretir; ancak
bunun için onların içgüdülerinin uyanmasını beklerler. O zaman yavrular
bilginin elde edilmeye değer olduğu bir zamanda annelerine katılırlar;
böylece disipline de gerek kalmaz.

Çocuğun yaşamının ilk iki üç yılı, bugüne kadar, eğitimcinin egemenliği
dışında kalmıştır; bu yılların da en çok öğrendiğimiz dönem olduğunda bütün uzmanlar görüş birliği içindedir. Çocuklar konuşmayı kendi çabalarıyla öğrenirler. Bir bebeği gözlemlemiş olan bir kimse bu çabanın büyüklüğünü bilir. Bebek dikkatle dinler; dudak hareketlerine bakar; bütün gün ses çıkarma talimleri yapar ve şaşılacak bir çaba gösterir. Kuşkusuz, büyükler de övgülerle onu yüreklendirirler; ama yeni bir sözcük öğrenmediği günlerde onu cezalandırmak akıllarından geçmez. Sağladıkları tek şey fırsat ve övgüdür.

Herhangi bir aşamada daha fazlasının gerekli olduğu da kuşku götürür.
Yapılacak şey çocuğa veya gence bilginin edinilmeye değer bir şey olduğunu hissettirmektir. Bu bazen zor olur; çünkü gerçekte bilgi, öğrenmeye değmeyen bir şeydir. Bir başka zorluk da, tek bir doğrultuda oldukça çok bilginin yararlı olduğu durumlarda ortaya çıkar; öyle ki, başlangıçta öğrencinin sadece canı sıkılır. Ancak böyle durumlarda zorluk aşılamayacak ölçülerde değildir. Örneğin matematik öğretimini ele alalım.

Oundle'lu Sanderson hemen bütün erkek öğrencilerinin makinelere ilgi
duyduğunu fark etti ve onlara oldukça gelişmiş makineler yapma olanağı
sağladı. Makinelerin yapımı sırasında bazı hesaplar yapmaları gerekti; ve
böylelikle, çok hevesli oldukları yapıcı girişimin başarısı için gerekli
olan matematiğe karşı da ilgileri gelişti. Bu yöntem pahalıdır; öğretmenin
de sabırlı ve becerikli olmasını gerektirir; fakat öğrencinin içgüdüleriyle
uyumludur; bu nedenle de daha az can sıkıntısı, daha çok çaba içermesi
olağandır. Çaba, hem hayvanlar hem de insanlar için doğaldır; ancak bu
içgüdüsel bir itiden kaynaklanan bir çaba olmalıdır. Bir futbol maçı bir
değirmen çarkına bağlanıp onu çevirmekten daha çok çaba gerektirir. Ancak bunlardan birisi eğlence, öteki ise bir cezadır. Zihinsel çabanın ancak nadiren zevk verici olduğunu varsaymak yanlıştır. Gerçek olan şudur ki, onun zevkli bir şey olması için bazı koşullar gereklidir; ve de eğitimde bu koşulları yaratmak için son zamanlara kadar bir girişimde bulunulmamıştır. Bu koşulların başlıcaları şunlardır: önce, çözümü arzu edilen bir problemin varlığı, sonra da bir çözüm elde etmenin olanaklı olabileceği umudu.

David Copperfield'in aritmetik öğrenme yolunu anımsayalım:
"Dersler bittikten sonra daha da beteri başlar: korkunç bir aritmetik
problemi. Bu benim için hazırlanmıştır ve Mr. Murdstone bana sözlü
olarak sorar: Bir peynirciye gidip, her biri dört buçuk penny'den beş bin
çift Gloucester peyniri alsam, ne kadar ödeyeceğimi hesapla. Bunun,
kızı Miss Murdstone'u içten içe pek sevindirdiğini görürüm. Akşam yemeğine kadar hiçbir sonuç alamadan, hiçbir ipucu göremeden, bu peynirler üzerinde düşünür dururum. Taştahtanın tozları yüzümü kaplamış, tam bir meleze dönmüşken yemekte bana, peynirlere eşlik etmek üzere yalnızca bir dilim ekmek verirler; ben de gecenin geri kalan kısmını utanç içinde cezalı olarak geçiririm." Bu zavallı çocuktan peynirlere ilgi duyması ya da problemi çözebilmesi beklenemezdi. Eğer belirli büyüklükte bir kutu yapmak isteseydi ve ona yeterince tahta ve çivi almak için harçlığını biriktirmesi söylenseydi hesap gücü şaşılacak ölçüde kamçılanırdı.

Bir çocuğun çözmesi istenen bir problemde varsayımsal hiçbir öge
bulunmamalıdır. Bir zamanlar genç bir çocuğun kendi aritmetik dersini
anlattığı bir yazı okumuştum. Öğretmeni şöyle bir problem sormuş: Eğer bir at bir tayın üç katı değerinde ise, tayın fiyatı da 22 pound ise, atın
fiyatı ne olur? Çocuk "At hiç düşmüş müydü?" diye sorar. Öğretmen "Bu hiç farketmez" deyince çocuk "Ama James -seyis- bunun çok fark ettiğini söylüyor." der. Kuramsal doğruları kavrama becerisi mantık yetisinin en son gelişen aşamasıdır ve çok küçük çocuklardan beklenmemelidir. Biraz konu dışına çıktık; şimdi ana temaya dönelim.

Ben, uygun dürtülerle bütün çocukların entelektüel ilgilerinin harekete
geçirilebileceği fikrinde değilim. Bazılarının zekası ortalamanın çok
altındadır; onlar için özel yöntemler gerekir. Zeka düzeyleri çok farklı
çocukları aynı sınıfa koymak çok sakıncalıdır. Daha zeki olanların iyice
bildikleri şeyler anlatılırsa canları sıkılır; daha az zeki olanlar ise
henüz kavramadıkları şeylerin temelde bilinen şeyler olarak düşünülmesinden üzüntü duyarlar. Konular ve yöntemler öğrencinin zeka düzeyine göre ayarlanmalıdır. Macaulay Cambridge'de matematik öğrenmeye zorlanmıştı; ancak bunun zaman kaybından başka bir şey olmadığı mektuplarından açıkça anlaşılıyor. Ben de Latince ve Grekçe öğrenmeye zorlanmıştım. Bunu hiç istemiyordum; artık konuşulmayan dilleri öğrenmenin saçma olduğunu düşünüyordum. Yıllar boyu
sürecek bu klasik öğrenimden sağlayacağım biraz yararı büyüdüğüm
zaman bir ay içinde elde edebilirdim. En zorunlu olan bilgiler verildikten
sonra, eğilimler dikkate alınmalı ve öğrencilere sadece kendilerinin ilgi
duyduğu şeyler öğretilmelidir. Bu yöntem, sıkıcı olmak kolaylarına giden
öğretmenlere, hele gereğinden çok çalıştırılıyorlarsa, ağır gelir. Bu güçlükler, öğretmenlerin çalışma saatlerini azaltarak, onları öğretme sanatı konusunda eğiterek aşılabilir. Bu eğitim ilkokul öğretmeni yetiştiren okullarda halen verilmektedir ama üniversitelerde ve genel okullarda yoktur.

Eğitimde özgürlüğün çeşitli yönleri söz konusudur. İlk olarak öğrenme ve
öğrenmeme özgürlüğü gelir. Sonra, ne öğretileceği konusunda özgürlük vardır. Yüksek öğretimde fikir özgürlüğü söz konusu olur. Öğrenme ve öğrenmeme özgürlüğü çocuklukta ancak bir ölçüde kabul edilir. Geri zekalı olmayan herkesin okuma yazma bilmesi güven altına alınmalıdır. Sadece fırsat sağlamakla bunun ne ölçüde gerçekleşebileceği ancak deneyerek anlaşılabilir. Yalnız fırsat yeterli olsa bile, bu fırsat çocuklara ulaştırılmalıdır.

Gerekli koşullar yoksa çocukların çoğu sokakta oynamayı yeğlerler. Daha ileri yaşlarda tercihler, örneğin üniversiteye gidip gitmeme, gençlerin kendilerine bırakılmalıdır; bazıları gitmek ister, bazıları istemez. Bu giriş
sınavları kadar iyi bir seçim ilkesidir. Derslere çalışmayan hiç kimsenin
üniversitede kalmasına izin verilmemelidir. Yıllarını üniversitede
boşuna harcayan zengin gençler hem başkalarının cesaretini kırar, hem de
kendileri bir işe yaramamayı öğrenirler. Üniversitede kalabilmek için çok
çalışma zorunluluğu getirilirse üniversiteler entelektüel uğraşlardan
hoşlanmayan kişiler için çekici olmaktan çıkar.

Ne öğrenileceğine karar verme özgürlüğü şimdikinden çok daha fazla
olmalıdır. Konuları birbiriyle olan doğal yakınlıkları bakımından
gruplamanın gerekli olduğu kanısındayım. Seçmeli ders sisteminin ciddi
sakıncaları vardır; gençleri birbiriyle hiç ilgisi olmayan dersler
seçmekte özgür bırakır. Sınırsız mali olanaklarla bir düş ülkesinde, Ütopya
da, eğitimi örgütlüyor olsaydım on iki yaşlarındaki her çocuğa klasik
bilgiler (Grek ve Latin edebiyatı, sanatı ve kültürü), matematik ve bilim
dersleri aldırırdım. İki yıl sonra çocuğun yeteneklerinin hangi yönde olduğu
ortaya çıkar, çocuğun hoşlandığı konular güvenli bir gösterge oluştururdu;
yeter ki "işin kolayına kaçma"lar olmasın.

On dört yaşından sonra da, istedikleri takdirde belli konularda
derinleşmelerine izin verirdim. Bu uzmanlaşma, önceleri çok geniş alanları
kapsar, eğitim ilerledikçe daha belirgin sınırlarda yoğunlaşırdı. Her konuda
bilgi sahibi olmak çağımızda artık olanaksızlaşmıştır. Gayretli bir kimse
biraz tarih ve edebiyat öğrenebilir, ki bunlar da klasik konuları ve çağdaş
dilleri bilmeyi gerektirir. Veya matematiğin bazı konularını veya bir ya da
iki bilim dalında bir şeyler öğrenebilir. Ancak her alanda eğitim
ideali artık söz konusu değildir; bilgilerin çoğalması onu yok etmiştir.
Çeşitli özgürlükler arasında gerek öğretmenler gerek öğrenciler açısından en önemli olanı düşünce özgürlüğüdür ve bu hiçbir sınırlama gerektirmeyen tek özgürlük türüdür. Bu özgürlüğün var olmadığını göz önüne alarak, lehinde ileri sürülen savları özetlemekte yarar vardır.

Düşünce özgürlüğü lehindeki temel sav bütün inançlarımızın kuşku götürür
olmasıdır. Eğer doğru olanı kesin olarak bilirsek onun öğretilmesi de söz
konusu olur. Bu durumda da, doğru, özünde var olan akla uygunluk sayesinde, otoriteye başvurulmaksızın öğretilebilir.

Çarpım tablosu hakkında heretik (yerleşmiş kanılara aykırı düşen)
düşünceleri olan bir kişinin aritmetik öğretmesini yasaklayan bir yasa
çıkarmaya gerek yoktur. Çünkü bu durumda, doğru kendini göstermektedir; cezalarla korunması gerekmez. Devlet bir doktrinin öğretilmesini sağlamak için işe karışıyorsa, nedeni bu doktrinin doğruluğu hakkında kesin kanıt olmamasıdır. Bu demektir ki, öğretilen şey doğru olsa bile, eğitimce dürüst değildir. New York eyaletinde komünizmin iyi olduğunu öğretmek, son yıllara kadar yasaya aykırıydı; Sovyet Rusya'da ise komünizmin kötü olduğunu öğretmek yasaya aykırıdır. Bu görüşlerden birinin doğru, ötekinin yanlış olduğu kuşkusuzdur; ancak hiç kimse hangisinin doğru olduğunu bilmiyor. Ya New York eyaleti ya da Sovyet Rusya doğru olanı öğretiyor, yanlış olanı yasaklıyor; ancak her ikisi de dürüst olarak öğretmiyor. Çünkü her ikisi de kuşku götürür bir önermeyi kesinmiş gibi dile getiriyor.

Doğruluk ile dürüstlük arasındaki fark bu bağlamda çok önemlidir. Doğruluk tanrılara özgüdür; bizim bakış açımızdan ise ancak yaklaşabildiğimiz, fakat ulaşmayı bekleyemeyeceğimiz bir idealdir. Eğitim bize doğruya elden geldiği kadar yakınlaşma yeteneği sağlar; bunun için bize dürüstlük öğretmelidir. Benim kastettiğim dürüstlük görüşlerimizi kanıtlara dayanarak oluşturma ve onlara kanıtların öngördüğü ölçüde güvenme alışkanlığıdır. Bu ölçü hiçbir zaman kesinliğe ulaşamaz; bu nedenle, görüşlerimize ters düşen yeni kanıtları kabule her zaman hazır olmalıyız. Ayrıca, bir kanıya dayanarak yapacağımız eylemlerden, olanak varsa, yararlı olabilecek olanlarını seçmeliyiz; kanımızın kesin doğru olmaması durumunda acı sonuçlara yol açabilecek eylemlerden kaçınmalıyız. Bilimde bir gözlemci, sonuçları "olası hata" değerleri ile birlikte ifade eder.

Bir ilahiyatçı veya politikacının dogmalarındaki olası hata payını
belirttiğini ya da onlarda herhangi bir hatanın var olabileceğini kabul
ettiğini duyan var mıdır? Çünkü gerçek bilgiye en yaklaştığımız alan olan
bilimde, kişi öne sürdüğü şeyin sağlamlığına rahatça güvenebilir. Buna
karşılık, hiçbir şeyin bilinmediği konularda başkalarının bizim görüşlerimize
katılmasını sağlamanın alışılagelmiş yöntemleri gürültülü iddialar ve
hipnotizmadır. Evrim teorisine karşı geçerli bir savları olduğunu düşünselerdi köktenci dinciler onun öğretilmesini yasal yollarla engellemezlerdi.

İnsanlara politik, dinsel veya ahlaki konularda, kalıplaşmış doktrinleri
öğretme alışkanlığının çeşitli olumsuz etkileri vardır. Bunlardan başta
geleni, dürüstlüğü zihinsel çaba ile birleştirmiş kişileri öğretmenlik
mesleğinden uzaklaştırmasıdır; öğrenciler üzerinde en olumlu ahlaki ve
zihinsel etki yapmaları olası olanlar da bu kişilerdir. Üç örnek vereceğim.
Birincisi politikadan: Amerika'da bir ekonomi hocasından, en varlıklıların
varlığını ve gücünü artırıcı doktrinlerin öğretmesi beklenir. Bunu
yapmayacaksa en iyisi, önceleri Harvard'dayken şimdi London School of Economics'in (Londra Ekonomi Okulu) en değerli hocalarından biri olan Mr. Laski'nin yaptığı gibi, başka bir ülkeye göç etmektir. İkinci örnek din
alanından: Kalburüstü seçkin aydınların oldukça büyük çoğunluğu Hıristiyan
dinine inanmazlar; ancak, gelirlerini kaybetmekten korktukları için bunu
kamudan saklarlar. Bu en önemli konuda, düşünceleri ve savları bilinmeye
en çok değer olan bu kişilerin çoğu, sessizliğe mahkumdur.

Üçüncü örnek ahlak kuralları konusunda: Hemen bütün erkekler yaşamlarının bir döneminde cinsel kaçamaklar yapmıştır. Bu gerçeği gizleyenlerin gizlemeyenlerden daha suçlu oldukları ortadadır; çünkü işin içine bir de ikiyüzlülük suçu girmektedir. Ne var ki, eğitim kadroları yalnız ikiyüzlülere açıktır.

Geleneksel kalıplara bağlılığın öğretmen karakteri ve seçimi üzerindeki
etkileri için bu kadarı yeterlidir. Şimdi öğrenciler üzerindeki etkilere
geçiyorum. Bunu zihinsel ve ahlaki olmak üzere iki şekilde ele alacağım.
Zihinsel açıdan, uygulamadaki önemi bariz olan bir sorun hakkında
birbirinden farklı fikirlerin var olduğunu bilmek bir genç üzerinde uyarıcı
bir etki yapar.

Örneğin, ekonomi öğrenen bir genç, bireyciler ve sosyalistler, korumacı ve
serbest ticaret yanlıları, enflasyonist ve altın standardı yanlıları
tarafından verilen dersler dinlemelidir; farklı ekol yanlılarınca öğütlenen
kitapları okumaya teşvik edilmelidir. Böylelikle, fikirler ile bunların
dayandığı kanıtları karşılaştırmayı; hiçbir fikrin mutlak doğru olmadığını;
insanları, daha önce bildikleriyle uyum içinde olup olmamalarına göre değil, niteliklerine göre değerlendirmeyi öğrenir. Tarih, insanın yalnız
kendi ülkesinin bakış açısından değil aynı zamanda yabancıların bakış
açısından da öğretilmelidir. Eğer tarih İngiltere'de Fransızlar tarafından,
Fransa'da İngilizler tarafından okutulsaydı, iki ülke arasında anlaşmazlık
çıkmazdı; her biri diğerinin bakış açısını anlardı.

Bir genç, soruların bütün yanıtlara açık olduğunu ve bir tartışmanın, ne
sonuç verirse versin, sürdürülmesi gerektiğini öğrenmelidir. Bir süre sonra,
geçimini kazanmaya başlayınca, günlük yaşamın gerekleri bu tutumu kökten değiştirecektir; ancak o zamana kadar özgürce düşünme zevkini tatması teşvik edilmelidir.

Gençlere geleneksel kalıpları öğretmek ahlaki yönden çok zararlıdır.
Sadece, yetenekli öğretmenleri ikiyüzlülüğe sürüklemesi ve bu
nedenle kötü bir ahlaki örnek oluşturması değil; daha da önemlisi,
hoşgörüsüzlüğü ve sürü içgüdüsünün zararlı yönlerini canlandırması
da söz konusudur. Edmund Gosse Father and Son (Baba ve Oğul) kitabında, çocukluğunda, babasının tekrar evleneceğini kendisine nasıl
söylediğini anlatır. Çocuk babasının utanç duymasına neden olan bir şeylerin var olduğunu fark eder ve sonunda dehşet içinde "Baba, yoksa o kadın bir çocuk vaftizcisi mi?" diye sorar. Öyledir de. Oğul, o ana kadar, bütün çocuk vaftizcilerinin çok kötü kişiler olduğuna inanmıştır. Katolik okullardaki çocuklar Protestanların kötü olduğuna, İngilizce konuşulan bütün ülkelerdeki bütün okullardaki çocuklar ateistlerin kötü olduğuna, Fransa'daki çocuklar Almanların, Almanya'daki çocuklar Fransızların kötü olduğuna inanırlar.

Eğer bir okul akıl yoluyla savunulamayan bir görüşü öğretmeyi
görevleri arasında sayarsa -hemen bütün okullar bunu yaparlar- karşıt görüşte olanların kötü olduğu izlenimini vermekten de kaçınamaz; çünkü mantığın saldırısını püskürtmek için gerekli olan öfkeyi başka türlü yaratamaz. Bu şekilde, yerleşmiş kalıpları korumak için çocuklar acımasız, hoşgörüsüz, haşin ve saldırgan hale getirilmektedirler. Politik, dinsel ve ahlaki konularda kesin fikirler aşılandığı sürece de bundan kaçınmak olanaksızdır.

Son olarak, bireyde meydana getirilen bu manevi hasarın toplumda yol
açtığı tarifsiz zarara değineceğim. Savaş ve zulüm her yerde
yaygındır ve bunlar her yerde, okullarda verilen eğitimle olanaklı
kılınmışlardır. Wellington, Waterloo Savaşı'nın Eton'un spor alanlarında
kazanıldığını söylerdi. Devrim Fransa'sına açılan savaşın Eton'un sınıflarında kışkırtıldığını söylese daha doğru olurdu. Demokratik çağımızda Eton önemini yitirmiştir; şimdi önemli olan normal ilk ve ortaokullardır. Her ülkede bayraklar açılarak İmparatorluk Bayramı, 4 Temmuz (Amerika bağımsızlık bayramı) kutlamalarıyla, Subay Eğitim Birlikleri'yle vs, erkek çocuklara öldürme zevkini, kız çocuklara da öldürme yanlısı erkeklerin en saygıdeğer kişiler olduğu inancını aşılamak için her yola başvurulmaktadır. Yetkililer öğretmen ve öğrencilerin düşünce özgürlüğüne izin verseler, masum çocukların karşı karşıya kaldığı bu manevi çöküntü sistemi de olanaksız olurdu.

Kötülüklerin kaynağı sistematik bir politik disiplin altına alma
uygulamasındadır. Eğitimden sorumlu makamlar çocuklara, dinlerin varsayması gerektiği gibi, ruhları kurtarılacak insanlar olarak bakmıyorlar.
Onlar çocukları gösterişli ve heybetli sosyal planlarının hammaddesi
olarak görüyorlar; geleceğin fabrika "işçileri", savaşın "süngüleri" ya da
bunların benzerleri olarak. Her öğrencinin, kendine özgü hakları ve kişiliği
olan, başlı başına bir amaç oluşturduğunu göremeyen; onları sadece
bul-yap bilmecesinin bir parçası, taburunun bir eri, devletin bir vatandaşı
sayan kimseler eğiticilik yapmaya elverişli değildir. İnsan kişiliğine saygı her sosyal problemde, ama özellikle eğitimde, bilgeliğin ilk koşuludur.


Psikoloji ve Politika

Bu denemede psikolojinin yakın zamanda politika üzerindeki olası
etkilerinin niteliği üzerinde durmak istiyorum. Bu anlamda, hem olumlu,
hem olumsuz etkilerden söz etmek niyetindeyim.

Politik fikirler mantığa dayanmazlar. Altın standardının kabulü gibi teknik bir konunun kararlaştırılmasının temelinde bile duygusallık vardır; ve psikanilizcilere göre, bu duygusallık kibar bir toplulukta dile getirilecek türden değildir. Yetişkin bir kişinin duyguları, eğitimin yarattığı geniş bir dış kabuğun sarmaladığı bir içgüdü çekirdeğinden oluşur. Eğitimin devreye girmesi, düş gücünü etkilemek şeklinde kendini gösterir. Herkes kendini iyi bir kimse olarak görmek ister; bu nedenle de, hem çabaları hem de kuruntuları, onu başarıya götürecek en iyi olanak olarak gördüğü şeylerin etkisinde kalır. Psikoloji öğrenmekle "iyi insan" kavramımızın değişikliğe uğrayacağını sanıyorum. Eğer öyle olursa, politika üzerindeki etkisinin çok büyük olacağı da ortadadır.

Gençliğinde çağdaş psikolojiyi öğrenmiş olan bir kimsenin Lord Curzon'a,
ya da Londra piskoposuna benzeyebileceğinden kuşku duyarım.

Bütün bilimlerin iki tür etkide bulunması söz konusu olabilir. Birincisi,
uzmanların, güç sahiplerinin yararlanacağı keşif ve icatlarda bulunmasıdır.
İkincisi de, bilimin insanların düş gücünü etkilemesi, bu yolla da kurdukları
analojilerde ve beklentilerinde değişiklikler meydana getirmesidir. Tam
olarak ifade etmek gerekirse, yaşam tarzını değiştirmek gibi, pek çok
sonuçları olan, üçüncü bir etkisi daha vardır. Fiziksel bilimlerde, bu üç
tür etki günümüzde iyice belirginleşmiş bulunmaktadır. Uçaklar birinciye
örnektir. Makineleşmeye dayalı yaşam görüşü ikinciye, toplumun büyük
bölümünün tarım ve kırsal yaşamdan sanayi ve şehir yaşamına geçmesi de üçüncüye örnek gösterilebilir.

Psikolojinin etkilerine gelince, bu alanda hala geleceğe yönelik
tahminlere bel bağlamak zorundayız. Geleceğe yönelik tahminler her zaman cüretkardır. Ancak birinci ve üçüncü türden etkiler konusunda, düşsel bakış açısındaki değişikliklere bağlı olan etkilere oranla, daha da
cüretkardır. Bu nedenle, ben öncelikle ve daha çok bu iki tür etki üzerinde
duracağım.

Biraz tarihe göz atmak konuya yaklaşmakta bize yardımcı olabilir.
Ortaçağ da bütün politik sorunlar, analojiler şeklinde ortaya çıkan teolojik
savlara göre çözümlenirdi. En önemli çatışma Papa ile İmparator arasındaydı: Papa'nın Güneş, İmparator'un da Ay olduğu kabul edilirdi; böylece, kazanan Papa olmuştu. Papa'nın daha güçlü orduları olduğu için kazandığını söylemek yanlış olur. Papa'nın ordusu, asker toplama görevini üstlenen Fransisken (St. Francis tarafından, 1209 yılında, Orta İtalya'da, Assin kasabasında kurulan mezhep. (ç.n.) rahiplerin ileri sürdüğü Güneş-ve-Ay analojisinin gücüne dayanıyordu.

İnsan kütlelerini gerçekten harekete geçiren ve önemli konuları sonuca
götüren de bu tür şeylerdir. Günümüzde bazı kişiler toplumu bir makine,
bazıları da bir ağaç olarak düşünürler. Faşistler, emperyalistler, sanayiciler ve Bolşevikler birinci gruba; anayasa yanlıları, toprak sahipleri veya
barışçılar da ikinci gruba girerler. Tartışma Guelfler ve Ghibelline'ler (Ortaçağ İtalya'sında, İmparator yanlısı aristokratların siyasal partisi olan Ghibellinelere karşı olan, Papa yanlısı siyasal parti üyeleri. (ç.n.) tartışması kadar anlamsızdır; çünkü toplum ne ağaçtır ne de makine.

Rönesans'la beraber ikinci bir etken ortaya çıkar: edebiyat, özellikle de klasik edebiyat. Bu etken, çoğunlukla, devlet okullarında ve eski üniversitelerde okumuş olanlar arasında günümüze dek süregelmiştir.
Profesör Gilbert Murray'in, ((1866-1957): İngiliz bilgin ve devlet adamı. (ç.n.) bir sorun hakkında karar vermeden önce ilk tepkisinin sanki "Euripides (İ.Ö. 5. yüzyılda yaşamış Grek tiyatro yazarı. (ç.n.) bu konuda ne derdi?" diye sormak olduğunu hissederiz. Bu görüş artık gücünü yitirmiştir. Ancak, Rönesans'ta ve on sekizinci yüzyılın Fransız Devrimi'ne kadarki kesitinde bu görüş egemen olmuştur. Devrimin ünlü hatipleri kendilerini togalar içinde görürler, sürekli olarak da Roma'nın parlak erdemlerinden söz ederlerdi. Montesquieu ve Rousseau gibi yazarlar günümüz yazarlarının herhangi birinin sahip olabileceğinin çok üstünde etkiye sahiptiler. Amerikan anayasasının, Montesquieu'nün İngiliz anayasası olarak düşlediği yasa olduğu söylenebilir.

Roma hayranlığının Code Napoleon (Napolyon'un gözetiminde 1804'de
yasalaşan Fransız Medeni Kanunu. (ç.n.) üzerindeki etkisinin
ayrıntılarından söz edecek ölçüde bir hukukçu değilim.

Sanayi devrimi ile yeni bir çağa, fizik çağına girmiş bulunuyoruz. Bilim adamları, özellikle Galileo ve Newton, bu çağın temelini hazırladılar; ancak çağı başlatan, ekonominin tekniğine bilimin girmesi oldu. Makine çok tuhaf bir nesnedir: bilinen bilimsel yasalar uyarınca çalışır (öyle olmasaydı zaten üretilemezdi); kendi dışında, insanla, daha çok insanın fiziksel yaşamıyla ilgili olan belirli bir amacı vardır. Makinenin insanla ilişkisi, Kalvenci teolojide insanın Tanrı ile olan ilişkisinin aynıdır. Sanayileşmenin Anglikanlar değil de Protestanlar ve İngiltere Kilisesi dışındakiler tarafından icat edilmesinin nedeni belki de budur. Makine analojisinin düşünce dünyamız üzerinde derin etkileri vardır. Dünyaya "mekanik" bir bakış açısı, "mekanik" açıklama, vb. deyimler kullandığımızda, bunları fizik yasaları diliyle bir açıklama anlamında kullanırız; ancak, makinenin teolojik yönünü, yani kendi dışında var olan bir amaca yönelik olduğunu da, belki de bilinç-dışı olarak, belirtmiş oluruz. Demek ki, toplumu bir makineye benzetirsek, onun kendi dışında bir tür amacının var olduğunu düşünmekteyiz. Artık onun Tanrı'yı yüceltmek için var olduğunu söylemek bizi tatmin etmiyor. Tanrı ile eş anlamlı sözcükler bulma sıkıntımız da yok: örneğin İngiltere Merkez Bankası, İngiliz İmparatorluğu, Standart Petrol Şirketi, Komunist Parti, vb. Savaşlarımız da bu eş anlamlı sözcükler arasındaki çatışmalardır; yani, Ortaçağ'ın Güneş-ve-Ay sorununun tekrarı.

Fizik biliminin güçlü olması, onun günlük yaşamı büyük ölçüde değiştiren
kesin bir bilim dalı olmasından dolayıdır. Bu değişim onun insanı
değil, ortamı etkilemesi ile ortaya çıkmıştır. Aynı ölçüde kesin ve insanı
doğrudan etkileyen başka bir bilim dalı var olsaydı fizik gölgede kalırdı.
İşte psikoloji bir gün böyle bir bilim haline gelebilir. Son zamanlara kadar
psikoloji önemsiz bir felsefi laf kalabalığı sayılırdı -gençliğimde edindiğim
eğitimsel psikolojik bilgiler öğrenmeye değer şeyler değildi. Ancak
şimdilerde psikolojiye iki değişik yaklaşım var ve ikisi de önemli: birisi
fizyologların, öteki de psikanalizcilerin yaklaşımı. Bu iki yaklaşımın
sonuçları daha belirgin ve kesin hale geldiğinde, insanların bakış açısına
da giderek psikolojinin egemen olacağı açıktır.

Buna örnek olarak eğitimi ele alalım. Eskiden yaygın olan görüşe göre
eğitime sekiz yaşında ve Latince çekimlerle başlamak gerekiyordu;
bu yaş öncesinde neler olduğu önemli sayılmazdı. İşçi Partisi'ne temelde
hala aynı görüşün egemen olduğu görülüyor; iktidardayken küçüklere anaokulu açmak yerine, on dört yaş sonrası eğitimi geliştirmeye daha çok önem verdiler.

Dikkati ileri yaştaki eğitim üzerinde yoğunlaştırmak, eğitimin gücüne
duyulan güven konusunda kötümserliği de içerir; gerçekten başarabileceği
tek şeyin, insanı geçimini kazanır duruma getirebileceği olduğu düşünülür.
Ancak bilimsel yaklaşım, eğitime, çok daha erken yaşlarda başlamak
koşuluyla, eskiden olduğundan çok fazla güç atfetmektedir. Psikanalizciler
eğitime doğumla birlikte başlanmasını isterler; biyologlar ise daha da önce.
Bir balığa iki yanda birer göz yerine, ortada tek bir göze sahip olmayı
öğretebilirsiniz (Jennings, Prometheus, s. 60). Ancak bunu yapmak için,
işe balık doğmadan çok önce başlamanız gerekir. Şimdilik, memelilerin
doğum öncesi eğitimini gerçekleştirmek için birtakım güçlükleri aşmak
gerekiyorsa da, ileride olasılıkla bu da başarılacaktır.

Bana "eğitim"i çok garip bir anlamda kullandığımı söyleyeceksiniz. Bir
balığın görünümünü çarpıtmak ile bir çocuğa Latince gramer öğretmek arasında ortak olan nedir? Bana, bu ikisinin çok benzer göründüklerini söylemeliyim: İkisi de deneycinin zevki uğruna verilen gereksiz zarardır. Bunun eğitimin tanımı için pek geçerli olduğunu söyleyemem. Eğitimin özü, bir organizmada teknisyenin amaçları doğrultusunda bir değişim -ölüm dışında- elde etmektir. Doğal olarak, teknisyen öğrenciyi geliştirmeyi amaçladığını söyler; ancak bu sözler tarafsız bir bakışla, doğrulanabilir bir gerçeği yansıtmamaktadır.

Bir organizmayı değiştirmenin türlü yolları vardır. Bir gözünü kaybeden
balık veya apendiksini aldıran adam örneğinde olduğu gibi, organizmanın
anatomisini değiştirebilirsiniz. Metabolizmasını, örneğin ilaçlarla
değiştirebilirsiniz. İlişkiler yaratarak alışkanlıklarını değiştirebilirsiniz.
Normal öğretim de bu sonuncusunun bir özel halidir. Organizma çok yeni
olduğundan, öğretim dışında kalan eğitimde değişim sağlanabilir. Geri
zekalılık ile iyot eksikliği arasındaki bağlantı herkesçe bilinir. Belki
zeki kişilerin, yeterince temiz olmayan kaplarda oluşan bazı ender
bileşimlerin, yiyeceklerine çok az miktarda istenmeden karıştığı kimseler
olduğunu bir gün keşfedeceğiz. Ya da, belirleyici etken, belki de annenin
hamilelik dönemindeki beslenme yöntemidir. Bu konuda hiçbir şey bilmesem de semenderlerin eğitimi konusunda insanlarınkinden çok daha fazla bilgi sahibi olduğumuzu biliyorum. Bunun temel nedeni de semenderlerin ruhları olmadığını düşünmemizdir.

Erken eğitimin psikolojik yönüne doğumdan önce başlamak pek olanaklı değildir. Çünkü bu eğitim daha çok alışkanlıklar edinilmesiyle ilişkilidir; doğum öncesi alışkanlıklar ise doğum sonrasında, çoğu kez, işe yaramazlar. Ancak ilk yılların karakterin oluşmasındaki çok büyük önemi sanırım kuşku götürmez. Zihinsel konuların beden aracılığıyla ele alınmasını savunanlarla doğrudan ele alınmasını savunanlar arasında, bana göre tümüyle gereksiz olan bir çatışma vardır. Eski ekolden tıp adamları, Hıristiyanlığa içtenlikle inandıkları halde, materyalist olma eğilimindedirler; ruhsal bozuklukların bedensel nedenleri olduğuna, tedavinin de bu nedenleri gidererek yapılması gerektiğine inanırlar. Psikanalizciler ise, bunun tersine, hep psikolojik nedenler ararlar ve onlar üzerinde uğraşırlar. Bana göre, bütün bu gereksiz çatışmalar zihin-ve-madde dualizmi ile bağıntılıdır.

Bazen dipte yatan fiziksel nedeni, bazen de dipte yatan psikolojik nedeni
bulmak daha kolaydır. Ben, bunların her ikisinin de aynı zamanda var
olduğu ve belli bir durum söz konusu olduğunda, en kolay bulunabilecek olanı üzerinde durmanın akıllıca olacağı kanısındayım. Bir vakayı tentürdiyot sürerek, bir başkasını fobiyi ortadan kaldırarak tedavi etmekte bir tutarsızlık yoktur.

Politikaya psikolojik açıdan bakmaya çalıştığımızda, konuya doğal yaklaşım, sıradan insanların temel duygusal dürtülerini ve bunların çevrenin etkisiyle nasıl geliştirilebileceğini araştırarak işe başlamaktır. Yüz yıl
öncesinin Ortodoks ekonomistleri politikacının dikkate alması gereken yegane şeyin elde etmek güdüsü olduğunu düşünürlerdi. Bu görüş
Marx tarafından benimsenmiş ve tarihe ekonomik açıdan getirdiği yorumun
temelini oluşturmuştur. Bu görüş fizikten ve sanayileşmekten kaynaklanmıştır ve çağımızda fizik biliminin düş gücünü etkileyen egemenliğinin bir ürünüdür.

Günümüzde bu görüşü benimseyenler kapitalistler, komünistler, The Times gazetesi ve yargıçlar gibi saygın kurum ve kişilerdir. Bu son ikisi,
işsizlik tazminatıyla geçinen bir adamla evlenmek uğruna kazancını feda eden bir genç kadın görünce şaşkınlıklarını saklayamazlar. Onlara göre mutluluk gelir ile orantılıdır; evde kalmış varlıklı bir bayan evli bir yoksul
bayandan daha mutlu olmalıdır. Bu düşüncenin doğru olduğunu göstermek
için de evli yoksul bayana acı çektirmek için elimizden gelen her şeyi
yaparız.

Psikanalizciler de, Ortodoksluğa ve Marksizm'e karşı, insanın temel
dürtüsünün cinsellik olduğunu söylerler. Onlara göre elde etme dürtüsü
hastalık haline gelmiş bir tür cinsel sapıklıktır. Bu görüşün yandaşlarının
ekonomik görüşü destekleyenlerden çok farklı davranacağı ortadadır. Bazı
patolojik kişiler dışında herkes mutlu olmayı arzular; ancak insanların
çoğunluğu mutluluğu nelerin oluşturduğu konusunda o gün yaygın olan teoriyi kabullenir. Eğer zenginliğin mutluluk olduğunu düşünüyorlarsa, cinselliğin zorunlu olduğunu düşünmeleri durumunda davranacaklarından farklı davranacaklardır.

Ben her iki görüşün de tam doğru olmadığı; ancak ikincisinin birincisinden
daha az zararlı olduğu kanısındayım. Burada, ortaya çıkan mutluluğun  nelerden oluştuğu konusunda doğru bir teorinin önemi ortaya çıkıyor.

Meslek seçimi gibi önemli konularda kişi, büyük ölçüde, teorilerin
etkisinde kalır. Eğer yaygın olan teori gerçeğe uygun değilse, başarılı
kişiler mutsuz olacak, ama bunun nedenini bilmeyeceklerdir. Bu onları
öfkeyle dolduracak, bu öfke de bilinç-dışı olarak kıskandıkları gençleri
boğazlama arzusuna yol açacaktır. Çağdaş politikaların çoğu, her ne kadar ekonomik temellere dayanıyor görünseler de, aslında içgüdüsel doyum yokluğundan kaynaklanan öfkeye dayanmaktadır; bu doyum yokluğuna da, büyük ölçüde, revaçta olan hatalı psikolojik görüş neden olmaktadır.

Cinselliğin yeterli olduğunu sanmıyorum. Cinsellik engellendiği zaman,
özellikle politikada, önemli bir etken olur. Evlenmemiş yaşlı hanımlar,
savaş sırasında, biraz da genç erkeklerce ihmal edilmelerinden kaynaklanan, saldırgan bir tutuma girmişlerdir. Hala da anormal derecede kavgacıdırlar.

Ateşkesten hemen sonra trenle Saltash köprüsünden geçerken aşağıda demir atmış birçok savaş gemisi gördüğümü anımsarım. Kompartımandaki iki yaşlıca hanım birbirleriyle "Bunları böyle aylak yatar görmek ne üzücü," diye konuşuyorlardı. Doyurulmuş cinsellik ise politikayı artık etkilemez. Açlık ve susuzluğun politik açıdan daha önemli olduğunu söyleyebilirim.
Ailenin öneminden dolayı, ana-babalık son derece önemlidir. Rivers bunun
özel mülkiyetin kaynağı olduğunu bile öne sürmüştü. Ancak ana-baba olmak cinsellikle karıştırılmamalıdır.

Yaşamın korunmasına ve nüfusun artmasına hizmet eden güdüler yanında,
genellikle şan şöhret diyebileceğimiz şeyle ilgili başka güdüler
de vardır: güç tutkusu, kendini beğenmişlik, ve rekabet. Bunların politikada
çok önemli rol oynadığı su götürmez. Eğer politikanın yaşamı çekilmez hale getirmesini istemiyorsak, bu şan şöhret güdüleri dizginlenmeli ve kendi sınırlarını aşmamaları sağlanmalıdır.

Temel güdülerimiz iyi veya kötü değildirler; etik açıdan nötrdürler.
Eğitim onların iyi yönde biçimlendirilmesini amaçlamalıdır. Günümüzde
bile Hıristiyanların pek hoşlandıkları eski yöntem, güdüleri engellemeye
yöneliktir; yeni yöntem ise güdüleri, onlardan yararlanacak biçimde
şekillendirme yönündedir. Güç tutkusunu ele alalım: Hıristiyanlığın
öngördüğü alçakgönüllülüğü öğütlemenin bir yararı yoktur; o sadece bu
itiyi ikiyüzlülüğe dönüştürür. Yapılacak şey ona yararlı çıkış yolları
sağlamaktır. Doğuştan gelen güdüler bin bir yolla tatmin edilebilir -zulüm,
politika, ticaret, bilim sanat gibi. Kişi kendi becerisi doğrultusunda bir
yol seçerek güç tutkusuna bir çıkış yolu sağlar; gençliğinde edindiği
beceri türüne uygun şu veya bu mesleği seçer. Devlet okullarımızın tek amacı yalnız ve yalnız baskı altına alma tekniğini öğretmektir. Bunun sonucu olarak da beyaz ırkın sorumluluğunu yüklenen insanlar yetiştirmektedirler. Eğer bu insanlara bilim yapma olanağı tanınsa çoğu bunu yeğlerdi.

İki konuda ustalaşmış bir kimse genellikle bunlardan daha zor olanı
üzerinde çalışmayı yeğler; hiçbir satranççı dama oynamaz. Becerinin erdeme yardımcı olması bu yolla sağlanabilir.

Başka bir örnek olarak korkuyu ele alalım. Rivers tehlike karşısında gösterilen ve her biri belirli koşullarda geçerli olan dört tür tepki sayıyor:

1. Korkma ve Kaçma
2. Öfke ve Dövüşme
3. Şaşırtmaca
4. Paralize olma

Bunlar içinde en iyisinin üçüncüsü olduğu ortadadır; ancak, özel beceri sahibi olmayı gerektirir. İkincisi militaristler, erkek öğretmenler, rahipler, vb. tarafından "cesaret" adı altında övülür. Bütün yönetici sınıflar kendi bireylerinde bu tepkiyi, egemenlikleri altındaki toplumlarda da korkma ve kaçmayı oluşturmayı amaçlar. Aynı şekilde kadınlar da günümüze dek,
özenle, ürkek olacak şekilde yetiştirilmişlerdir. İşçi sınıfında taklitçilik ve sosyal uysallık şeklinde kendini gösteren aşağılık kompleksi günümüzde de mevcuttur.

Psikolojinin, güç sahiplerinin eline yeni yeni silahlar vermesi olasıdır. O zaman uysallığı ve ürkekliği yaygınlaştırabilecekler; kitleleri gittikçe daha
çok evcil hayvanlara dönüştürebileceklerdir. Güç sahipleri derken sadece sermaye sahiplerini değil, aynı zamanda sendika ve İşçi Partisi'ninkiler dahil, bütün görevlileri kastediyorum. Her görevli, elinde yetki bulunduran herkes, emri altındakilerin uysal olmalarını ister. Bu kimseler, emirleri altındakiler, kendilerinin ihsan etmek lütfunda bulunduğu şeyler için
minnettar olacak yerde, nelerle mutlu olacakları konusunda kendileri karar vermek isterlerse, öfkelenirler. Miras yoluyla geçiş ilkesi, geçmişte,
yönetici sınıfın çoğunluğunun tembel ve etkisiz kalmasını sağlamıştı. Bu başkalarına şans vermek demekti.

Eğer yönetici sınıf her nesilde kendi çabalarıyla yükselmiş en dinamik
kişilerden oluşursa, sıradan ölümlüler için durum çok karanlık olur. Böyle bir dünyada tembellerin, yani başkalarının işine karışmak istemeyenlerin haklarının nasıl savunulacağını kestirmek zordur. Gücün itişip kakışma karşılığında elde edildiği bir dünyada yumuşak başlı insanların da bir şansı olacaksa, gençliklerinde korkusuzluğu ve enerjik olmayı öğrenmeleri gerekli gibi görünüyor. Demokrasi belki de geçici bir evredir. Eğer öyleyse, psikoloji, kölelerin zincirlerini perçinlemeye hizmet edecektir. Bu nedenle, demokrasiyi, baskı tekniği kusursuzluğa erişmeden önce, güçlendirmek büyük önem taşımaktadır.

Başlangıçta sözünü ettiğim bilimin üç etkisine geri dönelim. Hükümet şeklinin ne olacağını bilmiyorsak iktidardakilerin psikolojiden nasıl
yararlanacaklarını da tahmin edemeyiz. Her bilim gibi psikoloji de
yetkililerin eline yeni silahlar, özellikle de eğitim ve propaganda
silahlarını verecektir. İleri psikolojik teknikler bunların ikisini de, karşı koymayı olanaksız kılan bir noktaya kadar geliştirebilir.

İktidar sahipleri barış istiyorlarsa barışçı, savaş istiyorlarsa savaşçı
bir toplum yaratabilirler. Aklı geliştirmek isterlerse akıl, aptallığı
geliştirmek isterlerse de aptallık üretebilirler. Bu bakımdan, geleceği
kestirmek olanaksızdır.

Psikolojinin, düş gücü üzerine birbirine karşıt iki tür etkide bulunması
olasıdır. Bir yandan, gerekirciliğin daha yaygın bir kabul görmesi beklenir.
Meteoroloji bilimi, yağmur duasından yarar bekleyenlerin çoğunun rahatını
kaçırmıştır; ama iyi kalplilik için dua etmek insanları pek rahatsız
etmemektedir. İyi kalpli olmanın nedenleri yağmurun nedenleri kadar
iyi bilinseydi aradaki fark da ortadan kalkardı. Bir Harley Street
uzmanına birkaç sterlin ödemekle bir ermiş olunabilseydi, kendini kötü
emellerden kurtarmak için bir doktor çağırmak yerine dua eden kişi ikiyüzlü olarak nitelenirdi. Gerekirciliğin yaygınlaşmasıyla çabada bir azalma, manevi tembellikte de bir artma olabilir -böyle bir etki mantıksal olmasa da. Bunun bir kayıp mı yoksa bir kazanç mı olacağını kestiremiyorum; çünkü, yanlış psikoloji ile bir arada giden manevi çabanın iyiliği mi yoksa kötülüğü mü artıracağını bilmiyorum.

Öte yandan, (psikolojinin düş gücü üzerindeki ikinci tür etkisi sonucu)
hem metafiziksel hem de etik maddecilikten kurtuluşa yol açılır. Genelde kabul görmüş ve uygulamada yararlı sonuç vermiş bir bilimin konusunu oluşturdukları için duygular daha çok önemsenirdi. Böyle bir etki, kanımca, tümüyle yararlı olurdu; çünkü mutluluğun nelerden kaynaklandığı konusunda benimsenmiş olan yanlış fikirleri ortadan kaldırırdı.

Psikolojinin keşif ve bulgular yoluyla yaşam biçimimizde yapabileceği
değişiklik konusunda bir tahmin yapmaya girişmiyorum; çünkü herhangi bir etki yerine bir başkasının görülmesini beklemek için bir neden göremiyorum.

Örneğin, en önemli etki, zencilere, başka hiçbir yeni beceri kazandırmadan beyazlar kadar iyi dövüşmeyi öğretmek olabilir.

Veya, tersine, zencileri doğum kontrolü uygulamaya teşvik etmek için
psikolojiden yararlanılabilir. Bu iki farklı olanak birbirinden çok farklı dünyalara yol açar; birinin mi yoksa ötekinin mi gerçekleşeceğini,
ya da ikisinin birlikte mi gerçekleşeceğini kestirmenin bir yolu da yoktur.

Son olarak: psikolojinin büyük pratik önemi, sıradan insanlara mutluluğun
nelerden oluştuğu konusunda daha doğru bir fikir verecek olmasındadır.
İnsanlar gerçekten mutlu olursa haset, öfke ve yıkıcı itilerle dolu olmazlar. Yaşamsal gereksinimler dışında, -en az işçiler için olduğu kadar orta sınıf için de- en büyük gereksinim cinsel özgürlük, çocuk sahibi olmak
özgürlüğüdür.

Kendileri mutluluğu kaçırmış olan ve başkaları için de öyle olmasını
arzulayan kötü niyetli insanların engellemesi olmasa, günümüzdeki bilgi
birikimi ile, içgüdüsel mutluluğu sağlamak herkes için kolaylaşırdı. Mutluluk yaygın olunca kendi kendisini koruyabilirdi; çünkü günümüzde tüm politikayı oluşturan nefret ve korkuya çağrı yanıtsız kalırdı.

Ancak, psikoloji bilgisi bir aristokrasinin eline geçer ve onun tarafından
kullanılırsa, bilinen kötülüklerin devamına ve yoğunlaşmasına yol
açacaktır. Dünya, ilk ortaya çıkmasından bu yana görülmemiş ölçüde mutluluk getirebilecek her türlü bilgiyle doludur. Ancak eski uyumsuzluklar,
açgözlülük, haset ve dinsel zulüm yolu kapatmaktadır. Sonucun ne olacağını bilmiyorum; fakat bunun insanoğlunun şimdiye kadar karşılaştığı her şeyden daha iyi ya da daha kötü olacağını tahmin ediyorum.


İnan Savaşları Tehlikesi

İnsanlık tarihi boyunca, her biri aceleci bir kişi tarafından tarihin anahtarı olarak yorumlanabilecek, çeşitli dönemsel salınımlar olagelmiştir.
Benim şimdi ele almak istediğim, sentez ve hoşgörüsüzlükten analiz ve
hoşgörüye, sonra yine geriye doğru olan salınımın, bunlar arasında
en önemsizi olmadığı kanısındayım.

Uygar olmayan kabileler hemen hep sentezci ve hoşgörüsüzdürler. Onlara
göre toplumsal geleneklerin dışına çıkılmamalıdır; yabancılara karşı
da büyük kuşku duyarlar. Helenik dönem öncesindeki uygarlıklar genellikle
bu özelliklere sahiplerdi. Özellikle Mısır'da, güçlü rahipler sınıfı ulusal geleneklerin koruyucusu durumundaydılar ve kendi uygarlıklarından
farklı olan Suriye uygarlığı ile temas sonucu Akhenaton'un (Akhenaton
(veya Amenhotep veya İkhnaton) (T.O. 1410?-1375?) Mısır hükümdarı. (ç.n.) benimsediği bozguncu kuşkuculuğu püskürtmeyi başarmışlardı. Minos uygarlığı (İ.Ö. 3000 ile 1100 yılları arasında Girit'te gelişen uygarlık. (ç.n.) dönemindeki durum ne olursa olsun analitik hoşgörünün tam olarak ilk kez görüldüğü dönem Grek çağıdır. Bu da, daha sonraki başka örneklerde de olduğu gibi, yabancılarla iletişim sağlayan ve onlarla iyi ilişkilere gereksinim duyan ticaretin doğurduğu bir sonuçtur.

Ticaret, son yıllara kadar, bir kişisel girişim konusu olmuştur. Ticarette önyargılar kazanç için bir engel, laissez faire (bırakınız yapsınlar) doktrini de başarının anahtarı sayılmıştır. Ancak bu ticaret ruhu, daha sonraları olduğu gibi, Grek çağında da her ne kadar sanatta ve düşüncede esin kaynağı olmuşsa da, askeri başarılar için zorunlu olan toplumsal bütünlüğü sağlayamamıştı. Bu nedenle Grekler önce Makedonya'ya, sonra da Roma'ya boyun eğdiler.

Romalıların sistemi, temelde sentezci; ayrıca, tam çağdaş bir şekilde,
yani teolojik açıdan değil emperyalist ve parasal açılardan, hoşgörüsüzdü.
Ancak Roma sentezciliği Grek kuşkuculuğu tarafından yavaş yavaş eritildi ve yerini Rönesans dönemine kadar dünyaya egemen olan, Hıristiyan ve Müslüman sentezlerine bıraktı. Rönesans Batı Avrupa'da kısa süren çok parlak bir entelektüel ve sanatsal döneme yol açtı; onu da politik kaos ve sade insanların bu türden saçmalıkları bırakıp din savaşlarında birbirlerini
öldürmek gibi ciddi işlere el atma kararlılığı izledi. Ticaretle uğraşan
İngiltere ve Hollanda, Reformasyon ve Karşı-Reformasyon hoşgörüsüzlüğünden ilk sıyrılan ülkeler oldular; onlar da birleşip Roma
yanlılarıyla savaşmak yerine birbirleriyle savaşarak hoşgörülerini kanıtladılar. İngiltere de, Eski Yunanistan gibi, komşuları üzerinde çözücü
bir etki yaptı ve bu ülkede demokrasi ve parlamenter rejim için gerekli olan ölçüde kuşkuculuk yavaş yavaş gelişti. Hoşgörüden yoksun bir çağda bu kurumlar ender olarak olanaklıdırlar ve bu nedenle de yerlerini faşizme ve Bolşevizm'e bırakma eğilimindedirler.

On dokuzuncu yüzyıl dünyası, genellikle sanıldığından daha çok, 1688
(Katolik kral James 2'ye karşı ayaklanma. (ç.n.) devriminde somutlaşan ve
John Locke (1632-1704) tarafından ifade edilen felsefenin bir ürünüdür.
Bu felsefe 1776'da Amerika'da ve 1789'da Fransa'da (1776: Amerikan
Bağımsızlık Bildirgesi, 1789: Fransız devrimi. (ç.n.) egemen oldu ve sonra
da bütün batı dünyasına yayıldı. İngiltere'nin sanayi devrimi ve Napolyon'u yenmesi sonucu kazandığı prestij bunda büyük etken olmuştur.

Bu durumda bir tutarsızlık olduğu ancak yavaş yavaş fark edildi. Locke'un
ve on dokuzuncu yüzyıl liberalizminin fikirleri sınai değil ticari nitelikteydi. Sanayiciliğin felsefesi, serüvenci denizaşırı tüccarlarınkinden tümüyle farklıdır. Sanayicilik sentezcidir; büyük ekonomik birimler oluşturur, toplumu daha organik hale getirir ve bireyci dürtülerin bastırılmasından yanadır. Bunun yanı sıra, sanayiciliğin ekonomik örgütlenmesi hep oligarşik nitelikte olmuş ve siyasal demokrasi ne zaman başarıya ulaşıyor
görünse onu etkisiz hale getirmiştir. Bu nedenlerle öyle görünüyor ki, her
yeni çağda olduğu gibi, rakip inanlar ve felsefeler arasında çatışmaya
götüren yeni bir sentezci hoşgörüsüzlük çağına girmekteyiz.

Bugün dünyada sadece iki tane büyük devlet vardır: Birleşik Amerika ve
Sovyetler Birliği. Bunların nüfusları birbirine eşit gibidir; etki alanlarındaki öteki ülkelerin nüfusları da öyle.

Batı Avrupa ile Amerika kıtasındaki diğer ülkeler Amerika Birleşik
Devletleri'nin; Türkiye, İran ve Çin'in büyük bölümü Sovyetlerin etki
alanındadır. Bu bölünme, Ortaçağ'daki Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki bölünümü andırmaktadır. Aynı türden inan farkı, aynı amansız düşmanlık, daha büyük ölçülerde olsa da, benzer bölge bölünümü söz konusudur. Ortaçağ'da, Hıristiyan devletler arasında, Müslüman devletler arasında nasıl savaşlar olduysa, bu iki büyük grup içinde de savaşlar olacaktır; ancak bu savaşların er veya geç, gerçek barış antlaşmalarıyla son bulmasını umabiliriz. Halbuki bu iki büyük grup arasında, sadece, her ikisinin de bitap düşmesi sonucu gerçekleşen ateşkes anlaşmaları yapılacaktır. İki taraftan birinin zafere ulaşacağını ya da çatışmadan bir yarar elde edeceğini sanmıyorum. Her iki grup da diğerini kötü niyetli olarak gördüğü ve ondan nefret ettiği için çatışmanın sürüp gideceği görüşündeyim.

Kuşkusuz, gelişmenin mutlaka bu yolda olacağını söylemiyorum. Bilim şimdi olduğundan çok daha ileri bir aşamaya ulaşıncaya kadar, beşeri olaylar söz konusu olduğunda, geleceğin belirsiz olması kaçınılmazdır. Ben, sadece, bu doğrultuda gidişe yol açabilecek etkin kuvvetler bulunduğuna dikkat çekiyorum. Bu kuvvetler psikolojik olduğundan insan kontrolü kapsamındadırlar.

Bu nedenle, gücü elinde bulunduranlar inan savaşları içeren bir gelecek
istemiyorlarsa onu önlemek de ellerindedir. Gelecek hakkında
salt fiziksel düşüncelere dayanmayan olumsuz bir kehanette bulunurken,
gelecekten söz eden kişinin amaçlarından biri de kendi tahminlerinin
yanlışlığını ortaya koymaları yolunda insanları çaba göstermeye yöneltmektir.

Kötülüğün habercisi, eğer insan sevgisi taşıyan bir kişiyse,
kendisine karşı nefret duyulmasını sağlamaya çalışmalı ve kehanetleri doğru  çıkmazsa çok üzüleceği izlenimini vermelidir. Bu girişten sonra inan
savaşlarına yol açan nedenleri; eğer onları önlemek istiyorsak alınması
gereken önlemleri gözden geçirelim.

Yakın gelecekte, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda yaşanan hoşgörüsüzlükten daha büyük ölçüde, etkin bir hoşgörüsüzlüğün var olacağı beklenmektedir. Bu beklentinin temel nedeni de
büyük ölçekli seri üretimin ucuzluğudur. Bunun tröstlere ve tekellere yol açacağı ise, en azından Komünist Manifesto kadar, eski ve herkesçe bilinen bir şeydir. Bizi şimdilik ilgilendiren, entelektüel bağlamda ortaya çıkacak sonuçlardır. Bugün düşünce kaynaklarını birkaç elde toplayarak onları kontrol altında tutma yolunda gittikçe artan bir eğilim vardır; bunun sonucu olarak da azınlığın düşünceleri etkili olarak dile getirilme şansını yitirmektedir.

Bu yoğunlaşma Sovyetler Birliği'nde, yönetimdeki parti yararına olarak, politik açıdan ve bilinçli olarak gerçekleştirilmiştir. Önceleri böyle bir
yönetimin başarılı olabilmesi kuşkulu görünüyordu; ancak yıllar geçtikçe başarı olasılığı giderek kuvvetlenmektedir. Ekonomik uygulamada
bazı ödünler verilmişse de ekonomik ve politik teoride ya da felsefi bakış açısında bu yapılmamıştır. Komünizm gittikçe daha çok gelecekteki
bir cennetle ilgilenen, günlük yaşam biçimiyle ise gittikçe daha az ilgilenen bir inana dönüşmektedir.

Bu inanı sorgulamadan kabul eden ve oluştuğu yıllarda onunla ilgili etkin bir eleştiri duymamış olan yeni bir kuşak yetişmektedir. Edebiyat, basın ve eğitim üzerinde şimdi uygulanan denetim bir yirmi yıl daha böyle sürerse
-sürmeyeceğini varsaymak için de bir neden yoktur- komünist felsefe enerjik kitlenin ezici çoğunluğunun kabul ettiği felsefe olacaktır. Buna
karşı gelenler de çıkacaktır. Bir yanda olayların, ulusal yaşamın genel gidişinin dışında kalan ve sayıları giderek azalan küskün yaşlılar;
öte yanda da, etkileri uzun yıllar önemsemeye değmeyecek düzeylerde kalan birkaç özgür düşünür. Özgür düşünürler her zaman var olmuşlardır -on üçüncü yüzyılda İtalyan soylularının çoğu Epikür yanlısıydı.

Bu kimseler ancak bazı rastlantısal hallerde, örneğin şimdiki Meksika'da olduğu gibi, fikirleri, ekonomik ve politik nedenlerle, önemli kesimler için
yarar sağladığında önem kazanırlar. Bu da Resmi Kilise'nin biraz sağduyu kullanmasıyla her zaman önlenebilir. Rusya'daki Resmi Kilise'den de bu kadarcık sağduyu göstermesi beklenebilir. Genç köylüler eğitimin yaygınlaşmasıyla sürüye katılmaktadırlar; köylülerin yaşantısında bireyselciliğe gittikçe daha çok ödün verilmesi de onların teoriyi benimsemelerini kolaylaştırmaktadır.

Ekonomik sistemin uygulanmasında ne kadar az komünizm olursa genellikle benimsenen inan da o kadar çok yaygınlaşacaktır. Bu süreç yalnız Rusya'ya ya da Sovyetler Birliği'ne dahil ülkelere özgü değildir. Çin de aynı süreç içine girmektedir; çok güçlenmesi de olasılık dışı değildir. Çin'de güçlü olan hangi hareket varsa -özellikle de milliyetçi hükümet- Rusya'nın etkisiyle başlamıştır. Güney ordularının askeri başarısı Rusların
yol göstermesiyle örgütlenen propaganda sayesinde gerçekleşmiştir. Eski dinlere -Budizm ve Taoizme- bağlı olan Çinliler politik bakımdan geri kafalıdırlar. Hıristiyanlar ise, yabancılara karşı, milliyetçileri rahatsız edecek ölçüde dostçadır. Aslında, milliyetçiler yerli olsun yabancı olsun bütün eski dinlere karşıdırlar. Rusya'nın yeni dini, hem "gelişme"nin son örneği olması, hem de siyasal bakımdan dost olan bir devletle, gerçekte yegane dost devletle ilintili olması nedeniyle, yurtsever aydınlara çekici gelmektedir. Bu yüzden Çin'in uygulamada komünizme geçmesi akla uzak geliyorsa da Bolşevik felsefesini benimsemesi pekala olasıdır.

İngilizlerin "geri kalmış" ülkelerle olan ilişkilerinde düştükleri en büyük yanılgı geleneklerin gücüne çok fazla güvenmek olmuştur. Çin'de, Çin klasiklerini oldukça iyi bilen, yaygın boş inanları anlayan, yaşlı ve tutucu okumuş yazmışlarla dostluk kurmuş birçok İngiliz bulabilirsiniz. Yeni Çin'i anlayan ve ona bilgisizce bir aşağılama ile bakmayan birisine ise pek rastlayamazsınız. Bu kimseler, Japonya'daki kabuk değiştirmeye rağmen, Çin'in geleceğini geçmişine bakarak değerlendirmeyi sürdürürler ve büyük ve hızlı bir değişimin olanaksız olduğunu varsayarlar. Bunun bir düş yanılgısı olduğundan eminim.

Japonya'da olduğu gibi Çin'de de, Batı'nın ekonomik ve askeri gücü Batı'ya prestij sağlamakla beraber, ondan nefret edilmesine de neden olmuştur. Rusya olmasaydı bu nefret etkisiz kalırdı. Ama şimdi Rusya, Batı egemenliğinden kurtulma konusunda bir model oluşturmakta ve az çok benzer bir yolda yürümek için Çin'e yardımcı olmaktadır. Bu koşullar altında hızlı bir değişim çok olanaklıdır. Daha önce eğitimsiz olan bir toplumda hızlı bir değişim her zaman kolaylıkla gerçekleştirilebilir; çünkü hükümetin saygınlığı ile desteklenen bir eğitim, gençlerin cahil büyüklerini küçümsemesine yol açar.

Bu nedenle, yirmi yıl sonra Bolşevik ideolojinin bütün Çin'de iktidara gelmesi ve Rusya ile yakın bir siyasal ittifak içine girmesi hiç de olasılık dışı değildir. Bu ideoloji, eğitim yoluyla, yavaş yavaş dünya nüfusunun yaklaşık yarısına aşılanacaktır. Bu arada öbür yarısında neler olabilir?

Yerleşmiş tutuculuğun statükoculuk ve gelenek avantajlarına sahip olduğu Batı dünyasında daha yumuşak yöntemler yeterlidir; gerçekten de mevcut yöntemler, genelde, belirli bir amaca yönelik olmadan ortaya çıkmışlardır. Ortaçağ kalıntılarının etkisi nedeniyle, çağdaş inan Avrupa'da katıksız haliyle görülmez. Sanayi kapitalizminin en özgür şekilde uygulandığı ve özelliklerini açıkça gösterdiği yer Amerika Birleşik Devletleri'dir. Dünya devletleri arasında en büyüğü Amerika olduğu için, Batı Avrupa da yavaş yavaş onun izinde gitmek zorunda kalmaktadır.

Bunu söylerken, örneğin Amerikan göçmen topluluklarında hala varlığını sürdüren, gerilerde kalmış bir Avrupa inanı olan tutucu Protestanlığı benimsememiz gerektiğini kastetmiyorum. Amerika'nın tarım kesimi, uluslararası önem taşıyan veya Amerika'nın geleceğine biçim verecek olan kesim değildir. Yeni ve önemli olan, sanayi inanıdır. Bu inan Rusya'da bir biçim, Amerika'da başka bir biçim almıştır. Dünya için önemli olan da bu ikisi arasındaki zıtlıktır.

Rusya gibi Amerika'nın ideali de gerçekleşmiş değildir; ama yine de değer yargıları teorik açıdan bu ideale uydurulmuştur. Rusya'nın ideali komünizmdir; Amerika'nın ideali ise serbest rekabet. Yeni ekonomi
politikası Rus idealine nasıl ayakbağı oluyorsa tröstler de Amerikan
idealine aynı şeyi yapmaktadır. Komünistler, örgütler bazında düşünür;
tipik Amerikalı da bireyler bazında. "Tahta kulübeden Beyaz Saraya"
sözleri genç politikacıların önüne koyulan idealin bir ifadesidir.

Ekonomik alanda buna benzer bir ideal de iş hayatında ilerlemeyi sağlayan sistemlerin reklamlarını esinler. Herkesin Beyaz Saray'da oturmasının veya şirket başkanı olmasının olanak dışı olması gerçeği, idealin bir eksikliği olarak düşünülmez; sadece, gençleri rakiplerinden daha çalışkan ve kurnaz olmaya iteleyen bir öge olarak algılanır. Amerika'nın henüz kalabalıklaşmadığı dönemlerde, çoğu kimsenin, başkalarının omuzlarına basmadan oldukça büyük başarılara erişmesi olanaklıydı. Şimdi bile, eğer amaçlanan şey güç değil de maddi refah ise,
Amerika'daki bir işçinin Avrupa'daki bir serbest meslek sahibinden
daha zengin olma olanağı vardır.

Ancak güç artık giderek bazı odaklarda yoğunlaşmaktadır ve dışlanmış
olanların da kendi paylarını istemeleri tehlikesi vardır. Ulusal
inancın bir bölümü bu tehlikeyi en aza indirecek şekilde planlanmıştır.
Napolyon-vari bir düstur, La carriere ouuerte aux talents (Mesleğin kapısı
yeteneklilere açıktır) sözleri çok işe yarar; gerisi başarıyı toplumsal
değil bireysel bir olgu olarak göstermeye kalır. Komünist felsefede hedef
bir kesimin ya da bir örgütün başarısıdır; Amerika'da ise bireyin başarısı.
Sonuçta, başarısız birey sosyal sisteme öfkelenmek yerine kendi yetersizliğinden utanç duyar. Alışık olduğu bireyci felsefe, toplu eylem sayesinde herhangi bir yarar sağlanabileceğini düşünmesini engeller. Bu
nedenle, gücü elinde bulunduranlara karşı bir muhalefet yoktur; bu da onları zenginleştiren ve dünya çapında etkili yapan bir sosyal sistemin tadını çıkarmakta özgür kılar.

İnsanların gerek duydukları şeylerin eşit olarak dağıtıldığı bir dönem hiçbir zaman var olmamıştır. Oturmuş bir sosyal sistemde, daha az şanslı olanların kaderlerini kabul etmelerini sağlayan bir sistem var olmalıdır; bu da genellikle bir tür inana dayanır. Ancak bir inanın, geniş bir kütle tarafından kabul edilmesini güvenceye almak için, bütün topluma, gözardı ettiği haksızlıkları karşılayacak ölçüde yarar da sunması gerekir. Amerika'da teknik gelişimi ve maddi refah düzeyinin yükselmesini sunar. Bu ikincisini sonsuza kadar sağlamaya gücü yetmeyebilir; ama bir süre daha başarma olasılığı vardır. Rusya'da ise, sadece sermaye sahiplerinin değil, herkesin yararına yönetilen bir sanayileşme kavramını sunar.

Rus işçisinin Amerikalı işçiye göre daha yoksul olduğu kuşkusuzdur. Ancak o başkalarını zenginleştirmek ve yüceltmek için gereksiz yere cefa çekmediğini, kendi hakkı olanı aldığını bilerek -en azından öyle sanarak avuntu bulur. Bunun da ötesinde, kendini, birbirleriyle mücadele eden
birimlerden birinin üyesi olarak değil, sıkı bir işbirliği içindeki bir toplumun bir birimi olarak hisseder.

Sanırım burada Amerika ve Rusya'daki inanların özüne inmiş oluyoruz. Protestan geleneği ve yüz yıl süren öncü ruhu ile yaşaması sonucu şekillenmiş olan bakış açısına göre, Amerika, yoksulluktan zenginliğe erişme yolunda girişilen bireysel uğraşın, başkasından yardım istemeden, bireysel çaba yoluyla yapılması gerektiğine inanır. Bir orman adamı gibi
vahşi doğa ile savaşmaktadır. Gerçekte rakipleri olan kişilerle savaşıyorsa da bu üzerinde durmaya değer bir konu değildir. Belki de, bütün yaşamı boyunca, maddi refah uğruna zihinsel dürüstlüğünü feda eden ve fikirlerini
özgürce ifade etmekten yoksun bir köle durumunda olacağını vurgulamak pek nazik bir davranış olmaz. Açıklamaması gereken düşüncelerin hoş
olmayan düşünceler olduğu ortadadır; bunlar konusunda dilini tutmaya zorlanması ise, yalnızca, anarşik dürtülere karşı sağlıklı bir sınırlama getirmek demektir. Orta yaşa geldiğinde kendisi de artık bu görüşle
tam bir uyum içindedir.

Rusya'da ise, bunun tersine Bizans Kilisesi, Tatarlar ve Çarlık, bireyin bir hiç olduğunu insanların beynine zaten damgalamıştır; daha önce Tanrı ya da Çar yoluna feda ettiği şeyler toplum uğruna daha kolay feda edilebilir. Rus komünistleri Batı'daki sempatizanlarından, temelde bireye saygı
duymamalarıyla ayrılırlar (Bkz. Rene Fülöp-Miller'in Geist und Gesicht der Bolschewismus - Bolşevizmin Ruhu ve Görünümü). Bu konuda ruha ve ölümsüzlüğe inanan Bizanslı seleflerinden daha katı olabilirler. Sovyet yöneticileri ruhu ortadan kaldırdıktan sonra Leviathan (İncil'de sözü edilen, bazen timsaha, bazen yılana, bazen de balinaya benzetilen deniz canavarı. (ç.n.) benzetmesini bir Hıristiyan'dan daha içtenlikle kabul edebilirler. Onlar için Batı'nın bireyselliği, Menenius Agrippa masalında olduğu gibi, bedenin çeşitli organlarını, kendi başlarına yaşamaları için ayırmak kadar abestir. Sanat, din, etik, aile konularına, daha doğrusu her konuya, bakış açıları bu temele dayanır.

Batı'daki sosyalistler, ara sıra, toplumun büyük öneminden, sanki onlar da aynı fikirdelermiş gibi söz ederler; ancak nadiren öyledirler. Örneğin, uzak bir yere göç eden bir adamın karısını ve çocuklarını birlikte götürmek istemesini doğal bulurlar. Çok daha katı olan Doğu komünistleri ise bunu sadece bir duygusallık olarak algılar. Çocuklarına devletin bakacağını, gideceği yerde eskisini aratmayacak yeni bir eş bulabileceğini söylerler.
Doğal sevginin gerekleri önemsiz sayılır. Gerçi kapitalist toplumlarda
bu tür şeyler günlük yaşamda hoşgörüyle karşılanır, ama teorilerine aynı ölçüde yansımaz. Lenin'in öğretilerinin bu söylediklerime ters düştüğü de doğrudur. Sanırım, bunun bir tutarsızlık olduğu, doğal insanın teori kabuğundan bir fışkırması olduğu kabul edilmelidir. Koyu bir komünistin, Lenin'in somut bir kişi olarak değil, bir Kuvvet'in somutlaşması olarak saygı gördüğünü söyleyeceğini düşünüyorum. O da, zamanla, teorik olarak, Logosb kadar soyutlaşabilir.

Rus felsefesinin yavaş yavaş ya da bir anda, Batı'ya egemen olacağını düşünenler olmuştur. İlk bakışta önemli görülebilecek bazı düşünceler
bu görüşü desteklemektedir. Komünist felsefenin sanayi toplumuna kapitalist felsefeden daha uygun olduğu kuşku götürmez; çünkü sanayileşmenin bireylerden çok, örgütlerin önemini artırması kaçınılmazdır. Bundan başka, toprak ve doğal kaynak mülkiyetinin sanayiden çok tarım
rejimine özgü olması doğaldır. Toprağın özel mülkiyeti iki yoldan edinilmiştir: birisi, her yerde kılıç hakkına dayanan aristokratik yol, ikincisi
de, çiftçinin işlediği toprağa sahip olma hakkına dayanan demokratik yol. Bir sanayi toplumunda bu iki hak da mantıksız ve anlamsızdır.

Maden sahiplerinin, madeni işletenlerden pay almaları ve kentsel taşınmaz mal sahiplerinin kira almaları uygulaması aristokratik yoldan edinilen toprak mülkiyetinin anlamsızlığını ortaya koymaktadır; çünkü mal sahibinin elde ettiği gelirin herhangi bir toplumsal yararı olduğu söylenemez. Toprağı işleyen köylünün o toprağa sahip olma hakkı da aynı ölçüde anlamsızdır.
Bir Boer çiftçisinin toprağında bulduğu altından elde ettiği zenginlik onun topluma yaptığı herhangi bir hizmet nedeniyle kazanılmış değildir.

Kente yakın bir yerde çiftlik sahibi olan kişinin o bölgenin kentleşmesiyle elde ettiği zenginlik için de aynı şey geçerlidir. Yalnız özel mülkiyet
değil ulusal mülkiyet bile aynı kolaylıkla anlamsız sayılabilir. Mısır ve Panama Cumhuriyeti'nin kendi topraklarındaki kanalların kontrolünü elde
tutmaları gerektiğini öne sürmek saçmadır; gelişmemiş ülkelerin topraklarında bulunan petrol gibi şeylerin kontrolünde mutlak hakları olduğunu öne sürmek de kötü sonuçlara yol açmaktan başka bir şeye yaramaz. Önemli hammaddelerin uluslararası bir yönetim altına alınması yolundaki teorik sav son derece çekicidir; zengin eşkıyanın hammaddelerden yararlanma için dünyayı haraca bağlamasını kabullenmemize yol açan tek şey tarımsal gelenektir.

Sanayi toplumları tarım toplumlarına kıyasla çok daha sıkı bağlantılar içindedirler ve kişilere verilecek yasal yetkiler, tarım toplumlarında büyük
sakıncalara yol açmasa da sanayi toplumları için son derece tehlikeli olurlar. Ayrıca, sosyalistlerin safında yer alan haset duygusuna (başka deyişle adalet duygusuna) da yol açacağı ortadadır. Bütün bu düşüncelere
karşın, önümüzdeki yüz yıllık bir süre içinde sosyalist görüşün Amerika'da yaygınlaşacağını sanmıyorum. Amerika sosyalist düşünceyi benimsemediği sürece de onun ekonomik yörüngesindeki hiçbir ülkenin,
sosyalizmi en ufak bir ölçüde bile uygulamasına izin verilmeyecektir. Bunun örneği Dawes Planıs uyarınca Almanya'da demiryollarından, devlet
mülkiyetinin kaldırılması sırasında yaşanmıştı.

Amerika'nın sosyalist olmayacağını söylemem, Amerika'daki refahın süreceği yolundaki inanışım nedeniyledir. Amerika'daki bir işçi sosyalist ülkelerdeki bir işçiden daha zengin olduğu sürece, kapitalist propagandanın değişim yanlısı savları çürütmesi mümkün olacaktır. Bu bağlamda, daha önce sözünü ettiğim geniş-ölçekli-üretim ekonomileri son derece büyük önem taşımaktadır. Aralarında anlaşmış basın, milyonerlerin parasal destek verdiği yüksek öğretim, milyonerlerin bağışlarından yararlanan ve kilisenin kontrolünde olan ilköğretim, reklam yoluyla hangi kitapların daha çok satacağını kararlaştıran ve bu kitapları az sayıda basılabilen kitaplardan daha ucuza maleden iyi örgütlenmiş kitap yayıncılığı, radyo, ve hepsinden çok, bütün Batı dünyasında gösterilerek kazanç getiren çok pahalı filmlerin yapıldığı sinema: bütün bunlar tekdüzeliğe, düşünce ve haberlerin bir merkezden yönetimine, yalnızca güç odaklarınca onaylanan inanç ve felsefelerin yayılmasına olanak sağlamaktadır.

Bu tür propagandaların bütünüyle kaçınılmaz ve sonuçta karşı koyulmaz olduğunu sanmıyorum. Ancak, kanımca, önerdiği rejim sıradan insanlara
başarılı olduğu izlenimini verdiği sürece, bu propagandanın etkisini sürdürmesi olasıdır. Savaşta yenilgiye uğramak, ki bu herkesin anlayabileceği bir başarısızlık işaretidir, rejimi sarsabilir; ancak, Amerika'nın bir savaşta yenilme olasılığı şimdilik yoktur. Bu nedenle, İngiltere'nin başarılı olduğu on dokuzuncu yüzyılda parlamenter yönetim
tarzına gösterilen yaygın bağlılığı Amerika'daki Amerikan sistemi için de bekleyebiliriz. Eskimiş anlamıyla teolojik görüş ayrılıkları Doğu ile Batı arasındaki ekonomik inan ayrılıklarını, kuşkusuz, daha da güçlendirecektir.
Amerika'nın Hıristiyanlığı, Doğu'nun ise Hıristiyan-karşıtlığını sürdürmesi beklenebilir.

Evlilik ve aile konularında, Amerika'nın Hıristiyan doktrinlerine karşı yapmacık bağlılığını sürdürmesi, Doğu'nun da bunları köhne boş-inanlar olarak algılaması beklenebilir. İki tarafta da geniş ölçüde ve acımasızca haksızlıklar yapılacağı; her iki tarafın da ötekindeki bu haksızlıklardan haberdar, kendisindekilerden ise habersiz olması beklenebilir. Örneğin,
pek az Amerikalı Sacco ve Vanzetti (Nicolo Sacco ve Bartolomeo
Vanzetti: İtalyan asıllı Amerikalı anarşistler. Gasp ve öldürme suçlarından dolayı 1920'de gerçekleşen idamları uluslararası protestolara neden olmuş; çoğu kişi onları politik önyargıların kurbanları olarak nitelemiştir. (ç.n.)
hakkındaki gerçeği bilir. Başka birisinin suçu kendi işlediğini itiraf etmesine ve kanıtları toplayan polisin bunların "tertip" olduğunu kabul etmesine karşın, adam öldürmek suçundan ölüme mahkum edilmişlerdi. Suçu itiraf eden kişinin bozuk sicilli olması yeni bir dava açılmasının reddedilmesinin nedenlerinden biriydi. Anlaşılan, Amerikan yargıçlarına göre sadece iyi karakterli kişiler cinayet işliyorlar. Sacco ve Vanzetti'nin gerçek suçları ise anarşist olmalarıydı. Bütün bunlar, kuşkusuz, Rusya'da da bilinmektedir ve kapitalistlerin adaleti konusunda olumsuz düşüncelere yol açmaktadır.

Bunun gibi, Rusya'daki patriklerin ve sosyal devrimcilerin duruşmaları da Amerika'da bilinmektedir. Böylece, her iki taraf da diğerinin kötülükleri
hakkında bol bol kanıt toplamakta; ancak kendi ülkelerindeki kötülüklerden habersiz kalmaktadır.

Bir süre önce California Üniversitesi'nde bir profesörle tanıştım; Mooneyı (Tom Mooney (1882?-1942): Bir bombalama suçlamasıyla 1916'da mahkum edilip 1939'da affedilen Amerikalı sendika lideri. (ç.n.) adını hiç duymamıştı. Mooney işlememiş olabileceği bilinen bir adam öldürme suçundan dolayı bir California cezaevinde yatmaktaydı. Kerenski rejimi sırasında Rus hükümeti bu dava hakkında Amerikan hükümeti nezdinde resmi girişimde bulunmuş ve Başkan Wilson'un görevlendirdiği soruşturma komitesi onun suçlu olduğunu gösterecek kanıtlar bulunmadığını bildirmişti. Ancak o bir komünistti.

Böylece görülüyor ki, düşünceden dolayı yapılan zulme her ülkede göz yumulmaktadır. İsviçre'de bir komünisti öldürmek yasal olduğu gibi, bunu yapan kişi bir daha cinayet işlerse, sabıkası olmadığı gerekçesiyle beraat eder. Bu tutuma karşı, Sovyet Cumhuriyeti dışında, hiçbir ülkede tepki
gösterilmemektedir. Bu bağlamda, kapitalist ülkeler içinde en iyisi Japonya'dır. Orada, iki ünlü anarşisti ve onların küçük yeğenlerini -oğulları sanarak- karakolda boğarak öldüren polis, bir kahraman haline gelmesine ve okul çocuklarına onu öven kompozisyonlar yazdırılmasına karşın, hapse mahkum edilmişti.

Bütün bu nedenlerle, mevcut rejimin sokaktaki insana başarılı göründüğü ya da Amerikan ekonomik etkisinin egemen olduğu bir ülkede, yakın bir gelecekte komünist inanının benimsenmesi olasılığını görmüyorum. Tam tersine, statükonun korunması için, güç odaklarının gittikçe daha tutucu olmaları ve toplumdaki bütün tutucu güçleri desteklemeleri olası görünüyor. Bu odakların en güçlüsü de, kuşkusuz dindir. Almanya'da krallığın mal varlığı hakkındaki halk oylamasında, kiliseler bunların kamulaştırılmasının Hıristiyanlığa aykırı olduğu konusunda resmen karar aldı. Böyle kararlar ödüllendirilmeyi hak ederler. Kuşkusuz ödüllendirileceklerdir de.

Kapitalist ülkelerde, eğitimin zenginler yararına olacak biçimde, daha sıkı kontrolünü sağlamak amacıyla, örgütlenmiş dinin, özellikle de Katolik Kilisesi'nin, gittikçe daha da güçlenmesi beklenebilir. Bu nedenle, Batı ile Rusya arasında temelde ekonomik olan karşıtlığın giderek bütün inanç alanlarına yayılması olasıdır. İnanç sözü ile kastettiğim, doğrulukları kanıtlanmamış olan konularda var olan dogmatik kanılardır. Kuşkusuz, bütün bu kötülükler bilimsel yaklaşımın, yani kanıları önyargılar yerine kanıtlarla oluşturma alışkanlığının yayılmasıyla önlenebilir. Ancak, her ne kadar sanayide de bilimsel teknik gerekliyse de, bilimsel yaklaşım daha çok ticaretle ilintilidir; çünkü zorunlu olarak bireyseldir ve iktidarın etkisinde
değildir.

Bu nedenle bilimsel yaklaşımın, sadece, çağdaş yaşamın ana mecrası dışında kalan Hollanda, Danimarka, İskandinavya gibi küçük ülkelerde
varlığını sürdürmesini bekleyebiliriz. Öte yandan, bir yüzyıl kadar sürecek bir çatışma döneminden sonra, Otuz Yıl Savaşları sonrasında olduğu gibi, her iki tarafın giderek yorgun düşmesi de olasılık dışı değildir. O zaman sıra yine dogmatik konularda geniş görüşlü olan kişilere gelecektir.

Önümüzdeki mücadele konusunda benim kişisel tutumum Erasmus'unkin gibidir: iki tarafı da bütün kalbimle desteklemem olanaksızdır. Birçok noktada Amerikalı büyük sermaye sahiplerinden çok, Bolşeviklerle aynı fikirdeyim; ancak onların felsefesinin kesin doğru olduğuna ya da mutlu bir dünya yaratabileceğine inanamıyorum. Rönesans'tan bu yana hep
yükselişte olan bireyciliğin çok ileri gittiğini; eğer sanayi toplumlarının istikrarlı olması ve sıradan kadın ve erkekleri yaşamlarından hoşnut
kılması isteniyorsa, daha güçlü bir işbirliği ruhuna gerek olduğunu kabul ediyorum. Bolşevik felsefesindeki güçlük, örgütlenme ilkelerinin
ekonomiye dayanmasından; buna karşılık, insan içgüdüleriyle uyumlu olacak gruplaşmaların biyolojik nitelikte olmasından kaynaklanmaktadır.
Aile ve ulus biyolojik, tröst ve sendika ekonomiktir. Biyolojik gruplaşmaların günümüzde yol açtığı kötülükler yadsınamaz; ancak ben toplumsal sorunların bu grupları oluşturan içgüdüleri yok sayarak çözülebileceğine inanmıyorum.

Eminim ki, örneğin, bütün çocuklar ana-babanın katkısı olmadan devlet
kurumlarında eğitilirlerse; kadın ve erkeklerin büyük bir bölümü hem çaba gerektiren faaliyetler için gerekli dürtüyü yitirirler, hem de bir huzursuzluk ve can sıkıntısı içine düşerler. İfadesini kara ve deniz kuvvetlerinde bulmayan milliyetçiliğin de bir yeri vardır; ona uygun alan da siyasal değil, daha çok kültüreldir. İnsanlar eğitimin ve kurumların etkisiyle büyük
ölçüde değişebilirler. Ancak bu değişim temel içgüdüleri saptıracak şekilde gerçekleşirse sonuç canlılığın yitirilmesi olur. Bolşevikler psikolojik önemi olan tek güdü ekonomik içgüdüymüş gibi konuşurken kesinlikle yanılmaktadırlar.

Batı'nın rekabete dayalı toplumu da bu yanılgıyı paylaşır; ancak Batı bu konuda daha az açık sözlüdür. Çağımızın temel yanılgısı, bana göre, yaşamın ekonomik yönünün gereğinden çok vurgulanmasıdır. Kapitalist ve komünist felsefelerin her ikisinin de, biyolojik gereksinimleri dikkate
almadıkları için yetersiz oldukları kabul edilmedikçe aralarındaki çatışmanın son bulacağını sanmıyorum.

Bu çatışmanın şiddetini azaltmaya gelince, bildiğim en iyi şey liberallerin vaktiyle benimsedikleri paroladır. Ancak bunun yetersiz olduğunun da farkındayım. Gerekli olan, düşünce özgürlüğünün ve düşünceleri yayma fırsatının varlığıdır. Zorluklara yol açan, özellikle bu ikincisidir. Bir düşüncenin geniş ve etkin biçimde yayılmasını sağlayan mekanizma mutlaka ya devletin ya da büyük sermaye kuruluşlarının elindedir. Demokrasi ve eğitim sahneye çıkmadan önce bu pek de gerçek değildi: etkili fikirler pahalı çağdaş propagandanın aracılığı olmadan erişilebilen, ufak bir azınlıkla sınırlıydı. Ancak tehlikeli ve yıkıcı buldukları, gerçek
ahlaka aykırı gördükleri fikirlerin yayılması için para ve emek harcamak ne devletten ne de büyük sermaye kuruluşlarından beklenebilir.

Devlet de uygulamada en azından sermaye kuruluşları kadar, dalkavukluğa alışmış, önyargıları kemikleşmiş, çağın düşünce dünyasında yaşamsal olan her şeyden habersiz, budala bir ihtiyar gibidir. Böyle eski kafalı insanların sansüründen geçmeyen hiçbir yenilik öne sürülemez. Gerçi gizli kapaklı yayınlar da yapılabilir; ancak, bu da sadece gizli kapaklı okuyucu
çeker.

Çağdaş iş dünyasındaki genel eğilim işletmelerin birleşmesi ve merkezileşmesi yönünde olduğundan, tehlike gittikçe büyümektedir.
Genellikle benimsenmeyen bir amaç için geniş çapta propaganda sağlamanın tek yöntemi kadınlara oy hakkı verilmesini savunanların
uyguladığı yöntemdir. Ancak bu yöntem konu basit ve duygusal olursa geçerlidir; karmaşık ve tartışmaya götürür türden olursa, değil. Bu
nedenle, resmi ve resmi olmayan sansürün etkisi, muhalefeti rasyonel yerine duygusal kılmak, bir yeniliğin lehinde ve aleyhinde olan kanıtları, serinkanlılıkla tartışmak yerine geniş kitlelerin anlamayacağı karmaşık bir duruma getirmektir.

Örneğin, ucuz hazır ilaçların adlarını veren resmi bir tıbbi yayın vardır; ancak hiçbir gazete ondan söz etmez; hemen kimse varlığından
haberdar değildir. Öte yandan bütün ilaçların aynı ucuzlukta olduğunu öne süren Christian Scientists (Hıristiyan Bilimciler) halka ulaşma olanağına sahiptir. Politikada da buna benzer şeyler olur. Aşırı uçlardaki fikirler halka
ulaşır; ılımlı ve rasyonel fikirler ise yetkililerin muhalefetine değmeyecek kadar sıkıcı sayılır.

Ancak bu kusur İngiltere'de öteki ülkelerin çoğundan daha azdır. Çünkü İngiltere öncelikle bir ticaret ülkesidir ve ticaretin bir parçası olan özgürlük tutkusunu korumuştur.

Kuşkusuz, yetkililer gerek duyarlarsa, çareler de bulunabilir. O zaman, insanları yurtseverlik ve sınıfsal önyargı ile eğitmek yerine, kanıt ve verileri değerlendirme yetisini artıracak ve rasyonel kararlar alacak şekilde
eğitmek de olanaklı olur. Belki zamanla insanlar zekanın toplum için değerli bir şey olduğunu fark edeceklerdir. Ancak ben bu gidişe işaret
eden bir hareket gördüğümü söyleyemiyorum.

 

1      2      3      4      5      6