Toplum İçinde Özgürlük
Topluluklar halinde yaşayan insanlar için özgürlük ne ölçüde
olanaklı ve
ne ölçüde arzu edilir bir şeydir? Bu genel sorun üzerinde durmak
istiyorum.Konuya tanımlarla
başlamak yerinde olacaktır. "Özgürlük" birçok anlamda
kullanılan bir sözcüktür; tartışmanın yararlı olması için
bunlardan biri
üzerinde karar kılmak gerekir.
"Toplum" sözcüğü daha az belirsizdir; ancak onun da bir tanımını
yapmak
fena olmaz. Sözcükleri hoşumuza giden anlamlarda kullanmanın iyi
bir şey
olduğunu sanmıyorum. Örneğin, Hegel ve onun ardılları "gerçek"
özgürlüğün genelde "ahlak yasası" olarak adlandırılan polise itaat
hakkından ibaret olduğunu düşünürler. Kuşkusuz, polis de kendi
üstlerine itaat etmelidir.
Ancak, bu tanım bize devletin kendisinin nasıl hareket edeceği
konusunda
yardımcı olmuyor. Bu görüşü savunanlar devletin de temelde ve
tanımı gereği kusursuz olduğunu ileri sürerler. Bu anlayış,
demokrasinin var olduğu ve hükümet şeklinin siyasal partilere
dayandığı ülkelere uygun düşmüyor. Çünkü böyle ülkelerde ulusun
belki yarısı hükümetin kötü olduğu kanısındadır. Öyleyse, özgürlük
yerine "gerçek" özgürlüğü koyarak işin içinden çıkamayız.
Özgürlük, en soyut anlamıyla, isteklerin gerçekleşmesini önleyen
dış
engellerin yokluğu demektir. Bu soyut anlamda, gücü en üst düzeye
çıkararak veya istekleri en alt düzeye indirerek özgürlük
artırılabilir.
Birkaç gün yaşayıp sonra da soğuktan ölen bir böcek bu tanıma göre
tam özgür sayılabilir. Soğuk onun isteklerini değiştirebileceği
için, olanaksızı
başarmak gibi bir isteği bir an bile olmayacaktır. Bu tür bir
özgürlüğe kavuşmak insanlar için de olanaklıdır. Sonradan
komünizmi
benimseyip Kızıl Ordu'da Komiser olan genç bir Rus aristokrat bana
İngilizlerin Ruslar gibi fiziksel bir deli-gömleğine gerekleri
olmadığını;
çünkü onlara zihinsel bir deli-gömleği giydirilmiş bulunduğunu,
ruhlarının eli kolu bağlı olduğunu söylemişti.
Galiba bunda bir gerçek payı var. Dostoyevsky'nin konu aldığı
kişiler,
kuşkusuz, gerçek Ruslara tamı tamına benzemezler. Ancak onlar
sadece bir Rus'un yaratabileceği kişilerdir; her türlü garip ve
şiddetli isteklere
sahiptirler, normal bir İngiliz ise bunlardan bağımsızdır -en
azından
bilinçli yaşamında. Herkesin birbirini boğazlamak istediği bir
toplumun daha
barışçıl istekleri olan bir toplum kadar özgür olamayacağı
ortadadır. O halde, istekleri değiştirmekle de güç artışı kadar
özgürlük artışı sağlanabilir.
Bu görüşler siyasal düşüncenin her zaman karşılayamadığı bir
gereksinime, yani "psikolojik dinamikler" denilebilecek bir
gereksinime işaret ediyor. Politikada, insan doğası hep dış
koşulların ona uydurulması gereken bir başlangıç noktası olarak
kabul edilegelmiştir. Gerçekte ise, dış koşullar insan doğasını
değiştirir; karşılıklı etkileşim ile aralarında bir uyum
sağlamaya çalışılır. Bir ortamdan alınıp birdenbire bir başka
ortama konulan
bir kimse özgür değildir. Ama bu yeni ortam, ona alışmış olanlara
özgürlükler sağlayabilir. Bu nedenle, özgürlük konusunu, değişen
ortamla
birlikte isteklerin de değişebileceğini hesaba katmadan ele
alamayız.
Bu durum, bu özgürlüğe ulaşmayı bazen daha da güçleştirir. Çünkü
yeni
bir ortam, eski istekleri gerçekleştirse bile, karşılanması
olanaksız yeni
isteklere yol açabilir. Birçok yeni gereksinime yol açan
sanayileşmenin
doğurduğu psikolojik etkiler bu olasılığa örnektir. Kişi bir
otomobil
alamadığı için hoşnutsuz olabilir; yakında hepimiz birer özel
uçağımız
olmasını isteyeceğiz. Kişi bilinç-dışı isteklerden dolayı da
hoşnutsuz olabilir. Örneğin Amerikalıların da dinlenmeye
gereksinimleri
vardır; ama onlar bunun farkında değildirler. Bu durumun,
Amerika'daki
suç dalgasının önemli bir nedeni olduğu kanısındayım.
İnsanların özlemleri değişir nitelikte olsa da, evrensel
diyebileceğimiz
bazı temel gereksinimler vardır: yemek, içmek, sağlık, giyinme,
barınma,
seks ve çocuk sahibi olma bunların başlıcalarıdır. Giyinme ve
barınma sıcak iklimlerde mutlaka gerekli değildir; ancak tropik
bölgeler
dışındaki yerlerde listeye alınmalıdırlar. Özgürlük başka şeyler
de içerse
bile, özgürlük için zorunlu olan bu listedekilerin birinden yoksun
olan kişi kesinlikle özgür değildir.
Bu da bizi "toplum"un tanımına götürüyor. Yukarıda sözü edilen
asgari
özgürlüğün toplum içinde yaşayan bir insan için, bir Robinson
Crusoe'dan
daha iyi bir şekilde sağlanabileceği açıktır. Gerçekten, cinsellik
ve çocuk
sahibi olmak temelde toplumsal olaylardır. "Toplum" bazı ortak
amaçlar için işbirliği yapan bireylerin topluluğu olarak
tanımlanabilir. İnsanlar
açısından en ilkel toplumsal grup ailedir. Ekonomik toplumsal
gruplar oldukça eskidir; savaşta işbirliği içinde olan gruplar pek
o kadar ilkel sayılmaz. Ekonomi ve savaş, çağdaş dünyada toplumsal
birleşmenin başlıca nedenleridir. Aile veya kabileden daha büyük
toplumsal birimler sayesinde hemen hepimiz fiziksel
gereksinimlerimizi daha iyi karşılayabiliyoruz.
Toplum bu anlamda özgürlüğü artırmıştır. Örgütlü devletin
düşmanlarımızca
öldürülmemiz olasılığını azalttığı da düşünülür; ancak bu kuşku
götürür bir
konudur.
Bir insanın isteklerini bir başlangıç noktası olarak alırsak, yani
psikolojik dinamikleri gözardı edersek, onun özgürlüğüne karşı
olan
engellerin iki tür olduğunu görürüz: fiziksel ve toplumsal. Çok
basit bir
örnek alalım: Toprak insanların yaşaması için yeterli miktarda
ürün
vermeyebilir; ya da öbür insanlar onların yiyecek bulmalarına
engel
olabilir. Toplum özgürlük önündeki bu fiziksel engelleri azaltır;
buna
karşı toplumsal engeller koyar. Ancak burada toplumun isteklerimiz
üzerinde yaptığı etkileri dikkate almazsak yanılgıya düşeriz.
Karıncaların ve
arıların, her ne kadar örgütlenmiş toplumlarda yaşıyorlarsa da,
toplumsal
görevleri olan eylemleri her zaman kendiliğinden
gerçekleştirdikleri
varsayılabilir. Aynı şey sürü halinde yaşayan üst türden
hayvanların çoğu
için geçerlidir. Rivers'a göre Melanesia yerlileri için de
geçerlidir. Bu
durum büyük ölçüde kolay-etki-altında-kalma ile, ve az çok
ipnotizma
olayına benzeyen etkenler ile bağıntılıymış gibi görünüyor.
Bu yapıdaki insanlar özgürlüklerini yitirmeden işbirliğine
girebilirler;
yasalara da pek gerek duymazlar. Tuhaftır ki, yerlilerden çok daha
ileri
toplumsal örgütlenmeye sahip oldukları halde, uygar insanlar
içgüdüsel
eylemlerinde daha az toplumsal davranmaktadırlar. Toplumun onların
eylemleri üzerindeki etkisi yerlilerde olduğundan çok daha
yüzeyseldir. Özgürlük sorununu tartışmalarının nedeni de budur.
En uygar toplumlarda bile toplumsal işbirliğinin içgüdüsel bir
nedeni
olduğunu yadsımıyorum. İnsanlar komşuları gibi olmak, onlar
tarafından
sevilmek isterler; taklit ederler ve etki altında kalarak yaygın
olan
davranış tarzlarını onlar da benimserler. Bununla beraber,
insanların uygarlık düzeyi yükseldikçe bu etkenlerin gücü azalıyor
gibi.
Söz konusu etkenler okul çocuklarında büyüklerde olduğundan çok
daha
güçlüdürler; genellikle de zeka düzeyi en düşük olanlar üzerinde
en büyük
güce sahiptirler. Toplumsal işbirliği, sürü içgüdüsü diye
adlandırılan şey
yerine, bu işbirliğinin yararlarının kavranmasına gittikçe daha
çok
bağlı olmaktadır. İlkel yerliler arasında kişisel özgürlük sorunu
yoktur;
çünkü öyle bir gereksinimleri yoktur. Bu sorun uygar insanlar için
vardır ve uygarlık arttıkça sorun da daha acil bir hal almaktadır.
Özgürlük önündeki fiziksel engellerden kurtulmada devletin
yardımcı
olabileceğinin giderek açıklık kazanmasına paralel olarak,
insanların
yaşamlarını düzenlemede devletin oynadığı rol de sürekli
artmaktadır.
Uygarlaşmayı durdurmadığımız sürece, toplum içinde özgürlük
sorununun daha da ağırlaşması olasıdır.
Yalnızca devleti küçültmekle özgürlüğün artırılamayacağı
ortadadır. Bir
kimsenin istekleri çoğu zaman bir başkasınınkiyle bağdaşmaz;
anarşi güçlü için özgürlük, zayıf için de kölelik demektir. Devlet
olmasaydı açlık ve
çocuk ölümleri nüfus artışını önler, dünya nüfusu şimdikinin onda
biri
kadar bile olamazdı. Bu da uygar toplumlarda normal zamanlarda var
olan toplumsal köleliğin en kötüsünden çok daha vahim olan
fiziksel köleliği getirmek demek olurdu. Üzerinde durmamız gereken
sorun devletten nasıl kurtulunacağı değil, onun yararlarının,
özgürlükleri en az zedeleyecek şekilde nasıl güvenceye
alınabileceğidir. Bu da fiziksel ve toplumsal özgürlükler arasında
bir denge sağlamak demektir. Daha yalın olarak ifade edersek: daha
iyi beslenme ve sağlık için ne ölçüde devlet baskısını göze
almalıyız?
Bu sorunun yanıtı, uygulamada, çok basit olan bir başka soruya
dönüşür: Sağlık ve yiyeceğe biz mi sahip olacağız, yoksa bir
başkası mı?
Kuşatma altındaki 1917 İngiltere'sindeki halkın ne ölçüde olursa
olsun devlet baskısına razı oldukları görülür. Çünkü bunun
herkesin yararına olduğu ortadaydı. Ancak bir kimse devlet baskısı
altında kalır, yiyecek de bir başkasına giderse soru çok değişik
bir görünüm alır. Bu da bizi kapitalizm ile sosyalizm arasındaki
tartışmalara götürür. Kapitalizmi savunanlar hep liberalizmin
kutsal ilkelerini öne sürerler; bunlar da şu düsturda ifadesini
bulur: Şanslılar Şanssızlara zulüm yapmaktan alıkonulmamalıdır.
Bu düstura dayanan laissez-faire (bırakınız yapsınlar) liberalizmi
anarşi
ile karıştırılmamalıdır. Liberalizm şanssızların cinayet
işlemelerini ve
silahlı ayaklanmalarını önlemek için yasalara sığındı; cesaret
edebildiği
ölçüde de sendikalaşmaya karşı geldi; devletin hareket alanını en
aza
indirdikten sonra, gerisini de ekonomik güç kullanarak başarmayı
amaçladı.
Liberalizm işverenin işçisine "açlıktan öleceksin" demesine ses
çıkarmadı;
ama bir işçinin "önce sen bir kurşunla öleceksin" yanıtını haklı
bulmadı.
Bu iki tehdit arasında, yasal bilgiçlik taslamak dışında, bir
ayırım yapmanın
saçmalığı ortadadır. Her ikisi de asgari temel özgürlüğü aynı
ölçüde ihlal
etmektedir; biri ötekinden daha az veya daha çok değil. Bu
eşitsizlik yalnız
ekonomik alanda var olmakla kalmadı. Kocaların eşleri üzerindeki,
babaların çocukları üzerindeki zorbalığını haklı çıkarmak için de
özgürlüğün kutsal ilkelerine başvuruldu. Ancak, liberalizmin bu
zorbalıklardan birincisini
hafifletmeye yöneldiğini de eklemek gerekir. Babaların çocukları
üzerindeki,
onları fabrikalarda çalıştırmak şeklindeki zorbalığı ise,
liberallerin karşı
gelmesine rağmen azalmıştır.
Bunlar bilinen şeylerdir; ben de üzerinde uzun boylu durmayacağım.
Şimdi
şu genel soruya geçmek istiyorum: Toplum bir bireye, başka bir
bireyin yararı için değil, toplumun yararı için ne ölçüde
karışmalıdır? Ve hangi amaçlar için karışmalıdır?
Her şeyden önce, asgari özgürlüklere sahip olma isteminin, yani
yeme,
içme, sağlık, barınma, giyim, seks ve çocuk sahibi olma
özgürlüklerinin,
bütün diğerlerinden öncelikli olduğunu söylemeliyim. Asgari
istemler
biyolojik yaşamı sürdürmek için, yani arkada çocuklar, torunlar
bırakmak için zorunludur. Öyleyse bu saydıklarıma zorunlu olanlar
denebilir.
Bunların ötesinde olanlara da, koşullara göre, rahatlık ya da
lüks yaşam sağlayanlar diyebiliriz. Bir kişinin zorunlu
gereksinimleri için
başka bir kişinin rahatlık sağlayan olanaklardan mahrum edilmesini
a priori
haklı bulduğumu belirtmek isterim. Bu, belli bir toplumda, belli
bir zamanda
politik bakımdan akıllıca, ekonomik bakımdan da olanaklı
olmayabilir; ancak özgürlükler öne sürülerek reddedilemez. Çünkü
bir kimsenin zorunlu
gereksinimlerinden mahrum edilmek yoluyla özgürlüğünü sınırlamak,
onu birçok gereksiz şey biriktirmekten alıkoyma ile yapılandan çok
daha büyük bir sınırlamadır.
Eğer kabul edilirse, bu bize çok şey sağlar. Örneğin sağlığı ele
alalım.
Belediye seçimlerinde dikkate alınan hususlardan biri kamu
sağlığı, ana ve
çocuk sağlığı gibi konulara ne kadar kamu parası harcanacağıdır.
İstatistikler bu amaçla yapılan harcamaların hayat kurtarmada
önemli etkisi
olduğunu göstermektedir. Londra'nın her ilçesinde varlıklı
kesimler bir
araya gelmiş; bu yöndeki harcamaların artmasını önlemeye, olanak
varsa da bir kesintiye gidilmesine çalışmışlardır. Bu, kendi güzel
sofralarının ve
otomobillerinin sefasını sürdürebilmek için binlerce insanı ölüme
mahkum
etmekten çekinmedikleri anlamına gelmektedir.
Basın da hemen tümüyle onların kontrolünde olduğundan,
kurbanlarının
gerçekleri öğrenmesini önlerler. Psikanalizcilerin çok iyi
bildikleri
yöntemlerle, kendilerini bile gerçeği öğrenmekten alıkoyarlar.
Bütün
çağlarda bütün aristokrasilerin uyguladığı bu davranışta şaşılacak
bir
şey yoktur. Benim tek söylemek istediğim, eylemlerinin özgürlük
gerekçesiyle savunulamayacağıdır.
Seks ve çocuk sahibi olma hakkını tartışmayacağım. Sadece, bir
cinsin
diğerinden çok fazla olduğu bir ülkede, mevcut kurumların bu
hakları güvence altına almayı pek düşünmediğini, Hıristiyanlıktaki
Asetisizm
(din uğruna dünya zevklerinden vazgeçme) geleneğinin, insanları,
bu hakkı
beslenme hakkı gibi kabul etmekten ne yazık ki alıkoyduğunu
söylemekle
yetineceğim. İnsan doğasını tanımaya zamanı olmayan politikacılar
ise normal kadınları ve erkekleri etkileyen isteklerden akıl almaz
ölçüde habersizdirler. Liderleri biraz psikoloji bilen herhangi
bir parti seçimleri silme kazanabilir.
Toplumun, herkesin zorunlu biyolojik gereksinimlerini karşılamak
için
bireylere müdahalesini bir hak olarak kabul etsem de; bir kişinin,
başkasının zararı pahasına olmadan sahip olduğu şeyler konusunda
müdahale hakkını kabul edemem. Fikir, bilgi, sanat türü şeyleri
kastediyorum. Bir toplumdaki çoğunluğun bir fikri benimsememesi,
onlara, o fikri benimseyenlere müdahale hakkını vermez. Aynı
şekilde, toplumun çoğunluğu bazı gerçekleri bilmek istemiyorsa,
bu, bilmek isteyenleri hapse atma hakkını onlara vermez.
Texas'taki aile yaşamı üzerinde, toplum açısından çok değerli
bulduğum, uzun bir kitap yazmış olan bir hanım tanıyorum. İngiliz
polisi hiç kimsenin hiçbir şey hakkında bir şey bilmesini istemez;
bu nedenle sözü geçen kitabı posta ile göndermek yasalara
aykırıdır. Psikanalizcilerin, bastırdıkları bazı gerçekleri su
yüzüne çıkararak hastalarını çoğu kez iyileştirdiklerini hepimiz
biliriz. Toplum da bazı bakımlardan bu hastalara benzer; ancak
tedaviye izin vermek yerine, bazı tatsız gerçeklere dikkat çeken
doktoru hapse atar. Bu, özgürlüklere müdahalenin en istenmeyen
şeklidir. Kişisel ahlak kurallarına müdahale konusunda da aynı şey
geçerlidir: bir adam iki kadınla veya bir kadın iki erkekle
evlenmek istiyorsa bu onların sorunudur; başka hiç kimse kendini
bu konuda önlem almakla görevli saymamalıdır.
Buraya kadar, özgürlüklere getirilen haklı kılınabilir
müdahalelerin hangi
sınırlar içinde kalması gerektiğine ilişkin tamamen soyut bazı
savları gözden geçirdik. Şimdi de psikolojik yönleri daha ağır
basan bazı
tartışmaları ele alacağız.
Gördüğümüz gibi, özgürlüğün önündeki engeller iki çeşittir:
toplumsal ve
fiziksel. Aynı ölçüde özgürlük yitimine yol açan sosyal ve
fiziksel
engellerden sosyal nitelikte olanı daha zarar vericidir; çünkü
insanda öfke
uyandırır. Bir çocuk bir ağaca çıkmak ister ve siz de
yasaklarsanız çok
öfkelenir. Eğer tırmanamayacağını kendisi anlarsa fiziksel
olanaksızlığı
kabullenir. Öfkeyi önlemek için, özü itibariyle zararlı olan
şeylere -bir
salgın hastalık sırasında kiliseye gitmek gibi- izin vermek çoğu
kez yerinde
olur. Öfkeyi önlemek için hükümetler kötü sonuçları doğal
nedenlere; muhalefet de hoşnutsuzluk yaratmak için, insan kökenli
nedenlere atfederler.
Ekmek fiyatları arttığında, hükümet neden olarak o yıl hasatın iyi
olmamasını, muhalefet ise vurguncuları gösterir. Sanayileşmenin
etkisiyle
insanlar kişinin her şeye kadir olduğuna gittikçe daha çok inanır
olmuşlardır.
Doğal afetleri önlemede insanın yapabileceklerinin sınırı
olmadığını
düşünürler. Sosyalizm de bu türden bir inançtır: yoksulluğu artık
Tanrı'nın
bir takdiri olarak değil, insanların budalalık ve acımasızlığının
bir sonucu
olarak algılıyoruz. Bu durum doğal olarak, işçi sınıfının "üsttekiler"e
olan tavrını da etkilemiştir. İnsanın kudretine olan bu inanç
bazen çok aşırı
olabilir. Aralarında Sağlık Bakanı'nın da bulunduğu birçok
sosyalist, nüfus
artışı nedeniyle yeryüzünde sadece ayakta durmaya yetecek kadar
yer kalsa bile, sosyalizm sayesinde herkes için bol yiyecek
bulunacağına inanmış görünüyor. Korkarım, bu bir abartmadır. Ne
olursa olsun, insanın mutlak gücüne olan çağdaş inanç, işler ters
gittiği zaman duyulan öfkeyi artırmıştır. Çünkü talihsizlikler
Tanrı'dan veya Doğa'dan gelmiş olsalar bile artık onlara
atfedilmemektedir. Bu durum çağdaş toplumları yönetmeyi eski
toplumlara kıyasla daha zorlaştırmıştır.
Yönetici sınıfların olağanüstü dindar olma eğilimleri de bu
yüzdendir:
Kurbanlarının talihsizliklerini Tanrı'nın takdiri olarak görmek
isterler. Bu
durum, asgari özgürlüğe müdahaleye gerekçe bulmayı eski günlere
göre daha zorlaştırmaktadır. Her ne kadar The Times gazetesi, eski
oyunbazlıkları canlandırmaya çalışan ruhban sınıfının gönderdiği
mektupları her gün yayınlıyorsa da, bu müdahaleler artık değişmez
yasalar şeklinde kamufle edilemezler.
Sosyal özgürlüğe müdahalenin öfke yaratması yanında, onu istenmez
kılan
iki neden daha vardır. Birincisi, insanların başkalarının
iyiliğini
istememesi; ikincisi de, bu iyiliğin neleri içerdiğini
bilmemeleridir. Belki
bu nedenlerden ikisi de temelde aynı şeydir. Çünkü biz bir insanın
iyiliğini
gerçekten istiyorsak onun nelere gereksinimi olduğunu öğrenmeyi de
başarırız.
İnsanlar hem kötü, hem bilgisiz oldukları için de zarar verseler,
sonuç aynıdır. Öyleyse ikisini birlikte ele alabilir ve hiçbir
kişiye veya
sınıfa bir başkasının çıkarlarının emanet edilemeyeceğini
söyleyebiliriz.
Demokrasi lehindeki savın temelinde yatan da kuşkusuz budur.
Çağdaş devlette demokrasi resmi görevliler eliyle yürütülür; yani
birey açısından dolaylı ve uzaktır. Resmi görevliler, genellikle,
yaşamlarına yön verdikleri halktan uzak bürolarda masa başında
çalıştıkları için özel bir tehlike oluştururlar.
Örnek olarak eğitimi ele alalım. Öğretmenler çocuklarla temas
halinde oldukları için genellikle onları anlarlar ve onlarla
ilgilenirler. Ancak öğretmenler, uygulamada deneyimleri olmayan,
çocukları belki de küçük baş belası yumurcaklar olarak gören
yöneticilerin kontrolü altındadırlar. Bu nedenle yöneticilerin
öğretmenlerin özgürlüğüne müdahalesi genellikle sakıncalıdır. Aynı
şey başka alanlarda da geçerlidir: Güç paranın nereye sarf edilmesi
gerektiğini bilende değil, parayı elinde tutanlardadır.
Buna göre gücü elinde tutanlar genellikle bilgisiz ve kötü
niyetlidirler
ve bu gücü ne kadar az kullanırlarsa o kadar iyi olacaktır.
Zorlamayı en çok haklı gösteren şey, zorlamaya uğrayan kişinin bu
zorlamayı kabullenmesi durumudur. Bu kişi, elinden gelse, görev
bildiği şeyi ihmal edecektir. Hepimiz vergi ödemeyi yolların
yapılmamasına tercih ederiz ama
eğer bir mucize olur ve vergi tahsildarı bizi gözden kaçırırsa
çoğumuz onu
varlığımızdan haberdar etmeyiz. Ayrıca, kokainin yasaklanması
gibi bazı önlemleri kabul ederiz. Alkol yasağı ise daha kuşku
götürür bir
önermedir. En iyi örnek çocukların tutumudur. Çocuklar otorite
altında olmalıdırlar. Her ne kadar arada bir karşı gelme oyunu
oynamaktan
hoşlanırlarsa da, bunu kendileri de bilir. Çocukların durumu şu
yönden benzersizdir ki, onlar üzerinde otorite sahibi olanlar
bazen
onları severler de. Durum böyle olunca çocuklar, bazı özel
durumlarda karşı
gelseler bile, genelde öfkeye karşı öfke duymazlar. Öğretmenlerin
tersine,
eğitimden sorumlu makamlar bu meziyetten yoksundurlar ve gerçekte
çocuklara "yurtseverliği", yani önemsiz nedenlerle ölmeye ve
öldürmeye gönüllü olmayı öğreterek, devletin yararına olduğunu
düşündükleri şeyler için çocukları feda ederler.
Otorite, kontrol ettiği insanların iyiliğini düşünenlerin elinde
olsaydı
göreceli olarak zararsız olurdu. Ancak böyle bir durumu güvence
altına alacak bir yöntem henüz bilinmemektedir.
Zorlamanın en kötü olduğu durum, kurbanın emredilen işin kötü ve
zararlı
olduğuna kesin inanması halidir. Bir Müslüman'ı domuz eti, bir
Hindu'yu dana eti yemeye zorlamak, eğer mümkün olsa bile, iğrenç
olurdu. Aşı karşıtları aşılanmaya zorlanmamalıdır; bebeklerine aşı
yapılmasına zorlanmaları ise başka bir sorudur; ben zorlanmasınlar
derdim. Ancak burada söz konusu olan özgürlük sorunu değildir;
çünkü her iki durumda da bebeğin fikri sorulmuyor. Sorun devletle
ana-baba arasındadır ve hiçbir genel ilke ile bir sonuca
varılamaz. Vicdani inançlar nedeniyle eğitime karşı olan
ana-babaların çocuklarını eğitimsiz bırakmalarına izin verilmez;
ancak yine de genel ilkeler bakımından her iki durum birbirinin
aynıdır.
Bir kimsenin, bir başkasının zararına sahip olduğu değerler ile o
kimsenin başkasının zararına olmaksızın sahip olduğu değerler
arasında
ayırım yapmak özgürlük konusundaki en önemli husustur. Eğer hakkım
olandan fazla yiyecek tüketirsem bir başkası aç kalır.
Ama eğer anormal denebilecek bir düzeyde matematik öğrenirsem, ve
eğer
eğitim fırsatlarını tekelime almamışsam, hiç kimseye zararım
dokunmaz. Bir nokta daha var: Yiyecek, barınak, giyecek gibi
şeyler yaşam için zorunludur; bunların gerekliliği konusunda
insanlar arasında fikir ayrılığı ve
anlaşmazlık pek yoktur. Bu nedenle demokrasilerde bu konular
devlete bırakılmaya elverişlidir. Bütün bu konularda adalet ilkesi
egemen
olmalıdır. Çağdaş bir demokratik toplumda, adalet eşitlik anlamına
gelir. Ancak sınıf hiyerarşisinin var olduğu ve bunun
yukarıdakiler kadar aşağıdakilerce de kabul gördüğü toplumlarda
adalet, eşitlik anlamına gelmez. Kralın kendilerinden daha çok
şatafata sahip olmaması gerektiğini öne sürsem, çağdaş
İngiltere'de bile, çalışan kesimin büyük çoğunluğu şoke olur. Bu
nedenle adaleti en az haset uyandıracak düzen olarak sınırlamak
isterim. Bu, önyargısız toplumlarda eşitlik anlamına gelir;
toplumsal eşitsizliğe sıkıca inanan toplumlarda ise bu anlamı
taşımaz.
Ancak görüşler, düşünce, sanat, vb. konularda bir kişinin sahip
olduğu
değerler bir başkasının zararına elde edilmez. Ayrıca, bu
alanlarda
iyinin ne olduğu da kuşkuludur. Eğer Lazarus kuru ekmek yerken
Dives ziyafet sofralarında karın doyuruyor ve yoksulluğun
erdemlerinden söz ediyorsa Dives'in ikiyüzlünün biri olduğu
düşünülür. Buna karşılık, eğer ben matematikten, bir başkası da
müzikten hoşlanıyorsak, birbirimizle çatışmayız; birbirimizin
yaptığını övmek de sadece nezakettir. Görüşler konusunda gerçeğe
ulaşmanın tek yolu serbest rekabettir.
Liberallerin eski sloganları yanlış alana, ekonomiye
uygulanmıştır;
onların asıl uygun düştükleri alan zihinsel alandır. Serbest
rekabete
ticarette değil, fikirlerde gerek vardır. Burada şöyle bir güçlük
ortaya
çıkıyor: Ticaret alanında serbest rekabetin zayıflamasına paralel
olarak,
kazançlı çıkanlar ekonomik güçlerini zihinsel ve ahlaki alanlarda
kullanmakta, doğru yolda yaşamanın ve doğru düşünmenin geçim
sağlamak için bir koşul olmasında ısrarlıdırlar. Bu bir
talihsizliktir; çünkü
"doğru yolda yaşama" ikiyüzlülük, "doğru düşünme" de budalalık
anlamına
gelmektedir. Burada şu büyük tehlike söz konusudur: İster
plütokrat ister
sosyalist yönetim altında olsun, ekonomik baskı her türden
zihinsel ve
ahlaki gelişmeyi olanaksız kılar. Eğer eylemleri doğrudan, açıkça
ve kesin
olarak başkalarına zarar vermiyorsa kişinin özgürlüğüne saygı
gösterilmelidir.
Aksi halde, baskı içgüdümüz, on altıncı yüzyıl İspanyasına
benzeyen, durağan bir toplum oluşmasına yol açar. Bu tehlike
gerçek ve büyüktür. Amerika bu yolda öncü durumundadır; ancak biz
İngilizlerin, gerekli alanlarda özgürlüğün değerini takdir
etmemeniz durumunda, onları izleyeceğimiz hemen hemen kesindir.
Aradığımız özgürlük başkalarına baskı yapma hakkı değil;
istediğimiz gibi
yaşamak, istediğimiz gibi düşünme hakkıdır, yeter ki eylemlerimiz
başkalarının da aynı şeyi yapmasını engellemesin.
Son olarak, daha önce "psikolojik dinamikler" dediğim şey hakkında
birkaç
söz söylemek istiyorum. Tek bir karakterin egemen olduğu bir
toplum özgür olma olanağına, birçok karakterden kişilerin
oluşturduğu bir toplumdan daha çok sahiptir. Kaplanlardan ve
insanlardan oluşmuş bir toplumda fazla özgürlük olamaz; ya
kaplanlar ya da insanlar boyun eğer. Bu nedenle beyazların renkli
ırkları yönetimleri altında tuttuğu yerlerde hiçbir özgürlük
olamaz.
Maksimum özgürlüğe sahip olmak için eğitim yoluyla karakter
oluşturmak
gereklidir; o zaman insanlar mutluluklarını baskıcı olmayan
eylemlerde bulabilirler. Bu da, yaşamın ilk altı yılında karakter
oluşturmaya bağlıdır. Bayan McMillan, Deptford'da, özgür bir
toplum yaratma yetisine sahip çocuklar yetiştirmektedir.
Onun yöntemleri, zengin ve yoksul, bütün çocuklara uygulanırsa
toplumsal
sorunlarımızı çözmek için bir nesil yeterlidir. Ancak bilgi
aktarmasına
ağırlık verilmesi, eğitimde neyin önemli olduğu konusunda bütün
partileri
duyarsız kılmıştır. İleri yaşlarda istekler sadece baskı altına
alınabilir,
temelden değiştirilemezler. "Arzunca yaşa ve bırak yaşasın" (live
and let live) kuralı erken çocuklukta öğretilmelidir. İnsanlar
sadece başkalarının mutsuzluğu pahasına elde edilebilecek şeylere
sahip olmayı istemekten vazgeçtiğinde, toplumsal özgürlük önündeki
engeller de yok olacaktır.
Eğitimde Özgürlük ve Otorite
Her alanda olduğu gibi eğitimde özgürlük de bir ölçü konusudur.
Bazı özgürlükler hoş karşılanmaz. Çocukların herhangi bir şeyi
yapmasının
kesinlikle yasaklanmamasını; çünkü çocuğun kendi öz-doğasını
geliştirmesi gerektiğini savunan bir hanımla tanışmıştım. "Eğer
doğası onu
bir iğne yutmaya yöneltirse ne olacak?" diye sorduğumda, üzülerek
belirtmeliyim ki, yanıt yerine azar işittim. Fakat kendi başına
bırakılan
her çocuk eninde sonunda ya iğne yutar, ya ilaç şişesinden zehir
içer, ya
üst kat penceresinden düşer ya da başka türden zararlı bir sonla
karşılaşır.
Biraz daha büyüyünce, erkek çocuklar fırsat bulduklarında
yıkanmaktan
kaçınır, aşırı ölçüde aburcubur yer, midesi bulanıncaya kadar
sigara
içer, ıslak ayaklarla dolaşıp soğuk alır vb; dahası, bir Elisha (Elisha:
İncil'de adı geçen bir İsrail peygamberi. (ç.n.) gibi karşılık
verme yeteneğine sahip olmayan yaşlı beyleri kızdırarak
eğlenirler. Bu nedenlerle, eğitim özgürlüğünü destekleyen bir kişi
çocukların gün boyu, her istediklerini yapabilmeleri gerektiğini
kastetmiş olamaz. Bir ölçüde
otorite ve disiplin uygulanmalıdır. Sorun bunun ölçüsünde ve nasıl
uygulanacağındadır.
Eğitim konusu çeşitli yönlerden, devletin, kilisenin, öğretmenin,
ana-babanın ve hatta çocuğun kendisinin -genellikle unutulsa bile-
bakış açılarından ele alınabilir. Bunların hiçbiri tarafsız
değildir; hepsi eğitim idealine katkıda bulunur, ama olumsuz
ögelere de katkı yaparlar. Bunları sırasıyla inceleyip olumlu ve
olumsuz yanları hakkında neler söylenebileceğini görelim.
Çağdaş eğitimin nasıl olması gerektiğine karar veren en güçlü
etken olan
devlet ile başlayalım. Devletin eğitimle ilgilenmesi çok yenidir.
Eski ve Ortaçağ'da hiç ilgilenmezdi; Rönesans'tan önce eğitime
yalnız kilise önem verirdi.
Rönesans yüksek öğretime karşı bir ilgi uyandırdı. Bu da, kiliseye
bağlı
Sorbonne'a karşı bir denge sağlamayı amaçlayan, College de France
gibi kurumların açılmasına yol açtı. Almanya ve İngiltere'deki
Reformasyon hareketi, lise ve üniversitelerin "köhne Papalık"ın
sığınak yerleri olarak kalmalarını önlemek üzere, devlette, onları
bir ölçüde denetim altına alma eğilimine de yol açtı; ancak bu
ilgi çok sürmedi. Oldukça yeni
olan zorunlu yaygın eğitim hareketine kadar da devlet sürekli ve
belirleyici bir rol üstlenmedi. Bununla beraber günümüzde, eğitim
kurumları
konusunda devlet bütün öteki etkenlerin toplamından daha çok söz
hakkına sahiptir.
Yaygın zorunlu eğitimin ardında yatan çeşitli dürtüler vardı. Onun
en
güçlü savunucuları, okuma-yazma bilmenin başlı başına arzu edilir
bir
şey olduğu, cahil bir toplumun uygar bir ülke için yüzkarası
olduğu, eğitim
olmadan demokrasinin olanaksız olduğu gibi duygular taşıyorlardı.
Başka
dürtüler de bu duyguları güçlendirdi. Eğitimin ticarette
üstünlükler
sağladığı, gençlerde suç oranını azalttığı, gecekondu halkını bir
düzen
içine sokmayı olanaklı kıldığı kısa sürede anlaşıldı. Kiliseye
karşı
olanlar, devlet eğitiminin kilise ile mücadelede bir olanak
sağladığını
gördüler; İngiltere ve Fransa'da bu dürtü oldukça ağır basıyordu.
Milliyetçiler, özellikle Fransa Prusya savaşından sonra, yaygın
eğitimin
ulusal gücü artırdığı görüşündeydiler. Ancak, bütün bu saydığımız
nedenler
başlangıçta ikinci dereceden önem taşıyorlardı. Yaygın eğitimin
benimsenmesinin ana nedeni okuma-yazma bilmemenin utanç verici
olduğu duygusuydu.
Yaygın eğitim bir kere sağlamca kurumlaştıktan sonra, devlet ondan
birçok
konuda yararlanma olanağı bulmuştur. Gençleri hem iyi hem de kötü
yolda,
daha uysal yapar. Davranışları düzenler ve suç oranını düşürür;
kamu yararına olan toplu eylemleri kolaylaştırır; toplumu bir
merkezden yönlendirilmeye daha açık kılar. Bu olmadan demokrasi
yalnızca içi boş bir şekil olarak kalır. Politikacıların anladığı
şekliyle demokrasi bir yönetme biçimidir; yani insanlara, kendi
istediklerini yaptıkları sanısıyla liderlerin istediklerini
yaptırma yöntemidir. Böylece, devlet eğitimi belirli bir eğilime
yönelmiştir.
Bu eğitim gençlere toplumdaki kurumlara saygılı olmalarını, egemen
güçleri
işin özüne ilişkin olarak eleştirmekten sakınmalarını, başka
uluslara kuşku
ve nefretle bakmalarını -elinden geldiğince- öğretir. Bu eğitim,
uluslararası
birlik ruhu ve kişisel gelişme pahasına, ulusal dayanışmayı
güçlendirir.
Kişisel gelişmeye verilen zarar otoriteye gereğinden çok yer
verilmesinden
kaynaklanmaktadır. Kişisel duygular yerine, daha çok toplumsal
duygular
teşvik edilir ve toplumda yaygın olan inançlara karşı gelmek
şiddetle
bastırılır.
Tekdüzelik aranılan bir özelliktir; çünkü yöneticiye kolaylık
sağlar;
bedelinin zihinsel tembellik olmasının bir önemi yoktur. Meydana
gelen
zararlar o denli büyüktür ki, yaygın eğitimin şimdiye kadarki
yararlarının
mı yoksa sakıncalarının mı ağır bastığı ciddi olarak
sorgulanabilir.
Kilisenin eğitim konusuna bakış açısı, uygulamada devletinkinden
pek farklı
değildir. Ancak aralarında önemli bir ayrılık vardır: kilise
sıradan halkın
hiç eğitilmemesini yeğler, onlara ancak devlet dayattığı için
eğitim verir.
Hem devlet hem de kilise, özgür bir sorgulama karşısında hemen yok
olabilecek türden fikirleri aşılamaya çalışırlar. Devletin
dogmalarının gazete
okuyabilen bir topluma aşılanması daha kolaydır; oysa kilisenin
dogmalarının hiç okuma-yazma bilmeyen bir topluma aşılanması daha
kolaydır. Devlet ve kilisenin her ikisi de düşünceye düşmandır;
ama kilise -açıkça öyle görünmese de- aynı zamanda öğretime de
karşıdır. Kilise yetkilileri zihinsel faaliyeti uyarmadan bilgi
aktarma tekniğini -çok eskiden Cizvit keşişlerinin öncülüğünü
yaptıkları tekniği- geliştirdikçe bu da geçecektir; geçmektedir
de.
Çağdaş dünyada öğretmenin kendine özgü bir bakış açısına sahip
olmasına nadiren izin verilir. Öğretmen eğitimden sorumlu bir
makam tarafından atanır; eğer eğitim yaptığı anlaşılırsa da "kapı
dışarı" edilir. Bu ekonomik etken dışında, öğretmenin, belki
kendisinin de bilincinde olmadığı bazı eğilimleri vardır.
Kiliseden ve devletten de çok disiplin yanlısıdır.
Öğrencilerin neleri bilmediğini, işi gereği, kendisi bilmektedir.
Bir ölçüde
disiplin ve otorite olmazsa sınıfta düzeni sağlamak zordur.
Dersten sıkılan
bir çocuğu cezalandırmak dersi ilgi çekici yapmaktan daha
kolaydır. Dahası, en iyi öğretmenin bile kendi önemini abartması
olasıdır. Öğrencilerin, kendisinin uygun bulduğu biçimde birer
kişi olacak şekilde yoğrulmalarının olanaklı ve iyi bir şey olduğu
kanısındadır.
Lytton Strachey (1880-1932), Dr. Arnold'un Como Gölü kıyısında
yürürken "ahlaki kötülükler" konusunda düşündüklerini anlatır.
Onun için "ahlaki kötülük" öğrencilerinde değiştirmek istediği
şeylerdi. Bu şeylerin çocukların birçoğunda bulunduğuna inanması,
güç kullanılmasını ve kendini sevgiden çok ceza vermekle yükümlü
bir hükümdar gibi algılamasını haklı kılıyordu. Bu tutum, değişik
dönemlerde değişik şekillerde dile getirilir ve kendini çok önemli
görmenin aldatıcı etkisinin farkında olmayan, gayretli her
öğretmen için doğal bir davranıştır.
Bütün bunlara karşın, eğitimde etkili olan güçler arasında en
iyisi
yine de öğretmenlerdir. İlerlemeyi de hepsinden çok onlardan
beklemek
durumundayız.
Öğretmen, bir de okulun ününü düşünür. Bu nedenle öğrencilerinin
spor
karşılaşmalarında, burs sınavlarında başarı sağlamasını ister; bu
ise üstün yetenekli öğrencilere özen göstermesine, ötekilerin de
dışlanmasına
yol açar. Sıradan öğrenciler için sonuç olumsuzdur. Bir çocuk iyi
top oynamasa bile, kendisinin oynaması, iyi oynayanları
seyretmesinden çok daha yararlıdır.
Mr. H.G. Wells The life of Sanderson of Oundle (Oundle'lı
Sanderson'un
Yaşamı) adlı kitabında, gerçekten kusursuz olan bu öğretmenin,
normal
bir öğrencinin yeteneklerini ortaya çıkarmayan, onları ihmal eden
her şeye
nasıl karşı çıktığını anlatır. Müdür olarak atandığında, okul
kilisesinde
yalnız seçme öğrencilerin ilahi söylemesine izin verildiğini
görür. Bu seçme
öğrenciler bir koro oluşturacak şekilde eğitilmişlerdir; ötekiler
de onları dinlerler. Sanderson müzik yeteneği olsun olmasın
hepsinin ilahi
söylemesinde ısrarlıdır. Bunu yapmakla bir öğretmen için doğal
olan, kendi ününü öğrencilerininkinden önde tutma eğilimini aşmış
oluyordu.
Eğer saygınlık denilen payeyi akıllıca dağıtırsak doğaldır ki bu
iki dürtü arasında bir çatışma söz konusu olmaz; öğrencileri için
en iyi olanı yapan okul en büyük saygınlığı kazanır. Bu hareketli
dünyada göze çarpıcı başarılara önemleriyle orantılı olmayan
ölçüde değer verilmekte; bu yüzden de, bu iki dürtü arasındaki
çatışmayı önlemek pek de olası görünmemektedir.
Şimdi de ana-babanın bakış açısını ele alacağım. Bu bakış açısı
ana-babanın ekonomik durumuna göre değişir. Sıradan bir işçinin,
sıradan bir serbest meslek sahibinden çok farklı beklentileri
vardır. Ortalama bir işçi, çocuklarıyla evde daha az uğraşmak
düşüncesiyle, onların okula olabildiğince erken başlamasını;
kazançlarından yararlanmak için de, okulu olabildiğince çabuk
bırakmasını ister.
Kısa bir süre önce, eğitim giderlerini azaltmak isteyen İngiliz
Hükümeti çocukların okula altı yaşından önce başlamamalarını; on
üç yaşından sonra da okulda kalmaya zorlanmamalarını gündeme
getirmişti. Birinci öneri o ölçüde gürültü kopardı ki geri almak
zorunda kalındı; rahatı kaçan annelerin -oy hakkına yeni
kavuşmuşlardı- öfkelerine karşı koymak olanaksızdı. Okulu terk
etme yaşını küçülten ikinci öneriye ise fazla karşı gelen olmadı.
Daha iyi eğitim yanlısı parlamento adayları toplantılarda, katılan
herkesin alkışlarıyla karşılaşıyorlar, kapı kapı dolaşarak
yaptıkları soruşturmalarda ise, politika dışında olan işçilerin
-onlar çoğunluktaydı- paralı işlerde çalışabilmeleri için
çocuklarının olabildiğince kısa sürede serbest bırakılmasını
istediklerini görüyorlardı. İstisnalar ise, genellikle, daha iyi
bir eğitimle çocuklarının sosyal basamakta yükselebileceğini umut
eden işçilerdi.
Serbest meslek sahiplerinin yaklaşımları bundan çok farklıdır.
Kendi
gelirleri, ortalamanın üstünde bir eğitim görmüş olmalarına
bağlıdır;
çocuklarına da bu avantajı sağlamak isterler. Bu amaca ulaşmak
için büyük fedakarlıktan kaçınmazlar. Ancak rekabete dayalı
günümüz toplumunda genelde ana-babaların istediği, eğitimin
kendisinin iyi olması değil, başkalarınınkinden daha iyi
olmasıdır. Genel eğitim düzeyinin düşük olması bu işi
kolaylaştırdığı için, meslek erbabı kişilerin, işçi çocuklarına
yüksek öğrenim olanakları sağlanmasına pek hevesli olmaları
beklenemez. Ailesi ne denli yoksul olursa olsun, eğer her isteyen
tıp eğitimi görebilirse,
bir yandan rekabetin artması, bir yandan da sağlık düzeyinin
yükselmesine
bağlı olarak doktorların daha az kazanacakları ortadadır. Aynı şey
hukuk, devlet memurluğu, vb. için de geçerlidir.
Demek ki meslek sahibi kişi, eğer olağanüstü toplumsal duyarlılık
sahibi
değilse, kendi çocukları için istediği iyi şeylere toplumun büyük
çoğunluğunun sahip olmasını istemez.
Rekabete dayalı toplumumuzda babaların en büyük kusuru
çocuklarından,
ailelerine saygınlık kazandırmalarını beklemeleridir. Bunun
kökleri
içgüdülerde yatar ve ancak içgüdülere yönelik çabalarla
giderilebilir. Bu
kusur, daha küçük ölçüde de olsa, annelerde de görülür. Hepimiz,
içgüdüsel olarak, çocuklarımızın başarılarından gurur,
başarısızlıklarından da utanç duyarız. Ne yazık ki, bizim
koltuklarımızı kabartan başarılar, çoğu zaman istenmeyecek
türdendir. Uygarlığın doğuşundan hemen hemen günümüze gelinceye
kadar -Çin ve Japonya'da bugün de- çocuklarının kiminle
evleneceklerine ana-babalar karar vermişler; çoğunlukla da, olanak
buldukça, en zengin gelini veya damadı seçerek onların mutluluğunu
feda edegelmişlerdir. Batı dünyasında -Fransa'nın bir bölümü
dışında- çocuklar isyan ederek kendilerini bu kölelikten
kurtarmışlarsa da ana-babaların içgüdüleri değişmemiştir.
Genelde bir babanın çocukları için istediği ne mutluluk ne de
erdemdir;
o yalnızca maddi başarı arzular. Onların, dostları yanında
övünebileceği
çocuklar olmasını ister; onların eğitimi için gösterdiği çabalarda
bu
istek büyük ölçüde egemendir.
Eğer eğitim otorite ile yönetilecekse bu otorite yukarıda
değindiğimiz şu
güçlerden birisinin veya birkaçının elinde olacaktır: devlet,
kilise, öğretmen
ve ana-baba. Gördüğümüz gibi, bunlardan hiçbirinin çocuğun
iyiliğini
yeterince gözeteceğine güvenilemez; çünkü hepsi de, çocuğun kendi
iyiliği
ile ilgisi olmayan amaçlara yönelmesini istemektedir. Devlet
çocuktan ulusal saygınlığı yüceltmesini ve iktidardaki yönetimi
desteklemesini bekler. Kilise çocuktan rahiplerin gücünü artırmaya
hizmet etmesini bekler.
Rekabetli bir dünyada öğretmen okuluna genellikle devletin ulusuna
baktığı
gözle bakar ve çocuktan okulu yüceltmesini bekler. Ana-baba
çocuktan aileyi yüceltmesini bekler. Başkalarının güttüğü bütün bu
amaçlarda, çocuğun kendisi, sırf kendisi yönünden, olanak içi olan
her türlü mutluluk ve refaha hakkı olan bağımsız bir kişi olarak,
söz konusu değildir; söz konusu olsa bile tam olarak değil. Ne
yazık ki, çocuk kendi yaşamını yönlendirecek deneyime sahip
değildir; bu nedenle de masumiyetini sömüren sinsi emellere yem
olmaktadır. Siyasal bir sorun olarak eğitimin güçlüğü de
buradadır. Ancak, önce çocuğun kendi bakış açısından ne
söylenebileceğine bir göz atalım.
Kendi başlarına bırakıldığında çocukların çoğunluğunun okuma yazma
öğrenmeyecekleri, yaşamlarının koşullarına daha az uyumlu olarak
büyüyecekleri ortadadır. Eğitim kurumlarının var olması ve
çocukların bir
ölçüde disiplin altında tutulmaları zorunludur. Ancak, hiçbir
otoriteye tam güvenilemeyeceğine göre, olabildiğince az otorite
kullanmayı
amaçlamalı; eğitimde gençlerin doğal arzu ve güdülerinden
yararlanma
yollarını aramalıyız. Bu, çoğu zaman sanıldığından çok daha
olanaklıdır;
çünkü, ne de olsa, bilgi edinme arzusu gençlerin çoğunda doğal
olarak vardır.
Öğretmeye değmeyecek bilgilere sahip olan, bu bilgileri de öğretme
yeteneği bulunmayan eğitim uzmanları, gençlerin yaradılışları
gereği, eğitimden dehşet duydukları sanısına kapılmışlar; bu
yanlış sanıya da kendi eksikliklerini görememeleri yüzünden
düşmüşlerdir. Tchekov'un, bir kedi yavrusuna fare tutmayı
öğretmeye çalışan bir adamı konu alan,
hoş bir öyküsü vardır. Yavru, farelerin peşinden koşmayınca adam
onu
dövermiş. Sonunda yetişkin bir kedi olduğunda, her fare gördüğünde
korkuyla yere siner olmuş. Tchekov şunu ekler: "Bana Latince
öğreten de bu adamdı." Kediler de yavrularına fare yakalamayı
öğretir; ancak
bunun için onların içgüdülerinin uyanmasını beklerler. O zaman
yavrular
bilginin elde edilmeye değer olduğu bir zamanda annelerine
katılırlar;
böylece disipline de gerek kalmaz.
Çocuğun yaşamının ilk iki üç yılı, bugüne kadar, eğitimcinin
egemenliği
dışında kalmıştır; bu yılların da en çok öğrendiğimiz dönem
olduğunda bütün uzmanlar görüş birliği içindedir. Çocuklar
konuşmayı kendi çabalarıyla öğrenirler. Bir bebeği gözlemlemiş
olan bir kimse bu çabanın büyüklüğünü bilir. Bebek dikkatle
dinler; dudak hareketlerine bakar; bütün gün ses çıkarma talimleri
yapar ve şaşılacak bir çaba gösterir. Kuşkusuz, büyükler de
övgülerle onu yüreklendirirler; ama yeni bir sözcük öğrenmediği
günlerde onu cezalandırmak akıllarından geçmez. Sağladıkları tek
şey fırsat ve övgüdür.
Herhangi bir aşamada daha fazlasının gerekli olduğu da kuşku
götürür.
Yapılacak şey çocuğa veya gence bilginin edinilmeye değer bir şey
olduğunu hissettirmektir. Bu bazen zor olur; çünkü gerçekte bilgi,
öğrenmeye değmeyen bir şeydir. Bir başka zorluk da, tek bir
doğrultuda oldukça çok bilginin yararlı olduğu durumlarda ortaya
çıkar; öyle ki, başlangıçta öğrencinin sadece canı sıkılır. Ancak
böyle durumlarda zorluk aşılamayacak ölçülerde değildir. Örneğin
matematik öğretimini ele alalım.
Oundle'lu Sanderson hemen bütün erkek öğrencilerinin makinelere
ilgi
duyduğunu fark etti ve onlara oldukça gelişmiş makineler yapma
olanağı
sağladı. Makinelerin yapımı sırasında bazı hesaplar yapmaları
gerekti; ve
böylelikle, çok hevesli oldukları yapıcı girişimin başarısı için
gerekli
olan matematiğe karşı da ilgileri gelişti. Bu yöntem pahalıdır;
öğretmenin
de sabırlı ve becerikli olmasını gerektirir; fakat öğrencinin
içgüdüleriyle
uyumludur; bu nedenle de daha az can sıkıntısı, daha çok çaba
içermesi
olağandır. Çaba, hem hayvanlar hem de insanlar için doğaldır;
ancak bu
içgüdüsel bir itiden kaynaklanan bir çaba olmalıdır. Bir futbol
maçı bir
değirmen çarkına bağlanıp onu çevirmekten daha çok çaba
gerektirir. Ancak bunlardan birisi eğlence, öteki ise bir cezadır.
Zihinsel çabanın ancak nadiren zevk verici olduğunu varsaymak
yanlıştır. Gerçek olan şudur ki, onun zevkli bir şey olması için
bazı koşullar gereklidir; ve de eğitimde bu
koşulları yaratmak için son zamanlara kadar bir girişimde
bulunulmamıştır.
Bu koşulların başlıcaları şunlardır: önce, çözümü arzu edilen bir
problemin
varlığı, sonra da bir çözüm elde etmenin olanaklı olabileceği
umudu.
David Copperfield'in aritmetik öğrenme yolunu anımsayalım:
"Dersler bittikten sonra daha da beteri başlar: korkunç bir
aritmetik
problemi. Bu benim için hazırlanmıştır ve Mr. Murdstone bana sözlü
olarak sorar: Bir peynirciye gidip, her biri dört buçuk penny'den
beş bin
çift Gloucester peyniri alsam, ne kadar ödeyeceğimi hesapla.
Bunun,
kızı Miss Murdstone'u içten içe pek sevindirdiğini görürüm. Akşam
yemeğine kadar hiçbir sonuç alamadan, hiçbir ipucu göremeden, bu
peynirler üzerinde düşünür dururum. Taştahtanın tozları yüzümü
kaplamış, tam bir meleze dönmüşken yemekte bana, peynirlere eşlik
etmek üzere yalnızca bir dilim ekmek verirler; ben de gecenin geri
kalan kısmını utanç içinde cezalı olarak geçiririm." Bu zavallı
çocuktan peynirlere ilgi duyması ya da problemi çözebilmesi
beklenemezdi. Eğer belirli büyüklükte bir kutu yapmak isteseydi ve
ona yeterince tahta ve çivi almak için harçlığını biriktirmesi
söylenseydi hesap gücü şaşılacak ölçüde kamçılanırdı.
Bir çocuğun çözmesi istenen bir problemde varsayımsal hiçbir öge
bulunmamalıdır. Bir zamanlar genç bir çocuğun kendi aritmetik
dersini
anlattığı bir yazı okumuştum. Öğretmeni şöyle bir problem sormuş:
Eğer bir at bir tayın üç katı değerinde ise, tayın fiyatı da 22
pound ise, atın
fiyatı ne olur? Çocuk "At hiç düşmüş müydü?" diye sorar. Öğretmen
"Bu hiç farketmez" deyince çocuk "Ama James -seyis- bunun çok fark
ettiğini söylüyor." der. Kuramsal doğruları kavrama becerisi
mantık yetisinin en son gelişen aşamasıdır ve çok küçük
çocuklardan beklenmemelidir. Biraz konu dışına çıktık; şimdi ana
temaya dönelim.
Ben, uygun dürtülerle bütün çocukların entelektüel ilgilerinin
harekete
geçirilebileceği fikrinde değilim. Bazılarının zekası ortalamanın
çok
altındadır; onlar için özel yöntemler gerekir. Zeka düzeyleri çok
farklı
çocukları aynı sınıfa koymak çok sakıncalıdır. Daha zeki olanların
iyice
bildikleri şeyler anlatılırsa canları sıkılır; daha az zeki
olanlar ise
henüz kavramadıkları şeylerin temelde bilinen şeyler olarak
düşünülmesinden üzüntü duyarlar. Konular ve yöntemler öğrencinin
zeka düzeyine göre ayarlanmalıdır. Macaulay Cambridge'de matematik
öğrenmeye zorlanmıştı; ancak bunun zaman kaybından başka bir şey
olmadığı mektuplarından açıkça anlaşılıyor. Ben de Latince ve
Grekçe öğrenmeye zorlanmıştım. Bunu hiç istemiyordum; artık
konuşulmayan dilleri öğrenmenin saçma olduğunu düşünüyordum.
Yıllar boyu
sürecek bu klasik öğrenimden sağlayacağım biraz yararı büyüdüğüm
zaman bir ay içinde elde edebilirdim. En zorunlu olan bilgiler
verildikten
sonra, eğilimler dikkate alınmalı ve öğrencilere sadece
kendilerinin ilgi
duyduğu şeyler öğretilmelidir. Bu yöntem, sıkıcı olmak kolaylarına
giden
öğretmenlere, hele gereğinden çok çalıştırılıyorlarsa, ağır gelir.
Bu güçlükler, öğretmenlerin çalışma saatlerini azaltarak, onları
öğretme sanatı konusunda eğiterek aşılabilir. Bu eğitim ilkokul
öğretmeni yetiştiren okullarda halen verilmektedir ama
üniversitelerde ve genel okullarda yoktur.
Eğitimde özgürlüğün çeşitli yönleri söz konusudur. İlk olarak
öğrenme ve
öğrenmeme özgürlüğü gelir. Sonra, ne öğretileceği konusunda
özgürlük vardır. Yüksek öğretimde fikir özgürlüğü söz konusu olur.
Öğrenme ve öğrenmeme özgürlüğü çocuklukta ancak bir ölçüde kabul
edilir. Geri zekalı olmayan herkesin okuma yazma bilmesi güven
altına alınmalıdır. Sadece fırsat sağlamakla bunun ne ölçüde
gerçekleşebileceği ancak deneyerek anlaşılabilir. Yalnız fırsat
yeterli olsa bile, bu fırsat çocuklara ulaştırılmalıdır.
Gerekli koşullar yoksa çocukların çoğu sokakta oynamayı yeğlerler.
Daha ileri yaşlarda tercihler, örneğin üniversiteye gidip gitmeme,
gençlerin kendilerine bırakılmalıdır; bazıları gitmek ister,
bazıları istemez. Bu giriş
sınavları kadar iyi bir seçim ilkesidir. Derslere çalışmayan hiç
kimsenin
üniversitede kalmasına izin verilmemelidir. Yıllarını üniversitede
boşuna harcayan zengin gençler hem başkalarının cesaretini kırar,
hem de
kendileri bir işe yaramamayı öğrenirler. Üniversitede kalabilmek
için çok
çalışma zorunluluğu getirilirse üniversiteler entelektüel
uğraşlardan
hoşlanmayan kişiler için çekici olmaktan çıkar.
Ne öğrenileceğine karar verme özgürlüğü şimdikinden çok daha fazla
olmalıdır. Konuları birbiriyle olan doğal yakınlıkları bakımından
gruplamanın gerekli olduğu kanısındayım. Seçmeli ders sisteminin
ciddi
sakıncaları vardır; gençleri birbiriyle hiç ilgisi olmayan dersler
seçmekte özgür bırakır. Sınırsız mali olanaklarla bir düş
ülkesinde, Ütopya
da, eğitimi örgütlüyor olsaydım on iki yaşlarındaki her çocuğa
klasik
bilgiler (Grek ve Latin edebiyatı, sanatı ve kültürü), matematik
ve bilim
dersleri aldırırdım. İki yıl sonra çocuğun yeteneklerinin hangi
yönde olduğu
ortaya çıkar, çocuğun hoşlandığı konular güvenli bir gösterge
oluştururdu;
yeter ki "işin kolayına kaçma"lar olmasın.
On dört yaşından sonra da, istedikleri takdirde belli konularda
derinleşmelerine izin verirdim. Bu uzmanlaşma, önceleri çok geniş
alanları
kapsar, eğitim ilerledikçe daha belirgin sınırlarda yoğunlaşırdı.
Her konuda
bilgi sahibi olmak çağımızda artık olanaksızlaşmıştır. Gayretli
bir kimse
biraz tarih ve edebiyat öğrenebilir, ki bunlar da klasik konuları
ve çağdaş
dilleri bilmeyi gerektirir. Veya matematiğin bazı konularını veya
bir ya da
iki bilim dalında bir şeyler öğrenebilir. Ancak her alanda eğitim
ideali artık söz konusu değildir; bilgilerin çoğalması onu yok
etmiştir.
Çeşitli özgürlükler arasında gerek öğretmenler gerek öğrenciler
açısından en önemli olanı düşünce özgürlüğüdür ve bu hiçbir
sınırlama gerektirmeyen tek özgürlük türüdür. Bu özgürlüğün var
olmadığını göz önüne alarak, lehinde ileri sürülen savları
özetlemekte yarar vardır.
Düşünce özgürlüğü lehindeki temel sav bütün inançlarımızın kuşku
götürür
olmasıdır. Eğer doğru olanı kesin olarak bilirsek onun öğretilmesi
de söz
konusu olur. Bu durumda da, doğru, özünde var olan akla uygunluk
sayesinde, otoriteye başvurulmaksızın öğretilebilir.
Çarpım tablosu hakkında heretik (yerleşmiş kanılara aykırı düşen)
düşünceleri olan bir kişinin aritmetik öğretmesini yasaklayan bir
yasa
çıkarmaya gerek yoktur. Çünkü bu durumda, doğru kendini
göstermektedir;
cezalarla korunması gerekmez. Devlet bir doktrinin öğretilmesini
sağlamak
için işe karışıyorsa, nedeni bu doktrinin doğruluğu hakkında kesin
kanıt
olmamasıdır. Bu demektir ki, öğretilen şey doğru olsa bile,
eğitimce dürüst
değildir. New York eyaletinde komünizmin iyi olduğunu öğretmek,
son yıllara kadar yasaya aykırıydı; Sovyet Rusya'da ise komünizmin
kötü
olduğunu öğretmek yasaya aykırıdır. Bu görüşlerden birinin doğru,
ötekinin yanlış olduğu kuşkusuzdur; ancak hiç kimse hangisinin
doğru olduğunu bilmiyor. Ya New York eyaleti ya da Sovyet Rusya
doğru olanı öğretiyor, yanlış olanı yasaklıyor; ancak her ikisi de
dürüst olarak öğretmiyor. Çünkü her ikisi de kuşku götürür bir
önermeyi kesinmiş gibi dile getiriyor.
Doğruluk ile dürüstlük arasındaki fark bu bağlamda çok önemlidir.
Doğruluk
tanrılara özgüdür; bizim bakış açımızdan ise ancak
yaklaşabildiğimiz, fakat
ulaşmayı bekleyemeyeceğimiz bir idealdir. Eğitim bize doğruya
elden
geldiği kadar yakınlaşma yeteneği sağlar; bunun için bize
dürüstlük
öğretmelidir. Benim kastettiğim dürüstlük görüşlerimizi kanıtlara
dayanarak oluşturma ve onlara kanıtların öngördüğü ölçüde güvenme
alışkanlığıdır. Bu ölçü hiçbir zaman kesinliğe ulaşamaz; bu
nedenle,
görüşlerimize ters düşen yeni kanıtları kabule her zaman hazır
olmalıyız.
Ayrıca, bir kanıya dayanarak yapacağımız eylemlerden, olanak
varsa, yararlı olabilecek olanlarını seçmeliyiz; kanımızın kesin
doğru olmaması durumunda acı sonuçlara yol açabilecek eylemlerden
kaçınmalıyız. Bilimde bir gözlemci, sonuçları "olası hata"
değerleri ile birlikte ifade eder.
Bir ilahiyatçı veya politikacının dogmalarındaki olası hata payını
belirttiğini ya da onlarda herhangi bir hatanın var olabileceğini
kabul
ettiğini duyan var mıdır? Çünkü gerçek bilgiye en yaklaştığımız
alan olan
bilimde, kişi öne sürdüğü şeyin sağlamlığına rahatça güvenebilir.
Buna
karşılık, hiçbir şeyin bilinmediği konularda başkalarının bizim
görüşlerimize
katılmasını sağlamanın alışılagelmiş yöntemleri gürültülü iddialar
ve
hipnotizmadır. Evrim teorisine karşı geçerli bir savları olduğunu
düşünselerdi köktenci dinciler onun öğretilmesini yasal yollarla
engellemezlerdi.
İnsanlara politik, dinsel veya ahlaki konularda, kalıplaşmış
doktrinleri
öğretme alışkanlığının çeşitli olumsuz etkileri vardır. Bunlardan
başta
geleni, dürüstlüğü zihinsel çaba ile birleştirmiş kişileri
öğretmenlik
mesleğinden uzaklaştırmasıdır; öğrenciler üzerinde en olumlu
ahlaki ve
zihinsel etki yapmaları olası olanlar da bu kişilerdir. Üç örnek
vereceğim.
Birincisi politikadan: Amerika'da bir ekonomi hocasından, en
varlıklıların
varlığını ve gücünü artırıcı doktrinlerin öğretmesi beklenir. Bunu
yapmayacaksa en iyisi, önceleri Harvard'dayken şimdi London School
of Economics'in (Londra Ekonomi Okulu) en değerli hocalarından
biri olan Mr. Laski'nin yaptığı gibi, başka bir ülkeye göç
etmektir. İkinci örnek din
alanından: Kalburüstü seçkin aydınların oldukça büyük çoğunluğu
Hıristiyan
dinine inanmazlar; ancak, gelirlerini kaybetmekten korktukları
için bunu
kamudan saklarlar. Bu en önemli konuda, düşünceleri ve savları
bilinmeye
en çok değer olan bu kişilerin çoğu, sessizliğe mahkumdur.
Üçüncü örnek ahlak kuralları konusunda: Hemen bütün erkekler
yaşamlarının bir döneminde cinsel kaçamaklar yapmıştır. Bu gerçeği
gizleyenlerin gizlemeyenlerden daha suçlu oldukları ortadadır;
çünkü işin içine bir de ikiyüzlülük suçu girmektedir. Ne var ki,
eğitim kadroları yalnız ikiyüzlülere açıktır.
Geleneksel kalıplara bağlılığın öğretmen karakteri ve seçimi
üzerindeki
etkileri için bu kadarı yeterlidir. Şimdi öğrenciler üzerindeki
etkilere
geçiyorum. Bunu zihinsel ve ahlaki olmak üzere iki şekilde ele
alacağım.
Zihinsel açıdan, uygulamadaki önemi bariz olan bir sorun hakkında
birbirinden farklı fikirlerin var olduğunu bilmek bir genç
üzerinde uyarıcı
bir etki yapar.
Örneğin, ekonomi öğrenen bir genç, bireyciler ve sosyalistler,
korumacı ve
serbest ticaret yanlıları, enflasyonist ve altın standardı
yanlıları
tarafından verilen dersler dinlemelidir; farklı ekol yanlılarınca
öğütlenen
kitapları okumaya teşvik edilmelidir. Böylelikle, fikirler ile
bunların
dayandığı kanıtları karşılaştırmayı; hiçbir fikrin mutlak doğru
olmadığını;
insanları, daha önce bildikleriyle uyum içinde olup olmamalarına
göre değil,
niteliklerine göre değerlendirmeyi öğrenir. Tarih, insanın yalnız
kendi ülkesinin bakış açısından değil aynı zamanda yabancıların
bakış
açısından da öğretilmelidir. Eğer tarih İngiltere'de Fransızlar
tarafından,
Fransa'da İngilizler tarafından okutulsaydı, iki ülke arasında
anlaşmazlık
çıkmazdı; her biri diğerinin bakış açısını anlardı.
Bir genç, soruların bütün yanıtlara açık olduğunu ve bir
tartışmanın, ne
sonuç verirse versin, sürdürülmesi gerektiğini öğrenmelidir. Bir
süre sonra,
geçimini kazanmaya başlayınca, günlük yaşamın gerekleri bu tutumu
kökten değiştirecektir; ancak o zamana kadar özgürce düşünme
zevkini tatması teşvik edilmelidir.
Gençlere geleneksel kalıpları öğretmek ahlaki yönden çok
zararlıdır.
Sadece, yetenekli öğretmenleri ikiyüzlülüğe sürüklemesi ve bu
nedenle kötü bir ahlaki örnek oluşturması değil; daha da önemlisi,
hoşgörüsüzlüğü ve sürü içgüdüsünün zararlı yönlerini canlandırması
da söz konusudur. Edmund Gosse Father and Son (Baba ve Oğul)
kitabında, çocukluğunda, babasının tekrar evleneceğini kendisine
nasıl
söylediğini anlatır. Çocuk babasının utanç duymasına neden olan
bir şeylerin var olduğunu fark eder ve sonunda dehşet içinde
"Baba, yoksa o kadın bir çocuk vaftizcisi mi?" diye sorar. Öyledir
de. Oğul, o ana kadar, bütün çocuk vaftizcilerinin çok kötü
kişiler olduğuna inanmıştır. Katolik okullardaki çocuklar
Protestanların kötü olduğuna, İngilizce konuşulan bütün
ülkelerdeki bütün okullardaki çocuklar ateistlerin kötü olduğuna,
Fransa'daki çocuklar Almanların, Almanya'daki çocuklar
Fransızların kötü olduğuna inanırlar.
Eğer bir okul akıl yoluyla savunulamayan bir görüşü öğretmeyi
görevleri arasında sayarsa -hemen bütün okullar bunu yaparlar-
karşıt görüşte olanların kötü olduğu izlenimini vermekten de
kaçınamaz; çünkü mantığın saldırısını püskürtmek için gerekli olan
öfkeyi başka türlü yaratamaz. Bu şekilde, yerleşmiş kalıpları
korumak için çocuklar acımasız, hoşgörüsüz, haşin ve saldırgan
hale getirilmektedirler. Politik, dinsel ve ahlaki konularda kesin
fikirler aşılandığı sürece de bundan kaçınmak
olanaksızdır.
Son olarak, bireyde meydana getirilen bu manevi hasarın toplumda
yol
açtığı tarifsiz zarara değineceğim. Savaş ve zulüm her yerde
yaygındır ve bunlar her yerde, okullarda verilen eğitimle olanaklı
kılınmışlardır. Wellington, Waterloo Savaşı'nın Eton'un spor
alanlarında
kazanıldığını söylerdi. Devrim Fransa'sına açılan savaşın Eton'un
sınıflarında kışkırtıldığını söylese daha doğru olurdu. Demokratik
çağımızda Eton önemini yitirmiştir; şimdi önemli olan normal ilk
ve ortaokullardır. Her ülkede bayraklar açılarak İmparatorluk
Bayramı, 4 Temmuz (Amerika bağımsızlık bayramı) kutlamalarıyla,
Subay Eğitim Birlikleri'yle vs, erkek çocuklara öldürme zevkini,
kız çocuklara da öldürme yanlısı erkeklerin en saygıdeğer kişiler
olduğu inancını aşılamak için her yola başvurulmaktadır.
Yetkililer öğretmen ve öğrencilerin düşünce özgürlüğüne izin
verseler, masum çocukların karşı karşıya kaldığı bu manevi çöküntü
sistemi de olanaksız olurdu.
Kötülüklerin kaynağı sistematik bir politik disiplin altına alma
uygulamasındadır. Eğitimden sorumlu makamlar çocuklara, dinlerin
varsayması gerektiği gibi, ruhları kurtarılacak insanlar olarak
bakmıyorlar.
Onlar çocukları gösterişli ve heybetli sosyal planlarının
hammaddesi
olarak görüyorlar; geleceğin fabrika "işçileri", savaşın
"süngüleri" ya da
bunların benzerleri olarak. Her öğrencinin, kendine özgü hakları
ve kişiliği
olan, başlı başına bir amaç oluşturduğunu göremeyen; onları sadece
bul-yap bilmecesinin bir parçası, taburunun bir eri, devletin bir
vatandaşı
sayan kimseler eğiticilik yapmaya elverişli değildir. İnsan
kişiliğine saygı her sosyal problemde, ama özellikle eğitimde,
bilgeliğin ilk koşuludur.
Psikoloji ve Politika
Bu denemede psikolojinin yakın zamanda politika üzerindeki olası
etkilerinin niteliği üzerinde durmak istiyorum. Bu anlamda, hem
olumlu,
hem olumsuz etkilerden söz etmek niyetindeyim.
Politik fikirler mantığa dayanmazlar. Altın standardının kabulü
gibi teknik bir konunun kararlaştırılmasının temelinde bile
duygusallık vardır; ve psikanilizcilere göre, bu duygusallık kibar
bir toplulukta dile getirilecek türden değildir. Yetişkin bir
kişinin duyguları, eğitimin yarattığı geniş bir dış kabuğun
sarmaladığı bir içgüdü çekirdeğinden oluşur. Eğitimin devreye
girmesi, düş gücünü etkilemek şeklinde kendini gösterir. Herkes
kendini iyi bir kimse olarak görmek ister; bu nedenle de, hem
çabaları hem de kuruntuları, onu başarıya götürecek en iyi olanak
olarak gördüğü şeylerin etkisinde kalır. Psikoloji öğrenmekle "iyi
insan" kavramımızın değişikliğe uğrayacağını sanıyorum. Eğer öyle
olursa, politika üzerindeki etkisinin çok büyük olacağı da
ortadadır.
Gençliğinde çağdaş psikolojiyi öğrenmiş olan bir kimsenin Lord
Curzon'a,
ya da Londra piskoposuna benzeyebileceğinden kuşku duyarım.
Bütün bilimlerin iki tür etkide bulunması söz konusu olabilir.
Birincisi,
uzmanların, güç sahiplerinin yararlanacağı keşif ve icatlarda
bulunmasıdır.
İkincisi de, bilimin insanların düş gücünü etkilemesi, bu yolla da
kurdukları
analojilerde ve beklentilerinde değişiklikler meydana
getirmesidir. Tam
olarak ifade etmek gerekirse, yaşam tarzını değiştirmek gibi, pek
çok
sonuçları olan, üçüncü bir etkisi daha vardır. Fiziksel
bilimlerde, bu üç
tür etki günümüzde iyice belirginleşmiş bulunmaktadır. Uçaklar
birinciye
örnektir. Makineleşmeye dayalı yaşam görüşü ikinciye, toplumun
büyük
bölümünün tarım ve kırsal yaşamdan sanayi ve şehir yaşamına
geçmesi de
üçüncüye örnek gösterilebilir.
Psikolojinin etkilerine gelince, bu alanda hala geleceğe yönelik
tahminlere bel bağlamak zorundayız. Geleceğe yönelik tahminler her
zaman cüretkardır. Ancak birinci ve üçüncü türden etkiler
konusunda, düşsel bakış açısındaki değişikliklere bağlı olan
etkilere oranla, daha da
cüretkardır. Bu nedenle, ben öncelikle ve daha çok bu iki tür etki
üzerinde
duracağım.
Biraz tarihe göz atmak konuya yaklaşmakta bize yardımcı olabilir.
Ortaçağ da bütün politik sorunlar, analojiler şeklinde ortaya
çıkan teolojik
savlara göre çözümlenirdi. En önemli çatışma Papa ile İmparator
arasındaydı: Papa'nın Güneş, İmparator'un da Ay olduğu kabul
edilirdi; böylece, kazanan Papa olmuştu. Papa'nın daha güçlü
orduları olduğu için kazandığını söylemek yanlış olur. Papa'nın
ordusu, asker toplama görevini üstlenen Fransisken (St. Francis
tarafından, 1209 yılında, Orta İtalya'da, Assin kasabasında
kurulan mezhep. (ç.n.) rahiplerin ileri sürdüğü Güneş-ve-Ay
analojisinin
gücüne dayanıyordu.
İnsan kütlelerini gerçekten harekete geçiren ve önemli konuları
sonuca
götüren de bu tür şeylerdir. Günümüzde bazı kişiler toplumu bir
makine,
bazıları da bir ağaç olarak düşünürler. Faşistler, emperyalistler,
sanayiciler ve Bolşevikler birinci gruba; anayasa yanlıları,
toprak sahipleri veya
barışçılar da ikinci gruba girerler. Tartışma Guelfler ve
Ghibelline'ler (Ortaçağ İtalya'sında, İmparator yanlısı
aristokratların siyasal partisi olan Ghibellinelere karşı olan,
Papa yanlısı siyasal parti üyeleri. (ç.n.) tartışması kadar
anlamsızdır; çünkü toplum ne ağaçtır ne de makine.
Rönesans'la beraber ikinci bir etken ortaya çıkar: edebiyat,
özellikle de klasik edebiyat. Bu etken, çoğunlukla, devlet
okullarında ve eski üniversitelerde okumuş olanlar arasında
günümüze dek süregelmiştir.
Profesör Gilbert Murray'in, ((1866-1957): İngiliz bilgin ve devlet
adamı. (ç.n.) bir sorun hakkında karar vermeden önce ilk
tepkisinin sanki "Euripides (İ.Ö. 5. yüzyılda yaşamış Grek tiyatro
yazarı. (ç.n.) bu konuda ne derdi?" diye sormak olduğunu
hissederiz. Bu görüş artık gücünü yitirmiştir. Ancak, Rönesans'ta
ve on sekizinci yüzyılın Fransız Devrimi'ne kadarki kesitinde bu
görüş egemen olmuştur. Devrimin ünlü hatipleri kendilerini togalar
içinde görürler, sürekli olarak da Roma'nın parlak erdemlerinden
söz ederlerdi. Montesquieu ve Rousseau gibi yazarlar günümüz
yazarlarının herhangi birinin sahip olabileceğinin çok üstünde
etkiye sahiptiler. Amerikan anayasasının, Montesquieu'nün İngiliz
anayasası olarak düşlediği yasa olduğu söylenebilir.
Roma hayranlığının Code Napoleon (Napolyon'un gözetiminde 1804'de
yasalaşan Fransız Medeni Kanunu. (ç.n.) üzerindeki etkisinin
ayrıntılarından söz edecek ölçüde bir hukukçu değilim.
Sanayi devrimi ile yeni bir çağa, fizik çağına girmiş bulunuyoruz.
Bilim adamları, özellikle Galileo ve Newton, bu çağın temelini
hazırladılar; ancak çağı başlatan, ekonominin tekniğine bilimin
girmesi oldu. Makine çok tuhaf bir nesnedir: bilinen bilimsel
yasalar uyarınca çalışır (öyle olmasaydı zaten üretilemezdi);
kendi dışında, insanla, daha çok insanın fiziksel yaşamıyla ilgili
olan belirli bir amacı vardır. Makinenin insanla ilişkisi,
Kalvenci teolojide insanın Tanrı ile olan ilişkisinin aynıdır.
Sanayileşmenin Anglikanlar değil de Protestanlar ve İngiltere
Kilisesi dışındakiler tarafından icat edilmesinin nedeni belki de
budur. Makine analojisinin düşünce dünyamız üzerinde derin
etkileri vardır. Dünyaya "mekanik" bir bakış açısı, "mekanik"
açıklama, vb. deyimler kullandığımızda, bunları fizik yasaları
diliyle bir açıklama anlamında kullanırız; ancak, makinenin
teolojik yönünü, yani kendi dışında var olan bir amaca yönelik
olduğunu da, belki de bilinç-dışı olarak, belirtmiş oluruz. Demek
ki, toplumu bir makineye benzetirsek, onun kendi dışında bir tür
amacının var olduğunu düşünmekteyiz. Artık onun Tanrı'yı yüceltmek
için var olduğunu söylemek bizi tatmin etmiyor. Tanrı ile eş
anlamlı sözcükler bulma sıkıntımız da yok: örneğin İngiltere
Merkez Bankası, İngiliz İmparatorluğu, Standart Petrol Şirketi,
Komunist Parti, vb. Savaşlarımız da bu eş anlamlı sözcükler
arasındaki çatışmalardır; yani, Ortaçağ'ın Güneş-ve-Ay sorununun
tekrarı.
Fizik biliminin güçlü olması, onun günlük yaşamı büyük ölçüde
değiştiren
kesin bir bilim dalı olmasından dolayıdır. Bu değişim onun insanı
değil, ortamı etkilemesi ile ortaya çıkmıştır. Aynı ölçüde kesin
ve insanı
doğrudan etkileyen başka bir bilim dalı var olsaydı fizik gölgede
kalırdı.
İşte psikoloji bir gün böyle bir bilim haline gelebilir. Son
zamanlara kadar
psikoloji önemsiz bir felsefi laf kalabalığı sayılırdı
-gençliğimde edindiğim
eğitimsel psikolojik bilgiler öğrenmeye değer şeyler değildi.
Ancak
şimdilerde psikolojiye iki değişik yaklaşım var ve ikisi de
önemli: birisi
fizyologların, öteki de psikanalizcilerin yaklaşımı. Bu iki
yaklaşımın
sonuçları daha belirgin ve kesin hale geldiğinde, insanların bakış
açısına
da giderek psikolojinin egemen olacağı açıktır.
Buna örnek olarak eğitimi ele alalım. Eskiden yaygın olan görüşe
göre
eğitime sekiz yaşında ve Latince çekimlerle başlamak gerekiyordu;
bu yaş öncesinde neler olduğu önemli sayılmazdı. İşçi Partisi'ne
temelde
hala aynı görüşün egemen olduğu görülüyor; iktidardayken küçüklere
anaokulu açmak yerine, on dört yaş sonrası eğitimi geliştirmeye
daha çok önem verdiler.
Dikkati ileri yaştaki eğitim üzerinde yoğunlaştırmak, eğitimin
gücüne
duyulan güven konusunda kötümserliği de içerir; gerçekten
başarabileceği
tek şeyin, insanı geçimini kazanır duruma getirebileceği olduğu
düşünülür.
Ancak bilimsel yaklaşım, eğitime, çok daha erken yaşlarda başlamak
koşuluyla, eskiden olduğundan çok fazla güç atfetmektedir.
Psikanalizciler
eğitime doğumla birlikte başlanmasını isterler; biyologlar ise
daha da önce.
Bir balığa iki yanda birer göz yerine, ortada tek bir göze sahip
olmayı
öğretebilirsiniz (Jennings, Prometheus, s. 60). Ancak bunu yapmak
için,
işe balık doğmadan çok önce başlamanız gerekir. Şimdilik,
memelilerin
doğum öncesi eğitimini gerçekleştirmek için birtakım güçlükleri
aşmak
gerekiyorsa da, ileride olasılıkla bu da başarılacaktır.
Bana "eğitim"i çok garip bir anlamda kullandığımı söyleyeceksiniz.
Bir
balığın görünümünü çarpıtmak ile bir çocuğa Latince gramer
öğretmek arasında ortak olan nedir? Bana, bu ikisinin çok benzer
göründüklerini söylemeliyim: İkisi de deneycinin zevki uğruna
verilen gereksiz zarardır. Bunun eğitimin tanımı için pek geçerli
olduğunu söyleyemem. Eğitimin özü, bir organizmada teknisyenin
amaçları doğrultusunda bir değişim -ölüm dışında- elde etmektir.
Doğal olarak, teknisyen öğrenciyi geliştirmeyi amaçladığını
söyler; ancak bu sözler tarafsız bir bakışla, doğrulanabilir bir
gerçeği yansıtmamaktadır.
Bir organizmayı değiştirmenin türlü yolları vardır. Bir gözünü
kaybeden
balık veya apendiksini aldıran adam örneğinde olduğu gibi,
organizmanın
anatomisini değiştirebilirsiniz. Metabolizmasını, örneğin
ilaçlarla
değiştirebilirsiniz. İlişkiler yaratarak alışkanlıklarını
değiştirebilirsiniz.
Normal öğretim de bu sonuncusunun bir özel halidir. Organizma çok
yeni
olduğundan, öğretim dışında kalan eğitimde değişim sağlanabilir.
Geri
zekalılık ile iyot eksikliği arasındaki bağlantı herkesçe bilinir.
Belki
zeki kişilerin, yeterince temiz olmayan kaplarda oluşan bazı ender
bileşimlerin, yiyeceklerine çok az miktarda istenmeden karıştığı
kimseler
olduğunu bir gün keşfedeceğiz. Ya da, belirleyici etken, belki de
annenin
hamilelik dönemindeki beslenme yöntemidir. Bu konuda hiçbir şey
bilmesem de semenderlerin eğitimi konusunda insanlarınkinden çok
daha fazla bilgi sahibi olduğumuzu biliyorum. Bunun temel nedeni
de semenderlerin ruhları olmadığını düşünmemizdir.
Erken eğitimin psikolojik yönüne doğumdan önce başlamak pek
olanaklı değildir. Çünkü bu eğitim daha çok alışkanlıklar
edinilmesiyle ilişkilidir; doğum öncesi alışkanlıklar ise doğum
sonrasında, çoğu kez, işe yaramazlar. Ancak ilk yılların
karakterin oluşmasındaki çok büyük önemi sanırım kuşku götürmez.
Zihinsel konuların beden aracılığıyla ele alınmasını savunanlarla
doğrudan ele alınmasını savunanlar arasında, bana göre tümüyle
gereksiz olan bir çatışma vardır. Eski ekolden tıp adamları,
Hıristiyanlığa içtenlikle inandıkları halde, materyalist olma
eğilimindedirler; ruhsal bozuklukların bedensel nedenleri
olduğuna, tedavinin de bu nedenleri
gidererek yapılması gerektiğine inanırlar. Psikanalizciler ise,
bunun
tersine, hep psikolojik nedenler ararlar ve onlar üzerinde
uğraşırlar. Bana
göre, bütün bu gereksiz çatışmalar zihin-ve-madde dualizmi ile
bağıntılıdır.
Bazen dipte yatan fiziksel nedeni, bazen de dipte yatan psikolojik
nedeni
bulmak daha kolaydır. Ben, bunların her ikisinin de aynı zamanda
var
olduğu ve belli bir durum söz konusu olduğunda, en kolay
bulunabilecek olanı üzerinde durmanın akıllıca olacağı
kanısındayım. Bir vakayı tentürdiyot sürerek, bir başkasını fobiyi
ortadan kaldırarak tedavi etmekte bir tutarsızlık yoktur.
Politikaya psikolojik açıdan bakmaya çalıştığımızda, konuya doğal
yaklaşım, sıradan insanların temel duygusal dürtülerini ve
bunların çevrenin etkisiyle nasıl geliştirilebileceğini
araştırarak işe başlamaktır. Yüz yıl
öncesinin Ortodoks ekonomistleri politikacının dikkate alması
gereken yegane şeyin elde etmek güdüsü olduğunu düşünürlerdi. Bu
görüş
Marx tarafından benimsenmiş ve tarihe ekonomik açıdan getirdiği
yorumun
temelini oluşturmuştur. Bu görüş fizikten ve sanayileşmekten
kaynaklanmıştır ve çağımızda fizik biliminin düş gücünü etkileyen
egemenliğinin bir ürünüdür.
Günümüzde bu görüşü benimseyenler kapitalistler, komünistler, The
Times
gazetesi ve yargıçlar gibi saygın kurum ve kişilerdir. Bu son
ikisi,
işsizlik tazminatıyla geçinen bir adamla evlenmek uğruna kazancını
feda eden bir genç kadın görünce şaşkınlıklarını saklayamazlar.
Onlara göre mutluluk gelir ile orantılıdır; evde kalmış varlıklı
bir bayan evli bir yoksul
bayandan daha mutlu olmalıdır. Bu düşüncenin doğru olduğunu
göstermek
için de evli yoksul bayana acı çektirmek için elimizden gelen her
şeyi
yaparız.
Psikanalizciler de, Ortodoksluğa ve Marksizm'e karşı, insanın
temel
dürtüsünün cinsellik olduğunu söylerler. Onlara göre elde etme
dürtüsü
hastalık haline gelmiş bir tür cinsel sapıklıktır. Bu görüşün
yandaşlarının
ekonomik görüşü destekleyenlerden çok farklı davranacağı
ortadadır. Bazı
patolojik kişiler dışında herkes mutlu olmayı arzular; ancak
insanların
çoğunluğu mutluluğu nelerin oluşturduğu konusunda o gün yaygın
olan teoriyi kabullenir. Eğer zenginliğin mutluluk olduğunu
düşünüyorlarsa, cinselliğin zorunlu olduğunu düşünmeleri durumunda
davranacaklarından farklı davranacaklardır.
Ben her iki görüşün de tam doğru olmadığı; ancak ikincisinin
birincisinden
daha az zararlı olduğu kanısındayım. Burada, ortaya çıkan
mutluluğun nelerden oluştuğu konusunda doğru bir teorinin
önemi ortaya çıkıyor.
Meslek seçimi gibi önemli konularda kişi, büyük ölçüde, teorilerin
etkisinde kalır. Eğer yaygın olan teori gerçeğe uygun değilse,
başarılı
kişiler mutsuz olacak, ama bunun nedenini bilmeyeceklerdir. Bu
onları
öfkeyle dolduracak, bu öfke de bilinç-dışı olarak kıskandıkları
gençleri
boğazlama arzusuna yol açacaktır. Çağdaş politikaların çoğu, her
ne kadar
ekonomik temellere dayanıyor görünseler de, aslında içgüdüsel
doyum
yokluğundan kaynaklanan öfkeye dayanmaktadır; bu doyum yokluğuna
da, büyük ölçüde, revaçta olan hatalı psikolojik görüş neden
olmaktadır.
Cinselliğin yeterli olduğunu sanmıyorum. Cinsellik engellendiği
zaman,
özellikle politikada, önemli bir etken olur. Evlenmemiş yaşlı
hanımlar,
savaş sırasında, biraz da genç erkeklerce ihmal edilmelerinden
kaynaklanan, saldırgan bir tutuma girmişlerdir. Hala da anormal
derecede kavgacıdırlar.
Ateşkesten hemen sonra trenle Saltash köprüsünden geçerken aşağıda
demir atmış birçok savaş gemisi gördüğümü anımsarım.
Kompartımandaki iki yaşlıca hanım birbirleriyle "Bunları böyle
aylak yatar görmek ne üzücü," diye konuşuyorlardı. Doyurulmuş
cinsellik ise politikayı artık etkilemez. Açlık ve susuzluğun
politik açıdan daha önemli olduğunu söyleyebilirim.
Ailenin öneminden dolayı, ana-babalık son derece önemlidir. Rivers
bunun
özel mülkiyetin kaynağı olduğunu bile öne sürmüştü. Ancak ana-baba
olmak cinsellikle karıştırılmamalıdır.
Yaşamın korunmasına ve nüfusun artmasına hizmet eden güdüler
yanında,
genellikle şan şöhret diyebileceğimiz şeyle ilgili başka güdüler
de vardır: güç tutkusu, kendini beğenmişlik, ve rekabet. Bunların
politikada
çok önemli rol oynadığı su götürmez. Eğer politikanın yaşamı
çekilmez hale getirmesini istemiyorsak, bu şan şöhret güdüleri
dizginlenmeli ve kendi sınırlarını aşmamaları sağlanmalıdır.
Temel güdülerimiz iyi veya kötü değildirler; etik açıdan
nötrdürler.
Eğitim onların iyi yönde biçimlendirilmesini amaçlamalıdır.
Günümüzde
bile Hıristiyanların pek hoşlandıkları eski yöntem, güdüleri
engellemeye
yöneliktir; yeni yöntem ise güdüleri, onlardan yararlanacak
biçimde
şekillendirme yönündedir. Güç tutkusunu ele alalım:
Hıristiyanlığın
öngördüğü alçakgönüllülüğü öğütlemenin bir yararı yoktur; o sadece
bu
itiyi ikiyüzlülüğe dönüştürür. Yapılacak şey ona yararlı çıkış
yolları
sağlamaktır. Doğuştan gelen güdüler bin bir yolla tatmin
edilebilir -zulüm,
politika, ticaret, bilim sanat gibi. Kişi kendi becerisi
doğrultusunda bir
yol seçerek güç tutkusuna bir çıkış yolu sağlar; gençliğinde
edindiği
beceri türüne uygun şu veya bu mesleği seçer. Devlet okullarımızın
tek amacı yalnız ve yalnız baskı altına alma tekniğini
öğretmektir. Bunun sonucu olarak da beyaz ırkın sorumluluğunu
yüklenen insanlar yetiştirmektedirler. Eğer bu insanlara bilim
yapma olanağı tanınsa çoğu bunu yeğlerdi.
İki konuda ustalaşmış bir kimse genellikle bunlardan daha zor
olanı
üzerinde çalışmayı yeğler; hiçbir satranççı dama oynamaz.
Becerinin erdeme yardımcı olması bu yolla sağlanabilir.
Başka bir örnek olarak korkuyu ele alalım. Rivers tehlike
karşısında gösterilen ve her biri belirli koşullarda geçerli olan
dört tür tepki sayıyor:
1. Korkma ve Kaçma
2. Öfke ve Dövüşme
3. Şaşırtmaca
4. Paralize olma
Bunlar içinde en iyisinin üçüncüsü olduğu ortadadır; ancak, özel
beceri sahibi olmayı gerektirir. İkincisi militaristler, erkek
öğretmenler, rahipler, vb. tarafından "cesaret" adı altında
övülür. Bütün yönetici sınıflar kendi bireylerinde bu tepkiyi,
egemenlikleri altındaki toplumlarda da korkma ve kaçmayı
oluşturmayı amaçlar. Aynı şekilde kadınlar da günümüze dek,
özenle, ürkek olacak şekilde yetiştirilmişlerdir. İşçi sınıfında
taklitçilik ve sosyal uysallık şeklinde kendini gösteren aşağılık
kompleksi günümüzde de mevcuttur.
Psikolojinin, güç sahiplerinin eline yeni yeni silahlar vermesi
olasıdır. O zaman uysallığı ve ürkekliği yaygınlaştırabilecekler;
kitleleri gittikçe daha
çok evcil hayvanlara dönüştürebileceklerdir. Güç sahipleri derken
sadece sermaye sahiplerini değil, aynı zamanda sendika ve İşçi
Partisi'ninkiler dahil, bütün görevlileri kastediyorum. Her
görevli, elinde yetki bulunduran herkes, emri altındakilerin uysal
olmalarını ister. Bu kimseler, emirleri altındakiler, kendilerinin
ihsan etmek lütfunda bulunduğu şeyler için
minnettar olacak yerde, nelerle mutlu olacakları konusunda
kendileri karar vermek isterlerse, öfkelenirler. Miras yoluyla
geçiş ilkesi, geçmişte,
yönetici sınıfın çoğunluğunun tembel ve etkisiz kalmasını
sağlamıştı. Bu başkalarına şans vermek demekti.
Eğer yönetici sınıf her nesilde kendi çabalarıyla yükselmiş en
dinamik
kişilerden oluşursa, sıradan ölümlüler için durum çok karanlık
olur. Böyle bir dünyada tembellerin, yani başkalarının işine
karışmak istemeyenlerin haklarının nasıl savunulacağını kestirmek
zordur. Gücün itişip kakışma karşılığında elde edildiği bir
dünyada yumuşak başlı insanların da bir şansı olacaksa,
gençliklerinde korkusuzluğu ve enerjik olmayı öğrenmeleri gerekli
gibi görünüyor. Demokrasi belki de geçici bir evredir. Eğer
öyleyse, psikoloji, kölelerin zincirlerini perçinlemeye hizmet
edecektir. Bu nedenle, demokrasiyi, baskı tekniği kusursuzluğa
erişmeden önce, güçlendirmek büyük önem taşımaktadır.
Başlangıçta sözünü ettiğim bilimin üç etkisine geri dönelim.
Hükümet şeklinin ne olacağını bilmiyorsak iktidardakilerin
psikolojiden nasıl
yararlanacaklarını da tahmin edemeyiz. Her bilim gibi psikoloji de
yetkililerin eline yeni silahlar, özellikle de eğitim ve
propaganda
silahlarını verecektir. İleri psikolojik teknikler bunların
ikisini de, karşı koymayı olanaksız kılan bir noktaya kadar
geliştirebilir.
İktidar sahipleri barış istiyorlarsa barışçı, savaş istiyorlarsa
savaşçı
bir toplum yaratabilirler. Aklı geliştirmek isterlerse akıl,
aptallığı
geliştirmek isterlerse de aptallık üretebilirler. Bu bakımdan,
geleceği
kestirmek olanaksızdır.
Psikolojinin, düş gücü üzerine birbirine karşıt iki tür etkide
bulunması
olasıdır. Bir yandan, gerekirciliğin daha yaygın bir kabul görmesi
beklenir.
Meteoroloji bilimi, yağmur duasından yarar bekleyenlerin çoğunun
rahatını
kaçırmıştır; ama iyi kalplilik için dua etmek insanları pek
rahatsız
etmemektedir. İyi kalpli olmanın nedenleri yağmurun nedenleri
kadar
iyi bilinseydi aradaki fark da ortadan kalkardı. Bir Harley Street
uzmanına birkaç sterlin ödemekle bir ermiş olunabilseydi, kendini
kötü
emellerden kurtarmak için bir doktor çağırmak yerine dua eden kişi
ikiyüzlü
olarak nitelenirdi. Gerekirciliğin yaygınlaşmasıyla çabada bir
azalma,
manevi tembellikte de bir artma olabilir -böyle bir etki mantıksal
olmasa
da. Bunun bir kayıp mı yoksa bir kazanç mı olacağını
kestiremiyorum; çünkü, yanlış psikoloji ile bir arada giden manevi
çabanın iyiliği mi yoksa kötülüğü mü artıracağını bilmiyorum.
Öte yandan, (psikolojinin düş gücü üzerindeki ikinci tür etkisi
sonucu)
hem metafiziksel hem de etik maddecilikten kurtuluşa yol açılır.
Genelde kabul görmüş ve uygulamada yararlı sonuç vermiş bir
bilimin konusunu oluşturdukları için duygular daha çok
önemsenirdi. Böyle bir etki, kanımca, tümüyle yararlı olurdu;
çünkü mutluluğun nelerden kaynaklandığı konusunda benimsenmiş olan
yanlış fikirleri ortadan kaldırırdı.
Psikolojinin keşif ve bulgular yoluyla yaşam biçimimizde
yapabileceği
değişiklik konusunda bir tahmin yapmaya girişmiyorum; çünkü
herhangi bir
etki yerine bir başkasının görülmesini beklemek için bir neden
göremiyorum.
Örneğin, en önemli etki, zencilere, başka hiçbir yeni beceri
kazandırmadan
beyazlar kadar iyi dövüşmeyi öğretmek olabilir.
Veya, tersine, zencileri doğum kontrolü uygulamaya teşvik etmek
için
psikolojiden yararlanılabilir. Bu iki farklı olanak birbirinden
çok farklı dünyalara yol açar; birinin mi yoksa ötekinin mi
gerçekleşeceğini,
ya da ikisinin birlikte mi gerçekleşeceğini kestirmenin bir yolu
da yoktur.
Son olarak: psikolojinin büyük pratik önemi, sıradan insanlara
mutluluğun
nelerden oluştuğu konusunda daha doğru bir fikir verecek
olmasındadır.
İnsanlar gerçekten mutlu olursa haset, öfke ve yıkıcı itilerle
dolu olmazlar. Yaşamsal gereksinimler dışında, -en az işçiler için
olduğu kadar orta sınıf için de- en büyük gereksinim cinsel
özgürlük, çocuk sahibi olmak
özgürlüğüdür.
Kendileri mutluluğu kaçırmış olan ve başkaları için de öyle
olmasını
arzulayan kötü niyetli insanların engellemesi olmasa, günümüzdeki
bilgi
birikimi ile, içgüdüsel mutluluğu sağlamak herkes için
kolaylaşırdı. Mutluluk yaygın olunca kendi kendisini
koruyabilirdi; çünkü günümüzde tüm politikayı oluşturan nefret ve
korkuya çağrı yanıtsız kalırdı.
Ancak, psikoloji bilgisi bir aristokrasinin eline geçer ve onun
tarafından
kullanılırsa, bilinen kötülüklerin devamına ve yoğunlaşmasına yol
açacaktır. Dünya, ilk ortaya çıkmasından bu yana görülmemiş ölçüde
mutluluk getirebilecek her türlü bilgiyle doludur. Ancak eski
uyumsuzluklar,
açgözlülük, haset ve dinsel zulüm yolu kapatmaktadır. Sonucun ne
olacağını bilmiyorum; fakat bunun insanoğlunun şimdiye kadar
karşılaştığı her şeyden daha iyi ya da daha kötü olacağını tahmin
ediyorum.
İnan Savaşları Tehlikesi
İnsanlık tarihi boyunca, her biri aceleci bir kişi tarafından
tarihin anahtarı olarak yorumlanabilecek, çeşitli dönemsel
salınımlar olagelmiştir.
Benim şimdi ele almak istediğim, sentez ve hoşgörüsüzlükten analiz
ve
hoşgörüye, sonra yine geriye doğru olan salınımın, bunlar arasında
en önemsizi olmadığı kanısındayım.
Uygar olmayan kabileler hemen hep sentezci ve hoşgörüsüzdürler.
Onlara
göre toplumsal geleneklerin dışına çıkılmamalıdır; yabancılara
karşı
da büyük kuşku duyarlar. Helenik dönem öncesindeki uygarlıklar
genellikle
bu özelliklere sahiplerdi. Özellikle Mısır'da, güçlü rahipler
sınıfı ulusal geleneklerin koruyucusu durumundaydılar ve kendi
uygarlıklarından
farklı olan Suriye uygarlığı ile temas sonucu Akhenaton'un (Akhenaton
(veya Amenhotep veya İkhnaton) (T.O. 1410?-1375?) Mısır hükümdarı.
(ç.n.) benimsediği bozguncu kuşkuculuğu püskürtmeyi başarmışlardı. Minos uygarlığı (İ.Ö. 3000 ile 1100 yılları arasında Girit'te
gelişen uygarlık. (ç.n.) dönemindeki durum ne olursa olsun
analitik hoşgörünün tam olarak ilk kez görüldüğü dönem Grek
çağıdır. Bu da, daha sonraki başka örneklerde de olduğu gibi,
yabancılarla iletişim sağlayan ve onlarla iyi ilişkilere
gereksinim duyan ticaretin doğurduğu bir sonuçtur.
Ticaret, son yıllara kadar, bir kişisel girişim konusu olmuştur.
Ticarette önyargılar kazanç için bir engel, laissez faire
(bırakınız yapsınlar) doktrini de başarının anahtarı sayılmıştır.
Ancak bu ticaret ruhu, daha sonraları olduğu gibi, Grek çağında da
her ne kadar sanatta ve düşüncede esin kaynağı olmuşsa da, askeri
başarılar için zorunlu olan toplumsal bütünlüğü sağlayamamıştı. Bu
nedenle Grekler önce Makedonya'ya, sonra da Roma'ya boyun eğdiler.
Romalıların sistemi, temelde sentezci; ayrıca, tam çağdaş bir
şekilde,
yani teolojik açıdan değil emperyalist ve parasal açılardan,
hoşgörüsüzdü.
Ancak Roma sentezciliği Grek kuşkuculuğu tarafından yavaş yavaş
eritildi ve yerini Rönesans dönemine kadar dünyaya egemen olan,
Hıristiyan ve Müslüman sentezlerine bıraktı. Rönesans Batı
Avrupa'da kısa süren çok parlak bir entelektüel ve sanatsal döneme
yol açtı; onu da politik kaos ve sade insanların bu türden
saçmalıkları bırakıp din savaşlarında birbirlerini
öldürmek gibi ciddi işlere el atma kararlılığı izledi. Ticaretle
uğraşan
İngiltere ve Hollanda, Reformasyon ve Karşı-Reformasyon
hoşgörüsüzlüğünden ilk sıyrılan ülkeler oldular; onlar da birleşip
Roma
yanlılarıyla savaşmak yerine birbirleriyle savaşarak hoşgörülerini
kanıtladılar. İngiltere de, Eski Yunanistan gibi, komşuları
üzerinde çözücü
bir etki yaptı ve bu ülkede demokrasi ve parlamenter rejim için
gerekli olan ölçüde kuşkuculuk yavaş yavaş gelişti. Hoşgörüden
yoksun bir çağda bu kurumlar ender olarak olanaklıdırlar ve bu
nedenle de yerlerini faşizme ve Bolşevizm'e bırakma
eğilimindedirler.
On dokuzuncu yüzyıl dünyası, genellikle sanıldığından daha çok,
1688
(Katolik kral James 2'ye karşı ayaklanma. (ç.n.) devriminde
somutlaşan ve
John Locke (1632-1704) tarafından ifade edilen felsefenin bir
ürünüdür.
Bu felsefe 1776'da Amerika'da ve 1789'da Fransa'da (1776: Amerikan
Bağımsızlık Bildirgesi, 1789: Fransız devrimi. (ç.n.) egemen oldu
ve sonra
da bütün batı dünyasına yayıldı. İngiltere'nin sanayi devrimi ve
Napolyon'u yenmesi sonucu kazandığı prestij bunda büyük etken
olmuştur.
Bu durumda bir tutarsızlık olduğu ancak yavaş yavaş fark edildi.
Locke'un
ve on dokuzuncu yüzyıl liberalizminin fikirleri sınai değil ticari
nitelikteydi. Sanayiciliğin felsefesi, serüvenci denizaşırı
tüccarlarınkinden tümüyle farklıdır. Sanayicilik sentezcidir;
büyük ekonomik birimler oluşturur, toplumu daha organik hale
getirir ve bireyci dürtülerin bastırılmasından yanadır. Bunun yanı
sıra, sanayiciliğin ekonomik örgütlenmesi hep oligarşik nitelikte
olmuş ve siyasal demokrasi ne zaman başarıya ulaşıyor
görünse onu etkisiz hale getirmiştir. Bu nedenlerle öyle görünüyor
ki, her
yeni çağda olduğu gibi, rakip inanlar ve felsefeler arasında
çatışmaya
götüren yeni bir sentezci hoşgörüsüzlük çağına girmekteyiz.
Bugün dünyada sadece iki tane büyük devlet vardır: Birleşik
Amerika ve
Sovyetler Birliği. Bunların nüfusları birbirine eşit gibidir; etki
alanlarındaki öteki ülkelerin nüfusları da öyle.
Batı Avrupa ile Amerika kıtasındaki diğer ülkeler Amerika Birleşik
Devletleri'nin; Türkiye, İran ve Çin'in büyük bölümü Sovyetlerin
etki
alanındadır. Bu bölünme, Ortaçağ'daki Hıristiyanlarla Müslümanlar
arasındaki bölünümü andırmaktadır. Aynı türden inan farkı, aynı
amansız düşmanlık, daha büyük ölçülerde olsa da, benzer bölge
bölünümü söz konusudur. Ortaçağ'da, Hıristiyan devletler arasında,
Müslüman devletler arasında nasıl savaşlar olduysa, bu iki büyük
grup içinde de savaşlar olacaktır; ancak bu savaşların er veya
geç, gerçek barış antlaşmalarıyla son bulmasını umabiliriz.
Halbuki bu iki büyük grup arasında, sadece, her ikisinin de bitap
düşmesi sonucu gerçekleşen ateşkes anlaşmaları yapılacaktır. İki
taraftan birinin zafere ulaşacağını ya da çatışmadan bir yarar
elde edeceğini sanmıyorum. Her iki grup da diğerini kötü niyetli
olarak gördüğü ve ondan nefret ettiği için çatışmanın sürüp
gideceği görüşündeyim.
Kuşkusuz, gelişmenin mutlaka bu yolda olacağını söylemiyorum.
Bilim şimdi olduğundan çok daha ileri bir aşamaya ulaşıncaya
kadar, beşeri olaylar söz konusu olduğunda, geleceğin belirsiz
olması kaçınılmazdır. Ben, sadece, bu doğrultuda gidişe yol
açabilecek etkin kuvvetler bulunduğuna dikkat çekiyorum. Bu
kuvvetler psikolojik olduğundan insan kontrolü kapsamındadırlar.
Bu nedenle, gücü elinde bulunduranlar inan savaşları içeren bir
gelecek
istemiyorlarsa onu önlemek de ellerindedir. Gelecek hakkında
salt fiziksel düşüncelere dayanmayan olumsuz bir kehanette
bulunurken,
gelecekten söz eden kişinin amaçlarından biri de kendi
tahminlerinin
yanlışlığını ortaya koymaları yolunda insanları çaba göstermeye
yöneltmektir.
Kötülüğün habercisi, eğer insan sevgisi taşıyan bir kişiyse,
kendisine karşı nefret duyulmasını sağlamaya çalışmalı ve
kehanetleri doğru çıkmazsa çok üzüleceği izlenimini
vermelidir. Bu girişten sonra inan
savaşlarına yol açan nedenleri; eğer onları önlemek istiyorsak
alınması
gereken önlemleri gözden geçirelim.
Yakın gelecekte, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda yaşanan
hoşgörüsüzlükten daha büyük ölçüde, etkin bir hoşgörüsüzlüğün var
olacağı beklenmektedir. Bu beklentinin temel nedeni de
büyük ölçekli seri üretimin ucuzluğudur. Bunun tröstlere ve
tekellere yol açacağı ise, en azından Komünist Manifesto kadar,
eski ve herkesçe bilinen bir şeydir. Bizi şimdilik ilgilendiren,
entelektüel bağlamda ortaya çıkacak sonuçlardır. Bugün düşünce
kaynaklarını birkaç elde toplayarak onları kontrol altında tutma
yolunda gittikçe artan bir eğilim vardır; bunun sonucu olarak da
azınlığın düşünceleri etkili olarak dile getirilme şansını
yitirmektedir.
Bu yoğunlaşma Sovyetler Birliği'nde, yönetimdeki parti yararına
olarak, politik açıdan ve bilinçli olarak gerçekleştirilmiştir.
Önceleri böyle bir
yönetimin başarılı olabilmesi kuşkulu görünüyordu; ancak yıllar
geçtikçe başarı olasılığı giderek kuvvetlenmektedir. Ekonomik
uygulamada
bazı ödünler verilmişse de ekonomik ve politik teoride ya da
felsefi bakış açısında bu yapılmamıştır. Komünizm gittikçe daha
çok gelecekteki
bir cennetle ilgilenen, günlük yaşam biçimiyle ise gittikçe daha
az ilgilenen bir inana dönüşmektedir.
Bu inanı sorgulamadan kabul eden ve oluştuğu yıllarda onunla
ilgili etkin bir eleştiri duymamış olan yeni bir kuşak
yetişmektedir. Edebiyat, basın ve eğitim üzerinde şimdi uygulanan
denetim bir yirmi yıl daha böyle sürerse
-sürmeyeceğini varsaymak için de bir neden yoktur- komünist
felsefe enerjik kitlenin ezici çoğunluğunun kabul ettiği felsefe
olacaktır. Buna
karşı gelenler de çıkacaktır. Bir yanda olayların, ulusal yaşamın
genel gidişinin dışında kalan ve sayıları giderek azalan küskün
yaşlılar;
öte yanda da, etkileri uzun yıllar önemsemeye değmeyecek
düzeylerde kalan birkaç özgür düşünür. Özgür düşünürler her zaman
var olmuşlardır -on üçüncü yüzyılda İtalyan soylularının çoğu
Epikür yanlısıydı.
Bu kimseler ancak bazı rastlantısal hallerde, örneğin şimdiki
Meksika'da olduğu gibi, fikirleri, ekonomik ve politik nedenlerle,
önemli kesimler için
yarar sağladığında önem kazanırlar. Bu da Resmi Kilise'nin biraz
sağduyu kullanmasıyla her zaman önlenebilir. Rusya'daki Resmi
Kilise'den de bu kadarcık sağduyu göstermesi beklenebilir. Genç
köylüler eğitimin yaygınlaşmasıyla sürüye katılmaktadırlar;
köylülerin yaşantısında bireyselciliğe gittikçe daha çok ödün
verilmesi de onların teoriyi benimsemelerini kolaylaştırmaktadır.
Ekonomik sistemin uygulanmasında ne kadar az komünizm olursa
genellikle benimsenen inan da o kadar çok yaygınlaşacaktır. Bu
süreç yalnız Rusya'ya ya da Sovyetler Birliği'ne dahil ülkelere
özgü değildir. Çin de aynı süreç içine girmektedir; çok güçlenmesi
de olasılık dışı değildir. Çin'de güçlü olan hangi hareket varsa
-özellikle de milliyetçi hükümet- Rusya'nın etkisiyle başlamıştır.
Güney ordularının askeri başarısı Rusların
yol göstermesiyle örgütlenen propaganda sayesinde gerçekleşmiştir.
Eski dinlere -Budizm ve Taoizme- bağlı olan Çinliler politik
bakımdan geri kafalıdırlar. Hıristiyanlar ise, yabancılara karşı,
milliyetçileri rahatsız edecek ölçüde dostçadır. Aslında,
milliyetçiler yerli olsun yabancı olsun bütün eski dinlere
karşıdırlar. Rusya'nın yeni dini, hem "gelişme"nin son örneği
olması, hem de siyasal bakımdan dost olan bir devletle, gerçekte
yegane dost devletle ilintili olması nedeniyle, yurtsever
aydınlara çekici gelmektedir. Bu yüzden Çin'in uygulamada
komünizme geçmesi akla uzak geliyorsa da
Bolşevik felsefesini benimsemesi pekala olasıdır.
İngilizlerin "geri kalmış" ülkelerle olan ilişkilerinde düştükleri
en büyük yanılgı geleneklerin gücüne çok fazla güvenmek olmuştur.
Çin'de, Çin klasiklerini oldukça iyi bilen, yaygın boş inanları
anlayan, yaşlı ve tutucu okumuş yazmışlarla dostluk kurmuş birçok
İngiliz bulabilirsiniz. Yeni Çin'i anlayan ve ona bilgisizce bir
aşağılama ile bakmayan birisine ise pek rastlayamazsınız. Bu
kimseler, Japonya'daki kabuk değiştirmeye rağmen, Çin'in
geleceğini geçmişine bakarak değerlendirmeyi sürdürürler ve büyük
ve hızlı bir değişimin olanaksız olduğunu varsayarlar. Bunun bir
düş yanılgısı olduğundan eminim.
Japonya'da olduğu gibi Çin'de de, Batı'nın ekonomik ve askeri gücü
Batı'ya prestij sağlamakla beraber, ondan nefret edilmesine de
neden olmuştur. Rusya olmasaydı bu nefret etkisiz kalırdı. Ama
şimdi Rusya, Batı egemenliğinden kurtulma konusunda bir model
oluşturmakta ve az çok benzer bir yolda yürümek için Çin'e
yardımcı olmaktadır. Bu koşullar altında hızlı bir değişim çok
olanaklıdır. Daha önce eğitimsiz olan bir toplumda hızlı bir
değişim her zaman kolaylıkla gerçekleştirilebilir; çünkü hükümetin
saygınlığı ile desteklenen bir eğitim, gençlerin cahil büyüklerini
küçümsemesine yol açar.
Bu nedenle, yirmi yıl sonra Bolşevik ideolojinin bütün Çin'de
iktidara gelmesi ve Rusya ile yakın bir siyasal ittifak içine
girmesi hiç de olasılık dışı değildir. Bu ideoloji, eğitim
yoluyla, yavaş yavaş dünya nüfusunun yaklaşık yarısına
aşılanacaktır. Bu arada öbür yarısında neler olabilir?
Yerleşmiş tutuculuğun statükoculuk ve gelenek avantajlarına sahip
olduğu Batı dünyasında daha yumuşak yöntemler yeterlidir;
gerçekten de mevcut yöntemler, genelde, belirli bir amaca yönelik
olmadan ortaya çıkmışlardır. Ortaçağ kalıntılarının etkisi
nedeniyle, çağdaş inan Avrupa'da katıksız haliyle görülmez. Sanayi
kapitalizminin en özgür şekilde uygulandığı ve özelliklerini
açıkça gösterdiği yer Amerika Birleşik Devletleri'dir. Dünya
devletleri arasında en büyüğü Amerika olduğu için, Batı Avrupa da
yavaş yavaş onun izinde gitmek zorunda kalmaktadır.
Bunu söylerken, örneğin Amerikan göçmen topluluklarında hala
varlığını sürdüren, gerilerde kalmış bir Avrupa inanı olan tutucu
Protestanlığı benimsememiz gerektiğini kastetmiyorum. Amerika'nın
tarım kesimi, uluslararası önem taşıyan veya Amerika'nın
geleceğine biçim verecek olan kesim değildir. Yeni ve önemli olan,
sanayi inanıdır. Bu inan Rusya'da bir biçim, Amerika'da başka bir
biçim almıştır. Dünya için önemli olan da bu ikisi arasındaki
zıtlıktır.
Rusya gibi Amerika'nın ideali de gerçekleşmiş değildir; ama yine
de değer yargıları teorik açıdan bu ideale uydurulmuştur.
Rusya'nın ideali komünizmdir; Amerika'nın ideali ise serbest
rekabet. Yeni ekonomi
politikası Rus idealine nasıl ayakbağı oluyorsa tröstler de
Amerikan
idealine aynı şeyi yapmaktadır. Komünistler, örgütler bazında
düşünür;
tipik Amerikalı da bireyler bazında. "Tahta kulübeden Beyaz
Saraya"
sözleri genç politikacıların önüne koyulan idealin bir ifadesidir.
Ekonomik alanda buna benzer bir ideal de iş hayatında ilerlemeyi
sağlayan
sistemlerin reklamlarını esinler. Herkesin Beyaz Saray'da
oturmasının
veya şirket başkanı olmasının olanak dışı olması gerçeği, idealin
bir
eksikliği olarak düşünülmez; sadece, gençleri rakiplerinden daha
çalışkan ve kurnaz olmaya iteleyen bir öge olarak algılanır.
Amerika'nın
henüz kalabalıklaşmadığı dönemlerde, çoğu kimsenin, başkalarının
omuzlarına basmadan oldukça büyük başarılara erişmesi olanaklıydı.
Şimdi bile, eğer amaçlanan şey güç değil de maddi refah ise,
Amerika'daki bir işçinin Avrupa'daki bir serbest meslek sahibinden
daha zengin olma olanağı vardır.
Ancak güç artık giderek bazı odaklarda yoğunlaşmaktadır ve
dışlanmış
olanların da kendi paylarını istemeleri tehlikesi vardır. Ulusal
inancın bir bölümü bu tehlikeyi en aza indirecek şekilde
planlanmıştır.
Napolyon-vari bir düstur, La carriere ouuerte aux talents
(Mesleğin kapısı
yeteneklilere açıktır) sözleri çok işe yarar; gerisi başarıyı
toplumsal
değil bireysel bir olgu olarak göstermeye kalır. Komünist
felsefede hedef
bir kesimin ya da bir örgütün başarısıdır; Amerika'da ise bireyin
başarısı.
Sonuçta, başarısız birey sosyal sisteme öfkelenmek yerine kendi
yetersizliğinden utanç duyar. Alışık olduğu bireyci felsefe, toplu
eylem sayesinde herhangi bir yarar sağlanabileceğini düşünmesini
engeller. Bu
nedenle, gücü elinde bulunduranlara karşı bir muhalefet yoktur; bu
da onları zenginleştiren ve dünya çapında etkili yapan bir sosyal
sistemin tadını çıkarmakta özgür kılar.
İnsanların gerek duydukları şeylerin eşit olarak dağıtıldığı bir
dönem hiçbir zaman var olmamıştır. Oturmuş bir sosyal sistemde,
daha az şanslı olanların kaderlerini kabul etmelerini sağlayan bir
sistem var olmalıdır; bu da genellikle bir tür inana dayanır.
Ancak bir inanın, geniş bir kütle tarafından kabul edilmesini
güvenceye almak için, bütün topluma, gözardı ettiği haksızlıkları
karşılayacak ölçüde yarar da sunması gerekir. Amerika'da teknik
gelişimi ve maddi refah düzeyinin yükselmesini sunar. Bu
ikincisini sonsuza kadar sağlamaya gücü yetmeyebilir; ama bir süre
daha başarma olasılığı vardır. Rusya'da ise, sadece sermaye
sahiplerinin değil, herkesin yararına yönetilen bir sanayileşme
kavramını sunar.
Rus işçisinin Amerikalı işçiye göre daha yoksul olduğu
kuşkusuzdur. Ancak o başkalarını zenginleştirmek ve yüceltmek için
gereksiz yere cefa çekmediğini, kendi hakkı olanı aldığını bilerek
-en azından öyle sanarak avuntu bulur. Bunun da ötesinde, kendini,
birbirleriyle mücadele eden
birimlerden birinin üyesi olarak değil, sıkı bir işbirliği
içindeki bir toplumun bir birimi olarak hisseder.
Sanırım burada Amerika ve Rusya'daki inanların özüne inmiş
oluyoruz. Protestan geleneği ve yüz yıl süren öncü ruhu ile
yaşaması sonucu şekillenmiş olan bakış açısına göre, Amerika,
yoksulluktan zenginliğe erişme yolunda girişilen bireysel uğraşın,
başkasından yardım istemeden, bireysel çaba yoluyla yapılması
gerektiğine inanır. Bir orman adamı gibi
vahşi doğa ile savaşmaktadır. Gerçekte rakipleri olan kişilerle
savaşıyorsa da bu üzerinde durmaya değer bir konu değildir. Belki
de, bütün yaşamı boyunca, maddi refah uğruna zihinsel dürüstlüğünü
feda eden ve fikirlerini
özgürce ifade etmekten yoksun bir köle durumunda olacağını
vurgulamak pek nazik bir davranış olmaz. Açıklamaması gereken
düşüncelerin hoş
olmayan düşünceler olduğu ortadadır; bunlar konusunda dilini
tutmaya zorlanması ise, yalnızca, anarşik dürtülere karşı sağlıklı
bir sınırlama getirmek demektir. Orta yaşa geldiğinde kendisi de
artık bu görüşle
tam bir uyum içindedir.
Rusya'da ise, bunun tersine Bizans Kilisesi, Tatarlar ve Çarlık,
bireyin bir hiç olduğunu insanların beynine zaten damgalamıştır;
daha önce Tanrı ya da Çar yoluna feda ettiği şeyler toplum uğruna
daha kolay feda edilebilir. Rus komünistleri Batı'daki
sempatizanlarından, temelde bireye saygı
duymamalarıyla ayrılırlar (Bkz. Rene Fülöp-Miller'in Geist und
Gesicht der Bolschewismus - Bolşevizmin Ruhu ve Görünümü). Bu
konuda ruha ve ölümsüzlüğe inanan Bizanslı seleflerinden daha katı
olabilirler. Sovyet yöneticileri ruhu ortadan kaldırdıktan sonra
Leviathan (İncil'de sözü edilen, bazen timsaha, bazen yılana,
bazen de balinaya benzetilen deniz canavarı. (ç.n.) benzetmesini
bir Hıristiyan'dan daha içtenlikle kabul edebilirler. Onlar için
Batı'nın bireyselliği, Menenius Agrippa masalında olduğu gibi,
bedenin
çeşitli organlarını, kendi başlarına yaşamaları için ayırmak kadar
abestir. Sanat, din, etik, aile konularına, daha doğrusu her
konuya, bakış açıları bu temele dayanır.
Batı'daki sosyalistler, ara sıra, toplumun büyük öneminden, sanki
onlar da aynı fikirdelermiş gibi söz ederler; ancak nadiren
öyledirler. Örneğin, uzak bir yere göç eden bir adamın karısını ve
çocuklarını birlikte götürmek istemesini doğal bulurlar. Çok daha
katı olan Doğu komünistleri ise bunu sadece bir duygusallık olarak
algılar. Çocuklarına devletin bakacağını, gideceği yerde eskisini
aratmayacak yeni bir eş bulabileceğini söylerler.
Doğal sevginin gerekleri önemsiz sayılır. Gerçi kapitalist
toplumlarda
bu tür şeyler günlük yaşamda hoşgörüyle karşılanır, ama
teorilerine aynı ölçüde yansımaz. Lenin'in öğretilerinin bu
söylediklerime ters düştüğü de doğrudur. Sanırım, bunun bir
tutarsızlık olduğu, doğal insanın teori kabuğundan bir fışkırması
olduğu kabul edilmelidir. Koyu bir komünistin, Lenin'in somut bir
kişi olarak değil, bir Kuvvet'in somutlaşması olarak saygı
gördüğünü söyleyeceğini düşünüyorum. O da, zamanla, teorik olarak,
Logosb kadar soyutlaşabilir.
Rus felsefesinin yavaş yavaş ya da bir anda, Batı'ya egemen
olacağını düşünenler olmuştur. İlk bakışta önemli görülebilecek
bazı düşünceler
bu görüşü desteklemektedir. Komünist felsefenin sanayi toplumuna
kapitalist felsefeden daha uygun olduğu kuşku götürmez; çünkü
sanayileşmenin bireylerden çok, örgütlerin önemini artırması
kaçınılmazdır. Bundan başka, toprak ve doğal kaynak mülkiyetinin
sanayiden çok tarım
rejimine özgü olması doğaldır. Toprağın özel mülkiyeti iki yoldan
edinilmiştir: birisi, her yerde kılıç hakkına dayanan aristokratik
yol, ikincisi
de, çiftçinin işlediği toprağa sahip olma hakkına dayanan
demokratik yol. Bir sanayi toplumunda bu iki hak da mantıksız ve
anlamsızdır.
Maden sahiplerinin, madeni işletenlerden pay almaları ve kentsel
taşınmaz mal sahiplerinin kira almaları uygulaması aristokratik
yoldan edinilen toprak mülkiyetinin anlamsızlığını ortaya
koymaktadır; çünkü mal sahibinin elde ettiği gelirin herhangi bir
toplumsal yararı olduğu söylenemez. Toprağı işleyen köylünün o
toprağa sahip olma hakkı da aynı ölçüde anlamsızdır.
Bir Boer çiftçisinin toprağında bulduğu altından elde ettiği
zenginlik onun topluma yaptığı herhangi bir hizmet nedeniyle
kazanılmış değildir.
Kente yakın bir yerde çiftlik sahibi olan kişinin o bölgenin
kentleşmesiyle elde ettiği zenginlik için de aynı şey geçerlidir.
Yalnız özel mülkiyet
değil ulusal mülkiyet bile aynı kolaylıkla anlamsız sayılabilir.
Mısır ve Panama Cumhuriyeti'nin kendi topraklarındaki kanalların
kontrolünü elde
tutmaları gerektiğini öne sürmek saçmadır; gelişmemiş ülkelerin
topraklarında bulunan petrol gibi şeylerin kontrolünde mutlak
hakları olduğunu öne sürmek de kötü sonuçlara yol açmaktan başka
bir şeye yaramaz. Önemli hammaddelerin uluslararası bir yönetim
altına alınması yolundaki teorik sav son derece çekicidir; zengin
eşkıyanın hammaddelerden yararlanma için dünyayı haraca
bağlamasını kabullenmemize yol açan tek şey tarımsal gelenektir.
Sanayi toplumları tarım toplumlarına kıyasla çok daha sıkı
bağlantılar içindedirler ve kişilere verilecek yasal yetkiler,
tarım toplumlarında büyük
sakıncalara yol açmasa da sanayi toplumları için son derece
tehlikeli olurlar. Ayrıca, sosyalistlerin safında yer alan haset
duygusuna (başka deyişle adalet duygusuna) da yol açacağı
ortadadır. Bütün bu düşüncelere
karşın, önümüzdeki yüz yıllık bir süre içinde sosyalist görüşün
Amerika'da yaygınlaşacağını sanmıyorum. Amerika sosyalist
düşünceyi benimsemediği sürece de onun ekonomik yörüngesindeki
hiçbir ülkenin,
sosyalizmi en ufak bir ölçüde bile uygulamasına izin
verilmeyecektir. Bunun örneği Dawes Planıs uyarınca Almanya'da
demiryollarından, devlet
mülkiyetinin kaldırılması sırasında yaşanmıştı.
Amerika'nın sosyalist olmayacağını söylemem, Amerika'daki refahın
süreceği yolundaki inanışım nedeniyledir. Amerika'daki bir işçi
sosyalist ülkelerdeki bir işçiden daha zengin olduğu sürece,
kapitalist propagandanın değişim yanlısı savları çürütmesi mümkün
olacaktır. Bu bağlamda, daha önce sözünü ettiğim
geniş-ölçekli-üretim ekonomileri son derece büyük önem
taşımaktadır. Aralarında anlaşmış basın, milyonerlerin parasal
destek verdiği yüksek öğretim, milyonerlerin bağışlarından
yararlanan ve kilisenin kontrolünde olan ilköğretim, reklam
yoluyla hangi kitapların daha çok satacağını kararlaştıran ve bu
kitapları az sayıda basılabilen kitaplardan daha ucuza maleden iyi
örgütlenmiş kitap yayıncılığı, radyo, ve hepsinden çok, bütün Batı
dünyasında gösterilerek kazanç getiren çok pahalı filmlerin
yapıldığı sinema: bütün bunlar tekdüzeliğe, düşünce ve haberlerin
bir merkezden yönetimine, yalnızca güç odaklarınca onaylanan inanç
ve felsefelerin yayılmasına olanak sağlamaktadır.
Bu tür propagandaların bütünüyle kaçınılmaz ve sonuçta karşı
koyulmaz olduğunu sanmıyorum. Ancak, kanımca, önerdiği rejim
sıradan insanlara
başarılı olduğu izlenimini verdiği sürece, bu propagandanın
etkisini sürdürmesi olasıdır. Savaşta yenilgiye uğramak, ki bu
herkesin anlayabileceği bir başarısızlık işaretidir, rejimi
sarsabilir; ancak, Amerika'nın bir savaşta yenilme olasılığı
şimdilik yoktur. Bu nedenle, İngiltere'nin başarılı olduğu on
dokuzuncu yüzyılda parlamenter yönetim
tarzına gösterilen yaygın bağlılığı Amerika'daki Amerikan sistemi
için de bekleyebiliriz. Eskimiş anlamıyla teolojik görüş
ayrılıkları Doğu ile Batı arasındaki ekonomik inan ayrılıklarını,
kuşkusuz, daha da güçlendirecektir.
Amerika'nın Hıristiyanlığı, Doğu'nun ise Hıristiyan-karşıtlığını
sürdürmesi beklenebilir.
Evlilik ve aile konularında, Amerika'nın
Hıristiyan doktrinlerine karşı yapmacık bağlılığını
sürdürmesi, Doğu'nun da bunları köhne
boş-inanlar olarak algılaması beklenebilir. İki
tarafta da geniş ölçüde ve acımasızca haksızlıklar
yapılacağı; her iki tarafın da ötekindeki
bu haksızlıklardan haberdar, kendisindekilerden
ise habersiz olması beklenebilir. Örneğin,
pek az Amerikalı Sacco ve Vanzetti (Nicolo Sacco ve Bartolomeo
Vanzetti: İtalyan asıllı Amerikalı
anarşistler. Gasp ve öldürme suçlarından dolayı 1920'de
gerçekleşen
idamları uluslararası protestolara neden olmuş; çoğu kişi onları
politik önyargıların kurbanları olarak nitelemiştir. (ç.n.)
hakkındaki gerçeği bilir. Başka birisinin suçu kendi
işlediğini itiraf etmesine ve kanıtları toplayan
polisin bunların "tertip" olduğunu kabul etmesine
karşın, adam öldürmek suçundan ölüme
mahkum edilmişlerdi. Suçu itiraf eden kişinin
bozuk sicilli olması yeni bir dava açılmasının
reddedilmesinin nedenlerinden biriydi. Anlaşılan,
Amerikan yargıçlarına göre sadece iyi
karakterli kişiler cinayet işliyorlar. Sacco ve
Vanzetti'nin gerçek suçları ise anarşist olmalarıydı.
Bütün bunlar, kuşkusuz, Rusya'da da
bilinmektedir ve kapitalistlerin adaleti konusunda
olumsuz düşüncelere yol açmaktadır.
Bunun gibi, Rusya'daki patriklerin ve sosyal
devrimcilerin duruşmaları da Amerika'da bilinmektedir.
Böylece, her iki taraf da diğerinin kötülükleri
hakkında bol bol kanıt toplamakta; ancak kendi
ülkelerindeki kötülüklerden habersiz kalmaktadır.
Bir süre önce California Üniversitesi'nde bir
profesörle tanıştım; Mooneyı (Tom Mooney (1882?-1942): Bir
bombalama suçlamasıyla 1916'da mahkum edilip 1939'da affedilen
Amerikalı sendika lideri. (ç.n.) adını hiç duymamıştı.
Mooney işlememiş olabileceği bilinen bir adam
öldürme suçundan dolayı bir California cezaevinde
yatmaktaydı. Kerenski rejimi sırasında Rus
hükümeti bu dava hakkında Amerikan hükümeti
nezdinde resmi girişimde bulunmuş ve Başkan
Wilson'un görevlendirdiği soruşturma komitesi
onun suçlu olduğunu gösterecek kanıtlar bulunmadığını
bildirmişti. Ancak o bir komünistti.
Böylece görülüyor ki, düşünceden dolayı yapılan zulme her
ülkede göz yumulmaktadır. İsviçre'de bir komünisti öldürmek
yasal olduğu gibi, bunu yapan kişi bir daha cinayet işlerse,
sabıkası olmadığı gerekçesiyle beraat eder. Bu tutuma
karşı, Sovyet Cumhuriyeti dışında, hiçbir ülkede tepki
gösterilmemektedir. Bu bağlamda, kapitalist ülkeler içinde
en iyisi Japonya'dır. Orada, iki ünlü anarşisti ve onların küçük
yeğenlerini -oğulları sanarak- karakolda boğarak öldüren
polis, bir kahraman haline gelmesine ve okul çocuklarına onu
öven kompozisyonlar yazdırılmasına karşın, hapse mahkum edilmişti.
Bütün bu nedenlerle, mevcut rejimin sokaktaki insana başarılı
göründüğü ya da Amerikan ekonomik etkisinin egemen olduğu bir
ülkede,
yakın bir gelecekte komünist inanının benimsenmesi olasılığını
görmüyorum. Tam tersine, statükonun korunması için, güç
odaklarının
gittikçe daha tutucu olmaları ve toplumdaki bütün tutucu güçleri
desteklemeleri olası görünüyor. Bu odakların en güçlüsü de,
kuşkusuz
dindir. Almanya'da krallığın mal varlığı hakkındaki halk
oylamasında,
kiliseler bunların kamulaştırılmasının Hıristiyanlığa aykırı
olduğu
konusunda resmen karar aldı. Böyle kararlar ödüllendirilmeyi
hak ederler. Kuşkusuz ödüllendirileceklerdir de.
Kapitalist ülkelerde, eğitimin zenginler yararına olacak biçimde,
daha sıkı kontrolünü sağlamak amacıyla, örgütlenmiş dinin,
özellikle de
Katolik Kilisesi'nin, gittikçe daha da güçlenmesi beklenebilir. Bu
nedenle, Batı ile Rusya arasında temelde ekonomik olan karşıtlığın
giderek bütün inanç alanlarına yayılması olasıdır. İnanç
sözü ile kastettiğim, doğrulukları kanıtlanmamış olan konularda
var
olan dogmatik kanılardır. Kuşkusuz, bütün bu kötülükler bilimsel
yaklaşımın, yani kanıları önyargılar yerine kanıtlarla oluşturma
alışkanlığının yayılmasıyla önlenebilir. Ancak, her ne kadar
sanayide de
bilimsel teknik gerekliyse de, bilimsel yaklaşım daha çok
ticaretle
ilintilidir; çünkü zorunlu olarak bireyseldir ve iktidarın
etkisinde
değildir.
Bu nedenle bilimsel yaklaşımın, sadece, çağdaş yaşamın ana mecrası
dışında kalan Hollanda, Danimarka, İskandinavya gibi küçük
ülkelerde
varlığını sürdürmesini bekleyebiliriz. Öte yandan, bir yüzyıl
kadar sürecek bir çatışma döneminden sonra, Otuz Yıl Savaşları
sonrasında olduğu gibi, her iki tarafın giderek yorgun düşmesi de
olasılık dışı değildir. O zaman sıra yine dogmatik konularda geniş
görüşlü olan kişilere gelecektir.
Önümüzdeki mücadele konusunda benim kişisel tutumum Erasmus'unkin
gibidir: iki tarafı da bütün kalbimle desteklemem olanaksızdır.
Birçok noktada Amerikalı büyük sermaye sahiplerinden çok,
Bolşeviklerle aynı fikirdeyim; ancak onların felsefesinin kesin
doğru olduğuna ya da mutlu bir dünya yaratabileceğine
inanamıyorum. Rönesans'tan bu yana hep
yükselişte olan bireyciliğin çok ileri gittiğini; eğer sanayi
toplumlarının istikrarlı olması ve sıradan kadın ve erkekleri
yaşamlarından hoşnut
kılması isteniyorsa, daha güçlü bir işbirliği ruhuna gerek
olduğunu kabul ediyorum. Bolşevik felsefesindeki güçlük,
örgütlenme ilkelerinin
ekonomiye dayanmasından; buna karşılık, insan içgüdüleriyle uyumlu
olacak gruplaşmaların biyolojik nitelikte olmasından
kaynaklanmaktadır.
Aile ve ulus biyolojik, tröst ve sendika ekonomiktir. Biyolojik
gruplaşmaların
günümüzde yol açtığı kötülükler yadsınamaz; ancak ben toplumsal
sorunların bu grupları oluşturan içgüdüleri yok sayarak
çözülebileceğine
inanmıyorum.
Eminim ki, örneğin, bütün çocuklar ana-babanın katkısı olmadan
devlet
kurumlarında eğitilirlerse; kadın ve erkeklerin büyük bir bölümü
hem çaba gerektiren faaliyetler için gerekli dürtüyü yitirirler,
hem de bir huzursuzluk ve can sıkıntısı içine düşerler. İfadesini
kara ve deniz kuvvetlerinde bulmayan milliyetçiliğin de bir yeri
vardır; ona uygun alan da siyasal değil, daha çok kültüreldir.
İnsanlar eğitimin ve kurumların etkisiyle büyük
ölçüde değişebilirler. Ancak bu değişim temel içgüdüleri
saptıracak şekilde gerçekleşirse sonuç canlılığın yitirilmesi
olur. Bolşevikler psikolojik önemi olan tek güdü ekonomik
içgüdüymüş gibi konuşurken kesinlikle yanılmaktadırlar.
Batı'nın rekabete dayalı toplumu da bu yanılgıyı paylaşır; ancak
Batı bu konuda daha az açık sözlüdür. Çağımızın temel yanılgısı,
bana göre, yaşamın ekonomik yönünün gereğinden çok
vurgulanmasıdır. Kapitalist ve komünist felsefelerin her ikisinin
de, biyolojik gereksinimleri dikkate
almadıkları için yetersiz oldukları kabul edilmedikçe aralarındaki
çatışmanın son bulacağını sanmıyorum.
Bu çatışmanın şiddetini azaltmaya gelince, bildiğim en iyi şey
liberallerin vaktiyle benimsedikleri paroladır. Ancak bunun
yetersiz olduğunun da farkındayım. Gerekli olan, düşünce
özgürlüğünün ve düşünceleri yayma fırsatının varlığıdır.
Zorluklara yol açan, özellikle bu ikincisidir. Bir düşüncenin
geniş ve etkin biçimde yayılmasını sağlayan mekanizma mutlaka ya
devletin ya da büyük sermaye kuruluşlarının elindedir. Demokrasi
ve eğitim sahneye çıkmadan önce bu pek de gerçek değildi: etkili
fikirler pahalı çağdaş propagandanın aracılığı olmadan
erişilebilen, ufak bir azınlıkla sınırlıydı. Ancak tehlikeli ve
yıkıcı buldukları, gerçek
ahlaka aykırı gördükleri fikirlerin yayılması için para ve emek
harcamak ne devletten ne de büyük sermaye kuruluşlarından
beklenebilir.
Devlet de uygulamada en azından sermaye kuruluşları kadar,
dalkavukluğa alışmış, önyargıları kemikleşmiş, çağın düşünce
dünyasında yaşamsal olan her şeyden habersiz, budala bir ihtiyar
gibidir. Böyle eski kafalı insanların sansüründen geçmeyen hiçbir
yenilik öne sürülemez. Gerçi gizli kapaklı yayınlar da
yapılabilir; ancak, bu da sadece gizli kapaklı okuyucu
çeker.
Çağdaş iş dünyasındaki genel eğilim işletmelerin birleşmesi ve
merkezileşmesi yönünde olduğundan, tehlike gittikçe büyümektedir.
Genellikle benimsenmeyen bir amaç için geniş çapta propaganda
sağlamanın tek yöntemi kadınlara oy hakkı verilmesini savunanların
uyguladığı yöntemdir. Ancak bu yöntem konu basit ve duygusal
olursa geçerlidir; karmaşık ve tartışmaya götürür türden olursa,
değil. Bu
nedenle, resmi ve resmi olmayan sansürün etkisi, muhalefeti
rasyonel yerine duygusal kılmak, bir yeniliğin lehinde ve
aleyhinde olan kanıtları, serinkanlılıkla tartışmak yerine geniş
kitlelerin anlamayacağı karmaşık bir duruma getirmektir.
Örneğin, ucuz hazır ilaçların adlarını veren resmi bir tıbbi yayın
vardır; ancak hiçbir gazete ondan söz etmez; hemen kimse
varlığından
haberdar değildir. Öte yandan bütün ilaçların aynı ucuzlukta
olduğunu öne süren Christian Scientists (Hıristiyan Bilimciler)
halka ulaşma olanağına sahiptir. Politikada da buna benzer şeyler
olur. Aşırı uçlardaki fikirler halka
ulaşır; ılımlı ve rasyonel fikirler ise yetkililerin muhalefetine
değmeyecek kadar sıkıcı sayılır.
Ancak bu kusur İngiltere'de öteki ülkelerin çoğundan daha azdır.
Çünkü İngiltere öncelikle bir ticaret ülkesidir ve ticaretin bir
parçası olan özgürlük tutkusunu korumuştur.
Kuşkusuz, yetkililer gerek duyarlarsa, çareler de bulunabilir. O
zaman, insanları yurtseverlik ve sınıfsal önyargı ile eğitmek
yerine, kanıt ve verileri değerlendirme yetisini artıracak ve
rasyonel kararlar alacak şekilde
eğitmek de olanaklı olur. Belki zamanla insanlar zekanın toplum
için değerli bir şey olduğunu fark edeceklerdir. Ancak ben bu
gidişe işaret
eden bir hareket gördüğümü söyleyemiyorum. |