Geleceğe Dönük Bazı Tahminler
1
Gelecekle ilgili olarak iki tür yazı yazılabilir: Bilimsel
ve ütopik. Bilimsel yazılar nelerin olası olduğunu bulmaya
çalışır; ütopik olanlar ise, yazarın olmasını arzuladığınız
şeyleri. Astronomi gibi
yeterince gelişmiş bir bilimde kimse ütopik yöntemi uygulamaz: Ay
ve Güneş tutulması tahminleri, gerçekleştiğinde insanlar sevinsin
diye yapılmazlar.
Ancak sosyal konularda gelecekteki gelişmeleri önceden kestirmeye
olanak sağlayan genel yasalar bulduklarını öne sürenler iddia
ettikleri kadar bilimsel değildirler; insanoğluyla ilintili
kurumlarda ileride ne olacağını önceden bilme çabaları büyük
ölçüde tahmin içerir.
Örneğin yeni keşiflerin ne gibi değişikliklere yol açacağını
bilmiyoruz. Belki Mars'a Venüs'e nasıl gidileceği keşfedilir;
belki de yiyeceklerimizin çoğu
tarlalarda değil laboratuarlarda üretilir. Bu tür olasılıkların
sonu yoktur. Ben şimdi bunları bir yana bırakacağım ve yalnızca
günümüzde iyice
gelişmiş olan eğilimleri ele alacağım. Ayrıca, hiç de kesin
olmayan bir şeyi, uygarlığımızın sürüp gideceğini varsayacağım.
Uygarlığımız savaşlar
sonucunda yok olabilir veya Roma İmparatorluğu'nda olduğu gibi
yavaş yavaş çökebilir ama eğer uygarlığımız sürecekse, bazı
özellikler
edinmesi olasıdır. Bunları saptamaya çalışacağım.
Makinenin yaşamımıza katılmasıyla ve daha çok bunun bir sonucu
olarak, toplumda bir değişim daha gerçekleşmiştir: toplumun
eskisine
göre çok daha örgütlü bir hale gelmiş olması. Matbaa, demiryolu,
telgraf ve -şimdi de- radyo çağdaş devlet ve uluslararası finans
kuruluşları
gibi büyük kurumlara teknik kolaylıklar getirmiştir. Bir Hintli ya
da Çinli köylünün yaşamında kamu işlerinin hemen hemen hiç yeri
yoktur.
Halbuki İngiltere'de en uzak kırsal bölgelerde bile bunlar
neredeyse herkesin ilgilendiği konulardır. Son zamanlara kadar
durum böyle
değildi. Jane Austen'dan anladığımıza göre, onun zamanındaki
kırsal üst-orta sınıf Napolyon savaşlarını uzun boylu
umursamamıştı. Çağımızdaki
en önemli değişimin daha sıkı bir sosyal örgütlenme eğilimi
olduğunu söyleyebilirim.
Bilimin buna bağlı olan bir başka sonucu da dünyanın daha çok
bütünleşmiş olmasıdır. On altıncı yüzyıldan önce Amerika ve Uzak
Doğu'nun Avrupa ile hemen hiç ilişkisi yoktu. O zamandan bu yana
ilişkileri giderek yakınlaşmaktadır.
Roma'da Augustus, Çin'de Han İmparatoru aynı anda kendilerini
dünyanın efendisi olarak görüyorlardı. Şimdilerde böyle güzel
düşler olanaksızdır. Dünyanın hemen her bölgesi hemen bütün öteki
bölgelerle ilişki içindedir. Bu ilişkiler dostça veya düşmanca
olabilir; ama her iki halde de önemlidirler. Dalai Lama (Tibet
Budistlerinin başkanı) yüzyıllar süren yalnızlıktan sonra birden
Rusların ve İngilizlerin ilgi odağı oldu ve bu
sıkıcı ilgiden kurtulmak için Pekin'e sığındı. Ancak orada da
bütün maiyetini Amerika'dan gelen Kodak makineleriyle donanmış
olarak buldu.
Daha sıkı toplumsal örgütlenme ve daha geniş bütünleşmeye ilişkin
bu iki önermeden çıkan sonuca göre uygarlığımızın gelişmesi için
bütün dünyayı kontrolü altına alacak merkezi bir otoritenin
oluşturulması zorunludur. Bu
yapılmazsa anlaşmazlıklar çoğalacak ve toplum duyarlığının
güçlenmesi sonucu savaşlar daha sıklaşacaktır. Merkezi otorite bir
hükümet şeklinde olmayabilir; olmamasını da daha olası görüyorum.
Bu otoritenin, savaşta taraf olan ülkelere verilen ödünç paraların
çoğunlukla geri ödenmediğini görüp barışın kendi yararlarına
olduğuna kanaat getirmiş bulunan sermaye sahiplerinden oluşması
çok daha olasıdır.
Ya da bu otorite tek bir güçlü devlet -Amerika- veya bir grup
devlet -Amerika ve İngiliz İmparatorluğu- de olabilir. Ancak bu
noktaya gelinmeden önce, dünyanın Amerika ve Rusya arasında fiili
olarak paylaşılacağı
uzun bir dönem olabilir; Amerika Batı Avrupa'da ve onun özerk
dominyonlarında Rusya da Asya'da kontrolü ele alabilir. Böyle iki
grup, savunma açısından güçlü, saldırı açısından ise zayıf olur ve
bir yüzyıl veya daha uzun süre varlıklarını sürdürebilirler. Ancak
sonunda -en azından yirmi birinci yüzyılda herhangi bir zamanı
kastediyorum- ya büyük bir felaket olur ya da bütün dünyayı
kontrol altına alan merkezi bir otorite kurulur. Uygar insanlığın
yeterli sağduyuya ulaşmasıyla ya da Amerika'nın
yeterli güce sahip olmasıyla, barbarlığa bir dönüş olan bu
felaketin önleneceğini düşünüyorum.
Böyle olursa, kurulacak merkezi otorite ne gibi yetkilere sahip
olmalıdır?
Her şeyden önce ve en önemli olarak, savaş ve barış konularında
karar verebilmeli; veya, eğer savaş çıkarsa desteklediği tarafın
çabuk bir zafer kazanmasını güvence altına alabilmelidir. Bu
sonuç, biçimsel bir siyasal kontrol olmadan da yalnız parasal
üstünlükle sağlanabilir.
Savaşlar gittikçe daha bilimsel, dolayısıyla gittikçe daha pahalı
olacağından, dünyanın önde gelen finans kaynakları birleşirlerse,
borç
vererek veya vermeyerek sonucu saptayabilirler. Versailles
Antlaşması'ndan sonra Almanya'ya uygulanan baskıya benzer
baskılarla, istemedikleri herhangi bir grubun silahsızlanmasını
sağlayabilirler.
Bu yolla dünyanın bütün büyük ordularını giderek kontrolleri
altına almış olurlar. Yapmaları gereken bütün etkinlikler için bu
bir temel koşuldur.
Antlaşmaları gözden geçirmek ve anlaşmazlıklara müdahale etmek
dışında merkezi otoritenin karara varması gereken üç konu daha
vardır. Bunlar: 1) Toprağın çeşitli ulusal devletler arasında
bölüştürülmesi, 2) Bir ulusal devletin sınırlarından ötekine
nüfus hareketleri, 3) Hammaddelerin onlara talip olanlar arasında
bölüştürülmesidir. Bu konular biraz
açıklama gerektiriyor.
1) Günümüzde bölgesel bağlılık sorunları, eskiden kişinin
hükümdara olan bağlılığının bir uzantısı olarak, saçma bir
ciddiyetle ele alınmaktadır.
Bir ülkede yaşayan bir kimse, yaşadığı yörenin bir başka devlete
ait olması gerektiği yolunda bir düşünceyi dile getirirse, suçu
vatana ihanettir ve sert cezalara çarptırılır ama ne olursa
olsun, bu kişinin görüşü, bir görüş olarak, herhangi başka bir
siyasal sorun kadar meşrudur. Örneğin, Croydon'da oturan bir
vatandaşın, Croydon'un Londra'nın bir semti olduğunu
ileri sürmesi karşısında dehşete kapılmıyoruz.
Ancak Kolombiya uyruklu bir kişi, köyünün Venezüella'ya ait olması
gerektiğini söylerse devlet onu korkunç bir suçlu olarak niteler.
Merkezi
otorite ulusal devletlerin bu tür önyargılı davranışlarını
önleyecek; sınır düzenlemelerini akılcılıkla, yani yöre
insanlarının istekleri doğrultusunda ve ekonomik, kültürel
mülahazaları da göz önüne alarak yapmak zorunda olacaktır.
2) Nüfus hareketlerinin yıldan yıla ağırlaşan sorunlar
çıkarması olasıdır. Nüfusun ücretlerin düşük olduğu yerlerden
yüksek olduğu yerlere akması doğaldır. Buna tek bir ülke sınırları
içinde izin verilmektedir; ancak İngiliz
İmparatorluğu gibi çok uluslu bir federasyon sınırları içinde
kişilerin bir baştan öteki başa dolaşmaları serbest değildir.
Asyalı göçmenlerin
Amerika'ya ve özerk dominyonlara girmeleri hemen tümüyle
yasaklanmıştır; Avrupalıların Amerika'ya göçleri de giderek
sınırlandırılmaktadır.
Bu konunun her iki tarafında yer alan kuvvetler çok güçlüdür.
Bunlar Asya militarizmini yüreklendirmektedir ve sonunda diyelim
ki beyaz ırktan uluslar arasındaki ilk büyük savaş sırasında bu
militarizmi beyaz ırkı tehdit
edecek ölçüde güçlendirebilirler.
Sonunda eğer büyük savaşlar önlenir ve tıp ile hijyen sayesinde
genel sağlık büyük ölçüde düzelirse; barışın ve refah düzeyinin
korunabilmesi
için gelişmiş ülkelerde halen yapıldığı gibi, geri kalmış
ulusların da nüfus artışlarını sınırlamaları gerekecektir. Doğum
kontrolüne ilke olarak karşı çıkanlar ya aritmetik bilmiyorlar ya
da savaş, salgın hastalık ve açlığın insan yaşamının kalıcı bir
özelliği olmasından yanadırlar. Merkezi otoritenin geri kalmış
ırklar ve halk kesimleri üzerinde doğum kısıtlaması yapma etkisi olacağı ve hükümetlerin şimdi yaptığı gibi, yalnız akıllı
insanların küçük aileleri olmasında ısrar etmeyeceği umulur.
3) Son konu, yani hammaddelerin paylaşılması, belki de
bunların en önemlisidir. Savaşlar hammadde ile çok yakından
ilintili gibidir. Petrol,
demir ve kömürün savaş öncesi anlaşmazlıklardaki olumsuz rolleri
iyi bilinir. Hammaddelerin adilane bölüşüleceğini düşünmüyorum;
sadece, mutlak güce sahip bir otorite tarafından bölüştürüleceğini
söylüyorum.
Adalet sorunları başarıyla çözümlenmeden önce, dünyanın tek
bir ekonomik ve siyasal güç olarak düzenlenmesi sorununun
çözümlenmesi gerektiği kanısındayım. Ben bir enternasyonal
sosyalistim; ama enternasyonalleşmenin sosyalizmden önce
gerçekleşmesini umuyorum.
2
Savaşları ara sıra ortaya çıkan ve çabucak bastırılan
başkaldırmalar düzeyine indirecek güçte bir merkezi otoritenin
gelecek yüz elli
yılda oluşacağını varsayalım. Bu gelişmenin beraberinde getirmesi
olası olan ekonomik değişiklikler nelerdir? Genel refah düzeyi
artar mı? Rekabet
ayakta kalır mı yoksa üretim tekelci bir biçim mi alır? Tekeller
oluşacaksa bunlar özel sektörün mü yoksa devletin mi elinde olur?
Emeğin ürünlerinin dağılımındaki adaletsizlik şimdi olduğundan
daha az olur mu?
Burada iki değişik tür soru bulunuyor. Bunlardan biri ekonomik
düzenin biçimi ile, ikincisi de bölüşüm ilkeleriyle ilgilidir.
Bölüşüm ilkeleri
siyasal güce dayanır; her kesim ve her ülke, her zaman, elinden
geldiği kadar büyük payı alır; bu payın büyüklüğünü saptayan da
sonunda
silahlı kuvvetler olur. Şimdilik bölüşümü bir yana bırakalım ve
önce düzenlemeyi ele alalım. Geçmişi incelediğimizde örgütleşme
konusunda
utanç verici bir olguyla karşılaşırız. Her ne zaman örgütleşme
alanı bazılarının yararına olarak genişletilmek istenmişse, bu
genişleme
muhakkak -ufak tefek istisnalar dışında- güçlü olanların güç
kullanmasıyla gerçekleştirilmiştir.
İsteğe bağlı olarak federasyon oluşturulmasının yegane yol olduğu
durumlarda ise birlik hiç gerçekleşmemiştir. Eski Yunan'da
Makedonya'ya
karşı, on altıncı yüzyıl İtalya'sında Fransa ve İspanya'ya karşı,
günümüz Avrupa'sında da Amerika ve Asya'ya karşı durum böyle
olmuştur. Bu
nedenle, merkezi otoritenin güç kullanarak ya da kullanma
tehdidiyle oluşturulacağını varsayıyorum; birbiriyle uzlaşamayan
''Büyük
Devletler''i zorlayabilecek güce hiçbir zaman ulaşamayacak olan
Milletler Cemiyeti gibi gönüllü kuruluşlar tarafından değil. Bunun
yanında merkezi
otoritenin gücünün, temelde ekonomik nitelikte olacağı; bir yandan
hammadde kaynaklarına, bir yandan da parasal kredilerin kontrolünü
elde tutmaya dayanacağını sanıyorum. Onun, başlangıçta, bir veya
birkaç büyük devlet tarafından el altından desteklenen, bir grup
sermaye sahibinden oluşacağını öngörüyorum.
Bunlardan şu sonuç çıkıyor: ekonomik yapının temelinde tekelleşme
olacaktır. Örneğin, dünyanın bütün petrol kaynakları tek elden
kontrol edilecektir. O zaman, uçakların ve petrolle çalışan savaş
gemilerinin, merkezi otoriteye ters düşen devletlere hiçbir yararı
olmayacaktır -ani bir saldırıyla bir petrol yatağı ele geçirmek
dışında. Aynı durum, o kadar belirgin olmasa da başka alanlarda
da söz konusudur.
Daha şimdiden dünya piyasalarında et arzının büyük bölümü
Chicago'daki ''Beş Büyükler''in kontrolündedir; onların kendileri
de bir ölçüde Messrs. J.P. Morgan Co.'ye bağlıdırlar. Hammaddeden
ürüne giden uzun bir yol vardır ve herhangi bir aşamada tekel
araya girebilir. Petrol için bu aşama doğal olarak kaynakta
gerçekleşir.
Başka konularda tekelciye kontrol fırsatı verenler ise limanlar,
gemiler veya demiryolları olabilir. İşe nerede karışırsa karışsın
tekelci, diğer bütün kesimlerden daha güçlüdür.
Sürecin herhangi bir aşamasındaki bir tekel, bu tekeli daha önceki
ve daha sonraki aşamalara da genişletmek eğiliminde olacaktır.
Ekonomik
tekelin genişlemesi örgütleşmeyi büyütme yolundaki genel eğilimin
bir parçasıdır; o da devletin siyasal yönden daha büyümesi ve
güçlenmesi
ile kendini gösterir. Bu nedenle son yarım yüzyıldır süregelen
rekabeti ortadan kaldırmaya yönelik sürecin bundan sonra da
devamını güvenle
bekleyebiliriz. Doğal olarak, sendikaların işçiler arasındaki
rekabeti azaltmaya devam edeceği varsayılmalıdır. İşverenler
örgütlenirken
ücretlilerin karşı-örgütlenmesinin yasalarla önlenmesi gerektiği
yolundaki görüşün uzun süre devam edebilecek bir görüş olmadığı
ortaya çıkacaktır.
Güvenli barış ve üretimin iyi bir şekilde yönlendirilmesi, eğer
nüfus artışı yoluyla yutulmazsa, maddi refahta büyük artışa yol
açacaktır. Bu
aşamada dünya sosyalist de kapitalist de olsa bütün kesimlerin
ekonomik durumlarının iyileşmesini bekleyebiliriz. Bu da bizi
ikinci sorunumuza,
dağıtım sorununa getirir.
Bir yerde güçlü bir devletle -ya da ittifak halindeki birkaç
devletle- iç içe olmuş güçlü bir grup varsa, bu grubun zenginliğin
büyük bölümünü kendine ayıracağı ortadadır. Bunlar işçi
ücretlerini de devamlı artırarak güçlü
devletin halkında da bir hoşnutluk yaratacaklardır. Daha önce
İngiltere'de öyle olmuştu; Amerika'da öyle olmaktadır. Ülkenin
toplam gelirinde hızlı bir artış olduğu sürece, kapitalistler için
uygun zamanlarda uygulanan para
politikaları yoluyla, sosyalist propagandaların başarısını önlemek
kolaydır. O kadar şanslı olmayan ülkeler de emperyalist
yöntemlerle yola getirilebilirler.
Ancak, böyle bir sistemin demokrasi, yani sosyalizm doğrultusunda
gelişmesi olasıdır; çünkü sosyalizm birçok sanayi dalında temel
aşamasına erişmiş olan bir toplumdaki ekonomik demokrasiden başka
bir şey değildir. İngiltere'nin siyasal gelişimi bu paralelde ele
alınabilir.
İngiltere'nin birliği bir kral tarafından, Wars of the Roses
sonrasında 7. Henry tarafından gerçekleştirilmiştir. Birliği
sağlamak için krallık otoritesi gerekliydi; ancak bütünlük
tamamlandıktan hemen sonra demokrasiye doğru bir hareket başlamış;
ve, on yedinci yüzyılda yaşanan
sıkıntılardan sonra, demokrasinin kamu düzeniyle bağdaştığı
anlaşılmıştı.
Biz şimdi Wars of the Roses'dan 7. Henry'ye geçişi andıran bir
ekonomik konumdayız. Zorbaca da olsa ekonomik birliğe bir kere
ulaşıldıktan sonra
ekonomik demokrasi hareketi büyük güç kazanacaktır; çünkü artık
anarşi korkusu söz konusu değildir. Azınlıklar ancak kamuoyunun
güçlü desteği olursa güçlerini koruyabilirler; çünkü ordularının,
donanmalarının ve bürokratlarının sadakatle hizmet etmelerine
gereksinimleri vardır.
Ekonomik otoriteyi elinde tutanların, kendilerinden ödün vermeyi
akıllıca bulacakları durumlar sürekli olarak ortaya çıkacaktır.
Onlar da olasılıkla, işleri yönlendirirken, daha az şanslı
kesimlerin ve ülkelerin temsilcileriyle
ilişki içine girecekler ve bu süreç demokratik bir rejim
kuruluncaya kadar devam edecektir.
Merkezi otoritenin bütün dünyayı kontrolü altında tutacağını
varsaydığımıza göre, bu otoritenin uygulayacağı demokrasi yalnız
beyaz ırkı değil Asya ve Afrika ırklarını da kapsayan bir
uluslararası demokrasi olmalıdır. Şu anda Asya öyle hızlı
gelişmektedir ki, böyle bir dünya yönetimi oluştuğunda Asya da
yönetimde önemli yer alabilecek bir duruma gelebilir. Afrika,
çözülmesi daha zor bir sorundur. Ancak Afrika'da bile Fransızlar
-ki bu konuda bizden ileridirler- çarpıcı sonuçlar elde
etmektedirler; önümüzdeki
bir yüzyıl içinde nelerin başarılabileceğini ise hiç kimse
kestiremez. Bu nedenlerle, merkezi otoritenin kurulmasından sonra
çok geçmeden,
bütün sınıflar ve uluslar için ekonomik adalet içeren, dünya
çapında bir sosyalist sistemin kurulabileceği sonucuna varıyorum.
Ve, böyle bir
sistem kurulacaksa bunu politik dinamiğin doğal işleyişinin
gerçekleştireceği kesin gibidir.
Bununla beraber, sınıf ayırımcılığının sürüp gitmesine yol
açabilecek başka olasılıklar da yok değildir. Güney Afrika'da ve
Amerika'nın güney eyaletlerinde olduğu gibi beyazlarla zencilerin
yan yana yaşadıkları yerlerde beyaz ırk için demokrasiyi zenciler
için yarı kölelik koşullarıyla bir arada götürmenin mümkün olduğu
görülmüştür. Gelişmenin büyük ölçüde gerçekleşmesini engelleyen
şey, İngilizce konuşulan ülkelerin çoğu bölgelerinde işçi
kesiminin beyaz olmayan ırkların göçüne itiraz etmesidir. Bu da
akılda tutulması gereken bir olasılıktır. Bu konuya ileride tekrar
döneceğim.
3
Önümüzdeki iki yüzyıl içinde aile kurumunda nasıl bir gelişme
beklenebilir? Bunu bilemeyiz; ancak, önlem alınmadığı takdirde
belirli sonuçlara yol açabilecek bazı etkenler üzerinde
durabiliriz. Şunu hemen belirtmek isterim ki, söyleyeceklerim
olmasını arzu ettiğim şeylerle değil, olmasını tahmin ettiğim
şeylerle ilgilidir ve bu ikisi çok farklı şeylerdir. Dünya,
geçmişte hiçbir zaman benim arzu edebileceğim şekilde gelişmedi;
gelecekte bunun farklı olması için de bir neden görmüyorum.
Çağdaş uygar toplumlarda aileyi zayıflatma eğilimi gösteren bazı
şeyler var; bunların başında da çocuklara karşı oluşan insancıl
duygusallık geliyor. Çocukların ana-babalarının şanssızlıklarından
ve hatta günahlarından dolayı, elden geldiği ölçüde acı
çekmemeleri gerektiği düşüncesi gittikçe daha çok
benimsenmektedir. İncil'de öksüzlerin kaderinin hep çok hüzün
verici olduğundan söz edilir ve kuşkusuz bu doğrudur da.
Şimdilerde ise onlar diğer çocuklardan pek de fazla acı
çekmiyorlar.
Devlet ve yardım kurumlarınca, ihmal edilmiş çocuklara yeterli
yardım yapma eğilimi giderek artacak; bu yüzden de çocuklar
sorumsuz ana-babalar veya vasilerce gittikçe daha çok ihmal
edilecektir. İhmal edilmiş çocukların bakımı için kamu fonlarından
yapılan giderler giderek o ölçüde
artacaktır ki, mali durumları iyi olmayan insanların çoğu
çocuklarını devlete bırakmak olanağından yararlanmaya
yönelecektir. Sonunda şimdi eğitimde
olduğu gibi, belirli bir ekonomik düzeyin altında olan hemen
herkes öyle yapacaktır.
Böyle bir değişimin etkileri çok kapsamlı olur. Ana-babalık
sorumluluğu kalkınca evlilik eskisi kadar önemli görülmeyecek ve
çocuklarını devlete bırakan kesimler de yavaş yavaş ortadan
kalkacaktır. Uygar ülkelerde bu koşullarda edinilen çocuk sayısı
herhalde çok az olacaktır ve devlet, istenilen vatandaş sayısına
göre belirlenen bir ölçütle, anneler için bir ödeme saptayacaktır.
Bütün bunlar çok uzak değildir; yirminci yüzyıl sona ermeden
İngiltere'de kolaylıkla gerçekleşebilir.
Bütün bunlar, kapitalist sistem ve uluslararası anarşinin geçerli
olduğu dönemde gerçekleşirse sonuçların korkunç olması beklenir.
İlk olarak,
gerçekte ne ana-babaları ne de çocukları olan emekçiler ile, miras
hakkıyla birlikte yürüyen aile sistemini koruyan, hali vakti
yerinde kesim arasında derin bir ayrılık oluşacaktır.
Devlet tarafından eğitilen emekçilere, eskiden Türkiye'deki
yeniçerilere uygulanana benzer şekilde tutkulu bir askeri sadakat
aşılanacaktır.
Devletin çocuklar için uyguladığı ödeme tarifesini düşürmek ve
diğer ülke insanlarını öldürecek askerleri sağlamak için,
kadınlara çok çocuk
yapmanın bir görev olduğu öğretilecektir. Devletinkine karşı
koyacak ana-baba propagandası olmayınca çocuklara aşılanabilecek
yabancı
düşmanlığının sınırı da olmayacaktır. Böylece, çocuklar
büyüdükleri zaman efendileri için körü körüne savaşacaklardır.
Görüşleri iktidar tarafından hoş karşılanmayan kişiler, çocukları
ellerinden alınarak devlet kurumlarına gönderilmek suretiyle
cezalandırılacaklardır.
Böylece, yurtseverlik ve çocuklara karşı insancıl duygusallığın
birlikte uygulanmasıyla, toplumun adım adım iki kasta bölünmesi
hiç de
olanak dışı değildir; üst tabakadakiler evlilik kurumunu ve aile
bağlarını koruyacak, alt tabakadakiler yalnız devlete sadakat
besleyeceklerdir.
Askeri nedenlerle devlet, para ödeyerek emekçilerde yüksek doğum
oranını, hijyen ve tıp da düşük ölüm oranını güvenceye alacaktır.
Böylece de dünya nüfusunu sınırlandırmanın açlık dışındaki tek
yöntemi savaşlar olacak; açlık da ulusların birbiriyle çarpışması
yoluyla
önlenmeye çalışılacaktır. Bu koşullarda Ortaçağ'daki Hun ve Moğol
istilalarıyla karşılaştırılabilecek korkunç savaşlarla dolu bir
dönem
gelecektir. Tek umut bir veya birkaç ülkenin zafere çabuk
ulaşmasında yatacaktır.
Eğer dünya çapında bir merkezi otorite önceden kurulursa, devletin
çocukların sorumluluğunu almasının sonuçları bu söylenenlerin tam
tersi
yönde olacaktır. Bu durumda merkezi otorite çocukların militarist
milliyetçilikle eğitilmesine, devletlerin ekonomik yönden arzu
edilenin ötesinde nüfus artışı için harcama yapmalarına izin
vermeyecektir. Devlet kurumlarında yetişen çocuklar, askeri
gereksinimlerin giderilmesiyle,
hemen kesinlikle, bugünün ortalama çocuklarından zihnen ve bedenen
daha çok gelişecekler, bu nedenle de çok hızlı bir ilerleme
olanaklı olacaktır.
Merkezi otorite daha önce kurulmuş olsa bile, dünya yine
kapitalist düzen içinde kalırsa, sonuç, sosyalizmin benimsenmesi
durumundan çok farklı olacaktır. Birinci halde toplumda kastlar
arasında az önce sözünü ettiğimiz derin ayrılıklar oluşacak; üst
tabaka aile kurumunu koruyacak, alt tabakada da ana-babaların
yerini devlet alacaktır. Zenginlere karşı başkaldırmaları önlemek
için alt tabakada uysallığı sağlamaya gerek duyulacaktır. Bu da
daha alt düzeyde bir kültür demek olacak ve, belki de zenginleri
beyaz ya da sarı ırktan olanlar yerine siyah ırktan emekçilerin
çoğalmasını teşvik etmeye yöneltecektir. Bu yolda beyaz ırk
giderek sayıca küçük bir aristokrasiye dönüşebilecek; sonunda da
bir zenci ayaklanmasıyla yok olabilecektir.
Beyaz ırktan ulusların çoğunda siyasal demokrasi yürürlükte olduğu
için bütün bunlar fantezi olarak algılanabilir. Ancak ben her
yerde demokrasinin,
zenginlerin çıkarlarını geliştirecek şekilde eğitim yapılmasına
yol açtığını gözlüyorum.
Öğretmenler komünist diye işten atılıyorlar; ama tutucu oldukları
için atılan yok. Bunun yakın zamanda değişeceğini varsaymak için
hiç bir neden
de görmüyorum. Sıraladığım bütün bu nedenlerle, eğer uygarlığımız,
daha uzun süre zenginlerin çıkarlarını kollamayı sürdürürse,
kanımca sonu
karanlık olacaktır. Uygarlığın çöküşünü istemediğim içindir ki bir
sosyalist oldum.
Eğer biraz önce söylediklerim yanlış değilse, ayrıcalıklı bir
azınlık dışında aile büyük olasılıkla yok olacaktır. Bu nedenle,
ayrıcalıklı bir azınlık da olmazsa, ailenin toptan yok olması
beklenebilir. Bu sonuç biyolojik açıdan kaçınılmaz gibi görünüyor.
Aile, kendi başlarına yaşamlarını sürdüremeyecek oldukları
yıllarda çocukları koruyan bir kurumdur. Karıncalarda ve arılarda
bu işlevi toplum üstlenir; aile yoktur.
İnsanlarda da eğer bebeklerin yaşamı ailenin korunması dışında da
güvende olursa, aile yaşamı giderek yok olacaktır. Bu, insanların
duygusal yaşamında çok derin değişikliklere, geçmişin sanat ve
edebiyatından tümden kopmalara yol açar. İnsanlar arasındaki
farklılıklar da azalır; çünkü artık ana-babalar çocuklarını,
kendilerine özgü nitelikleri onlara geçirecek şekilde
eğitemeyeceklerdir. Cinsel aşk daha az ilginç, daha az romantik
olacak; belki de bütün aşk şiirleri saçma bulunacaktır. İnsan
doğasındaki sanat, bilim, politika gibi duygusal ögeler başka
çıkış
yolları arayacaktır (Disraeli için politika romantik bir
serüvendi). İnsan yaşamının duygusal dokusundan bir şeylerin
gerçekten yok olacağını
düşünmekten kendimi alamıyorum ama güvencedeki her artış bu
türden bazı kayıpları içeriyor. Buharlı gemiler yelkenliler kadar
vergi tahsildarları eşkıyalar kadar romantik değillerdir.
Belki de güvenlik içinde omak sonunda sıkıcı gelecek ve insanlar
salt can sıkıntısından kurtulmak için yıkıcı olacaklardır ama bu
tür olasılıklar saymakla tükenmez.
4
Günümüzde kültürün eğilimi, sanat ve edebiyattan uzak, bilim
doğrultusundadır; böyle sürüp gitmesi de olasıdır. Kuşkusuz, bunun
nedeni
bilimin yaşantımızda çok büyük yararlar sağlamasıdır. Rönesans'tan
gelen ve sosyal prestijle desteklenen güçlü bir edebiyat
geleneğimiz
vardır. Bir "beyefendi" biraz Latince bilmelidir; ancak bir
lokomotifin nasıl çalıştığını bilmese de olur. Ne var ki, bu
geleneğin sürmesi "beyefendi"yi
başkalarından daha az yararlı kılmaktan başka işe yaramaz.
Sanırım, uzun olmayan bir süre sonra, bilim alanında bir şeyler
bilmeyen bir kimsenin eğitim görmüş kişi sayılmayacağını
varsayabiliriz.
Bu olumlu bir şey; ancak bilimin, zaferlerini kültürümüzün başka
yönlerden yoksullaşması pahasına kazanıyor olması üzülecek bir
şey. Sanat gün
geçtikçe daha çok bir zümrenin ya da birkaç zengin sanatseverin
işi olmaktadır. Sanat, sıradan insan için, din ve kamu yaşamıyla
bağlantılı olduğu zamanlardaki kadar önemli değildir. St. Paul
Katedrali'nin yapımı için harcanan para Hollandalıları yenmemiz
için donanmamıza verilebilirdi; fakat 2. Charles döneminde
(1630-1685) St. Paul'ün daha önemli olduğu
düşünülmüştü. Daha önce estetik yönden övülmeye değer sayılan
duygusal gereksinimler giderek daha önemsizleşen yollarla
gideriliyorlar: günümüzde dans ve dans müziğinin, genelde daha az
uygar olan bir toplumdan ithal edilmiş olan Rus Balesi dışında
sanatsal hiçbir değeri yoktur.
Sanatın önemini yitirmesi, korkarım kaçınılmazdır ve atalarımızdan
daha dikkatli ve faydacıl olan yaşama biçimimizle bağıntılıdır.
Bir yüz yıl kadar sonra, az çok eğitim görmüş herkesin bir hayli
matematik, biraz biyoloji
ve büyük ölçüde de makine yapımı bileceğini tahmin ediyorum.
Eğitim, bir azınlık dışında daha çok "dinamik" denilen, yani
insanlara duyu ve düşünceden çok, `yapmayı' öğretici türden
olacaktır. İnsanlar her işi büyük bir beceriyle yapacaklar, ancak
bu işlerin yapmaya değer olup olmadığını rasyonel bir biçimde
değerlendirmekten aciz olacaklardır.
Belki de resmi bir "düşünürler" tabakası, bir de "duygucular"
tabakası oluşacak; bunlardan birincisi Royal Society'nin, (Royal
Society: İngiltere'de 1660'da kurulmuş en eski bilim adamları
derneği. (ç.n.) İkincisi de Royal Academy ile Piskoposluk
federasyonunun birer uzantısı olacaktır.
Düşünürlerce elde edilen sonuçlar devletin malı olacak ve, yerine
göre, yalnız Milli Savunma'ya, Amiralliğe ya da Hava Kuvvetleri
Bakanlığı'na
açıklanacaktır. Eğer düşman ülkelerde hastalık yayma işi zamanla
görevleri arasına alınırsa, belki Sağlık Bakanlığı da bu araya
girebilir.
Resmi duygucular okullarda tiyatrolarda kiliselerde hangi
duyguların yayınlanacağını saptayacaklar ama bu duyguların nasıl
yaratılacağını keşfetmek resmi düşünürlerin işi olacaktır. Okul
çocuklarının haylazlıkları
göz önüne alınırsa, resmi duygucuların kararlarının devlet sırrı
olarak nitelendirilmesinin yerinde olacağı düşünülebilir. Bununla
birlikte, bir Kıdemli Sansürcüler Komitesi'nce onaylanan
resimlerin sergilenmesine ve vaazlar verilmesine izin
verilecektir.
Radyo yayınları da günlük gazeteleri herhalde silip süpürür.
Azınlık görüşlerini dile getirmek için bir iki haftalık dergi
başını kurtarabilir.
Okuma ise, yerini gramofona ya da ondan daha iyi bir icada
bırakacağından, nadiren yapılan bir iş olacaktır. Bunun gibi,
günlük yaşamda yazma yerine de diktafon kullanılacaktır.
Eğer savaşlar ortadan kalkar ve üretim bilimsel olarak
düzenlenirse, herkesin rahatça yaşaması için günde dört saatlik
çalışmanın
yeterli olması olasıdır. Bu süre kadar çalışıp boş zamanın keyfini
çıkarmak mı, yoksa daha çok çalışıp lüks şeylerin keyfini çıkarmak
mı sorusu tartışmaya açıktır. Galiba bazıları birini, bazıları da
diğerini seçecektir. Pek çok kişi boş saatlerini, kuşkusuz, dans
ederek, futbol seyrederek ya da sinemaya giderek geçirecektir.
Çocuklar için endişeye gerek yoktur; devlet
onlara bakar. Hastalık çok seyrek görülecek; gençleştirme yoluyla
yaşlılık ölümden kısa bir süre öncesine kadar ertelenebilecektir.
Dünya bir hedonist (hazcı) cenneti olacak; ve de hemen herkes bu
yaşamı dayanılmaz ölçüde can sıkıcı bulacaktır.
Böyle bir dünyada yıkıcı dürtülerin karşı konulmaz olabileceğinden
korkulur. R.L. Stevenson'un İntihar Kulübü burada yaşama
geçebilir;
sanatsal cinayetlerle uğraşan gizli dernekler de kurulabilir.
Geçmişte yaşam tehlikeli olduğu için ciddiye alınmış, ciddi olduğu
için de
ilginç olmuştur. Eğer insan doğası değişmezse, tehlike olmayınca
hayatın tadı kalmayacak ve biraz heyecan bulmak umuduyla insanlar
her türlü aşağılık kötülüklere başvuracaklardır.
Bu ikilem kaçınılmaz mıdır? Yaşamın sıkıntılı yönleri, onun en iyi
yönleri için gerekli midir? Sanmıyorum. Eğer insan doğası, cahil
insanların
hala sandığı gibi, değiştirilemez ise durum gerçekten umutsuzdur.
Psikologlar ve fizyologlar sayesinde artık biliyoruz ki "insan
doğası" denilen şeyin en çok onda biri doğadan gelmekte, geri
kalan onda dokuz ise sonradan oluşmaktadır. İnsan doğası dediğimiz
şey, erken
eğitimde yapılacak değişikliklerle hemen tümüyle değiştirilebilir.
Bu değişiklikler, eğer düşünce ve enerji bu alana yönelirse, en
ufak bir tehlikeye yol açmadan ve yaşamın ciddiyetini yeterince
koruyacak şekilde gerçekleştirilebilir. Bunun için iki şey
gereklidir: çocuklarda yapıcı dürtüleri geliştirmek ve bunların
yetişkinlikte de devamı için olanakları sağlamak.
Şimdiye kadar, yaşamda önemli sayılan şeylerin en büyük bölümünü
savunma ve saldırı oluşturmuştur. Kendimizi açlığa, çocuklarımızı
dünyanın ilgisizliğine, ülkemizi ulusal düşmanlara karşı
savunuruz; tehlikeli ve düşman olduğunu sandığımız kimselere de
sözle ya da fiziksel olarak saldırırız. Ancak, aynı ölçüde güçlü
olan başka duygu kaynakları da vardır. Estetik yaratıcılık ya da
bilimsel keşif duyguları, en tutkulu aşk kadar güçlü ve yoğun
olabilirler. Aşkın kendisi ise bağlayıcı ve baskıcı olmasına
karşın,
yaratıcı da olabilir. Doğru eğitim verildiğinde insanların büyük
çoğunluğu mutluluğu yapıcı faaliyetlerde bulabilirler; yeter ki
elverişli olanaklar var olsun.
Bu bizi ikinci gereksinimimize getiriyor. Yalnız üst makamların
emrettiği yararlı işlere değil, yapıcı atılımlara da fırsat
verilmelidir. Entelektüel
ve sanatsal yaratıcılığa, insan yaşamını iyileştirmek için ileri
sürülen düşüncelere, yapıcı türden insan ilişkilerine hiçbir engel
bulunmamalıdır.
Eğer bunların hepsi varsa ve eğitim de isabetli türden ise;
gereksinim duyanlar için ciddi ve hareketli bir yaşam tarzına yine
de yer vardır. Bu durumda ve ancak bu durumda yaşamın belli başlı
kötülüklerini ortadan kaldırmak için örgütlenmiş bir toplum kalıcı
olabilir; çünkü daha enerjik olan bireyleri için de doyum olanağı
sağlanmıştır.
İtiraf etmeliyim ki, kanımca, uygarlığımızın hata yapma
olasılığının en yüksek olduğu konu budur. Pek çok
düzenlemeye gerek vardır; bu
kadar çok şeyde olması gerekenden fazla şeylerin de bulunacağı
hemen hemen kesindir. Bunun yol açacağı zarar, kişisel çaba
olanaklarının
azalmasıdır. Çok geniş örgütler kişinin kendini aciz hissetmesine,
bu da çabanın zayıflamasına yol açar. Bu tehlike yöneticilerin onu
fark etmesiyle
önlenebilir; ancak yöneticilerin, çoğunlukla, yapıları gereği fark
edemedikleri türdendir.
İnsanın yaşam tarzını yönlendiren her düzenlemede sisteme
yeteneklerin yozlaşmasına yol açan hareketsizliği önleyecek ama
kargaşaya yol açmayacak ölçüde anarşizm enjekte etmeye gerek
vardır. Bu da teorik olarak çözümsüz olmayan, ancak günlük
yaşamın düzensizlikleri
içinde çözüm olasılığı pek bulunmayan hassas bir sorundur. |