...................
SORGULAYAN DENEMELER    -6

Bertrand Russell
Çeviri: Nermin Arık
TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları

                         
...................
...................

Geleceğe Dönük Bazı Tahminler

1

Gelecekle ilgili olarak iki tür yazı yazılabilir:  Bilimsel ve ütopik. Bilimsel yazılar nelerin olası olduğunu bulmaya çalışır; ütopik olanlar ise, yazarın olmasını arzuladığınız şeyleri. Astronomi gibi yeterince gelişmiş bir bilimde kimse ütopik yöntemi uygulamaz: Ay ve Güneş tutulması tahminleri, gerçekleştiğinde insanlar sevinsin diye yapılmazlar.

Ancak sosyal konularda gelecekteki gelişmeleri önceden kestirmeye olanak sağlayan genel yasalar bulduklarını öne sürenler iddia ettikleri kadar bilimsel değildirler; insanoğluyla ilintili kurumlarda ileride ne olacağını önceden bilme çabaları büyük ölçüde tahmin içerir.

Örneğin yeni keşiflerin ne gibi değişikliklere yol açacağını bilmiyoruz. Belki Mars'a Venüs'e nasıl gidileceği keşfedilir; belki de yiyeceklerimizin çoğu
tarlalarda değil laboratuarlarda üretilir. Bu tür olasılıkların sonu yoktur. Ben şimdi bunları bir yana bırakacağım ve yalnızca günümüzde iyice
gelişmiş olan eğilimleri ele alacağım. Ayrıca, hiç de kesin olmayan bir şeyi, uygarlığımızın sürüp gideceğini varsayacağım. Uygarlığımız savaşlar
sonucunda yok olabilir veya Roma İmparatorluğu'nda olduğu gibi yavaş yavaş çökebilir ama eğer uygarlığımız sürecekse, bazı özellikler
edinmesi olasıdır. Bunları saptamaya çalışacağım.

Makinenin yaşamımıza katılmasıyla ve daha çok bunun bir sonucu olarak, toplumda bir değişim daha gerçekleşmiştir: toplumun eskisine
göre çok daha örgütlü bir hale gelmiş olması. Matbaa, demiryolu, telgraf ve -şimdi de- radyo çağdaş devlet ve uluslararası finans kuruluşları
gibi büyük kurumlara teknik kolaylıklar getirmiştir. Bir Hintli ya da Çinli köylünün yaşamında kamu işlerinin hemen hemen hiç yeri yoktur.

Halbuki İngiltere'de en uzak kırsal bölgelerde bile bunlar neredeyse herkesin ilgilendiği konulardır. Son zamanlara kadar durum böyle
değildi. Jane Austen'dan anladığımıza göre, onun zamanındaki kırsal üst-orta sınıf Napolyon savaşlarını uzun boylu umursamamıştı. Çağımızdaki
en önemli değişimin daha sıkı bir sosyal örgütlenme eğilimi olduğunu söyleyebilirim.

Bilimin buna bağlı olan bir başka sonucu da dünyanın daha çok bütünleşmiş olmasıdır. On altıncı yüzyıldan önce Amerika ve Uzak Doğu'nun Avrupa ile hemen hiç ilişkisi yoktu. O zamandan bu yana ilişkileri giderek yakınlaşmaktadır.

Roma'da Augustus, Çin'de Han İmparatoru aynı anda kendilerini dünyanın efendisi olarak görüyorlardı. Şimdilerde böyle güzel düşler olanaksızdır. Dünyanın hemen her bölgesi hemen bütün öteki bölgelerle ilişki içindedir. Bu ilişkiler dostça veya düşmanca olabilir; ama her iki halde de önemlidirler. Dalai Lama (Tibet Budistlerinin başkanı) yüzyıllar süren yalnızlıktan sonra birden Rusların ve İngilizlerin ilgi odağı oldu ve bu
sıkıcı ilgiden kurtulmak için Pekin'e sığındı. Ancak orada da bütün maiyetini Amerika'dan gelen Kodak makineleriyle donanmış olarak buldu.

Daha sıkı toplumsal örgütlenme ve daha geniş bütünleşmeye ilişkin bu iki önermeden çıkan sonuca göre uygarlığımızın gelişmesi için bütün dünyayı kontrolü altına alacak merkezi bir otoritenin oluşturulması zorunludur. Bu
yapılmazsa anlaşmazlıklar çoğalacak ve toplum duyarlığının güçlenmesi sonucu savaşlar daha sıklaşacaktır. Merkezi otorite bir hükümet şeklinde olmayabilir; olmamasını da daha olası görüyorum. Bu otoritenin, savaşta taraf olan ülkelere verilen ödünç paraların çoğunlukla geri ödenmediğini görüp barışın kendi yararlarına olduğuna kanaat getirmiş bulunan sermaye sahiplerinden oluşması çok daha olasıdır.

Ya da bu otorite tek bir güçlü devlet -Amerika- veya bir grup devlet -Amerika ve İngiliz İmparatorluğu- de olabilir. Ancak bu noktaya gelinmeden önce, dünyanın Amerika ve Rusya arasında fiili olarak paylaşılacağı
uzun bir dönem olabilir; Amerika Batı Avrupa'da ve onun özerk dominyonlarında Rusya da Asya'da kontrolü ele alabilir. Böyle iki
grup, savunma açısından güçlü, saldırı açısından ise zayıf olur ve bir yüzyıl veya daha uzun süre varlıklarını sürdürebilirler. Ancak sonunda -en azından yirmi birinci yüzyılda herhangi bir zamanı kastediyorum- ya büyük bir felaket olur ya da bütün dünyayı kontrol altına alan merkezi bir otorite kurulur. Uygar insanlığın yeterli sağduyuya ulaşmasıyla ya da Amerika'nın
yeterli güce sahip olmasıyla, barbarlığa bir dönüş olan bu felaketin önleneceğini düşünüyorum.

Böyle olursa, kurulacak merkezi otorite ne gibi yetkilere sahip olmalıdır?
Her şeyden önce ve en önemli olarak, savaş ve barış konularında karar verebilmeli; veya, eğer savaş çıkarsa desteklediği tarafın çabuk bir zafer kazanmasını güvence altına alabilmelidir. Bu sonuç, biçimsel bir siyasal kontrol olmadan da yalnız parasal üstünlükle sağlanabilir.

Savaşlar gittikçe daha bilimsel, dolayısıyla gittikçe daha pahalı olacağından, dünyanın önde gelen finans kaynakları birleşirlerse, borç
vererek veya vermeyerek sonucu saptayabilirler. Versailles Antlaşması'ndan sonra Almanya'ya uygulanan baskıya benzer baskılarla, istemedikleri herhangi bir grubun silahsızlanmasını sağlayabilirler.

Bu yolla dünyanın bütün büyük ordularını giderek kontrolleri altına almış olurlar. Yapmaları gereken bütün etkinlikler için bu bir temel koşuldur.
Antlaşmaları gözden geçirmek ve anlaşmazlıklara müdahale etmek dışında merkezi otoritenin karara varması gereken üç konu daha vardır. Bunlar: 1) Toprağın çeşitli ulusal devletler arasında bölüştürülmesi, 2) Bir ulusal devletin sınırlarından ötekine nüfus hareketleri, 3) Hammaddelerin onlara talip olanlar arasında bölüştürülmesidir. Bu konular biraz açıklama gerektiriyor.

1) Günümüzde bölgesel bağlılık sorunları, eskiden kişinin hükümdara olan bağlılığının bir uzantısı olarak, saçma bir ciddiyetle ele alınmaktadır.
Bir ülkede yaşayan bir kimse, yaşadığı yörenin bir başka devlete ait olması gerektiği yolunda bir düşünceyi dile getirirse, suçu vatana ihanettir ve sert cezalara çarptırılır ama ne olursa olsun, bu kişinin görüşü, bir görüş olarak, herhangi başka bir siyasal sorun kadar meşrudur. Örneğin, Croydon'da oturan bir vatandaşın, Croydon'un Londra'nın bir semti olduğunu ileri sürmesi karşısında dehşete kapılmıyoruz.

Ancak Kolombiya uyruklu bir kişi, köyünün Venezüella'ya ait olması gerektiğini söylerse devlet onu korkunç bir suçlu olarak niteler. Merkezi
otorite ulusal devletlerin bu tür önyargılı davranışlarını önleyecek; sınır düzenlemelerini akılcılıkla, yani yöre insanlarının istekleri doğrultusunda ve ekonomik, kültürel mülahazaları da göz önüne alarak yapmak zorunda olacaktır.

2) Nüfus hareketlerinin yıldan yıla ağırlaşan sorunlar çıkarması olasıdır. Nüfusun ücretlerin düşük olduğu yerlerden yüksek olduğu yerlere akması doğaldır. Buna tek bir ülke sınırları içinde izin verilmektedir; ancak İngiliz
İmparatorluğu gibi çok uluslu bir federasyon sınırları içinde kişilerin bir baştan öteki başa dolaşmaları serbest değildir. Asyalı göçmenlerin
Amerika'ya ve özerk dominyonlara girmeleri hemen tümüyle yasaklanmıştır; Avrupalıların Amerika'ya göçleri de giderek sınırlandırılmaktadır.

Bu konunun her iki tarafında yer alan kuvvetler çok güçlüdür. Bunlar Asya militarizmini yüreklendirmektedir ve sonunda diyelim ki beyaz ırktan uluslar arasındaki ilk büyük savaş sırasında bu militarizmi beyaz ırkı tehdit
edecek ölçüde güçlendirebilirler.

Sonunda eğer büyük savaşlar önlenir ve tıp ile hijyen sayesinde genel sağlık büyük ölçüde düzelirse; barışın ve refah düzeyinin korunabilmesi
için gelişmiş ülkelerde halen yapıldığı gibi, geri kalmış ulusların da nüfus artışlarını sınırlamaları gerekecektir. Doğum kontrolüne ilke olarak karşı çıkanlar ya aritmetik bilmiyorlar ya da savaş, salgın hastalık ve açlığın insan yaşamının kalıcı bir özelliği olmasından yanadırlar. Merkezi otoritenin geri kalmış ırklar ve halk kesimleri üzerinde doğum kısıtlaması yapma etkisi olacağı ve hükümetlerin şimdi yaptığı gibi, yalnız akıllı insanların küçük aileleri olmasında ısrar etmeyeceği umulur.

3) Son konu, yani hammaddelerin paylaşılması, belki de bunların en önemlisidir. Savaşlar hammadde ile çok yakından ilintili gibidir. Petrol,
demir ve kömürün savaş öncesi anlaşmazlıklardaki olumsuz rolleri iyi bilinir. Hammaddelerin adilane bölüşüleceğini düşünmüyorum; sadece, mutlak güce sahip bir otorite tarafından bölüştürüleceğini söylüyorum.
Adalet sorunları başarıyla çözümlenmeden önce, dünyanın tek
bir ekonomik ve siyasal güç olarak düzenlenmesi sorununun çözümlenmesi gerektiği kanısındayım. Ben bir enternasyonal sosyalistim; ama enternasyonalleşmenin sosyalizmden önce gerçekleşmesini umuyorum.

2

Savaşları ara sıra ortaya çıkan ve çabucak bastırılan başkaldırmalar düzeyine indirecek güçte bir merkezi otoritenin gelecek yüz elli
yılda oluşacağını varsayalım. Bu gelişmenin beraberinde getirmesi olası olan ekonomik değişiklikler nelerdir? Genel refah düzeyi artar mı? Rekabet
ayakta kalır mı yoksa üretim tekelci bir biçim mi alır? Tekeller oluşacaksa bunlar özel sektörün mü yoksa devletin mi elinde olur? Emeğin ürünlerinin dağılımındaki adaletsizlik şimdi olduğundan daha az olur mu?

Burada iki değişik tür soru bulunuyor. Bunlardan biri ekonomik düzenin biçimi ile, ikincisi de bölüşüm ilkeleriyle ilgilidir. Bölüşüm ilkeleri
siyasal güce dayanır; her kesim ve her ülke, her zaman, elinden geldiği kadar büyük payı alır; bu payın büyüklüğünü saptayan da sonunda
silahlı kuvvetler olur. Şimdilik bölüşümü bir yana bırakalım ve önce düzenlemeyi ele alalım. Geçmişi incelediğimizde örgütleşme konusunda
utanç verici bir olguyla karşılaşırız. Her ne zaman örgütleşme alanı bazılarının yararına olarak genişletilmek istenmişse, bu genişleme
muhakkak -ufak tefek istisnalar dışında- güçlü olanların güç kullanmasıyla gerçekleştirilmiştir.

İsteğe bağlı olarak federasyon oluşturulmasının yegane yol olduğu durumlarda ise birlik hiç gerçekleşmemiştir. Eski Yunan'da Makedonya'ya
karşı, on altıncı yüzyıl İtalya'sında Fransa ve İspanya'ya karşı, günümüz Avrupa'sında da Amerika ve Asya'ya karşı durum böyle olmuştur. Bu
nedenle, merkezi otoritenin güç kullanarak ya da kullanma tehdidiyle oluşturulacağını varsayıyorum; birbiriyle uzlaşamayan ''Büyük
Devletler''i zorlayabilecek güce hiçbir zaman ulaşamayacak olan Milletler Cemiyeti gibi gönüllü kuruluşlar tarafından değil. Bunun yanında merkezi
otoritenin gücünün, temelde ekonomik nitelikte olacağı; bir yandan hammadde kaynaklarına, bir yandan da parasal kredilerin kontrolünü
elde tutmaya dayanacağını sanıyorum. Onun, başlangıçta, bir veya birkaç büyük devlet tarafından el altından desteklenen, bir grup sermaye sahibinden oluşacağını öngörüyorum.

Bunlardan şu sonuç çıkıyor: ekonomik yapının temelinde tekelleşme olacaktır. Örneğin, dünyanın bütün petrol kaynakları tek elden
kontrol edilecektir. O zaman, uçakların ve petrolle çalışan savaş gemilerinin, merkezi otoriteye ters düşen devletlere hiçbir yararı
olmayacaktır -ani bir saldırıyla bir petrol yatağı ele geçirmek dışında. Aynı durum, o kadar belirgin olmasa da başka alanlarda da söz konusudur.

Daha şimdiden dünya piyasalarında et arzının büyük bölümü Chicago'daki ''Beş Büyükler''in kontrolündedir; onların kendileri de bir ölçüde Messrs. J.P. Morgan Co.'ye bağlıdırlar. Hammaddeden ürüne giden uzun bir yol vardır ve herhangi bir aşamada tekel araya girebilir. Petrol için bu aşama doğal olarak kaynakta gerçekleşir.

Başka konularda tekelciye kontrol fırsatı verenler ise limanlar, gemiler veya demiryolları olabilir. İşe nerede karışırsa karışsın tekelci, diğer bütün kesimlerden daha güçlüdür.

Sürecin herhangi bir aşamasındaki bir tekel, bu tekeli daha önceki ve daha sonraki aşamalara da genişletmek eğiliminde olacaktır. Ekonomik
tekelin genişlemesi örgütleşmeyi büyütme yolundaki genel eğilimin bir parçasıdır; o da devletin siyasal yönden daha büyümesi ve güçlenmesi
ile kendini gösterir. Bu nedenle son yarım yüzyıldır süregelen rekabeti ortadan kaldırmaya yönelik sürecin bundan sonra da devamını güvenle
bekleyebiliriz. Doğal olarak, sendikaların işçiler arasındaki rekabeti azaltmaya devam edeceği varsayılmalıdır. İşverenler örgütlenirken
ücretlilerin karşı-örgütlenmesinin yasalarla önlenmesi gerektiği yolundaki görüşün uzun süre devam edebilecek bir görüş olmadığı ortaya çıkacaktır.

Güvenli barış ve üretimin iyi bir şekilde yönlendirilmesi, eğer nüfus artışı yoluyla yutulmazsa, maddi refahta büyük artışa yol açacaktır. Bu
aşamada dünya sosyalist de kapitalist de olsa bütün kesimlerin ekonomik durumlarının iyileşmesini bekleyebiliriz. Bu da bizi ikinci sorunumuza,
dağıtım sorununa getirir.

Bir yerde güçlü bir devletle -ya da ittifak halindeki birkaç devletle- iç içe olmuş güçlü bir grup varsa, bu grubun zenginliğin büyük bölümünü kendine ayıracağı ortadadır. Bunlar işçi ücretlerini de devamlı artırarak güçlü
devletin halkında da bir hoşnutluk yaratacaklardır. Daha önce İngiltere'de öyle olmuştu; Amerika'da öyle olmaktadır. Ülkenin toplam gelirinde hızlı bir artış olduğu sürece, kapitalistler için uygun zamanlarda uygulanan para
politikaları yoluyla, sosyalist propagandaların başarısını önlemek kolaydır. O kadar şanslı olmayan ülkeler de emperyalist yöntemlerle yola getirilebilirler.

Ancak, böyle bir sistemin demokrasi, yani sosyalizm doğrultusunda gelişmesi olasıdır; çünkü sosyalizm birçok sanayi dalında temel
aşamasına erişmiş olan bir toplumdaki ekonomik demokrasiden başka bir şey değildir. İngiltere'nin siyasal gelişimi bu paralelde ele alınabilir.
İngiltere'nin birliği bir kral tarafından, Wars of the Roses sonrasında 7. Henry tarafından gerçekleştirilmiştir. Birliği sağlamak için krallık otoritesi gerekliydi; ancak bütünlük tamamlandıktan hemen sonra demokrasiye doğru bir hareket başlamış; ve, on yedinci yüzyılda yaşanan
sıkıntılardan sonra, demokrasinin kamu düzeniyle bağdaştığı anlaşılmıştı.

Biz şimdi Wars of the Roses'dan 7. Henry'ye geçişi andıran bir ekonomik konumdayız. Zorbaca da olsa ekonomik birliğe bir kere ulaşıldıktan sonra
ekonomik demokrasi hareketi büyük güç kazanacaktır; çünkü artık anarşi korkusu söz konusu değildir. Azınlıklar ancak kamuoyunun güçlü desteği olursa güçlerini koruyabilirler; çünkü ordularının, donanmalarının ve bürokratlarının sadakatle hizmet etmelerine gereksinimleri vardır.

Ekonomik otoriteyi elinde tutanların, kendilerinden ödün vermeyi akıllıca bulacakları durumlar sürekli olarak ortaya çıkacaktır. Onlar da olasılıkla, işleri yönlendirirken, daha az şanslı kesimlerin ve ülkelerin temsilcileriyle
ilişki içine girecekler ve bu süreç demokratik bir rejim kuruluncaya kadar devam edecektir.

Merkezi otoritenin bütün dünyayı kontrolü altında tutacağını varsaydığımıza göre, bu otoritenin uygulayacağı demokrasi yalnız beyaz ırkı  değil Asya ve Afrika ırklarını da kapsayan bir uluslararası demokrasi olmalıdır. Şu anda Asya öyle hızlı gelişmektedir ki, böyle bir dünya yönetimi oluştuğunda Asya da yönetimde önemli yer alabilecek bir duruma gelebilir. Afrika, çözülmesi daha zor bir sorundur. Ancak Afrika'da bile Fransızlar -ki bu konuda bizden ileridirler- çarpıcı sonuçlar elde etmektedirler; önümüzdeki bir yüzyıl içinde nelerin başarılabileceğini ise hiç kimse kestiremez. Bu nedenlerle, merkezi otoritenin kurulmasından sonra çok geçmeden, bütün sınıflar ve uluslar için ekonomik adalet içeren, dünya çapında bir sosyalist sistemin kurulabileceği sonucuna varıyorum. Ve, böyle bir sistem kurulacaksa bunu politik dinamiğin doğal işleyişinin gerçekleştireceği kesin gibidir.

Bununla beraber, sınıf ayırımcılığının sürüp gitmesine yol açabilecek başka olasılıklar da yok değildir. Güney Afrika'da ve Amerika'nın güney eyaletlerinde olduğu gibi beyazlarla zencilerin yan yana yaşadıkları yerlerde beyaz ırk için demokrasiyi zenciler için yarı kölelik koşullarıyla bir arada götürmenin mümkün olduğu görülmüştür. Gelişmenin büyük ölçüde gerçekleşmesini engelleyen şey, İngilizce konuşulan ülkelerin çoğu bölgelerinde işçi kesiminin beyaz olmayan ırkların göçüne itiraz etmesidir. Bu da akılda tutulması gereken bir olasılıktır. Bu konuya ileride tekrar döneceğim.

3

Önümüzdeki iki yüzyıl içinde aile kurumunda nasıl bir gelişme beklenebilir? Bunu bilemeyiz; ancak, önlem alınmadığı takdirde belirli sonuçlara yol açabilecek bazı etkenler üzerinde durabiliriz. Şunu hemen belirtmek isterim ki, söyleyeceklerim olmasını arzu ettiğim şeylerle değil, olmasını tahmin ettiğim şeylerle ilgilidir ve bu ikisi çok farklı şeylerdir. Dünya, geçmişte hiçbir zaman benim arzu edebileceğim şekilde gelişmedi; gelecekte bunun farklı olması için de bir neden görmüyorum.

Çağdaş uygar toplumlarda aileyi zayıflatma eğilimi gösteren bazı şeyler var; bunların başında da çocuklara karşı oluşan insancıl duygusallık geliyor. Çocukların ana-babalarının şanssızlıklarından ve hatta günahlarından dolayı, elden geldiği ölçüde acı çekmemeleri gerektiği düşüncesi gittikçe daha çok benimsenmektedir. İncil'de öksüzlerin kaderinin hep çok hüzün verici olduğundan söz edilir ve kuşkusuz bu doğrudur da. Şimdilerde ise onlar diğer çocuklardan pek de fazla acı çekmiyorlar.

Devlet ve yardım kurumlarınca, ihmal edilmiş çocuklara yeterli yardım yapma eğilimi giderek artacak; bu yüzden de çocuklar sorumsuz ana-babalar veya vasilerce gittikçe daha çok ihmal edilecektir. İhmal edilmiş çocukların bakımı için kamu fonlarından yapılan giderler giderek o ölçüde
artacaktır ki, mali durumları iyi olmayan insanların çoğu çocuklarını devlete bırakmak olanağından yararlanmaya yönelecektir. Sonunda şimdi eğitimde
olduğu gibi, belirli bir ekonomik düzeyin altında olan hemen herkes öyle yapacaktır.

Böyle bir değişimin etkileri çok kapsamlı olur. Ana-babalık sorumluluğu kalkınca evlilik eskisi kadar önemli görülmeyecek ve çocuklarını devlete bırakan kesimler de yavaş yavaş ortadan kalkacaktır. Uygar ülkelerde bu koşullarda edinilen çocuk sayısı herhalde çok az olacaktır ve devlet, istenilen vatandaş sayısına göre belirlenen bir ölçütle, anneler için bir ödeme saptayacaktır. Bütün bunlar çok uzak değildir; yirminci yüzyıl sona ermeden İngiltere'de kolaylıkla gerçekleşebilir.

Bütün bunlar, kapitalist sistem ve uluslararası anarşinin geçerli olduğu dönemde gerçekleşirse sonuçların korkunç olması beklenir. İlk olarak,
gerçekte ne ana-babaları ne de çocukları olan emekçiler ile, miras hakkıyla birlikte yürüyen aile sistemini koruyan, hali vakti yerinde kesim arasında derin bir ayrılık oluşacaktır.

Devlet tarafından eğitilen emekçilere, eskiden Türkiye'deki yeniçerilere uygulanana benzer şekilde tutkulu bir askeri sadakat aşılanacaktır.
Devletin çocuklar için uyguladığı ödeme tarifesini düşürmek ve diğer ülke insanlarını öldürecek askerleri sağlamak için, kadınlara çok çocuk
yapmanın bir görev olduğu öğretilecektir. Devletinkine karşı koyacak ana-baba propagandası olmayınca çocuklara aşılanabilecek yabancı
düşmanlığının sınırı da olmayacaktır. Böylece, çocuklar büyüdükleri zaman efendileri için körü körüne savaşacaklardır. Görüşleri iktidar tarafından hoş karşılanmayan kişiler, çocukları ellerinden alınarak devlet kurumlarına gönderilmek suretiyle cezalandırılacaklardır.

Böylece, yurtseverlik ve çocuklara karşı insancıl duygusallığın birlikte uygulanmasıyla, toplumun adım adım iki kasta bölünmesi hiç de
olanak dışı değildir; üst tabakadakiler evlilik kurumunu ve aile bağlarını koruyacak, alt tabakadakiler yalnız devlete sadakat besleyeceklerdir.
Askeri nedenlerle devlet, para ödeyerek emekçilerde yüksek doğum oranını, hijyen ve tıp da düşük ölüm oranını güvenceye alacaktır.

Böylece de dünya nüfusunu sınırlandırmanın açlık dışındaki tek yöntemi savaşlar olacak; açlık da ulusların birbiriyle çarpışması yoluyla
önlenmeye çalışılacaktır. Bu koşullarda Ortaçağ'daki Hun ve Moğol istilalarıyla karşılaştırılabilecek korkunç savaşlarla dolu bir dönem
gelecektir. Tek umut bir veya birkaç ülkenin zafere çabuk ulaşmasında yatacaktır.

Eğer dünya çapında bir merkezi otorite önceden kurulursa, devletin çocukların sorumluluğunu almasının sonuçları bu söylenenlerin tam tersi
yönde olacaktır. Bu durumda merkezi otorite çocukların militarist milliyetçilikle eğitilmesine, devletlerin ekonomik yönden arzu edilenin ötesinde nüfus artışı için harcama yapmalarına izin vermeyecektir. Devlet kurumlarında yetişen çocuklar, askeri gereksinimlerin giderilmesiyle,
hemen kesinlikle, bugünün ortalama çocuklarından zihnen ve bedenen daha çok gelişecekler, bu nedenle de çok hızlı bir ilerleme olanaklı olacaktır.

Merkezi otorite daha önce kurulmuş olsa bile, dünya yine kapitalist düzen içinde kalırsa, sonuç, sosyalizmin benimsenmesi durumundan çok farklı olacaktır. Birinci halde toplumda kastlar arasında az önce sözünü ettiğimiz derin ayrılıklar oluşacak; üst tabaka aile kurumunu koruyacak, alt tabakada da ana-babaların yerini devlet alacaktır. Zenginlere karşı başkaldırmaları önlemek için alt tabakada uysallığı sağlamaya gerek duyulacaktır. Bu da daha alt düzeyde bir kültür demek olacak ve, belki de zenginleri beyaz ya da sarı ırktan olanlar yerine siyah ırktan emekçilerin çoğalmasını teşvik etmeye yöneltecektir. Bu yolda beyaz ırk giderek sayıca küçük bir aristokrasiye dönüşebilecek; sonunda da bir zenci ayaklanmasıyla yok olabilecektir.

Beyaz ırktan ulusların çoğunda siyasal demokrasi yürürlükte olduğu için bütün bunlar fantezi olarak algılanabilir. Ancak ben her yerde demokrasinin,
zenginlerin çıkarlarını geliştirecek şekilde eğitim yapılmasına yol açtığını gözlüyorum.

Öğretmenler komünist diye işten atılıyorlar; ama tutucu oldukları için atılan yok. Bunun yakın zamanda değişeceğini varsaymak için hiç bir neden
de görmüyorum. Sıraladığım bütün bu nedenlerle, eğer uygarlığımız, daha uzun süre zenginlerin çıkarlarını kollamayı sürdürürse, kanımca sonu
karanlık olacaktır. Uygarlığın çöküşünü istemediğim içindir ki bir sosyalist oldum.

Eğer biraz önce söylediklerim yanlış değilse, ayrıcalıklı bir azınlık dışında aile büyük olasılıkla yok olacaktır. Bu nedenle, ayrıcalıklı bir azınlık da olmazsa, ailenin toptan yok olması beklenebilir. Bu sonuç biyolojik açıdan kaçınılmaz gibi görünüyor. Aile, kendi başlarına yaşamlarını sürdüremeyecek oldukları yıllarda çocukları koruyan bir kurumdur. Karıncalarda ve arılarda bu işlevi toplum üstlenir; aile yoktur.

İnsanlarda da eğer bebeklerin yaşamı ailenin korunması dışında da güvende olursa, aile yaşamı giderek yok olacaktır. Bu, insanların
duygusal yaşamında çok derin değişikliklere, geçmişin sanat ve edebiyatından tümden kopmalara yol açar. İnsanlar arasındaki farklılıklar da azalır; çünkü artık ana-babalar çocuklarını, kendilerine özgü nitelikleri onlara geçirecek şekilde eğitemeyeceklerdir. Cinsel aşk daha az ilginç, daha az romantik olacak; belki de bütün aşk şiirleri saçma bulunacaktır. İnsan doğasındaki sanat, bilim, politika gibi duygusal ögeler başka çıkış
yolları arayacaktır (Disraeli için politika romantik bir serüvendi). İnsan yaşamının duygusal dokusundan bir şeylerin gerçekten yok olacağını
düşünmekten kendimi alamıyorum ama güvencedeki her artış bu türden bazı kayıpları içeriyor. Buharlı gemiler yelkenliler kadar vergi tahsildarları eşkıyalar kadar romantik değillerdir.

Belki de güvenlik içinde omak sonunda sıkıcı gelecek ve insanlar salt can sıkıntısından kurtulmak için yıkıcı olacaklardır ama bu tür olasılıklar saymakla tükenmez.

4

Günümüzde kültürün eğilimi, sanat ve edebiyattan uzak, bilim doğrultusundadır; böyle sürüp gitmesi de olasıdır. Kuşkusuz, bunun nedeni
bilimin yaşantımızda çok büyük yararlar sağlamasıdır. Rönesans'tan gelen ve sosyal prestijle desteklenen güçlü bir edebiyat geleneğimiz
vardır. Bir "beyefendi" biraz Latince bilmelidir; ancak bir lokomotifin nasıl çalıştığını bilmese de olur. Ne var ki, bu geleneğin sürmesi "beyefendi"yi
başkalarından daha az yararlı kılmaktan başka işe yaramaz. Sanırım, uzun olmayan bir süre sonra, bilim alanında bir şeyler bilmeyen bir kimsenin eğitim görmüş kişi sayılmayacağını varsayabiliriz.

Bu olumlu bir şey; ancak bilimin, zaferlerini kültürümüzün başka yönlerden yoksullaşması pahasına kazanıyor olması üzülecek bir şey. Sanat gün
geçtikçe daha çok bir zümrenin ya da birkaç zengin sanatseverin işi olmaktadır. Sanat, sıradan insan için, din ve kamu yaşamıyla bağlantılı olduğu zamanlardaki kadar önemli değildir. St. Paul Katedrali'nin yapımı için harcanan para Hollandalıları yenmemiz için donanmamıza verilebilirdi; fakat 2. Charles döneminde (1630-1685) St. Paul'ün daha önemli olduğu
düşünülmüştü. Daha önce estetik yönden övülmeye değer sayılan duygusal gereksinimler giderek daha önemsizleşen yollarla gideriliyorlar: günümüzde dans ve dans müziğinin, genelde daha az uygar olan bir toplumdan ithal edilmiş olan Rus Balesi dışında sanatsal hiçbir değeri yoktur.

Sanatın önemini yitirmesi, korkarım kaçınılmazdır ve atalarımızdan daha dikkatli ve faydacıl olan yaşama biçimimizle bağıntılıdır. Bir yüz yıl kadar sonra, az çok eğitim görmüş herkesin bir hayli matematik, biraz biyoloji
ve büyük ölçüde de makine yapımı bileceğini tahmin ediyorum. Eğitim, bir azınlık dışında daha çok "dinamik" denilen, yani insanlara duyu ve düşünceden çok, `yapmayı' öğretici türden olacaktır. İnsanlar her işi büyük bir beceriyle yapacaklar, ancak bu işlerin yapmaya değer olup olmadığını rasyonel bir biçimde değerlendirmekten aciz olacaklardır.

Belki de resmi bir "düşünürler" tabakası, bir de "duygucular" tabakası oluşacak; bunlardan birincisi Royal Society'nin, (Royal Society: İngiltere'de 1660'da kurulmuş en eski bilim adamları derneği. (ç.n.) İkincisi de Royal Academy ile Piskoposluk federasyonunun birer uzantısı olacaktır.
Düşünürlerce elde edilen sonuçlar devletin malı olacak ve, yerine göre, yalnız Milli Savunma'ya, Amiralliğe ya da Hava Kuvvetleri Bakanlığı'na
açıklanacaktır. Eğer düşman ülkelerde hastalık yayma işi zamanla görevleri arasına alınırsa, belki Sağlık Bakanlığı da bu araya girebilir.

Resmi duygucular okullarda tiyatrolarda kiliselerde hangi duyguların yayınlanacağını saptayacaklar ama bu duyguların nasıl yaratılacağını keşfetmek resmi düşünürlerin işi olacaktır. Okul çocuklarının haylazlıkları
göz önüne alınırsa, resmi duygucuların kararlarının devlet sırrı olarak nitelendirilmesinin yerinde olacağı düşünülebilir. Bununla birlikte, bir Kıdemli Sansürcüler Komitesi'nce onaylanan resimlerin sergilenmesine ve vaazlar verilmesine izin verilecektir.

Radyo yayınları da günlük gazeteleri herhalde silip süpürür. Azınlık görüşlerini dile getirmek için bir iki haftalık dergi başını kurtarabilir.
Okuma ise, yerini gramofona ya da ondan daha iyi bir icada bırakacağından, nadiren yapılan bir iş olacaktır. Bunun gibi, günlük yaşamda yazma yerine de diktafon kullanılacaktır.

Eğer savaşlar ortadan kalkar ve üretim bilimsel olarak düzenlenirse, herkesin rahatça yaşaması için günde dört saatlik çalışmanın
yeterli olması olasıdır. Bu süre kadar çalışıp boş zamanın keyfini çıkarmak mı, yoksa daha çok çalışıp lüks şeylerin keyfini çıkarmak mı sorusu tartışmaya açıktır. Galiba bazıları birini, bazıları da diğerini seçecektir. Pek çok kişi boş saatlerini, kuşkusuz, dans ederek, futbol seyrederek ya da sinemaya giderek geçirecektir. Çocuklar için endişeye gerek yoktur; devlet
onlara bakar. Hastalık çok seyrek görülecek; gençleştirme yoluyla yaşlılık ölümden kısa bir süre öncesine kadar ertelenebilecektir. Dünya bir hedonist (hazcı) cenneti olacak; ve de hemen herkes bu yaşamı dayanılmaz ölçüde can sıkıcı bulacaktır.

Böyle bir dünyada yıkıcı dürtülerin karşı konulmaz olabileceğinden korkulur. R.L. Stevenson'un İntihar Kulübü burada yaşama geçebilir;
sanatsal cinayetlerle uğraşan gizli dernekler de kurulabilir. Geçmişte yaşam tehlikeli olduğu için ciddiye alınmış, ciddi olduğu için de
ilginç olmuştur. Eğer insan doğası değişmezse, tehlike olmayınca hayatın tadı kalmayacak ve biraz heyecan bulmak umuduyla insanlar her türlü aşağılık kötülüklere başvuracaklardır.

Bu ikilem kaçınılmaz mıdır? Yaşamın sıkıntılı yönleri, onun en iyi yönleri için gerekli midir? Sanmıyorum. Eğer insan doğası, cahil insanların
hala sandığı gibi, değiştirilemez ise durum gerçekten umutsuzdur. Psikologlar ve fizyologlar sayesinde artık biliyoruz ki "insan
doğası" denilen şeyin en çok onda biri doğadan gelmekte, geri kalan onda dokuz ise sonradan oluşmaktadır. İnsan doğası dediğimiz şey, erken
eğitimde yapılacak değişikliklerle hemen tümüyle değiştirilebilir. Bu değişiklikler, eğer düşünce ve enerji bu alana yönelirse, en ufak bir tehlikeye yol açmadan ve yaşamın ciddiyetini yeterince koruyacak şekilde gerçekleştirilebilir. Bunun için iki şey gereklidir: çocuklarda yapıcı dürtüleri geliştirmek ve bunların yetişkinlikte de devamı için olanakları sağlamak.

Şimdiye kadar, yaşamda önemli sayılan şeylerin en büyük bölümünü savunma ve saldırı oluşturmuştur. Kendimizi açlığa, çocuklarımızı dünyanın ilgisizliğine, ülkemizi ulusal düşmanlara karşı savunuruz; tehlikeli ve düşman olduğunu sandığımız kimselere de sözle ya da fiziksel olarak saldırırız. Ancak, aynı ölçüde güçlü olan başka duygu kaynakları da vardır. Estetik yaratıcılık ya da bilimsel keşif duyguları, en tutkulu aşk kadar güçlü ve yoğun olabilirler. Aşkın kendisi ise bağlayıcı ve baskıcı olmasına karşın, yaratıcı da olabilir. Doğru eğitim verildiğinde insanların büyük çoğunluğu mutluluğu yapıcı faaliyetlerde bulabilirler; yeter ki elverişli olanaklar var olsun.

Bu bizi ikinci gereksinimimize getiriyor. Yalnız üst makamların emrettiği yararlı işlere değil, yapıcı atılımlara da fırsat verilmelidir. Entelektüel
ve sanatsal yaratıcılığa, insan yaşamını iyileştirmek için ileri sürülen düşüncelere, yapıcı türden insan ilişkilerine hiçbir engel bulunmamalıdır.
Eğer bunların hepsi varsa ve eğitim de isabetli türden ise; gereksinim duyanlar için ciddi ve hareketli bir yaşam tarzına yine de yer vardır. Bu durumda ve ancak bu durumda yaşamın belli başlı kötülüklerini ortadan kaldırmak için örgütlenmiş bir toplum kalıcı olabilir; çünkü daha enerjik olan bireyleri için de doyum olanağı sağlanmıştır.

İtiraf etmeliyim ki, kanımca, uygarlığımızın hata yapma olasılığının en yüksek olduğu konu  budur. Pek çok düzenlemeye gerek vardır; bu
kadar çok şeyde olması gerekenden fazla şeylerin de bulunacağı hemen hemen kesindir. Bunun yol açacağı zarar, kişisel çaba olanaklarının
azalmasıdır. Çok geniş örgütler kişinin kendini aciz hissetmesine, bu da çabanın zayıflamasına yol açar. Bu tehlike yöneticilerin onu fark etmesiyle
önlenebilir; ancak yöneticilerin, çoğunlukla, yapıları gereği fark edemedikleri türdendir.

İnsanın yaşam tarzını yönlendiren her düzenlemede sisteme yeteneklerin yozlaşmasına yol açan hareketsizliği önleyecek ama kargaşaya yol açmayacak ölçüde anarşizm enjekte etmeye gerek vardır. Bu da teorik olarak çözümsüz olmayan, ancak günlük yaşamın düzensizlikleri
içinde çözüm olasılığı pek bulunmayan hassas bir sorundur.

 

1      2      3      4      5      6