Bitmemiş bir yapıt
Okuyucuya
Bu öyküyü, efendim, bir bilim kurumunun örneğini vermek amacıyla
kaleme aldı. Süleyman Evi veya Altı
Günlük İşler Koleji adını verdiği bu kurum doğayı anlamak ve
insanlığa yararlı büyük ve harika yapıtlar oluşturmak için
kurulmuştur. Efendim yapıtında bu bölümün sonuna gelmişti.
Kuşkusuz örnek, içindeki şeylerin çoğu insanoğlunun gücü içinde
olmakla birlikte, her bakımdan benzeri oluşturulamayacak kadar
geniş ve büyüktür. Efendim aynı zamanda bu öyküde bir yasalar
sistemi ya da en iyi devlet ve toplum biçimini yaratmayı
düşünmüştü. Fakat bunun uzun bir yapıt olacağını görerek çok daha
fazla sevdiği doğal tarihe gereç toplamak isteğiyle bu
düşüncesinden vazgeçti.
Rawley
Tam bir yıl kaldığımız Peru'dan yelken açarak Güney Denizi
yoluyla Çin'e ve Japonya'ya doğru yola çıktık. Yanımıza on iki
aylık yiyecek almıştık. Beş ay ve daha fazla doğudan, hafif ve
zayıf olmakla birlikte, uygun rüzgârlar esti. Fakat sonra rüzgâr
birdenbire döndü. Günlerce hep batıdan esti, bu yüzden az yol
alıyor, bazen hiç alamıyorduk. Birkaç kez geri dönmek istedik.
Fakat sonra güneyden doğuya doğru esen şiddetli bir fırtına çıktı.
Bizi (bütün çabalarımıza karşın) kuzeye doğru sürükledi; bu sırada
tutumlu kullandığımız halde, yiyeceğimiz tükendi. Böylece dünyanın
uçsuz bucaksız sularının ortasında yiyeceksiz kaldık. Kendimizi
tükenmiş sayıyor, ölüme hazırlanıyorduk. Bununla birlikte
gönüllerimizi ve seslerimizi "denizlerde harikalarını gösteren"
göklerdeki Tanrı'ya yönelttik; onun acımasına sığınarak "nasıl
başlangıçta denizin yüzünü açıp kuru toprağı gösterdiyse şimdi de
bize ölmememiz için toprağı göstermesini" diledik. Gerçekten de
ertesi gün akşamüzeri enginde kuzeye doğru yoğun bulutlar gördük.
Bu bize karaya yaklaştığımız umudunu verdi. Çünkü Güney Denizi'nin
bu bölümünün tümüyle tanınmamış olduğunu, orada şimdiye kadar
bulunmamış adalara ve kıtalara rastlanabileceğini biliyorduk.
Bunun üzerine rotayı kara gibi görünen yöne çevirdik ve bütün gece
yol aldık. Ertesi gün şafak sökerken gözlerimizin önünde düz bir
kara parçasının uzandığını gördük. Ormanlarla kaplı olduğu için
daha da karanlık görünüyordu. Bir buçuk saat gittikten sonra iyi
bir limana girdik. Burası çok büyük değilse de iyi yapılmış,
denizden pek hoş görünen güzel bir kentti.
Karaya çıkıncaya kadar her dakika düşünerek kıyıya yanaştık.
Karaya çıkmaya girişirken birdenbire karşımızda ellerinde sopalar
olan birtakım adamlar gördük. Bunlar sanki bizim karaya çıkmamızı
istemiyorlardı ama bağırmadan ya da şiddet göstermeden yalnızca
yaptıkları işaretlerle bize uzak durmamızı anlatıyorlardı. Bunun
üzerine, oldukça büyük bir düş kırıklığına uğramış bir durumda
aramızda ne yapacağımızı konuşmaya başladık. Tam o sırada içinde
yedi sekiz kişi bulunan bir sandalın bize doğru geldiğini gördük.
Sandaldakilerden birinin elinde iki ucu maviye boyanmış sarı
kamıştan bir asa vardı. Bu adam hiçbir güvensizlik göstermeyerek
gemimizin güvertesine çıktı. İçimizden birinin diğerlerinden biraz
fazla ileriye çıkmış olduğunu görünce cebinden küçük bir parşömen
tomarı çıkardı. Bu bizim parşömenlerimizden biraz daha sarı yazı
tabletlerinin yaprakları gibi parlak, fakat yumuşaktı, kolay
bükülüyordu. En öndeki adamımıza onu verdi. Bu tomar içinde, eski
İbrani, eski Grek ve üniversitelerde kullanılan iyi Latin ve
İspanyol dillerinde şu sözler yazılıydı: "Hiçbiriniz karaya
çıkmayın. Size daha uzun bir süre verilmezse, on altı gün içinde
bu kıyılardan gitmek üzere hazırlık yapın. Bu süre içinde tatlı
su, yiyecek ya da hastalarınıza yardım isterseniz ya da geminizin
onarıma gereksinmesi varsa, bunları yazın, gücümüz içinde olanlar
verilecektir." Bu belge, üzerinde aşağıya doğru sarkık fakat
açılmamış kanatlı ve yanında bir haç bulunan bir melek çocuk
resmini taşıyan bir mühürle damgalanmıştı. Bunu verdikten sonra
memur döndü yanıtımızı almak üzere yanımızda yalnızca bir uşak
kaldı.
Bunun üzerine kendi aramızda konuşurken ne yapacağımızı şaşırdık.
Karaya çıkmamıza onay verilmemesi, hemen geriye dönmemizin
söylenmesi bizi çok üzüyordu. Diğer yandan halkın dil bilmesi,
nazik ve uygar oluşu bizi biraz avutuyordu. Her şeyden önce
belgedeki haç işareti bizim için bir sevinç kaynağı ve sanki bir
kurtuluş işaretiydi.
Yanıtımızı İspanyolca yazdık. Gemimizin iyi durumda olduğunu,
çünkü fırtınalardan çok durgun hava ve karşı yönlerden esen
rüzgârlarla karşılaştığımızı, hastalarımıza gelince bunların
sayıca çok ve ağır olduklarını, karaya çıkmalarına izin verilmezse
yaşamlarının tehlikeye düşeceğini bildirdik. Diğer
gereksinmelerimizi uzun uzadıya yazdık ve biraz malımız olduğunu,
bunlarla bazı şeyleri değiştirmek isterlerse, kendilerine yük
olmaksızın gereksinmelerimizi sağlayabileceğimizi de ekledik.
Uşağa ödül olarak birkaç altın ve memura verilmek üzere bir parça
kırmızı kadife vermek istedikse de uşak bunları almadı. Onlara
bakmak bile istemeyerek bizden ayrıldı, kendisi için gönderilen
başka bir küçük kayığa binip gitti.
Yanıtımızı gönderdikten üç saat sonra bize doğru, yerli olduğu
anlaşılan bir kişi geldi. Üzerinde bir tür sof kumaştan geniş
kollu, güzel, bizimkilerden çok daha parlak, lacivert renkte bir
kaftan vardı. İç giysisi yeşildi, bir kavuk biçiminde, çok zarif,
Türk kavukları kadar büyük olmayan serpuşu da aynı renkteydi.
Saçları onun kıyısından lüle lüle taşıyordu. Görünüşü insana saygı
aşılıyordu. Bazı yerleri yaldızlı bir kayık içinde geliyordu yanında yalnızca dört kişi daha vardı. Arkalarından gelen başka
bir kayıktaysa yirmi kişi bulunuyordu. Gemimize bir ok atımı kadar
yaklaşınca bize işaretler yaparak onu su üzerinde karşılamamız
için birkaç kişi göndermemiz gerektiğini anlattılar; bunu hemen
yaptık: Başımızdaki insanı ve onunla birlikte içimizden dört
kişiyi gemimizin sandalıyla gönderdik. Kayıklarına altı yarda
kalınca bağırarak durmamızı ve daha çok yaklaşmamamızı söylediler.
Söylediklerini yaptık. Bunun üzerine az önce giysilerini anlatmış
olduğum adam ayağa kalktı. Yüksek sesle İspanyolca olarak
"Hıristiyan mısınız?" diye sordu.
Yazının altında görmüş olduğumuz haç nedeniyle daha az korkarak
"Evet, Hıristiyan'ız" dedik. Bu yanıt üzerine o kişi sağ elini
gökyüzüne doğru kaldırıp yavaşça ağzına doğru çekti. Bu işareti
onlar Tanrı'ya şükrettikleri zaman kullanırlarmış. Sonra bize,
"Hepiniz korsan olmadığınıza, son kırk gün içinde, haklı ya da
haksız, kan dökmediğinize, İsa'nın başı üzerine ant içerseniz,
karaya çıkmanıza izin verilebilir" dedi. Bunun üzerine yanındakilerden biri, -ki giysilerinden bir noter olduğu
anlaşılıyordu- durumu bir deftere yazdı. Bu yapıldıktan sonra,
aynı sandalda büyük adamın yanında bulunan başka bir kişi,
efendisi kendisine birkaç söz söyledikten sonra, yüksek sesle,
"Efendim bilmenizi istiyor ki geminizin güvertesine çıkmaması
gurur ve büyüklük tasladığı için değildir; aranızda birçok hasta
insan bulunduğunu söylediğiniz içindir. Kentin sağlık koruyucusu
ona uzak durması gerektiğini söylemiştir" dedi. Ona doğru eğilerek
selam verdik. "Buyruklarını yerine getirmeye hazır olduğumuzu,
şimdiye kadar bize davranış biçimlerini büyük bir onur ve eşsiz
bir insanlık saydığımızı; fakat adamlarımızın tutulmuş olduğu
hastalığın bulaşıcı olmadığını umduğumuzu" söyledik. Bunun üzerine
geri döndü. Biraz sonra noter gelerek gemimizin güvertesine çıktı.
Elinde o ülkenin bir meyvesi bulunuyordu. Bu meyve bir portakal
gibi, fakat rengi sarıyla kırmızı arasındaydı ve çok güzel
kokuyordu. Anlaşılıyor ki; o bunu hastalığa karşı bir koruma aracı
olarak kullanıyordu. Bize "İsa ve onun artamları üzerine" ant
içirdi. Sonra da bir gün sonra sabah saat altıda bize bir adam
göndereceklerini, bu adamın bizi "Yabancılar Evi" denen bir yere
götüreceğini, orada gerek sağlıklı, gerek hasta olanlarımız için
gereken şeylerin sağlanacağını söyledi.
Bundan sonra bizden ayrıldı; ona birkaç altın vermek istediğimiz
zaman gülümseyerek "Bir iş için iki kez para alamam" dedi. Bundan
benim anladığıma göre, görevi için devletin kendisine verdiği
paranın yeterli olduğunu söylüyordu; çünkü, sonradan öğrendiğime
göre, onlar rüşvet alan memurlar için "iki kez ücret alıyor"
derlermiş.
Ertesi sabah erkenden bize daha önce elinde bir asayla gelmiş olan
adam yine geldi ve bizi "Yabancılar Evi"ne götüreceğini, bütün gün
işimizle uğraşabilmemiz için kararlaştırılan saatten önce
geldiğini söyledi. "Beni dinlerseniz" dedi, "ilk önce birkaçınız
benimle gelir, yeri görür, sizin için nasıl rahat bir duruma
getirilebileceğini düşünür, sonra hastalarınızı ve içinizden
karaya çıkarmak istediklerinizi çağırırsınız." Ona teşekkür
ederek, "bizim gibi kimsesizlere yardımınızdan dolayı Tanrı sizi
kuşkusuz ödüllendirir" dedik.
İçimizden altı kişi onunla birlikte karaya çıktı. Karada önümüze
düşmüş giderken döndü. "Ben sizin ancak köleniz ve rehberinizim"
dedi. Bizi üç güzel caddeden geçirdi, gittiğimiz bütün yol boyunca
iki yanda sıralanmış insanlar görüyorduk. Bunlar o kadar
uygardılar ki, bize şaşkınlıkla değil, sanki "hoş geldiniz" der
gibi bakıyorlardı. İçlerinden birkaçı önlerinden geçerken
kollarını biraz ileriye doğru uzattılar. Bu devinimi onlar birine
"hoş geldiniz" demek için yaparlar.
Yabancılar Evi güzel, geniş bir konaktır. Bizim tuğlalarımızdan
daha mavi tuğladan yapılmış, bir bölümü camlı, bir bölümü bir tür
yağa batırılmış kumaşla kaplı güzel pencereleri var. Önce bizi
yukarıda zarif bir salona aldılar. Sonra kaç kişi olduğumuzu ve
kaçımızın hasta olduğunu sordular. Hepimizin, hasta ve sağlıklı,
elli bir kişi olduğumuzu, içimizden on yedi kişinin hasta olduğunu
söyledik. Biraz sabırlı olmamızı ve kendisi dönünceye kadar
beklememizi istedi. Bir saat sonra geldi. Önümüze düştü. Bizim
için hazırlanan on dokuz odayı görmeye gittik. Anlaşılıyordu ki,
bu odaların diğerlerinden daha iyi olan dördü bizim ileri gelen
dört adamımıza verilecek, onlar tek başlarına bu odalarda
kalacaklardı. Diğer on beş odaysa, içlerinde ikişer kişi yatmak
üzere, bizlere ayrılmıştı. Odalar güzel, rahat ve iyi
döşenmişlerdi.
Sonra bizi yatakhaneyi andıran uzun bir koridora götürdü. Orada
bize bir yanda boydan boya uzanan on yedi hücre gösterdi.
Diğer yanda duvar ve pencereden başka bir şey yoktu. Hücreler pek
temiz ve sedir ağacından bölmelerle birbirlerinden ayrılmışlardı.
Bu koridor ve bize gerekenden kırk tane daha fazla olan hücreler
hastalar için bir klinik görevini görüyordu. Bize söylediğine
göre, hastalarımızın arasından iyileşenler hücrelerinden alınıp,
bir odaya götürülecekti. Bu amaçla, daha önce söylediğimiz sayıdan
başka, on tane daha yedek oda ayrılmıştı.
Bunu yaptıktan sonra bizi yine salona getirdi ve birine bir görev
ya da buyruk verdikleri zaman yaptıkları gibi, sopasını biraz
yukarı kaldırarak şöyle dedi: "Bilmelisiniz ki, ülkemizin
göreneğine göre, adamlarınızı geminizden çıkarmak için verdiğimiz
bugün ve yarından sonra üç gün evlerinizde kapanacaksınız. Fakat
üzülmeyin ve tutuklandığınızı sanmayın. Rahat edin ve kendinizi
dinlenmeye bırakılmış olarak düşünün. Hiçbir şeyiniz eksik
olmayacaktır. Adamlarımızdan altısı dışarıda herhangi bir işinizi
yapmak üzere ayrılmıştır." Büyük bir heyecan ve saygıyla ona
teşekkür ettik. "Kuşkusuz, bu ülkede Tanrı her şeyde kendini
gösteriyor" dedik. Ona yirmi altın Lira uzattık ama gülümsedi.
"İki kez ücret mi alacağım?" diyerek bizden uzaklaştı. Hemen biraz
sonra yemeğimiz verildi. Yiyecekler nefis, gerek ekmek, gerek et
Avrupa'da bildiklerimizden daha iyiydi. Üç türlü içki içtik. Hepsi
de sağlıklı ve güzeldi; üzüm şarabı, bizim bira gibi tahıldan
yapılmış fakat daha açık renkli bir içki, o ülkenin bir
meyvesinden yapılmış olağanüstü hoş ve serinletici bir tür elma
şarabı. Bunlardan başka bize hastalarımız için bir yığın kırmızı
portakal getirdiler. Söylediklerine göre deniz tutmalarına bire
bir gelirmiş. Aynı zamanda bir kutu küçük gri ve beyazımsı haplar
verdiler. Bunlardan hastalarımızın her gece yatmadan önce birer
tane almasını istediler. Söylediklerine göre iyileşmelerini
çabuklaştırırmış.
Ertesi gün, gemimizden adamlarımızı ve eşyamızı getirme ve taşıma
işi bitip biraz sakinleşince, arkadaşlarımızı toplamanın iyi
olacağını düşündüm. Toplanınca da onlara "Sevgili arkadaşlar" diye
başladım. "Kendimizin ve durumumuzun ne olduğunu bilelim. Biz
peygamber Yunus'un, denizlere gömülmüşken balığın karnından dışarı
çıktığı gibi, karaya çıktık. Şimdi karadayız ama ancak ölümle
yaşam arasında bulunuyoruz; çünkü hem eski, hem de yeni dünyanın
ötesindeyiz. Avrupa'yı bir daha görecek miyiz, ancak Tanrı bilir:
Bizi buraya bir mucize getirdi, ancak bir mucize kurtarabilir. Bu
nedenle geçmişteki kurtuluşumuz için ve içinde bulunduğumuz ve
gelecek tehlikeler için Tanrı'ya yakaralım. Her birimiz durumunu
düzeltsin: Sonra şu da var ki biz dindar ve uygar olan Hıristiyan
bir halk arasına gelmiş bulunuyoruz. Eksik ve yanlışlarımızı
göstererek kendimizi utanılacak bir duruma düşürmeyelim. Bir şey
daha var; nazik bir biçimde olmakla birlikte bir buyrukla bizi üç
gün süreyle bu duvarların içine kapadılar: Bunu terbiye ve
davranışlarımızın nasıl olduğunu anlamak için yapıp yapmadıklarını
kim bilir? Bunların kötü olduklarını görürlerse bizi hemen
kovabilirler. İyiyseler, bize daha fazla zaman verebilirler. Bize
hizmet için verdikleri insanlar aynı zamanda bizi gözetlemek
görevini üzerlerine almış olabilirler. Bunun için, Tanrı aşkına,
kendimizi seviyorsak, Tanrı'nın hoşuna gidecek ve bu halkın gözüne
girecek biçimde davranalım."
Arkadaşlarım hep bir ağızdan, verdiğim iyi öğütler için bana
teşekkür ettiler. Ağırbaşlılık ve nezaketle, en küçük bir gücenme
fırsatı vermeden yaşamaya söz verdiler. Üç günü neşe içinde,
tasasız geçirdik. Bugünlerin sonunda ne yapacaklarını merakla
bekliyorduk. Bu süre içinde hastalarımızın her saat
iyileştiklerini sevinçle görüyorduk. Bunlar kendilerini kutsal bir
sağlık havuzuna atılmış* sanıyorlar, doğal bir biçimde ve hızla
iyileşiyorlardı.
Üç gün geçtikten sonra bize daha önce hiç görmediğimiz yeni bir
adam geldi. Bu da önceki gibi maviler giymişti yalnızca kavuğu
beyazdı. Bunun üstüne küçük kırmızı bir taç takmıştı. Aynı zamanda
güzel kumaştan bir boyun atkısı vardı.
İçeri girince önümüzde biraz eğildi, kollarını uzattı. Biz de
kendisini büyük bir alçakgönüllülük ve bağlılıkla selamladık.
Sanki ağzından idamımız ya da aklanmamız yargısı çıkacakmış gibi
bekliyorduk. Birkaçımızla görüşmek istediğini söyledi. Bunun
üzerine yalnızca altı kişi kaldık, ötekiler odadan çıktılar.
"Ben görevim olarak" diye söze başladı, "bu Yabancılar Evi'nin
müdürüyüm. Uğraşım bakımındansa bir Hıristiyan papazıyım: Bu
nedenle sizlere hem yabancı, hem de özellikle Hıristiyan olarak
hizmetlerimi sunmaya geldim. Sizin işitmek isteyebileceğinizi
sandığım bazı şeyler söyleyebilirim. Devlet sizin altı hafta
karada kalmanıza izin verdi. Fakat işleriniz daha uzun zaman
istiyorsa üzülmeyin, çünkü yasa bu bakımdan çok sıkı değildir;
kendimin bile size gerekli olan süreyi alabileceğimden kuşku
duymuyorum. Şunu da anlamanızı isterim ki yabancılar Evi, şimdi
zengin ve çok sermayelidir. Çünkü otuz yedi yıldan bu yana
gelirini biriktiriyor. Bu süre içinde buralara bir yabancı
gelmemiştir. Bu nedenle hiç üzülmeyin. Devlet kaldığınız süre
içinde bütün harcamalarınızı karşılayacaktır. Bu yüzden bir gün
bile daha az kalmayacaksınız. Getirdiğiniz ticaret mallarına
gelince, sizlere iyi davranılacaktır. Karşılığını ya mal olarak ya
da altın ve gümüş olarak alabilirsiniz. Çünkü bizim için hepsi
birdir. Başka bir dileğiniz varsa söyleyin. Alacağınız yanıtın
sizi utandıracak türde olmayacağını göreceksiniz. Yalnızca şunu
söylemeliyim ki, hiçbiriniz özel izin olmadan kent surlarından bir
karandan (onlarda bir buçuk mil) fazla uzağa gidemezsiniz."
Bir süre birbirimize baktıktan sonra bu iyiliksever ve babaca
davranışa hayran olarak şu yanıtı verdik: "Ne söyleyeceğimizi
bilemiyoruz. Şükranımızı anlatacak söz bulamıyoruz. Zaten soylu ve
cömert önerilerinizle bize isteyecek bir şey bırakmadınız. Cennete
kavuşmuş gibi olduk; çünkü biraz önce ölüm tehlikesiyle karşı
karşıya olan bizler şimdi huzur ve avuntu bulduğumuz bir yere
getirildik. Bu mutlu ve kutsal topraklar üstünde biraz daha
ilerlemek isteğiyle gönüllerimizin yanmaması olanaksız olmakla
birlikte bize verilen buyruğa her zaman uyacağız." Sonra "sizin
saygıdeğer kişiliğinizi ve bütün ulusunuzu yakarışlarımızda
unutursak dilimiz tutulsun" diye ekledik. Aynı zamanda büyük bir
alçakgönüllülükle bizleri sadık hizmetçileri olarak kabul etmesini
rica ettik. Kişiliğimizi ve bütün varlığımızı buyruklarına
sunduğumuzu bildirdik.
"Ben bir din adamıyım" dedi, "ve bir din adamının ödülünü
beklerim. Bu da sizin kardeşçe sevginiz, beden ve ruhça iyi
olmanızdır." Bunun üzerine gözlerinde sevecenlik yaşlarıyla bizden
ayrıldı. Sevinçten ve gördüğümüz iyilikten şaşırmış bir
durumdaydık. Aramızda şöyle söyleniyorduk: "Biz melekler ülkesine
gelmişiz. Onları her gün gözlerimizle görüyoruz. Hiç ummadığımız
her rahatlığı daha aklımıza gelmeden bize sağlıyorlar."
Ertesi gün, saat on sıralarında vali yine geldi.
Selamlaştıktan sonra teklifsizce "bizi görmeye geldiğini" söyledi.
Bir sandalye isteyip oturdu. İçimizden on kadarı da (ötekiler
aşağı tabakadan insanlardı ve bazıları da dışarı çıkmıştı) onunla
oturduk. Sandalyelerimize henüz ilişmiştik ki, şu biçimde söze
başladı:
"Biz bu Ben Salem adası (kendi dillerinde ona bu adı verirler)
halkı uzak ve ıssız bir yerde olduğumuz, aynı zamanda yolcularımız
için koyduğumuz gizlilik yasaları ve yabancıları ülkemize çok
ender kabul edişimiz nedeniyle yerleşik dünyanın büyük bir
bölümünü iyi tanırız, fakat kendimiz bilinmez kalırız. Bu nedenle,
az bilenin sorular sorması daha uygun olur, zaman geçirmek için
ben size soru sormayayım, siz bana sorun."
Yanıt olarak ona bu izni verdiği için teşekkür ettik. "Şimdiye
kadar gördüklerimizden anladığımıza göre bizim için dünyada bu
mutlu ülkenin durumunu anlamak kadar değerli bir şey olamaz. Ama
her şeyden önce, dünyanın dört bucağından gelip burada
buluştuğumuza göre, -hepimizin Hıristiyan olması nedeniyle
kuşkusuz bir gün öbür dünyada da buluşmak yazgımızdır- ülkeniz bu
kadar uzak, peygamber olarak tanıdığınız İsa'nın dünyaya geldiği
yerden çok büyük ve bilinmez denizlerle bu kadar ayrılmış olmasına
karşın nasıl olup da bu dine girdiğinizi anlamak isteriz" dedik.
Bu sorumuzun pek hoşuna gittiği yüzünden belli oluyordu. "Siz ilk
kez bu soruyu sormakla gönlümü kendinize bağladınız. Çünkü bu
sizin önce öbür dünyayı düşündüğünüzü gösteriyor" dedi. "Sevinerek
ve kısaca isteğinizi yerine getireceğim."
"Kurtarıcımız İsa'nın gökyüzüne çıkışından yirmi yıl kadar sonra
adamızın doğu kıyısındaki Renfusa kentinin halkı geceleyin (gece
bulutlu ve sakindi) denizde bir mil kadar uzakta büyük bir ışık
sütunu gördüler. Sivri değil, denizden göklere doğru yükselen bir
direk ya da silindir biçimindeydi. Üzerinde nurdan bir haç
görülüyordu ki, direğin kendisinden daha parlak ve gösterişliydi.
Bu garip görünüm karşısında kent halkı şaşkınlık içinde kumsalda
toplandı. Sonra da bu harikanın yanına gitmek için birkaç küçük
kayığa bindiler. Fakat kayıklar sütuna altmış yarda kadar
yaklaşmışlardı ki, kendilerini oldukları yerde bağlanmış buldular.
Daha fazla ilerleyemiyorlardı. Çevresinde dolaşabiliyor ancak ona
daha fazla yaklaşamıyorlardı. Böylece kayıklar yarım daire
biçiminde toplanarak bu göksel belirtiyi seyre daldılar. Bir
rastlantı olarak kayıklardan birinde Süleyman Evi Derneği'nden (bu
ev veya kolej, kardeşlerim, bu ülkenin gözbebeğidir) bir bilgin
vardı. Bu kişi bir süre dikkat ve saygıyla bu sütun ve haça bakıp
kaldı. Birdenbire yere kapandı. Sonra dizleri üzerinde doğrularak
ellerini göğe kaldırıp şu biçimde duaya başladı:
"Ey yerin ve göklerin ulu Tanrısı! Sen bizim uğraşımızdan olanlara
lütfederek yarattığın yapıtları, onların gerçek gizlerini bilmek;
tanrısal olaylar, doğa yapıtları, sanat yapıtlarıyla her tür
düzmece, aldatmaca arasındaki farkı sezme yeteneğini
(insanoğullarına verilebildiği kadar) bizlere bağışladın! Şu
insanlar önünde doğruluğunu kabul ederim ki şimdi gözlerimizin
önünde gördüğümüz bu şeyde senin parmağın vardır ve bu gerçek bir
tansıktır. Kitaplarımızdan senin yalnız ve yalnız tanrısal ve
yüksek amaçlarla olağanüstü şeyler yarattığını öğreniyoruz. Çünkü
doğa yasaları senin yasalarındır ve sen onları iyi bir neden
olmadıkça asla değiştirmezsin, senden bu olayı bize kutlu kılmanı,
bize iyilik ederek bunu açıklamanı ve yararını göstermeni rica
ediyoruz. Zaten bunu bize göndermekle biraz olsun bunun sözünü
veriyorsun.
"Yakarmasını bitirince içinde bulunduğu kayığın çözülmüş ve
ilerlemeye hazır olduğunu gördü. Oysa ötekiler hâlâ bağlıydılar;
bunu yaklaşmasına izin olarak kabul edip kayığın yavaşça ve
sessizce sütuna doğru ilerletilmesi için buyruk verdi; fakat
yanına varmadan önce sütun ve kutsal ışıktan haç dağıldı, sanki
yıldızlı bir gökyüzünün içine atıldı. Bu da hemen biraz sonra
gözden yitti. Sedir ağacından küçük bir kutu ya da sandıktan başka
bir şey görünmez oldu. O da kuruydu, sudan hiç ıslanmamıştı ama
yüzüyordu. Kendisine doğru olan ucunda küçük yeşil bir hurma dalı
büyümüştü. Bilgin sandığı büyük bir saygıyla kayığa alınca
kendiliğinden açıldı. İçinden bir kitapla bir mektup çıktı. İkisi
de ince parşömen üzerine yazılmış, Hint kumaşlarına sarılmışlardı.
Kitap sizin elinizde bulunan biçimde (çünkü biz sizin
kiliselerinizin neyi kabul ettiğini çok iyi biliyoruz) Ahdi Atik
ile Ahdi Cedid'in bütün kitaplarını, aynı zamanda Apocalypse'i
(yani Ahdi Cedid'in son kitabını); aynı zamanda Ahdi Cedid'in o
zaman yazılmamış fakat yine kitapta olan diğer bölümlerini
içeriyordu. Mektuba gelince, içinde şu sözler yazılıydı:
"Ulu Tanrı'nın hizmetçisi ve İsa'nın havarisi olan ben
Bartholomew'ya, gözümün önünde beliren bir melek bu sandığı
denizin dalgaları arasına atmamı salık verdi. Bu nedenle bu
sandığın karaya vuracağı yerin halkına onlara aynı gün Tanrı'dan
ve İsa'dan kurtuluş, barış ve iyilik geleceğini bildiririm.
"Aynı zamanda bu yazıların ikisinde yani hem kitap, hem mektupta
büyük bir tansık gösterilmişti. Bu tansık havarilere verilen her
dilde anlaşılmak yetisine benziyordu. Çünkü o çağlarda bu
ülkelerde yerlilerden başka İbraniler, İranlılar ve Hintliler
vardı. Bunların her biri kitabı ve mektubu sanki kendi dilinde
yazılmış gibi okuyordu. Böylece, nasıl eski dünyanın kalan kısmı
Nuh'un gemisi aracılığıyla kurtarılmışsa, Aziz Bartholomew'nun
havarilik ve olağanüstü din çalışmalarıyla bu ülke dinsizlikten
kurtuldu." Biraz durdu. Bu sırada bir haberci geldi, onu çağırdı.
Bu nedenle bu toplantıda bütün konuştuklarımız bu kadarla kaldı.
Ertesi gün vali yemekten hemen sonra yine geldi ve şu biçimde özür
diledi. "Dün ansızın sizleri bırakıp gitmek zorunda kaldım. Fakat
arkadaşlığımdan ve söyleşimden hoşlandıysanız bugün bu açığımızı
kapatır, sizinle bir süre konuşuruz" dedi. Yanıt vererek, "O kadar
hoşlandık ki, siz konuşurken geçirdiğimiz tehlikeleri ve
geçireceğimiz korkuları unutuyoruz. Sizinle geçirdiğimiz bir saat,
daha önce yaşadığımız yılların tümünden değerlidir" dedik.
Bizleri hafifçe eğilerek selamladı. Hepimiz yeniden oturduktan
sonra "soruları sormak size düşer" dedi. İçimizden biri biraz
durduktan sonra: "Bir konuyu bilmek istiyoruz, fakat sınırımızı
aşarız diye sormaktan korkuyoruz. Sizin bize karşı gösterdiğiniz
örneği olmayan bu iyilikle yüreklenerek kendimizi yabancı
sayamıyoruz. Sizin sadık hizmetçiniz olmaya söz verdiğimiz için de
bunu sormak cesaretini kendimizde buluyoruz. Yanıtlamayı uygun
bulmazsanız yanıt vermeyin ve kendini bilmezliğimizi bağışlayın.
"Bugün üzerinde bulunduğumuz şu mutlu adanın pek az kimse
tarafından bilindiği, buna karşın onun, dünya uluslarının çoğunu
bildiğiyle ilgili anlattıklarınızı dikkatle dinledik. Bu sözleri
doğru bulduk. Çünkü siz Avrupa dillerini konuşuyorsunuz,
durumumuzu ve işlerimizin çoğunu biliyorsunuz. Fakat biz Avrupa'da
bu son dönemin bütün uzak deniz seferlerine ve buluşlarına karşın,
bu adayla ilgili hemen hemen hiçbir şey duymadık. Bunu son derece
garip buluyoruz. Çünkü bütün uluslar birbirleriyle ilgili ya
yabancı ülkelere giderek ya da gelen ziyaretçiler aracılığıyla
bilgi sahibi oluyorlar. Her ne kadar yabancı ülkelere giden bir
gezgin çok kez gözüyle görerek, yurdunda kalarak gezginlerin
anlattıklarıyla elde edebildiğinden daha çok bilgi elde ederse de,
her iki biçim de iki ülkeyle ilgili bir dereceye kadar karşılıklı
bilgi edinmeye yeter. Fakat biz bu adadan herhangi bir geminin
Avrupa limanlarından birine geldiğini hiç kimseden duymadık.
Hayır, ne Doğu, ne Batı Hindistan'dan ya da dünyanın herhangi bir
yerinden bir gemi oraya gitmemiştir. Fakat şaşılacak şey bu
değildir. Çünkü, siz yüce kişinin söylediği gibi, burası, böyle
geniş bir denizin en gizli bir yerinde bulunması nedeniyle
bilinmeyebilirdi. Fakat kendilerinden bu kadar uzakta olanların
dilleri, kitapları ve işleriyle ilgili bilgi sahibi olmalarını bir
türlü anlayamadık. Başkalarına gizli ve görünmez olmak, sonra da
başkalarını bir ışık altındaymış gibi apaçık görmek bize tanrısal
güçlerin ve varlıkların bir durumu ve özelliği gibi göründü."
Vali bu söylevi sevimli bir biçimde gülümseyerek yanıtladı: "Şimdi
sorduğunuz bu soru nedeniyle bağışlama dilediğiniz için iyi
ettiniz; çünkü anlaşılıyor ki, siz bu ülkeyi bir sihirbazlar
ülkesi sanıyorsunuz, sanki bizler dünyanın her yanına diğer
ülkelerden haber ve bilgiler getirmek için cinler ve periler
gönderiyoruz" dedi.
Çok büyük bir alçakgönüllülükle yanıt verdik. Fakat yüzünde onun
bunu yalnızca bir şaka olsun diye söylediğini gösteren bir anlam
vardı. "Bu adada doğanın üstünde bir şey olduğuna inanacaktık
ama
bunun sihirle değil, daha çok meleklerle ilgili olduğunu
sanıyoruz. Fakat bizi bu soruyu sorma konusunda dikkatli ve
kuşkulu olmaya sürükleyen neden, efendimizin gerçekten bilmesini
isteriz ki, böyle bir düşünce değildi. Daha çok bu ülkede
yabancılarla ilgili gizli yasalar bulunduğuna ilişkin bir önceki
konuşmanızda üstü kapalı olarak söylediğiniz bir şeyi
anımsamamızdı." Buna yanıt vererek "Doğru" dedi. "Bu nedenle size
söyleyeceğim şeylerde benim için açıklanması yasak olan bazı
noktaları izninizle gizli bırakacağım; fakat söyleyeceklerim sizi
tatmin etmeye yeterli olacaktır.
"Şunu bilmelisiniz ki, -belki de buna inanmayacaksınız- aşağı
yukarı üç bin yıl hatta biraz daha önce, dünya denizcilik, hele
uzak yolculuklar bakımından, bugün olduğundan daha ileriydi.
Sanmayın ki, şu son yüz yirmi yıl içinde ülkenizde yolculukların
ne kadar çok arttığını bilmiyorum. İyi biliyorum ama yine
söylüyorum ki, geçmişte denizcilik şimdikinden daha ileriydi.
Büyük tufandan sonra insanların bir bölümünü kurtaran Nuh'un
gemisi bir örnek oluşturarak insanlara denize çıkmaya cesaret ve
güven mi verdi, nedir bilmiyorum ama gerçek böyledir. Finikeliler,
hele Suriyelilerin büyük donanmaları vardı. Daha batıda
sömürgeleri olan Kartacalıların da doğuya doğru Mısır ve
Filistin'in de gemicilikleri aynı biçimde çok gelişmişti. Şimdi
ancak kayık ve kanoları olan Çin'in ve Amerika dediğimiz Büyük
Atlantis'in o zaman pek çok savaş gemisi vardı. O çağlardan kalmış
doğru kayıtlarda gördüğümüze göre bu ada iyi donatılmış bin beş
yüz sağlam gemiye sahipti. Bütün bunlar hakkında sizler pek az şey
biliyorsunuz veya hiç bilmiyorsunuz, fakat bizim geniş bilgimiz
var.
"O dönemde bu ülke daha önce adlarını saydığımız bütün ülkelerin
gemileri tarafından bilinir ve ziyaret edilirdi. Çok kez bunların
içinde gemici olmayan başka ülkelerin insanları da geliyordu:
İranlılar, Keldaniler, Araplar gibi. Bu nedenle, bugün ülkemizde
hemen hemen bütün güçlü ve ünlü ülkelerden aileler ve küçük boylar
var. Kendi gemilerimizle birçok yolculuk yaptılar. Bu arada Herkül
Sütunları dediğiniz boğazlara (Cebelitarık), aynı zamanda Atlas
Okyanusu'na, Akdeniz'e, Hanbalık Dağı denen Pekin'e, Doğu
denizlerindeki Hongchow'a ve Doğu Tataristan sınırlarına kadar
gittiler.
"Bu dönemde ve daha sonra, Büyük Atlantis halkı gelişip ilerlemeye
başladı. Gerçi sizin büyük adamlarınızdan birinin (Platon)
Neptün'ün çocuklarının orada yerleşmesini, görkemli tapınak,
saray, kent ve tepeyi, bu alanı ve tapınağı zincirler gibi
çevreleyen ve üzerinde gemiler dolaşan ırmakları, insanların aynı
yere çıkmak için kullandıkları ve sanki gökyüzü merdivenleriymiş
gibi övdüğü türlü yükseklikteki merdivenlerin öyküsü ve
betimlemesi çok şiirsel bir söylenceyi dile getirir. Ama şu kadarı
doğrudur ki, adı geçen Atlantis ülkesi o zaman Coya diye tanınan
Peru, yine o zaman Tyrambel diye anılan Meksika, askerlik, donanma
ve zenginlik bakımından güçlü ve çok büyük ülkelerdi; o kadar
güçlüydüler ki, bir dönem, hatta on yıl içinde, Tyrambel halkı
Atlantik'ten Akdeniz'e, Coyalılar ise Güney Denizi'nden adamıza
iki büyük sefer yaptılar.
"Bu seferlerden Avrupa'ya yapılan ilkiyle ilgili, anlaşılıyor ki,
sizin aynı yazarınız, adını söylediğim bir Mısırlı rahibin
anlatısından yararlanmıştır. Gerçekten de böyle olmuştur. Fakat bu
güçlere karşı koymak ve onları kovmak onuru eski Atinalıların
mıdır, bunu bilmiyorum; fakat şu kesindir ki, bu yolculuktan ne
bir gemi, ne de bir insan geri dönmüştür. Daha merhametli
düşmanlarla karşılaşmamış olsalardı, Coyalıların ülkemize
yaptıkları ikinci seferin sonucu da daha iyi olmazdı. Çünkü bu
adanın Altabin adındaki akıllı ve iyi savaşçı olan kralı,
kendisinin ve düşmanlarının gücünü çok iyi bildiği için onların
kara güçlerini gemilerinden ayırmayı becerdi, donanmalarını ve
ordugâhlarını onlarınkinden daha büyük bir güçle hem karadan, hem
denizden sardı. Onları bir çarpışma bile olmadan teslim olmak
zorunda bıraktı. Aman diledikleri zaman bir daha kendisine karşı
silah kullanmayacaklarına ant içirmekle yetinerek hepsini özgür
bıraktı.
"Fakat Tanrı'nın öcü bu kurumlu girişimi yok etmekte gecikmedi.
Çünkü, yüz yıldan daha kısa bir süre içinde Büyük Atlantis tümüyle
yok oldu. Yazarınızın dediği gibi büyük bir depremle değil, (çünkü
bütün o bölgede deprem çok görülmez) tufan ve sellerle yıkıldı. O
ülkelerde bugün de eski dünyada olduğundan çok daha büyük ırmaklar
ve onları besleyen çok daha yüksek dağlar vardır.
"Fakat bu sel suyunun çok derin olmadığı, çok yerlerde yerden kırk
ayağı geçmediği doğrudur. Bu nedenle genel olarak insan ve
hayvanları öldürmekle birlikte ormanlarda yaşayan hayvanlardan bir
bölüğü kaçabildi. Kuşlar da yüksek ağaçlara ve ormanlara sığınarak
kurtuldular. İnsanlara gelince, birçok yerde yapıları suyun
derinliğinden daha yüksek olsa bile, sular sığ olsa da uzun süre
yeryüzünü kapladığı için vadide boğulmayan insanlar yiyecek ve
diğer gerekli şeylerin yokluğundan öldüler.
"Bu nedenle Amerika'nın nüfusunun çok az oluşuna, halkın gerilik
ve bilgisizliğine şaşmayın. Amerika halkını genç, hem de dünyanın
diğer insanlarından en aşağı bin yıl daha genç saymalıyız. Çünkü,
genel tufanla onların uğradığı sel yıkımı arasında bu kadar zaman
vardı. Dağlarda kalan zavallı insanlar çoğalarak yavaş yavaş
ülkelerini yeniden doldurdu. Basit ve yabanıl insanlar oldukları,
dünyanın başlıca ailesi olan Nuh ve oğulları gibi olmadıkları için
sonraki kuşaklara yazın, sanat ve uygarlık bırakmadılar. Dağlık
ülkelerinde, o bölgelerin son derece soğuk olması yüzünden
kaplanlar, ayılar ve o yerlerde görülen uzun kıllı büyük keçilerin
postlarını giyerlerdi; vadiye indikten sonra oradaki sıcaklığı
dayanılmaz buldular. Daha hafif giysiler yapmasını bilmedikleri
için de çıplak gezmek zorunda kaldılar. Bu alışkanlık bugüne kadar
sürmüştür yalnızca başlarına kuş tüyleri takmaktan büyük onur ve
zevk duyarlar. Bunu da sular basıp alçakları doldurduğu
zaman yüksek yerlere sürüler halinde konan kuşlar aracılığıyla
dağlara yol bulabilen atalarından almışlardır.
"Görüyorsunuz ki, tarihin bu olağan yıkımı yüzünden bize en yakın
olmaları nedeniyle her zaman alışveriş ettiğimiz Amerikalılarla
ilişkilerimizi yitirdik. Dünyanın başka bölümlerine gelince,
açıktır ki, bunu izleyen dönemlerde savaşlar yüzünden mi, yoksa
zamanın doğal olarak değişmesiyle mi, her neyse, denizcilik her
yerde çok geriledi. Özellikle uzak yolculuklar, kalyon ve denize
dayanamayacak gemilerin kullanılması nedeniyle, hiç yapılmaz oldu.
"Bu nedenle ilişkilerimizin, başka ülkelerden bize gemiler gelmesi
bölümü uzun zamandan beri sürüyor. Fakat ilişkilerimizin ikinci
bölümünün yani bizim gemicilerimizin başka ülkelere gitmesi işinin
sürmemesi için size başka bir neden göstermeliyim. Çünkü, doğru
söylemek gerekirse, gemilerimiz sayı, sağlamlık, denizciler,
kaptanlar ve gemicilikle ilgili her konuda her zaman olduğundan
daha iyidir; öyleyse niçin yurdumuzda kaldığımızı şimdi size
ayrıca açıklayacağım. Böylece sizin de ana sorunuza biraz olsun
yanıt vermiş olacağım.
"Bu adada bin dokuz yüz yıl önce bir hükümdar yaşamıştı. Biz onun
anısına bütün diğer hükümdarların anısından daha fazla saygı
gösteririz. Biz ona herhangi bir kör inanç yüzünden değil, fakat
ölümlü olmakla birlikte, Tanrı'nın bir aracısı olduğu için bu
saygıyı gösteriyoruz: Adı Süleyman olan bu hükümdarı milletimize
yasalar verdiği için önemsiyoruz. Yüreğinin iyiliğiyse sonsuzdu,
ülkesini ve ulusunu mutlu etmek, birinci amacıydı. Bu nedenle
çevresi beş bin altı yüz mil olan ve büyük bir bölümü son derece
verimli olan bu ülkenin dışarıdan hiçbir yardım görmeden kendisini
yaşatacak kadar zengin ve kendine yeter olduğunu düşündü. Gemiler
balıkçılık ve taşımacılık yaparak aynı zamanda bizden pek uzak
olmayan ve bu devletin yönetimi ve yasaları altında bulunan bazı
küçük adalar arasında gidip gelerek bol bol iş bulabilirlerdi.
"Memleketin o zaman içinde bulunduğu mutlu ve zengin durumunu,
bunun daha fazla iyileşemeyeceğini, oysa bin kez daha
kötüleşebileceğini göz önünde tutarak kendi döneminde oluşan bu
mutluluğu sonsuzlaştırmak amacıyla (onun amacı soylu ve kahramanca
olmakla birlikte sonuçta bir insan kadar ileriyi görebiliyordu)
ülkemizin temel yasalarına yabancıların ülkeye girmesine yasaklar
ve engeller koydu. O sıralarda Amerika'nın yıkımından sonra
olmakla birlikte yabancılar buraya pek sık gelip giderlerdi.
Hükümdarımız yenilikten ve (yabancı) göreneklerin birbirine
karışmasından hoşlanıyordu.
"Yabancıların özel izin almadan ülkeye girmesini yasaklayan buna
benzer bir yasa, Çin'de de vardır ve hâlâ da yürürlüktedir. Fakat
orada bu yasa çok kötü sonuçlar vermiş, onları acayip, bilgisiz,
korkak ve budala bir ulus yapmıştır. Fakat bizim yasa koyucumuz
yasayı bambaşka bir ruhla oluşturmuştur. Çünkü, her şeyden önce,
gemileri kazaya uğramış yabancıların kurtarılması için önlem
alarak bir farklılık getirmiş, insanlık ülküsünden ayrılmamıştır.
Bunu siz kendiniz de yaşadınız."
Bu sözler üzerine, hepimiz ayağa kalktık. Önünde saygı ile
eğildik.
O sözlerini sürdürerek: "Yine aynı kral insanlık duygusunu ve
siyaseti birleştirmek isteyerek ve yabancıları istemedikleri halde
burada alıkoymayı insanlık duygusuna, onların geri dönerek bu
devlete ilişkin bilgilerini açıklamalarını siyasete aykırı bulduğu
için, bu önlemleri aldı. Ülkeye çıkmalarına izin verilen
yabancılar ne kadar çok olurlarsa olsunlar, istedikleri zaman
gidebilecekler, kalmak isteyenlerse, devletin sağlayacağı çok iyi
yaşama koşulları bulacaklardı. Bunda o kadar büyük bir uzak
görüşlülük göstermişti ki yasağın konduğu dönemden bu yana bir
tek geminin geri geldiğini görmedik. Yalnızca on üç kişi ayrı ayrı
zamanlarda bizim gemilerimizle bize döndüler. Bu birkaç kişinin
dışarıdayken bizim için neler söylediklerini bilmiyorum. Fakat ne
söylerlerse söylesinler geldikleri yer onlara ancak bir düş ülkesi
olmuştur.
"Şimdi, bizim buradan yabancı ülkelere yolculuklarımıza gelince
yasa koyucumuz, bunu tümüyle yasaklamayı uygun buldu. Çin'de böyle
değildir, çünkü, Çinliler istedikleri ve gidebildikleri yere
giderler; bu onların yabancıları ülkelerine sokmamak için
çıkardıkları yasanın bir korkaklık ve alçaklık yasası olduğunu
gösterir. Fakat bizim bu yasağımızın tek bir özel durumu vardır
ki; hayran olmaya değer ve yabancılarla ilişkiden doğan yararı
koruyarak zararı önler. Şimdi bunu size açıklayacağım. Burada
konudan biraz ayrılıyor gibi görüneceğim ama sonuçta ilişkiyi
göreceksiniz."
"Şunu anlamalısınız ki sevgili dostlarım, o hükümdarın başardığı
büyük işlerden biri diğerlerinden üstündür. Bu da 'Süleyman Evi'
dediğimiz bir topluluğu ya da derneği oluşturması ve kurmasıdır.
Düşüncemize göre bu şimdiye kadar dünya üzerinde görülmemiş en
soylu kuruldur ve ülkemizi aydınlatan bir fenerdir. Görevi
Tanrı'nın yapıtlarını ve yaratıklarını incelemektir. Bazı kişiler
kurucusunun adını biraz bozmuş olarak taşıdığını, Solomona Evi
olması gerektiğini söylüyorlarsa da kayıtlarda
konuşulduğu gibi yazılmıştır. Bunun sizce de bilinen ve bize de
yabancı olmayan İbranilerin kralı Süleyman'ın adı olduğunu kabul
ediyorum. Çünkü bizde onun yapıtlarında sizin yitirdiğiniz bazı
bölümler vardır: Örneğin, 'Lübnan sedirinden duvarda büyüyen
yosuna kadar' bütün bitkiler, canlılar ve devinen bütün şeylerle
ilgili yazdığı doğa tarihi.
"Bu beni şu inanca ulaştırıyor ki, kralımız kendisinden yıllarca
önce yaşamış olan İbranilerin kralıyla birçok şeyde aynı düşüncede
olduğu için onu bu kurulun adıyla onurlandırmıştır. Bu topluluğa
ya da derneğe bazen 'Süleyman Evi', bazen de 'Altı Günlük Yapıtlar
Koleji' denmesi beni bu düşünceye daha çok yöneltiyor. Büyük
hükümdarımız, Tanrı'nın dünyayı ve içindeki bütün varlıkları altı
gün içinde yarattığını İbranilerden öğrenmiş ve bu kurulu bütün
varlıkların gerçeğini bulup çıkartmak için kurmuştur. Böylece
Tanrı'nın sanatçılığını daha yüceleştirmek, insanlara bunlardan
yararlanma konusunda daha büyük olanaklar sağlamak için ona bu
ikinci adı vermiştir.
"Fakat şimdi konuya dönelim. Hükümdarımız bütün halkımıza kendi
egemenliği altında olmayan yerlere gitmeyi yasakladığı zaman şu
kuralı da koymuştur: Her on iki yılda bir bu ülkeden ayrı
yolculuklar yapmak üzere iki gemi yola çıkacak, bu iki geminin
içinde 'Süleyman Evi'nin' öğretim üyelerinden ya da diğer
ilgililerinden oluşan üç kişilik bir kurul bulunacak, bunların
görevi de, bize gittikleri ülkelerin işleri ve durumu, özellikle
bütün dünyadaki bilim ve sanatla, buluşlarla, yeni ürünlerle
ilgili bilgilerin ve bunlarla birlikte her tür kitap ve örneklerin
getirilmesiydi. Gemiler öğretim üyelerini karaya çıkardıktan sonra
geri gelecek ve öğretim üyeleri bu ülkelerde yeni bir kurul
gelinceye dek kalacaklardı. Gemilerde yiyecek ve oldukça çok para
ve değerli eşyadan başka bir şey bulunmayacaktı. Bu para ve
değerli eşya öğretim üyelerinin yanında bulunacak ve onlar
tarafından böyle şeyler almak ve uygun gördükleri kişileri
ödüllendirmek için kullanılacaktı.
"Şimdi sıradan gemicilerimizin karaya çıktıkları zaman nasıl olup
da tanınmadıklarını, gittikleri ülkeye göre adlarını ve
giysilerini değiştirerek nasıl karaya çıkarıldıklarını, bu
yolculukların hangi ülkelere yapıldığını, yeni kurullarla
buluşacakları yerlerin nasıl saptandığını ve şimdiye kadar ne
yapıldığını size anlatmak durumunda değilim ve siz de herhalde
istemezsiniz. Fakat görüyorsunuz ki, biz altın, gümüş veya elmas
yahut ipek, baharat ya da mal ticareti yapmıyoruz... Biz yalnızca
Tanrı'nın ilk yarattığı şey olan ışığı istiyoruz. Dünyanın her
yerini aydınlatacak olan ışığı!"
Bunu söyledikten sonra sustu. Biz de bir şey söylemedik; gerçekten
hepimiz bu kadar inandırıcı bir biçimde söylenen böyle garip
şeyleri duyduktan sonra şaşırmıştık. Bizim bir şeyler söylemek
istediğimizi, fakat hemen hazır olmadığımızı anlayarak büyük bir
nezaketle yardımımıza yetişti ve söze başladı. Bize yolculuğumuzu
nasıl geçirdiğimizi sormak alçakgönüllülüğünü gösterdi. Sonunda
devletten ne kadar süre kalma izni isteyeceğimizi düşünürsek iyi
olacağını, bu süreyi kısa kesmeye gerek olmadığını, istediğimiz
kadar kalabileceğimizi söyledi. Bunun üzerine hepimiz ayağa
kalktık. Boyun atkısının ucunu öpmeye hazırlandık, fakat izin
vermeyerek yanımızdan ayrıldı.
Devletin kalmak isteyen yabancılara bazı koşullarla izin vereceği
haberi duyulur duyulmaz gemiye bakacak birkaç kişi bulmak, onları
hemen valiye gidip koşulları öğrenmekten alıkoymak çok güç oldu;
fakat birçok gürültüden sonra, ne yapacağımızı kararlaştırıncaya
kadar onları alıkoyduk.
Yok olmak tehlikesinin ortadan kalktığını görerek şimdi kendimizi
özgür duyumsuyor, neşe içinde dışarı çıkıyor, izin verilen alan
içinde görülecek şeyleri görüyor, birçok insanla tanışıyorduk.
Bunlar pek aşağı tabakadan kimseler değildi. Bize o kadar iyi
davrandılar ve yabancı olduğumuz halde bağırlarına basmak için o
kadar büyük bir istek gösterdiler ki, neredeyse hepimiz yurdumuzda
bıraktığımız sevdiklerimizi unutacaktık. Sürekli olarak görmeye ve
anlatılmaya değer birçok şeyle karşılaşıyorduk. Dünyada bakılacak
bir ayna varsa, o da bu ülkedir.
Bir gün arkadaşlarımızdan ikisi bir aile düğününe çağrıldılar. Bu
onların en doğal, dinsel saygıya layık görenekleridir. Halkın hep
iyi insanlardan oluştuğunu gösterir. Yapılış biçimi şöyledir:
Kendi soyundan otuz kişinin yaşadığını görme mutluluğuna erişmiş
kişilere harcamaları devletçe ödenerek bu düğünü yapma hakkı
verilir. Tirsan dedikleri aile başkanı, düğünden iki gün önce
seçtiği üç arkadaşı yanına alır. Düğünün yapıldığı kentin ya da
yerin yöneticileri de kendisine yardım eder. Ailenin kadın, erkek
bütün üyeleri toplantıya çağrılır.
Bu iki gün süresince Tirsan, oturup ailenin durumunu onlarla
görüşür. Orada aile bireyleri arasında bir geçimsizlik veya dava
varsa çözümlenir, rahata ermeleri ve iyi yaşama koşulları elde
etmeleri için karar alınır, kötü alışkanlıklara ve yollara
kendilerini kaptırmış olanlar varsa azarlanır ve kınanır. Aynı
biçimde evlenmeler yaşam biçimlerini değiştirecek olanlar varsa
onlara kurallar ve buna benzer başka işlerde buyruklar verilir,
önerilerde bulunulur. Tirsan'ın karar ve buyruklarına uyulmazsa
yönetici resmi yetkisine dayanarak uygulamaların gerçekleşebilmesi
için yardım eder. Fakat buna çok az gerek olur. Çünkü doğanın
buyruğuna büyük saygı ve güven gösterirler. Tirsan da oğulları
arasından kendisiyle aynı evde yaşayacak birini seçer ki ona
bundan sonra, "asma filizi" derler. Bunun nedenini sonra
açıklayacağım.
Düğün gününde, baba yahut Tirsan, duadan sonra, düğünün yapıldığı
büyük salona gelir. Salonun üst yanında yüksekçe bir yer vardır.
Bu yerin ortasına, duvarın önüne, bir sandalye ve bir masa konmuş,
bir halı serilmiştir. Sandalyenin üzerinde bir yuvarlak ya da oval
sayvan vardır. Sayvan bizim sarmaşıklarımızdan biraz daha beyaz,
gümüş kavak yaprağını andıran fakat daha parlak olan bir
sarmaşıktandır. Çünkü bütün kış yeşil kalır. Sayvan gümüş ve türlü
renklerde ipekle çok güzel işlenmiş, sarmaşık bir şerit gibi
örülmüştür. Bunu hep ailenin kızları işlerler. Yukarısı ipekten ve
gümüş sırmadan ince bir duvakla örtülür; fakat onun altı gerçek
sarmaşıktır. Bunlar indirilince ailenin dostları birkaç yaprak
veya dal koparıp saklarlar. Tirsan bütün ailesi veya soyuyla,
erkekler önde, kadınlar arkada olduğu halde gelir. Bütün aileyi
doğurmuş olan bir anne varsa sandalyenin sağında özel bir kapısı
yaldızlı ve mavi kurşun çerçeveli bir cam penceresi olan yüksekçe
bir oda içerisinde bir kafes arkasında oturur, fakat kendisi
görülmez.
Tirsan geldiği zaman tahta oturur, bütün soyu arkasında ve
yüksekçe yerin yanı boyunca duvarın önünde yaş sırasına göre
kadın, erkek farkı gözetmeksizin ayakta dururlar. Oturduğu zaman
oda daima kalabalık fakat düzenlidir, biraz bekledikten
sonra odanın aşağı ucundan duyurucu gelir. Yanında iki delikanlı
vardır. Biri parlak, sarı parşömen kâğıdından bir tomar, öteki
uzun saplı veya dallı bir üzüm salkımı taşır. Haberciyle çocuklar
deniz yeşili atlastan birer kaftan giymişlerdir, fakat duyurucunun
kaftanı sırmalıdır ve yerde sürünür.
Sonra duyurucu üç kez yerlere kadar eğilerek hazır olanları
selamlar, yüksekçe bir yere kadar gelir. Orada ilkin eline tomarı
alır. Bu tomar kralın, aile başkanına bağışladığı gelir, ayrıcalık
ve verilen görevleri içeren bir ferman ve beratıdır. Hep "Bizim
sevgili arkadaşımız ve alacaklımız" diye başlar. Bu niteleme
yalnızca bu durumlarda kullanılır. Çünkü söylediklerine göre, kral
halkının çoğalıp üremesinden başka herhangi bir şey için bir
kişiye borçlu olamazmış. Kralın fermana bastığı mühürde kralın
altından kabartma bir resmi vardır. Bu gibi beratlar sorulmadan ve
bir hak olarak çıkarılmakla birlikte ailenin büyüklük ve onuruna
göre değişirler.
Duyurucu bu beratı yüksek sesle okur. Okunurken baba yani Tirsan
seçtiği iki oğlunun kolunda ayağa kalkar. Bundan sonra duyurucu
yüksekçe yere yani kürsüye çıkar, beratı ona verir. Bunu yaparken
orada bulunanların hepsi kendi dillerinde "Ben Salem halkına ne
mutlu!" diye bağırırlar. Bundan sonra duyurucu öteki çocuktan
eline altından üzüm salkımını, dalı ve üzümleriyle birlikte alır,
fakat üzümler boyalıdır. Ailede erkeklerin sayısı çoksa üzümler
mor renge boyanmış, üzerlerine küçük bir güneş oturtulmuştur.
Kadınlar çoksa yeşile çalan sarı bir renge boyanmış, üzerine bir
yeni ay konmuştur. Üzümlerin sayısı ailede bulunan birey sayısı
kadardır. Bu altın salkımı da duyurucu Tirsan'a verir. O da hemen,
birlikte oturacağı ve bu amaçla önceden seçtiği oğluna verir. Oğlu
bundan sonra onu babası ne zaman dışarı çıkarsa önünde bir onur
işareti olarak taşır ve "asmanın filizi" diye anılır.
Bu tören bittikten sonra, baba yani Tirsan çekilir, bir süre sonra
yine yemeğe gelir. Orada daha önce olduğu gibi tek başına sayvanın
altında oturur; Süleyman Evi'nden olanların dışında soyundan
gelenlerin hiçbiri, ne derecede ve rütbede olursa olsun, onunla
oturmaz. Yalnızca kendi çocukları ona hizmet ederler. Erkekler diz
çökerek her türlü sofra hizmetini görürler, kadınlarsa yalnızca
çevresinde duvara dayanarak ayakta dururlar. Yüksekçe yerin
aşağısındaki odanın yanlarında çağrılılar için masalar vardır.
Bunlara büyük ve güzel bir törenle yemek verilir, yemeğin sonuna
doğru ki en büyük şölenler bile bir buçuk saatten fazla sürmez,
bir ilahi okunur. Bu ilahi, bestecinin düş gücüne göre değişir,
çünkü çok güzel şiirleri vardır, fakat bunlar her zaman Adem, Nuh
ve İbrahim'in övgüleridir. İlk ikisi dünyayı insanlarla doldurmuş,
sonuncusuysa inançlıların babası olmuştur. Sonuçta her zaman
doğumuyla hepsinin doğumunu kutsamış olan kurtarıcımız İsa'nın
dünyaya gelişi için şükranlarını sunarlar.
Yemek bitince Tirsan yine gider, tek başına bir yere çekilerek dua
eder, üçüncü kez geldiğinde, önce yaptığı gibi çevresine toplanan
akrabalarını kutsar. Sonra birer birer onları adlarıyla çağırır,
fakat yaş sırasını çok az bozar. Çağrılan kişi, masa önceden
kaldırılmış olduğundan, sandalyenin önünde diz çöker, baba elini
onun başının üstüne koyar. Şu sözlerle onu kutsar:
"Ben Salem'in oğlu veya Ben Salem'in kızı, bunu sana atan
söylüyor. Sayesinde soluk aldığın ve yaşama kavuştuğun adam
söylüyor. Sonsuz geçmişten sonsuz geleceğe kadar atamız olan barış
ve iyilik hükümdarının ve kutsal kumrunun iyilikleri, güzellikleri
senin olsun ve ziyaret günlerini çok ve uğurlu etsin"; onların her
birine bunu söyler; bu iş bitince oğullarından erdem ve artamları
çok yüksek olanlar varsa (bunların ikiden fazla olmaması gerekir)
yine çağırır, onlar ayakta dururken kollarını omuzlarının üzerine
koyarak şöyle der: "Çocuklarım, doğmanız iyilik getirmiş, Tanrı'ya
şükredin ve sonuna kadar böyle sürdürün." Aynı zamanda her birine
buğday başağı biçiminde birer elmas verir. Onlar bundan sonra
onları hep kavuklarının ya da şapkalarının önüne takarlar.
Tören bitince, günün kalan bölümünü çalgılarla, danslarla ve
kendilerine özgü başka eğlencelerle geçirirler. Düğünün tam
izlencesi budur.
Altı yedi gün geçtikten sonra, o kentte Joabin adında bir tüccarla
arkadaş oldum; kendisi Yahudi idi ve sünnet olmuştu. Çünkü
aralarında birkaç Yahudi ailesi hâlâ yaşamaktadır. Bunların kendi
dinlerini korumalarına izin verilmiştir. Bu da iyi olmuştur, çünkü
diğer ülkelerdeki Yahudilerden çok daha farklı kişiliktedirler.
Diğerleri İsa'nın adından nefret eder ve aralarında yaşadıkları
insanlara karşı içten içe gizli bir kin beslerlerken bunlar
tersine kurtarıcımıza birçok yüksek nitelik yüklemekte ve Ben
Salem halkını son derece sevmektedirler.
Gerçekten bu söylediğim adam İsa'nın bir erdenden doğduğunu ve
insandan üstün bir varlık olduğunu her zaman kabul eder, aynı
zamanda Tanrı'nın onu kendi tahtını koruyan meleklere nasıl
hükümdar yaptığını anlatır. Ona Kehkeşan ve Mesih'in Eliası ve
başka birçok yüksek ad verirler. Bunlar ulu Tanrı'ya verilen
özelliklerden aşağı olmakla birlikte diğer Yahudilerin dilinden
çok farklıdır. Bu adam Ben Salem ülkesini öve öve bitiremedi;
oradaki Yahudiler arasında var olan bir geleneğe göre, bu ülke
halkının İbrahim'in Nachoran adındaki başka bir erkek çocuğunun
soyundan olduklarına ve Musa'nın gizli bir kabbala (hâdis) ile Ben
Salem'in şimdiki yasalarını çıkardığına, Mesih gelip de Kudüs'teki
tahtına oturduğu zaman Ben Salem Kralının onun ayağının dibine
oturacağına, oysa diğer kralların büyük bir uzaklıkta
duracaklarına inanılmasını istiyordu. Fakat, bu Yahudi
düşlemlerini bir yana bırakırsak, adamakıllı bilgili, aynı zamanda
dikkatliydi. O ulusun yasalarını ve geleneklerini biliyordu.
Diğer konuşmalarımız sırasında bir gün ona dedim ki:
"Arkadaşlarınızdan bazılarının anlattığı aile töreni yapma
göreneğiniz beni son derece duygulandırdı. Çünkü bana göre, doğaya
bu kadar uygun bir tören asla olamaz. Ailelerin çoğalması
çiftlerin evlenmeleriyle gerçekleştiği için nikâh yasa ve
göreneklerinizi bilmek, evlilik yaşamınız iyi mi, tek bir kadına
mı bağlanıyorsunuz, öğrenmek isterim. Nüfusa bu kadar önem
verirken sizin ülkeniz gibi bir yerde -bana öyle geldi- genel
olarak birden fazla kadın almaya izin var mıdır?"
Buna yanıt vererek, "bu eksiksiz aile töreni göreneğini övmekte
haklısınız" dedi, "deneyimlerle anlamışsınızdır ki, bu törene
katılan aileler o günden sonra çok güzel bir gelişmeye ve gönence
kavuşurlar. Fakat dinleyin beni şimdi, ben de size bildiklerimi
söyleyeceğim.
"Şunu bilmelisiniz ki, yeryüzünde bu Ben Salem ulusu kadar
namuslu, her türlü pislik ve kötülükten arınmış bir ulus olamaz.
Dünyanın erdeni bu ulustur. Avrupa'da yayınlanmış kitaplarınızdan
birinde okumuştum. Aranızdaki bir keşiş zina ruhunu cisim olarak
görmek istemiş, gözünün önüne ufacık, pis, çirkin bir yaratık
çıkmış. Eğer Ben Salem'in temiz ruhunu görmek isteseydi, önüne
güzel, hoş bir melek çıkardı; çünkü ölümlüler arasında bu halkın
temiz ruhundan daha güzel, daha hayran olunmaya değer bir şey
olamaz.
"Bilin ki, bunlar arasında ne genelevler, ne de bu tür şeyler
vardır. Avrupa'da böyle şeylere izin verdiğiniz için sizlere şaşar
ve kızarlar. Sizin evlenme kurumunu yok ettiğinizi söylerler.
Çünkü evlenme yasa tanımayan isteklerin bir çaresidir. Fakat
insanların elinde kendi kötü isteklerine daha uygun gelen bir ilaç
olursa evlenme hemen hemen ortadan kalkar. Bu nedenle sizin
ülkenizde bir sürü evlenmeyen erkek vardır. Evlenenlerin çoğu da
geç, gençlik çağının ilk ateşliliği ve gücü geçtikten sonra
evlenirler. Evlendikleri zaman onlar için evlenme nedir? Ancak bir
pazarlık ki, akrabalık ya da drahoma yahut ün için yapılır. Çocuk
sahibi olma isteği hemen hiç yoktur. Bu evlenme ilk çağlardan beri
görenek olan kadın ve erkeğin birbirine sevgi bağlarıyla ve yasal
olarak bağlanması değildir.
"Güçlerinin böyle büyük bir bölümünü boş yere harcayanların öteki
namuslu insanlar kadar çocukları sevmesi olanaksızdır. Böylece
evlilik içinde bile durum düzelmez, oysa yalnızca bu şeylere
zorunluluk durumları için hoşgörü gösterilseydi düzelmesi
gerekirdi. Hayır, bunlar yine evliliği hiçe sayar gibi
davranmaktadır. Bu gezi yerlerini ziyaret eden evliler de bekârlar
gibi hiçbir cezaya çarpılmazlar; çeşni değiştirmek gibi kötü
alışkanlık evliliği sıkıcı yapar ve bir tür yük ve vergi durumuna
getirir.
"Bu şeylerin daha büyük kötülükleri önlemek için yapıldığını
savunuyormuşsunuz, fakat hemen herkes bunun akıl ve mantığa aykırı
olduğunu söyleyebilir. Hatta daha da ileri giderek bundan büyük
bir şey kazanılmayacağını, çünkü aynı kötü huyların ve isteklerin
oldukları gibi kaldığını ve daha da arttığını söyleyenler var.
Çünkü onaylanmayan şehvet bir fırına benzer, alevlerini büsbütün
bastırırsanız söner. Fakat onu biraz havalandırırsanız kudurur...
Dünyanın hiçbir yerinde burada olduğu kadar, unutulmayan sevgiyle
bağlı dostluklar olamaz. Genel olarak, daha önce söylediğim gibi,
bu insanlar kadar ar ve namus sahibi insanlar olduğunu hiç bir
yerde okumadım. Her zaman yineledikleri bir söz vardır: Namuslu
olmayan kimsenin kendine saygısı olamaz. Onlara göre, bir insanın
kendine saygısı, dinden sonra, bütün kötü huylarının en başta
gelen dizginidir."
Bunu söyledikten sonra, iyi Yahudi biraz durdu. Ben kendim
konuşmaktansa onu konuşturmayı daha çok istemekle birlikte, bu
duraklaması sırasında büsbütün susmak da yakışık almayacağından
yalnızca şunları söyledim: "Size Sarepta'nın dul karısının Elias'a
söylediğini söyleyeceğim. Bize günahlarımızı anımsattınız; açık
yüreklilikle söyleyebilirim ki, ben Salem halkının doğruluğu
Avrupa'nın doğruluğundan üstündür."
Bu sözler üzerine başını eğdi. Sonra şöyle sürdürdü: "Evlenme
yasaları da pek akıllıca ve yanlışsızdır. Birden çok kadın almaya
izin vermezler... Erkekle kadının ilk görüşmelerinin üzerinden bir
ay geçmeden nişanlanmaları ve evlenmeleri yasaklanmıştır. Ana ve
babanın onayı alınmadan yapılan evlenmeyi geçersiz saymazlar,
fakat bunun cezasını mirasçılarından çıkarırlar. Çünkü, bu gibi
evlenmelerden doğan çocuklar ana ve babalarının mirasının ancak
üçte birini alabilirler. Sizden birinin düşsel bir devlet
konusunda yazdığı bir kitabı okudum. Orada evli çiftlerin,
nikâhlanmadan önce, birbirlerini çıplak olarak görmelerine izin
verilirmiş. Bunlar böyle şeyden hoşlanmazlar, çünkü, bunlara göre,
birbirini bu kadar yakından bildikten sonra geri çevirmek
aşağılamak olur. Fakat kadın ve erkeklerin gizli vücut kusurlarını
anlamak için daha uygar bir yol bulmuşlardır. Her kentin yakınında
Ademle Havva havuzları dedikleri bir çift havuz vardır. Orada
erkeğin arkadaşlarından biriyle kadının arkadaşlarından birinin
onları ayrı ayrı çıplak olarak yıkanırken görmelerine izin
verilir."
Biz böyle konuşurken üzerine başlıklı bir palto giymiş haberciye
benzer biri geldi. Yahudi ile bir şeyler konuştu. Bunun üzerine
Yahudi bana dönerek "Bağışlayın. Beni ivedi istiyorlar" dedi.
Ertesi sabah yine bana geldi, neşeli görünüyordu. "Kentin valisine
haber gelmiş" dedi. "Süleyman Evi'nin başkanlarından biri yedi gün
sonra burada olacakmış... On iki yıldan beri hiç buraya
uğramamıştı. Ziyaretinin nedeni bilinmiyor. Ben size ve
arkadaşlarınıza kente girişini görebileceğiniz bir yer bulacağım."
Kendisine teşekkür ettim ve verdiği haberden çok hoşnut olduğumu
söyledim.
Başkan söylendiği gün kente girdi. Orta boylu ve orta yaşta yakışıklı bir adamdı. Yüzünde sanki insanlara acıyan bir anlatım
vardı. Ağır, siyah kumaştan geniş kollu ve kısa pelerinli bir
giysi giymişti. Bembeyaz ketenden iç çamaşırı ayaklarına kadar
iniyordu. Aynı kumaştan belinde bir kuşak, boynunda bir omuz
atkısı vardı. İşlemeli ve değerli taşlarla süslü eldivenler,
kayısı rengi kadifeden ayakkabılar giymişti; boynu omuzlarına
kadar açıktı: Şapkası bir miğferi yahut İspanyol av şapkasını
andırıyordu. Saçları şapkasının altında güzel bukleler halinde
taşıyordu ve kestane rengindeydi, çember sakalının rengi de aynı,
belki biraz daha açıktı.
Tekerleksiz tahtırevana benzeyen süslü arabası işlemeli mavi
kadifeden takımları olan iki atla çekiliyor, yine aynı kumaştan
giysiler içindeki iki uşak iki yanda oturuyordu. Araba baştan başa
sedir ağacından yapılmış yaldız ve kristallerle süslenmişti.
Yalnızca ön bölümü altın yaldızlı kenarlar içine oturtulmuş safir
levhalar, arka bölümüyse, Peru zümrütleri renginde zümrütlerle
kaplanmıştı. Tepesinde, tam ortada doğmakta olan altından bir
güneş vardı. Ön bölümün üstündeyse kanatlarını açmış yine altından
küçük bir melek yontusu görülüyordu. Araba mavi zemin üzerine
sırma işlemeli bir kumaşla döşenmişti.
Önünde elli koruma yürüyordu. Bunların hepsi gençti ve dizlerine
kadar inen beyaz atlastan bol paltolar ve beyaz ipekten uzun
çoraplar giymişlerdi. Pabuçları mavi kadifedendi. Türlü renkte
güzel tüyler şapkanın çevresini kurdele gibi çeviriyordu.
Arabanın hemen önünden başları açık, ayaklarına kadar inen keten
giysiler içinde, kuşaklı, mavi kadife ayakkabılı iki adam
gidiyordu. Biri bir başpiskopos, öteki de bir piskopos asası
taşıyordu. Bunların hiçbiri madeni değildi. Başpiskoposun asası
belsem ağacından, piskoposunki ise sedir ağacındandı. Arabasının
ne önünde, ne de arkasında atlılar vardı. Gürültü ve karışıklığa
olanak vermemek istedikleri anlaşılıyordu.
Arabanın ardından kentin bütün memurları ve lonca başkanları
yürüyordu. Başkan tek başına uzun tüylü bir tür mavi kadifeden
minderlerin üzerinde oturuyordu. Ayağının altına türlü renklerde,
işlemeli ipek halılar serilmişti. Bunlar İran halılarına
benziyorlarsa da çok daha güzeldiler. Giderken, halkı
kutsamak için, eldivensiz elini havada tutuyor, fakat bir şey
söylemiyordu. Cadde olağanüstü denecek kadar bakımlı ve
düzenliydi, hiçbir ordunun askerleri, bu halkın durduğu gibi,
düzenli sıralar oluşturamaz. Pencereler de kalabalık değildi,
fakat herkes onların içine çakılmış gibi duruyordu.
Geçit töreni bitince Yahudi bana dedi ki:
"Bu büyük kişiyi ağırlamak için Kent Meclisi bana görev verdi.
Onun için sizlerle, istediğim gibi ilgilenemeyeceğim."
Üç gün sonra Yahudi yine geldi. "Siz çok talihli insanlarsınız"
dedi. "Çünkü Süleyman Evi'nin başkanı sizin burada olduğunuzu
öğrendi. Hepinizi huzuruna kabul edeceğini size bildirmemi bana
buyurdu. İçinizden seçtiğiniz bir kişiyle özel olarak konuşacak.
Bunun için yarından sonraki günü saptadı. Sizi kutsamak istediği
için de sabahtan öğleye kadar olan zamanını bu işe ayırdı."
Saptanan gün ve saatte geldik. Özel görüşme için arkadaşlar beni
temsilci seçmişlerdi. Onu güzel bir salonda bulduk. Duvarlar ve
yerler değerli halılarla kaplıydı. Son derece süslü, alçak bir
taht üzerine oturmuştu. Başının üstünde mavi atlastan işlemeli çok
değerli bir sayvan vardı. Yalnızdı. Tahtın iki yanında duran, biri
güzel beyaz giysiler içindeki iki içoğlanından başka yanında kimse
yoktu. İç giysileri arabada gördüğümüz gibiydi, fakat üzerinde
cüppe yerine bir palto vardı. Aynı güzel siyah kumaştan yapılmış
bir kap onun üzerine tutturulmuştu. İçeri girdiğimiz zaman bize
öğretildiği gibi, ilk kez yerlere kadar eğildik. Tahtına
yaklaştığımız zaman ayağa kalktı, eldivensiz elini kutsar gibi
ileriye doğru uzattı. Her birimiz eğilerek atkısının ucunu öptük.
Bundan sonra ötekiler gitti. Ben kaldım. Sonra içoğlanlarını
odadan çıkardı. Beni de yanına oturttu. İspanyolca olarak şunları
söyledi:
"Tanrı seni mutlu kılsın, oğul, ben sana elimdeki en büyük
mücevheri vereceğim. Çünkü sana Süleyman Evi'nin doğru bir
öyküsünü, Tanrı ve insanların iyiliği için, anlatacağım. Oğlum,
ben senin Süleyman Evi'nin gerçek durumunu bilmen için şu sırayı
izleyeceğim: İlkin kurulumuzun amacını; ikinci olarak
çalışmalarımız için gerekli hazırlıklarımızı ve araçlarımızı;
üçüncü olarak, arkadaşlarımıza verilen işleri ve görevleri;
dördüncü olarak da uymak zorunda olduğumuz kuralları anlatacağım.
"Kurulumuzun amacı olayların nedenleri ve gizli etkenlerle ilgili
bilgi edinmek, olabilecek her şeyi yapabilmek için, insanın doğa
üstündeki egemenliğinin sınırlarını genişletmektir.
"Hazırlıklarımız ve araçlarımız şunlardır: Bizim türlü
derinliklerde geniş ve derin mağaralarımız var: En derini altı yüz
kulaçtır, bunların bazıları büyük tepeler ve dağlar altında
kazılmış ve yapılmıştır; dağın derinliğini ve tepenin derinliğini
birlikte hesap ederseniz bunların bazıları üç milden fazla
derindir. Çünkü biz düzlükten başlayarak bir dağın derinliğiyle
bir mağaranın derinliğinin aynı şey olduğunu, her ikisinin de
güneş ve gökyüzünün ışınlarından ve açık havadan aynı derecede
uzak olduğunu anladık. Bu mağaralara biz 'aşağı bölge' diyoruz.
Bunları cisimleri katılaştırmak, sertleştirmek, dondurmak ve
korumak için kullanıyoruz. Bunları aynı zamanda doğal maden
filizlerinin benzerlerini yapmak, kullandığımız ve yıllarca orada
beklettiğimiz karışımlar ve gereçlerle yeni yapay madenler elde
etmek için kullanıyoruz. Bazen de (bu garip görülebilir)
hastalıkların iyileştirilmesi için ve orada kendi istekleriyle
yaşamayı kabul eden kendi köşelerine çekilmiş insanların
yaşamlarını uzatmak için kullanıyoruz. Bu kişilerin bütün
gereksinimleri sağlanır ve gerçekten pek uzun zaman yaşarlar; biz
de onlardan pek çok şey öğreniriz.
"Çinlilerin porselenlere yaptıkları gibi, biz de türlü balçıkları
ayrı ayrı topraklara gömeriz; fakat bizde bunlar daha çeşitli,
bazıları ise daha incedir. Aynı zamanda toprağı verimli kılmak
için türlü türlü gübreler ve küfler kullanırız.
"Bizim büyük kulelerimiz var. Bunların en büyüğünün yüksekliği
yarım mil kadardır. Bunlardan bazıları yüksek dağlar üzerine
kurulmuştur. Böylece dağın da eklenmesiyle en yüksek kule, en
aşağı üç mildir. Biz bu yerlere 'yüksek bölge' diyoruz. Yüksek
yerlerle aşağı yerler arasındaki havayı 'orta bölge' sayarız. Bu
kuleleri biz, yükseklik ve konumlarına göre, güneşlendirme,
soğutma ve saklama için, aynı zamanda rüzgârlar yağmur, kar, dolu
ve sıcaklık gibi türlü hava durumlarını gözlemek için kullanırız.
Bunların üzerinde, bazı yerlerde yalnızlığa çekilmiş kimseler
yaşar. Ara sıra onları görmeye gider, neleri gözlemeleri
gerektiğini öğretiriz.
"Tuzlu veya tatlı suları olan büyük göllerimiz var. Bunları balık
ve kuşları çoğaltmak için kullanıyoruz. Aynı zamanda oralara bazı
doğal cisimler gömeriz. Çünkü toprağa yahut toprağın altındaki
havaya gömülmüş şeylerle suya gömülmüş şeyler arasında büyük
ayrımlar buluyoruz. Bizim havuzlarımız var ki, bazıları tuzlu suyu
süzerek tatlı su yaparlar, diğerleri ise yapay olarak tatlı suları
tuzlu suya çevirirler. Deniz ortasında da bazı kayalar ve kıyıda
bazı koylarımız var ki, deniz hava ve buğusuna gereksinim gösteren
işlerde kullanılırlar. Hızla akan derelerimiz ve çağlayanlarımız
var ki, devinim verici güç görevi yapar, aynı zamanda rüzgârları
artırıp güçlendiren makinelerimizle türlü biçimlerde devinim
verici güçler elde ederiz.
"Bizim birçok yapay kuyularımız ve kaynak sularımız var. Bunları
doğal kaynak sularına ve kaplıcalara benzeterek yaptık. Göztaşı,
kükürt, çelik, pirinç, kurşun, güherçile ve diğer madenlerle
doymuş duruma getirdik. Yine birçok maddelerin eriyiklerini elde
etmek için küçük kuyularımız var. Buralarda sular onların
özelliklerini, kaplar ve leğenler içinde olduğundan daha çabuk ve
kolay alırlar. Bunlar arasında yaptığımız ve 'cennet suyu'
dediğimiz bir su var ki, sağlık ve ömrü uzatmak için en etkili
ilaçtır.
"Büyük ve geniş evlerimiz var. Buralarda kar, dolu yağmur, bazı
cisimlerin yapay olarak yağdırılmasını, gök gürültüleri,
yıldırımlar gibi hava olaylarının; kurbağa, sinek ve diğer
şeylerin hava içinde doğup üremelerinin benzerlerini yapıyor ve
gösteriyoruz.
"Bizim birtakım odalarımız var ki, bunlara 'sağlık odaları'
diyoruz. Oralarda havayı, türlü hastalıkların iyileştirilmesine ve
sağlığın korunmasına uygun ve iyi sandığımız biçimde
değiştiriyoruz.
"Güzel ve geniş hamamlarımız var. Buralarda sulara türlü şeyler
karıştırarak hastalıkları iyileştiriyor, insan vücudunu kurumaktan
alıkoyup ona eski tazeliğini veriyoruz. Sinirlerin yaşamsal
organların ve vücudun sıvı ve öz maddelerinin güçlerini artırmak
için başka türlü hamam ve banyolar da kullanıyoruz.
"Aynı zamanda büyük ve çeşitli bağ ve bahçelerimiz var. Buralarda
güzellikten çok, her tür ağacın ve otun yetişmesine uygun yer ve
toprak türlerine önem veriyoruz. Üzüm bağlarından başka ağaçlar ve
yemiş ağaçları dikilmiş bazı bahçeler pek geniştir. Bunlardan
türlü içkiler yapıyoruz. Burada yabanıl ağaçları olduğu kadar,
yemiş ağaçlarının aşılanmasından elde edilen sonuçları da
inceliyoruz. Bunlar türlü etkiler yaratıyorlar. Yine yapay olarak,
aynı bağ ve bahçelerde, ağaçlar ve çiçekleri mevsimlerinden önce
ya da sonra çiçek açtırıp doğal olarak vereceklerinden daha çabuk
meyve verdiriyoruz. Yine yapay olarak, onları olacaklarından daha
büyük, meyvelerini daha iri, daha tatlı, doğal tat, koku, renk ve
biçimlerinden farklı olarak yetiştiriyoruz. Bunların çoğunu tıpta
yararlı duruma getirebiliyoruz.
"Toprakları birbirine karıştırmakla tohumsuz olarak türlü bitkiler
yetiştirmek, aynı zamanda yaygın olan türlerinden farklı türde
yeni bitkiler elde etmek, bir ağacı veya bitkiyi diğer bir ağaç
veya bitkiye çevirme olanağına sahibiz.
"Her türlü hayvan ve kuş için parklarımız ve çevresi kapatılmış
yerlerimiz var. Hayvanları yalnızca görünüşleri veya az bulunur
oldukları için oralarda bulundurmuyoruz, aynı zamanda insan
vücuduna ne gibi ameliyatlar yapılabileceğini aydınlatmak amacıyla
kesip inceleme ve deneyler yapmak için kullanıyoruz. Bunlardan pek
garip sonuçlar alıyoruz: Örneğin yaşamsal saydığınız bazı
bölümleri, çürümüş ve çıkarılmış olmalarına karşın yaşatıyoruz;
görünüşte ve diğer bakımlardan ölmüş olanları da diriltiyoruz.
Zehirleri ve diğer ilaçları cerrahi ve tıbbi biçimlerde, onlar
üzerinde deniyoruz. Yine yapay olarak onları türlerinden daha
büyük ve boylu yapıyoruz; türlerinden daha verimli, daha çok
yavrular duruma getirebildiğimiz gibi, tersine kısır ve doğurmaz
duruma da sokabiliyoruz. Renk, biçim, etkinlikleri bakımından
onları farklılaştırıyoruz. Değişik türleri karıştırıp
çiftleştirerek birçok yeni tür elde etmeyi ve genel sanı olan
melezlerin kısır olmamasını da sağlamayı başardık. Çürümeyle,
birçok yerde sürünen hayvanlar, solucanlar, sinekler, balıklar
ortaya çıkarıyoruz, bunların bazıları gelişerek, hayvanlar ve
kuşlar gibi, gelişmiş yaratıklar oluyorlar, çiftleşip
çoğalabiliyorlar. Bunu tümüyle raslantıya bırakmış değiliz. Hangi
maddelerden ve onların ne oranda karıştırılmasından ne tür
varlıkların oluşacağını önceden biliyoruz."
"Özel havuzlarımız da var ki, oralarda balıklar, önceden
söylediğimiz hayvanlar ve kuşlar üzerinde denemeler yapıyoruz.
"Sizin ipekböcekleriniz ve arılarınız gibi yararlı türden kurtları
ve böcekleri türetmek ve yetiştirmek için de yerlerimiz var.
"Özel etkiler elde etmek için az bulunur türlü içkinin, ekmekler
ve etlerin yapıldığı içki, ekmek fabrikalarımızı, mutfaklarımızı
sayıp dökmekle zamanınızı almayacağım. Üzümden yapılmış
şaraplarımız, meyvelerden, tahıldan ve köklerden çıkardığımız
içkilerimiz, bal, şeker ve şebnemden karışık şerbetlerimiz,
kurutulmuş ve kaynatılmış yemişlerimiz (pestil ve pekmezler)
ağaçların yaralarından sızan özsularımız ve kamış özlerimiz var.
Bu içkiler birçok yıl, bazıları kırk yıl bekletilir. Yine otlar,
kökler ve baharattan, hatta çiğ etler ve beyaz etlerden türlü
türlü içkiler yapıyoruz. Bunların bazıları gerçekte hem yiyecek,
hem içkidir. Birçok kimse hele yaşlandıkları zaman, çok az et
yiyerek ya da hiç yemeyerek yalnızca bunlarla yaşarlar. Her
şeyden önce biz vücuda sızmaları için son derece ince molekül
yapılı fakat yine de yakıcı, ekşi ya da tırmalayıcı olmayan
içkiler yapmaya uğraşıyoruz. O kadar ki, bunlardan bazılarını
elinizin üstüne koyacak olursanız, bir süre durduktan sonra,
avucunuza geçecek, bununla birlikte, tadarsanız ağzınızda kötü bir
tat bırakmayacaktır. Sularımız da var ki, besleyici olacak biçimde
olgunlaştırıyoruz. Gerçekten çok iyi yapılmış içkidir bunlar ve
birçok kişi başka içki kullanmaz.
"Türlü taneler, kökler ve çekirdek içlerinden, hatta kurutulmuş et
ve balıklardan türlü türlü mayalar ve lezzet verici şeylerle
yapılmış ekmeklerimiz var. Bazıları o kadar fazla iştiha veriyor,
bir kısmı da o kadar besleyicidir ki, birçok kimse başka bir şey
yemeden onlarla yaşar, hem de çok uzun ömürlü olurlar. Etlere
gelince, bir kısmı öyle dövülmüş, yumuşak ve hiç bozulmadan öyle
ölgün duruma getirilmiştir ki, midenin en zayıf bir sıcaklığı
onları güçlü bir sıcaklığın başka türlü hazırlanmış bir eti
yaptığı kadar iyi bir biçimde, hamura çevirir. Bazı etlerimiz,
ekmeklerimiz ve içkilerimiz de var ki, yiyenleri uzun zaman açlığa
dayanıklı duruma getirir. Başka bir tür ekmek de insanların
etlerini duyumsanır derecede sertleştirip katılaştırıyor, onlara
başka türlü sahip olacaklarından daha büyük bir güç veriyor.
"Dispanserlerimiz veya ilaç mağazalarımız var. Sizin Avrupa'da
sahip olduğunuzdan daha çok bitki türüne ve yaşayan yaratığa sahip
olduğumuzu düşünürseniz, bu mağazalarda otlar, ilaçlar, tıp
gereçleri bakımından ne kadar çok çeşit bulunduğunu kolayca
anlayabilirsiniz. Bunlar aynı zamanda ayrı ayrı yıllarda ve uzun
bozuşturmalarla elde edilmişlerdir. Bunları hazırlamak için
yalnızca büyük emeklerle yapılmış ipliklerden çekmeler ve
ayırmalar değil, özellikle hafif ısıtmalarla türlü süzgeçlerden ve
hatta gözenekli maddelerden süzme yöntemleri kullanıyoruz; aynı
zamanda tam bir biçimde karışımlar yapıyoruz. Bu karışımlarla
hemen hemen doğal, yepyeni maddeler elde edebiliyoruz.
"Sizde olmayan çeşitli makinelerimiz ve onlarla yaptığımız kâğıt,
bez, iplikler, kumaşlar, çok güzel parlaklıkta tüylerden nefis
işlemelerimiz, çok iyi boyalarımız ve başka birçok şeyimiz;
ayrıca, halkın henüz kullanmaya başlamadığı mallar için olduğu
kadar, kullandığı mallar için de dükkânlarımız var. Çünkü
bilmelisiniz ki, daha önce söylediğimiz şeylerin çoğu bütün ülke
içinde kullanılmaya başlanmıştır; bunları biz bulup yapmışsak
örneğini ve ilkelerini de saklarız.
"Çeşit çeşit fırınlarımız var. Bunların içinde şiddetli ve çabuk,
güçlü ve sürekli, hafif ve yumuşak, körükle yavaş, kuru yaş ve
benzeri türlü ısılar elde ediyoruz. Fakat her şeyden önce, güneşin
ve yıldızların ısılarına öykünerek elde ettiğimiz öyle ısılar var
ki, yörüngeler ve dönüş devrelerinden aynı noktaya dönerek türlü
değişikliklere uğrarlar ve biz böylece şaşılacak sonuçlar elde
edebiliriz.
"Bunlardan başka, gübrenin yaşayan yaratıkların karın ve kursak
ısılarını, kanlarının ve bedenlerinin, ıslak olarak ambarlanmış
saman ve otların, sönmemiş kirecin ve diğer benzer şeylerin
sıcaklıklarını anlıyoruz. Yalnızca devinimle ısı oluşturan
araçlarımız, aynı zamanda güçlü güneşlendirme yerlerimiz,
yine yer altında doğal ve yapay olarak ısı veren mağaralarımız
var. Bu değişik sıcaklıkları yapmak istediğimiz işin niteliğine
göre kullanıyoruz.
"Optik laboratuvarımız var. Oralarda bütün ışık ve ışınımları,
bütün renkleri, renksiz ve saydam şeyleri inceleyip gözlem
yapabiliyoruz. Biz size ayrı ayrı bütün renkleri, gökkuşağında
olduğu gibi değil, mücevher ve prizmalarda olduğu gibi değil,
kendi başlarına gösterebiliriz. Aynı zamanda kat kat artırarak
büyük uzaklıklara götürdüğümüz ve en küçük nokta ve çizgileri bile
sezecek kadar keskin duruma getirdiğimiz, renklendirdiğimiz
ışıkları; biçimler, büyüklükler, devinimler ve renklerde gözü
aldatan şeyleri, her türlü gölge oyununu gösterebiliriz. Işık
yayan cisimlerden aydınlık sağlama konusunda sizin hiç
bilemediğiniz araçlarımız var.
"Biz göklerdeki ve uzaklardaki şeyleri görecek yakındaki şeyleri
uzak, uzaktaki şeyleri yakın gösterecek araçlara sahibiz.
Kullanılmakta olan gözlük ve camlardan çok daha üstün görme
araçlarımız var. Küçük ve en ufak cisimleri çok iyi ve açık bir
biçimde görmek için araçlarımız ve camlarımız da var. Bunlarla en
küçük sinek ve kurtların renklerini, başka türlü görülmesine
olanak olmayan mücevherlerdeki benekleri ve çatlaklıkları görür,
yine başka türlü yapılamayan idrar ve kan incelemelerini yaparız.
Yapay olarak gökkuşağı, ayla ve bir ışık kaynağı çevresinde
halkalar oluşturabiliyoruz. Her türlü yansıma, kırılma, eşyadan
yayılan göz ışınlarının çoğaltılmasını da başarabiliyoruz.
"Çoğu pek güzel ve sizlerce bilinmez olan her tür değerli taşımız,
billur ve türlü camlarımız, bunlar arasında camlaştırılmış
madenlerimiz ve sizin cam yaptığınız maddelerden başka
maddelerimiz var. Sizde olmayan birtakım taşıllara, tam
olgunlaşmamış madenlere, aynı zamanda olağanüstü güçte
mıknatıslara, doğal ve yapay az bulunur taşlara da sahibiz."
"Her tür sesi ve onların yayılmalarını incelediğimiz ve deney
yaptığımız ses evlerimiz var. Sizin bilmediğiniz çeyrek seslerden
ve birinden ötekine kayar gibi geçilen küçük seslerden armonilere,
yine sizce bilinmeyen, sizinkilerden daha sesli, nefis ve güzel
zil ve çanlı, çıngıraklı türlü müzik araçlarına sahibiz. Küçük
sesleri büyütüp derinleştirdiğimiz gibi, aynı biçimde güçlü
sesleri hafifletip tizleştiririz. Aslında sürekli seslerden türlü
titreşimler ve cıvıltılar çıkarıyoruz. Harflerle yazılabilen
sözleri ve sesleri, hayvanların ve kuşların ses ve ötüşlerinin
benzerlerini yapabiliyoruz. Kulağa takılınca işitmeyi çok
kolaylaştıran aletler de bulduk. Sesi birçok kez yansıtarak ve
sanki onu ileriye atarak türlü garip ve yapay yankılar
oluşturabiliyoruz. Bunların bazıları daha derin, hatta bir bölümü
aldıkları sesi ve sözü değiştirerek verirler. Sesleri acayip bir
biçimde bükülmüş oluklar ve borularla uzak yerlere taşıyan
araçlara da sahibiz.
"Bizim koku evlerimiz var. Buralarda tat deneyleri yapıyoruz.
Garip görünebilir ama biz kokuları artırabiliyoruz. Benzerlerini
yapabiliyoruz. Bütün kokuları esas çıktıkları karışımlardan daha
başka karışımlardan çıkartabiliyoruz. Aynı biçimde tatların da
herhangi bir kişinin dilini aldatabilecek derecede benzerlerini
yapabiliyoruz. Bu evde bir tatlıcılık bölümü var. Burada sizde
olduğundan çok daha fazla türde kuru ve yaş tatlılar, türlü güzel
şaraplar, sütler, çorbalar ve salatalar yapıyoruz.
"Makine evlerimiz var. Buralarda her tür devinime elverişli makine
ve araçları hazırlıyoruz. Burada sizde olduğundan, sizin
tüfeklerinizden çıkan mermilerden ya da makinelerimizden daha
hızlı devinimler elde etmek, bunları tekerlekler ve benzer
araçlarla küçük bir güç harcayarak daha kolayca artırmak; sizin en
büyük top ve havanlarınızdan daha güçlü ve şiddetli duruma
getirmek için araştırmalar ve denemeler yapıyoruz. Aynı zamanda
ağır silahlar, harp araçları ve her türlü makine üretiyoruz, yeni
barut alaşımları ve karışımları, su içinde yanan ve söndürülemeyen
maddeler, şenliklerde ve başka nedenlerle kullanılan her tür fişek
yapıyoruz. Kuşların uçmasına öykünüyor, bir dereceye kadar havada
uçabiliyoruz: Suların altından geçebilecek ve denize dayanacak
gemilerimiz ve kayıklarımız, yüzme kuşaklarımız ve desteklerimiz
var... Türlü türlü sanatçı işi saatler, yinelenen devinimlerle
işleyen başka aletler, durmaksızın çalışan makineler yapıyoruz.
"İnsanların, hayvanların, kuşların, balıkların ve yılanların çizim
ve yontularını yaparak yaşayan varlıkların devinimlerini
yansılatıyoruz: Dikkate değer düzen, doğruluk ve incelikte türlü
devinimler de yaptırıyoruz.
"Bizim bir matematik evimiz var. Orada eksiksiz bir biçimde
yapılmış çeşitli geometri ve gökbilim araçlarımız bulunuyor."
"Hokkabazlık, gözboyayıcılık, madrabazlık ve onların her türlü
oyununu ve hilesini gösterdiğimiz, beş duyumuzu aldatan beceriler
evi var. Ve siz elbette kolaylıkla inanırsınız ki, gerçekten bu
kadar çok hayranlık uyandıran doğal şeyleri olan bizler özel bir
dünyada bunları başka biçimler altında ve daha güzel göstermeye
çalışarak duyguları aldatabiliriz. Fakat biz her türlü sahtelik ve
yalandan nefret ediyoruz. Bu nedenle bütün arkadaşlarımıza bunu
şiddetle yasakladık. Herhangi doğal bir yapıtı ve şeyi süslü veya
şişirilmiş olarak gösterirlerse, manevi ve parasal cezalara
çarptırılırlar. Her şeyi ancak olduğu gibi saf, her türlü gariplik
özentisi olmadan göstermek zorundadırlar.
"İşte, çocuğum, Süleyman Evi'nin zenginlikleri bunlardır.
"Üyelerimizin, ayrı ayrı uğraşıları ve görevleri arasında şu da
var: On ikisi, kendilerini başka uluslardanmış gibi göstererek;
(çünkü biz kendi adımızı gizliyoruz) yabancı ülkelere giderler.
Bize kitaplar ve bütün başka ülkelerde yapılan denemelerin
özetlerini ve örneklerini getirirler. Biz bunlara 'ışık
tüccarları' diyoruz.
"Üç üyemiz, bütün kitaplarda buldukları denemeleri toplarlar.
Bunlara 'yağmacılar' diyoruz.
"Üç üyemiz de makine sanayi, sosyal bilimler ve sanatlar içine
girmeyen diğer uygulamalar üzerindeki denemeleri toplarlar.
Bunlara biz 'giz adamları' diyoruz.
"Üç üyemiz, kendi düşüncelerine göre iyi sandıkları yeni
denemelerle uğraşırlar. Bunlara 'öncüler' ya da 'madenciler'
diyoruz.
"Üç üyemiz, önceki dört öbek üyenin denemelerini düzenli başlıklar
altında ayırarak toplarlar. Böylece inceleme yapmak ve onlardan
genel kurallar çıkarmak daha kolay olur. Bunlara 'toplayıcılar'
diyoruz.
"Üç üyemiz, arkadaşlarının denemelerini inceleyerek onlardan insan
yaşam ve bilgisine yararlı olabilecek ve uygulanabilecek şeylerin
çıkarılması, aynı zamanda nedenlerin düpedüz kanıtlanması, doğal
nedenlerin etkilerini önceden kestirme araç ve yöntemlerinin,
cisimlerin özelliklerinin ve onları oluşturan maddelerin
bulunmasıyla uğraşırlar. Biz bunlara 'drahomacılar' veya 'iyilik
sahipleri' diyoruz.
"Önceki çalışma ve toplamalar üzerinde düşünmek üzere bütün
üyelerin katıldığı çeşitli toplantılar ve tartışmalardan sonra üç
üyemiz, doğaya öncekilerden çok daha nüfuz eden daha yüksek bir
ışık altında yeni denemeleri yönetmek işini üzerlerine
almışlardır. Biz bunlara 'lamba' diyoruz.
"Üç üyemiz bu biçimde yönetilen denemeleri yapar ve bize bunlar
hakkında rapor verir. Bunlara 'aşçılar' diyoruz.
"Sonunda üç üyemiz denemelerle yapılan önceki buluşları daha
büyük gözlemler, daha iyi araştırmalar ve kurallar biçimine
getirirler. Bunlara 'doğa yorumcuları' diyoruz.
"Şunu da bilmelisiniz ki, eski memur ve işçilerimizin yerlerini
alacak adaylarımız ve çıraklarımız, bunlardan başka kadın, erkek
birçok hizmetçi ve uşaklarımız var.
"Aynı zamanda buluşlarımızın, ortaya çıkarttıklarımızın ve
denemelerimizin hangisinin yayınlanıp yayınlanmayacağı konusunda
görüş alışverişi yapar ve gizli tutulmasını uygun bulduklarımızı
gizlemek için hepimiz ant içeriz. Ama bazen bir bölümünü devlete
açıklarız, bir bölümünü de açıklamayız.
"Toplantı ve ayinlerimiz için iki uzun ve güzel salonumuz vardır.
Bunların birinin içine her türlü az bulunur buluşumuzun model ve
örneklerini, diğerine bütün büyük buluşçularımızın yontularını
koyarız. Orada Batı Hindistan'ı bulan Kolombunuzun, gemiyi bulan
adamın, top ve barutu bulan keşişinizin, basımevini, gökbilim
aletlerini, madeni aletleri, camı, ipekböceğini, şarabı, buğday ve
ekmeği, şekeri bulanların yontuları vardır. Bütün bunlar hakkında
biz daha doğru bilgilere sahibiz. Sonra bizim de çok güzel şeyler
bulmuş adamlarımız var. Bu yapıtları görmediğiniz için, bunları
size anlatmak çok uzun sürer. Sonra bunları anlatırken sizin iyice
kavrayamamanız da olasıdır. Her değerli buluş için sahibine bir
yontu diktiğimiz gibi büyük ve onurlu bir ödül de veririz. Bu
yontuların bazıları tunçtan, bazıları beyaz ve siyah mermerden,
bazıları yaldızlı ve süslü sedir ağacından veya başka özel
ağaçlardan, bir bölümüyse demir, gümüş ve altındandır.
"Olağanüstü yapıtlarından dolayı Tanrı'ya her gün şükretmek için
birtakım ilahilerimiz ve ayinlerimiz, çalışmalarımıza rehberlik
etmesi ve onları iyi ve kutsal kılması için yardım ve
koruyuculuğunu dilediğimiz dualarımız var.
"Sonra, ülkemizin başlıca kentlerini dolaşır ve ziyaret ederiz.
Oralarda iyi olacağını düşündüğümüz yeni ve yararlı
buluşları yayarız. Aynı zamanda hastalıklar, veba, zararlı
hayvanların akını, kıtlık, fırtınalar, depremler, tufanlar,
kuyrukluyıldızlar, yılın sıcaklık ve soğukluğu ve türlü diğer
şeylerle ilgili kestirimleri haber veririz. Bunları önlemek ya da
zararlarını karşılamak için halkın ne yapması gerektiği konusunda
onları aydınlatırız."
Bunu söyledikten sonra ayağa kalktı. Ben de bana verilen yönergeye
göre, diz çöktüm. Sağ elini başımın üstüne koyarak "Tanrı seni
kutsasın, oğlum" dedi. "Hem de bu anlattığım öyküyü uğurlu etsin.
Bunu başka ulusların yararlanması için yayınlamana izin veriyorum;
çünkü biz burada Tanrı'nın kucağında bilinmeyen bir
ülkedeyiz." Bunun üzerine bana ve arkadaşlarıma iki bin düka
altını değerinde bağışta bulunduktan sonra ayrıldı. Çünkü, onlar
her vesileyle geldikleri yerlerde büyük bağışlar verirler. |