|
|
................... |
|
|
FELSEFENİN BAŞLANGIÇ İLKELERİ -4 |
Georges Politzer
Çeviri:
Sevim Belli |
|
|
................... |
|
................... |
DÖRDÜNCÜ KISIM
DİYALEKTİĞİN İNCELENMESİ
BİRİNCİ BÖLÜM
DİYALEKTİĞİN İNCELENMESİNE GİRİŞ
I. Hazırlayıcı uyarılar.
II. Diyalektik yöntem nereden doğmuştur?
III. Diyalektik, uzun zaman, niçin metafizik anlayışın
baskısı altında kaldı?
IV. 18. yüzyıl materyalizmi niçin metafizikti?
V. Diyalektik materyalizm nasıl doğdu: Hegel ve Marks.
I. HAZIRLAYICI UYARILAR
Diyalektikten, bazen, gizemli bir şey gibi söz edilir ve o,
karmaşık herhangi bir şey gibi gösterilir. Diyalektik iyi
bilinmediği için, ondan gelişigüzel söz edildiği de olur. Bütün
bunlar, can sıkıcıdır ve sakınılması gereken yanlışlara neden
olurlar.
Sözcüğün kaynak anlamına bakıldığında diyalektik terimi,
yalnızca tartışma sanatı demektir ve uzun uzun tartışan
insan için kullanıldığında da bu anlam anlaşılır; ve gene
sözün anlamı genişletilerek, iyi konuşan bir insan için de
diyalektikçi (diyalektisyen) denir.
Biz, diyalektiği, bu anlamda incelemeyeceğiz. Diyalektik
sözü, felsefi bakış açısından başka bir anlam kazanmıştır.
Felsefi anlamda diyalektik, sanılanın tersine, herkesin
erişebileceği,
apaçık ve gizemsiz bir şeydir.
Ancak, diyalektik herkesçe anlaşılabilirse de gene de bazı
güçlükleri vardır; işte bu güçlüklerin nedenini bilmemiz gerekir.
El işlerinden bazıları basit, bazıları pek karmaşıktır. Örneğin,
ambalaj sandıkları yapmak, basit bir iştir. Tersine,
bir telsiz aygıtını monte etmek, parmaklarda çok daha ustalık,
duyarlık ve kıvraklık isteyen bir iştir.
Ellerimiz ve parmaklarımız, bizim için iş aletleridir ama düşünce de bir iş aletidir. Nasıl parmaklarımız her zaman
irice, titizlik isteyen bir iş yapmıyorlarsa, beynimiz için
de durum aynıdır.
İnsan emeğinin tarihinde insan, başlangıcında ancak
kaba işleri yapmayı biliyordu. Bilimlerdeki ilerleme, daha
belirli, daha kesin işlerin yapılabilmesine yol açtı.
Düşünce tarihi için de tam aynı şey olmuştur. Metafizik,
parmaklarımız gibi, ancak kaba hareketleri yapabilme yeteneğinde
bir düşünce yöntemidir (örneğin metafiziğin sandıklarını
çivilemek ya da çekmecelerini çekmek gibi).
Diyalektik, bu yöntemden ayrılır, çünkü çok daha büyük
bir açıklık, incelik sağlar ve diyalektik, büyük bir açıklığa,
inceliğe sahip bir düşünce yönteminden başka bir şey değildir.
Düşüncenin evrimi de tıpkı, el işinin evrimi gibi olmuştur.
Bunun öyküsü de aynıdır, bu evrimde de hiçbir sır yoktur,
her şey apaçıktır.
Güçlükler şuradan gelmektedir: 26 yaşına kadar sandık
çiviliyoruz ve sonra, birdenbire, bizi, monte etmek üzere telsiz
aygıtının önüne koyuyorlar. Elbette çok güçlük çekeceğiz.
Elbette ki, ellerimiz hantal, parmaklarımız beceriksiz olacaktır.
Ancak zamanla yavaş yavaş kıvraklaşabilecek ve bu
işi gerçekleştirebileceğiz. Başlangıçta bize çok güç görünen;
sonra çok basit gelecektir.
Diyalektik için de aynı şey. Eski metafizik düşünce yönteminin
ağırlığıyla kafamız karmakarışık iken, diyalektik
yöntemin kıvraklığını, inceliğini kavramamız gerekiyor. Ancak göreceğiz ki, bunda da gene hiçbir sır, hiçbir karışıklık
yoktur.
II. DİYALEKTİK YÖNTEM NEREDEN DOĞMUŞTUR?
Biz biliyoruz ki, metafizik, dünyayı donmuş şeyler kümesi
olarak kabul eder, oysa, doğaya baktığımızda tersine, her
şeyin kımıldadığını, her şeyin değiştiğini görürüz. Düşünce
için de aynı şeyi saptarız. O halde bu saptamadan, metafizik
ile gerçek arasında bir uyumsuzluk bulunduğu sonucu çıkar.
Bunun için, yalın bir biçimde tanımlamak ve öz bir fikir vermek
için denilebilir ki: metafizik diyen hareketsizlik demektedir,
diyalektik diyen de hareket demektedir.
Bizi kuşatan her şeyde bulunan hareket ve değişme, diyalektiğin
temelinde yatan şeylerdir.
Doğayı, insan tarihini ya da kendi öz kafa etkinliğimizi
düşüncenin incelemesi altına koyduğumuz zaman, bize ilk
görünen şey, hiçbir şeyin olduğu gibi, olduğu yerde olduğu
biçimde kalmadığı ama her şeyin hareket ettiği, değiştiği,
olduğu ve yok olduğu sonsuz ve karşılıklı ilişkiler ve etkiler
yumağı tablosudur. (Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 63-64.)
Engels'in bu çok açık metninden sonra, diyalektik bakış
açısından, her şeyin değiştiğini, hiçbir şeyin olduğu yerde
kalmadığını, hiçbir şeyin nasıl ise öyle devam etmediğini ve
bu bakımdan bu görüşün gerçekle tam bir uyum içinde bulunduğunu
görüyoruz. Hiçbir şey, bulunduğu yerde durmaz,
bize hareketsiz görünse bile kımıldar; yerin, güneşin çevresindeki
hareketiyle birlikte kımıldar, yerin kendi ekseni üzerindeki
hareketiyle birlikte kımıldar. Metafizikte özdeşlik ilkesi,
bir şeyin kendi kendisi olarak kalmasını ister. Oysa biz,
tersine, hiçbir şeyin olduğu gibi kalmadığını görüyoruz.
Hep aynı kalıyormuşuz gibi bir izlenimimiz vardır bizim,
bununla birlikte, Engels bize aynılar, farklıdırlar diyor.
Siz, özdeş olduğumuzu düşünüyoruz ama daha bunu düşünürken
biz değiştik bile. Çocuktuk, adam olduk ve bu adam,
fiziksel olarak, hiçbir zaman aynı kalmaz; günbegün yaşlanır.
Demek ki, Elealıların savundukları gibi, hareket aldatıcı
görünüş değildir; mademki, gerçekte, her şey kımıldar ve değişir,
aldatıcı görünüş hareketsizliktir.
Tarih de bize, şeylerin oldukları gibi durmadıklarını tanıtlıyor.
Toplum hiçbir zaman hareketsiz değildir. İlkçağda
ilkin köleci toplum var oldu, ondan sonra feodal toplum geldi,
onu da kapitalist toplum izledi. Bu toplumların incelenmesi,
bize, yeni bir toplumun doğmasına yol açan öğelerin, bu
toplumların
bağrında sürekli olarak ve yavaş yavaş, gözle görülmeksizin
geliştiklerini gösteriyor. Bunun gibi, kapitalist toplum da
her gün değişmektedir ve SSCB'de artık var olmaktan
çıkmıştır. Çünkü hiçbir toplum hareketsiz kalmaz, Sovyetler
Birliği'nde kurulan sosyalist toplum da bir gün,
ortadan kalkmak durumundadır. Daha şimdiden gözle görülebilecek
biçimde değişmektedir. Onun için, metafizikçiler,
orada ne olup bittiğini anlamıyorlar. Hala kapitalist baskının
etkisi altındaki insanların duyguları ile, tümüyle dönüşmüş
bir toplumu yargılamaya devam ediyorlar.
Bizim duygularımız da değişir, ki biz bunu pek az hesaba
katıyoruz. Bir sempatiden başka bir şey olmayan şeyin bir
aşka dönüştüğünü, sonra da bazen bir kin haline geldiğini
görürüz.
Her yerde doğada tarihte, düşüncede gördüğümüz şey,
değişme ve harekettir. İşte diyalektik, bu saptama ile başlar.
Yunanlılar, her yanda değişmeyle ve hareketle karşılaşılması
olgusundan etkilendiler. Daha önce gördük ki, diyalektiğin
babası denilen Heraklitos, bize, ilk olarak, diyalektik
bir dünya anlayışı getirmiştir, yani dünyayı hareket halinde
ve donmamış olarak tanımlamıştır. Heraklitos'un görüş tarzı,
bir yöntem haline gelebilir.
Ancak bu diyalektik yöntem, ancak çok zaman sonra kabul dilebilmiştir. Diyalektiğin, niçin bu kadar uzun zaman
metafizik yöntemin baskısı altında kaldığını görmemiz gerekir.
III. DİYALEKTİK, UZUN ZAMAN, NİÇİN METAFİZİK
YÖNTEMİN BASKISI ALTINDA KALDI?
Diyalektik anlayışın, tarihte, çok erkenden doğmuş olduğunu ama insanların bilgilerinin yetersizliğinin, metafizik
yöntemin gelişmesine ve diyalektiğin önüne geçmesine olanak
sağladığını görmüştük.
Burada insanların büyük bilgisizliğinden doğan idealizm
ile diyalektiğin yeterince tanınmamasından doğan metafizik
anlayış arasında bir paralellik kurabiliriz.
Bu, niçin ve nasıl olanaklı olabilirdi?
İnsanlar, doğayı incelemeye tam bir bilgisizlik içinde başladılar.
Saptadıkları olayları incelemek için, onları sınıflandırmaya
başlıyorlar ama sınıflandırma tarzı, bir düşünüş
alışkanlığı yaratıyor. Kategoriler yaparak ve bunları
birbirlerinden
ayırarak, aklımız, böyle ayırmalar yapmaya alışıyor
ve biz, burada metafizik yöntemin ilk özelliğini buluyoruz.
Şu halde metafizik, bilimlerin gelişmesinde yetersizlikten
çıkıyor. Daha 150 yıl önce, bilimler birbirlerinden ayrılarak
inceleniyordu. Örneğin, kimya, fizik, biyoloji, kendi başlarına,
ayrı ayrı inceleniyordu ve aralarında hiçbir ilişki görülmüyordu.
Bu yöntem, bilimlerin kendi içinde de uygulanıyordu.
Fizik, sesi, ısıyı, manyetiği, elektriği inceliyordu ve bu çeşitli
olaylar arasında hiçbir ilişki olmadığı düşünülüyordu;
her biri, ayrı bölümlerde inceleniyordu.
İşte burada da metafiziğin, şeyler arasındaki ilişkilerin
tanınmamasını, aralarında ortak bir şey bulunmamasını kabul
eden ikinci temel özelliğini çok iyi görüyoruz.
Aynı şekilde şeyleri durgunluk halinde kavramak, hareket
halinde kavramaktan çok daha kolaydır. Örnek olarak
fotoğrafçılığı alalım: Görürüz ki, ilkin, şeyler kendi
hareketsizlikleri
içinde (bu fotoğraftır), sonra, ancak zamanla, hareketleri
içinde (bu da sinemadır) saptanmaya çalışılır. Pekala!
Fotoğraf ve sinemanın imgesi, bilimlerin ve insan zihninin
gelişmesinin bir imgesidir. Şeyleri, hareket içinde incelemeden
önce, durgun halleriyle inceliyoruz.
Peki niçin? Çünkü, bilinmiyordu. Öğrenmek için de en
kolay bakış açısı seçildi; çünkü hareketsiz şeyler, kavranması
ve incelenmesi daha kolay şeylerdir. Kuşkusuz, şeyleri
durgunluk halinde inceleme, diyalektik düşüncenin zorunlu
bir anıdır - ama yalnız bir an, eksik, parçalı ve oluş halindeki
şeylerin incelenmesiyle bütünleşmesi gereken bir andır.
Bu anlayışı, örneğin, biyolojide zoolojinin ve botaniğin
incelenmesinde görüyoruz. Çünkü bunlar iyi bilinmiyorlardı;
önceleri, hayvanlar, soy ve tür biçiminde sınıflandırıldı ve
aralarında ortak hiçbir şey bulunmadığı ve bu durumun her
zaman böyle olmuş olduğu düşünülüyordu (metafiziğin üçüncü
temel özelliği). Saptanımcılık (fixisme) denilen (ve
evrimcilikin tersine, örneğin, hayvan türlerinin bugün ne
iseler her zaman öyle olduklarını ve hiçbir evrim
göstermediklerini
iddia eden) teori buradan gelir; demek ki bu, metafizik
bir teoridir ve insanların bilgisizliğinden ileri gelmektedir.
IV. 18. YÜZYIL MATERYALİZMİ NİÇİN METAFİZİKTİ?
Mekanikçiliğin 18. yüzyıl materyalizminde çok büyük bir
rol oynadığını ve bu materyalizme çok kez mekanikçi materyalizm
dendiğini biliyoruz. Neden böyle oldu? Çünkü materyalist
anlayış, bütün bilimlerin gelişmesine bağlıdır ve bilimler
arasında ilk gelişmiş olan da mekanik bilimidir. Günlük
dilde mekanik makinelerin incelenmesi, bilimsel dilde ise
yer değiştirme olarak hareketin incelenmesidir. Mekanik ilk
gelişen bilim olmuşsa, bu mekanik hareketin, en basit hareket
olmasındandır. Ağaç üzerinde rüzgarda sallanan bir elmanın
hareketini incelemek, olgunlaşmakta olan bir elmanın
içinde oluşan değişmeyi incelemekten çok daha kolaydır.
Rüzgarın elma üzerinde etkisi, elmanın olgunlaşmasından
çok daha kolaylıkla incelenebilir ama bu inceleme kısmidir
ve böyle bir inceleme metafiziğe kapı açar.
Eski Yunanlılar, her ne kadar her şeyin hareket olduğunu
gözledilerse de bu gözlemlerinden yararlanamadılar,
çünkü bilgileri yetersizdi. O halde şeyler ve olaylar gözleniyor,
sınıflandırılıyor, yer değiştirmenin incelenmesi ile yetiniliyor,
bundan da mekanik ortaya çıkıyor; ve bilim alanlarındaki
bilgilerin yetersizliği, metafizik anlayışı doğuruyor.
Materyalizmin, her zaman bilimler üzerinde kurulu olduğunu
biliyoruz. Bu çağda bütün bilimler arasında en çok gelişmiş
olan bilim, mekanikti.
Bunun için, diyecektir Engels, 18. yüzyıl materyalizminin
metafizik, mekanikçi bir materyalizm olması kaçınılmazdı,
çünkü bilimler de öyleydi.
Şu halde diyeceğiz ki, bu metafizik, mekanikçi materyalizm,
materyalistti, çünkü felsefenin temel sorusunu, birinci
etken maddedir diye yanıtlıyordu ama aynı zamanda metafizikti;
çünkü, evreni, donmuş, kalıplaşmış ve mekanik şeyler
kümesi sayıyordu, çünkü her şeyi mekanik aralığından
görüyor ve inceliyordu.
Bir gün gelecek, araştırmaların birikimiyle, bilimlerin de
hareketsiz olmadıkları saptanacak. Kimyayı, fizikten ya da
biyolojiden ayırdıktan sonra; tek başlarına birini ya da ötekini
incelemenin olanaksız hale geldiğinin farkına varılacaktır.
Örneğin, biyoloji alanına giren sindirimi, kimya olmadan
incelemek, olanaksızdır. 19. yüzyıla doğru, bilimlerin
birbirlerine
bağlı oldukları anlaşılacak ve bunu, bilimler içindeki
metafizik anlayışta bir geri çekilme izleyecektir, çünkü doğa
hakkında daha derinleştirilmiş bilgilere sahip olunacaktır. O
zamana kadar, fizik olayları ayrı ayrı incelenmişti ama şimdi,
bütün bu olayların aynı nitelikte olduğu kabul edilmek
zorunda kalınıyor. Böylece, önce ayrı ayrı incelenen elektrik
ve manyetik, bugün bir tek bilim: elektro-manyetik olarak
birleştirilmiştir.
Ses ve ısı olayları incelenirken, aynı şekilde her ikisinin
de aynı nitelikte bir olaydan çıkmış olduğunun farkına varıldı.
Bir çekiçle vurulurken bir ses elde edilir ve bir ısı oluşturulur.
Isıyı oluşturan harekettir ve biz biliyoruz ki, ses, havanın
titreşimleridir; titreşimler ise, onlar da harekettir.
İşte yapısı (doğası) aynı iki olay.
Biyolojide giderek daha inceden inceye, titizlikle sınıflandırma
yaparak, öyle türler bulunmuştur ki, bunları, artık
ne bitkisel, ne de hayvansal olarak sınıflandırma olanağı
yoktur ve incelemeler her gün daha ileri götürülerek, hayvanların,
her zaman aynı olmadıkları sonucuna varılıyor. Olgular,
saptanımcılığı ve metafizik zihniyeti mahkum etmiştir.
Materyalizmin diyalektik olmasını sağlayan şimdi görmüş
olduğumuz bu dönüşüm, 19. yüzyılda oluşmuştur. Diyalektik,
gelişimleri sırasında metafizik anlayıştan vazgeçen
bilimlerin öz ereğidir. Materyalizm dönüşebildi, çünkü bilimler
değişti. Metafizik bilimlere, metafizik materyalizm uygun
düşüyordu; ve yeni bilimlere, yeni bir materyalizm, yani
diyalektik
materyalizm uygun düşüyor.
V. DİYALEKTİK MATERYALİZM NASIL DOĞDU:
HEGEL VE MARKS
Metafizik materyalizmden diyalektik materyalizme bu
dönüşme nasıl oldu diye sorarsak, genellikle şöyle yanıtlanır:
1. 18. yüzyılın metafizik materyalizmi vardı.
2. Bilimler değişti.
3. Bu arada Marks ve Engels geldi; onlar metafizik materyalizmi
ikiye böldüler, metafiziği attılar, materyalizme diyalektiği
ekleyerek alıkoydular.
Şeyleri bu biçimde sunma eğilimi, şeyleri bir şema haline
getirerek basitleştirmemizi isteyen metafizik yöntemden ileri
gelir. Oysa biz, tersine, sürekli olarak, gerçeğin olgularının
hiçbir zaman şemalaştırılmaması gerektiğini aklımızdan
çıkarmamalıyız. Olgular, bize göründüklerinden ve bizim
düşündüğümüzden daha karmaşıktırlar. Onun için metafizik
materyalizmin diyalektik materyalizme dönüşmesi, o kadar
basit olmadı.
Diyalektik, gerçekte, bilimlerde meydana gelen değişmeyi
anlamasını bilen idealist Alman filozofu Hegel (1770-1831)
tarafından geliştirildi. Heraklitos'un eski fikrini yeniden
ele alarak, bilimsel ilerlemelerin de yardımıyla, evrende
her şeyin hareket ettiğini ve değiştiğini, hiçbir şeyin ayrı,
tek başına olmadığını, her şeyin her şeye bağlı bulunduğunu
saptadı ve böylece diyalektiği yarattı. Hegel'den dolayı, bugün,
dünyanın diyalektik hareketinden söz ediyoruz. Hegel'in
başta sezinlediği şey, düşüncenin hareketidir ve Hegel,
buna, doğal olarak, diyalektik adını vermiştir.
Ancak Hegel idealisttir. Yani ruha birinci derecede önem
verir, bu yüzden de o, özel bir hareket ve değişme anlayışı
yaratır. Ruhun değişmelerinin, maddedeki değişmelerin nedeni
olduğunu düşünür. Hegel'e göre, evren, maddeleşmiş fikirdir
(idee'dir) ve evrenden önce, ilkin ruh vardır ve ruh, evreni
bulur. Özet olarak, Hegel, ruhun ve evrenin aralıksız
değişme halinde olduğunu saptar ama bundan maddedeki
değişmeleri, ruhun değişikliklerinin belirlediği sonucunu çıkarır.
Örnek: Mucidin bir fikri vardır, fikrini gerçekleştirir, işte
bu maddeleşmiş fikir, maddede değişiklikler yaratır.
Demek ki Hegel, pekala diyalektikçidir ama diyalektiği
idealizme bağımlı kılar.
Ve işte bunun üzerine Hegel'in öğretilileri olan ama materyalist
öğretilileri olan ve materyalist olduklarına göre
maddeye birinci önemi veren Marks (1818-1883) ve Engels
(1820-1895), Hegel'in diyalektiğinin doğru ama tersine olumlamalar
verdiğini düşünürler. Engels bu konuda şöyle diyecektir:
Diyalektik, Hegel ile, tepesi üzerinde duruyordu, onu
ayakları üzerine oturtmak gerekti . Marks ve Engels, Hegel'in
tanımladığı bu düşüncenin hareketinin başlangıç nedenini,
maddi gerçeğe geçirdiler ve Hegel'den aynı terimi alarak,
buna, doğal olarak, diyalektik dediler.
Onlar, Hegel'in düşüncenin ve evrenin aralıksız değişme
halinde olduğunu söylemekte haklı olduğunu ama fikirlerdeki
değişmelerin şeylerdeki değişmeleri belirlediklerini iddia
etmekle yanıldığını düşünürler. Tersine, bize fikirleri şeyler
verir ve fikirler, şeyler değiştikleri için değişirler.
Eskiden posta arabasıyla yolculuk edilirdi. Bugün trenle
yolculuk ediyoruz; bizim trenle yolculuk etme gibi bir fikrimiz
olduğu için değil, bu yolculuk aracı var olduğu için yapıyoruz.
Bizim fikirlerimiz değişmiştir, çünkü şeyler değişmiştir.
Şu halde Marks ve Engels'in elinde bir yanda 18. yüzyıl
Fransız materyalizminden gelen materyalizm, öte yanda da
Hegel'in diyalektiği vardı ve onlara, artık bu ikisini birbirine
bağlamaktan başka bir şey kalmıyordu demekten kaçınmak gerekir.
Bu, şeylerin daha karmaşık olduklarını unutan dar görüşlü,
şematik bir anlayış olur; bu, metafizik bir anlayıştır.
Marks ve Engels, kuşkusuz, diyalektiği Hegel'den alacaklarama onu değiştireceklerdir. Materyalizm için de aynı
şeyi yapacaklar ve bize, diyalektik materyalizmi vereceklerdir.
İKİNCİ BÖLÜM
DİYALEKTİĞİN YASALARI
BİRİNCİ YASA: DİYALEKTİK DEĞİŞME
I. Diyalektik hareketten ne anlaşılır?
II. Diyalektik için, kesin, mutlak, kutsal hiçbir şey
yoktur. (Engels)
III. Süreç.
I. DİYALEKTİK HAREKETTEN NE ANLAŞILIR?
Diyalektiğin birinci yasası, hiçbir şey olduğu yerde kalmaz,
hiçbir şey olduğu gibi kalmaz gözlemiyle başlar. Kim
ki, diyalektik der, hareket demektedir, değişme demektedir.
Buna göre, diyalektiğin bakış açısında yer almaktan söz edildiği
zaman, bu, hareketin, değişmenin bakış açısında yer almak
demektir: Şeyleri diyalektiğe göre incelemek istediğimiz
zaman, onları hareketleri içinde değişmeleri içinde inceleyeceğiz:
İşte bir elma. Bu elmayı incelemek için iki yolumuz var: Bunlardan biri metafizik bakış açısıdır, öteki ise diyalektik
bakış açısıdır.
Birinci durumda bu meyvenin biçiminin ve renginin bir
tanımlamasını vereceğiz. Onun özelliklerini sıralayacağız,
onun tadından vb. söz edeceğiz. Sonra elmayı bir armutla
karşılaştırabilir, benzerliklerini ve ayrılıklarını görebiliriz ve
sonunda bir elma, bir elmadır ve bir armut, bir armuttur sonucunu
çıkarabiliriz. Eskiden şeyler bu biçimde inceleniyordu,
sayısız kitaplar bunun tanıtıdır.
Eğer elmayı, diyalektik açıdan incelemek istersek, hareket
açısından inceleyeceğiz ama elmanın, yuvarlandığı ve
yer değiştirdiği zamanki hareketi açısından değil, onun evriminin
hareketi açısından inceleyeceğiz. O zaman göreceğiz
ki, olgun elma, şu anda ne ise her zaman öyle olmamıştır.
Önce, yeşil bir elma idi. Çiçek olmadan önce bir tomurcuktu;
böylece elma ağacının ta ilkyaz dönemindeki haline kadar
uzanabileceğiz. Demek ki elma, her zaman bir elma olmadı,
elmanın bir tarihi, bir geçmişi vardır; ve şimdi de olduğu gibi
kalmayacaktır. Eğer yere düşerse, çürüyecek, ayrışacaktır,
çekirdekleri ortaya çıkacaktır, bu çekirdekler de işler yolunda
giderse, bir filiz, sonra da bir ağaç vereceklerdir. Demek
ki, elma, hep olduğu gibi değildi ve hep olduğu gibi
kalmayacaktır.
İşte şeyleri hareket açısından incelemek denilen şey budur.
Bu, şeylerin, geçmişi ve geleceği açısından incelenmesidir.
Böyle incelenince, elma, artık, ne olduğu ile ne olacağı
arasında yani geçmiş ile gelecek arasında ancak bir geçiş
olarak görülür.
Şeylere bu biçimde bakmayı, kafalara daha iyi yerleştirebilmek
için iki örnek daha alacağız: yeryüzü ve toplum.
Metafizik bakış açısında yer alırsak, yeryüzünün biçimini,
bütün ayrıntıları ile betimleyeceğiz. Yüzeyde denizlerin,
karaların, dağların bulunduğunu saptayacağız; toprağın yapısını
inceleyeceğiz. Sonra yeryüzünü öteki gezegenlerle ya
da ayla karşılaştırabilir ve, en sonunda şu vargıya varırız:
Yeryüzü, yeryüzüdür.
Oysa, yeryüzünü diyalektik açıdan incelerken, onun her
zaman ne ise öyle olmadığını, birtakım değişikliklere uğradığını
ve bu yüzden, yeryüzünün gelecekte de başka yeni değişikliklere
uğrayacağını görürüz. Şu halde bugün yeryüzünün
güncel durumunun, geçmiş değişmeler ile gelecekteki
değişmeler arasında bir geçişten başka bir şey olmadığını
kabul etmeliyiz. Bu geçiş içinde gerçekleşen, olan değişmeler,
bir elmanın olgunlaşmasında olan, gerçekleşen değişmelerden
çok daha büyük bir ölçüde olsalar bile, seçilmez, fark edilmez
değişmelerdir.
Şimdi de Marksistleri özellikle ilgilendiren toplum örneğini
görelim.
Gene iki yöntemimizi uygulayalım: Metafizik bakış açısından
bize denecektir ki, zenginler ve yoksullar her zaman
oldu. Büyük bankaların, koskoca fabrikaların bulunduğu
belirtilecek,
kapitalist toplumun ayrıntılı bir betimlemesi verilecek,
geçmiş toplumlarla (feodal ve köleci toplumlarla); benzerlikleri
ya da ayrılıkları araştırılarak, karşılaştırılacak ve
bize şu denecek: kapitalist toplum ne ise odur.
Diyalektik bakış açısından, kapitalist toplumun, her zaman
ne ise o olmadığını öğreneceğiz. Eğer biz, geçmişte, bir
zaman başka toplumların da yaşamış olduğunu saptarsak,
bunu, kapitalist toplumun da bütün öteki toplumlar gibi, sonuncu
toplum olmadığı, kapitalist toplumun dokunulmaz bir
temeli bulunmadığı ama bizim için, tersine, ancak geçici bir
gerçek olduğu, geçmişle gelecek arasında bir geçişten başka
bir şey olmadığı sonucunu çıkarmak için yapacağız.
Bu birkaç örnekle, şeylere diyalektik bakış açısından
bakmanın, her şeye, geçici olarak, geçmişte bir tarihi olan ve
gelecekte de bir tarihi olması gereken, bir başlangıcı olan ve
bir sonu olması gereken şeyler olarak bakmak demek olduğunu
görüyoruz.
II. DİYALEKTİK İÇİN KESİN, MUTLAK,
KUTSAL HİÇBİR ŞEY YOKTUR
Diyalektik felsefe karşısında hiçbir şey sonal, mutlak,
kutsal değildir; bu felsefe, her şeyin geçici karakterini ve her
şeydeki geçici karakteri ortaya çıkarır ve onun karşısında
kesintisiz oluş ve yok oluş sürecinden... başka hiçbir şey
yürürlükte
kalamaz. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin
Sonu, s. 13.)
İşte bu, yukarda görmüş olduğumuz ve önümüzde inceleyeceğimiz
şeyi belirten bir tanımlamadır:
Diyalektik için kesin hiçbir şey yoktur. Bu demektir ki,
diyalektiğe göre her şeyin bir geçmişi vardır ve bir geleceği
olacaktır; demek ki, her şey, bir kez bulunduğu yerde her
zaman için, kesin olarak bulunmaz ve bugünkü o, kesin ve
son değildir. (Elma, yeryüzü, toplum örnekleri.)
Diyalektiğe göre, ne dünyada ne de dünya dışında hiçbir
güç yoktur ki, şeyleri, kesin, son biçimini almış bir durumda
saptayabilsin; şu halde hiçbir şey mutlak değildir. (Mutlak=Absolu, hiçbir koşula bağlı olmayan, olayısıyla
evrensel, başsız ve sonsuz, eksiksiz, tam demektir.)
Hiçbir şey kutsal değildir demek, diyalektik her şeyi
Hoş görür, hiçbir şeye saygısı yoktur demek değildir. Hayır!
Kutsal bir şey, değişmez sayılan, dokunulmaması, tartışılmaması
gereken ama ancak ululanacak bir şey demektir.
Örneğin, kapitalist toplum kutsaldır. Pekala!, diyalektik
diyor ki, hiçbir şey, hareketten, değişmeden, tarihin
değişikliklerinden
kurtulamaz, kaçamaz.
Kalımsızlık (caducite), yaşla birlikte tükenen anlamına
gelen kadük olan, dayanıksız olan, yıpranan, yaşlanan ve
yok olmak zorunda olan bir şeydir. Diyalektik, kadük olan bir
şeyin artık varlık nedeni olmayan bir şey olduğunu ve her
şeyin ortadan kalkmak, yok olmak gibi bir yazgısı olduğunu
bize gösteriyor. Genç olan yaşlanır; bugün yaşayan yarın
ölür ve diyalektiğe göre, oluşun ve geçişin kesintisiz sürecinden
başka hiçbir şey mevcut değildir.
Demek ki, diyalektik görüş açısında yer almak, değişmeden
başka hiçbir şeyi sonsuz saymamak demektir. Bu, özel
hiçbir şey oluşun dışında sonsuz olamaz demektir.
Ama Engels'in, tanımlanmasında sözünü ettiği oluş nedir?
Gördük ki, elmanın bir tarihi vardır. Şimdi de örneğin,
gene bir tarihi olan bir kalemi alalım.
Bugün kullanılmış olan bu kalem, yeni idi. Kalemin yapıldığı
tahta, bir tahta kalastan çıkar, bu kalas da bir ağaçtan.
Şu halde görüyoruz ki, elmanın da kalemin de birer tarihleri
vardır ve ne biri, ne de öteki, her zaman ne iseler, o
olmamışlardır ama bu iki tarih arasında bir farklılık vardır.
Elbette!
Yeşil elma, olgun elma olmuştu. Yeşil elma olduktan sonra,
her şey yolunda gittiği takdirde olgun olmayabilir miydi?
Hayır, olgunlaşmak zorunda idi, nasıl ki, yere düştüğünde de
çürümek, ayrışmak ve çekirdeklerini bırakmak zorundaysa.
Oysa, kalemin geldiği ağaç, bir tahta olmayabilirdi ve bu
tahta da bir kalem olmayabilirdi. Kalemin kendisi de daima
bütün, yani yontulmamış kalabilirdi.
Şu halde bu iki tarih arasında bir fark olduğunu görüyoruz.
Elma için, olgun elma olan yeşil elmadır, eğer olağanın
dışında bir şey olmazsa, elma çiçeği elma haline gelmiştir.
Şu halde veri olan bir aşamayı, öteki aşama, zorunlu olarak,
kaçınılmaz olarak, izler (herhangi bir şey, evrimi durdurmazsa).
Kalemin tarihinde ise, tersine, ağaç bir tahta kalas, tahta
kalas bir kalem, kalem de yontulmuş bir kalem olmayabilir.
Demek ki veri olan bir aşamayı, öteki aşama izlemeyebilir.
Eğer kalem, bütün bu aşamalardan geçiyorsa, bu, yabancı
bir müdahale, yani insanın araya girmesi yüzündendir.
Elmanın tarihinde ikinci aşamanın birinci aşamadan vb.
çıktığı, birbiri ardından. gelen aşamalar görüyoruz. Elmanın
tarihi, Engels'in sözünü ettiği oluşu izliyor. Kalemin tarihinde
ise, aşamalar, birbirlerinden çıkmaksızın yan yana konulurlar.
Elma ise, doğal bir süreç izler.
III. SÜREÇ
(Bu sözcük 'Processus= Vetire', Latince'den gelir ve anlamı,
ileri gidiş ya da ilerlemek olgusu, ilerlemedir.)
Neden yeşil elma, olgun elma olur? Bu, onun içinde taşıdığı
şeyden dolayıdır. Elmayı olgunlaşmaya doğru iten birbirine
zincirleme bağlı iç olaylardan dolayıdır; bu, olgun elma.
olmadan önce, elma olduğu için ve olgunlaşmadan edemeyeceği
içindir.
Elma olacak çiçek, sonra olgunlaşacak yeşil elma incelendiği
zaman, elmayı, kendi evrimine iten bu iç zincirleme bağların,
otodinamizm (özgüç) denilen güçlerin baskısı altında
etkin olduğu görülür ki, buna, kendi varlığından gelen güç
denilebilir.
Kalem, henüz tahta kalas halinde iken, onu bir kalem
haline getirmek üzere insanın işe karışması gerekli oldu,
çünkü, tahta kalas hiçbir zaman, kalem haline dönüşemezdi.
İç güçler, otodinamizm (özgüç), süreç olmadı burada. Şu halde
diyalektik diyen yalnızca hareket demez, aynı zamanda
otodinamizm de der.
Demek ki, diyalektik hareketin, kendinde süreci ve diyalektik
hareketin özü olan otodinamizmi içerdiğini görüyoruz.
Her hareket ve her değişme, diyalektik değildir. Eğer, diyalektik
bakış açısından inceleyeceğimiz bir pireyi alırsak, diyeceğiz ki,
o her zaman ne ise o olmadı ve her zaman da ne
ise o olmayacak ama onu ezersek, kuşkusuz, pire için bir değişme
olacaktır ama bu değişme diyalektik bir değişme mi
olacaktır? Hayır. Biz olmasaydık, pire ezilmeyecekti. Şu halde
bu değişme, diyalektik bir değişme değil ama mekanik
bir değişmedir.
Şu halde diyalektik değişmeden söz ettiğimiz zaman, çok
dikkat etmeliyiz. Biz, eğer yeryüzü var olmakta devam ederse,
kapitalist toplumun yerini sosyalist toplumun, onun yerini de
komünist toplumun alacağını düşünüyoruz. Bu, diyalektik
bir değişme olacaktır ama, eğer yeryüzü havaya uçarsa,
kapitalist toplum otodinamik bir değişmeyle değil ama
mekanik bir değişmeyle ortadan kalkacaktır.
Bir başka fikir düzeni içinde bir disiplin doğal olmadığı
zaman, buna, mekanik disiplin diyoruz ama serbestçe kabul
edildiği, yani doğal ortamından geldiği zaman, bu disiplin,
otodinamik bir disiplindir. Mekanik bir disiplin, dışarıdan
kabul ettirilen bir disiplindir; bu, kumanda edenlerden başka,
şeflerden gelen bir disiplindir. (O halde mekanik olmayan,
otodinamik bir disiplini, bütün örgütlerin sağlayamayacağını
anlıyoruz.)
Demek ki, diyalektiği, mekanik bir biçimde kullanmaktan
kaçınmamız gerekir. Bu da bize, metafizik biçimde düşünme
alışkanlığımızdan gelen bir şeydir. Şeylerin her zaman
ne ise o olmadıklarını, bir papağan gibi yinelememek
gerekir. Bir diyalektikçi, bunu söylediği zaman, şeylerin
daha önce ne olmuş olduklarını, olgular içinde aramalıdır.
Çünkü bunu söylemek, uslamlamanın sonu demek değildir,
şeylerin daha önce ne olduklarını titizlikle gözlemek için
yapılacak incelemelerin başlangıcıdır.
Marks, Engels ve Lenin, kapitalist toplumun kendilerinden
önce ne olduğu üzerine uzun ve açık incelemeler yaptılar.
Diyalektik değişiklikleri saptamak için, en küçük ayrıntıları
gözlemlediler. Lenin, kapitalist toplumun değişmelerini
tanımlamak ve eleştirmek, emperyalist dönemi tahlil etmek
için ayrıntılı incelemeler yaptı ve sayısız istatistikleri
inceledi.
Gene otodinamizmden söz ettiğimizde de onu, bir edebi
söz haline getirmemeliyiz; bu sözü, bilerek ve onu tümüyle
anlayanlar için kullanmalıyız.
Son olarak, bir şeyi incelerken, otodinamik değişmelerin
neler olduklarını gördükten ve hangi değişmenin saptandığını
söyledikten sonra, otodinamik olanın nereden geldiğini irdelemeli,
araştırmalıyız.
Bunun içindir ki, diyalektik, araştırmalarla ve bilimlerle
sıkı sıkıya bağlıdır.
Diyalektik, şeyleri incelemeksizin açıklama ve tanıma
yolu değildir; diyalektik, şeylerin başlangıcını ve sonunu,
nereden
geldiklerini ve nereye gittiklerini araştırırken, iyi inceleme
ve iyi gözlemler yapma aracıdır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İKİNCİ YASA: KARŞILIKLI ETKİ
I. Süreçlerin zincirleme sıralanışı.
II. 19. yüzyılın büyük buluşları.
1. Canlı hücrenin ve gelişiminin bulunuşu.
2. Enerjinin dönüşümünün bulunuşu.
3. İnsanda ve hayvanlarda evrimin bulunuşu.
III. Tarihsel gelişim ya da sarmal (spiral) gelişim.
IV. Vargı.
I. SÜREÇLERİN ZİNCİRLEME SIRALANIŞI
Biraz önce elmanın öyküsü dolayısıyla, bir sürecin ne olduğunu
gördük. Gene bu örneği ele alalım. Elmanın nereden
geldiğini araştırdık ve araştırmalarımızı ağaca kadar götürmemiz
gerekti ama bu araştırma sorunu, ağaç içinde kendini
ortaya koyar. Elmanın incelenmesi, bizi, ağacın yazgısını
ve kökenlerini incelemeye götürür. Ağaç nereden geliyor? Elmadan.
Ağaç, yere düşen ve yeni bir filize can vermek üzere
toprakta çürüyen elmadan gelir, bu durum, bizi, yeri, elmanın
çekirdeklerinin filiz verebilmesi koşullarını, havanın, güneşin
vb. etkilerini incelemeye götürür. Böylece, elmanın incelemesinden
yola çıkarak, elma sürecinden ağaç sürecine
geçip, oradan yerin incelenmesine geldik, ağaç süreci de yerin
sürecine zincirleme bağlanıyor. İşte süreçlerin zincirleme
sıralanışı denilen şeyle karşı karşıyayız. Bu, bize, diyalektiğin
ikinci yasasını açıklamak ve incelemek olanağını verecektir.
Bu yasa, karşılıklı etki yasasıdır. Süreçlerin zincirleme
sıralanışına örnek olarak, elma örneğinden sonra Paris
İşçi Üniversitesi örneğini alalım.
Bu okulu diyalektik görüş açısından incelersek, nereden
geldiğini araştıracağız ve ilkin şöyle bir yanıtımız olacak:
1932 güzünde bir araya gelmiş bazı arkadaşlar, Marksizm’i
incelemek üzere, Paris'te, bir işçi üniversitesi kurmaya karar
verdiler.
Ancak, bu komite, Marksizm’i öğretme fikrine nasıl vardı?
Besbelli ki, Marksizm var olduğu için. Peki, o halde Marksizm
nereden geliyor?
Görüyoruz ki, süreçlerin zincirleme sıralanışını araştırmak,
bizi, tam ve titiz incelemelere götürüyor. Dahası var:
Marksizm’i araştırırken, bu öğretinin, bizzat proletaryanın
bilgisi olduğunu saptamaya kadar varmış olacağız; şu halde
görüyoruz ki, (ister Marksizm’den yana, ister ona karşı olunsun)
proletarya mevcuttur; o zaman şu yeni soruyu soracağız: Proletarya nereden geliyor?
Biliyoruz ki, proletarya, bir ekonomik sistemden, kapitalizmden
geliyor. Biliyoruz ki, toplumun sınıflara bölünüşü,
sınıf savaşımı, Marksizm’e karşı olanların iddia ettikleri gibi,
Marksizm’den doğmamıştır, tersine, Marksizm bu sınıf savaşımının
varlığını saptar ve gücünü zaten daha önceden var olan
proletaryadan alır.
Şu halde süreçten sürece, kapitalizmin varoluş koşullarının
incelenmesine kadar geleceğiz. İşte böylece, her şeyin,
her şey üzerinde etki oluşturduğunu bize gösteren bir süreçler
zincirlemesi var önümüzde. Her şeyin her şeyi etkilemesi,
karşılıklı etki yasasıdır.
Şimdi de bu iki örnekle, elma ve Paris İşçi Üniversitesi
örneği ile metafizikçi nasıl bir yöntem izlerdi, onu görelim.
Elma örneğinde metafizikçi, yalnızca elmanın nereden
geldiğini düşünebilecekti. Elma ağaçtan gelir demekle yetinirdi.
Daha ilerisini araştırmazdı.
İşçi Üniversitesi için de Fransız halkını baştan çıkarmak
isteyen bir grup insan tarafından kurulmuş bir üniversite
olduğunu söyler ya da incir çekirdeğini doldurmayan başka
sözler söyleyerek gönlünü eğlendirirdi.
Ama diyalektikçi, bir yanda elma, diğer yanda da İşçi
Üniversitesi ile sonuçlanan bütün süreçler zincirini görür.
Diyalektikçi özel, tikel olayı, ayrıntıyı, bütüne bağlar.
Diyalektikçi, elmayı ağaca bağlar ve daha öteye, bütünü
içinde doğaya kadar gider. Elma, yalnız elma ağacının meyvesi
değildir, bütün doğanın meyvesidir de.
İşçi Üniversitesi, yalnız proletaryanın meyvesi değil
ama kapitalist toplumun meyvesidir de.
Şu halde görüyoruz ki, dünyayı kalıplaşmış şeylerin kümesi
gibi kavrayan metafizikçinin tersine, diyalektikçi, dünyayı
bir süreçler kümesi olarak görecektir ve diyalektik görüş
açısı, nasıl doğa için ve bilimler için doğru ise, toplum,
için de doğrudur.
Hegel'in 'metafizik' yöntem dediği verilmiş ve değişmez
nesneler olarak düşünülen şeylerin incelenmesiyle uğraşmayı
yeğleyen ... eski araştırma ve düşünce yönteminin doğruluğu,
zamanında tarihsel olarak ortaya çıkmıştı. (F. Engels,
Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 43-44.)
Bu bakımdan, o çağda her şey ve toplum, bir veri olan
değişmez nesneler kümesi gibi inceleniyor, ayrıca toplumun
yalnızca değişmemesi şöyle dursun, yok olması alnında yazılı
değilmiş gibi inceleniyordu.
Engels, diyalektiğin başlıca önemini belirtir: Bu büyük
temel düşünce, dünyanın, bir tamamlanmış şeyler karmaşası
olarak değil de görünüşte durulmuş şeylerin, tıpkı beynimizdeki
zihinsel yansıları olan kavramlar gibi, kesintisiz bir
oluş ve yok oluş değişmesinden geçtikleri, son olarak bütün
görünüşteki rastlantılara ve geçici geriye dönüşlere karşın,
ilerleyici bir gelişmenin eninde sonunda belirmeye başladığı
bir süreçler karmaşası olarak dikkate alınması gerektiği
düşüncesidir. (agy, s. 43.)
Kapitalist toplumun kendisi de demek ki, bir tamamlanmış
şeyler karmaşası olarak ele alınmamalıdır, tersine, o
da bir süreçler karmaşası olarak incelenmelidir.
Metafizikçiler, kapitalist toplumun her zaman var olmamış
olduğunun farkındadırlar, onun bir tarihi olduğunu söylerler
ama kapitalizmin ortaya çıkışı ile toplumun evriminin
bittiğini ve bundan böyle değişmez (fixee) kalacağını düşünürler.
Her şeyi bitmiş, tamamlanmış sayarlar, yeni bir sürecin
başlangıcı saymazlar. Dünyanın Tanrı tarafından yaradılışının
anlatısı, dünyanın, tamamlanmış şeylerin bir karmaşası
olarak açıklanmasıdır. Tanrı, (yaradılışın ilk altı gününde
-ç.) her gün, bir işi bitirdi. Bitkileri, hayvanları,
insanı, bir kerede artık değişmemek üzere, kesin olarak yarattı
- saptanımcılık (fixisme) teorisi de buradan gelir.
Diyalektik, bunun karşıtı biçimde düşünür. Şeyleri değişmez
nesneler olarak değil, üstelik hareket halinde düşünür.
Diyalektiğe göre hiçbir şey bitmiş, tamamlanmış bir
biçimde bulunmaz; her şey, her zaman bir sürecin sonu ve
başka bir sürecin başıdır, her zaman değişme ve gelişme
durumundadır.
Bunun içindir ki, biz kapitalist toplumun, sosyalist
topluma dönüşeceğine bu kadar güveniyoruz. Hiçbir
şey, son ve kesin olarak tamamlanmış olmadığından, kapitalist
toplum, bir sürecin sonudur ki, onu, sosyalist toplum,
sonra komünist toplum izleyecek ve bu böyle sürüp gidecektir;
sürekli olarak bir gelişme vardır ve olacaktır.
Ancak burada diyalektiği, alınyazısı bir şey gibi almamaya
dikkat etmek gerekir; böyle bir sanıdan, şöyle bir sonuç
çıkarılabilir: Mademki siz istediğiniz değişmeden bu kadar
eminsiniz, ne diye savaşım veriyorsunuz? Çünkü, Marks'ın
da dediği gibi sosyalist toplumu doğurtmak için, bir ebe
gerekecektir; işte devrimin, eylemin zorunluluğu buradan gelir.
Ne var ki, işler bu kadar basit değildir. Bu dönüşümü önceye
alabilecek ya da geciktirebilecek insanların rolü unutulmamalıdır
(bu soruyu, bu kısmın beşinci bölümünde Tarihsel Materyalizmden
Söz ederken yeniden yanıtlayacağız).
Şimdilik saptadığımız şey, her şeyde şeylerin içgücü ile
(yani otodinamizm ile) oluşan süreçlerin, zincirleme sıralanışının
varlığıdır. Diyalektiğe göre, yeniden üzerinde duruyoruz,
hiçbir şey bitmiş, tamamlanmış değildir. Şeylerin gelişmesine,
son sahnesi olmayan bir gelişme olarak bakmak gerekir.
Dünya tiyatrosunda bir piyesin sonu, başka bir piyesin
birinci perdesiyle başlar. Doğrusunu söylemek gerekirse,
bu birinci perde bir önceki piyesin son perdesinde başlamıştır
bile.
II. 19. YÜZYILIN BÜYÜK BULUŞLARI
Metafizik düşünüşün terk edilmesini belirleyen, bilginleri
sonra da Marks ve Engels'i, şeyleri, diyalektik hareketleri
içinde ele almaya zorlayan şeyin, 19. yüzyılda yapılan buluşlar
olduğunu biliyoruz. Bu çağın özellikle üç büyük buluşu,
Engels'in Ludwig Feuerbach'ta değindiği buluşlar, diyalektiğin
ilerlemesini sağlamışlardır. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve
Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 44.)
1. Canlı hücrenin ve gelişiminin bulunuşu
(Organik hücre ile birlikte çoğalma ve başkalaşma (farklılaşma)
yoluyla bütün bitkisel ve hayvansal organizmanın gelişmesinin
başladığı birimi bularak, canlı doğanın iki büyük aleminin
(bitkiler ve hayvanlar aleminin) birbirine bağlılığını,
sürekliliğini
ortaya koyan Schwann ile Schleiden olmuştur.)
Bu buluştan önce, temel olarak alınan düşünüş tarzı,
saptanımcılıktı. Türler birbirlerine yabancı olarak düşünülüyordu.
Üstelik, hayvanlar dünyası bir yanda bitkiler dünyası da
öbür yanda kesin olarak birbirlerinden ayrı tutuluyorlardı.
Hücrenin bulunuşu, 18. yüzyılın bilginlerinin ve düşünürlerinin
daha önce de ortaya attıkları evrim fikrinin belginlik
kazanmasına yol açıyor. Bu buluş, yaşamın, ölümlerin
ve doğuşların ardı ardına sıralanarak oluştuğunu ve her canlı
varlığın benzer hücreleri olduğunu anlamaya olanak sağladı.
Bu gerçeğin ortaya çıkarılmış olması, hayvanlarla bitkiler
arasında herhangi bir sınırın varlığına artık izin vermez ve
metafizik anlayışı kovup atar.
2. Enerjinin dönüşümünün bulunuşu
Eskiden, bilim, örneğin, ses, ısı ve ışığın birbirine tamamıyla
yabancı olduklarına inanıyordu. Oysa, bütün bu başka
başka olayların birbirlerine dönüşebildikleri, cansız (inerte)
maddede de canlı doğada olduğu kadar süreç zincirleri olduğu
bulunuyor. Bu buluş da metafizik düşünüşe indirilmiş
bir darbedir.
3. İnsanda ve hayvanlarda evrimin bulunuşu
Engels der ki, Darwin, tüm doğa ürünlerinin, başlangıçta
tekhücreli küçük tohumların uzun bir gelişme sürecinin sonucu
olduğunu, her şeyin kökeninde hücre bulunan uzun bir
sürecin ürünü olduğunu ortaya koymuştur.
Ve gene Engels, bu üç büyük buluş sayesinde bütün
doğa olaylarının zincirleme sıralanışını, yalnızca çeşitli bilim
alanlarının kendi içlerinde değil ama değişik bilim alanları
arasında da izleyebileceğimiz sonucuna varır.
Demek ki, bu ikinci karşılıklı etki yasasının ifade edilebilmesi,
bilimlerle sağlanmıştır.
Bitkisel, hayvansal ve madensel konular arasında kesiklik
yoktur, yalnız süreçler vardır; her şey zincirleme birbirine
bağlanır ve bu, toplum için de doğrudur. İnsanlığın tarihi
içinden geçmiş olan değişik toplumlar, birinin zorunlu olarak
kendinden önce gelen toplumdan çıktığı bir süreçler zinciri
dizisi olarak ele alınmalıdır.
Demek ki, şunu aklımızda tutmak zorundayız: Bilim,
doğa, toplum bir süreçler zinciri olarak görülmelidir ve bu
zincirlemeyi geliştirmek için işleyen motor da otodinamizmdir.
III. TARİHSEL GELİŞME YA DA SARMAL (SPİRAL) GELİŞME
Tanımaya başladığımız süreci biraz daha yakından inceleyecek
olursak görürüz ki, elma, bir süreçler zincirlemesinin
sonucudur. Elma nereden geliyor? Ağaçtan geliyor. Ağaç
nereden geliyor? Elmadan. Şu halde öyle düşünebiliriz ki,
burada bir kısır döngü var ve hep aynı noktaya gelmek üzere,
bu kısır döngü içinde dönüyoruz. Ağaç elma. Elma ağaç.
Aynı biçimde yumurta tavuk örneğini alalım. Yumurta nereden
geliyor? Tavuktan. Tavuk nereden geliyor? Yumurtadan.
Eğer şeyleri bu biçimde ele alırsak, bu bir süreç olmaz,
bir çember olur, zaten bu görünüş de sonsuz dönüş fikrini
vermiştir. Yani biz hep aynı noktaya, aynı çıkış noktasına
dönüp geleceğiz.
Ancak sorunun doğru olarak nasıl konduğunu görelim:
1. İşte bir elma.
2. Bu elma, değişikliğe uğrayarak, bir ağacı ya da ağaçları
meydana getirir.
3. Bir ağaç bir elma vermez, birçok elma verir.
Demek ki, aynı çıkış noktasına dönüp gelmiyoruz; biz, elmaya
dönüp geliyoruz ama başka bir düzlem üzerinde.
Gene ağaçtan yola çıkarsak, şimdi bizim:
1. Bir ağacımız olacak, bu ağaç,
2. Elmalar verecek, bu elmalar da
3. Ağaçlar verecek.
Burada da gene ağaca geri geliyoruz ama başka bir düzlem
üzerinde. Bakış açısı genişlemiştir.
Demek ki, görünüşlerin düşündürttüğü gibi bir çember,
bir döngü yok karşımızda ama tarihsel gelişme diye
adlandıracağımız
bir gelişme süreci var. Tarih, zamanın iz bırakmaksızın
geçip gitmediğini gösterir. Zaman geçer ama yeniden
ortaya çıkan aynı gelişmeler değildir. Dünya, doğa, toplum,
bir gelişme oluştururlar ki, bu tarihsel bir gelişmedir ve
felsefe dilinde buna sarmal (spiral) gelişme denir.
Bu imge, fikirleri saptamak için kullanılır; şöyle ki: Şeyler,
çemberimsi bir sürece göre evrim gösterirler ama çıkış
noktasına dönüp gelmezler, biraz daha yükseğe, başka bir
düzlem (plan) üzerinde bir noktaya gelirler ve böylece sürüp
giderek, yükselen, yukarı doğru bir sarmal oluşturur; bu
imge işte bu olguyu canlandırmak için yapılan bir benzetmedir.
Demek ki, dünyanın, doğanın, toplumun (sarmal biçiminde)
tarihsel bir gelişmesi vardır ve bu gelişmeyi hareket ettiren,
bunu unutmayalım, otodinamizmdir (özgüçtür).
IV. VARGI
Diyalektik konusundaki bu ilk bölümlerde ilk iki yasayı;
değişme yasasını ve karşılıklı etki yasasını incelemiş
bulunuyoruz.
Bu inceleme, çelişki yasasının incelenmesini ele
alabilmek için zorunlu idi, çünkü, bu, diyalektik değişmenin
devindirici gücünü, otodinamizmi anlamamızı sağlayacaktır.
Diyalektiğe ilişkin birinci bölümde bu teorinin metafizik
anlayışın baskısı altında niçin kalmış olduğunu ve niçin 18.
yüzyıl materyalizminin metafizik bir materyalizm olduğunu
gördük. Şimdi, 19. yüzyılın, materyalizmin gelişmesine olanak
sağlayarak diyalektik olmasını sağlayan üç büyük buluşunu
kısaca gördükten sonra, bu felsefenin tarihinin, şu üç
büyük dönemden, (1) antikçağ materyalizmi (atomlar teorisi);
(2) 18. yüzyıl materyalizmi (mekanikçi ve metafizikçi),
son olarak da (3) diyalektik materyalizm gibi üç büyük dönemden
geçmesinin niçin zorunlu olduğunu daha iyi anlıyoruz.
Materyalizmin bilimlerden doğduğunu ve onlara bağlı
bulunduğunu belirtmiştik. Bu üç bölümden sonra, bunun ne
kadar doğru olduğunu görebiliriz. Diyalektik hareket ve diyalektik
değişmenin incelenmesi konusunda sonra karşılıklı
etki yasasının incelenmesinde bizim bütün düşünüş tarzlarımızın
bilimlere dayandığını gördük.
Bilimsel incelemelerin son derece özelleştiği ve (genellikle
diyalektik materyalizmi bilmeyen) bilginlerin, bazen, kendi
özel buluşlarının, bilimlerin tümüne oranla önemini
anlayamadıkları
bugünkü günde demiştik ki, felsefenin rolü,
ona düşen özel görev, dünyanın ve daha genel sorunların
açıklamasını yapmaktır; özellikle de her bilim kolunun tüm
özel buluşlarını, bunların bir sentezini yapmak üzere bir araya
getirmek ve böylece bizi, giderek daha çok Descartes'ın
dediği gibi, doğanın efendisi ve sahibi yapacak bir teori
vermek, diyalektik materyalizmin özel görevidir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ÜÇÜNCÜ YASA: ÇELİŞKİ
I. Yaşam ve ölüm.
II. Şeyler, kendi karşıtlarına dönüşürler.
III. Olumlama, yadsıma ve yadsımanın yadsınması.
IV. Durumu gözden geçirelim.
V. Karşıtların birliği.
VI. Sakınılacak yanlışlar.
VII. Diyalektiğin pratik sonuçları.
Diyalektiğin, şeylere, aralıksız değişmekte olan, sürekli
gelişen, kısacası, diyalektik bir harekete uğrayan şeyler
olarak baktığını gördük (birinci yasa).
Bu diyalektik hareket, her şey, biz onu incelediğimiz
anda ancak, bir süreçler zincirinin, yani birbirinden çıkan
bir aşamalar zincirinin sonucu olduğu için olanaklıdır ve
incelememizi daha ileri götürerek, bu süreçler zincirinin, zaman
içinde anlık geri dönüşlere karşın ilerleyici bir hareketle,
zorunlu olarak geliştiğini gördük.
Bu harekete, tarihsel gelişme ya da sarmal gelişme
dedik ve biliyoruz ki, bu gelişme otodinamizmle (özgüçle)
kendi kendini yaratır.
Peki otodinamizmin yasaları nelerdir? Aşamaların birbirlerinden
çıkmalarına yol veren yasalar nelerdir? Buna,
diyalektik hareketin yasaları denir.
Diyalektik, bize, şeylerin sonsuz olmadıklarını, şeylerin,
bir son ile, bir ölümle tamamlanan bir başlangıçları, bir
olgunlukları,
bir yaşlılıkları olduğunu öğretiyor.
Bütün şeyler şu aşamalardan geçerler: doğuş, olgunluk,
yaşlılık, son. Bu, niçin böyledir? Niçin şeyler sonsuz değildir?
Bu, insanlığın, her zaman ilgisini uyandırmış olan eski
bir sorudur. Neden ölmek gerekir? İnsanlar bu zorunluluğu
anlamak istemişler ve tarih boyunca sonsuz yaşamın düşünü
kurmuşlardır; örneğin ortaçağda (gençlik iksiri, yaşam
iksiri gibi) büyülü içkiler türeterek ölümlülükten kurtulmayı
düşlemişlerdir.
Peki, doğan bir şey, niçin ölmek zorundadır? İyice anlamamız
için, metafizikle karşılaştırmamız gereken diyalektiğin
büyük bir yasasıdır bu.
I. YAŞAM VE ÖLÜM
Metafizik bakış açısından şeyler, diğer şeylerden ayrılarak,
kendi başlarına, ayrı ayrı ele alınırlar ve metafizik, şeyleri
böyle incelediği için, onları tek yanlı, yani bir tek yandan
görür. Onun içindir ki, şeylere bir tek yanından bakanlara,
metafizikçi denebilir. Kısaca, bir metafizikçi yaşam denilen
olayı incelerken, bu olayı, bir başka olaya bağlamaz. Yaşamı,
kendisi için ve kendinde tek yanlı olarak görür. Ona bir tek
yandan bakar. Ölümü inceleyecek olsa, gene aynı şeyi yapacaktır;
kendi tek yanlı görüş açısını uygulayacak ve şu sonuca
varacaktır: yaşam yaşamdır ve ölüm ölümdür. İkisi arasında
ortak hiçbir şey yoktur, çünkü bunlar birbirlerine karşı
olan, birbirinin tam karşıtı iki ayrı şeydir.
Şeylere böyle bakmak, onlara, yüzeysel bir biçimde bakmaktır.
Eğer onları biraz daha yakından inceleyecek olursak,
ilkin, birinin diğerine karşıt konulamayacağını ve hatta
onların, birbirinden bu kadar kabaca ayrılamayacağını göreceğiz;
çünkü, deney, gerçek, bize gösterir ki, ölüm yaşamı
sürdürür, ölüm canlıdan gelir.
Ya yaşam, ölümden çıkabilir mi? Evet. Çünkü ölü bedenin
öğeleri, başka yaşamları doğurmak için dönüşecektir, örneğin
toprak için gübre olacaklardır ve toprak daha verimli
olacaktır. Ölüm, pek çok durumda yaşama yardım edecek,
ölüm yaşamın doğmasına izin verecek ve canlı bedende yaşam,
ancak, ölen hücrelerin yerini sürekli olarak doğan başka
hücrelerin almasıyla olanaklı olacaktır.
(Nesneleri dinginlik durumunda ve cansız, her biri kendi başına,
biri ötekinin yanında ve biri ötekinden sonra olarak düşündüğümüz
sürece, kuşkusuz onlarda hiçbir çelişki ile karşılaşmayız. Burada
kısmen ortak, kısmen farklı, hatta birbiriyle çelişik ama bu
takdirde farklı şeylere dağıtılmış ve bunun sonucu kendinde
çelişki
içermeyen bazı özgülükler buluruz. Bu gözlem alanı sınırları
içinde
işimizi alışılmış metafizik düşünce biçimi ile yürütebiliriz ama
nesneleri hareketleri, değişmeleri, yaşamları, birbirleri
üzerindeki
karşılıklı etkileri içinde düşünmeye başladığımız andan başlayarak
durum iyiden iyiye değişir. Burada birdenbire çelişkiler içine
düşeriz. (Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 192-193.)
Demek ki, yaşam ve ölüm sürekli olarak birbirine dönüşür;
ve şu büyük yasanın her şeye bağlı olduğunu gözlemliyoruz:
Her yerde şeyler, kendi karşıtlarına dönüşür.
II. ŞEYLER KENDİ KARŞITLARINA DÖNÜŞÜR
Metafizikçi, karşıtları, birbirinin karşısına koyar ama
gerçek bize gösteriyor ki, karşıtlar birbirine dönüşür; şeyler,
kendileri olarak kalmaz ama karşıtlarına dönüşür.
Eğer doğru ile yanlışı incelersek, şöyle düşünürüz: bunlar
arasında ortak hiçbir şey yoktur. Doğru doğrudur ve yanlış
yanlıştır. Bu, tek yanlı bakış açısı, iki karşıtı, kabaca
birbirinin
karşısına koyar, tıpkı ölüm ile yaşamı karşı karşıya
koyduğu gibi.
Gene de bakın yağmur yağıyor! desek, bazen öyle olabilir ki,
biz daha sözümüzü bitirmeden, artık yağmur yağmayabilir.
Bu tümceye başladığımız zaman sözümüz doğru idi,
ama yanlışa dönüştü. (Yunanlılar da daha önce bu durumu
saptamışlardı ve yanılmamak için hiçbir şey söylememek gerekir
diyorlardı!)
Gene, yeniden elma örneğini alalım. Yere düşmüş olgun
bir elma görülür ve İşte olgun bir elma denir. Bununla birlikte,
o, belirli bir zamandan beri yerdedir ve çürümeye başlamıştır
bile; böylece doğru, yanlış olur.
Bilimler de bize uzun yıllar boyunca doğru sayılmış
ama bilimsel ilerlemeler sonucu, belirli bir anda yanlış
oldukları meydana çıkmış sayısız yasa örnekleri verirler.
Şu halde görüyoruz ki, doğru yanlışa dönüşür. Acaba
yanlış da doğruya dönüşür mü?
Uygarlığın başlangıcında özellikle Mısır'da insanlar, güneşin
doğmasını ve batmasını açıklamak için Tanrılar arasında
kavga yapıldığını tasarlıyorlardı; bu, Tanrıların, güneşi
hareket ettirmek için itildiğinin ya da çekildiğinin söylenmesi
ölçüsünde yanlıştı ama bilim, gerçekten güneşi hareket
ettiren güçler (salt fizik güçler, başka nedenler) olduğunu
söyleyerek, bu düşünüş biçimine kısmen hak verir. Öyleyse
görüyoruz ki, yanlış, açıkça doğruyla karşı karşıya değildir.
Şeyler kendi karşıtlarına dönüşüyorsa, bu, nasıl olanaklı
olur? Yaşam ölüme nasıl dönüşür?
Yalnızca yaşam olsaydı, yaşam yüzde-yüz yaşam olsaydı,
o, hiçbir zaman ölüm olmazdı; ve eğer ölüm, tüm olarak kendi
kendisi, yüzde-yüz ölüm olsaydı, birinin ötekine dönüşmesi
olanaklı olmazdı ama yaşam içinde ölüm ve dolayısıyla
ölüm içinde yaşam, daha önce de vardır.
Yakından bakarken göreceğiz ki, bir canlı varlık hücrelerden
oluşur; hücreler, kaybolarak ve aynı yerde yeniden
görünerek yenilenirler. Hücreler, canlı bir varlığın içinde
durmadan yaşarlar ve ölürler, öyleyse orada hem yaşam,
hem ölüm vardır.
Gene biz biliyoruz ki, bir ölünün sakalı uzamaya devam
eder. Tırnakları ve saçları da uzar. İşte açıkça, yaşamın,
ölümün içinde devam ettiğini, kesin olarak kanıtlayan olaylar.
Sovyetler Birliği'nde bir ölünün kanı, özel koşullar içinde
saklanıyor ve kan aktarımı için kullanılıyor; böylece, bir
ölünün kanıyla, bir canlı iyileştirilir. Dolayısıyla, diyebiliriz
ki, ölümün bağrında yaşam vardır.
Öyleyse yaşam da şeylerin ve süreçlerin kendinde var olan,
ara vermeden ortaya çıkan ve çözülen bir çelişkidir ve
çelişki biter bitmez, yaşam da biter, ölüm başgösterir.
(Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 193-194.)
Öyleyse, şeyler yalnız birbirine dönüşmekle kalmaz, hatta
bir şey yalnız kendi kendisi değildir, aynı zamanda kendisinin
karşıtı olan başka bir şeydir de çünkü her şey kendi
karşıtını da içinde taşır.
Her şey, aynı zamanda hem kendini, hem de karşıtını
içerir.
Bir şey, bir çemberle gösterilirse, burada merkezden
dışa doğru itiş örneğinde olduğu gibi, bu şeyi yaşama doğru
iten bir güç bulacağız (dışa doğru baskı) ama aynı zamanda
bu şeyi, tam karşı doğrultuda dıştan merkeze doğru iten
ölüm güçlerini de bulacağız (içe doğru baskı).
Böylece her şeyin içersinde birbirine karşı güçler, uzlaşmaz
güçler bir arada bulunurlar.
Bu güçler arasında ne olur? Birbirlerine karşı savaşım
verirler. Öyleyse, bir şey, değişikliğe, yalnızca bir yönde etki
yapan bir güç tarafından uğramaz; her şey, gerçekte, birbirine
karşı doğrultuda iki güç tarafından değişikliğe uğrar.
Şeylerin olumlanmasına (affirmation, tasdik) ve yadsınmasına
doğru, yaşama doğru ve ölüme doğru. Şeylerin olumlanması
ve yadsınması ne demektir?
Yaşamın içinde yaşamı koruyan ve sürdüren, yaşamın
olumlanmasına yönelik güçler vardır. Ayrıca canlı organizmalarda
yadsımaya doğru yönelen güçler de vardır. Her şeyde
güçlerden bazıları olumlamaya eğilimlidir ve diğer bazıları
yadsımaya eğilimlidir ve olumlama ile yadsıma arasında
çelişki vardır.
Demek ki, diyalektik, değişmeyi ortaya çıkarır, peki ama
neden şeyler değişirler? Çünkü şeyler, kendi kendileriyle
uyum halinde değildirler, çünkü güçler arasında uzlaşmaz
iç karşıtlıklar arasında savaşım vardır, çünkü çelişki vardır.
İşte diyalektiğin üçüncü yasası: Şeyler değişir, çünkü kendi
kendilerinde çelişkiyi içerirler, kendi içlerinde çelişki
taşırlar.
(Biz, zaman zaman (diyalektik gibi, otodinamizm gibi)
azçok karmaşık sözcükler ya da geleneksel mantığa aykırı
gibi görünen ve anlaması güç terimler kullanmak zorunda
kalıyorsak, bunu, burjuvaziyi örnek aldığımız ve şeyleri yerli
yersiz, herhangi bir neden yokken karmaşıklaştırmayı sevdiğimiz
için yapmıyoruz. (Rene Maublanc'ın La Vie Ouvriere, 14 Ekim
1937'deki makalesine bakınız.) Ama, başlangıç niteliğinde olsa da
bu incelemenin olabildiğince eksiksiz olmasını ve sonra bu
terimleri kullanan Marks, Engels ve Lenin'in felsefe yapıtlarının
daha kolay anlaşılmasını sağlamak istiyoruz. Demek ki,
alışılmamış bir dil kullanmamız gerekiyor, bu dili, bu inceleme
sınırı içinde onu herkesçe anlaşılabilir bir hale getirmeye
çok önem veriyoruz.)
III. OLUMLAMA, YADSIMA VE YADSIMANIN YADSINMASI
Şimdi, burada size evet denildiği ve sizin de hayır
diye yanıtladığınız bir durumu anlatan, sözdeki çelişki ile
şimdi görmüş olduğumuz diyalektik çelişki denilen, yani
olgulardaki,
şeylerdeki çelişki arasında bir ayrım yapmamız
gerekiyor.
Kapitalist toplumun bağrında var olan çelişkiden söz ettiğimiz
zaman, bu, bazı teoriler hakkında bazılarının evet, bazılarının
hayır dediği anlamda bir çelişki değildir; bu, olgularda
bir çelişki var demektir, birbiriyle çatışan savaşım veren
gerçek güçler var demektir: burada önce kendini olumlamaya
yönelik güç, kendini korumayı sürdürmeye yönelik güç
vardır, bu, burjuva sınıfıdır; sonra burjuva sınıfının
yadsınmasına
yönelik ikinci bir toplumsal güç vardır, bu da proletaryadır.
Öyleyse çelişki olgulardadır, çünkü burjuvazi kendi
karşıtını, yani proletaryayı yaratmaksızın var olamaz.
Marks'ın dediği gibi; burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce,
kendi mezar kazıcılarıdır. (Karl Marks-Friedrich Engels, Komünist
Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Sol Yayınları, Ankara 1993,
s. 122.)
Buna engel olmak için, burjuvazinin, kendi kendisi olmaktan
vazgeçmesi gerekirdi ki, bu da saçma bir şey olurdu.
Öyleyse kendi kendini olumlarken, kendi yadsımasını
yaratır.
Bir tavuğun yumurtladığı ve üzerinde kuluçkaya yattığı
bir yumurta örneğini alalım: görürüz ki, yumurtanın içinde
belirli bir ısıda ve belirli bazı koşullar altında gelişen bir
tohum germe) bulunur. Bu tohum, gelişerek, bir civciv verecektir.
Bu tohum, daha şimdiden yumurtanın yadsınmasıdır.
Böylece, çok iyi görüyoruz ki, yumurtanın içinde iki güç var: Onu yumurta kalmaya doğru çeken güç ve civciv olmaya doğru
çeken güç. Öyleyse yumurta, kendi kendisi ile uyumsuzluk
içindedir ve her şey, kendi kendisi ile uyumsuzluk içindedir.
Bu, insana, kavranması güç bir şey gibi gelir, çünkü biz
metafizik düşünüş tarzına alışmışızdır ve bunun içindir ki,
şeyleri kendi gerçeklikleri içinde görmeye yeni baştan alışmak
için bir çaba harcamalıyız.
Bir şey, yadsımadan çıkan bir olumlama olarak başlar.
Civciv, yumurtanın yadsınmasından çıkmış bir olumlamadır.
Bu, sürecin bir evresidir ama tavuğun kendisi de civcivin
değişmesi, başka bir hale dönüşmesi olacaktır ve bu dönüşmenin
ortasında civcivin tavuk olması için savaşım veren
güçler ile civcivin civciv kalması için savaşım veren güçler
arasında bir çelişki olacaktır. Demek ki, tavuk civcivin
yadsınması olacaktır; civciv ise, yumurtanın yadsınmasından
gelmektedir.
Öyleyse, tavuk, yadsımanın yadsınması olacaktır ve bu
diyalektik evrelerin genel gidişi işte böyledir.
1. Olumlama ya da Tez.
2. Yadsıma ya da Karşı-tez.
3. Yadsımanın yadsınması ya da Sentez.
Bu üç sözcük, diyalektik gelişimi özetler. Bunlar, evrelerin
ardı ardına zincirlenişini betimlemek ve bir evre'nin, kendinden
önceki evre'nin yıkımı olduğunu göstermek için kullanılırlar.
Yıkım, bir yadsımadır. Civciv meydana gelirken yumurtayı
kırdığına göre, civciv, yumurtanın yadsınmasıdır. Buğday
başağı, gene aynı şekilde buğday tanesinin yadsınmasıdır.
Tane, toprakta filizlenecektir. Bu filizlenme buğday tanesinin
yadsınmasıdır; buğday bitki verecek ve bu bitki çiçek
açacak ve buğday başağını verecektir; bu başak ise bitkinin
yadsınması ya da yadsımanın yadsınması olacaktır. Böylece,
görüyoruz ki, diyalektiğin sözünü ettiği yadsıma, yıkımdan
söz etmenin özetlenmiş bir biçimidir. Yok olanın, yıkılmış
olanın yadsınması vardır.
1. Feodalizm, köleciliğin yadsınması oldu.
2. Kapitalizm, feodalizmin yadsınmasıdır.
3. Sosyalizm, kapitalizmin yadsınmasıdır
Çelişki yönünden, sözdeki, çelişki ile mantık çelişkisi
arasında bir ayrım yaptığımız gibi, hayır denen sözdeki
yadsıma ile yıkım demek olan diyalektik yadsıma arasında
bir ayrım olduğunu çok iyi bilmeliyiz.
Ancak yadsıma, yıkım demekse de burada herhangi sıradan
bir yıkım değil ama diyalektik bir yıkım söz konusudur.
Bunun gibi, bir pireyi parmaklarımız arasında ezdiğimiz zaman,
o, bir iç yıkımla, diyalektik bir yadsıma ile ölmez.
Onun ölümü, otodinamik aşamaların bir sonucu değildir;
salt mekanik bir değişikliğin sonucudur.
Yıkım, ancak bir olumlama ürünü ise, bir olumlamadan
çıkıyorsa, bir yadsıma demektir. Bunun gibi, kuluçkaya yatırılmış
yumurta, yumurta olan şeyin olumlaması olarak, kendi
yadsımasını doğurur: Civciv olur ve civciv, yumurtanın
kabuğunu kırarak, onu yıkarak, yumurtanın yıkımını ya da
yadsınmasını simgelerle ifade eder.
Civcivde birbirine düşman iki güç görüyoruz: Civciv ve
tavuk; sürecin bu gelişmesi sırasında tavuk yumurtalar
yumurtlayacaktır, bu da yadsımanın yadsınmasıdır. Öyleyse,
bu yeni yumurtalardan; yeni bir süreçler zinciri başlayacaktır.
Buğdayda da aynı şekilde bir olumlama, sonra bir yadsıma
ve bir yadsımanın yadsınmasını görürüz.
Bir başka örnek olarak, materyalist felsefe örneğini vereceğiz.
Başlangıçta, bilisiz olduğu için kendi öz yadsımasını,
yani idealizmi yaratan ilkel, kendiliğinden bir materyalizm buluyoruz ama eski materyalizmi yadsıyan idealizm, kendisi de
çağdaş ya da diyalektik materyalizm tarafından yadsınacaktır,
çünkü felsefe gelişmektedir ve bilimlerle birlikte
idealizmin yıkımına yol açmaktadır. Demek ki, burada da
olumlama, yadsıma ve yadsımanın yadsınmasını buluyoruz.
Bu çevrimi (cycle), toplumun evriminde de saptıyoruz.
Tarihin başlangıcında bir ilkel komünist toplumun, sınıfsız,
toprağın ortak mülkiyetine dayanan bir toplumun
varlığını görüyoruz ama bu mülkiyet biçimi, üretimin gelişmesi
için bir engel oluyor ve kendisi tarafından kendisinin
yadsınmasını, yani sınıflı, özel mülkiyete ve insanın insan oruz:
komünist toplumun zorunluluğu ama başka bir düzeyde;
başlangıçta, bir ürün eksikliğimiz vardı; bugün, çok yükselmiş
bir üretim yeteneğimiz var.
Bu konuda verdiğimiz bütün örneklerle, hep çıkış noktasına
geri geldiğimize ama başka bir düzey üzerinde en yüksek
bir düzey üzerinde (sarmal gelişme) geri geldiğimize dikkat
edelim.
Böylece görüyoruz ki, çelişki, diyalektiğin büyük bir yasasıdır.
Evrim uzlaşmaz karşıt güçlerin savaşımıdır. Şeyler,
yalnız birbirlerine dönüşmekle kalmazlar ama her şey kendi
karşıtına dönüşür. Şeyler kendi kendileriyle uyum içinde değildir,
çünkü şeylerde birbirine karşı güçler arasında savaşım
vardır, çünkü şeylerde bir iç çelişki vardır.
Not: Şuna çok dikkat etmemiz gerekir ki, olumlama,
yadsıma, yadsımanın yadsınması, ancak diyalektik evriminin
uğraklarının özetlenmiş ifadeleridir ve her yerde bu üç
aşamayı bulmak için dünyayı dolanmak gerekmez. Çünkü,
onların hepsini her zaman bulamayacağız ama bazen yalnızca
birinciyi, bazen yalnızca ikinciyi bulacağız, çünkü evrim
bitmiş değildir. Öyleyse, her şeyde bu değişmeleri, böylesine
mekanik biçimde aramamak gerekir. Ancak, özellikle
şunu aklımızda tutalım ki, çelişki, diyalektiğin büyük yasasıdır.
İşin özü budur.
IV. DURUMU GÖZDEN GEÇİRELİM
Daha önceden de biliyoruz ki, diyalektik, iyi gözlemler ve
iyi inceleme yapmamızı sağlayan bir düşünüş, uslamlama,
çözümleme yöntemidir; çünkü diyalektik, her şeyin kaynağını
araştırmaya ve onun tarihini anlatmaya bizi zorlar.
Kuşkusuz, eski düşünüş yöntemi; gördüğümüz gibi, kendi
zamanında zorunlu idi ama, diyalektik yöntemle incelemek,
öğrenmeye çalışmak, yineleyelim, görünüşte hareketsiz
olan her şeyin bir başlangıcı ve bir sonu olduğunu, her şeyde;
son olarak bütün görünüşteki rastlantılara ve geçici geriye
dönüşlere karşın, ilerleyici bir gelişmenin eninde sonunda
belirmeye başladığı bir süreçler zincirinden başka bir şey
olmadığını meydana çıkarmak demektir.
Yalnızca diyalektik, bizim, şeylerin gelişmesini ve evrimini
anlamamıza izin verir; yalnızca o, eski şeylerin yıkımını
ve yenilerinin doğuşunu anlamamızı sağlar. Yalnızca diyalektik,
şeylerin karşıtlardan oluşmuş bütünler olduklarını
bize öğreterek, onların gelişmesini, dönüşümleri içinde anlamamızı
sağlar. Çünkü, diyalektik anlayışa göre, şeylerin doğal
gelişmesi, yani evrim, birbirine karşı güçlerin ve ilkelerin
sürekli savaşımıdır.
Öyleyse, diyalektiğe göre, birinci yasa, hareketin ve değişmenin hiçbir şey olduğu gibi kalmaz, hiçbir şey olduğu
yerde kalmaz. kuralının saptanması, ortaya konulması ise
de şimdi biliyoruz ki, bu yasa; şeylerin yalnız birbirine
dönüşerek
değil ama kendi karşıtlarına dönüşerek değişmesiyle
açıklanır. Demek ki, çelişki, diyalektiğin büyük bir yasasıdır.
Diyalektik görüş açısından çelişkinin ne olduğunu inceledik
ama bazı açıklıklar getirmek ve sakınılması gereken
bazı yanlışları belirtmek için, çelişki üzerinde tekrar
durmalıyız.
Besbelli ki, her şeyden önce, gerçekle uyuşan şu olumlamaya,
yani şeylerin kendi karşıtlarına dönüşmeleri olumlamasına
kendimizi iyice alıştırmalıyız. Kuşkusuz bu, sağduyuya
ters düşer, bizi şaşırtır, çünkü biz, eski metafizik yöntemle
düşünmeye alışmışızdır ama bunun niçin böyle olduğunu
gördük; örnekler yardımıyla, bunun gerçekte böyle
olduğunu ve şeylerin niçin kendi karşıtlarına dönüştüğünü
ayrıntılı bir biçimde gördük.
Onun için, şöyle denebilir ve iddia edilebilir: Eğer şeyler
dönüşüyor, değişiyor ve evrim gösteriyorlarsa, bu, kendi
kendileriyle
çelişki halinde olmalarındandır, kendi içlerinde
kendi karşıtlarını taşımalarındandır, kendi içlerinde karşıtların
birliğini içermelerindendir.
V. KARŞITLARIN BİRLİĞİ
Her şey, bir karşıtlar birliğidir.
Böyle bir şeyi iddia etmek, ilk bakışta, bir saçmalık gibi
görünür. Bir şey ile onun karşıtının ortak herhangi bir yanı
yoktur., genellikle böyle düşünülür ama, diyalektiğe göre,
her şey, aynı zamanda hem kendi kendisi, hem de karşıtıdır;
her şey bir karşıtlar birliğidir ve bunu iyice açıklamamız
gerekir.
Karşıtların birliği, bir metafizikçi için, olanaksız bir şeydir.
Ona göre şeyler, bir tek parçalı ve kendi kendileriyle
uyumlu olarak yapılmışlardır, oysa şimdi biz, tersini iddia
ediyoruz, yani şeyler iki parçadan -kendi kendileri ile kendi
karşıtlarından- yapılmışlardır, şeylerde birbiriyle çatışan
iki güç vardır, çünkü şeyler kendi kendileriyle uyumlu değildir;
kendi kendileriyle çelişki halindedir, diyoruz.
Bilgisizlik ve bilim örneğini, yani bilgi örneğini alırsak,
biliyoruz ki, bunlar metafizik görüş açısından tümüyle birbirine
karşı ve birbirinin karşıtı olan iki şeydir. Bilgisiz bir
kişi, bilgin değildir; bilgin bir kişi ise, bilgisiz değildir.
Bununla birlikte, eğer olgulara bakarsak, bu iki şeyin
böylesine katı bir karşıtlığa yer vermediğini görürüz. Görürüz
ki, önce bilgisizlik egemendi, sonra bilim geldi; burada da
bir şeyin kendi karşıtına, bilgisizliğin bilime dönüştüğünü
saptıyoruz.
Bilimsiz bilgisizlik, yüzde-yüz bilgisizlik yoktur. Bir birey,
ne kadar bilgisiz olursa olsun, en azından nesneleri, yiyeceğini
tanımasını bilir; hiçbir zaman mutlak bir bilgisizlik
yoktur; bilgisizlik içinde her zaman bir bilim payı vardır. Bilim,
daha tohum halinde bilgisizliğin içinde vardır; öyleyse,
bir şeyin karşıtının, o şeyin kendi içinde olduğunu iddia etmek
doğrudur.
Şimdi de bilimi görelim. Yüzde-yüz bir bilim olabilir mi?
Hayır. Her zaman bilinmeyen bir şey vardır. Lenin, bilginin
konusu tükenmez. der; bu demektir ki, her zaman öğrenilecek
bir şey vardır. Mutlak bilim yoktur. Her bilgi, her bilim,
bir bilgisizlik payı içerir. (Bilimlerin tarihi, yanılgının
ilerletici dıştalanmasının tarihidir, yani yanılgının yerini
başka yeni bir yanılgının ama gittikçe daha az saçma olan
bir yanılgının almasının tarihidir. (Engels).)
Gerçekte var olan bilim ile bilgisizliğin bir karışımı, göreli
bir bilgisizlik ve göreli bir bilimdir.
Öyleyse, burada bu örnekte saptadığımız, şeylerin kendi
karşıtlarına dönüşmeleri değil ama aynı şeyde karşıtlarının
ya da karşıtların birliğinin varlığıdır.
Daha önce gördüğümüz örnekleri yeniden alabiliriz: Yaşam
ve ölüm, gerçek olan ve yanlış olan örneklerinde birinde
ve ötekinde; her şey olduğu gibi bir karşıtların birliğinin
var olduğunu, yani her şeyin aynı zamanda hem kendi kendini,
hem de karşıtını içinde taşıdığını gördük. Bunun için Engels
diyecektir ki:
Oysa araştırmada hiç şaşmadan daima bu görüş açısından
yola çıkılırsa, artık bir daha kesin çözümler ve sonsuz
gerçekler istemekten kesin olarak vazgeçilir; her zaman edinilen
her bilginin zorunlu olarak sınırlı olma niteliğinin ve
bu bilginin, içinde kazanılmış olduğu koşullara bağımlılığının
bilincinde olunur; hala geçerli olan eski metafiziğin, doğru
ve yanlış, iyi ve kötü, özdeş ve değişik, zorunlu ve olumsal
gibi giderilemez karşıtlıklarının zorunlu etkisinden de
kaçınılabilir
artık; bilinir ki bu karşıtlıkların ancak göreli bir değerleri
vardır, şimdi doğru olarak tanınan şeyin gizli bir yanlış
yanı da vardır ve bu, daha sonra ortaya çıkacaktır, tıpkı
şimdilik yanlış tanınanın da doğru bir yanı olduğu ve bu
doğru yanı yüzünden daha önce doğru sayılır olduğu gibi.
(F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi'nin
Sonu, s. 43.)
Engels'in bu metni, diyalektiği ve karşıtların birliğinin
gerçek anlamını nasıl anlatmak gerektiğini, bize çok iyi
göstermektedir.
VI. SAKINILACAK YANLIŞLAR
Yanlış anlamalara meydan vermemek için, diyalektiğin
büyük yasası çelişkiyi, çok iyi açıklamak gerekir.
Her şeyden önce, onu, mekanik bir biçimde anlamamalıdır.
Her bilgide gerçeklik artı yanılgı ya da doğru artı yanlış
bulunduğunu düşünmemek gerekir.
Bu yasa, böyle uygulansaydı, her düşüncede her kanıda
bir doğru yan artı bir yanlış yan vardır, yanlış olanı çıkaralım,
geriye doğru olan kalır, bu da iyidir diyenlere hak verilirdi.
Bu, sözde-Marksist bazı çevrelerce söylenir; bu çevreler
şöyle düşünür: Marksizm, kapitalizmde ekonomik yaşamı ellerinde
tutan fabrikalar, tröstler, bankalar bulunduğunu
göstermekte haklıdır; Marksizm, bu ekonomik yaşamın kötü
gittiğini söylemekte haklıdır ama Marksizm’de yanlış olan,
ekleyelim ki, sınıf savaşımıdır; sınıf savaşımı teorisini bir
yana bırakalım, bakın nasıl iyi bir öğretimiz olacak. Gene
denir ki, toplumun incelenmesine uygulanan Marksizm haklıdır,
doğrudur ama ne diye diyalektiği karıştırmalı buna?
İşte bu yanlış yanı, diyalektiği kaldıralım, Marksizm’in geri
kalanını doğru olarak saklayalım!
Bunlar, karşıtların birliğinin, mekanik yorumlarıdır.
İşte başka bir örnek daha: Proudhon, bu karşıtlar teorisini
öğrendikten sonra, her şeyde bir iyi, bir de kötü yan olduğunu
düşünüyordu. Bunun için, toplumda burjuvazinin ve
proletaryanın bulunduğunu belirterek, kötü olanı, yani
proletaryayı
kaldıralım, diyordu. Böylece, parçalı (parcellaire)
mülkiyeti yaratacak, yani proleterlere mülk sahibi olma olanağını
verecek olan krediler sistemini kurdu; artık, böylelikle,
yalnız burjuvalar olacaktı ve toplum da iyi olacaktı.
Bununla birlikte, biz çok iyi biliyoruz ki, burjuvasız
proletarya yoktur ve burjuvazi, ancak proletarya ile vardır:
bunlar, birbirinden ayrılamayan iki karşıttırlar. Bu karşıtların
birliği, içte olan, gerçek bir birliktir, ayrılmaz bir birliktir.
Öyleyse, karşıtları ortadan kaldırmak, onları birbirinden
kesip ayırmak yeterli değildir. İnsanın insan tarafından
sömürüsüne
dayanan bir toplumda zorunlu olarak birbiriyle
uzlaşmaz iki sınıf vardır: antikçağda efendiler ve köleler,
ortaçağda
senyörler ve serfler, bugün de burjuvazi ve proletarya.
Kapitalist toplumu kaldırmak için sınıfsız toplumu kurmak
için, hem burjuvaziyi, hem de proletaryayı kaldırmak
gerekir - özgür insanlara, maddi bakımdan ve kafa bakımından
daha gelişmiş bir toplum yaratma olanağını sağlamak
ve hasımlarının ileri sürdükleri gibi yoksullukta eşitlikçi
bir komünizm yaratmak için değil, üstün toplum biçimine
doğru yol almak için.
Demek ki, karşıtların birliğini açıkladığımız ya da onu
bir örneğe, bir incelemeye uyguladığımız zaman, çok dikkat
etmek zorundayız. Her yerde ve her zaman, örneğin, yadsımanın
yadsınmasını bulmak ve mekanik bir biçimde uygulamak
istemekten her yerde ve her zaman karşıtların birliğini
görmek istemekten kaçınmalıdır; çünkü bizim bilgilerimiz,
genellikle çok sınırlıdır ve bizi çıkmaza sürükleyebilir.
Önemli olan ilke şudur: Diyalektik ve diyalektiğin yasaları,
şeylerin evrimini ve bu evrimi belirleyen güçleri, yani
karşıtları bulup ortaya çıkarmak için, bizi, şeyleri incelemeye
zorlar. Demek ki, şeylerin içinde saklı bulunan karşıtların
birliğini incelememiz gerekir ve bu karşıtların birliği, bir
olumlama, hiçbir zaman mutlak bir olumlama değildir, çünkü
o kendi içinde bir yadsıma payını içerir, demeye gelir.
İşte işin özü budur: Şeyler, kendi öz karşıtlarını içlerinde
taşıdıkları içindir ki, değişir, başka şeye dönüşürler. Yadsıma
çözücüdür (dissolvant), o olmasaydı, şeyler değişmeyeceklerdi ve gerçekte şeyler, dönüştüklerine göre, kendi içlerinde
çözücü bir ilke taşıyor olmaları gerekir. Şeylerin değiştiğini
gördüğümüze göre, böyle çözücü bir ilkenin varlığını önceden
kabul edebiliriz ama şeyin kendisini inceden inceye incelemeden
bu ilkeyi bulup çıkaramayız, çünkü bu ilke, her
şeyde aynı görünüme sahip değildir.
VII. DİYALEKTİĞİN PRATİK SONUÇLARI
O halde diyalektik, pratikte, bizi şeyleri yalnızca bir tek
yanıyla değil ama her iki yanıyla dikkate almaya, yanlışsız
doğruyu; bilgisiz bilimi asla düşünmemeye zorlar. Metafiziğin
büyük yanılgısı, şeyleri yalnızca bir yanıyla düşünmek
tek yanlı yargılamaktır ve biz, şeyleri, tek yanından gördüğümüz
ölçüde yanlışlar yaparız ve çok sık yanlış yapıyorsak,
bu, tek yanlı düşünüş tarzını tutmamızdandır.
İdealist felsefe, dünyanın yalnızca insanların fikirlerinde
olduğunu ileri sürerse, gerçekten de yalnızca bizim düşüncemizde
bulunan şeylerin var olduğunu kabul etmek gerekir.
Doğrudur bu ama idealizm tek yanlıdır, (sorunun) yalnız bu
yanını görür. O, yalnızca, gerçekte olmayan şeyleri türeten
insanı görür ve bundan, bizim fikirlerimizin dışında hiçbir
şeyin var olmadığı sonucuna varır. İdealizm, insanın bu yetisini
belirtmekte haklıdır ama pratiğin ölçütünü uygulamadığından,
yalnızca bunu görür.
Metafizik materyalizm de yanılır, çünkü o da yalnızca
sorunların tek yanını görür. Evreni bir mekanik gibi görür.
Mekanik bilimi var mıdır? Evet! Büyük bir rol oynar mı?
Evet! Şu halde metafizik materyalizm bunu söylemekte haklıdır
ama yalnız mekanik hareketi görmek, bir yanılgıdır.
Biz, doğal olarak şeylerin ve insanların yalnız bir tek
yanlarını görmeye sürüklenmişizdir. Bir arkadaşımıza değer
biçerken, hemen hemen her zaman onun yalnız iyi ya da
kötü yanını görürüz. Birini de ötekini de görmek gerekir,
yoksa örgütler içinde kadrolar oluşturmak olanaklı olmazdı.
Siyasal pratikte, tek yanlı yargılama yöntemi sekterlikle
sonuçlanır.
Gerici bir örgütten bir hasımla karşılaştığımızda
onun hakkında liderlerine göre karar veririz ama bununla
birlikte, o, dertli, kırgın, saf, küçük bir memur olabilir ve
biz, onu, büyük bir faşist patron gibi düşünmemeliyiz. Bu
düşünme yöntemi, patronların kendilerine de uygulanabilir;
onlar bize kötü görünüyorlarsa da kendileri de toplum yapısının
baskısı altındadırlar, başka toplumsal koşullarda başka
türlü olabilirlerdi.
Eğer karşıtların birliğini düşünürsek, şeyleri çeşitli yönleriyle
ele alırız. Öyleyse görürüz ki, bu, gerici, bir yanıyla
gericidir ama öteki yanıyla bir emekçidir ve onda bir çelişki
vardır. Bu durumda o örgüte neden katıldığı aranır ve bulunur
ve gene, o örgüte neden katılmaması gerektiği araştırılır.
Ve böylece, daha az sekter olan bir biçimde değerlendirir
ve tartışırız.
Öyleyse diyalektiğe uygun olarak, şeyleri, görülebilen bütün
açılardan dikkate almalıyız.
Teorik sonuç olarak ve özetlemek için diyeceğiz ki: Şeyler
değişirler, çünkü bir iç çelişkiyi (kendi kendilerini ve kendi
karşıtlarını) içlerinde bulundururlar. Karşıtlar çatışma
halindedirler
ve değişmeler bu çatışmalardan doğar; böylece
değişme, çatışmanın çözümüdür.
Kapitalizm de proletarya ile burjuvazi arasındaki bu iç
çelişkiyi, bu çatışmayı içinde taşır; değişme, çatışma ile
açıklanır
ve kapitalist toplumun sosyalist topluma dönüşmesi çatışmanın
ortadan kaldırılmasıdır.
Çelişki olan her yerde değişme vardır, hareket vardır.
Çelişki olumlamanın yadsınmasıdır ve üçüncü basamak
yadsımanın yadsınması elde edildiğinde çözüm ortaya çıkar,
çünkü, bu anda çelişkinin nedeni elenmiş, aşılmıştır.
Öyleyse denilebilir ki, bilimler yani kimya, fizik, biyoloji,
vb. kendi özel değişme yasalarını inceliyorlarsa, diyalektik
de daha genel değişme yasalarını inceler. Engels diyor ki:
Gerçekte diyalektik, doğanın, insan toplumunun ve düşüncenin
genel hareket ve gelişme yasaları biliminden başka
bir şey değildir. (Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 218.)
OKUMA PARÇALARI
-
Friedrich Engels, Anti-Dühring, Onüçüncü Bölüm, Diyalektik
Yadsımanın Yadsınması; Ondördüncü Bölüm, Sonuç s. 204-223.
-
V. İ. Lenin, Karl Marks -Diyalektik-. (Bkz: Marks-
Engels-Marksizm, Sol Yayınları, Ankara 1990, s. 21-24.)
BEŞİNCİ BÖLÜM
DÖRDÜNCÜ YASA:
NİCELİĞİN NİTELİĞE DÖNÜŞMESİ YA DA
SIÇRAMALI İLERLEME YASASI
I. Reformlar mı, devrim mi?
1. Siyasal kanıtlama.
2. Tarihsel kanıtlama.
3. Bilimsel kanıtlama.
II. Tarihsel materyalizm.
1. Tarihi nasıl açıklamak gerekir?
2. Tarih insanların eseridir.
Diyalektiğin tarihe uygulanması sorununu ele almadan
önce, diyalektiğin son bir yasasını incelememiz gerekiyor.
Bu inceleme, bize, yadsımanın yadsınmasının ne olduğunu
ve karşıtların birliğinin ne olduğunu daha önce gördüğümüz
için, kolay gelecektir.
Her zamanki gibi, gene örneklerle başlayalım.
I. REFORMLAR MI, DEVRİM Mİ?
Toplumdan söz edilirken şöyle denir: reformlar mı yapmalı,
yoksa devrim mi? Kapitalist toplumu, sosyalist topluma
dönüştürmek için, bu amaca, birbirini izleyen reformlarla mı,
yoksa ani bir dönüşümle, yani devrimle mi ulaşmak
gerekeceği konusunda tartışılır.
Bu sorun karşısında daha önce öğrendiklerimizi anımsayalım.
Her dönüşüm, birbirine karşı güçlerin savaşımıdır.
Eğer bir şey gelişiyorsa, bu, her şey bir karşıtlar birliği
olduğuna
göre, kendi içinde kendi karşıtını taşımasındandır.
Karşıtların savaşımı ve bir şeyin başka bir şeye dönüşmesi
saptanılır. Peki bu dönüşüm nasıl olur? Burada yeni bir sorun
ortaya çıkar. Düşünülebilinir ki, bu dönüşüm, azar azar,
bir dizi küçük dönüşümlerle gerçekleşir: yeşil elma, ilerleyen
bir dizi küçük değişikliklerle olgun elma haline dönüşür.
Pek çok kişi, bunun gibi, toplumun yavaş yavaş dönüştüğünü,
bir dizi böyle küçük dönüşümlerin sonucu olarak kapitalist
toplumun, sosyalist topluma dönüşeceğini düşünür. Bu
küçük dönüşümler, reformlardır ve bunların tümü, bu derece
derece gerçekleşen küçük değişimlerin toplamı, bize, yeni
bir toplum verecektir.
Bu teoriye, reformculuk denir. Bu teorilerden yana olanlara
da reformlar istedikleri için değil, reformların yeterli olduğunu
ve bu reformların birikerek yavaş yavaş belli olmadan
toplumu dönüştüreceğini düşündükleri için, reformcu
adı verilir.
Bu teorinin, ne derece doğru olduğunu araştıralım:
1. Siyasal kanıtlama: Olaylara, yani başka ülkelerde yapılanlara
bakarsak, bu sistemin, denendiği yerlerde başarılı
olmadığını görürüz. Kapitalist toplumun dönüşümü bir tek
ülkede başarılmıştır: SSCB'de; ve görüyoruz ki, bu, orada da
bir dizi reformlarla değil, devrimle olmuştur.
2. Tarihsel kanıtlama: Genel bir biçimde şeylerin, küçük
değişikliklerle, reformlarla dönüştükleri doğru mudur?
Gene olaylara bakalım. Tarihsel değişmeleri incelersek,
bunların belirsizce oluşmadığını ve sürekli olmadığını görürüz.
Bir an gelir, değişme, küçük değişiklikler yerine, ani bir
sıçrayışla yapılır.
Toplumlar tarihinde. kaydettiğimiz çarpıcı olaylar, ani
değişiklikler, devrimlerdir. Diyalektiği bilmeyenler bile,
zamanımızda tarihte zorlu değişmelerin meydana gelmiş olduğunu
bilirler; bununla birlikte, 17. yüzyıla kadar, doğanın
sıçramalar yapmadığı, atlamalar yapmadığı sanılıyordu;
değişmelerin
sürekliliği içindeki ani değişiklikleri görmek istemiyorlardı.
Ama bilim işin içine karıştı ve olgular gösterdi
ki, değişmeler ani olmaktadır. 1789 Devrimi, insanların gözlerini
daha iyi açtı; bu devrimin kendisi, geçmişle ansızın
kopmanın apaçık bir örneğiydi ve bundan sonra, tarihin bütün
kesin belirleyici aşamalarının, önemli, sert, ani altüst
oluşlar olduğunun farkına varıldı. Örneğin: şu ve bu devlet
arasındakiler ne kadar dostça olursa olsun, giderek soğuyor,
gerginleşiyor, iyice kötüleşiyor, bir düşmanlık niteliği
kazanıyordu
- ve olayların sürekliliğinde ani kopuş, yani savaş
geliyordu. Ya da Almanya'da 1914-1918 Savaşından sonra,
faşizm derece derece yükseldi, sonra bir gün Hitler iktidarı
aldı: Almanya yeni bir tarihsel aşamaya girdi.
Bugün, bu ani değişiklikleri yadsımayanlar, ileri sürerler
ki, bunlar ilineklerdir; bir ilinek, olan ve olmayabilir olan
bir şeydir.
Toplumların tarihindeki devrimler işte böyle açıklanır.
Onlar birer rastlantıdır. Örneğin Fransa tarihiyle ilgili olarak,
Fransız Devriminin meydana gelişi, XVI. Louis'nin zihniyetiyle
ve zayıf, yumuşak bir adam olmasıyla açıklanır;
güçlü bir adam olsaydı, bu devrim olmayacaktı denir: Hatta,
eğer, Varennes'deki yemeği o kadar uzun sürmeseydi onu
tutuklayamayacaklardı ve tarihin akışı değişmiş olacaktı,
diye
yazılır. Demek ki, Fransız devrimi bir rastlantıdır, denir.
Diyalektik; tersine, devrimlerin zorunluluğunu kabul
eder. Elbette ki, sürekli değişmeler vardır ama bunlar, birikerek,
sonunda ani değişiklikler meydana getirmeye başlarlar.
3. Bilimsel kanıtlama: Su örneğini alalım. Sıfır dereceden
başlayalım ve suyun ısısını, 1, 2, 3 derecelerden 98 dereceye
kadar yükseltelim: değişme süreklidir ama bu böyle
sonsuzcasına sürebilir mi? Daha çıkalım, 99 dereceye gelelim;
ama 100 dereceye geldik mi ani bir değişme göreceğiz:
su, buhar haline dönüşür.
Eğer ters yönde 99 dereceden 0 dereceye doğru inersek,
gene sürekli bir değişme olacak ama bu yönde de sonsuzcasına
inemeyiz, çünkü 0 derecede su, buz haline dönüşür.
1 dereceden 99 dereceye kadar su, daima su olarak kalır,
yalnızca ısısı değişir. Bu, nicel değişiklik denilen değişmedir
ve ne kadar? sorusuna, yani suda ne kadar ısı var, sorusuna
karşılık verir ama su, buz ya da su buharı haline dönüştüğü
zaman, burada bir nitel değişiklik vardır, bir nitelik
değişmesi olmuştur. O, artık su değildir, buz ya da buhar
olmuştur.
Bir şeyin yapısı değişmediği zaman, nicel bir değişiklik
vardır (su örneğinde ısının bir derece değişmesi, bir yapı
değişmesi
olmadığı gibi) ama şey, yapısını değiştirirse, yani
şey başka bir şey olursa, buradaki değişme nitel değişikliktir.
Öyleyse görüyoruz ki, şeylerin evrimi sonsuzcasına nicel
olamaz; şeyler dönüşürken, sonunda nitel bir değişikliğe uğrarlar:
Nicelik, nitelik haline dönüşür. Bu, genel bir yasadır ama gene her zaman olduğu gibi, yalnızca bu soyut formülle
yetinmemek gerekir.
Engels, Anti-Dühring'in Diyalektik, Nicelik ve Nitelik
bölümünde doğa bilimlerinde olduğu gibi, her şeyde nicel
değişmenin bazı noktalarında birdenbire nitel bir dönüşümün
oluştuğu yasasının şaşmazlığının, doğruluğunun gerçeklendiğini
bize anlatacak pek çok örnek verir.
İşte Fransız Ansiklopedisi'nin VII. cildinde H. Wallon'un
(Engels'i kaynak göstererek) verdiği yeni bir örnek: Sinirsel
enerji bir çocukta birikerek gülmeye yol açar ama eğer gülme
büyümeye devam ederse, gözyaşı krizine dönüşür; böylece
çocuklar coşarlar, aşırı uyarılmış bir duruma gelirler, fazla
gülerler ve sonunda ağlamaya başlarlar.
Son olarak, iyi bilinen bir örneği, herhangi bir seçim için
adaylığını koyan bir adam örneğini vereceğiz. Eğer salt çoğunluğu
elde etmek için 4 bin 500 oy gerekli ise, aday 4 bin 499 oyla
seçilmemiş olur; bir adaydı, bir aday olarak kalır. Bir oy
daha aldığında bu nicel değişiklik, nitel bir değişmeyi belirler;
çünkü adayken, seçilmiş olur.
Bu yasa, reformlar mı, devrim mi sorusunun çözümünü
getirir bize. Reformcu şöyle der: Ancak rastlantılar sonucu
olabilir şeyler istiyorsunuz, ütopyacısınız siz. Olmayacak
şeyleri düşleyenlerin kimler olduğunu, bu yasa, bize, çok iyi
gösteriyor. Doğa olaylarının ve bilimin incelenmesi bize gösterir
ki, değişmeler sonsuzcasına sürekli değildir ama belirli
bir anda değişme, ani olur. Bunu, biz keyfimize bağlı olarak
ileri sürmüyoruz; bunu, bilim, doğa, gerçek ortaya çıkarıyor.
Bu ani değişiklikte, bizim nasıl bir rol oynadığımız sorulabilir.
Diyalektiği tarihe uygulayarak, bu soruyu yanıtlayacak
ve bu sorunu geliştireceğiz. İşte diyalektik materyalizmin
çok ünlü bir bölümüne, tarihsel materyalizme gelmiş bulunuyoruz.
II. TARİHSEL MATERYALİZM
Tarihsel materyalizm nedir? Diyalektiğin ne olduğu bilindiğine
göre, tarihsel materyalizm, kısaca, bu diyalektik
yöntemin insan toplumlarının tarihine uygulanmasıdır, diyebiliriz.
Bunu iyi anlamak için, tarihin ne olduğunu belirtmek gerekir.
Tarih diyen, değişme ve toplumda değişme der. Toplumun
bir tarihi vardır ve o, bu tarih boyunca, sürekli olarak
değişir; biz, bu akış içinde büyük olayların ortaya çıktığını
görüyoruz. O zaman şöyle bir durum ortaya çıkar. Mademki,
tarihte, toplumlar değişiyor, bu değişiklikler nasıl açıklanır?
1. Tarih nasıl açıklanır?
İnsan kendi kendine şöyle sorar: Savaşların yeniden ortaya
çıkmasının nedeni ne olabilir? İnsanlar, barış içinde
yaşayabilmeliydiler!
Bu sorulara materyalistçe yanıtlar vereceğiz.
Savaş, bir kardinalin açıklamasına göre Tanrının bir cezasıdır;
bu, idealistçe bir yanıttır, çünkü olayları, Tanrı ile
açıklamaktadır; bu, tarihi, ruh yoluyla açıklamak demektir.
Buna göre, tarihi yaratan ve yapan ruhtur.
Tanrısal iradeden söz etmek de gene idealistçe bir yanıttır.
Hitler de Mein Kampında tarih, Tanrısal iradenin eseridir
diyor bize ve doğum yerini Avusturya sınırına koyduğu
için bu iradeye teşekkür ediyor.
Tanrıyı ya da Tanrısal iradeyi, tarihin sorumlusu olarak
göstermek, kolay bir teoridir: İnsanlar hiçbir şey yapamazlar
ve dolayısıyla, savaş karşısında elimizden hiçbir şey gelmez,
buna razı olmak gerekir!
Bilimsel açıdan, böyle bir teoriyi savunabilir miyiz? Bu
teorinin tanıtını, olgularda bulabilir miyiz? Hayır.
Materyalist, bu tartışmada ilkin, tarihin, Tanrı'nın eseri
olmadığını ama insanların eseri olduğunu olumlar. Öyleyse,
insanlar, tarih üzerinde etkili olabilirler ve savaşı
önleyebilirler.
2. Tarih insanların eseridir.
İnsanlar, her biri bilinçli olarak istedikleri kendi amaçlarını
izleyerek, bu tarih nasıl bir biçim alırsa alsın, kendi
tarihlerini yaparlar ve işte bu başka başka doğrultularda
etki yapan sayısız iradenin ve bunların dış dünya üzerindeki
çeşitli yankılarının bileşkesi, tarihi oluşturur. Öyleyse burada
da önemli olan sayısız bireyin ne istediğidir. İrade tutku
ile ya da düşünme ile belirlenir ama, kendileri de doğrudan
tutkuyu ya da düşünmeyi belirleyen araçlar çok değişik
niteliktedir. Öte yandan, etkin insanların beyinlerinde hangi
tarihsel nedenlerin bu güdülere dönüştüğünü kendi kendine
sorabilir insan. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik
Alman Felsefesinin Sonu, s. 47.)
Engels'in bu metni, bize, insanların, kendi iradelerine
göre davrandıklarını ama bu iradelerin hep aynı yönde olmadığını
söylüyor. Öyleyse insanların eylemlerini belirleyen,
bunları yapan nedir? Onların iradeleri, niçin aynı yönde olmuyor?
Bazı idealistler, tarihi, insanların eylemleri yapar ve bu
eylem onların iradesinin sonucudur demeye razı olacaklardır:
bu, işi, eylemi belirleyen iradedir, bizim irademizi belirleyen
ise düşüncelerimiz ya da duygularımızdır. Bunun arkasında
şu süreci buluyoruz: Fikir-irade-eylem ve işi, eylemi
açıklamak için, belirleyici neden olan fikri araştırmak üzere
ters bir yön izleyeceğiz.
Burada hemen belirtelim ki, büyük adamların ve öğretilerin
etkisi yadsınamaz ama bunu açıklamaya gerek vardır.
Bunu açıklayan, fikir-irade-eylem süreci değildir. Bunun
gibi, bazıları, 18. yüzyılda Diderot ve ansiklopedicilerin,
halk içinde insan hakları teorisini yayarak, bu fikirlerle
insanların
iradesini ayarttıklarını ve onları kazandıklarını, bu
insanların da sonuç olarak, devrimi yaptıklarını ileri sürerler;
aynı şekilde SSCB'de de Lenin'in fikirleri yayılmıştı, insanlar
bu fikirlere uygun olarak davrandılar, eylemde bulundular,
derler. Bundan, devrimci fikirler olmasaydı, devrim
de olmazdı sonucu çıkar. Bu görüş, tarihin devindirici gücü
büyük önderlerin fikirleridir, tarihi büyük önderler yapar diyen
görüştür. Action Française'in formülünü bilirsiniz:
Fransa'yı 40 kral yaptı; öte yandan, kralların pek fazla fikirleri
olmadığı da eklenebilirdi.
Bu soru hakkında materyalist bakış açısı nedir?
18. yüzyıl materyalizmi ile çağdaş materyalizm arasında
birçok ortak noktalar bulunduğunu ama eski materyalizmin
idealist bir tarih teorisi olduğunu görmüştük.
İster açıkça idealist olsun, ister tutarsız bir materyalizmin
arkasına gizlenerek idealist olsun, şimdi gördüğümüz ve
tarihi açıklama havasındaki idealist teori, hiçbir şeyi açıklamaz.
Çünkü, eyleme iten nedir?
Eski materyalizm diyor Engels her şeyi eylemin güdülerine
göre yargılar, tarihsel bir etki oluşturan insanları soylu
olan ve soylu-olmayan ruhlar olarak ayırır ve sonra da
düzenli olarak soyluların hep aldandıklarını, soylu olmayanların
da galip geldiklerini saptar, eski materyalizme göre tarihin
incelenmesinden hiçbir ders alınamayacağı düşüncesi
de bundan ileri gelir ve bize göre ise, tarih alanında; eski
materyalizm kendi kendisiyle uyumlu değildir, çünkü devindirici
güçlerin ardında ne olduğunu, devindirici güçlerin kendi
devindiricilerinin de neler olduklarını inceleyeceğine, tarihte
etkin ülküsel (ideales) devindirici güçleri son nedenler
olarak alır. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman
Felsefesinin Sonu, s. 47-48.)
İrade fikirler, ileri sürülür ama niçin 18. yüzyılın filozofları,
açıkça bu fikirdeydiler? Eğer Marksizm’i ortaya koymaya
çalışsalardı, onları kimse dinlemezdi, çünkü o çağda
insanlar, bunu kavrayamazdı. Yalnız fikirlerin verilmesi yetmiyor,
bunların kavranılması da gerekir; öyleyse fikirleri kabul
edecek ve ayrıca onlara biçim verecek belirli çağlar vardır.
Daima söylüyoruz ki, fikirlerin büyük bir önemi vardır,
ama onların nereden geldiğini görebilmeliyiz.
Şu halde bu fikirleri veren nedenlerin neler olduğunu,
son tahlilde tarihin devindirici güçlerinin neler olduğunu
araştırmalıyız.
OKUMA PARÇALARI
-
Friedrich Engels, Anti-Dühring, Onikinci Bölüm, Diyalektik,
Nicelik ve Nitelik, s. 191-203.
-
V. İ. Lenin, Diyalektik Sorunu Üzerine, Materyalizm ve
Ampiryokritisizm, s. 412-418.
-
F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin
Sonu, Dördüncü Bölüm, Diyalektik Materyalizm, s. 40 vd.. |
|
1
2
3
4
5
6
7-Dizin |
|
|
|
|
|
|
|