...................
FELSEFENİN BAŞLANGIÇ İLKELERİ   -4

Georges Politzer
Çeviri: Sevim Belli

                         
...................
...................
DÖRDÜNCÜ KISIM

DİYALEKTİĞİN İNCELENMESİ

BİRİNCİ BÖLÜM

DİYALEKTİĞİN İNCELENMESİNE GİRİŞ


I.
Hazırlayıcı uyarılar.
II. Diyalektik yöntem nereden doğmuştur?
III. Diyalektik, uzun zaman, niçin metafizik anlayışın baskısı altında kaldı?
IV. 18. yüzyıl materyalizmi niçin metafizikti?
V. Diyalektik materyalizm nasıl doğdu: Hegel ve Marks.


I. HAZIRLAYICI UYARILAR

Diyalektikten, bazen, gizemli bir şey gibi söz edilir ve o, karmaşık herhangi bir şey gibi gösterilir. Diyalektik iyi bilinmediği için, ondan gelişigüzel söz edildiği de olur. Bütün bunlar, can sıkıcıdır ve sakınılması gereken yanlışlara neden olurlar.

Sözcüğün kaynak anlamına bakıldığında diyalektik terimi, yalnızca tartışma sanatı demektir ve uzun uzun tartışan insan için kullanıldığında da bu anlam anlaşılır; ve gene sözün anlamı genişletilerek, iyi konuşan bir insan için de diyalektikçi (diyalektisyen) denir.

Biz, diyalektiği, bu anlamda incelemeyeceğiz. Diyalektik sözü, felsefi bakış açısından başka bir anlam kazanmıştır. Felsefi anlamda diyalektik, sanılanın tersine, herkesin erişebileceği, apaçık ve gizemsiz bir şeydir.

Ancak, diyalektik herkesçe anlaşılabilirse de gene de bazı güçlükleri vardır; işte bu güçlüklerin nedenini bilmemiz gerekir.

El işlerinden bazıları basit, bazıları pek karmaşıktır. Örneğin, ambalaj sandıkları yapmak, basit bir iştir. Tersine, bir telsiz aygıtını monte etmek, parmaklarda çok daha ustalık, duyarlık ve kıvraklık isteyen bir iştir.

Ellerimiz ve parmaklarımız, bizim için iş aletleridir ama düşünce de bir iş aletidir. Nasıl parmaklarımız her zaman irice, titizlik isteyen bir iş yapmıyorlarsa, beynimiz için de durum aynıdır.

İnsan emeğinin tarihinde insan, başlangıcında ancak kaba işleri yapmayı biliyordu. Bilimlerdeki ilerleme, daha belirli, daha kesin işlerin yapılabilmesine yol açtı.

Düşünce tarihi için de tam aynı şey olmuştur. Metafizik, parmaklarımız gibi, ancak kaba hareketleri yapabilme yeteneğinde bir düşünce yöntemidir (örneğin metafiziğin sandıklarını çivilemek ya da çekmecelerini çekmek gibi).

Diyalektik, bu yöntemden ayrılır, çünkü çok daha büyük bir açıklık, incelik sağlar ve diyalektik, büyük bir açıklığa, inceliğe sahip bir düşünce yönteminden başka bir şey değildir.

Düşüncenin evrimi de tıpkı, el işinin evrimi gibi olmuştur. Bunun öyküsü de aynıdır, bu evrimde de hiçbir sır yoktur, her şey apaçıktır.

Güçlükler şuradan gelmektedir: 26 yaşına kadar sandık çiviliyoruz ve sonra, birdenbire, bizi, monte etmek üzere telsiz aygıtının önüne koyuyorlar. Elbette çok güçlük çekeceğiz. Elbette ki, ellerimiz hantal, parmaklarımız beceriksiz olacaktır. Ancak zamanla yavaş yavaş kıvraklaşabilecek ve bu işi gerçekleştirebileceğiz. Başlangıçta bize çok güç görünen; sonra çok basit gelecektir.

Diyalektik için de aynı şey. Eski metafizik düşünce yönteminin ağırlığıyla kafamız karmakarışık iken, diyalektik yöntemin kıvraklığını, inceliğini kavramamız gerekiyor. Ancak göreceğiz ki, bunda da gene hiçbir sır, hiçbir karışıklık  yoktur.


II. DİYALEKTİK YÖNTEM NEREDEN DOĞMUŞTUR?

Biz biliyoruz ki, metafizik, dünyayı donmuş şeyler kümesi olarak kabul eder, oysa, doğaya baktığımızda tersine, her şeyin kımıldadığını, her şeyin değiştiğini görürüz. Düşünce için de aynı şeyi saptarız. O halde bu saptamadan, metafizik ile gerçek arasında bir uyumsuzluk bulunduğu sonucu çıkar. Bunun için, yalın bir biçimde tanımlamak ve öz bir fikir vermek için denilebilir ki: metafizik diyen hareketsizlik demektedir,
diyalektik diyen de hareket demektedir.

Bizi kuşatan her şeyde bulunan hareket ve değişme, diyalektiğin temelinde yatan şeylerdir.

Doğayı, insan tarihini ya da kendi öz kafa etkinliğimizi düşüncenin incelemesi altına koyduğumuz zaman, bize ilk görünen şey, hiçbir şeyin olduğu gibi, olduğu yerde olduğu biçimde kalmadığı ama her şeyin hareket ettiği, değiştiği, olduğu ve yok olduğu sonsuz ve karşılıklı ilişkiler ve etkiler
yumağı tablosudur. (Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 63-64.)

Engels'in bu çok açık metninden sonra, diyalektik bakış açısından, her şeyin değiştiğini, hiçbir şeyin olduğu yerde kalmadığını, hiçbir şeyin nasıl ise öyle devam etmediğini ve bu bakımdan bu görüşün gerçekle tam bir uyum içinde bulunduğunu görüyoruz. Hiçbir şey, bulunduğu yerde durmaz,
bize hareketsiz görünse bile kımıldar; yerin, güneşin çevresindeki hareketiyle birlikte kımıldar, yerin kendi ekseni üzerindeki hareketiyle birlikte kımıldar. Metafizikte özdeşlik ilkesi, bir şeyin kendi kendisi olarak kalmasını ister. Oysa biz, tersine, hiçbir şeyin olduğu gibi kalmadığını görüyoruz.

Hep aynı kalıyormuşuz gibi bir izlenimimiz vardır bizim, bununla birlikte, Engels bize aynılar, farklıdırlar diyor. Siz, özdeş olduğumuzu düşünüyoruz ama daha bunu düşünürken biz değiştik bile. Çocuktuk, adam olduk ve bu adam, fiziksel olarak, hiçbir zaman aynı kalmaz; günbegün yaşlanır.

Demek ki, Elealıların savundukları gibi, hareket aldatıcı görünüş değildir; mademki, gerçekte, her şey kımıldar ve değişir, aldatıcı görünüş hareketsizliktir.

Tarih de bize, şeylerin oldukları gibi durmadıklarını tanıtlıyor. Toplum hiçbir zaman hareketsiz değildir. İlkçağda ilkin köleci toplum var oldu, ondan sonra feodal toplum geldi, onu da kapitalist toplum izledi. Bu toplumların incelenmesi, bize, yeni bir toplumun doğmasına yol açan öğelerin, bu toplumların bağrında sürekli olarak ve yavaş yavaş, gözle görülmeksizin
geliştiklerini gösteriyor. Bunun gibi, kapitalist toplum da her gün değişmektedir ve SSCB'de artık var olmaktan çıkmıştır. Çünkü hiçbir toplum hareketsiz kalmaz, Sovyetler Birliği'nde kurulan sosyalist toplum da bir gün, ortadan kalkmak durumundadır. Daha şimdiden gözle görülebilecek biçimde değişmektedir. Onun için, metafizikçiler, orada ne olup bittiğini anlamıyorlar. Hala kapitalist baskının etkisi altındaki insanların duyguları ile, tümüyle dönüşmüş bir toplumu yargılamaya devam ediyorlar.

Bizim duygularımız da değişir, ki biz bunu pek az hesaba katıyoruz. Bir sempatiden başka bir şey olmayan şeyin bir aşka dönüştüğünü, sonra da bazen bir kin haline geldiğini görürüz.

Her yerde doğada tarihte, düşüncede gördüğümüz şey, değişme ve harekettir. İşte diyalektik, bu saptama ile başlar.

Yunanlılar, her yanda değişmeyle ve hareketle karşılaşılması olgusundan etkilendiler. Daha önce gördük ki, diyalektiğin babası denilen Heraklitos, bize, ilk olarak, diyalektik bir dünya anlayışı getirmiştir, yani dünyayı hareket halinde ve donmamış olarak tanımlamıştır. Heraklitos'un görüş tarzı, bir yöntem haline gelebilir.

Ancak bu diyalektik yöntem, ancak çok zaman sonra kabul dilebilmiştir. Diyalektiğin, niçin bu kadar uzun zaman metafizik yöntemin baskısı altında kaldığını görmemiz gerekir.


III. DİYALEKTİK, UZUN ZAMAN, NİÇİN METAFİZİK YÖNTEMİN BASKISI ALTINDA KALDI?

Diyalektik anlayışın, tarihte, çok erkenden doğmuş olduğunu ama insanların bilgilerinin yetersizliğinin, metafizik yöntemin gelişmesine ve diyalektiğin önüne geçmesine olanak sağladığını görmüştük.

Burada insanların büyük bilgisizliğinden doğan idealizm ile diyalektiğin yeterince tanınmamasından doğan metafizik anlayış arasında bir paralellik kurabiliriz.

Bu, niçin ve nasıl olanaklı olabilirdi?

İnsanlar, doğayı incelemeye tam bir bilgisizlik içinde başladılar. Saptadıkları olayları incelemek için, onları sınıflandırmaya başlıyorlar ama sınıflandırma tarzı, bir düşünüş alışkanlığı yaratıyor. Kategoriler yaparak ve bunları birbirlerinden ayırarak, aklımız, böyle ayırmalar yapmaya alışıyor
ve biz, burada metafizik yöntemin ilk özelliğini buluyoruz. Şu halde metafizik, bilimlerin gelişmesinde yetersizlikten çıkıyor. Daha 150 yıl önce, bilimler birbirlerinden ayrılarak inceleniyordu. Örneğin, kimya, fizik, biyoloji, kendi başlarına, ayrı ayrı inceleniyordu ve aralarında hiçbir ilişki görülmüyordu. Bu yöntem, bilimlerin kendi içinde de uygulanıyordu.
Fizik, sesi, ısıyı, manyetiği, elektriği inceliyordu ve bu çeşitli olaylar arasında hiçbir ilişki olmadığı düşünülüyordu; her biri, ayrı bölümlerde inceleniyordu.

İşte burada da metafiziğin, şeyler arasındaki ilişkilerin tanınmamasını, aralarında ortak bir şey bulunmamasını kabul eden ikinci temel özelliğini çok iyi görüyoruz.

Aynı şekilde şeyleri durgunluk halinde kavramak, hareket halinde kavramaktan çok daha kolaydır. Örnek olarak fotoğrafçılığı alalım: Görürüz ki, ilkin, şeyler kendi hareketsizlikleri içinde (bu fotoğraftır), sonra, ancak zamanla, hareketleri içinde (bu da sinemadır) saptanmaya çalışılır. Pekala!
Fotoğraf ve sinemanın imgesi, bilimlerin ve insan zihninin gelişmesinin bir imgesidir. Şeyleri, hareket içinde incelemeden önce, durgun halleriyle inceliyoruz.

Peki niçin? Çünkü, bilinmiyordu. Öğrenmek için de en kolay bakış açısı seçildi; çünkü hareketsiz şeyler, kavranması ve incelenmesi daha kolay şeylerdir. Kuşkusuz, şeyleri durgunluk halinde inceleme, diyalektik düşüncenin zorunlu bir anıdır - ama yalnız bir an, eksik, parçalı ve oluş halindeki şeylerin incelenmesiyle bütünleşmesi gereken bir andır.

Bu anlayışı, örneğin, biyolojide zoolojinin ve botaniğin incelenmesinde görüyoruz. Çünkü bunlar iyi bilinmiyorlardı; önceleri, hayvanlar, soy ve tür biçiminde sınıflandırıldı ve aralarında ortak hiçbir şey bulunmadığı ve bu durumun her zaman böyle olmuş olduğu düşünülüyordu (metafiziğin üçüncü temel özelliği). Saptanımcılık (fixisme) denilen (ve evrimcilikin tersine, örneğin, hayvan türlerinin bugün ne iseler her zaman öyle olduklarını ve hiçbir evrim göstermediklerini iddia eden) teori buradan gelir; demek ki bu, metafizik bir teoridir ve insanların bilgisizliğinden ileri gelmektedir.


IV. 18. YÜZYIL MATERYALİZMİ NİÇİN METAFİZİKTİ?

Mekanikçiliğin 18. yüzyıl materyalizminde çok büyük bir rol oynadığını ve bu materyalizme çok kez mekanikçi materyalizm dendiğini biliyoruz. Neden böyle oldu? Çünkü materyalist anlayış, bütün bilimlerin gelişmesine bağlıdır ve bilimler arasında ilk gelişmiş olan da mekanik bilimidir. Günlük
dilde mekanik makinelerin incelenmesi, bilimsel dilde ise yer değiştirme olarak hareketin incelenmesidir. Mekanik ilk gelişen bilim olmuşsa, bu mekanik hareketin, en basit hareket olmasındandır. Ağaç üzerinde rüzgarda sallanan bir elmanın hareketini incelemek, olgunlaşmakta olan bir elmanın içinde oluşan değişmeyi incelemekten çok daha kolaydır. Rüzgarın elma üzerinde etkisi, elmanın olgunlaşmasından çok daha kolaylıkla incelenebilir ama bu inceleme kısmidir ve böyle bir inceleme metafiziğe kapı açar.

Eski Yunanlılar, her ne kadar her şeyin hareket olduğunu gözledilerse de bu gözlemlerinden yararlanamadılar, çünkü bilgileri yetersizdi. O halde şeyler ve olaylar gözleniyor, sınıflandırılıyor, yer değiştirmenin incelenmesi ile yetiniliyor, bundan da mekanik ortaya çıkıyor; ve bilim alanlarındaki
bilgilerin yetersizliği, metafizik anlayışı doğuruyor.

Materyalizmin, her zaman bilimler üzerinde kurulu olduğunu biliyoruz. Bu çağda bütün bilimler arasında en çok gelişmiş olan bilim, mekanikti.

Bunun için, diyecektir Engels, 18. yüzyıl materyalizminin metafizik, mekanikçi bir materyalizm olması kaçınılmazdı, çünkü bilimler de öyleydi.

Şu halde diyeceğiz ki, bu metafizik, mekanikçi materyalizm, materyalistti, çünkü felsefenin temel sorusunu, birinci etken maddedir diye yanıtlıyordu ama aynı zamanda metafizikti; çünkü, evreni, donmuş, kalıplaşmış ve mekanik şeyler kümesi sayıyordu, çünkü her şeyi mekanik aralığından
görüyor ve inceliyordu.

Bir gün gelecek, araştırmaların birikimiyle, bilimlerin de hareketsiz olmadıkları saptanacak. Kimyayı, fizikten ya da biyolojiden ayırdıktan sonra; tek başlarına birini ya da ötekini incelemenin olanaksız hale geldiğinin farkına varılacaktır. Örneğin, biyoloji alanına giren sindirimi, kimya olmadan incelemek, olanaksızdır. 19. yüzyıla doğru, bilimlerin birbirlerine bağlı oldukları anlaşılacak ve bunu, bilimler içindeki metafizik anlayışta bir geri çekilme izleyecektir, çünkü doğa hakkında daha derinleştirilmiş bilgilere sahip olunacaktır. O zamana kadar, fizik olayları ayrı ayrı incelenmişti ama şimdi, bütün bu olayların aynı nitelikte olduğu kabul edilmek zorunda kalınıyor. Böylece, önce ayrı ayrı incelenen elektrik
ve manyetik, bugün bir tek bilim: elektro-manyetik olarak birleştirilmiştir.

Ses ve ısı olayları incelenirken, aynı şekilde her ikisinin de aynı nitelikte bir olaydan çıkmış olduğunun farkına varıldı.

Bir çekiçle vurulurken bir ses elde edilir ve bir ısı oluşturulur. Isıyı oluşturan harekettir ve biz biliyoruz ki, ses, havanın titreşimleridir; titreşimler ise, onlar da harekettir. İşte yapısı (doğası) aynı iki olay.

Biyolojide giderek daha inceden inceye, titizlikle sınıflandırma yaparak, öyle türler bulunmuştur ki, bunları, artık ne bitkisel, ne de hayvansal olarak sınıflandırma olanağı yoktur ve incelemeler her gün daha ileri götürülerek, hayvanların, her zaman aynı olmadıkları sonucuna varılıyor. Olgular,
saptanımcılığı ve metafizik zihniyeti mahkum etmiştir.

Materyalizmin diyalektik olmasını sağlayan şimdi görmüş olduğumuz bu dönüşüm, 19. yüzyılda oluşmuştur. Diyalektik, gelişimleri sırasında metafizik anlayıştan vazgeçen bilimlerin öz ereğidir. Materyalizm dönüşebildi, çünkü bilimler değişti. Metafizik bilimlere, metafizik materyalizm uygun düşüyordu; ve yeni bilimlere, yeni bir materyalizm, yani diyalektik materyalizm uygun düşüyor.


V. DİYALEKTİK MATERYALİZM NASIL DOĞDU: HEGEL VE MARKS

Metafizik materyalizmden diyalektik materyalizme bu dönüşme nasıl oldu diye sorarsak, genellikle şöyle yanıtlanır:

1. 18. yüzyılın metafizik materyalizmi vardı.
2. Bilimler değişti.
3. Bu arada Marks ve Engels geldi; onlar metafizik materyalizmi ikiye böldüler, metafiziği attılar, materyalizme diyalektiği ekleyerek alıkoydular.

Şeyleri bu biçimde sunma eğilimi, şeyleri bir şema haline getirerek basitleştirmemizi isteyen metafizik yöntemden ileri gelir. Oysa biz, tersine, sürekli olarak, gerçeğin olgularının hiçbir zaman şemalaştırılmaması gerektiğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Olgular, bize göründüklerinden ve bizim düşündüğümüzden daha karmaşıktırlar. Onun için metafizik
materyalizmin diyalektik materyalizme dönüşmesi, o kadar basit olmadı.

Diyalektik, gerçekte, bilimlerde meydana gelen değişmeyi anlamasını bilen idealist Alman filozofu Hegel (1770-1831) tarafından geliştirildi. Heraklitos'un eski fikrini yeniden ele alarak, bilimsel ilerlemelerin de yardımıyla, evrende her şeyin hareket ettiğini ve değiştiğini, hiçbir şeyin ayrı, tek başına olmadığını, her şeyin her şeye bağlı bulunduğunu saptadı ve böylece diyalektiği yarattı. Hegel'den dolayı, bugün, dünyanın diyalektik hareketinden söz ediyoruz. Hegel'in başta sezinlediği şey, düşüncenin hareketidir ve Hegel, buna, doğal olarak, diyalektik adını vermiştir.

Ancak Hegel idealisttir. Yani ruha birinci derecede önem verir, bu yüzden de o, özel bir hareket ve değişme anlayışı yaratır. Ruhun değişmelerinin, maddedeki değişmelerin nedeni olduğunu düşünür. Hegel'e göre, evren, maddeleşmiş fikirdir (idee'dir) ve evrenden önce, ilkin ruh vardır ve ruh, evreni bulur. Özet olarak, Hegel, ruhun ve evrenin aralıksız değişme halinde olduğunu saptar ama bundan maddedeki değişmeleri, ruhun değişikliklerinin belirlediği sonucunu çıkarır.

Örnek: Mucidin bir fikri vardır, fikrini gerçekleştirir, işte bu maddeleşmiş fikir, maddede değişiklikler yaratır.

Demek ki Hegel, pekala diyalektikçidir ama diyalektiği idealizme bağımlı kılar.

Ve işte bunun üzerine Hegel'in öğretilileri olan ama materyalist öğretilileri olan ve materyalist olduklarına göre maddeye birinci önemi veren Marks (1818-1883) ve Engels (1820-1895), Hegel'in diyalektiğinin doğru ama tersine olumlamalar verdiğini düşünürler. Engels bu konuda şöyle diyecektir: Diyalektik, Hegel ile, tepesi üzerinde duruyordu, onu ayakları üzerine oturtmak gerekti . Marks ve Engels, Hegel'in tanımladığı bu düşüncenin hareketinin başlangıç nedenini, maddi gerçeğe geçirdiler ve Hegel'den aynı terimi alarak, buna, doğal olarak, diyalektik dediler.

Onlar, Hegel'in düşüncenin ve evrenin aralıksız değişme halinde olduğunu söylemekte haklı olduğunu ama fikirlerdeki değişmelerin şeylerdeki değişmeleri belirlediklerini iddia etmekle yanıldığını düşünürler. Tersine, bize fikirleri şeyler verir ve fikirler, şeyler değiştikleri için değişirler.

Eskiden posta arabasıyla yolculuk edilirdi. Bugün trenle yolculuk ediyoruz; bizim trenle yolculuk etme gibi bir fikrimiz olduğu için değil, bu yolculuk aracı var olduğu için yapıyoruz. Bizim fikirlerimiz değişmiştir, çünkü şeyler değişmiştir.

Şu halde Marks ve Engels'in elinde bir yanda 18. yüzyıl Fransız materyalizminden gelen materyalizm, öte yanda da Hegel'in diyalektiği vardı ve onlara, artık bu ikisini birbirine bağlamaktan başka bir şey kalmıyordu demekten kaçınmak gerekir.

Bu, şeylerin daha karmaşık olduklarını unutan dar görüşlü, şematik bir anlayış olur; bu, metafizik bir anlayıştır.

Marks ve Engels, kuşkusuz, diyalektiği Hegel'den alacaklarama onu değiştireceklerdir. Materyalizm için de aynı şeyi yapacaklar ve bize, diyalektik materyalizmi vereceklerdir.



İKİNCİ BÖLÜM

DİYALEKTİĞİN YASALARI

BİRİNCİ YASA: DİYALEKTİK DEĞİŞME

I. Diyalektik hareketten ne anlaşılır?
II. Diyalektik için, kesin, mutlak, kutsal hiçbir şey yoktur. (Engels)
III. Süreç.


I. DİYALEKTİK HAREKETTEN NE ANLAŞILIR?

Diyalektiğin birinci yasası, hiçbir şey olduğu yerde kalmaz, hiçbir şey olduğu gibi kalmaz gözlemiyle başlar. Kim ki, diyalektik der, hareket demektedir, değişme demektedir. Buna göre, diyalektiğin bakış açısında yer almaktan söz edildiği zaman, bu, hareketin, değişmenin bakış açısında yer almak demektir: Şeyleri diyalektiğe göre incelemek istediğimiz
zaman, onları hareketleri içinde değişmeleri içinde inceleyeceğiz:

İşte bir elma. Bu elmayı incelemek için iki yolumuz var: Bunlardan biri metafizik bakış açısıdır, öteki ise diyalektik bakış açısıdır.

Birinci durumda bu meyvenin biçiminin ve renginin bir tanımlamasını vereceğiz. Onun özelliklerini sıralayacağız, onun tadından vb. söz edeceğiz. Sonra elmayı bir armutla karşılaştırabilir, benzerliklerini ve ayrılıklarını görebiliriz ve sonunda bir elma, bir elmadır ve bir armut, bir armuttur sonucunu çıkarabiliriz. Eskiden şeyler bu biçimde inceleniyordu,
sayısız kitaplar bunun tanıtıdır.

Eğer elmayı, diyalektik açıdan incelemek istersek, hareket açısından inceleyeceğiz ama elmanın, yuvarlandığı ve yer değiştirdiği zamanki hareketi açısından değil, onun evriminin hareketi açısından inceleyeceğiz. O zaman göreceğiz ki, olgun elma, şu anda ne ise her zaman öyle olmamıştır. Önce, yeşil bir elma idi. Çiçek olmadan önce bir tomurcuktu;
böylece elma ağacının ta ilkyaz dönemindeki haline kadar uzanabileceğiz. Demek ki elma, her zaman bir elma olmadı, elmanın bir tarihi, bir geçmişi vardır; ve şimdi de olduğu gibi kalmayacaktır. Eğer yere düşerse, çürüyecek, ayrışacaktır, çekirdekleri ortaya çıkacaktır, bu çekirdekler de işler yolunda giderse, bir filiz, sonra da bir ağaç vereceklerdir. Demek
ki, elma, hep olduğu gibi değildi ve hep olduğu gibi kalmayacaktır.

İşte şeyleri hareket açısından incelemek denilen şey budur. Bu, şeylerin, geçmişi ve geleceği açısından incelenmesidir. Böyle incelenince, elma, artık, ne olduğu ile ne olacağı arasında yani geçmiş ile gelecek arasında ancak bir geçiş olarak görülür.

Şeylere bu biçimde bakmayı, kafalara daha iyi yerleştirebilmek için iki örnek daha alacağız: yeryüzü ve toplum.

Metafizik bakış açısında yer alırsak, yeryüzünün biçimini, bütün ayrıntıları ile betimleyeceğiz. Yüzeyde denizlerin, karaların, dağların bulunduğunu saptayacağız; toprağın yapısını inceleyeceğiz. Sonra yeryüzünü öteki gezegenlerle ya da ayla karşılaştırabilir ve, en sonunda şu vargıya varırız:
Yeryüzü, yeryüzüdür.

Oysa, yeryüzünü diyalektik açıdan incelerken, onun her zaman ne ise öyle olmadığını, birtakım değişikliklere uğradığını ve bu yüzden, yeryüzünün gelecekte de başka yeni değişikliklere uğrayacağını görürüz. Şu halde bugün yeryüzünün güncel durumunun, geçmiş değişmeler ile gelecekteki
değişmeler arasında bir geçişten başka bir şey olmadığını kabul etmeliyiz. Bu geçiş içinde gerçekleşen, olan değişmeler, bir elmanın olgunlaşmasında olan, gerçekleşen değişmelerden çok daha büyük bir ölçüde olsalar bile, seçilmez, fark edilmez değişmelerdir.

Şimdi de Marksistleri özellikle ilgilendiren toplum örneğini görelim.

Gene iki yöntemimizi uygulayalım: Metafizik bakış açısından bize denecektir ki, zenginler ve yoksullar her zaman oldu. Büyük bankaların, koskoca fabrikaların bulunduğu belirtilecek, kapitalist toplumun ayrıntılı bir betimlemesi verilecek, geçmiş toplumlarla (feodal ve köleci toplumlarla); benzerlikleri ya da ayrılıkları araştırılarak, karşılaştırılacak ve bize şu denecek: kapitalist toplum ne ise odur.

Diyalektik bakış açısından, kapitalist toplumun, her zaman ne ise o olmadığını öğreneceğiz. Eğer biz, geçmişte, bir zaman başka toplumların da yaşamış olduğunu saptarsak, bunu, kapitalist toplumun da bütün öteki toplumlar gibi, sonuncu toplum olmadığı, kapitalist toplumun dokunulmaz bir temeli bulunmadığı ama bizim için, tersine, ancak geçici bir gerçek olduğu, geçmişle gelecek arasında bir geçişten başka bir şey olmadığı sonucunu çıkarmak için yapacağız.

Bu birkaç örnekle, şeylere diyalektik bakış açısından bakmanın, her şeye, geçici olarak, geçmişte bir tarihi olan ve gelecekte de bir tarihi olması gereken, bir başlangıcı olan ve bir sonu olması gereken şeyler olarak bakmak demek olduğunu görüyoruz.


II. DİYALEKTİK İÇİN KESİN, MUTLAK, KUTSAL HİÇBİR ŞEY YOKTUR

Diyalektik felsefe karşısında hiçbir şey sonal, mutlak, kutsal değildir; bu felsefe, her şeyin geçici karakterini ve her şeydeki geçici karakteri ortaya çıkarır ve onun karşısında kesintisiz oluş ve yok oluş sürecinden... başka hiçbir şey yürürlükte kalamaz. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin  Sonu, s. 13.)

İşte bu, yukarda görmüş olduğumuz ve önümüzde inceleyeceğimiz şeyi belirten bir tanımlamadır:

Diyalektik için kesin hiçbir şey yoktur. Bu demektir ki, diyalektiğe göre her şeyin bir geçmişi vardır ve bir geleceği olacaktır; demek ki, her şey, bir kez bulunduğu yerde her zaman için, kesin olarak bulunmaz ve bugünkü o, kesin ve son değildir. (Elma, yeryüzü, toplum örnekleri.)

Diyalektiğe göre, ne dünyada ne de dünya dışında hiçbir güç yoktur ki, şeyleri, kesin, son biçimini almış bir durumda saptayabilsin; şu halde hiçbir şey mutlak değildir. (Mutlak=Absolu, hiçbir koşula bağlı olmayan, olayısıyla evrensel, başsız ve sonsuz, eksiksiz, tam demektir.)

Hiçbir şey kutsal değildir demek, diyalektik her şeyi Hoş görür, hiçbir şeye saygısı yoktur demek değildir. Hayır! Kutsal bir şey, değişmez sayılan, dokunulmaması, tartışılmaması gereken ama ancak ululanacak bir şey demektir. Örneğin, kapitalist toplum kutsaldır. Pekala!, diyalektik
diyor ki, hiçbir şey, hareketten, değişmeden, tarihin değişikliklerinden
kurtulamaz, kaçamaz.

Kalımsızlık (caducite), yaşla birlikte tükenen anlamına gelen kadük olan, dayanıksız olan, yıpranan, yaşlanan ve yok olmak zorunda olan bir şeydir. Diyalektik, kadük olan bir şeyin artık varlık nedeni olmayan bir şey olduğunu ve her şeyin ortadan kalkmak, yok olmak gibi bir yazgısı olduğunu bize gösteriyor. Genç olan yaşlanır; bugün yaşayan yarın
ölür ve diyalektiğe göre, oluşun ve geçişin kesintisiz sürecinden
başka hiçbir şey mevcut değildir.

Demek ki, diyalektik görüş açısında yer almak, değişmeden başka hiçbir şeyi sonsuz saymamak demektir. Bu, özel hiçbir şey oluşun dışında sonsuz olamaz demektir.

Ama Engels'in, tanımlanmasında sözünü ettiği oluş nedir?

Gördük ki, elmanın bir tarihi vardır. Şimdi de örneğin, gene bir tarihi olan bir kalemi alalım.

Bugün kullanılmış olan bu kalem, yeni idi. Kalemin yapıldığı tahta, bir tahta kalastan çıkar, bu kalas da bir ağaçtan. Şu halde görüyoruz ki, elmanın da kalemin de birer tarihleri vardır ve ne biri, ne de öteki, her zaman ne iseler, o olmamışlardır ama bu iki tarih arasında bir farklılık vardır. Elbette!

Yeşil elma, olgun elma olmuştu. Yeşil elma olduktan sonra, her şey yolunda gittiği takdirde olgun olmayabilir miydi? Hayır, olgunlaşmak zorunda idi, nasıl ki, yere düştüğünde de çürümek, ayrışmak ve çekirdeklerini bırakmak zorundaysa.

Oysa, kalemin geldiği ağaç, bir tahta olmayabilirdi ve bu tahta da bir kalem olmayabilirdi. Kalemin kendisi de daima bütün, yani yontulmamış kalabilirdi.

Şu halde bu iki tarih arasında bir fark olduğunu görüyoruz. Elma için, olgun elma olan yeşil elmadır, eğer olağanın dışında bir şey olmazsa, elma çiçeği elma haline gelmiştir. Şu halde veri olan bir aşamayı, öteki aşama, zorunlu olarak, kaçınılmaz olarak, izler (herhangi bir şey, evrimi durdurmazsa).

Kalemin tarihinde ise, tersine, ağaç bir tahta kalas, tahta kalas bir kalem, kalem de yontulmuş bir kalem olmayabilir. Demek ki veri olan bir aşamayı, öteki aşama izlemeyebilir. Eğer kalem, bütün bu aşamalardan geçiyorsa, bu, yabancı bir müdahale, yani insanın araya girmesi yüzündendir.

Elmanın tarihinde ikinci aşamanın birinci aşamadan vb. çıktığı, birbiri ardından. gelen aşamalar görüyoruz. Elmanın tarihi, Engels'in sözünü ettiği oluşu izliyor. Kalemin tarihinde ise, aşamalar, birbirlerinden çıkmaksızın yan yana konulurlar. Elma ise, doğal bir süreç izler.


III. SÜREÇ

(Bu sözcük 'Processus= Vetire', Latince'den gelir ve anlamı, ileri gidiş ya da ilerlemek olgusu, ilerlemedir.)

Neden yeşil elma, olgun elma olur? Bu, onun içinde taşıdığı şeyden dolayıdır. Elmayı olgunlaşmaya doğru iten birbirine zincirleme bağlı iç olaylardan dolayıdır; bu, olgun elma. olmadan önce, elma olduğu için ve olgunlaşmadan edemeyeceği içindir.

Elma olacak çiçek, sonra olgunlaşacak yeşil elma incelendiği zaman, elmayı, kendi evrimine iten bu iç zincirleme bağların, otodinamizm (özgüç) denilen güçlerin baskısı altında etkin olduğu görülür ki, buna, kendi varlığından gelen güç denilebilir.

Kalem, henüz tahta kalas halinde iken, onu bir kalem haline getirmek üzere insanın işe karışması gerekli oldu, çünkü, tahta kalas hiçbir zaman, kalem haline dönüşemezdi. İç güçler, otodinamizm (özgüç), süreç olmadı burada. Şu halde diyalektik diyen yalnızca hareket demez, aynı zamanda
otodinamizm de der.

Demek ki, diyalektik hareketin, kendinde süreci ve diyalektik hareketin özü olan otodinamizmi içerdiğini görüyoruz. Her hareket ve her değişme, diyalektik değildir. Eğer, diyalektik bakış açısından inceleyeceğimiz bir pireyi alırsak, diyeceğiz ki, o her zaman ne ise o olmadı ve her zaman da ne ise o olmayacak ama onu ezersek, kuşkusuz, pire için bir değişme
olacaktır ama bu değişme diyalektik bir değişme mi olacaktır? Hayır. Biz olmasaydık, pire ezilmeyecekti. Şu halde bu değişme, diyalektik bir değişme değil ama mekanik bir değişmedir.

Şu halde diyalektik değişmeden söz ettiğimiz zaman, çok dikkat etmeliyiz. Biz, eğer yeryüzü var olmakta devam ederse, kapitalist toplumun yerini sosyalist toplumun, onun yerini de komünist toplumun alacağını düşünüyoruz. Bu, diyalektik bir değişme olacaktır ama, eğer yeryüzü havaya uçarsa, kapitalist toplum otodinamik bir değişmeyle değil ama
mekanik bir değişmeyle ortadan kalkacaktır.

Bir başka fikir düzeni içinde bir disiplin doğal olmadığı zaman, buna, mekanik disiplin diyoruz ama serbestçe kabul edildiği, yani doğal ortamından geldiği zaman, bu disiplin, otodinamik bir disiplindir. Mekanik bir disiplin, dışarıdan kabul ettirilen bir disiplindir; bu, kumanda edenlerden başka, şeflerden gelen bir disiplindir. (O halde mekanik olmayan,
otodinamik bir disiplini, bütün örgütlerin sağlayamayacağını anlıyoruz.)

Demek ki, diyalektiği, mekanik bir biçimde kullanmaktan kaçınmamız gerekir. Bu da bize, metafizik biçimde düşünme alışkanlığımızdan gelen bir şeydir. Şeylerin her zaman ne ise o olmadıklarını, bir papağan gibi yinelememek gerekir. Bir diyalektikçi, bunu söylediği zaman, şeylerin
daha önce ne olmuş olduklarını, olgular içinde aramalıdır. Çünkü bunu söylemek, uslamlamanın sonu demek değildir, şeylerin daha önce ne olduklarını titizlikle gözlemek için yapılacak incelemelerin başlangıcıdır.

Marks, Engels ve Lenin, kapitalist toplumun kendilerinden önce ne olduğu üzerine uzun ve açık incelemeler yaptılar. Diyalektik değişiklikleri saptamak için, en küçük ayrıntıları gözlemlediler. Lenin, kapitalist toplumun değişmelerini tanımlamak ve eleştirmek, emperyalist dönemi tahlil etmek için ayrıntılı incelemeler yaptı ve sayısız istatistikleri
inceledi.

Gene otodinamizmden söz ettiğimizde de onu, bir edebi söz haline getirmemeliyiz; bu sözü, bilerek ve onu tümüyle anlayanlar için kullanmalıyız.

Son olarak, bir şeyi incelerken, otodinamik değişmelerin neler olduklarını gördükten ve hangi değişmenin saptandığını söyledikten sonra, otodinamik olanın nereden geldiğini irdelemeli, araştırmalıyız.

Bunun içindir ki, diyalektik, araştırmalarla ve bilimlerle sıkı sıkıya bağlıdır.

Diyalektik, şeyleri incelemeksizin açıklama ve tanıma yolu değildir; diyalektik, şeylerin başlangıcını ve sonunu, nereden geldiklerini ve nereye gittiklerini araştırırken, iyi inceleme ve iyi gözlemler yapma aracıdır.



ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

İKİNCİ YASA: KARŞILIKLI ETKİ

I. Süreçlerin zincirleme sıralanışı.
II. 19. yüzyılın büyük buluşları.
      1.
Canlı hücrenin ve gelişiminin bulunuşu.
      2. Enerjinin dönüşümünün bulunuşu.
      3. İnsanda ve hayvanlarda evrimin bulunuşu.
III. Tarihsel gelişim ya da sarmal (spiral) gelişim.
IV. Vargı.


I. SÜREÇLERİN ZİNCİRLEME SIRALANIŞI

Biraz önce elmanın öyküsü dolayısıyla, bir sürecin ne olduğunu gördük. Gene bu örneği ele alalım. Elmanın nereden geldiğini araştırdık ve araştırmalarımızı ağaca kadar götürmemiz gerekti ama bu araştırma sorunu, ağaç içinde kendini ortaya koyar. Elmanın incelenmesi, bizi, ağacın yazgısını ve kökenlerini incelemeye götürür. Ağaç nereden geliyor? Elmadan. Ağaç, yere düşen ve yeni bir filize can vermek üzere
toprakta çürüyen elmadan gelir, bu durum, bizi, yeri, elmanın çekirdeklerinin filiz verebilmesi koşullarını, havanın, güneşin vb. etkilerini incelemeye götürür. Böylece, elmanın incelemesinden yola çıkarak, elma sürecinden ağaç sürecine geçip, oradan yerin incelenmesine geldik, ağaç süreci de yerin sürecine zincirleme bağlanıyor. İşte süreçlerin zincirleme
sıralanışı denilen şeyle karşı karşıyayız. Bu, bize, diyalektiğin ikinci yasasını açıklamak ve incelemek olanağını verecektir. Bu yasa, karşılıklı etki yasasıdır. Süreçlerin zincirleme sıralanışına örnek olarak, elma örneğinden sonra Paris İşçi Üniversitesi örneğini alalım.

Bu okulu diyalektik görüş açısından incelersek, nereden geldiğini araştıracağız ve ilkin şöyle bir yanıtımız olacak: 1932 güzünde bir araya gelmiş bazı arkadaşlar, Marksizm’i incelemek üzere, Paris'te, bir işçi üniversitesi kurmaya karar verdiler.

Ancak, bu komite, Marksizm’i öğretme fikrine nasıl vardı? Besbelli ki, Marksizm var olduğu için. Peki, o halde Marksizm nereden geliyor?

Görüyoruz ki, süreçlerin zincirleme sıralanışını araştırmak, bizi, tam ve titiz incelemelere götürüyor. Dahası var: Marksizm’i araştırırken, bu öğretinin, bizzat proletaryanın bilgisi olduğunu saptamaya kadar varmış olacağız; şu halde görüyoruz ki, (ister Marksizm’den yana, ister ona karşı olunsun)
proletarya mevcuttur; o zaman şu yeni soruyu soracağız: Proletarya nereden geliyor?

Biliyoruz ki, proletarya, bir ekonomik sistemden, kapitalizmden geliyor. Biliyoruz ki, toplumun sınıflara bölünüşü, sınıf savaşımı, Marksizm’e karşı olanların iddia ettikleri gibi, Marksizm’den doğmamıştır, tersine, Marksizm bu sınıf savaşımının varlığını saptar ve gücünü zaten daha önceden var olan
proletaryadan alır.

Şu halde süreçten sürece, kapitalizmin varoluş koşullarının incelenmesine kadar geleceğiz. İşte böylece, her şeyin, her şey üzerinde etki oluşturduğunu bize gösteren bir süreçler zincirlemesi var önümüzde. Her şeyin her şeyi etkilemesi, karşılıklı etki yasasıdır.

Şimdi de bu iki örnekle, elma ve Paris İşçi Üniversitesi örneği ile metafizikçi nasıl bir yöntem izlerdi, onu görelim.

Elma örneğinde metafizikçi, yalnızca elmanın nereden geldiğini düşünebilecekti. Elma ağaçtan gelir demekle yetinirdi. Daha ilerisini araştırmazdı.

İşçi Üniversitesi için de Fransız halkını baştan çıkarmak isteyen bir grup insan tarafından kurulmuş bir üniversite olduğunu söyler ya da incir çekirdeğini doldurmayan başka sözler söyleyerek gönlünü eğlendirirdi.

Ama diyalektikçi, bir yanda elma, diğer yanda da İşçi Üniversitesi ile sonuçlanan bütün süreçler zincirini görür. Diyalektikçi özel, tikel olayı, ayrıntıyı, bütüne bağlar.

Diyalektikçi, elmayı ağaca bağlar ve daha öteye, bütünü içinde doğaya kadar gider. Elma, yalnız elma ağacının meyvesi değildir, bütün doğanın meyvesidir de.

İşçi Üniversitesi, yalnız proletaryanın meyvesi değil ama kapitalist toplumun meyvesidir de.

Şu halde görüyoruz ki, dünyayı kalıplaşmış şeylerin kümesi gibi kavrayan metafizikçinin tersine, diyalektikçi, dünyayı bir süreçler kümesi olarak görecektir ve diyalektik görüş açısı, nasıl doğa için ve bilimler için doğru ise, toplum, için de doğrudur.

Hegel'in 'metafizik' yöntem dediği verilmiş ve değişmez nesneler olarak düşünülen şeylerin incelenmesiyle uğraşmayı yeğleyen ... eski araştırma ve düşünce yönteminin doğruluğu, zamanında tarihsel olarak ortaya çıkmıştı. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 43-44.)

Bu bakımdan, o çağda her şey ve toplum, bir veri olan değişmez nesneler kümesi gibi inceleniyor, ayrıca toplumun yalnızca değişmemesi şöyle dursun, yok olması alnında yazılı değilmiş gibi inceleniyordu.

Engels, diyalektiğin başlıca önemini belirtir: Bu büyük temel düşünce, dünyanın, bir tamamlanmış şeyler karmaşası olarak değil de görünüşte durulmuş şeylerin, tıpkı beynimizdeki zihinsel yansıları olan kavramlar gibi, kesintisiz bir oluş ve yok oluş değişmesinden geçtikleri, son olarak bütün
görünüşteki rastlantılara ve geçici geriye dönüşlere karşın, ilerleyici bir gelişmenin eninde sonunda belirmeye başladığı bir süreçler karmaşası olarak dikkate alınması gerektiği düşüncesidir. (agy, s. 43.)

Kapitalist toplumun kendisi de demek ki, bir tamamlanmış şeyler karmaşası olarak ele alınmamalıdır, tersine, o da bir süreçler karmaşası olarak incelenmelidir.

Metafizikçiler, kapitalist toplumun her zaman var olmamış olduğunun farkındadırlar, onun bir tarihi olduğunu söylerler ama kapitalizmin ortaya çıkışı ile toplumun evriminin bittiğini ve bundan böyle değişmez (fixee) kalacağını düşünürler. Her şeyi bitmiş, tamamlanmış sayarlar, yeni bir sürecin başlangıcı saymazlar. Dünyanın Tanrı tarafından yaradılışının
anlatısı, dünyanın, tamamlanmış şeylerin bir karmaşası olarak açıklanmasıdır. Tanrı, (yaradılışın ilk altı gününde -ç.) her gün, bir işi bitirdi. Bitkileri, hayvanları, insanı, bir kerede artık değişmemek üzere, kesin olarak yarattı - saptanımcılık (fixisme) teorisi de buradan gelir.

Diyalektik, bunun karşıtı biçimde düşünür. Şeyleri değişmez nesneler olarak değil, üstelik hareket halinde düşünür. Diyalektiğe göre hiçbir şey bitmiş, tamamlanmış bir biçimde bulunmaz; her şey, her zaman bir sürecin sonu ve başka bir sürecin başıdır, her zaman değişme ve gelişme durumundadır.

Bunun içindir ki, biz kapitalist toplumun, sosyalist topluma dönüşeceğine bu kadar güveniyoruz. Hiçbir şey, son ve kesin olarak tamamlanmış olmadığından, kapitalist toplum, bir sürecin sonudur ki, onu, sosyalist toplum, sonra komünist toplum izleyecek ve bu böyle sürüp gidecektir;
sürekli olarak bir gelişme vardır ve olacaktır.

Ancak burada diyalektiği, alınyazısı bir şey gibi almamaya dikkat etmek gerekir; böyle bir sanıdan, şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Mademki siz istediğiniz değişmeden bu kadar eminsiniz, ne diye savaşım veriyorsunuz? Çünkü, Marks'ın da dediği gibi sosyalist toplumu doğurtmak için, bir ebe
gerekecektir; işte devrimin, eylemin zorunluluğu buradan gelir.

Ne var ki, işler bu kadar basit değildir. Bu dönüşümü önceye alabilecek ya da geciktirebilecek insanların rolü unutulmamalıdır (bu soruyu, bu kısmın beşinci bölümünde Tarihsel Materyalizmden Söz ederken yeniden yanıtlayacağız).

Şimdilik saptadığımız şey, her şeyde şeylerin içgücü ile (yani otodinamizm ile) oluşan süreçlerin, zincirleme sıralanışının varlığıdır. Diyalektiğe göre, yeniden üzerinde duruyoruz, hiçbir şey bitmiş, tamamlanmış değildir. Şeylerin gelişmesine, son sahnesi olmayan bir gelişme olarak bakmak gerekir. Dünya tiyatrosunda bir piyesin sonu, başka bir piyesin birinci perdesiyle başlar. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu birinci perde bir önceki piyesin son perdesinde başlamıştır bile.


II. 19. YÜZYILIN BÜYÜK BULUŞLARI

Metafizik düşünüşün terk edilmesini belirleyen, bilginleri sonra da Marks ve Engels'i, şeyleri, diyalektik hareketleri içinde ele almaya zorlayan şeyin, 19. yüzyılda yapılan buluşlar olduğunu biliyoruz. Bu çağın özellikle üç büyük buluşu, Engels'in Ludwig Feuerbach'ta değindiği buluşlar, diyalektiğin ilerlemesini sağlamışlardır. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve
Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 44.)

1. Canlı hücrenin ve gelişiminin bulunuşu

(Organik hücre ile birlikte çoğalma ve başkalaşma (farklılaşma) yoluyla bütün bitkisel ve hayvansal organizmanın gelişmesinin başladığı birimi bularak, canlı doğanın iki büyük aleminin (bitkiler ve hayvanlar aleminin) birbirine bağlılığını, sürekliliğini ortaya koyan Schwann ile Schleiden olmuştur.)

Bu buluştan önce, temel olarak alınan düşünüş tarzı, saptanımcılıktı. Türler birbirlerine yabancı olarak düşünülüyordu. Üstelik, hayvanlar dünyası bir yanda bitkiler dünyası da öbür yanda kesin olarak birbirlerinden ayrı tutuluyorlardı.

Hücrenin bulunuşu, 18. yüzyılın bilginlerinin ve düşünürlerinin daha önce de ortaya attıkları evrim fikrinin belginlik kazanmasına yol açıyor. Bu buluş, yaşamın, ölümlerin ve doğuşların ardı ardına sıralanarak oluştuğunu ve her canlı varlığın benzer hücreleri olduğunu anlamaya olanak sağladı. Bu gerçeğin ortaya çıkarılmış olması, hayvanlarla bitkiler arasında herhangi bir sınırın varlığına artık izin vermez ve metafizik anlayışı kovup atar.

2. Enerjinin dönüşümünün bulunuşu

Eskiden, bilim, örneğin, ses, ısı ve ışığın birbirine tamamıyla yabancı olduklarına inanıyordu. Oysa, bütün bu başka başka olayların birbirlerine dönüşebildikleri, cansız (inerte) maddede de canlı doğada olduğu kadar süreç zincirleri olduğu bulunuyor. Bu buluş da metafizik düşünüşe indirilmiş bir darbedir.

3. İnsanda ve hayvanlarda evrimin bulunuşu

Engels der ki, Darwin, tüm doğa ürünlerinin, başlangıçta tekhücreli küçük tohumların uzun bir gelişme sürecinin sonucu olduğunu, her şeyin kökeninde hücre bulunan uzun bir sürecin ürünü olduğunu ortaya koymuştur.

Ve gene Engels, bu üç büyük buluş sayesinde bütün doğa olaylarının zincirleme sıralanışını, yalnızca çeşitli bilim alanlarının kendi içlerinde değil ama değişik bilim alanları arasında da izleyebileceğimiz sonucuna varır.

Demek ki, bu ikinci karşılıklı etki yasasının ifade edilebilmesi, bilimlerle sağlanmıştır.

Bitkisel, hayvansal ve madensel konular arasında kesiklik yoktur, yalnız süreçler vardır; her şey zincirleme birbirine bağlanır ve bu, toplum için de doğrudur. İnsanlığın tarihi içinden geçmiş olan değişik toplumlar, birinin zorunlu olarak kendinden önce gelen toplumdan çıktığı bir süreçler zinciri
dizisi olarak ele alınmalıdır.

Demek ki, şunu aklımızda tutmak zorundayız: Bilim, doğa, toplum bir süreçler zinciri olarak görülmelidir ve bu zincirlemeyi geliştirmek için işleyen motor da otodinamizmdir.


III. TARİHSEL GELİŞME YA DA SARMAL (SPİRAL) GELİŞME

Tanımaya başladığımız süreci biraz daha yakından inceleyecek olursak görürüz ki, elma, bir süreçler zincirlemesinin sonucudur. Elma nereden geliyor? Ağaçtan geliyor. Ağaç nereden geliyor? Elmadan. Şu halde öyle düşünebiliriz ki, burada bir kısır döngü var ve hep aynı noktaya gelmek üzere, bu kısır döngü içinde dönüyoruz. Ağaç elma. Elma ağaç. Aynı biçimde yumurta tavuk örneğini alalım. Yumurta nereden geliyor? Tavuktan. Tavuk nereden geliyor? Yumurtadan.

Eğer şeyleri bu biçimde ele alırsak, bu bir süreç olmaz, bir çember olur, zaten bu görünüş de sonsuz dönüş fikrini vermiştir. Yani biz hep aynı noktaya, aynı çıkış noktasına dönüp geleceğiz.

Ancak sorunun doğru olarak nasıl konduğunu görelim:

1. İşte bir elma.
2. Bu elma, değişikliğe uğrayarak, bir ağacı ya da ağaçları meydana getirir.
3. Bir ağaç bir elma vermez, birçok elma verir.

Demek ki, aynı çıkış noktasına dönüp gelmiyoruz; biz, elmaya dönüp geliyoruz ama başka bir düzlem üzerinde.

Gene ağaçtan yola çıkarsak, şimdi bizim:

1. Bir ağacımız olacak, bu ağaç,
2. Elmalar verecek, bu elmalar da
3. Ağaçlar verecek.

Burada da gene ağaca geri geliyoruz ama başka bir düzlem üzerinde. Bakış açısı genişlemiştir.

Demek ki, görünüşlerin düşündürttüğü gibi bir çember, bir döngü yok karşımızda ama tarihsel gelişme diye adlandıracağımız bir gelişme süreci var. Tarih, zamanın iz bırakmaksızın geçip gitmediğini gösterir. Zaman geçer ama yeniden ortaya çıkan aynı gelişmeler değildir. Dünya, doğa, toplum, bir gelişme oluştururlar ki, bu tarihsel bir gelişmedir ve felsefe dilinde buna sarmal (spiral) gelişme denir.

Bu imge, fikirleri saptamak için kullanılır; şöyle ki: Şeyler, çemberimsi bir sürece göre evrim gösterirler ama çıkış noktasına dönüp gelmezler, biraz daha yükseğe, başka bir düzlem (plan) üzerinde bir noktaya gelirler ve böylece sürüp giderek, yükselen, yukarı doğru bir sarmal oluşturur; bu
imge işte bu olguyu canlandırmak için yapılan bir benzetmedir.

Demek ki, dünyanın, doğanın, toplumun (sarmal biçiminde) tarihsel bir gelişmesi vardır ve bu gelişmeyi hareket ettiren, bunu unutmayalım, otodinamizmdir (özgüçtür).


IV. VARGI

Diyalektik konusundaki bu ilk bölümlerde ilk iki yasayı; değişme yasasını ve karşılıklı etki yasasını incelemiş bulunuyoruz. Bu inceleme, çelişki yasasının incelenmesini ele alabilmek için zorunlu idi, çünkü, bu, diyalektik değişmenin devindirici gücünü, otodinamizmi anlamamızı sağlayacaktır.

Diyalektiğe ilişkin birinci bölümde bu teorinin metafizik anlayışın baskısı altında niçin kalmış olduğunu ve niçin 18. yüzyıl materyalizminin metafizik bir materyalizm olduğunu gördük. Şimdi, 19. yüzyılın, materyalizmin gelişmesine olanak sağlayarak diyalektik olmasını sağlayan üç büyük buluşunu kısaca gördükten sonra, bu felsefenin tarihinin, şu üç büyük dönemden, (1) antikçağ materyalizmi (atomlar teorisi); (2) 18. yüzyıl materyalizmi (mekanikçi ve metafizikçi), son olarak da (3) diyalektik materyalizm gibi üç büyük dönemden geçmesinin niçin zorunlu olduğunu daha iyi anlıyoruz.

Materyalizmin bilimlerden doğduğunu ve onlara bağlı bulunduğunu belirtmiştik. Bu üç bölümden sonra, bunun ne kadar doğru olduğunu görebiliriz. Diyalektik hareket ve diyalektik değişmenin incelenmesi konusunda sonra karşılıklı etki yasasının incelenmesinde bizim bütün düşünüş tarzlarımızın bilimlere dayandığını gördük.

Bilimsel incelemelerin son derece özelleştiği ve (genellikle diyalektik materyalizmi bilmeyen) bilginlerin, bazen, kendi özel buluşlarının, bilimlerin tümüne oranla önemini anlayamadıkları bugünkü günde demiştik ki, felsefenin rolü, ona düşen özel görev, dünyanın ve daha genel sorunların
açıklamasını yapmaktır; özellikle de her bilim kolunun tüm özel buluşlarını, bunların bir sentezini yapmak üzere bir araya getirmek ve böylece bizi, giderek daha çok Descartes'ın dediği gibi, doğanın efendisi ve sahibi yapacak bir teori vermek, diyalektik materyalizmin özel görevidir.



DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

ÜÇÜNCÜ YASA: ÇELİŞKİ

I. Yaşam ve ölüm.
II. Şeyler, kendi karşıtlarına dönüşürler.
III. Olumlama, yadsıma ve yadsımanın yadsınması.
IV. Durumu gözden geçirelim.
V. Karşıtların birliği.
VI. Sakınılacak yanlışlar.
VII. Diyalektiğin pratik sonuçları.

Diyalektiğin, şeylere, aralıksız değişmekte olan, sürekli gelişen, kısacası, diyalektik bir harekete uğrayan şeyler olarak baktığını gördük (birinci yasa).

Bu diyalektik hareket, her şey, biz onu incelediğimiz anda ancak, bir süreçler zincirinin, yani birbirinden çıkan bir aşamalar zincirinin sonucu olduğu için olanaklıdır ve incelememizi daha ileri götürerek, bu süreçler zincirinin, zaman içinde anlık geri dönüşlere karşın ilerleyici bir hareketle,
zorunlu olarak geliştiğini gördük.

Bu harekete, tarihsel gelişme ya da sarmal gelişme dedik ve biliyoruz ki, bu gelişme otodinamizmle (özgüçle) kendi kendini yaratır.

Peki otodinamizmin yasaları nelerdir? Aşamaların birbirlerinden çıkmalarına yol veren yasalar nelerdir? Buna, diyalektik hareketin yasaları denir.

Diyalektik, bize, şeylerin sonsuz olmadıklarını, şeylerin, bir son ile, bir ölümle tamamlanan bir başlangıçları, bir olgunlukları, bir yaşlılıkları olduğunu öğretiyor.

Bütün şeyler şu aşamalardan geçerler: doğuş, olgunluk, yaşlılık, son. Bu, niçin böyledir? Niçin şeyler sonsuz değildir?

Bu, insanlığın, her zaman ilgisini uyandırmış olan eski bir sorudur. Neden ölmek gerekir? İnsanlar bu zorunluluğu anlamak istemişler ve tarih boyunca sonsuz yaşamın düşünü kurmuşlardır; örneğin ortaçağda (gençlik iksiri, yaşam iksiri gibi) büyülü içkiler türeterek ölümlülükten kurtulmayı
düşlemişlerdir.

Peki, doğan bir şey, niçin ölmek zorundadır? İyice anlamamız için, metafizikle karşılaştırmamız gereken diyalektiğin büyük bir yasasıdır bu.


I. YAŞAM VE ÖLÜM

Metafizik bakış açısından şeyler, diğer şeylerden ayrılarak, kendi başlarına, ayrı ayrı ele alınırlar ve metafizik, şeyleri böyle incelediği için, onları tek yanlı, yani bir tek yandan görür. Onun içindir ki, şeylere bir tek yanından bakanlara, metafizikçi denebilir. Kısaca, bir metafizikçi yaşam denilen
olayı incelerken, bu olayı, bir başka olaya bağlamaz. Yaşamı, kendisi için ve kendinde tek yanlı olarak görür. Ona bir tek yandan bakar. Ölümü inceleyecek olsa, gene aynı şeyi yapacaktır; kendi tek yanlı görüş açısını uygulayacak ve şu sonuca varacaktır: yaşam yaşamdır ve ölüm ölümdür. İkisi arasında ortak hiçbir şey yoktur, çünkü bunlar birbirlerine karşı
olan, birbirinin tam karşıtı iki ayrı şeydir.

Şeylere böyle bakmak, onlara, yüzeysel bir biçimde bakmaktır.
Eğer onları biraz daha yakından inceleyecek olursak, ilkin, birinin diğerine karşıt konulamayacağını ve hatta onların, birbirinden bu kadar kabaca ayrılamayacağını göreceğiz; çünkü, deney, gerçek, bize gösterir ki, ölüm yaşamı sürdürür, ölüm canlıdan gelir.

Ya yaşam, ölümden çıkabilir mi? Evet. Çünkü ölü bedenin öğeleri, başka yaşamları doğurmak için dönüşecektir, örneğin toprak için gübre olacaklardır ve toprak daha verimli olacaktır. Ölüm, pek çok durumda yaşama yardım edecek, ölüm yaşamın doğmasına izin verecek ve canlı bedende yaşam, ancak, ölen hücrelerin yerini sürekli olarak doğan başka
hücrelerin almasıyla olanaklı olacaktır. (Nesneleri dinginlik durumunda ve cansız, her biri kendi başına,  biri ötekinin yanında ve biri ötekinden sonra olarak düşündüğümüz sürece, kuşkusuz onlarda hiçbir çelişki ile karşılaşmayız. Burada kısmen ortak, kısmen farklı, hatta birbiriyle çelişik ama bu takdirde farklı şeylere dağıtılmış ve bunun sonucu kendinde çelişki
içermeyen bazı özgülükler buluruz. Bu gözlem alanı sınırları içinde
işimizi alışılmış metafizik düşünce biçimi ile yürütebiliriz ama nesneleri hareketleri, değişmeleri, yaşamları, birbirleri üzerindeki karşılıklı etkileri içinde düşünmeye başladığımız andan başlayarak durum iyiden iyiye değişir. Burada birdenbire çelişkiler içine düşeriz. (Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 192-193.)

Demek ki, yaşam ve ölüm sürekli olarak birbirine dönüşür; ve şu büyük yasanın her şeye bağlı olduğunu gözlemliyoruz: Her yerde şeyler, kendi karşıtlarına dönüşür.


II. ŞEYLER KENDİ KARŞITLARINA DÖNÜŞÜR

Metafizikçi, karşıtları, birbirinin karşısına koyar ama gerçek bize gösteriyor ki, karşıtlar birbirine dönüşür; şeyler, kendileri olarak kalmaz ama karşıtlarına dönüşür.

Eğer doğru ile yanlışı incelersek, şöyle düşünürüz: bunlar arasında ortak hiçbir şey yoktur. Doğru doğrudur ve yanlış yanlıştır. Bu, tek yanlı bakış açısı, iki karşıtı, kabaca birbirinin karşısına koyar, tıpkı ölüm ile yaşamı karşı karşıya koyduğu gibi.

Gene de bakın yağmur yağıyor! desek, bazen öyle olabilir ki, biz daha sözümüzü bitirmeden, artık yağmur yağmayabilir. Bu tümceye başladığımız zaman sözümüz doğru idi, ama yanlışa dönüştü. (Yunanlılar da daha önce bu durumu saptamışlardı ve yanılmamak için hiçbir şey söylememek gerekir diyorlardı!)

Gene, yeniden elma örneğini alalım. Yere düşmüş olgun bir elma görülür ve İşte olgun bir elma denir. Bununla birlikte, o, belirli bir zamandan beri yerdedir ve çürümeye başlamıştır bile; böylece doğru, yanlış olur.

Bilimler de bize uzun yıllar boyunca doğru sayılmış ama bilimsel ilerlemeler sonucu, belirli bir anda yanlış oldukları meydana çıkmış sayısız yasa örnekleri verirler.

Şu halde görüyoruz ki, doğru yanlışa dönüşür. Acaba yanlış da doğruya dönüşür mü?

Uygarlığın başlangıcında özellikle Mısır'da insanlar, güneşin doğmasını ve batmasını açıklamak için Tanrılar arasında kavga yapıldığını tasarlıyorlardı; bu, Tanrıların, güneşi hareket ettirmek için itildiğinin ya da çekildiğinin söylenmesi ölçüsünde yanlıştı ama bilim, gerçekten güneşi hareket
ettiren güçler (salt fizik güçler, başka nedenler) olduğunu söyleyerek, bu düşünüş biçimine kısmen hak verir. Öyleyse görüyoruz ki, yanlış, açıkça doğruyla karşı karşıya değildir.

Şeyler kendi karşıtlarına dönüşüyorsa, bu, nasıl olanaklı olur? Yaşam ölüme nasıl dönüşür?

Yalnızca yaşam olsaydı, yaşam yüzde-yüz yaşam olsaydı, o, hiçbir zaman ölüm olmazdı; ve eğer ölüm, tüm olarak kendi kendisi, yüzde-yüz ölüm olsaydı, birinin ötekine dönüşmesi olanaklı olmazdı ama yaşam içinde ölüm ve dolayısıyla ölüm içinde yaşam, daha önce de vardır.

Yakından bakarken göreceğiz ki, bir canlı varlık hücrelerden oluşur; hücreler, kaybolarak ve aynı yerde yeniden görünerek yenilenirler. Hücreler, canlı bir varlığın içinde durmadan yaşarlar ve ölürler, öyleyse orada hem yaşam, hem ölüm vardır.

Gene biz biliyoruz ki, bir ölünün sakalı uzamaya devam eder. Tırnakları ve saçları da uzar. İşte açıkça, yaşamın, ölümün içinde devam ettiğini, kesin olarak kanıtlayan olaylar.

Sovyetler Birliği'nde bir ölünün kanı, özel koşullar içinde saklanıyor ve kan aktarımı için kullanılıyor; böylece, bir ölünün kanıyla, bir canlı iyileştirilir. Dolayısıyla, diyebiliriz ki, ölümün bağrında yaşam vardır.

Öyleyse yaşam da şeylerin ve süreçlerin kendinde var olan, ara vermeden ortaya çıkan ve çözülen bir çelişkidir ve çelişki biter bitmez, yaşam da biter, ölüm başgösterir. (Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 193-194.)

Öyleyse, şeyler yalnız birbirine dönüşmekle kalmaz, hatta bir şey yalnız kendi kendisi değildir, aynı zamanda kendisinin karşıtı olan başka bir şeydir de çünkü her şey kendi karşıtını da içinde taşır.

Her şey, aynı zamanda hem kendini, hem de karşıtını içerir.

Bir şey, bir çemberle gösterilirse, burada merkezden dışa doğru itiş örneğinde olduğu gibi, bu şeyi yaşama doğru iten bir güç bulacağız (dışa doğru baskı) ama aynı zamanda bu şeyi, tam karşı doğrultuda dıştan merkeze doğru iten ölüm güçlerini de bulacağız (içe doğru baskı).

Böylece her şeyin içersinde birbirine karşı güçler, uzlaşmaz güçler bir arada bulunurlar.

Bu güçler arasında ne olur? Birbirlerine karşı savaşım verirler. Öyleyse, bir şey, değişikliğe, yalnızca bir yönde etki yapan bir güç tarafından uğramaz; her şey, gerçekte, birbirine karşı doğrultuda iki güç tarafından değişikliğe uğrar. Şeylerin olumlanmasına (affirmation, tasdik) ve yadsınmasına
doğru, yaşama doğru ve ölüme doğru. Şeylerin olumlanması ve yadsınması ne demektir?

Yaşamın içinde yaşamı koruyan ve sürdüren, yaşamın olumlanmasına yönelik güçler vardır. Ayrıca canlı organizmalarda yadsımaya doğru yönelen güçler de vardır. Her şeyde güçlerden bazıları olumlamaya eğilimlidir ve diğer bazıları yadsımaya eğilimlidir ve olumlama ile yadsıma arasında çelişki vardır.

Demek ki, diyalektik, değişmeyi ortaya çıkarır, peki ama neden şeyler değişirler? Çünkü şeyler, kendi kendileriyle uyum halinde değildirler, çünkü güçler arasında uzlaşmaz iç karşıtlıklar arasında savaşım vardır, çünkü çelişki vardır. İşte diyalektiğin üçüncü yasası: Şeyler değişir, çünkü kendi
kendilerinde çelişkiyi içerirler, kendi içlerinde çelişki  taşırlar.

(Biz, zaman zaman (diyalektik gibi, otodinamizm gibi) azçok karmaşık sözcükler ya da geleneksel mantığa aykırı gibi görünen ve anlaması güç terimler kullanmak zorunda kalıyorsak, bunu, burjuvaziyi örnek aldığımız ve şeyleri yerli yersiz, herhangi bir neden yokken karmaşıklaştırmayı sevdiğimiz için yapmıyoruz. (Rene Maublanc'ın La Vie Ouvriere, 14 Ekim
1937'deki makalesine bakınız.) Ama, başlangıç niteliğinde olsa da
bu incelemenin olabildiğince eksiksiz olmasını ve sonra bu terimleri kullanan Marks, Engels ve Lenin'in felsefe yapıtlarının daha kolay anlaşılmasını sağlamak istiyoruz. Demek ki, alışılmamış bir dil kullanmamız gerekiyor, bu dili, bu inceleme sınırı içinde onu herkesçe anlaşılabilir bir hale getirmeye çok önem veriyoruz.)


III. OLUMLAMA, YADSIMA VE YADSIMANIN YADSINMASI

Şimdi, burada size evet denildiği ve sizin de hayır diye yanıtladığınız bir durumu anlatan, sözdeki çelişki ile şimdi görmüş olduğumuz diyalektik çelişki denilen, yani olgulardaki, şeylerdeki çelişki arasında bir ayrım yapmamız gerekiyor.

Kapitalist toplumun bağrında var olan çelişkiden söz ettiğimiz zaman, bu, bazı teoriler hakkında bazılarının evet, bazılarının hayır dediği anlamda bir çelişki değildir; bu, olgularda bir çelişki var demektir, birbiriyle çatışan savaşım veren gerçek güçler var demektir: burada önce kendini olumlamaya yönelik güç, kendini korumayı sürdürmeye yönelik güç
vardır, bu, burjuva sınıfıdır; sonra burjuva sınıfının yadsınmasına yönelik ikinci bir toplumsal güç vardır, bu da proletaryadır. Öyleyse çelişki olgulardadır, çünkü burjuvazi kendi karşıtını, yani proletaryayı yaratmaksızın var olamaz. Marks'ın dediği gibi; burjuvazinin ürettiği, her şeyden önce, kendi mezar kazıcılarıdır. (Karl Marks-Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Sol Yayınları, Ankara 1993,
s. 122.)

Buna engel olmak için, burjuvazinin, kendi kendisi olmaktan vazgeçmesi gerekirdi ki, bu da saçma bir şey olurdu. Öyleyse kendi kendini olumlarken, kendi yadsımasını yaratır.

Bir tavuğun yumurtladığı ve üzerinde kuluçkaya yattığı bir yumurta örneğini alalım: görürüz ki, yumurtanın içinde belirli bir ısıda ve belirli bazı koşullar altında gelişen bir tohum germe) bulunur. Bu tohum, gelişerek, bir civciv verecektir. Bu tohum, daha şimdiden yumurtanın yadsınmasıdır. Böylece, çok iyi görüyoruz ki, yumurtanın içinde iki güç var: Onu yumurta kalmaya doğru çeken güç ve civciv olmaya doğru çeken güç. Öyleyse yumurta, kendi kendisi ile uyumsuzluk içindedir ve her şey, kendi kendisi ile uyumsuzluk içindedir.

Bu, insana, kavranması güç bir şey gibi gelir, çünkü biz metafizik düşünüş tarzına alışmışızdır ve bunun içindir ki, şeyleri kendi gerçeklikleri içinde görmeye yeni baştan alışmak için bir çaba harcamalıyız.

Bir şey, yadsımadan çıkan bir olumlama olarak başlar. Civciv, yumurtanın yadsınmasından çıkmış bir olumlamadır. Bu, sürecin bir evresidir ama tavuğun kendisi de civcivin değişmesi, başka bir hale dönüşmesi olacaktır ve bu dönüşmenin ortasında civcivin tavuk olması için savaşım veren
güçler ile civcivin civciv kalması için savaşım veren güçler arasında bir çelişki olacaktır. Demek ki, tavuk civcivin yadsınması olacaktır; civciv ise, yumurtanın yadsınmasından gelmektedir.

Öyleyse, tavuk, yadsımanın yadsınması olacaktır ve bu diyalektik evrelerin genel gidişi işte böyledir.

1. Olumlama ya da Tez.
2. Yadsıma ya da Karşı-tez.
3. Yadsımanın yadsınması ya da Sentez.

Bu üç sözcük, diyalektik gelişimi özetler. Bunlar, evrelerin ardı ardına zincirlenişini betimlemek ve bir evre'nin, kendinden önceki evre'nin yıkımı olduğunu göstermek için kullanılırlar.

Yıkım, bir yadsımadır. Civciv meydana gelirken yumurtayı kırdığına göre, civciv, yumurtanın yadsınmasıdır. Buğday başağı, gene aynı şekilde buğday tanesinin yadsınmasıdır. Tane, toprakta filizlenecektir. Bu filizlenme buğday tanesinin yadsınmasıdır; buğday bitki verecek ve bu bitki çiçek açacak ve buğday başağını verecektir; bu başak ise bitkinin
yadsınması ya da yadsımanın yadsınması olacaktır. Böylece, görüyoruz ki, diyalektiğin sözünü ettiği yadsıma, yıkımdan söz etmenin özetlenmiş bir biçimidir. Yok olanın, yıkılmış olanın yadsınması vardır.

1. Feodalizm, köleciliğin yadsınması oldu.
2. Kapitalizm, feodalizmin yadsınmasıdır.
3. Sosyalizm, kapitalizmin yadsınmasıdır

Çelişki yönünden, sözdeki, çelişki ile mantık çelişkisi arasında bir ayrım yaptığımız gibi, hayır denen sözdeki yadsıma ile yıkım demek olan diyalektik yadsıma arasında bir ayrım olduğunu çok iyi bilmeliyiz.

Ancak yadsıma, yıkım demekse de burada herhangi sıradan bir yıkım değil ama diyalektik bir yıkım söz konusudur. Bunun gibi, bir pireyi parmaklarımız arasında ezdiğimiz zaman, o, bir iç yıkımla, diyalektik bir yadsıma ile ölmez. Onun ölümü, otodinamik aşamaların bir sonucu değildir; salt mekanik bir değişikliğin sonucudur.

Yıkım, ancak bir olumlama ürünü ise, bir olumlamadan çıkıyorsa, bir yadsıma demektir. Bunun gibi, kuluçkaya yatırılmış yumurta, yumurta olan şeyin olumlaması olarak, kendi yadsımasını doğurur: Civciv olur ve civciv, yumurtanın kabuğunu kırarak, onu yıkarak, yumurtanın yıkımını ya da
yadsınmasını simgelerle ifade eder.

Civcivde birbirine düşman iki güç görüyoruz: Civciv ve tavuk; sürecin bu gelişmesi sırasında tavuk yumurtalar yumurtlayacaktır, bu da yadsımanın yadsınmasıdır. Öyleyse, bu yeni yumurtalardan; yeni bir süreçler zinciri başlayacaktır.

Buğdayda da aynı şekilde bir olumlama, sonra bir yadsıma ve bir yadsımanın yadsınmasını görürüz.

Bir başka örnek olarak, materyalist felsefe örneğini vereceğiz.

Başlangıçta, bilisiz olduğu için kendi öz yadsımasını, yani idealizmi yaratan ilkel, kendiliğinden bir materyalizm buluyoruz ama eski materyalizmi yadsıyan idealizm, kendisi de çağdaş ya da diyalektik materyalizm tarafından yadsınacaktır, çünkü felsefe gelişmektedir ve bilimlerle birlikte idealizmin yıkımına yol açmaktadır. Demek ki, burada da
olumlama, yadsıma ve yadsımanın yadsınmasını buluyoruz.

Bu çevrimi (cycle), toplumun evriminde de saptıyoruz.

Tarihin başlangıcında bir ilkel komünist toplumun, sınıfsız, toprağın ortak mülkiyetine dayanan bir toplumun varlığını görüyoruz ama bu mülkiyet biçimi, üretimin gelişmesi için bir engel oluyor ve kendisi tarafından kendisinin yadsınmasını, yani sınıflı, özel mülkiyete ve insanın insan oruz:
komünist toplumun zorunluluğu ama başka bir düzeyde; başlangıçta, bir ürün eksikliğimiz vardı; bugün, çok yükselmiş bir üretim yeteneğimiz var.

Bu konuda verdiğimiz bütün örneklerle, hep çıkış noktasına geri geldiğimize ama başka bir düzey üzerinde en yüksek bir düzey üzerinde (sarmal gelişme) geri geldiğimize dikkat edelim.

Böylece görüyoruz ki, çelişki, diyalektiğin büyük bir yasasıdır. Evrim uzlaşmaz karşıt güçlerin savaşımıdır. Şeyler, yalnız birbirlerine dönüşmekle kalmazlar ama her şey kendi karşıtına dönüşür. Şeyler kendi kendileriyle uyum içinde değildir, çünkü şeylerde birbirine karşı güçler arasında savaşım vardır, çünkü şeylerde bir iç çelişki vardır.

Not: Şuna çok dikkat etmemiz gerekir ki, olumlama, yadsıma, yadsımanın yadsınması, ancak diyalektik evriminin uğraklarının özetlenmiş ifadeleridir ve her yerde bu üç aşamayı bulmak için dünyayı dolanmak gerekmez. Çünkü, onların hepsini her zaman bulamayacağız ama bazen yalnızca
birinciyi, bazen yalnızca ikinciyi bulacağız, çünkü evrim bitmiş değildir. Öyleyse, her şeyde bu değişmeleri, böylesine mekanik biçimde aramamak gerekir. Ancak, özellikle şunu aklımızda tutalım ki, çelişki, diyalektiğin büyük yasasıdır. İşin özü budur.


IV. DURUMU GÖZDEN GEÇİRELİM

Daha önceden de biliyoruz ki, diyalektik, iyi gözlemler ve iyi inceleme yapmamızı sağlayan bir düşünüş, uslamlama, çözümleme yöntemidir; çünkü diyalektik, her şeyin kaynağını araştırmaya ve onun tarihini anlatmaya bizi zorlar.

Kuşkusuz, eski düşünüş yöntemi; gördüğümüz gibi, kendi zamanında zorunlu idi ama, diyalektik yöntemle incelemek, öğrenmeye çalışmak, yineleyelim, görünüşte hareketsiz olan her şeyin bir başlangıcı ve bir sonu olduğunu, her şeyde; son olarak bütün görünüşteki rastlantılara ve geçici geriye dönüşlere karşın, ilerleyici bir gelişmenin eninde sonunda
belirmeye başladığı bir süreçler zincirinden başka bir şey olmadığını meydana çıkarmak demektir.

Yalnızca diyalektik, bizim, şeylerin gelişmesini ve evrimini anlamamıza izin verir; yalnızca o, eski şeylerin yıkımını ve yenilerinin doğuşunu anlamamızı sağlar. Yalnızca diyalektik, şeylerin karşıtlardan oluşmuş bütünler olduklarını bize öğreterek, onların gelişmesini, dönüşümleri içinde anlamamızı sağlar. Çünkü, diyalektik anlayışa göre, şeylerin doğal
gelişmesi, yani evrim, birbirine karşı güçlerin ve ilkelerin sürekli savaşımıdır.

Öyleyse, diyalektiğe göre, birinci yasa, hareketin ve değişmenin hiçbir şey olduğu gibi kalmaz, hiçbir şey olduğu yerde kalmaz. kuralının saptanması, ortaya konulması ise de şimdi biliyoruz ki, bu yasa; şeylerin yalnız birbirine dönüşerek değil ama kendi karşıtlarına dönüşerek değişmesiyle açıklanır. Demek ki, çelişki, diyalektiğin büyük bir yasasıdır.

Diyalektik görüş açısından çelişkinin ne olduğunu inceledik ama bazı açıklıklar getirmek ve sakınılması gereken bazı yanlışları belirtmek için, çelişki üzerinde tekrar durmalıyız.

Besbelli ki, her şeyden önce, gerçekle uyuşan şu olumlamaya, yani şeylerin kendi karşıtlarına dönüşmeleri olumlamasına kendimizi iyice  alıştırmalıyız. Kuşkusuz bu, sağduyuya ters düşer, bizi şaşırtır, çünkü biz, eski metafizik yöntemle düşünmeye alışmışızdır ama bunun niçin böyle olduğunu gördük; örnekler yardımıyla, bunun gerçekte böyle olduğunu ve şeylerin niçin kendi karşıtlarına dönüştüğünü ayrıntılı bir biçimde gördük.

Onun için, şöyle denebilir ve iddia edilebilir: Eğer şeyler dönüşüyor, değişiyor ve evrim gösteriyorlarsa, bu, kendi kendileriyle çelişki halinde olmalarındandır, kendi içlerinde kendi karşıtlarını taşımalarındandır, kendi içlerinde karşıtların birliğini içermelerindendir.


V. KARŞITLARIN BİRLİĞİ

Her şey, bir karşıtlar birliğidir.

Böyle bir şeyi iddia etmek, ilk bakışta, bir saçmalık gibi görünür. Bir şey ile onun karşıtının ortak herhangi bir yanı yoktur., genellikle böyle düşünülür ama, diyalektiğe göre, her şey, aynı zamanda hem kendi kendisi, hem de karşıtıdır; her şey bir karşıtlar birliğidir ve bunu iyice açıklamamız gerekir.

Karşıtların birliği, bir metafizikçi için, olanaksız bir şeydir. Ona göre şeyler, bir tek parçalı ve kendi kendileriyle uyumlu olarak yapılmışlardır, oysa şimdi biz, tersini iddia ediyoruz, yani şeyler iki parçadan -kendi kendileri ile kendi karşıtlarından- yapılmışlardır, şeylerde birbiriyle çatışan iki güç vardır, çünkü şeyler kendi kendileriyle uyumlu değildir; kendi kendileriyle çelişki halindedir, diyoruz.

Bilgisizlik ve bilim örneğini, yani bilgi örneğini alırsak, biliyoruz ki, bunlar metafizik görüş açısından tümüyle birbirine karşı ve birbirinin karşıtı olan iki şeydir. Bilgisiz bir kişi, bilgin değildir; bilgin bir kişi ise, bilgisiz değildir.

Bununla birlikte, eğer olgulara bakarsak, bu iki şeyin böylesine katı bir karşıtlığa yer vermediğini görürüz. Görürüz ki, önce bilgisizlik egemendi, sonra bilim geldi; burada da bir şeyin kendi karşıtına, bilgisizliğin bilime dönüştüğünü saptıyoruz.

Bilimsiz bilgisizlik, yüzde-yüz bilgisizlik yoktur. Bir birey, ne kadar bilgisiz olursa olsun, en azından nesneleri, yiyeceğini tanımasını bilir; hiçbir zaman mutlak bir bilgisizlik yoktur; bilgisizlik içinde her zaman bir bilim payı vardır. Bilim, daha tohum halinde bilgisizliğin içinde vardır; öyleyse, bir şeyin karşıtının, o şeyin kendi içinde olduğunu iddia etmek doğrudur.

Şimdi de bilimi görelim. Yüzde-yüz bir bilim olabilir mi? Hayır. Her zaman bilinmeyen bir şey vardır. Lenin, bilginin konusu tükenmez. der; bu demektir ki, her zaman öğrenilecek bir şey vardır. Mutlak bilim yoktur. Her bilgi, her bilim, bir bilgisizlik payı içerir. (Bilimlerin tarihi, yanılgının
ilerletici dıştalanmasının tarihidir, yani yanılgının yerini başka yeni bir yanılgının ama gittikçe daha az saçma olan bir yanılgının almasının tarihidir. (Engels).)

Gerçekte var olan bilim ile bilgisizliğin bir karışımı, göreli bir bilgisizlik ve göreli bir bilimdir.

Öyleyse, burada bu örnekte saptadığımız, şeylerin kendi karşıtlarına dönüşmeleri değil ama aynı şeyde karşıtlarının ya da karşıtların birliğinin varlığıdır.

Daha önce gördüğümüz örnekleri yeniden alabiliriz: Yaşam ve ölüm, gerçek olan ve yanlış olan örneklerinde birinde ve ötekinde; her şey olduğu gibi bir karşıtların birliğinin var olduğunu, yani her şeyin aynı zamanda hem kendi kendini, hem de karşıtını içinde taşıdığını gördük. Bunun için Engels
diyecektir ki:

Oysa araştırmada hiç şaşmadan daima bu görüş açısından yola çıkılırsa, artık bir daha kesin çözümler ve sonsuz gerçekler istemekten kesin olarak vazgeçilir; her zaman edinilen her bilginin zorunlu olarak sınırlı olma niteliğinin ve bu bilginin, içinde kazanılmış olduğu koşullara bağımlılığının
bilincinde olunur; hala geçerli olan eski metafiziğin, doğru ve yanlış, iyi ve kötü, özdeş ve değişik, zorunlu ve olumsal gibi giderilemez karşıtlıklarının zorunlu etkisinden de kaçınılabilir artık; bilinir ki bu karşıtlıkların ancak göreli bir değerleri vardır, şimdi doğru olarak tanınan şeyin gizli bir yanlış
yanı da vardır ve bu, daha sonra ortaya çıkacaktır, tıpkı şimdilik yanlış tanınanın da doğru bir yanı olduğu ve bu doğru yanı yüzünden daha önce doğru sayılır olduğu gibi. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesi'nin Sonu, s. 43.)

Engels'in bu metni, diyalektiği ve karşıtların birliğinin gerçek anlamını nasıl anlatmak gerektiğini, bize çok iyi göstermektedir.


VI. SAKINILACAK YANLIŞLAR

Yanlış anlamalara meydan vermemek için, diyalektiğin büyük yasası çelişkiyi, çok iyi açıklamak gerekir.

Her şeyden önce, onu, mekanik bir biçimde anlamamalıdır. Her bilgide gerçeklik artı yanılgı ya da doğru artı yanlış bulunduğunu düşünmemek gerekir.

Bu yasa, böyle uygulansaydı, her düşüncede her kanıda bir doğru yan artı bir yanlış yan vardır, yanlış olanı çıkaralım, geriye doğru olan kalır, bu da iyidir diyenlere hak verilirdi. Bu, sözde-Marksist bazı çevrelerce söylenir; bu çevreler şöyle düşünür: Marksizm, kapitalizmde ekonomik yaşamı ellerinde
tutan fabrikalar, tröstler, bankalar bulunduğunu göstermekte haklıdır; Marksizm, bu ekonomik yaşamın kötü gittiğini söylemekte haklıdır ama Marksizm’de yanlış olan, ekleyelim ki, sınıf savaşımıdır; sınıf savaşımı teorisini bir yana bırakalım, bakın nasıl iyi bir öğretimiz olacak. Gene
denir ki, toplumun incelenmesine uygulanan Marksizm haklıdır, doğrudur ama ne diye diyalektiği karıştırmalı buna? İşte bu yanlış yanı, diyalektiği kaldıralım, Marksizm’in geri kalanını doğru olarak saklayalım!

Bunlar, karşıtların birliğinin, mekanik yorumlarıdır.

İşte başka bir örnek daha: Proudhon, bu karşıtlar teorisini öğrendikten sonra, her şeyde bir iyi, bir de kötü yan olduğunu düşünüyordu. Bunun için, toplumda burjuvazinin ve proletaryanın bulunduğunu belirterek, kötü olanı, yani proletaryayı kaldıralım, diyordu. Böylece, parçalı (parcellaire)
mülkiyeti yaratacak, yani proleterlere mülk sahibi olma olanağını verecek olan krediler sistemini kurdu; artık, böylelikle, yalnız burjuvalar olacaktı ve toplum da iyi olacaktı.

Bununla birlikte, biz çok iyi biliyoruz ki, burjuvasız proletarya yoktur ve burjuvazi, ancak proletarya ile vardır: bunlar, birbirinden ayrılamayan iki karşıttırlar. Bu karşıtların birliği, içte olan, gerçek bir birliktir, ayrılmaz bir birliktir. Öyleyse, karşıtları ortadan kaldırmak, onları birbirinden kesip ayırmak yeterli değildir. İnsanın insan tarafından sömürüsüne dayanan bir toplumda zorunlu olarak birbiriyle uzlaşmaz iki sınıf vardır: antikçağda efendiler ve köleler, ortaçağda senyörler ve serfler, bugün de burjuvazi ve proletarya.

Kapitalist toplumu kaldırmak için sınıfsız toplumu kurmak için, hem burjuvaziyi, hem de proletaryayı kaldırmak gerekir - özgür insanlara, maddi bakımdan ve kafa bakımından daha gelişmiş bir toplum yaratma olanağını sağlamak ve hasımlarının ileri sürdükleri gibi yoksullukta eşitlikçi bir komünizm yaratmak için değil, üstün toplum biçimine doğru yol almak için.

Demek ki, karşıtların birliğini açıkladığımız ya da onu bir örneğe, bir incelemeye uyguladığımız zaman, çok dikkat etmek zorundayız. Her yerde ve her zaman, örneğin, yadsımanın yadsınmasını bulmak ve mekanik bir biçimde uygulamak istemekten her yerde ve her zaman karşıtların birliğini
görmek istemekten kaçınmalıdır; çünkü bizim bilgilerimiz, genellikle çok sınırlıdır ve bizi çıkmaza sürükleyebilir.

Önemli olan ilke şudur: Diyalektik ve diyalektiğin yasaları, şeylerin evrimini ve bu evrimi belirleyen güçleri, yani karşıtları bulup ortaya çıkarmak için, bizi, şeyleri incelemeye zorlar. Demek ki, şeylerin içinde saklı bulunan karşıtların birliğini incelememiz gerekir ve bu karşıtların birliği, bir olumlama, hiçbir zaman mutlak bir olumlama değildir, çünkü o kendi içinde bir yadsıma payını içerir, demeye gelir. İşte işin özü budur: Şeyler, kendi öz karşıtlarını içlerinde taşıdıkları içindir ki, değişir, başka şeye dönüşürler. Yadsıma çözücüdür (dissolvant), o olmasaydı, şeyler değişmeyeceklerdi ve gerçekte şeyler, dönüştüklerine göre, kendi içlerinde çözücü bir ilke taşıyor olmaları gerekir. Şeylerin değiştiğini gördüğümüze göre, böyle çözücü bir ilkenin varlığını önceden kabul edebiliriz ama şeyin kendisini inceden inceye incelemeden bu ilkeyi bulup çıkaramayız, çünkü bu ilke, her
şeyde aynı görünüme sahip değildir.


VII. DİYALEKTİĞİN PRATİK SONUÇLARI

O halde diyalektik, pratikte, bizi şeyleri yalnızca bir tek yanıyla değil ama her iki yanıyla dikkate almaya, yanlışsız doğruyu; bilgisiz bilimi asla düşünmemeye zorlar. Metafiziğin büyük yanılgısı, şeyleri yalnızca bir yanıyla düşünmek tek yanlı yargılamaktır ve biz, şeyleri, tek yanından gördüğümüz ölçüde yanlışlar yaparız ve çok sık yanlış yapıyorsak,
bu, tek yanlı düşünüş tarzını tutmamızdandır.

İdealist felsefe, dünyanın yalnızca insanların fikirlerinde olduğunu ileri sürerse, gerçekten de yalnızca bizim düşüncemizde bulunan şeylerin var olduğunu kabul etmek gerekir. Doğrudur bu ama idealizm tek yanlıdır, (sorunun) yalnız bu yanını görür. O, yalnızca, gerçekte olmayan şeyleri türeten insanı görür ve bundan, bizim fikirlerimizin dışında hiçbir şeyin var olmadığı sonucuna varır. İdealizm, insanın bu yetisini belirtmekte haklıdır ama pratiğin ölçütünü uygulamadığından, yalnızca bunu görür.

Metafizik materyalizm de yanılır, çünkü o da yalnızca sorunların tek yanını görür. Evreni bir mekanik gibi görür. Mekanik bilimi var mıdır? Evet! Büyük bir rol oynar mı? Evet! Şu halde metafizik materyalizm bunu söylemekte haklıdır ama yalnız mekanik hareketi görmek, bir yanılgıdır.

Biz, doğal olarak şeylerin ve insanların yalnız bir tek yanlarını görmeye sürüklenmişizdir. Bir arkadaşımıza değer biçerken, hemen hemen her zaman onun yalnız iyi ya da kötü yanını görürüz. Birini de ötekini de görmek gerekir, yoksa örgütler içinde kadrolar oluşturmak olanaklı olmazdı.
Siyasal pratikte, tek yanlı yargılama yöntemi sekterlikle sonuçlanır. Gerici bir örgütten bir hasımla karşılaştığımızda onun hakkında liderlerine göre karar veririz ama bununla birlikte, o, dertli, kırgın, saf, küçük bir memur olabilir ve biz, onu, büyük bir faşist patron gibi düşünmemeliyiz. Bu
düşünme yöntemi, patronların kendilerine de uygulanabilir; onlar bize kötü görünüyorlarsa da kendileri de toplum yapısının baskısı altındadırlar, başka toplumsal koşullarda başka türlü olabilirlerdi.

Eğer karşıtların birliğini düşünürsek, şeyleri çeşitli yönleriyle ele alırız. Öyleyse görürüz ki, bu, gerici, bir yanıyla gericidir ama öteki yanıyla bir emekçidir ve onda bir çelişki vardır. Bu durumda o örgüte neden katıldığı aranır ve bulunur ve gene, o örgüte neden katılmaması gerektiği araştırılır.
Ve böylece, daha az sekter olan bir biçimde değerlendirir ve tartışırız.

Öyleyse diyalektiğe uygun olarak, şeyleri, görülebilen bütün açılardan dikkate almalıyız.

Teorik sonuç olarak ve özetlemek için diyeceğiz ki: Şeyler değişirler, çünkü bir iç çelişkiyi (kendi kendilerini ve kendi karşıtlarını) içlerinde bulundururlar. Karşıtlar çatışma halindedirler ve değişmeler bu çatışmalardan doğar; böylece değişme, çatışmanın çözümüdür.

Kapitalizm de proletarya ile burjuvazi arasındaki bu iç çelişkiyi, bu çatışmayı içinde taşır; değişme, çatışma ile açıklanır ve kapitalist toplumun sosyalist topluma dönüşmesi çatışmanın ortadan kaldırılmasıdır.

Çelişki olan her yerde değişme vardır, hareket vardır. Çelişki olumlamanın yadsınmasıdır ve üçüncü basamak yadsımanın yadsınması elde edildiğinde çözüm ortaya çıkar, çünkü, bu anda çelişkinin nedeni elenmiş, aşılmıştır.

Öyleyse denilebilir ki, bilimler yani kimya, fizik, biyoloji, vb. kendi özel değişme yasalarını inceliyorlarsa, diyalektik de daha genel değişme yasalarını inceler. Engels diyor ki: Gerçekte diyalektik, doğanın, insan toplumunun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme yasaları biliminden başka bir şey değildir. (Friedrich Engels, Anti-Dühring, s. 218.)

OKUMA PARÇALARI
- Friedrich Engels, Anti-Dühring, Onüçüncü Bölüm, Diyalektik
Yadsımanın Yadsınması; Ondördüncü Bölüm, Sonuç s. 204-223.
- V. İ. Lenin, Karl Marks -Diyalektik-. (Bkz: Marks-
Engels-Marksizm, Sol Yayınları, Ankara 1990, s. 21-24.)



BEŞİNCİ BÖLÜM

DÖRDÜNCÜ YASA:

NİCELİĞİN NİTELİĞE DÖNÜŞMESİ YA DA SIÇRAMALI İLERLEME YASASI


I. Reformlar mı, devrim mi?
      1. Siyasal kanıtlama.
      2. Tarihsel kanıtlama.
      3. Bilimsel kanıtlama.
II. Tarihsel materyalizm.
      1. Tarihi nasıl açıklamak gerekir?
      2. Tarih insanların eseridir.

Diyalektiğin tarihe uygulanması sorununu ele almadan önce, diyalektiğin son bir yasasını incelememiz gerekiyor.

Bu inceleme, bize, yadsımanın yadsınmasının ne olduğunu ve karşıtların birliğinin ne olduğunu daha önce gördüğümüz için, kolay gelecektir.

Her zamanki gibi, gene örneklerle başlayalım.


I. REFORMLAR MI, DEVRİM Mİ?

Toplumdan söz edilirken şöyle denir: reformlar mı yapmalı, yoksa devrim mi? Kapitalist toplumu, sosyalist topluma dönüştürmek için, bu amaca, birbirini izleyen reformlarla mı, yoksa ani bir dönüşümle, yani devrimle mi ulaşmak gerekeceği konusunda tartışılır.

Bu sorun karşısında daha önce öğrendiklerimizi anımsayalım. Her dönüşüm, birbirine karşı güçlerin savaşımıdır. Eğer bir şey gelişiyorsa, bu, her şey bir karşıtlar birliği olduğuna göre, kendi içinde kendi karşıtını taşımasındandır. Karşıtların savaşımı ve bir şeyin başka bir şeye dönüşmesi saptanılır. Peki bu dönüşüm nasıl olur? Burada yeni bir sorun
ortaya çıkar. Düşünülebilinir ki, bu dönüşüm, azar azar, bir dizi küçük dönüşümlerle gerçekleşir: yeşil elma, ilerleyen bir dizi küçük değişikliklerle olgun elma haline dönüşür.

Pek çok kişi, bunun gibi, toplumun yavaş yavaş dönüştüğünü, bir dizi böyle küçük dönüşümlerin sonucu olarak kapitalist toplumun, sosyalist topluma dönüşeceğini düşünür. Bu küçük dönüşümler, reformlardır ve bunların tümü, bu derece derece gerçekleşen küçük değişimlerin toplamı, bize, yeni
bir toplum verecektir.

Bu teoriye, reformculuk denir. Bu teorilerden yana olanlara da reformlar istedikleri için değil, reformların yeterli olduğunu ve bu reformların birikerek yavaş yavaş belli olmadan toplumu dönüştüreceğini düşündükleri için, reformcu adı verilir.

Bu teorinin, ne derece doğru olduğunu araştıralım:

1. Siyasal kanıtlama: Olaylara, yani başka ülkelerde yapılanlara bakarsak, bu sistemin, denendiği yerlerde başarılı olmadığını görürüz. Kapitalist toplumun dönüşümü bir tek ülkede başarılmıştır: SSCB'de; ve görüyoruz ki, bu, orada da bir dizi reformlarla değil, devrimle olmuştur.

2. Tarihsel kanıtlama: Genel bir biçimde şeylerin, küçük değişikliklerle, reformlarla dönüştükleri doğru mudur? Gene olaylara bakalım. Tarihsel değişmeleri incelersek, bunların belirsizce oluşmadığını ve sürekli olmadığını görürüz. Bir an gelir, değişme, küçük değişiklikler yerine, ani bir
sıçrayışla yapılır.

Toplumlar tarihinde. kaydettiğimiz çarpıcı olaylar, ani değişiklikler, devrimlerdir. Diyalektiği bilmeyenler bile, zamanımızda tarihte zorlu değişmelerin meydana gelmiş olduğunu bilirler; bununla birlikte, 17. yüzyıla kadar, doğanın sıçramalar yapmadığı, atlamalar yapmadığı sanılıyordu; değişmelerin sürekliliği içindeki ani değişiklikleri görmek istemiyorlardı.
Ama bilim işin içine karıştı ve olgular gösterdi ki, değişmeler ani olmaktadır. 1789 Devrimi, insanların gözlerini daha iyi açtı; bu devrimin kendisi, geçmişle ansızın kopmanın apaçık bir örneğiydi ve bundan sonra, tarihin bütün kesin belirleyici aşamalarının, önemli, sert, ani altüst
oluşlar olduğunun farkına varıldı. Örneğin: şu ve bu devlet arasındakiler ne kadar dostça olursa olsun, giderek soğuyor, gerginleşiyor, iyice kötüleşiyor, bir düşmanlık niteliği kazanıyordu - ve olayların sürekliliğinde ani kopuş, yani savaş geliyordu. Ya da Almanya'da 1914-1918 Savaşından sonra, faşizm derece derece yükseldi, sonra bir gün Hitler iktidarı
aldı: Almanya yeni bir tarihsel aşamaya girdi.

Bugün, bu ani değişiklikleri yadsımayanlar, ileri sürerler ki, bunlar ilineklerdir; bir ilinek, olan ve olmayabilir olan bir şeydir.

Toplumların tarihindeki devrimler işte böyle açıklanır. Onlar birer rastlantıdır. Örneğin Fransa tarihiyle ilgili olarak, Fransız Devriminin meydana gelişi, XVI. Louis'nin zihniyetiyle ve zayıf, yumuşak bir adam olmasıyla açıklanır;
güçlü bir adam olsaydı, bu devrim olmayacaktı denir: Hatta, eğer, Varennes'deki yemeği o kadar uzun sürmeseydi onu tutuklayamayacaklardı ve tarihin akışı değişmiş olacaktı, diye
yazılır. Demek ki, Fransız devrimi bir rastlantıdır, denir.

Diyalektik; tersine, devrimlerin zorunluluğunu kabul eder. Elbette ki, sürekli değişmeler vardır ama bunlar, birikerek, sonunda ani değişiklikler meydana getirmeye başlarlar.

3. Bilimsel kanıtlama: Su örneğini alalım. Sıfır dereceden başlayalım ve suyun ısısını, 1, 2, 3 derecelerden 98 dereceye kadar yükseltelim: değişme süreklidir ama bu böyle sonsuzcasına sürebilir mi? Daha çıkalım, 99 dereceye gelelim; ama 100 dereceye geldik mi ani bir değişme göreceğiz:
su, buhar haline dönüşür.

Eğer ters yönde 99 dereceden 0 dereceye doğru inersek, gene sürekli bir değişme olacak ama bu yönde de sonsuzcasına inemeyiz, çünkü 0 derecede su, buz haline dönüşür.

1 dereceden 99 dereceye kadar su, daima su olarak kalır, yalnızca ısısı değişir. Bu, nicel değişiklik denilen değişmedir ve ne kadar? sorusuna, yani suda ne kadar ısı var, sorusuna karşılık verir ama su, buz ya da su buharı haline dönüştüğü zaman, burada bir nitel değişiklik vardır, bir nitelik
değişmesi olmuştur. O, artık su değildir, buz ya da buhar olmuştur.

Bir şeyin yapısı değişmediği zaman, nicel bir değişiklik vardır (su örneğinde ısının bir derece değişmesi, bir yapı değişmesi olmadığı gibi) ama şey, yapısını değiştirirse, yani şey başka bir şey olursa, buradaki değişme nitel değişikliktir.

Öyleyse görüyoruz ki, şeylerin evrimi sonsuzcasına nicel olamaz; şeyler dönüşürken, sonunda nitel bir değişikliğe uğrarlar: Nicelik, nitelik haline dönüşür. Bu, genel bir yasadır ama gene her zaman olduğu gibi, yalnızca bu soyut formülle yetinmemek gerekir.

Engels, Anti-Dühring'in Diyalektik, Nicelik ve Nitelik bölümünde doğa bilimlerinde olduğu gibi, her şeyde nicel değişmenin bazı noktalarında birdenbire nitel bir dönüşümün oluştuğu yasasının şaşmazlığının, doğruluğunun gerçeklendiğini bize anlatacak pek çok örnek verir.

İşte Fransız Ansiklopedisi'nin VII. cildinde H. Wallon'un (Engels'i kaynak göstererek) verdiği yeni bir örnek: Sinirsel enerji bir çocukta birikerek gülmeye yol açar ama eğer gülme büyümeye devam ederse, gözyaşı krizine dönüşür; böylece çocuklar coşarlar, aşırı uyarılmış bir duruma gelirler, fazla gülerler ve sonunda ağlamaya başlarlar.

Son olarak, iyi bilinen bir örneği, herhangi bir seçim için adaylığını koyan bir adam örneğini vereceğiz. Eğer salt çoğunluğu elde etmek için 4 bin 500 oy gerekli ise, aday 4 bin 499 oyla seçilmemiş olur; bir adaydı, bir aday olarak kalır. Bir oy daha aldığında bu nicel değişiklik, nitel bir değişmeyi belirler; çünkü adayken, seçilmiş olur.

Bu yasa, reformlar mı, devrim mi sorusunun çözümünü getirir bize. Reformcu şöyle der: Ancak rastlantılar sonucu olabilir şeyler istiyorsunuz, ütopyacısınız siz. Olmayacak şeyleri düşleyenlerin kimler olduğunu, bu yasa, bize, çok iyi gösteriyor. Doğa olaylarının ve bilimin incelenmesi bize gösterir ki, değişmeler sonsuzcasına sürekli değildir ama belirli bir anda değişme, ani olur. Bunu, biz keyfimize bağlı olarak ileri sürmüyoruz; bunu, bilim, doğa, gerçek ortaya çıkarıyor. Bu ani değişiklikte, bizim nasıl bir rol oynadığımız sorulabilir.

Diyalektiği tarihe uygulayarak, bu soruyu yanıtlayacak ve bu sorunu geliştireceğiz. İşte diyalektik materyalizmin çok ünlü bir bölümüne, tarihsel materyalizme gelmiş bulunuyoruz.


II. TARİHSEL MATERYALİZM

Tarihsel materyalizm nedir? Diyalektiğin ne olduğu bilindiğine göre, tarihsel materyalizm, kısaca, bu diyalektik yöntemin insan toplumlarının tarihine uygulanmasıdır, diyebiliriz.

Bunu iyi anlamak için, tarihin ne olduğunu belirtmek gerekir. Tarih diyen, değişme ve toplumda değişme der. Toplumun bir tarihi vardır ve o, bu tarih boyunca, sürekli olarak değişir; biz, bu akış içinde büyük olayların ortaya çıktığını görüyoruz. O zaman şöyle bir durum ortaya çıkar. Mademki,
tarihte, toplumlar değişiyor, bu değişiklikler nasıl açıklanır?

1. Tarih nasıl açıklanır?

İnsan kendi kendine şöyle sorar: Savaşların yeniden ortaya çıkmasının nedeni ne olabilir? İnsanlar, barış içinde yaşayabilmeliydiler!

Bu sorulara materyalistçe yanıtlar vereceğiz.

Savaş, bir kardinalin açıklamasına göre Tanrının bir cezasıdır; bu, idealistçe bir yanıttır, çünkü olayları, Tanrı ile açıklamaktadır; bu, tarihi, ruh yoluyla açıklamak demektir. Buna göre, tarihi yaratan ve yapan ruhtur.

Tanrısal iradeden söz etmek de gene idealistçe bir yanıttır. Hitler de Mein Kampında tarih, Tanrısal iradenin eseridir diyor bize ve doğum yerini Avusturya sınırına koyduğu için bu iradeye teşekkür ediyor.

Tanrıyı ya da Tanrısal iradeyi, tarihin sorumlusu olarak göstermek, kolay bir teoridir: İnsanlar hiçbir şey yapamazlar ve dolayısıyla, savaş karşısında elimizden hiçbir şey gelmez, buna razı olmak gerekir!

Bilimsel açıdan, böyle bir teoriyi savunabilir miyiz? Bu teorinin tanıtını, olgularda bulabilir miyiz? Hayır.

Materyalist, bu tartışmada ilkin, tarihin, Tanrı'nın eseri olmadığını ama insanların eseri olduğunu olumlar. Öyleyse, insanlar, tarih üzerinde etkili olabilirler ve savaşı önleyebilirler.

2. Tarih insanların eseridir.

İnsanlar, her biri bilinçli olarak istedikleri kendi amaçlarını izleyerek, bu tarih nasıl bir biçim alırsa alsın, kendi tarihlerini yaparlar ve işte bu başka başka doğrultularda etki yapan sayısız iradenin ve bunların dış dünya üzerindeki çeşitli yankılarının bileşkesi, tarihi oluşturur. Öyleyse burada
da önemli olan sayısız bireyin ne istediğidir. İrade tutku ile ya da düşünme ile belirlenir ama, kendileri de doğrudan tutkuyu ya da düşünmeyi belirleyen araçlar çok değişik niteliktedir. Öte yandan, etkin insanların beyinlerinde hangi tarihsel nedenlerin bu güdülere dönüştüğünü kendi kendine sorabilir insan. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik
Alman Felsefesinin Sonu, s. 47.)

Engels'in bu metni, bize, insanların, kendi iradelerine göre davrandıklarını ama bu iradelerin hep aynı yönde olmadığını söylüyor. Öyleyse insanların eylemlerini belirleyen, bunları yapan nedir? Onların iradeleri, niçin aynı yönde olmuyor?

Bazı idealistler, tarihi, insanların eylemleri yapar ve bu eylem onların iradesinin sonucudur demeye razı olacaklardır: bu, işi, eylemi belirleyen iradedir, bizim irademizi belirleyen ise düşüncelerimiz ya da duygularımızdır. Bunun arkasında şu süreci buluyoruz: Fikir-irade-eylem ve işi, eylemi açıklamak için, belirleyici neden olan fikri araştırmak üzere
ters bir yön izleyeceğiz.

Burada hemen belirtelim ki, büyük adamların ve öğretilerin etkisi yadsınamaz ama bunu açıklamaya gerek vardır. Bunu açıklayan, fikir-irade-eylem süreci değildir. Bunun gibi, bazıları, 18. yüzyılda Diderot ve ansiklopedicilerin, halk içinde insan hakları teorisini yayarak, bu fikirlerle insanların iradesini ayarttıklarını ve onları kazandıklarını, bu insanların da sonuç olarak, devrimi yaptıklarını ileri sürerler; aynı şekilde SSCB'de de Lenin'in fikirleri yayılmıştı, insanlar bu fikirlere uygun olarak davrandılar, eylemde bulundular, derler. Bundan, devrimci fikirler olmasaydı, devrim
de olmazdı sonucu çıkar. Bu görüş, tarihin devindirici gücü büyük önderlerin fikirleridir, tarihi büyük önderler yapar diyen görüştür. Action Française'in formülünü bilirsiniz: Fransa'yı 40 kral yaptı; öte yandan, kralların pek fazla fikirleri olmadığı da eklenebilirdi.

Bu soru hakkında materyalist bakış açısı nedir?

18. yüzyıl materyalizmi ile çağdaş materyalizm arasında birçok ortak noktalar bulunduğunu ama eski materyalizmin idealist bir tarih teorisi olduğunu görmüştük.

İster açıkça idealist olsun, ister tutarsız bir materyalizmin arkasına gizlenerek idealist olsun, şimdi gördüğümüz ve tarihi açıklama havasındaki idealist teori, hiçbir şeyi açıklamaz. Çünkü, eyleme iten nedir?

Eski materyalizm diyor Engels her şeyi eylemin güdülerine göre yargılar, tarihsel bir etki oluşturan insanları soylu olan ve soylu-olmayan ruhlar olarak ayırır ve sonra da düzenli olarak soyluların hep aldandıklarını, soylu olmayanların da galip geldiklerini saptar, eski materyalizme göre tarihin
incelenmesinden hiçbir ders alınamayacağı düşüncesi de bundan ileri gelir ve bize göre ise, tarih alanında; eski materyalizm kendi kendisiyle uyumlu değildir, çünkü devindirici güçlerin ardında ne olduğunu, devindirici güçlerin kendi devindiricilerinin de neler olduklarını inceleyeceğine, tarihte etkin ülküsel (ideales) devindirici güçleri son nedenler olarak alır. (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s. 47-48.)

İrade fikirler, ileri sürülür ama niçin 18. yüzyılın filozofları, açıkça bu fikirdeydiler? Eğer Marksizm’i ortaya koymaya çalışsalardı, onları kimse dinlemezdi, çünkü o çağda insanlar, bunu kavrayamazdı. Yalnız fikirlerin verilmesi yetmiyor, bunların kavranılması da gerekir; öyleyse fikirleri kabul
edecek ve ayrıca onlara biçim verecek belirli çağlar vardır.

Daima söylüyoruz ki, fikirlerin büyük bir önemi vardır, ama onların nereden geldiğini görebilmeliyiz.

Şu halde bu fikirleri veren nedenlerin neler olduğunu, son tahlilde tarihin devindirici güçlerinin neler olduğunu araştırmalıyız.

OKUMA PARÇALARI
- Friedrich Engels, Anti-Dühring, Onikinci Bölüm, Diyalektik,
Nicelik ve Nitelik, s. 191-203.
- V. İ. Lenin, Diyalektik Sorunu Üzerine, Materyalizm ve
Ampiryokritisizm, s. 412-418.
- F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin
Sonu, Dördüncü Bölüm, Diyalektik Materyalizm, s. 40 vd..
 

1      2      3      4      5      6      7-Dizin