|
|
................... |
|
|
HAKSIZ YÖNETİME KARŞI -1 |
Henry D. Thoreau
Çeviri: Vedat Günyol |
|
|
................... |
|
................... |
ÖNSÖZ
Henry David Thoreau (1817-1862), Massachusetts Devleti'ne bağlı
Concord adlı küçük bir kasabada doğup büyüyor, dört yıllık Harvard
Üniversitesi'ndeki öğrenimle birkaç kısa gezi dışında bütün ömrü
orada geçiyor. Harvard'ı bitirir bitirmez bir
ortaokula öğretmen oluyor ama öğrencilere dayak atmadığı için okul
yöneticileriyle kavga edip ayrılıyor. Bir iki hafta süren
öğretmenlik bu mesleğe bağlanmasına yetiyor ve kardeşiyle birlikte
özel bir okul açıyor. Zamanı için ileri bir adım olan dayaksız
eğitim sistemini uygulayan okulu büyük ilgiyle karşılanıyor.
Ne yazık ki, iki buçuk yıl sonra, kardeşinin ölümü üzerine Thoreau
okulu kapatmak zorunda kalıyor. Thoreau o sıralarda ünlü filozof
Emerson'la tanışıyor ve bir süre onun evinde kalıp yazmanlıktan
bahçıvanlığa kadar her türlü işte çalışıyor. Bir ara, köleliği
sürdürüyor ve Meksika'ya karşı açtığı haksız savaşı durdurmuyor
diye Amerikan yönetimine kızıp onunla hiçbir ilişkisi olmadığını
belirtmek için vergi vermekten kaçınıyor ve bu yüzden hapse
atılıyor.
"Haksız Yönetime Karşı" adlı yapıtı, bir gecelik hapisliğin
verdiği öfkeyle yazıyor. Thoreau bu kitapçıkta yurttaşlarına şu
öğüdü veriyor: İnsan, toplumsal bir kurumun haksızlık ettiğini
görür ve buna içten inanırsa, karşı koymalıdır ona. Thoreau'nun
salık verdiği karşı koyma savaşsız, "bıçaksız kamasız" bir
direnmedir. Gandhi, sonradan satyagraha adını vereceği savaşsız
direnme öğretisini bu yapıtçıktan esinlenerek geliştirmiştir.
Daha Cambridge'de öğrenciyken büyüsüne kapıldığı bu yapıtı ana
diline çevirip yurttaşlarına dağıtan Gandhi, Thoreau'nun
öğretisini Güney Afrika'da sonra da 1914'te Hindistan'da
uygulamış, büyük bir başarı elde etmişti. Aslında Thoreau bu
sessiz direnme yolunu Hint kaynaklarından, özellikle Bhagavad-Gita'dan
esinlenerek ortaya sürmüştü. Kökünü Hindistan'dan alan bir
düşünce, böylece bir Batı dilinde biçimlenerek, dönüp dolaşıp yine
Hindistan'ı bulmuş oluyordu. Yalnızca şu ayrımla ki, yurttaşlarını
haksız bir yönetime karşı tek tek kafa tutmaya çağıran Thoreau'ya
karşılık, Gandhi bu bireysel çağrıyı koca bir ulusa mal edip onu
İngiliz İmparatorluğu'na karşı politik bir eylem aracı olarak
kullanabilmişti.
Thoreau'nun yaşamında en önemli olaylardan biri de topluma küsüp
bir süre tek başına ormanda yaşamasıdır. Walden Gölü kıyısında
kendi eliyle yaptığı bir kulübede "Devlet'ten uzak" olmanın hazzı
ve çılgınca sevdiği doğayla baş başa kalmanın sevinci içinde iki
yıl yaşayan Thoreau Concord'a Walden ya da Ormanda Yaşam adlı ünlü
yapıtıyla dönüyor. Bu yapıtta doğa üzerine yer yer ozanca, yer yer
de filozofça eğilen Thoreau, yurttaşlarına, bir insanın Devletle
bu yoldan da ilişkisini kesip kendi başına "bir lokma, bir hırka"
yaşayabileceğini göstermek istemişti.
Thoreau, Amerika'da kölelik sorununu kendine dert etmişlerin
başında gelir. Bu yoldaki asıl savaşı Kansaslı John Brown adında
bir dava adamını tanımasıyla başlar. John Brown kölelikle savaşı
bağnazlığa vardıran bir adam. Köle kullanan beş komşusunu
soğukkanlılıkla öldüren bu yarı deli ama içten adamın etkisinde
kalan Thoreau, köleliği kaldırmaya çalışan Kuzey'le, rahatını
hatta lüksünü köle kullanmakla sağlayan Güney arasında patlak
verip Amerika'yı kana bulayan kardeş kavgasının birinci yılında
veremden ölünceye kadar bu adamı destekliyor. Harper's Ferry diye
anılan bir baskınla ordunun silahlarını ele geçirip üs kuran ve
kölecilere dehşet salan John Brown yakalanıp sorguya çekildiği
zaman, Thoreau büyük bir ataklıkla onu destekliyor. "John Brown'ın
Son Günü" adlı savunusu Thoreau'nun en çok anılan yazıları
arasında yer alır.
Thoreau, küçük bir kasabada doğup orada ölen bir taşralı olmakla
birlikte, kafasını Doğu ve Batı kültürlerine açmış, yurttaşlarına
seslenirken bütün dünyaya seslenmenin sırrına ermiş bir yazardır.
Thoreau her ne kadar anarşist gibi görünüyorsa da aslında hiçbir
yönetimi kabul etmeyenler arasına sokamayız onu. Onun, belli
yönlerden haksız bulduğu yönetime, Amerikan yönetimine karşı koyan
bir tutumu var. Eğer yönetimlerin her türlüsünü benimsemeyen bir
tutumu olsaydı, "Resistance to Civil Governement" adını taşıyan bu
yapıtını "Her Türlü Yönetime Karşı" diye çevirmek gerekirdi ama
Thoreau'nun böyle kesin bir tutumu yok. "Civil Governement" sözü
"Devlet yönetimi" anlamına gelmekle birlikte, buna, Thoreau'nun
asıl düşüncesine ve yapıtının ruhuna bağlı kalmak kaygısıyla
"haksız" sıfatını eklemeyi ve çeviriye "Haksız Yönetime Karşı"
başlığını koymayı daha uygun buldum. Yapıtın bütününden de
anlaşılacağı üzere, Thoreau, yaşadığı günlerin haksız yönetimine
karşı geliyor yalnızca. Nitekim yapıtının başlarında hükümetin
ortadan kalkmasını değil, daha iyi bir hükümet kurulmasını istiyor
ve sonunda da insan saygısı üzerine dayanan ideal bir yönetimin
özelliklerini açıklıyor.
HAKSIZ YÖNETİME KARŞI
Şu özlü sözü yürekten kabul ediyorum: "En iyi hükümet en az
yöneten hükümettir." Bunun tez elden düzenli olarak uygulanmasını
pek isterdim. Bu özlü sözü uygulayacak olursak, benim de inandığım
gibi, eninde sonunda şuna varırız. "Hükümetlerin en iyisi hiç
yönetmeyenidir" ve yetiştikleri zaman insanların başvuracakları
yönetim böyle bir yönetim olacaktır. Hükümet, ne de olsa,
çaresizlik içinde başvurulan bir kolaylıktır. Ne var ki, genel
olarak hükümetlerin çoğu, kimi zaman da bütün hükümetler birer
köstektir, hiçbir işe yaramazlar.
Temelli orduya karşı ileri sürülen düşünceler -ki, sağlam ve
çoktur- sürekli yönetime karşı da ileri sürülebilir pekala.
Temelli ordu, sürekli yönetimin bir silahıdır yalnızca. İstediğini
yaptırmak için halkın seçtiği tek yol olan hükümet de kötüye
kullanılabilir ve daha halkın yönetim yoluyla davranmasına
kalmadan, bozulabilir. Örneğin, bugünkü Meksika savaşı: Bu savaş,
hükümeti babalarının malı gibi kullanan bir avuç insanın işidir.
Çünkü halk daha baştan bu savaşa oyunu vermiş olamazdı.
Şu Amerikan hükümeti, yeni olmakla birlikte, kendini olduğu gibi
ileriki kuşaklara göstermek isteyen ama her an dürüstlüğünden bir
şeyler yitiren bir gelenek değil de nedir? Canlı bir insanın ne
diriliği var onda ne de gücü. Bir tek insan kendi isteğine köle
edebilir onu. Hükümet halkın kendisi için bir tür tahta silahtır.
Halk onu birbirine karşı gerçek bir silah gibi kullanmaya kalktı
mı, şakaya gelmez, ortasından ikiye bölünüverir ama bu demek
değildir ki, gereksiz bir şeydir. Çünkü halkın kafasındaki hükümet
kavramını duyurmak için, şöyle ya da böyle bir takım karmaşık
makineleri olması, onların takırtısını duyması gerekir. Böylece,
hükümetler insanların ne denli başarıyla aldatılabileceğini, hatta
kendi çıkarları uğrunda birbirlerini nasıl aldatabildiklerini
göstermektedir.
Peki, kabul ama şu bizim hükümet kendiliğinden hiçbir iş yapmamış,
yan çizmiş: işlerin çığırından çıkmasına can atmıştır yalnızca. Bu
hükümet ülkede özgürlüğün yerleşmesine çalışmıyor. Batı bölgesinde
yerleşmeleri kolaylaştırmıyor. Halkı eğitmiyor. Başarılan ne varsa
hepsini Amerikan halkının sağlam özyapısı başarmıştır. Hükümet
arada bir engel olmasaydı daha çok şeyler başarılabilirdi. Çünkü
hükümet insanların birbirini rahatsız etmemesini isteyen
geçiştirici bir çare, bir yoldur. Daha önce de söylediğimiz gibi,
geçiştiricilik ne kadar çok sağlanırsa, yönetilenler o kadar
rahatsız edilmemiş olurlar. Alışveriş ve ticaret işleri lastik
gibi olmasa, yasacının durmadan karşılarına çıkardığı engelleri
bir sıçrayışta aşamazlardı. Sonra bu adamları pek niyetlerine göre
değil de yaptıkları işin sonuçlarına göre toptan yargılayacak
olsalardı, tren yollarına taş koyan zararlı kişilerle bir tutup
cezalandırmak gerekirdi onları.
Ancak "Biz hükümet istemiyoruz" diyenlerin tersine, gerçekten
ayrılmaksızın ve bir yurttaş gibi konuşmak gerekirse diyebilirim
ki, ben hükümetin hemen ortadan kalkmasını değil, hemen daha iyi
bir hükümet kurulmasını istiyorum. Bırakalım herkes saygı duyduğu
yönetim biçimini söylesin. Daha iyi bir yönetime doğru ilk adım
atılmış olur böylece.
Aslında Devlet gücü halkın eline geçtiği zaman, çoğunluğun
yönetmesine izin verilmesinin ve uzun süre de yönetmesinin
uygulamadaki nedeni onun sayı bakımından güçlü olmasıdır; yoksa,
çok zaman haklı olması ya da azınlığa haklı görünmesi değil ama
çoğunluğun yönettiği hükümet, bütün durumlarda insanların anladığı
doğruluk üzerine bile kurulamaz. İyi ve kötü üzerine, çoğunluğun
değil, yalnızca vicdanların karar verdiği bir hükümet olamaz mı
acaba? Çoğunluğun yalnızca geçiştiricilik kuralının
uygulanabileceği sorunlar üstüne karar verdiği bir hükümet olamaz
mı? Bir yurttaş, vicdanını bir an için ya da bir nebzecik olsun
yasacının eline bırakmalı mıdır? Bırakmalıysa, neden bir vicdanı
var öyleyse? Bana kalırsa, önce insan olmalıyız, sonra da uyruk.
Doğruya olan saygımız ölçüsünde yasaya saygı beslemeye
özenmemeliyiz.
Boynumun borcu saydığım tek şey, doğru bildiğim şeyi her istediğim
zaman yapmaktır. Yeterince, hem de haklı olarak söyleyip
durmuşlardır şunu: bir topluluğun vicdanı yoktur; vicdanlı
insanlar topluluğu vicdanlı bir topluluktur. Yasa, insanı azıcık
olsun doğru yapmaz hiçbir zaman. En iyi niyetliler bile, yasaya
olan saygıları yüzünden, Tanrının günü haksızlıklara araç
olmaktalar. Yasaya karşı beslenen yersiz saygının bir sonucu
olarak, bakıyorsunuz, tabur tabur asker, albay, yüzbaşı, onbaşı,
er, topçu yamağı sürü sepet, eşsiz bir düzen içinde dere tepe
demeyip savaşa koşuyorlar, hem de istekleri dışında sağduyu ve
vicdanlarına karşın. Allahın belası bir işe sürüklendiklerinden
hiç kuşkuları yoktur. Hepsi de barıştan yanadır çünkü. Peki,
öyleyse, sorarım size, nedir bu adamlar şimdi? İnsan mıdırlar,
yoksa baştaki bir avuç vicdansızın buyruğu altında ayaklı birer
kale, birer cephanelik midirler? Deniz kuvvetleri tersanesine hele
bir gidin de bir deniz erine şöyle bir bakın: Amerikan hükümetinin
yapabileceği ya da cadı kazanında pişirip kotarabileceği türden
bir insan görürsünüz. İnsan değil de düpedüz bir insan taslağı,
diri diri tabuta konmuş, adeta cenaze töreniyle silahaltına
gömülmüş ama…
Kale dibine atılırken cesedi
Ne bir borazan duyuldu, ne bir ağıt
Ne de fişekler atıldı havaya
Bizim kahramanın gömüldüğü yerde.
İnsanların çoğu devlete böyle hizmet ediyor işte; çoğu zaman insan
olarak değil, makine gibi, bedenleriyle. Bu adamlar yerine göre,
ordu oluyor, milis askeri, zindancı, polis müdürü oluyor, herhangi
bir kargaşalıkta polis müdürüne yardım eden halk oluyor. Çoğu
durumlarda ne özgürce kafalarını işletebiliyor, ne sağduyularını
kullanabiliyorlar. Kendilerini taş toprak derekesine indiriyorlar.
Tahtadan adamlar yapılsa, pekala aynı işi görebilirler belki de.
Saman adamdan, pislikten daha çok değeri yoktur böylelerinin.
Onlar, olsa olsa, at, köpek kadar değerlidirler ama genel olarak,
iyi yurttaş sayıldıkları bile oluyor böylelerinin. Başkaları,
örneğin yasacılar, politikacılar, hukukçular, papazlar, yüksek
memurlar Devlet'e başlıca kafalarıyla hizmet ederler ama iyiyi
kötüyü birbirinden ayırt etmedikleri için, Tanrı'ya hizmet
ettikleri gibi, farkında olmadan, şeytana da hizmet ederler. Beri
yandan, bir avuç insan, örneğin kahramanlar, yurtseverler, din
şehitleri, geniş anlamıyla yenilikçiler ve gerçek adamlarsa
Devlet'e vicdanlarıyla hizmet ederler, çok kez de ona karşı
gelirler, ister istemez. Genel olarak Devlet onlara karşı düşman
gibi davranır. Bilge kişi yalnızca insan olarak yararlı olabilir,
yoksa daha canlıyken "bir yığın toprak" olup "delik tıkamaya"
yanaşmaz; bu işi kirine pasına bırakır, çekip gider:
Ben soylu kişiyim, boyunduruğa gelemem
Baştakilere yamak olamam
Alet uşak olamam kimseye
Dünyanın hiçbir Devlet'inde.
Bütün varlığıyla kendini benzerlerine adayan insan, yararsız ve
bencil görünür gözlerine onların ama kendini yarı buçuk adayan
kimseninse, iyiliksevere, insan dostuna çıkar adı.
Bugün Amerikan hükümetine karşı nasıl davranmak yaraşır bir
insana? Bu soruya karşılık olarak: "İnsan, yüzü kızarmadan ilişki
kuramaz onunla", derim. Bu politik düzeni, aynı zamanda bir köle
hükümeti olan bu yönetimi, bir an için bile olsun, benim kendi
hükümetim sayamam.
Başkaldırma hakkını herkesler tanıyıp kabul ediyor. Bu hak,
zorbalığı ve beceriksizliği dayanılmaz bir aşırılığa vardıran
hükümetle bağları koparmak, ona karşı gelmek hakkıdır. Ne var ki,
hemen herkes "Ama bugün durum böyle değil" diyor. Güya "75
Devrimi"nde durum böyleymiş. Öyle diyorlar. Biri çıkıp da bana
dese ki: "Bu hükümet kötü bir hükümettir. Limanlarına gelen
yabancı mallarına gümrük koyuyor", ağzımı açıp bir şeycikler
söylemeyebilirim belki. Çünkü bu mallarsız edebilirim: Her
makinenin kendine özgü bir sürtünmesi vardır; aksaklığı dengeleme
bakımından oldukça da iyidir bu sürtünme. Bu yüzden ortalığı
velveleye vermenin büyük kötülüğü olabilir ama sürtünme makinenin
kendisine dönüşürse, o zaman, ben de: "Artık böyle makine olmasın
daha iyi", derim. Başka deyişle, özgürlüğün sığınağı olmaya
çalışan bir ulusun altıda biri köleyse, yabancı bir ordu bütün bir
ülkeyi haksız olarak istila edip asker yasası altına almışsa bence
namuslu insanların hiç beklemeden yapacakları şey başkaldırmaktır.
Geciktirmeye gelmez bir ödevdir bu. Çünkü istilaya uğrayan bizim
ülkemiz değil, o ülkeyi istila eden bizim kendi ordumuzdur.
Ahlak sorunları üstünde birçoklarınca yetkili sayılan Paley,
kitabının "Devlet yönetimine boyun eğme ödevi" adlı bölümünde
bütün sivil ödev sorununu geçiştirici yollarla çözümlüyor ve şöyle
diyor: "Bütün toplumun çıkarı gerektirdiği sürece, halka zarar
vermeden, kurulu yönetime karşı konamıyor ya da bu yönetim
değiştirilemiyorsa, o zaman, kurulu hükümete boyun eğmek Tanrı'nın
istemi gereğidir; yoksa değildir." - "Bu ilke kabul edildi mi, her
karşı koymanın doğruluğu, bir yandan tehlikeyle zararı, öte yandan
bunları onarma olanağını ve giderlerini hesaplamaya varır."
Paley'e göre, her insan bu hesabı kendisi için yapar. Ne var ki,
Paley, geçiştiricilik kuralına girmeyen, halk kadar tek tek
insanların da ne pahasına olursa olsun, haklı davranması gerekli
olan durumları hiç düşünmüşe benzemiyor. Boğulmak üzere olan bir
insanın tutunduğu kalası elinden çekip alırsam, geri vermem,
öleceğimi bilsem yine de geri vermem gerekir onu. Paley'e göreyse,
hiç de yerinde bir şey olmaz bu. Ne var ki, böyle bir durumda
canını kurtarmak isteyen kimse sonunda yitirir onu. Amerikan
ulusu, bir ulus olarak varlığını yitirme pahasına da olsa, köle
kullanmaktan, Meksika ile savaşmaktan vazgeçmelidir.
Uluslar davranışlarında Paley'e uyuyorlar ama sorarım size,
bugünkü bunalımda Massachusetts'in doğru ve haklı olanı tıpatıp
yaptığına inanan var mıdır acaba?
Altınlar sırmalar içinde bir orospu
Urbasının kuyruğu eller üstünde ama ruhu
çamurlar içinde.
Doğrusunu isterseniz, Massachusetts'de yapılmak istenen bir
yeniliğe karşı gelenler, Güney'deki yüz bin politikacı değil,
buradaki yüz bin tüccar ve tarımcıdır. Bunlar, insanlıktan çok
ticaret ve tarımla ilgilidirler; ne pahasına olursa olsun,
kölelere de Meksika'ya da hak tanımak niyetinde değildirler. Ben
uzak düşmanlarla değil, uzaktakilerle işbirliği yapan ve onların
buyruğuna giren, ülke içindeki düşmanlarla savaşıyorum. Bunlar
olmasa, dışarıdaki düşmanların hiçbir kötülüğü dokunmazdı. Öteden
beri hep, halk çoğunluğu yetişmiş, eğitilmiş değildir, der
dururuz. Ne var ki, ilerleme öyle çabuk olmuyor. Azınlık yaratılış
bakımından çoğunluktan ne daha akıllıdır, ne daha iyi. Çoğunluğun
sizin kadar iyi olması (salt iyilik diye bir şey varmış sanki!
Öyle olsaydı, halk yığınlarını mayalardı) pek o kadar önemli de
değildir. Binlerce insan var ki, kafaca köleliğe de savaşa da
karşıdırlar ama yine de bunlara bir son vermek için bir şeycik
yapmazlar. Kendilerini Washington'ın, Franklin'in çocukları
sayarlar ama yine de elleri ceplerinde oturur, "Ne yapacağımızı
bilemiyoruz" der ve hiçbir şey yapmazlar; özgürlük sorununu
ticaret sorunundan sonraya bırakır, akşam yemeğinin ardından
piyasa fiyatlarını, onun yanında Meksika'dan gelen son haberleri
rahat rahat okur, sonra da bunların üstüne herhalde bir güzel uyku
çekerler.
Peki, namuslu ve yurtsever bir insanın piyasa fiyatı nedir? Buna
karar veremezler, üzülürler, kimi zaman da bunu Devlet
görevlilerinden öğrenmeye kalkarlar; ama ciddi ve etkili hiçbir
şey yapmazlar. Üzüntüleri uzun sürmesin diye, başkalarının
kötülüklere çare bulmasını iyi niyetle beklerler. Olsa olsa,
doğruya haklıya yalnızca şöyle bir oy verir, hafif tertip onu
destekler, yanından geçerken de yolun açık olsun derler, o kadar.
Bir tek erdemli insana karşı dokuz yüz doksan dokuz erdemli
geçinen insan vardır ama bir şeye gerçekten sahip olanla anlaşmak,
o şeyi geçici olarak elinde bulunduranla anlaşmaktan çok daha
kolaydır.
Her türlü oy verme işi bir çeşit kumardır; tıpkı dama ve tavla
oyunu gibi, az buçuk ahlaka bulanmış, doğru ve yanlışla, ahlaksal
sorunlarla ilgili bir kumar. Doğallıkla, birtakım bahislere de
girilir bu ara. Oy verenlerin özyapısı ortaya sürülmez. Ben doğru
bildiğim yolda rastgele veririm oyumu ama doğrunun üstün
çıkmasıyla candan ilgilenmem. Bu işi çoğunluğa bırakmaya hazırım.
Bu bakımdan, çoğunluğun görevi hiçbir zaman geçiştiriciliğin
ötesine geçmez. Doğruya oy vermek bile, doğru uğrunda bir şey
yapmak değildir. Yalnızca doğrunun üstün gelmesi yolundaki
isteğimizi insanlara az buçuk duyurmaktır bu. Akıllı bir insan,
doğruyu ne rastlantıya bırakır, ne de onun çoğunluk kanalıyla
üstün gelmesini ister. İnsan yığınlarının davranışında pek az
erdem vardır. Çoğunluk, eninde sonunda köleliğin ortadan kalkması
için oy verirse, köleliğe karşı ilgisiz olduğu ya da kendi oyuyla
ortadan kaldırılacak pek az kölelik kaldığı için verir. O zaman da
asıl kendisi köle olur. Yalnızca kendi oyuyla özgürlüğünü
kanıtlayan kişinin oyu köleliğin ortadan kalkmasını
çabuklaştırabilir.
Cumhurbaşkanlığına aday seçmek için Baltimore'da ya da başka bir
yerde bir toplantı yapılacağını duydum. Bu toplantıya katılanların
çoğu gazete başyazarlarıyla çekirdekten yetişme politikacılarmış
ama ben şöyle düşünüyorum: Onların vereceği kararın herhangi
bağımsız, akıllı ve saygıdeğer bir adam için ne önemi var? Her
şeye karşın, bu adamın aklından ve dürüstlüğünden yararlanmayacak
mıyız? Birtakım bağımsız kimselerin oylarına güvenmeyecek miyiz?
Ülkede toplantılara katılmayan birçok kimse yok mudur? Ama hayır.
Görüyorum ki, saygıdeğer dedikleri bir insan hemen görevinden
çekiliyor ve ülkesinden umudunu kesiyor. Oysa, asıl ülkenin ondan
umudunu kesmesi gerekmektedir. Bu adam, adayların tek uygunu diye
seçileni hemencecik benimsiyor ve böylece demagogların her türlü
niyeti için biçilmiş kaftan olduğunu göstermiş oluyor. Onun
verdiği oy, parayla satın alınan herhangi ahlaksız bir yabancının
ya da kiralık bir yerlinin oyundan daha değerli değildir. Ah,
nerede o gerçek insan? Komşumun dediği gibi, o boyun eğmez, o beli
bükülmez adam.
Bizim istatistikler yanlış: Nüfusu olduğundan çok gösteriyor. Bin
metre kareye kaç kişi düşüyor bu ülkede dersiniz? Ancak bir iki
kişi. Amerika insanların buraya gelip yerleşmeleri için birtakım
çekici önlemler almıyor mu? Amerikalı küçülüp küçülüp garip bir
adam oldu; sürü olarak yaşayan, düpedüz düşünceden yoksun, kendine
olan güvenini yitirmiş bir adam. Sanki sadaka evlerinin iyi
durumda olup olmadığını görmek için gelmiş dünyaya. Geleceğin
dulları, yetimleri adına para toplamak için törelere uygun biçimde
erkek kılığına girmiş bir adam sanki! Kısaca, kendisini doğru
dürüst gömmeye söz veren sigorta şirketine sırtını verip yaşamayı
göze alan bir adam!
İnsanın görevi, kendisini herhangi bir haksızlığın, hatta en büyük
bir haksızlığın giderilmesine adamak değildir doğallıkla. İnsanın
kendini verebileceği daha başka şeyler de olabilir pekala ama hiç
olmazsa, sorumluluk yüklenmesin; o şeyi artık hiç düşünmüyorsa, o
zaman da desteklemesin onu. Ben kendimi başka işlere, başka
düşüncelere adarsam, bunları gerçekleştirirken, ilk önce, bir
başkasının sırtına abanmamaya dikkat etmeliyim, hiç olmazsa. onu
rahat bırakmalıyım ki, o da kendi düşüncelerini gerçekleştirmeye
çalışabilsin. Bakın, ne büyük çelişmelere düşüyorlar. Bizim
kasabadan bazı kimselerin "Başkaldıran köleleri bastırma ya da
Meksika üzerine yürüme buyruğu versinler hele, bak gider miyim, o
zaman görürsün" dediklerini duymuşumdur ama bu aynı insanlar
Devlet'e doğrudan doğruya bağlılıklarıyla, ya da hiç değilse,
dolaylı olarak verdikleri parayla kendi yerlerine başkalarını
görevlendiriyorlar.
Haksız bir savaşa katılmak istemeyen askeri kimler alkışlıyor
bilir misiniz? Savaş yapan haksız bir hükümeti destekleyenler;
davranışlarını da yetkelerini de hesaba katmadığı, hiçe saydığı
kimseler. Sanki Devlet hem günah işlerken kendisini cezalandıracak
adamı parayla tutacak kadar pişman, hem de pişmanlığı bir an için
olsun, günah işlemeyecek kadar duymuş değil. Böylece, düzen ve
yönetim adı altında eninde sonunda kendi alçaklıklarımızı
desteklemek ve yüceltmek için elimizden geleni yapmak zorunda
kalıyoruz. Günah işlemenin o ilk utancından sonra kaygısızlığı
gelir; önce ahlaksızlıkken sonra ahlak dışı oluverir ve kurduğumuz
bu yaşam için pek de gereksiz bir şey sayılmaz olur.
En geniş ve en yaygın yanılgı, desteklenmek için en çıkarsız
erdeme gereksinim duyar. Genel olarak, yurtseverlik erdemine karşı
yöneltilen hafif yergi, daha çok soylu kişilere yöneltilebilir.
Bir hükümetin özyapısını ve önlemlerini beğenmedikleri halde ona
bağlılık gösteren ve onu destekleyenler, hiç kuşkunuz olmasın,
hükümetin en bilinçli dayanakları ve çoğu zaman da yeniliklere en
çok engel olan kimselerdir. Kimileri Devlet'e başvurup Birliği
(Federasyonu) dağıtmasını ve cumhurbaşkanının isteklerine kulak
asmamasını istiyorlar. Peki, bu adamlar niçin Devlet'le kendi
aralarındaki birliği bozmazlar ve Devlet hazinesine kendi vergi
paylarını vermekten kaçınmazlar? Devlet Birliğe karşı ne
durumdaysa, kendileri de Devlet'e karşı o durumda değiller mi?
Devlet'i Birliğe karşı gelmekten alıkoyan nedenlerle, onları
Devlet'e karşı gelmekten alıkoyanlar aynı değil mi?
Bir insan salt düşünceyle yetinsin ve onun keyfini sürsün, olacak
şey mi? Kendisi de haksızlığa uğradığına inanıyorsa, bu düşüncenin
keyfini sürebilir mi? Komşunuz sizden borç adı altında bir dolar
sızdırsa, ne aldatıldığınızı bilmekle ya da "Beni dolandırdı"
demekle yetinip kalırsınız, ne de size olan borcunu ödemesi için
yalvarıp yakarmakla. Paranızı geri almak için hemen harekete
geçer, bir daha da aldatılmamaya bakarsınız. İlkeden, hakkı
kavrama ve yerine getirme ilkesinden yola çıkan davranış,
durumları ve ilişkileri değiştirir. Bu davranış, özünde devrimci
bir davranıştır ve bütün bütün geçmişte olana bağlı değildir;
yalnızca devletlerle kiliseleri birbirinden ayırmakla kalmaz,
aileleri, hatta insan tekini bile (şeytansı ve tanrısal
yalanlarını birbirinden ayırarak) ikiye böler.
Haksız bir takım yasalar vardır. Onlara boyun eğmekle yetinelim mi
ya da onları değiştirmeye çalışalım, değişinceye kadar da boyun
eğelim mi; yoksa hiç beklemeden çiğneyelim mi onları? İnsanlar,
böylesi bir yönetim altında genel olarak, şöyle düşünüyor ve şöyle
diyorlar; "Çoğunluğu, yasaların değişmesi gerektiğine
inandırıncaya kadar bekleyelim." Yasaya karşı gelirsek deva derdin
kendisinden daha beter olur diye düşünüyorlar. Oysa devanın
dertten beter olmasında suç hükümetin kendisindedir. Çünkü devayı
beter yapan kendisidir. Hükümet niçin daha önceden davranıp
yenilik yapmıyor? Niçin kendi akıllı azınlığını sevmiyor. Daha
hiçbir yanı incinmeden niçin ağlayıp sızlanıyor ve boyuna
diretiyor? Niçin yanılgılarını göstersinler diye yurttaşları
tetikte durmaya ve daha iyi davranmaya zorlamıyor? Niçin hep
İsa'yı çarmıha geriyor, Copernicus'u, Luther'i aforoz ediyor,
Washington'la Franklin'i başkaldıran insanlar diye gösteriyor?
Anlaşılan, hükümet kendi gücünü, bile bile, düpedüz hiçe saymak
gibi bir suç işlenebileceğini aklından geçirmemiştir. Geçirseydi,
bu suça uygun, onunla orantılı kesin bir ceza koyardı. Malı mülkü
olmayan bir insan yalnızca bir kez bile Devlet için dokuz şilin
(vergi) sağlayamazsa, benim bildiğim hiçbir yasanın sınırlamadığı
bir süre hapse atılır. Bu süre, onu hapse atanların keyfine
kalmıştır yalnızca ama bu aynı adam Devlet'ten doksan kez dokuz
şilin çalacak olursa, çok geçmez, özgür bırakılır.
Eğer haksızlık hükümet makinesinin zorunlu sürtünmesinden ayrılmaz
bir şeyse, varsın olsun. Zamanla pürüzü mürüzü kalmaz belki; ama
makine kesinlikle aşınır gider. Eğer haksızlığın, (salt kendisi
için) makarası, yayı, ipi ya da vinci varsa, o zaman, devanın
dertten daha beter olup olmayacağını düşünebilirsiniz belki; ama
eğer bu, sizin bir başkasına yapılan haksızlığa araç olmanızı
isteyecek yapıdaysa, o zaman da yasayı çiğneyin, derim size.
Yaşamınız makineyi durduracak bir karşı sürtünme olsun. Benim
dikkat etmem gereken şey, hiç değilse, kötülediğim bir haksızlığa
araç olmamaya bakmaktır.
Kötülüğü önlemek için Devlet'in gösterdiği yolları benimsemeye
gelince, bunları pek bilemiyorum. Çünkü, bunları öğrenmek için
zaman ister. İnsanın ömrüyse çok kısa. Oysa yapacak başka işlerim
var benim. Yalnızca iyi, içinde yaşanılır bir yer yapmak için
değil, iyi kötü yaşamak için geldim bu dünyaya. Bir insan her şeyi
değil, bazı şeyleri yapmak zorundadır. Her şeyi yapamayacağı için
de bazı şeyleri yanlış yapması gerekmez. Validen ya da Yasama
Kurulu'ndan yana sızlanmak benim işim olmadığı gibi, benden yana
sızlanmak da onların işi değildir. Benim dileklerime kulak
asmayacak olurlarsa, ne yapabilirim o zaman? Bu durumda Devlet
hiçbir yol göstermiyor: Asıl kötülük Anayasasından geliyor da
ondan. Bu söylediklerim sert, kesin gelirse de insan ancak layık
olana karşı iyi davranır, saygı gösterir. Böylece, her türlü
değişiklik iyiye yöneliktir, tıpkı insan bedenini sarsan doğum ve
ölüm gibi.
Hiç duraksamadan söyleyeyim: Köleliği kaldırmak istiyoruz diye
ortaya çıkanlar, ("abolutioniste"ler) bugünden tezi yok,
Massachusetts hükümetini, gerek malları, gerek canlarıyla
desteklemekten vazgeçsinler, hak yerini bulsun diye de bir kişilik
çoğunluk elde edecek kadar beklemesinler. Tanrı onlardan yanaysa
eğer, bir başka çoğunluğu beklemeksizin bu kadarı da yeter bence.
Kaldı ki, komşusundan daha haklı olan herhangi bir kimse, bir
kişilik çoğunluğa çoktan varmış demektir.
Şu Amerikan hükümetiyle ya da temsilcisi olan Devlet hükümetiyle
doğrudan doğruya, yılda yalnızca bir defacık, karşılaşırım. Benim
durumumdaki bir insanın onunla ister istemez, biricik karşılaşma
yoludur bu. O zaman açıkça beni tanıdığını söyler. Bu rastlaşmada
ona karşı davranmanın en basit, en etkili ve bugünkü koşullar
altında en gerekli yolu, kendisinden pek hoşnut olmadığınızı
belirtmenin en güzel biçimi, yok saymaktır onu. Benim alışverişim,
terbiyeli komşum vergi memuruyla, yani gerçek bir insanladır
-çünkü, ben kağıt parçalarıyla değil, gerçek insanlarla
çekişmekteyim- ve bu adam kendi isteğiyle hükümetin memuru
olmuştur. Bu adam, saygı duyduğu komşusuna, yani bana bir komşu,
iyi niyetli bir insan gözüyle mi bakacak, yoksa beni kafadan
sakat, dirlik düzenlik düşmanı bir kimse mi sayacak; bütün bunlara
karar vermez, davranışına uyan daha sert, daha kırıcı bir
düşünceye, bir söze başvurmaksızın aramızdaki komşuluk engelini
nasıl aşacağını kestirip atmazsa, hükümetin görevlisi ya da bir
insan olarak ne durumda olduğunu, ne yaptığını bilebilir mi?
Ben şunu bilir şunu söylerim: Adlarını verebileceğim yüz kişi, on
kişi, yalnızca on namuslu insan, evet, hatta bir tek namuslu
insan bu bizim Massachusetts Devlet'inde köle kullanmaktan
vazgeçip bu yoldaki işbirliğinden düpedüz kaçınsa ve dolayısıyla
hapse atılsaydı, Amerika'da köleliğin köküne çoktan kibrit suyu
dökülmüş olurdu. Çünkü atılan ilk adım ne denli küçük olursa
olsun, bir iş bir kez iyi yapıldı mı, dünya durdukça yapılmış
demektir ama bizler bu konuda çene yarıştırmaktan hoşlanıyoruz:
Bizim yapacağımız bundan öteye geçmez, diyoruz. Reform kendi
hizmetinde bir sürü gazete kullanıyor da bir tek insan
kullanmıyor. Günlerini Danışma Kurulu'nda insan hakları sorununun
çözümüne harcayan saygıdeğer komşum devlet temsilcisi, Carolina
tutukevine atılmaktan korkacak yerde Massachusetts tutuklusu (yani
kölelere karşı kötü davranmaktan başka aralarında anlaşmazlık
konusu olmadığını görmesine karşın köleliğin bütün günahını kardeş
Devlet'e yüklemeye çalışan bu Devlet'in mahpusu) ile bir hücrede
otursaydı, o zaman, Yasama Kurulu bu sorunu bir dahaki kış ele
almazlık edemezdi.
İnsanı haksız yere hapse atan bir yönetim altında dürüst bir
insanın asıl yeri tutukevidir. Bugün Massachusetts'in özgür ve az
yılgın insanlarına sağladığı en uygun ve biricik yer tutukevidir.
Böylece, Devlet bu insanları kendi içinden atmış olur ki, onlar
zaten ilkeleri dolayısıyla kendilerini çoktan saf dışı
etmişlerdir. Kaçak köle, kefaletle salıverilen Meksikalı tutsak ve
soyuna yapılan haksızlıkları dile getirmeye gelen Kızılderili, bu
insanları tutukevinde bulacaktır: Bu ayrı ama daha özgür ve daha
onurlu yerde Devlet'in kendisinden yana olmayanları, kendisine
karşı olanları içeri tıktığı bir köle-Devlet'te özgür insanın
onurla oturabileceği bu biricik evde bulacaktır. Burada bu
insanların etkisiz kaldığını, seslerinin Devlet'i artık
etkilemediğini, bu duvarlar arasında devletin düşmanı olmaktan
çıktıklarını sananlar, doğrunun eğriden ne denli güçlü olduğunu,
haksızlığı az buçuk tatmış insanın haksızlığa karşı çok daha büyük
bir güç ve etkiyle savaşabileceğini bilmiyorlar demektir.
Oyunuzu, bütün oyunuzu verin, bir kağıt parçasını değil, etkinizi
atın oy sandığına. Bir azınlık çoğunluğa uyduğu sürece güçsüzdür;
azınlık bile değildir ama bütün ağırlığıyla diretti mi, işte o
zaman önüne geçilmez bir güç olur. Ya bütün dürüst insanları
tutukevinde tutmak ya da savaşa ve köleliğe paydos etmek arasında
bir seçme yapmak gerekirse, Devlet bunlardan hangisini seçeceği
konusunda hiç duraksamaz. Bu yıl bin kişi vergi ödemezse, zorbaca
ve kanlı bir davranış olmaz bu; ama öderse olur ve Devlet'in zor
kullanmasına, günahsız kanı dökmesine yol açabilir. Bu, gerçekte,
savaşsız bir ayaklanmanın -eğer böyle bir ayaklanma olabilirse-
tanımıdır. Vergi memuru ya da herhangi bir kamu görevlisi bana
"Ama ben ne yapabilirim?" diye sorsa -nitekim sordu da- ona şu
karşılığı veririm: "Gerçekten bir şey yapmak istiyorsanız eğer,
görevinizden çekilin! Bir Devlet'in uyruğu onunla ilişkisini
keser, görevlisi de işinden çekilirse, o zaman, devrim yapılmış
demektir ama isterse kan gövdeyi götürsün. İnsanın vicdanı
zedelendi mi, kan gövdeyi götürmüş olmaz mı bir bakıma? Bu vicdan
yarasından insanın asıl insanlığı ve ölmezliği akıp gider, sonsuz
bir ölüme akar kanı. Bu kan akıyor şimdi.
Suçlunun malına mülküne Devlet el koyacağı yerde hapse atıyor onu.
Oysa bunları ikisi de aynı kapıya çıkar. Çünkü, katıksız hak
peşinde koşan, dolayısıyla, çürümüş bir Devlet için en tehlikeli
olan kimseler, genellikle, mal mülk yığmaya pek vakit harcamamış
kimselerdir. Böylelerine Devlet'in pek hizmeti geçmez. Onun için
azıcık bir vergi gözlerinde büyür, hele özel bir işte kol gücüyle
yaşamlarını kazanıyorlarsa. Eğer para kullanmadan yaşayan biri
olsaydı, Devlet ondan para isteyeyim mi istemeyeyim mi diye
düşünürdü. Varlıklı kişiye gelince, o her zaman için, (şunu bunu
incitmek istiyorum sanmayın) onu varlıklı kılan kuruma satmıştır
kendini. Dobra dobra söylemek gerekirse diyebiliriz ki, para
arttıkça erdem azalır. Çünkü para bir insanın kendisiyle amaçları
arasına girer, ona bu amaçları sağlar. Bu amaçları elde etmek için
de büyük bir erdeme gereksinim yoktur kuşkusuz. Para, zenginin
karşılık vermek zorunda kalabileceği birçok soruyu yüzüstü
bıraktırır, beri yandan ortaya tek bir sorun atar: Bu, güç
olmasına güç ama gereksiz bir sorundur: Nasıl harcamalı sorunu.
Böylece zengin için ahlak sorunu diye bir şey kalmaz. "Araç"
dedikleri şey arttıkça, yaşama olanakları azalır. Bir insanın
zengin olduğu zaman kendi kültürü için yapabileceği en iyi şey,
yoksulken tasarladıklarını gerçekleştirmeye çalışmasıdır. İsa
Herodiyalılara içinde bulundukları koşullara uygun bir karşılık
verir. "Bana haraç ödediğiniz akçayı gösterin!" der. Birisi
cebinden bir akça çıkarır.
İsa da: "Üzerinde Sezar'ın resmi olan ve onun geçerli kıldığı
akçayı kullanıyorsanız, yani Devlet'in adamıysanız, Sezar'ın
sağladığı nimetlerden de yararlanıyorsanız, o zaman, Sezar
isteyince kendi akçalarından birazını geriye verin ona.
Sezar'ınkini Sezar'a, Tanrı'nınkini de Tanrıya verin!" deyip neyin
Sezar'ın, neyin Tanrı'nın olduğunu aydınlatmadan bırakır onları.
Öğrenmek istemiyorlardı çünkü.
En özgür komşularımla konuşunca görüyorum ki, sorunun büyüklüğü ve
ciddiliği üzerinde ne söylerlerse söylesinler ve halkın rahatına
ne denli saygıları olursa olsun, işin sonu, kısaca, şuna varıyor:
Bugünkü hükümetin kanadı altından çıkmayı göze alamıyorlar; ona
boyun eğmemenin sonuçlarından, mallarının, ailelerinin başına
geleceklerden korkuyorlar. Bana gelince, ben Devlet'in
koruyuculuğuna bel bağlamayı aklımdan geçirmem ama bana vergi
kağıdını uzattığı zaman, gücünü yok sayarsam, çok geçmez, malımı
mülkümü elimden alıp çarçur eder, böylece hem benim hem
çocuklarımın rahatını kaçırır, gün yüzü göstermez bize. Buysa
altından kalkılır şey değildir. Bir insanın namusuyla yaşamasını,
aynı zamanda rahat etmesini olanaksızlaştırır bu. Bu yüzden, mal
mülk edinmeye de pek değmez artık. Çünkü, nasıl olsa, günün
birinde hepsi elinizden çıkacaktır.
Onun için siz de bir yerleri kirayla tutar ya da düpedüz işgal
edersiniz, az buçuk bir şey ekip biçer ve çarçabuk yersiniz.
Pılınız pırtınız bohçada her an gitmeye hazır, kendi yağınızla
kavrulur, yalnızca kendinize güvenir ve çok iş tutmazsınız. Bir
insan, her bakımdan Türk hükümetinin iyi bir uyruğu olmak
koşuluyla, Türkiye'de bile zengin olabilir. Konfüçyüs şöyle der:
"Bir Devlet aklın ilkelerine göre yönetiliyorsa, düşkünlük ve
yoksulluk yüz karasıdır. Bir Devlet aklın ilkeleriyle
yönetilmiyorsa, o zaman da zenginlik ve şan şeref utanç verici
şeylerdir." Hayır: Massachusetts'in koruyucu elinin özgürlüğümün
tehlikeye düştüğü uzak bir güney limanına kadar uzanmasına
gereksinim duyuncaya ya da kendi yurdumda kimseleri rahatsız
etmeden yalnızca bir mülk edinmeye kalkıncaya kadar,
Massachusetts'le bağımı koparmayı, malım mülküm üzerindeki hakkını
hiçe saymayı göze alabilirim. Devlet'e boyun eğmeme yüzünden
cezaya çarpılmak, ona boyun eğmekten daha az pahalıya oturur bana
her bakımdan. Bu durumda daha az değerli bulurum kendimi.
Birkaç yıl oluyor, Devlet kilise adına karşıma çıktı ve dinsel
konuşmalarını babamın hiç kaçırmadığı, benimse semtine bile
uğramadığım bir papaza yardım olarak birkaç kuruş ödememi istedi.
"Ver bakalım!" dedi. "Vermeyeceğim," dedim ama ne yazık ki, bir
başkasının bu parayı vereceği tuttu. Neden bir öğretmen bir papaza
yardım etmek için vergilendirilir de bir papaz bir öğretmene
yardım için vergilendirilmez, anlamadım. Devlet'in resim öğretmeni
değildim, bağışlarla geçiniyordum. Niçin liseler de birer vergi
kağıdı uzatmazlar ve Devlet niçin kilisenin istekleri gibi
onlarınkini de desteklemez?
Bununla birlikte, ilgili memurun isteği üzerine, aşağı yukarı
şunları yazıp verdim: "Ey ahali, işbu yazımdan öğrenin ki, ben
yani Henry Thoreau, katılmadığım hiçbir ortaklığın, derneğin üyesi
sayılmak istemiyorum." Bu yazıyı belediye yazmanına verdim. Şimdi
ondadır. Kilisenin bir üyesi sayılmak istemediğimi böylece öğrenen
Devlet, o gün bugün bir daha böyle bir istekte bulunmadı; ancak
daha önceki düşüncelerine de bağlı kalacağını ileri sürmekten geri
kalmadı. Adlarını bilmiş olsaydım, hiçbir zaman üyesi olmadığım
bütün derneklerden bir bir ayrılırdım ama bu derneklerin tam
çizelgesini nerde bulurum bilmiyorum.
Tam altı ay baş vergisini ödemedim. Bu yüzden, bir gececik hapse
attılar beni. Tutukevinin sağlam, iki üç ayak yüksekliğindeki o
taş duvarlarını, bir ayak kalınlığındaki demirli tahta kapıyı,
ışığı süzen o demir parmaklıkları uzun uzun seyrederken, bana
yalnızca kan et kemik yığınından yapılmış bir yaratık gibi
davranan bu kurumun aptallığına şaşmaktan alamadım kendimi.
Sonunda yapabileceği en iyi şeyin beni tutukevine tıkmak olduğuna
aklı yatmış ve benden herhangi bir yolda yararlanamayacağına aklı
kesmiş olmalı diye düşündüm kendi kendime.
Anladım ki, benimle kentlilerim arasında bir taş duvar varsa da
hiçbir şeydi bu; benim gibi özgür oluncaya kadar tırmanılması ya
da delip geçilmesi gereken çok daha güç bir duvar vardı asıl. Bir
an olsun tutukevindeymişim gibi gelmedi bana ve duvarlar boşuna
harcanmış bir sürü taş ve harç yığını gibi göründü gözüme. Bana ne
türlü davranmaları gerektiğini basbayağı bilemiyorlardı. Beni
yıldırmak istedikleri zaman da benimle ilgilenmeye kalktıkları
zaman da yanlış yapıyorlardı. Öyle sanıyorlardı ki, benim aklım
fikrim duvarların ötesinde olmaktı. Düşüncelerime kapılarını ne
büyük özenle kapamaya çalıştıklarını gördükçe, gülmekten
alamıyordum kendimi. Düşüncelerim hiçbir engel tanımadan duvarın
ötesinde de peşlerini bırakmıyordu. Asıl tehlikeli olan şeyler de
düşüncelerimdi. Bana ulaşamadıkları için bedence işkence yapmaya
karar verdiler, tıpkı diş biledikleri kimseye bir şey yapamayınca
öfkelerini köpeğinden alan çocuklar gibi. Sonunda anladım ki,
Devlet dediğimiz budalanın biriydi, gümüş kaşıklarının
çalınmasından korkan o yalnız kadın gibi korkaktı ve dostlarını
düşmanlarından ayırt etmesini bilmiyordu. Ona karşı bütün saygımı
yitirdim. Acıdım ona.
Tutukevinde gece benim için oldukça yeni ve ilginçti. Ben içeri
girdiğimde gömlek kolları sıvalı tutuklular kapı aralığında
şakalaşıyor, akşam havası alıyorlardı ama gardiyan: "Hadi bakalım
çocuklar, içeri, vakit geldi!" der demez dağıldılar. Boş
hücrelerine giderlerken ayak sesleri kulaklarımda çınladı. Hücre
arkadaşımı bana: "Yaman bir adam" diye tanıttı gardiyan. Kapı
kitlenince, arkadaşım şapkamı nereye asacağımı, eşyalarımı nereye
koyacağımı gösterdi. Odalar ayda bir beyaza badanalanırmış. Bizim
oda en azından odaların en beyazıydı; yapyalın döşeliydi; belki de
kentin en temiz yeriydi. Bizim arkadaş, doğallıkla, nerden
geldiğimi, ne yüzden buraya düştüğümü öğrenmek istiyordu. Olup
biteni anlattıktan sonra, ben de onun buraya nasıl geldiğini
sordum elbet. Çünkü namuslu bir adam olduğunu sanıyordum, dünyanın
durumuna bakılırsa, kesinlikle namusluydu da. "Şey," dedi, "bir
çiftliğin samanlığını yakmakla suçluyorlar beni ama yakmış
değilim." Sezdiğim kadarıyla, içkili içkili bir samanlığa yatmaya
girmiş, orada piposunu tüttürmüş; samanlık da yanıp kül oluvermiş
böylece. Onun için "akıllı bir adam", diyorlardı. Üç ay kadar önce
getirilmiş buraya. Duruşmasının başlamasını bekliyormuş. Galiba
bir o kadar daha bekleyecekmiş ama ekmek elden su gölden yaşadığı
için hayli uysallaşmış. Hoşnutmuş hem de. Kendine karşı iyi
davrandıklarını da sanıyordu ayrıca.
Bir pencerede o duruyordu, birinde ben. Baktım, insan uzun boylu
pencerede durdu mu, başlıca işi dışarıyı seyretmek oluyor. Orada
bırakılan dinsel kitapçıkların hepsini çok geçmeden okudum. Daha
önceki tutukluların duvarları neresinden delip kaçtıklarını,
parmaklığın neresinden testereyle kesildiğini bir bir inceledim ve
burada kalan değişik kimselerin öykülerini dinledim. Baktım,
burada bile, tutukevinin duvarlarını aşmayan öyküler ve
dedikodular vardı. Belki de burası koca kasabada şiirler yazılan,
sonra da sirküler halinde çoğaltılan ama hiçbir zaman
yayımlanmayan tek evdi. Bana upuzun bir şiir çizelgesi
gösterdiler. Bunları kaçmaya kalkışıp yakalanan birkaç delikanlı
yazmış, sonra da türkü gibi bağıra bağıra okuyup öfkelerini
yatıştırmışlar.
Bir daha göremem korkusuyla, hücre arkadaşımdan bütün bildiklerini
bir bir sorup öğrendim. Sonunda yatağımı gösterdi ve lambayı
söndürmeyi bana bıraktı.
Burada bir gececik yatmak bile, uzak bir ülkede görmeyi aklımdan
geçirmediğim bir ülkede dolaşmak gibi bir şeydi. Bu geceye kadar
ne alan saatinin vuruşunu duymuştum sanki, ne de köyü saran
gecenin seslerini. Çünkü pencerelerimiz açık yatıyorduk. Doğduğum
kasabayı ortaçağların ışığı altında görüyor gibiydim sanki. Bizim
Concord sanki Rhine ırmağı oluvermişti birden. Şövalyelerin,
şatoların hayalleri gelip geçiyordu gibiydi gözlerimin önünden.
Sokaklarda sanki kasabalıların sesleriydi duyduklarım. Bitişik
meyhane mutfağında yapılanları ve konuşulanları, istemeye istemeye
görüyor ve duyuyordum. Yepyeni, eşsiz bir deneydi bu benim için.
Doğduğum kasabayı daha yakından görüyordum. Düpedüz girmiştim
içine. Kurumlarını daha önce görmemiştim hiç. Burası da il merkezi
olan bu kente özgü kurumlardandı. Halkın aşağı yukarı ne iş
gördüğünü anlamaya başladım.
Sabahleyin kahvaltılarımız, kapı deliğinden içeri sürüldü. Kapı
deliğine uyan dörtgen teneke kaplarda kakao, kara ekmek, bir de
demir kaşık vardı. Kapkacağı almaya geldikleri zaman, arta kalan
ekmeğimi geri verecek kadar saflık gösterdim ama arkadaşım
seğirtip ekmeği alıverdi ve onu öğle ya da akşam yemeğine
alıkoymam gerektiğini söyledi. Biraz sonra kendisi komşu tarlaya
saman toplamaya gidecekti. Oraya her gün gider, öğlenden önce de
dönmezmiş. Onun için benimle esenleşti.. Beni yine göreceği
kuşkuluydu çünkü.
Tutukevinden çıktığım zaman (biri araya girip vergimi ödemişti
çünkü) ortalıkta büyük değişiklikler çarpmadı gözüme, hani genç
yaşta tutukevine girip de sonradan, saçları ağarmış, eli ayağı
tutmaz bir adam olarak çıkan kimsenin gözüne çarpacak türden
değişiklikler ama yine de sahnede yani kentte Devlet'te ve ülkede
bir değişiklik çarptı gözüme, tek başına zamanın yapamayacağı
kadar büyük bir değişiklik. Gördüm ki, aralarında yaşadığım
insanlar iyi komşu ve dost olarak pek güvenilir kimseler
değillerdi. Yalnızca iyi gün dostuydular, hak makla ilişkileri
yoktu, tıpkı Çinliler, Malayalılar gibi önyargıları, kör
inançlarıyla benden apayrı bir soydandılar, insanlara iyilik
ederken hiçbir tehlikeyi göze almıyorlardı. Şunu da anladım ki,
pek o kadar soylu da değillerdi, hırsızlar onlara karşı nasıl
davranıyorsa, onlar da hırsızlara karşı öyle davranıyorlardı. Bir
takım dinsel törenlerle, birkaç duayla ve dümdüz ama pek de
yararlı olmayan belli bir yol tutmakla ruhlarını kurtaracaklarını
sanıyorlardı. Komşularım için bu yargımda biraz sert davranmış
olabilirim. Çünkü öyle sanıyorum ki, bunların çoğu kasabalarında
tutukevi gibi bir kurumun bulunduğundan bile habersizdiler.
Eskiden bizim köyde şöyle bir görenek vardı: Borçlarını
ödeyemediği için içeri atılan bir zavallı tutukevinden çıkınca,
tanıdıkları tutukevi penceresine öykünerek parmaklarını üst üste
çaprazlama koyar ve kafese benzeyen bu parmaklar arasından adama
bakarak: "Merhaba!" diye selamlarlardı onu. Benim komşular böyle
selamlamadılar beni ama sanki uzun bir geziden dönüyormuşum gibi,
önce bana, sonra da birbirlerine baktılar. Onarılan potinlerimi
almak için ayakkabıcıya giderken yakalayıp tutukevine tıkmışlardı
beni. Ertesi sabah, salıverilince, alışverişimi bıraktığım yerden
sürdürdüm, onarılmış potinlerimi ayağıma geçirir geçirmez bir
böğürtlen partisine katıldım: Başlarına geçeyim diye sabırsızlıkla
bekliyorlardı beni. Çok geçmeden atın koşumları takıldı ve yarım
saat sonra, iki mil uzakta, en yüksek tepelerden birinin
üzerindeki böğürtlen tarlasının ortasında buldum kendimi. Devlet
hiçbir yerden görünmez olmuştu artık.
İşte, "Tutukluluklarım"ın öyküsü bu.
Ben, hiçbir zaman yol vergisini vermezlik etmiş değilim. Ne kadar
kötü bir uyruksam, o kadar iyi bir komşu olmak istemişimdir çünkü.
Okullara yardım konusuna gelince, kentlilerimi eğitmekte payıma
düşeni yapmaktayım. Baş vergisini ödemeyişim, bu vergiyle ilgili
herhangi bir şeyden ötürü değil. Ben yalnızca Devlet'e bağlanmak
istemiyorum. Niyetim, köşeciğime çekilip ondan düpedüz uzak
kalmaktır. Dolarımın nerelere harcandığını araştırabilecek olsam
bile, araştırmam, dert edinmem kendime bunu. Dolarımla bir adam ya
da adam öldürmek için bir silah satın alırlarsa (ki bunda doların
hiçbir suçu yok), o zaman iş değişir doğallıkla ama Devlet'e olan
bağlılığımın ne gibi sonuçlara vardığına gelince, bakın, onu
araştırmayı dert edinirim kendime. Aslında ben de kendime özgü bir
yoldan, Devlet'le birlikte savaşa giriyorum girmesine; ama böyle
durumlarda olağan olduğu üzere, elimden geldiğince Devlet'i
kullanacağım ve ondan yararlanacağım.
Benden istenen vergiyi, Devlet'e olan yakınlıkları dolayısıyla
ödeyenler, kendi durumlarında ne yapıyorlarsa onu yapmış, daha
çok, haksızlığı Devlet'in istediğinden de geniş ölçüde desteklemiş
oluyorlar. Vergilendirilen kimseye karşı yersiz bir ilgi yüzünden
onu tutukevine girmekten kurtarmak için vergiyi ödüyorlarsa, kendi
kişisel duygularıyla halkın yararını ne denli birbirine
karıştırdıklarının farkında olmadıkları için ödüyorlardı.
Benim durumum bu işte ama insan bu gibi durumlarda ne denli
dikkatli olsa yeridir; yoksa ya inadının kötü etkisi altında
kaldığı için ya da başkalarının görüşlerine gereğinden çok önem
verdiği için yansız olamaz. İnsan yalnızca kendi benliğine ve
yaşadığı ana uygun davranmaya bakmalı.
Kimi zaman şöyle düşünürüm: Bu insanların niyetleri iyi ama
bilgileri yok. Daha iyisinin nasıl olacağını bilseler, onu
yaparlar. Öyleyse, komşularınızı kendinize karşı içlerinden
gelmediği biçimde davranmaya zorlayıp niçin üzmeli? Ama yine
düşünüyorum ki, onların yaptığını yapmaya, onları daha başka, daha
büyük sıkıntılara sokmaya hakkımız yok.
Kimi zaman da şöyle diyorum kendi kendime: Uyuşuk, kötü niyetten
uzak, kişisel duygularına kapılmayan milyonlarca insan sizden
vergi olarak yalnızca birkaç şilin istese (isteklerini değiştirmek
ve geri almak ellerinde olmasa -ki yapıları böyledir), sizin de
başka milyonlarca insana başvurmanız mümkün olmasa, bu ezici kaba
gücün karşısına çıkıp niçin tehlikeye atacakmışsınız kendinizi?
Soğuğa, açlığa, rüzgara, dalgalara böylesine inatla karşı
koymuyor, buna benzer binlerce zorunluluğa da sessiz sessiz boyun
eğiyorsunuz. Başınızı ateşe sokmazsınız elbet ama yukarıda sözünü
ettiğim gücü tam anlamıyla kaba bir güç değil, bir bakıma insan
gücü saydığım ve milyonlarca insanla cansız nesneler gibi değil
yine milyonlarca insan gibi ilişki kurduğum sürece, öyle sanıyorum
ki, önce bu milyonlarca insandan hemen onların yapıcısına, sonra
da bu insanlardan yine insanlara başvurulabilir ama eğer, başımı
bile bile ateşin içine sokarsam, ateşe ya da ateşi yapana
başvuramam. Bu işte kınasam kınasam yalnızca kendimi
kınayabilirim. İnsanları oldukları gibi kabul etmeye ve onlara bu
yolda davranmaya (bir bakıma, onların da benim de olmamız
gerektiği yolundaki isteklerime ve umutlarıma göre değil) hakkım
olduğuna kendimi inandırabilsem, o zaman, iyi bir Müslüman ve
kaderci gibi her şeyi olduğu gibi kabul etmekle yetinir ve Tanrı
böyle istiyor, demeye çalışırdım. Ayrıca, bu güce karşı koymakla
kaba ve doğal bir güce karşı koymak arasında şu ayrılık var: Bu
güce daha etkili biçimde karşı koyabilirim ama Orpheus gibi,
kayaların, ağaçların ve hayvanların özünü değiştirmeyi umamam.
Ben ne bir insanla kavga etmek niyetimdeyim, ne de bir ulusla.
Kılı kırk yarmak, çok ince ayrımlar yapmak ya da kendimi
komşularımdan üstün saymak gibi bir isteğim yok benim. Daha çok,
ülkenin yasalarına uymak için adeta bir takım bahaneler bile
ararım. Bu yasalara uymaya çoktan razıyım. Bu konuda kendimden
kuşkulanmakta da haklıyım aslında ve her yıl vergi memuru geldi
mi, ne yapayım da herkeslere uyayım diye, merkez ve eyalet
hükümetlerinin davranışlarını, durumlarını ve halkın düşünüşünü
gözden geçirir bulurum kendimi. Bilirim ki, Devlet, çok geçmeden,
her şeyimi bu yoldan elimden alabilir, o zaman ben de
kentlilerimden daha iyi bir yurttaş olamam. Daha aşağı bir açıdan
bakınca, anayasa, bütün yanlışlıklarıyla birlikte çok iyidir.
Yasalar ve mahkemeler saygıdeğerdir. Hatta bu Devlet ve bu
Amerikan hükümeti bile, çoğu bakımlardan, birçok büyük kimsenin
söylediği gibi, hayran kalınacak, eşi bulunmaz şeylerdir. Bundan
dolayı minnet duymamız gerekir ama azıcık daha yüksek bir açıdan
bakılırsa, bu Devlet ve bu Amerikan hükümeti, tam benim anlattığım
gibidirler. Daha da yüksek ve en yüksek açıdansa kim söyleyebilir
onların ne olduğunu, üzerlerinde durup düşünmeye değip
değmediklerini?
Bununla birlikte, hükümet beni pek ilgilendirmiyor. Üstünde
elimden geldiğince az düşüneceğim. Bir yönetim altında yaşadığım
anlar sayılıdır, bu dünyada bile. Bir insan gerek düşüncelerinde
gerek düş gücünde özgür olduğu, aslında yok olan şeyleri uzun
zaman varmış gibi gördüğü sürece, akılsız yöneticiler ya da
reformcular kesin bir engel çıkaramazlar önüne.
Biliyorum, birçok kimse benden apayrı düşünüyordur; ama meslekleri
gereği, ömürlerini bu ya da buna benzer konulara adamış kimseler,
başkalarının da hoşuna gitmezler, benim de. Devlet adamlarıyla
yasacılar, kurumun tümüyle içinde olduklarından, hiçbir zaman açık
seçik göremezler onu. Toplumu değiştirmekten söz ederler ama onun
dışında rahat edecek yerleri yoktur. Oldukça görgülü, iyiyi
kötüden ayırt edecek nitelikte olabilirler ve kuşkusuz ince, hatta
yararlı bir takım sistemler bulmuş olabilirler; bunun için onları
yürekten kutlayalım ama bunların zekaları ve yararlılıkları, pek
de geniş olmayan birtakım sınırların ötesine geçmez. Dünyanın
politika ve geçiştiricilikle yöneltilmediğini unutmak
eğilimindedirler.
Webster hiçbir zaman yönetimin özüne eremiyor, onun içinde
yetkiyle söz edemiyor ondan. Söylediği şeyler, bugünkü hükümette
kökten hiçbir yenilik düşünmeyen yasacılar için birer bilgeliktir;
ama düşünürler ve uzun ömürlü yasalar koyan kimseler için, bir
defacık olsun, konuya göz atmış sayılmaz. Bu konu üzerine kurduğu
temiz ve akıllıca düşünceler, çok geçmeden, aklının çapını ve
kavrayışının sınırını artaya çıkaracaktır. Bununla birlikte, çoğu
yenilikçilerin sudan savlarına, genel olarak da politikacıların
daha da sudan bilgeliklerine ve parlak sözlerine kıyasla,
onunkiler, hemen hemen tek anlaşılır ve mantıklı sözlerdir, ondan
yana Tanrı'ya şükürler ederiz. Onlara kıyasla Webster her zaman
güçlü, kendine özgü ve her şeyden önce de pratiktir; ama niteliği,
yine de bilgelik değil, önlemliliktir. Hukukçunun doğrusu doğru
değil, tutarlı ya da kararlı bir geçiştiriciliktir. Doğru, her
zaman, kendi kendisiyle uyumludur ve haksızlıktan başka bir şey
olamayan adaleti ortaya çıkarmakla ilgili değildir başlıca.
Webster'e anayasanın koruyucusu dense yeridir, nitekim öyle de
denmiştir. O, ne vurur, ne saldırır. Savunma durumundadır hep. Bir
önder değildir o, insanları arkasından sürüklemez, birilerinin
arkasından gider. Onun önderleri "87"nin insanlarıdır.
"Başlangıçta kurulan düzeni, değişik Devletlerin Birliğe
katılmalarına yol açan düzeni bozmak için hiçbir çaba göstermedim
ve hiçbir zaman göstermek niyetinde de değilim, hatta bu yoldaki
hiçbir çabayı desteklemedim, desteklemeyi de hiçbir zaman
düşünmüyorum" diyor. Yine anayasanın kölelik için tanıdığı hak
üzerinde düşünüyor ve "İlk anlaşmada yer aldığı için bırakalım
kalsın" diyor. Kendine özgü ve keskin zekaya ve yetiye karşın
herhangi bir olayı politik ilişkilerinden ayırıp, olduğu gibi,
aklıyla inceleyemiyor. Örneğin, ona: "Bugün Amerika'da kölelik
sorununda insanın ne gibi bir tutumu olmalı?" diye sordunuz
diyelim. O, yalnızca kendi adına konuştuğunu ileri sürecek ve:
"Köleliğin yer aldığı devletler bu sorunu kendi görüşlerine göre,
seçmenlere karşı sorumluluklarını düşünüp mal mülkün, insanlığın,
adaletin ve Tanrı'nın genel kurallarına bağlı kalarak
çözümleyeceklerdir" demek zorunda kalacaktır. Böylesine bir
karşılıktan, toplumsal ödevlerimiz konusunda ne duyulmamış, ne
tuhaf görüşler çıkabilir. "İnsanlık duygusuna ya da bir başka
nedene dayanarak kurulan öbür dernekleri ne ben desteklemişimdir,
ne de onlar benden böyle bir şey istemişlerdir."
Kutsal kitaptan ve anayasadan daha temiz gerçek kaynakları
bilmeyenler, bunlardan daha ötelere çıkamayanlar, çok haklı olarak
kutsal kitaba ve anayasaya bağlı kalıp bu kaynakların sularını
saygı ve alçakgönülle içiyorlar ama bu suların hangi göle ya da
havuza nereden aktığını görebilenler, kaynağın topraktan ilk
fışkırdığı yere doğru bütün güçleriyle yolculuklarını
sürdürüyorlardı.
Yaşama alanında üstün zekalı bir kimse çıkmadı henüz Amerika'da.
Dünya tarihinde binde bir çıkar böyleleri zaten. Söz ustaları,
politikacılara gelince, binlercesi var ama günün bunca belalı
sorununu çözümleyebilecek olan kimse ağzını açıp konuşmuş değil
henüz. Bizler söz ustalığını kendisi için seviyoruz, yoksa dile
getireceği herhangi bir doğru için değil. Bizim yasacılarımız,
serbest ticaretin, özgürlüğün, birliğin ve doğruluğun bir ulus
için ne değer taşıdığını öğrenmiş değiller henüz; vergi, para
işleri, ticaret, endüstri ve tarımla ilgili oldukça basit
sorunları kavrayacak zeka ve yetiden yoksunlar. Eğer zamana uygun
görgü ve halkın gerçek yakınmalarıyla düzelmeyen yönetimimiz için
Kongre'de yalnızca yasacılarımızın laftan öteye geçmeyen
bilgilerine kalmış olsaydık, Amerika daha uzun süre
uluslararasındaki yerini tutamazdı. Her ne kadar söylemeye hakkım
yoksa da kutsal kitap yazılalı tam 1800 yıl oluyor ama yasama
bilimi üzerine onun saçtığı ışıktan yeterince yararlanabilecek
bilgeliği ve uygulamacılık yetisi olan bir yasacıyı zor
bulursunuz.
Hükümet gücü, benim bile boyun eğmeye hazır olduğum (çünkü, benden
daha iyi bilen ve yapabilenlere, hatta, bir çok şeyi benden daha
iyi bilmeyen ve yapamayanlara da seve seve uymak isterim) bir
hükümet gücü, yine de temiz olmayan bir güçtür, tam anlamıyla
haklı olabilmesi için, yönetilenlerin onayını ve oyunu alması
gerekir. Aslında kendim ve malım üstüne ona tanıdığım dışında
hiçbir hakkı olamaz. Mutlak bir krallıktan sınırlı bir krallığa
doğru gelişme, sınırlı bir krallıktan demokrasiye geçme, insan
tekine karşı gerçek bir saygıya doğru ilerlemektir. Çin filozofu
bile, insan tekini imparatorluğun temeli sayacak kadar bilgeydi.
Demokrasi, bildiğimiz durumuyla, yönetim işlerinde mümkün olabilen
en son gelişme midir acaba? İnsanın haklarını tanımaya ve
düzenlemeye doğru daha başka ileri adımlar atılamaz mı? Devlet,
bütün gücünün ve yetkesinin kaynağı olan insan tekini daha yüce ve
daha bağımsız bir güç olarak kabul etmedikçe ve ona bu yolda
davranmadıkça, gerçekten özgür ve aydın bir devlet hiçbir zaman
olmayacaktır. Kendi kendime şöyle bir devlet düşünürüm: Öyle bir
devlet ki, bütün insanlara karşı doğru olmayı göze alabilsin; her
insana bir komşu gibi saygı göstersin; hatta, uzağında yaşayan,
kendisiyle kaynaşmayan, kendisinin de benimsemediği bir avuç
insanın varlığını, kendi rahatıyla bağdaşmaz saymasın; öyle bir
devlet ki, bu tür meyveler yetiştiren ve olgunlaşır olgunlaşmaz
düşmelerine göz yuman, daha olgun ve daha şanlı bir devlete yol
açsın. Benim de düşündüğüm ama hiçbir yerlerde rastlamadığım bir
devlettir bu. |
|
1
2 |
|
|
|
|
|
|
|