“Gezegenin üzerinde bir hayalet
geziniyor: Yabancı düşmanlığı hayaleti.”
Z. Bauman
Bu topraklar bir sürgün edilme operasyonu
daha yaşadı, hem de “Kürt açılımlarının”, “demokratik
açılım”ların, “milli birlik”, “kardeşlik” projelerinin allanıp
pullandığı ve havada uçuştuğu ama bir türlü meyve vermediği bu
günlerde: Selendili Romanların Sürgünü. Bu topraklarda gerçekleşen
ilk sürgün değil bu. Tabi ki bu toprakların sürgün ve yerinden
edilme operasyonlarının tarihi ne yeni ne de birkaç münferit
olayla sınırlıdır. Bu tür sürgün edilme olaylarının Osmanlı
Devletinin dağılmasından itibaren bugüne kadar hız ve ivme
kazandığını ve bu hız ve iveme ile Anadolu’yu oluşturan kadim
nüfusun, büyük bir politik ve ekonomik keyfiyet ile neredeyse bir
hallaç pamuğu gibi oradan oraya atıldığını ve yüce devletlilerin
uygun gördüğü iskan bölgelerine yerleştirildiğini rahatlıkla
söyleyebiliriz. (1)
Bir insanlık
trajedisi ve faciası olarak sürgün ya da yerinden edilme/göç
ettirilme, iktidarı elinde bulunduran ya da iktidara esas rengini
veren ve toplumsal yapıda hacimli/dominant bir yer işgal eden
topluluk veya o topluluğun iktidarın nimetlerini elinde bulunduran
yetkilileri tarafından, bir toplumsal grubun yaşadıkları bir
bölgeden başka bir bölgeye bedensel, ekonomik, dinsel, siyasi ve
psikolojik baskıyla göç ettirilmesi ve yerleştirilmesi durumudur.
Bu toplumsal bir facia olarak anılması gereken sosyolojik durum,
ulusal sınırlar içinde gerçekleştiği gibi uluslararası da
gerçekleşebilir. Biz, bu yazıda ulusal sınırlar içinde gerçekleşen
sürgün/yerinden edilme olgusunu ele alalım. Ulusal sınırlar içinde
gerçekleşen bu olaylar için kabul edilen uluslararası tanıma göre,
zorla ya da mecbur kalarak evlerinden veya sürekli yaşamakta
oldukları yerlerden, özellikle silahlı çatışmaların etkilerinden,
genel olarak şiddet içeren durumlardan, insan hakları
ihlallerinden veya doğal ya da insan kaynaklı felaketlerden
korunmak için, uluslar arası kabul görmüş devlet sınırlarını
geçmeksizin kaçan ya da bu yerleri terk eden kişi veya bu tip
kişilerden oluşan gruplara “ülke içinde yerlerinden olmuş kişiler”
denilmektedir. (2)
Özellikle şiddet içeren durumlar
ve insan hakları ihlalleri sonucunda ortaya bir “çözüm” olarak
çıkan göç/sürgün olgusu, göçü yaşamış ya da ona tabi tutulmuş
toplulukların ve bireylerin belleğinde derin yaralar açan bir
özelliğe sahiptir.
Modern
toplumların oluşumu, neredeyse göç ve sürgünlerin tarihi olarak da
okunmayı gerektirir. Modern dönemde, toplumlar ve devletler,
içlerinde yabancı olarak gördükleri/algıladıkları nüfus
unsurlarından arınma gibi imha/yıkım pratikleri geliştirmişlerdir.
Modern toplumda ve modern devlette yabancıların ve yabancılığın
kültürel ve/veya fiziksel imhası yaratıcı bir yıkımdır; yıkmak
fakat aynı zamanda yeniden inşa etmek; bozmak fakat aynı zamanda
da tesviye etmek… Bu süregiden düzen-inşası, ulus-inşası ve devlet
inşası çabalarının ayrılmaz bir parçasıdır. (3) Modernlik,
özellikle kendi evlatlarından biri olan ırkçılığı ve
milliyetçiliği, insanlığın başına bela eden bir dönemdir. Bu
özelliğinden dolayı adına modernite denilen bu dönem, daha baştan
itibaren büyük miktarlarda insan artıkları üretti ve üretmeye
devam ediyor. (4) Bu artık üretme işleminde ilk sırayı
milliyetçilik alır ve bu özellikten Türk milliyetçiliği muaf
tutulamaz. Türkiye’de milliyetçilik bir siyasi proje olarak
İttihat ve Terakki ile bu toplumda kök salmış modern bir olgudur.
O zamandan günümüze değin Türk milliyetçiliği farklı renkler alsa
bile özünde taşıdığı temel karakteristik yapısından genel olarak
hiçbir şey kaybetmemiştir. İttihatçı Türk milliyetçiliğinin
operasyonel hali, derin devlet tahakkümündeki eylem hali, etnik
bir kaygı/karakter taşımaktadır. (5) Bu temel karakteristik
özellik, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasından günümüze
değin kimi zaman açık kimi zaman da örtük bir biçimde işlerlikte
kalmış/tutulmuştur. Sonuç olarak resmi düzlemde Türk
milliyetçiliği sivil milliyetçilik rengi taşısa da derinliklerinde
etnik milliyetçilik rengi hakimdir. (6)
Türkiye’de milliyetçiliğin asal
öznesi olan Türk, Anadolulu ve Sünni-Müslüman olan bireylerden
teşekkül eder. Türkiye’de Türk olmanın somut faydaları vardır.
Zira Türkler milletin asli üyeleridir ve sadık vatandaşlar olarak
görülürler; bu şekilde algılanmak, ülke halkının gerçek bir
parçası olmanın anahtarıdır. Türk olarak görülmemekse kusurlu bir
vatandaş olarak damgalanmaya yol açar. (7) Çünkü hala yaşamakta
olan İttihatçı tasavvurda esas özne “Anadolu’nun gürbüz
çocukları”, yani Türklerdir. (8)
Kendilerini Türk
olarak gören “Anadolu’nun gürbüz çocukları”, yaratılan millet
duygusunun onlara sunduğu “hayali cemaatleri”nin güvenli
rahminde/kollarında yaşarlar. İçinde olunan güvenli hale/duruma
yönelen bir tehdit hissedildiği/yaratıldığı vakit, “Anadolu’nun
gürbüz çocukları” birden kaplanlaşabilir ve varolan tehditleri
bertaraf
etmek
için gerekli olan şiddet
sarmalını üretebilir. Bu üretimin gerçekleşmesi için, neredeyse
yüzyıldır tedrisatından geçtiği milliyetçi, militarist ve özcü
toplumsallaşma süreçlerinin yaratıcısı ve aynı zamanda taşıyıcısı
olan hasım ve düşman üretici genel topluma/kitleye/güruha dahil
olmaktan mutlu olurlar ve bununla da gurur duyarlar. Çünkü,
düşmanı ve hasımı icat eden topluluktur, cemaattir. “Öteki olarak
adlandıracağı o karşı-imgeye ihtiyacı vardır. O nedenle dünyayı
iki yarıya ayırmaya ve kendisinden farklı olanı devreden çıkarmaya
çabalar. İçeridekiler kendilerini iyilerden, seçilmişlerden
addeder; medeni olanlar onlardır, soyludurlar, dürüsttürler,
doğrudurlar. Ama ötekiler var ya, onlar vahşidirler, barbardırlar,
küffardır, “kirli”dir onlar, haneye tecavüze yeltenenlerdir,
“kimseye bir faydası olmayanlar”dır. (9) Türkiye’de bu tip bir
algı dünyası ile donanan/toplumsallaşan birey, dahil olduğu ana
bütünün ona sunduğu onaylanmış, denenmiş arınmacı, yıkıcı ve yok
sayıcı eylem bütünleri ile hareket edecektir. Çünkü, kendini her
türlü toplumsal ilişkinin dışında tahayyül edebilecek ve
varolabilecek özerk birey yoktur: Kuşkusuz birey toplumsal
iktidarın bir sonucudur. (10) Bu tespit, Türkiye’deki özellikle
son zamanlarda neredeyse gündelik bir rutin halini alarak artan
milliyetçileşme, muhafazakarlaşma ve faşistleşmenin, bu
topraklardaki işlerlik kazanan ve kazandırılan, demokratik
özelliklerinden neredeyse arındırılmış toplumsallaşma pratiğinden
ayrı düşünülmemesi gerekliliğini bize hatırlatıyor. Çünkü bir
toplumu oluşturan bireylerdeki öteki üzerine olan yargılar ve
stereotipleri ona karşı üretilecek eylem kiplerini, o bireyin
içinde yer aldığı toplumun ideolojik bağlamından ayrı düşünmemek
gerekir.
SELENDİ SÜRGÜNÜNDE HORTLAYAN
ZİHNİYET
Türkiye coğrafyasında kökleri 10. yüzyıla
kadar giden, hatta tarihteki en eski yerleşim merkezleri İstanbul
olan, Osmanlı’nın “buçuk millet” saydığı Romanlar halk arasında
genellikle göçebe, üstü başı pis, işi gücü olmayan, devamlı bir
işten hoşlanmayan, içki içen, müzik çalıp göbek atan, sokaklarda
ve barlarda çiçek satarak geçinen, dilencilik yapan, gürültücü
tipler olarak tanımlanır. (11) Üstelik toplumda yaygın olan bu
negatif tanımlamanın tarihi yeni değildir. Bu durumun örneklerini
Osmanlının son dönemlerinde de görebiliriz. Osmanlı
İmparatorluğu’nda göçebe halde yaşamakta olan Çingenelerin yanı
sıra, Balkanlar’dan kovulan Müslüman muhacirler arasına katılıp
gelen Çingeneler de vardı. İttihat ve Terakki hükümeti, göçebe ve
aşiretlerin iskan projesini hayata geçirirken, Anadolu’nun
içlerinde göçebe olarak yaşayan Çingenelerin de iskanını
gerçekleştirmeye çalışmıştı. (12) Günümüzde de negatif olarak
tanımlanan topluluğun iskan siyaseti uygulanmaya devam etmektedir.
Uygulanan bu iskan siyaseti bir arınma/artıklardan kurtulma
siyaseti olarak okunabilecek bir yapıya sahiptir. Nasıl mı? Bu
topraklarda yüzyıldır yaşanan şu olaylar bunu düşünmek için
yeterlidir sanırım: 1915 Ermeni Sürgünü, 1924 Nüfus Mübadelesi,
1926-34 Kürtleri İskan Kanunu, 1934 Trakya Olayları, Dersim
Sürgünü, 6-7 Eylül 1955 Olayları, 1978 Maraş Olayları, 1980 Çorum
Olayları, 1993 Sivas Katliamı, köy yakmalar … ve Selendi Sürgünü.
Selendi de
yaşanan linç ve onun sonrasında ortaya bir çözüm olarak çıkan
sürgün olayın kabaca gelişimi şöyledir: Manisa'nın Selendi
ilçesinde yılbaşı gecesi kahvehanedeki ayrımcılıkla başlayan
gerginlik, 5 Ocak 2010 gecesi Romanlara karşı ırkçı saldırıya
dönüştü. Roman mahallesindeki aileler, 15'i çocuk, 20'si kadın 74
kişi, Selendi’den Gördes ilçesine gönderildi; geceyi buradaki
Roman ailelerin yanında geçirdiler. (13) Sonrası ise malum!
Olayları yaşayan ve Selendi’yi terk etmek zorunda kalan Romanların
anlattıkları ve anlatılanların düşündürdükleri ise çok vahim:
‘Olay günü halk Belediye Başkanının anonsuyla toplandı. Otomobil
ezen dozer belediyenindi. Olaylarda silah da atıldı. Baskıların
geçmişi bir yıl öncesine uzanıyor. (14) ve olay gerçekleşiyor.
Resmi makamların “olaya el
atması”ndan sonra olayı yaşayan bir kadın; “Bazı kağıtlar
çıkardılar. Ben okuma yazma bilmiyorum. Vali bey diyor ki ben sizi
koruyamam. Gideceksiniz diyor.” (15) Sonrası ise resmi gaflar,
insanlık ayıpları, tarihin tekerrürleri…
“Yerli Selendililerin” şu ifadeleri bu
toraklardaki yüzyıllık refleksin bir işareti değil midir: “Yani
kim anasına, dinine, camisine küfrettirir…” (16) İşlenen her büyük
insanlık suçunun bildik meşruiyet arayışı! Ancak, büyük suçların
büyük fikirlere ihtiyacı yoktur. İnsanlığa karşı işlenen suçlar
gayet aşağı güdülere bağlanabilir: Cinayet işlemekten zevk almak,
yağmalama hevesi, kıskançlık haset. Irkçı sloganlar ve milliyetçi
ideolojiler genellikle eylemi tetikleyen saikler olarak değil,
eylemden sonra ona meşruiyet sağlayan düşünsel çatılar olarak
çıkarlar karşımıza. (17) Selendili bir vatandaşın açıklaması ise
çok manidar; “Biz Roman düşmanı değiliz ama bunlar başka Roman” ve
ekliyor, “Bak benim bile böyle bir evim yok”. (18) Aynı
kapitalist, yağmacı ve milliyetçi haset mantığın, 1915 Olayları,
Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları gibi facialarda işletildiğini
görmek mümkün. Ancak herkes bilir ki, Romanlar bu coğrafyanın
kentlerinde en fakir, en sahipsiz ve en mülksüz grubu teşkil
etmekle kalmayıp, hemen hemen diğer tüm kentlilerden farklı olarak
hiçbir sosyal güvenceleri (19) olmayan topluluklar kümesidir.
Romanlar, modern toplumun negatif özelliklerden dolayı,
toplumumuzun yabancıları/artıklarıdır ve onlardan elbirliği ile
arınılması gerekir!
İÇİMİZDEKİ YABANCIYI KUSMAK
Selendi’de Romanların yaşadığı bu olaylar,
İttihat Terakki’den bu yana oluşturulmaya çalışılan, ötekine
düşman, saf toplum olma hayallerinin doğal mirasçısı olan her
türden milliyetçilik cemaatlerinin toplumsal dünyayı cehenneme
çevirme eğiliminin doğal sonucudur. Türkiye’deki bugüne kadar
oluşturulmuş milliyetçilik cemaatleri, toplumsal bir olayda hemen
yığın/kitle/güruh olma özelliğine sahiptir ve bu özellik toplumda
bir “onur” olarak sunulur. Ancak bütün yığın üyeleri potansiyel
olarak daima kıyımcıdır, çünkü topluluğu yozlaştıran, çürüten,
lekeli, saf olmayan öğelerden, kargaşaya sürükleyen hainlerden
temizlemeyi hayal eder. (20) Bu temizlik düşü için de devreye
şiddet ve linç gibi insanlık onurunu yok eden eylemler girer.
Çünkü şiddet uygulamak insana o kadar zevkli gelir ki, hiçbir
kanunu dinlemez. (21) Amacı ne olursa olsun, yığının/güruhun
uyguladığı her türden şiddet bir linçtir. Linç, kalabalığın azlığı
çiğnemesidir-bazen tek birisini. Korunmasız, çaresiz durumdakine
saldırmaktır. Köşeye kıstırılmış olana, kuşatılmış olana
çullanmak... Yerdekine bir tekme savurmak.. Bireysel sorumluluk
üstlenmeden, kalabalığın koynuna sığınmış, ‘anonim’ bir cürümün
gölgesine saklanarak… (22) Çünkü topluluğu yozlaştıran, çürüten,
lekeli, saf olmayan ve onu kargaşaya sürükleyen hain olan kurban,
bir günah keçisidir. (23) Günah keçisi arayışı, şiddetin
sıradanlaştığı toplumlarda daha yaygın ve onaylanmış bir
eğilimdir. Şiddettin sıradanlaştığı bir toplumsal yapıda, ortaya
çıkan her türden toplumsal olayda linççi, infazcı bulmak hiç de
zor değildir. Normal insanlar birden kitleye/güruha/nefere
dönüşür. Bu tip olaylarda failler her türden ahlaki ölçütü
elbirliğiyle kendileri için bir meşruiyet payandası olarak
kullanabilirler. Vatan, millet, bayrak, din, namus vb. gibi
simgesel sosyalleşme araçları hemen imdada yetişir ve
failleri/kendilerini aklamaya başlar. Çoğu zaman da bu aklamaya
devlet yetkilileri de katılmayı, devlet adamı babacanlığıyla ve
zevkle yaparlar.
İnsana dair tüm
ümitleri boşa çıkartanlar aslında her yerde ve her zaman küçük bir
azınlıktan ibarettir. Bu öngörülemeyen ve her türden açıklamaya
direnen azınlık şiddete başvurma özgürlüğüne sahiptir. (24)
Şiddete başvurma özgürlüğüne sahip olanlarda yabancı ve öteki
düşmanlığı gibi patolojik duygu durumları her an patlamaya hazır
bir biçimde zulada bekler, çoğu zaman da kimi ideolojik öbekler
tarafından bir tehdit olarak kullanılır. Yabancı, öteki ve farklı
olana yönelik bu negatif algılar ve ona karşı geliştirilen
tepkilerin genel adına toplumsal fobiler demek, sanırım yanlış
olmaz.
Zenofobik ve miksofobik (melezlik
fobisi) paranoya kendi kendinden beslenir ve kendi kendine
gerçekleşen bir kehanet olarak işler. Yabancıların temsil
ettikleri tehlikeye karşı radikal bir çare olarak ayrımcılık
sunulur ve kabul edilirse, o zaman, onlarla birlikte oturmak her
gün biraz daha güçleşir. (25) Bu toplumda, “bir arada yaşama
tecrübesini, yüzyıllarca yaşatmış, adalet ve insan haklarını en
üst düzeyde korumuş bir kültür ve medeniyetin mirasçısı olan
toplumuz” masalı son olarak Selendi’de yaşanan gerçeklerin üstünü
örtemez! Yaşanan olaylar da gösteriyor ki, bir arada yaşama
terbiyesi bu topraklarda rafa kaldırılmış bir nostaljik düş
nesnesidir ya da bir arada yaşayamama terbiyesizliğidir!
Bugün Türkiye’de
İslamcısından milliyetçisine, solcusundan ulusalcısına ve
liberaline kadar elbirliği ile yaratılmaya çalışılan ve sürekli
ölçeği genişletilen her türden milliyetçilik anlayışı, sürekli
saf/arı bir toplum arayışı içindedir. Bu zamana kadar işlerlikte
olan, yüzyıllık saf/arı toplum arayışına en olumlu cevap,
genellikle Orta Anadolu’dan ve muhafazakarlaşma ve milliyetçileşme
eğilimi içinde olan kuzey ve güney sahil kentlerinden
gelmekteyken, şimdi bu kervana batı bölgelerimizde bulunan kentler
de dahil olmuştur. (26) Bu coğrafi alanlar, millet olma fiilinde,
genellikle günahkar
ve yıkıcı toplumsal eylemlerin
geçmişte olduğu gibi bugün de sahipleri olmuşlardır. Bu
toprakların insanlarının, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin ve
buna ilaveten Kürtlerin ve Alevilerin şimdilerde de Romanların
yaşadığı trajedilerde, kendilerinin inkar etmeye bile utanacağı(?)
büyük katkıları vardır.
Bu toprakların
kadim nüfusu olan Ermenileri ölüme yollayan, Rumları Yunanistan’a
Yahudileri Aşkale’ye süren, Kürtleri Dersim’de kıyıma uğratan ve
onları süren, Alevileri Sivas'ta yakan zihniyet bugün de Romanlara
saldırmış ve bu durum, “şaşılacak bir şey yok” ya da “vatandaşın
haklı tepkisi” aymazlığı olarak kalmamalı. Çünkü bu aymazlık,
doğrudan devlet yetkililerinin telaffuz etmekte neredeyse cinsel
bir haz duyduğu “tek din, tek millet, tek devlet” benzeri
sloganlarla kitleleri yıkıma ve linç güruhuna çevirmeye hizmet
ediyor. Ki, linç, en aşikar medeniyet kaybıdır. Linçin
sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infial
uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitiriyor demektir.
(27) Bu vasfın yitirilmesinde vitrini dolduranlar ise,
milliyetçileşmeyi ve bir linç güruhu olmayı bir insanlık onuruymuş
gibi taşıyan fanatik kıyımcılardır. Kıyımcılar kendi nedenlerinin
mükemmelliğine her zaman inanırlar, ama aslında nedensiz nefret
ederler. (28) Ama ifade edilen nedenler, onların değerleridir.
Ancak unutulmamalıdır ki vatan, millet, din, ahlak vb. gibi bütün
diğer değerler insan haysiyetine hizmet ettikleri ve bunun
davasını sürdürdükleri ölçüde değerdir (29) yoksa, kitleleri
aldatmak için uydurulmuş koca birer yalandan başka bir şey
olamazlar.
Bir toplumu
oluşturan bütün toplumsal grup üyelerinin, kendi dışında olan
öteki grupla kurdukları insani bir ilişki yoksa, o grupta insanlık
da yoktur. Çünkü toplumsallık “dilek olarak” vardır. (30) Eğer bu
dileğin gerçekleşmesi için gerekli insani adımlar atılmıyorsa,
toplum da varolamaz. Başka insanlarda insanlığı öldürerek hayatta
kalmaya çalışan kişi, kendi insanlığının ölümünden sonra hayatta
kalmış demektir. (31) Son yaşanan olaylar sonucunda neredeyse bu
toplumda insanlık, kendinden ve kendi ekonomik ve siyasi
çıkarlarının ötesine geçmeyen bir durum halini almaya başlamış ve
vicdandan arınmıştır. Yaşadığımız dünyanın ve toplumun vicdanı
rafa kaldırmadan daha çok insanileşmesi için, daha farklı
toplumsallaşma/insanlaşma pratiklerini hayata geçirmesi gerekir.
Bunun için ilk önce, bir toplum ve insan olarak geçmişimizle ve
hatalarımızla yüzleşmemiz, ötekini/yabancıyı kusmayan ve
mağdur olanı kendine dahil eden
ve ötekilerin de içinde adil ve
onurlu bir biçimde varolduğu bir toplumsallığı yaratmamız gerekir.
Aksi halde, bir toplum olarak insanilikten arınmış bir
külteden/güruhtan başka bir şey olamayız.
DİPNOTLAR:
1)
Bu konuda Fuat Dündar’ın
İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskan Siyaseti (2007), ve
Modern Türkiye’nin Şifresi (2008) adlı çalışmalara bakılabilir.
Çok uzağa gitmenize gerek yok İç Anadolu bölgesinde bulunan
köylerin etnik-dini yapısına bakmanız ya da konuşulan
dile/şivelere kulak kabartmanız yeterlidir.
2)
TGYONA, Türkiye’de Göç
ve Yerinden Olmuş Nüfus Araştırması, H.Ü. Nüfus Etütleri
Enstitüsü, 2006. s.24.
3)
Zygmunt Bauman, Pstmodernlik ve Hoşnutsuzlukları, Çev. İsmail
Türkmen, Ayrıntı Yay. 2000. s.32.
4)
Zygmunt Bauman, Akışkan
Aşk, Çev. Işık Ergüden, Versus Yay. 2009. s.161.
5)
Fuat Dündar, Modern
Türkiye’nin Şifresi, İletişim Yay. 2008, s.441.
6)
Dündar (2008), a.g.e.
s.441.
7)
Soner Çağaptay,
Türkiye’de İslam, Laiklik ve Milliyetçilik: Türk Kimdir?, Çev.
Özgür Bircan, İstanbul Bilgi Üniv. Yay. 2009, s.1.
8)
Dündar(2008),
a.g.e.s.437.
9)
Wolfgang Sofsky,
Dehşetli Zamanlar, Çev. Dilek Zaptçıoğlu, İletişim Yay. 2009,
s.79. Özelikle bu çalışma şiddeti ve doğasını anlama noktasında
ufuk açıcı bir çalışmadır.
10)
Michel Bourse, Melezliğe
Övgü, Çev. Işık Ergüden, Ayrıntı Yay. 2009, s.96.
11)
Binnaz Toprak, İ. Bozan,
T. Morgül, N. Şener, Türkiye’de Farklı Olmak, B.Ü. Bilimsel
Araştırmalar Projesi, İstanbul, 2008, s.101. Ayrıca ilgili proje,
Metis Yayınları’ndan 2009’da aynı adla kitap olarak çıkmıştır.
12)
Fuat Dündar, İttihat ve
Terakki’nin Müslümanları İskan Siyaseti, İletişim Yay. 200, s.127.
Ayrıca devam eden sayfalarda Çingeneler konusunda uygulanan iskan
politikalarının değişkenliğini ve resmi makamların onlara bakışını
izleyebilirsiniz. Bu bakışın resmi makamların “devletlü katında”
hala canlı olduğunu, Selendi de yaşanan olaylara bakarak
aşılamadığını göreceksiniz.
13)
Tolga Korkut, Manisa'da
Ayrımcılık Romanlara Irkçı Saldırıya Dönüştü, http://bianet.org/
Erişim:10.01.2010
14)
Ertan Kılıç, ‘Belediye
başkanı anons yaptı, dozerler de geldi’, Radikal, 08/01/2010.
15)
‘Vurun cingenelere’ diyorlardı, Radikal, 08/01/2010.
16)
Sadık Güleç, “Çocukluk arkadaşımın evini basmaya gittim”, Taraf,
10/01/2010.
17)
Sofsky (2009), a.g.e. s.24.
18)
Güleç (2010), a.g.y.
Taraf.
19)
Toprak vd.. (2008),
a.g.e. s.101.
20)
René Girard, Günah Keçisi, Çev. Işık Ergüden, Kanat Yay. 2005,
s.22.
21)
Sofsky (2009), a.g.e.
s.12.
22)
Tanıl Bora, Türkiye’nin
Linç Rejimi, Birikim Yay. 2008, s.8.
23)
Girard (2008), a.g.e.
s.276.
24)
Sofsky (2009), a.g.e. s.26.
25)
Bauman (2009), a.g.e.
s.149.
26)
DTP konvoyunu taşlayan İzmir, arkadaşlarının haksız yere gözaltına
alındığını protesto etmek isteyen bir grup genci linç etmek
isteyen Edirne gibi.
27)
Bora (2008), a.g.e. s.10.
28)
Girard (2005), a.g.e.
s.143.
29)
Bauman (2009), a.g.e.s.109.
30)
Bourse (2009), a.g.e. s.182.
31)
Bauman (2009), a.g.e.
s.109.
|