OSMANLI ZİHNİYETİNDEN GÜNÜMÜZ ZİHNİYETİNE
NE DEĞİŞTİ   -
3

 

CircassianCenter

 
   
 

OSMANLI DÖNEMİNDEKİ "TÜRKÇÜLÜK BÖLÜCÜLÜĞÜ"NDEN GÜNÜMÜZÜN "NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE BÖLÜCÜLÜĞÜ"NE

Doç.Dr.Mehmet AÇA

Siyasi ümmetçiler ve onlarla her zaman sıkı işbirliği içinde olan malum çevrelerin yıllardır ileri süregeldikleri savlardan birisidir: “Türkler Türkçülük yaptıkları için yıkılmıştır Osmanlı Devleti.” Ama, bu savı ileri sürenler, nedense, Türkçülüğün “Osmanlıcılık”, “Islamcılık” adındaki boşa kürek çekmelerin işe yaramadığı, bıçağın kemiğe dayandığı, Türklerin egemenlik haklarının bütünüyle ellerinden alınmak üzere olduğu, Osmanlı Devleti bünyesindeki gayri Türklerin önemli bir kesiminin küresel emperyalistlerin akıttığı çeşmeden testilerini doldurma telaşı içerisinde olduğu bir dönemde bütünüyle var kalma ya da yok olup gitmeme kaygısıyla kendiliğinden harekete geçtiği ve işe öncelikle ülkeyi yöneten gayri Türk kesimi tasfiye etmekle başladığı gerçeğini görmezden gelirler. Siyasi ümmetçiler, Islam’da “milliyetçilik” yok derken, azınlık ırkçıları ve beynelmilelciler de “milliyetçiliği” “gericilik” ve “bölücülük” olarak nitelendirmişlerdir.

“Milliyetçilik”ten kast edilen de her zaman “Türkçülük” ya da “Türk milliyetçiliği” olmuştur. Islamcılık, Kafkasyacılık ve diğer kisveler altında Kürtçülük, Çerkesçilik, Gürcücülük, Lazcılık, Arapçılık, vd. yapmayı kendilerine hak bilenler, Türklere Türkçülüğü çok görmüşlerdir.

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde örgütlenen ve temel devlet felsefesi haline gelen Türkçülük, ortaya Türklerin egemenliğini, Türk dilini, Türk kültürünü esas alan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni çıkardığı için küresel emperyalistler ve malum çevrelerce asla affedilmemiştir.

Türklerin ve devletlerinin güçlü olduğu dönemlerde Osmanlı Devleti bünyesinde hakları kullanma bakımından Türk kökenlileri fersah fersah geride bırakır bir şekilde yaşayan Müslüman-gayrimüslim gayri Türklerin (Ki, bunların bir kısmı zulümden kaçarak Türklere sığınmışlardır) bir kesimi, Türklerin zayıf düştüğü bir dönemde harekete geçmişler ve küresel yağmaya maruz kalan Türk devletinden paylarını alma telaşına düşmüşlerdir. Elbette ki, sözü edilen kesimler arasından gemiyi terk etmeyenler ve sonuna kadar Türklerin yanında kalanlar da olmuştur. Öyle oldukları için de yakın tarihimizdeki şerefli yerlerini almışlardır. Küresel yağma girişimlerine baş kaldıran Türkler, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde verdikleri ölüm kalım savaşı neticesinde ulusal devletlerini, yani, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurmuşlar ve yağmadan pay almak isteyenlerin heveslerini kursaklarında bırakmışlardır. Fakat, “yeryüzü Tanrıları” bu durumu hazmedememişler, tıpkı Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarındaki gibi, gayri Türk kesimleri, Türk egemenliğinin “Kabe”si olan Ankara’ya karşı sık sık kışkırtmışlardır. İşin en acı tarafı da vaktiyle zulümden kaçarak Türklere sığınanların ve yaklaşık bir buçuk asırdır Türkiye’de Türklerle birlikte yaşayıp da “kabilecilik” ya da “mikro milliyetçilik” yapmakta ısrar edenlerin Türklere ve Türk egemenliğine zarar veren girişimler içinde olmuş olmalarıdır.

Geçmişte Türkçülükten dolayı Türkleri bölücülükle itham edenler,
günümüzde Türkçü-Kemalistleri, ulus-devletçileri, “Ne Mutlu Türküm Diyene”yi “Ne Mutlu Türkiyeliyim Diyene” diye yorumlamayanları bölücülükle itham etmektedirler.

Arkalarına ABD ve AB’yi alanlar, Türkiye’nin içine düşürüldüğü AB tuzağından sonuna kadar yararlanmaya çalışmaktadırlar ve bu noktada  her türlü etnik ve dinsel taleplerini hayata geçirmeyi arzulamaktadırlar. Yazık ki, sonu gelmez bir AB aşkına “paketlenen” Türkiye, uluslar arası “anlaşma”lar çerçevesinde malum çevrelerden gelen her türlü etnik ve dinsel talebi, Türklerin kanları ve canları pahasına elde ettikleri haklarını gasp ederek karşılamaya çalışmaktadır. Gayri Türk kesimler, estirilen küresel rüzgarı da arkalarına alarak Türkler üzerinde yoğun bir baskı oluşturmaktadırlar ve Türkler adına dillendirilen her türlü talebi ve direnişi “bölücülük”, “faşimz”, “Kemalizm”, “ırkçılık”, “çağ dışılık” damgasıyla boğmaya çalışmaktadırlar. Sağlığında, askeri okullara alınacak öğrencilerde “Türk ırkından olma” ya da “Türk olma” şartı arayan (Meraklısı “Cumhuriyet” gazetesinin 1930’lu yıllara ait arşivini gözden geçirebilirler) Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene!” sözünü, “Ne Mutlu Türkiyeliyim Diyene”ye dönüştürmeye çalışanlar, azınlık ırkçılığı girişimlerine dur diyenleri, Çerkescilik, Kürtçülük, Lazcılık, Pontusçuluk, vs. karşısında Türkçülüğe, Kemalizm'e sarılanları sindirmek için her türlü araca baş vurmaktadırlar. Çoklukla kendisini “Gürcü”, “Çerkes”, “Abaza”, “Laz”, “Kürt”, vs. diye tanımlayan kalemlerin yuvalandığı gazete ve televizyonlar vasıtasıyla Türklere, küresel emperyalistlerle içerideki azınlık ırkçılarının taleplerinin yerine getirilmesinin “ulusal bütünlüğü” pekiştireceği, aksi taktirde bölünmenin kaçınılmaz olacağı yalanı pompalanmaktadır. Geçmişte Osmanlı Devleti’nin yıkılışını Türkçülüğe bağlayanların torunları, günümüzde Kemalizm'i ve Türkçülüğü Türkiye’nin geri kalmasının ve etnik çatışma tehlikesinin en önemli nedeni olarak göstermeye çalışmaktadırlar.

Geçmişte çeşitli cemiyetlerin çatısı altında toplanıp da işgalci İngiliz, Yunan, Fransız birlikleriyle işbirliğine girenler, bugün de yine çeşitli dernek ya da vakıf çatısı altında küresel emperyalistlerle dirsek teması içerisindedirler. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle birlikte verdiklerini ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasında paylarının olduğunu iddia edenler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel ilkelerini ve Türk egemenliğini ortadan kaldırmak adına her türlü küresel tezgahı bilerek ya da bilmeyerek desteklemekten çekinmemektedirler. Küresel emperyalizm yine malum çeşmeyi akıtmaya başlamış, Müslüman-gayrimüslim gayri Türklerin önemli bir kısmı da yine malum çeşmeden testilerini doldurma telaşına düşmüşlerdir. Pontus ruhunun yeniden diriltilmeye, ayrılıkçı Kürt gruplarının ayrılmaları için gerekli olan alt yapının hazırlanmaya, Rumların Ege, Karadeniz ve İstanbul’a yönelik emellerinin hayata geçirilmeye çalışıldığı bir dönemde, muhataplarına “Kurtuluş Savaşında Çerkeslerin Rolü” adlı kitabı okumalarını salık verenler de Osmanlı döneminde açılan Akaretlerdeki ilk Çerkes Okulu’nun binasını istemişlerdir. Neredeyse yüz elli yıldır sığındıkları Türkiye’de huzur içinde yaşayan ve Türklerce “Türki” olarak nitelendirilen bazı Kafkasya kökenli yurttaşlarımız, çeşitli dernek ve vakıf çatısı altında Çerkeslerin kendi dillerinde eğitim-öğretim görmeleri için Osmanlı dönemindeki ilk Çerkes Okulu’nun binasını istemektedirler. Kurtuluş Savaş’ına yaptıkları katkılarla övünenler, Mustafa Kemal Atatürk’ün hayata geçirdiği ve ulus-devlet olmanın vaz geçilmezlerinden olan “Tevhid-i Tedrisat” yasasını hiçe sayarak tıpkı Kürtler gibi, ayrı bir dilde eğitim-öğretim görmeyi arzulamaktadırlar. Akrabaları Kafkasya’da her türlü zulüm altında inim inim inlerken Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti toprakları içinde dillerini, kültürlerini istedikleri gibi yaşatabilen, hatta devlet kademelerinde çok önemli görevlere gelebilen Çerkes kökenli yurttaşlarımızın bir kısmı da ne yazık ki, küresel emperyalistlerin akıttığı çeşmeden testilerini doldurma telaşı içinde olduklarını gizlememektedirler.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin küresel emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından hızla uçuruma doğru sürüklendiğini görüp de bu gidişe dur demek için kaleme sarılan Türkçü-Kemalist aydınlarımız, bir yandan şanlı bir direniş örneği sergilerlerken diğer yandan da Türkleri oynanan oyunlara karşı uyanık kalmaya davet etmektedirler. Şanlı direnişin önemli isimlerinden Albay (E) Hüseyin Mümtaz da, tıpkı diğer Türkçü-Kemalist aydınlarımız gibi, vaktiyle üniforması ve silahıyla korumaya çalıştığı
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kalemiyle, bilgisiyle, keskin zekasıyla kollamaya devam etmektedir. Bugüne kadar on kitaba ve beş bin civarında makaleye imza atan Hüseyin Mümtaz, “Müdafaa-I Hukuk” dergisinin 52. sayısında yayımlanan “Korku Tüneli” başlıklı bir yazısıyla Türkiye’nin bir korku tünelinden geçtiğini, azınlık ırkçılarının ve aymaz Türklerin nasıl bir ihanet tezgahı içerisinde olduklarını ortaya koymuştur. Sayın Mümtaz, adı geçen yazısında, bizim de yukarıda üzerinde kısaca durduğumuz bir konuya temas etmiş, yani,  kendilerini hala “diaspora”da sayan bazı Çerkes kökenli yurttaşlarımızın tehlikeli girişimlerine... Bakın ne demiş sayın Mümtaz yazısında:

“Asıl fecaat Aktüel Dergisi’nin 7-13 Kasım 2002 tarihli 590’ıncı
sayısında yaşanıyor.

“Türkiye’deki 5 milyon Çerkes, nüfusun %20’sini oluşturan -15 milyon- Kürt ve 1 Milyon Laz’ın ana dilde öğretim istediği; üstelik (140 yıldır kendilerine kucak açan bir ülkeyi bir türlü benimseyemedikleri için kendilerini hala ‘diaspora’da sayan. HM) Çerkeslerin eğitim için ille de Akaretlerdeki Osmanlı Döneminin Çerkes Okulu binasını istediklerini” yazıyor dergi.

Daha başka neleri isteyecekler Çerkesler?

“Kürtler”, hangi, “Lazlar” hangi “sembol” binaları isteyecekler?”

Ve aradan fazla bir zaman geçmeden sayın Mümtaz’ın adı geçen yazısı ses getiriyor. Sesin kaynağı, “Birleşik Kafkasya Konseyi”, yankılandığı ceride de adı geçen konseyin yayın organı olan bir dergi. Konseyin yayın organı olan derginin Ocak-Şubat-Mart 2003 tarihli sayısında Kur. Alb. (E) Sönmez Can’ın imzasıyla “Müdafaa-i Hukuk Dergisi Yetkilileri’nin Dikkatine” başlıklı ve “Derginizin 52. sayısında “KORKU TÜNELI” başlığı ile
yayımlanan yazının yazarı Hüseyin Mümtaz’a iletilmek dileği ile...” alt başlıklı bir yazı yayımlanmıştır.

Sayın Mümtaz’a iki seslenişin dışında “sen” diyen bir üslupla kaleme alınan ve her satırında saldırganlık ve öfke kokan yazıda sayın Kur. Alb. (E) Sönmez Can, önce sayın Hüseyin Mümtaz’ın “Korku Tüneli” başlıklı yazısını o kaba ve saldırgan üslubuyla özetliyor ve arkasından da “Sen kimsin Sayın Hüseyin Mümtaz?” cümlesiyle başlayan asıl ifade ve görüşlerini yine aynı üslupla sıralıyor. Sayın Can, bir hışımla giriyor asıl ifadelerine; fakat, Çerkesce eğitim-öğretim konularına fazlasıyla kafa yormuş olmasından kaynaklansa gerek ki, cümleleri allak bullak. Türk dili uzmanı arkadaşlarımızın üniversitelerin birinci sınıflarındaki öğrencilere bir
cümlenin nasıl kurulamayacağını göstermelerine yardımcı olabilecek cinsten: Sen Çerkesleri ne kadar tanıyorsun? Çerkeslerin tarih boyunca sana ve senin gibilere, “Yurt ne demektir, yurt sevgisi, vatan sevgisi, hürriyet ne demektir? Sadakat ve iyi niyet ne demektir?” sorularına cevaplarını senin gibi lafla değil; kanla, canla cevaplamış insanlar olduğunu bilir misin?”

İfadelerinden ve üslubundan sayın Mümtaz’a hayli kızdığı anlaşılan ve dünyaya yurt sevgisinin/yurt savunmasının ne anlama geldiğini defalarca gösteren bir ulusun mensubu olan ve giydiği üniformasıyla Kıbrıs’ın savunması başta olmak üzere, Türk Devleti adına hayatını ortaya koyan sayın Mümtaz’ın yurtseverliğini “laf”tan ibaret gören sayın Can, satırlarını
şu şekilde sürdürüyor: Onlar (yani Çerkesler-MA) asırlar boyunca Rusya’ya karşı göğüs gererek Osmanlı topraklarının korunmasını sağlamışlar, hem Kafkaslarda hem Balkanlarda senin lafla sahip çıktığın Anadolu’nun istilasının önüne set çekmişlerdir...

Sayın Can’ın ifadelerine şöyle bir göz atan birisi, Osmanlı Devleti’nin varlığını bütünüyle Çerkeslere borçlu olduğunu; Arap, Kürt, Çerkes, Rum, vd. unsurların huzur içinde burunları bile kanamadan yaşamaları için Yemen çöllerinde, Galiçya’da, Kafkasya’da kırılıp giden Türkler gerçeğinin bir efsaneden ibaret olduğunu düşünebilir. Elbette, Çerkeslerin Kafkasya’daki mücadelelerini ve diğer cephelerdeki katkılarını yok sayacak ya da küçümseyecek değiliz. Ama, Çerkeslerin Kafkasya’da Ruslara karşı direnirken öncelikle kendi yurtlarını savundukları gerçeğini de göz ardı edecek değiliz. Çerkesler, doğal olarak önce kendi yurtlarını savunmuşlardır.

Bu savunmayı da bütünüyle Osmanlı Devleti’ni ya da Anadolu’yu Rus işgalinden korumaya yönelik bir girişimmiş gibi yansıtmaya çalışmak da ancak her şeyi “Çerkes alt kimliği” ile değerlendiren sayın Can ve onun gibilerinden beklenebilir.

Bütün bu satırların yazarı sayın Can, daha sonra sözü Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin temellerini Türk birliği, Türk dili, Türk kültürü üzerine oturtan Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözüne getiriyor ve “mozaik” Türkiye’nin profilini çiziyor: “Türkiye Cumhuriyeti’nin 70 milyonluk nüfusu Balkanlardan Kafkaslara Kırımdan-Arap Yarımadasına ve Kuzey Afrika’ya kadar uzanan bir coğrafyada yaşayan değişik etnik kökene mensup halkların, birlikte oluşturduğu ve mensup olmakla gurur duydukları, Atatürk’ün “Ne Mutlu Türk’üm Diyene!” sözcükleri ile en iyi ifade edilen millet üst kimliğini benimsedikleri; fakat bir Çerkes, Laz, Kürt alt kimliği ile kendi dil ve alt kültürlerini, milli birlik ve beraberliğe zarar vermeden, renk katarak yaşatmalarının hiçbir yanlışının olmadığını herkes bilir...”

Sayın Can’ın çizdiği profilde Türkler, meşhur “mozaik”in sadece bir parçasıdır ve “Türk” kavramı da Mustafa Kemal Atatürk tarafından yaratılmış bir “üst kimlik”tir. Adının altına koyduğu “E. Kur. Alb.” ifadesinden de anlaşılacağı üzere, Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde uzun bir dönem hizmet veren sayın Can’ın Atatürk’ün düşünce ve ilkelerini bilmemesi mümkün değildir. Hele hele, hemen her kışlada yazılı olan “Tek ülke, tek dil, tek bayrak” yazısını okumaması hiç mümkün değil. Şayet sayın Can, Mustafa Kemal Atatürk ilke ve devrimlerini bütünüyle benimseyen, yaşadığı ülkenin gerçek anlamda bir parçası olmayı amaçlayan birisi olmuş olsa idi sözünü ettiği “alt kimlik”lerin kendi dillerini ve “alt kültür”lerini yaşatması ile kendi dillerinde eğitim-öğretim görme emelleri arasındaki farkı çok rahat bir şekilde görebilir ve Osmanlı dönemindeki Çerkes Okulu’nun talebinin Mustafa Kemal Atatürk’ün koyduğu ve ulus-devlet olmanın en temel esaslarından olan “Tevhid-i Tedrisat” yasasıyla bariz bir çelişki doğurduğunu da ifade edebilirdi. Sayın Can’ın Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ne Mutlu Türk’üm Diyene!” sözünden anladığı, küresel emperyalistlerle işbirlikçilerinin anladığından farklı değildir: “Ne Mutlu Türkiyeliyim Diyene!”

Kemalizm’in aşılması gereken bir engel olduğunun hemen her platformda açık bir şekilde dillendirildiği, Atatürk felsefesinin devlet yönetiminden dışlanmaya çalışıldığı, küresel emperyalistlerden cesaret alanların ayrı devletler hayali peşinde dört nala koşturduğu bir dönemde, atalarının Osmanlı Devleti’ni ve Anadolu’yu düşman istilasından koruduğunu iddia
eden, Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal Atatürk’le birlikte omuz omuza savaşan Çerkes varlığına dikkat çeken ve Akaretlerdeki Çerkes Okulu’nun yeniden açılmasının talep edilmesinde hiçbir beis görmeyen E. Kur. Alb. Sönmez Can, bunca bölücü girişimi bir kenara bırakarak sayın Mümtaz’ın Türklerin dikkatini hassas bir konuya çekme girişimini bölücülük olarak nitelendirmektedir: Ancak siz ve sizin gibi bağnaz, agresif, ben merkezci kişilerin doğrularına ters olduğunu söylemek için çok akıllı olmaya; bu düşünce tarzının kabul göreceği kısıtlı dar bir çevrenin insanı olmaya mahkum, lafla her şeyi halleden vatan sevgisini, millet sevgisini yalnız kendi inhisarında sanan zavallılara çok şey söylemeye gerek yok. (...) Akaretlerdeki ilk Çerkes Okulu’nun binasının sizin açınızdan neyin sembolü olduğunu bilmiyorum. Ama çok iyi bildiğim bir şey var: Sizin gibilerin tavrı birleştirici, bütünleştirici olmaktan çok, ayrılık yaratıcı ayrıştırıcı bir tepkiyi doğuran bir tavırdır.

Bu sözlerin Türkçe’deki karşılığı “Zeytin yağı gibi üste çıkmak”tır sayın okuyucu. Bir Türk, ülkesinin ve ulusunun geleceği adına kaygılarını dillendirdiğinde ve tehlikelere dikkat çektiğinde bölücü, dışlayıcı, bağnaz, agresif, ben merkezci, zavallı oluyor; fakat, kendisini “alt kimliği” ile ifade etmeyi yeğleyen ve ulus-devletin mezarını kazmak anlamına gelen talepleri açık bir şekilde dillendiren birisi en küçük bir tepki ile karşılaştığında kendisini dışlanmış, mazlum görüyor.

Değerli okuyucu, bu satırların yazarı, gaflet, dalalet ve ihanet içerisinde olanların hepsine kökenine, rengine ve diline bakmadan aynı tepkiyi göstermeyi, Türk olmanın bir gereği olarak kabul eder. Atatürk ilke ve devrimlerini, yani, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel ilkelerini, Türk dilini, Türk egemenliğini, devletin birliğini, ülkenin bölünmez bütünlüğünü
bilerek ya da bilmeyerek hedef almadığı sürece herhangi bir Müslüman-gayrimüslim gayri Türk’ten rahatsızlık duymaz. Ama, bu özellikleri taşıyıp da gizliden gizliye (artık günümüzde oyunlar gözler önünde oynanmaktadır) “alt kimliği”ni Türklerin ve Türk Devleti’nin egemenlik haklarına son verme doğrultusunda ön plana çıkarmasına, koyması gereken en doğal tepkisini koyar. Ayrıca, bu satırların yazarı “Ne Mutlu Türküm Diyene!” sözünü, “mozaik” olmanın bir ifadesi olarak değil, aksine, tıpkı Mustafa Kemal Atatürk gibi, Türk olmanın bir ifadesi olarak
algılamaktadır.

Sonuç olarak, E. Kur. Alb Sönmez Can, kendi “alt kültürü”nün bir gereği olarak gördüğü kişisel tepkisini hem sayın Albay (E) Hüseyin Mümtaz’a hem de Müdafaa-Hukuk Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı sayın Orgenaral (E) Necati Özgen’e “saygılarıyla” sunmuştur. Konulan “kişisel” tepki, aşağılamayı ve sindirmeyi amaçlayan bir tepkidir ve yukarıda da ifade edildiği üzere çelişkilerle doludur. Dileğimiz, Türklerin de sinmişliklerini,
korkmuşluklarını, bana neciliklerini bir kenara atarak kendilerinin ve ülkelerinin geleceğini ilgilendiren konularda tepkilerini koymaları, çoktandır kıstıkları seslerini yeniden yükseltmeleridir. 

Doç. Dr. Mehmet AÇA  21.06.03

--------------------------------------------------------------------------------

[1] “KARANLIĞA IKI EL ATEŞ” Hüseyin MÜMTAZ. IQ Yayınları. Mayıs 2003
Istanbul. Sayfa 160

[2] “YENI MÜTAREKELER, YENI KUVAYI MILLIYELER” Hüseyin MÜMTAZ.
Toplumsal Dönüşüm yayınları. Istanbul Nisan 2003. Sayfa 317.