Saygı değer
dinleyiciler,
Otuz yılı aşkın bir zamandır beraber ve bir tencerenin içinde
kaynıyoruz. Hepimizin az çok amacı aynı: Çerkes kalabilmek.
Acaba Çerkes kalabildik mi? Etnik özeliklerimizden neler
yitirdik, neler kaldı? Herkes kendisi bu sorunun cevabını
korkmadan yanıtlayabiliyor mu?
Öyle sanıyorum ki çok şeyler yitirdik. Eğer anadilimizle
evimizde çocuklarımızla konuşamıyorsak kültürün temel taşını yok
sayacağız ve zaman geçtikçe de daha çok yitireceğiz, istesek de
istemesek de bu gidişe dur diyemeyeceğiz ve üçüncü kuşakla
birlikte Almanlaşacağımızı sanıyorum.
Çerkes sözcüğü tartışılır olduğundan bu terimi kullanmayacağım
gibi tartışmalara ve polemiklere de girmek istemiyorum ve
sizlere sadece Adige kültürü hakkında bilgi vermeye çalışacağım.
Kültür ‚’’herhangi bir halkın tarih sürecinde ortaya koyduğu her
türlü sözlü ve yazılı, taşınır ya da taşınmaz; saraylar,
tablolar, destanlar, romanlar, hikayeler vs. gibi ürünlerin
tümüdür’’ diye basitçe tanımlayabiliriz.
Dünyada bir dili konuşan her halkın bir kültürü vardır.
Kültürsüz herhangi bir halk yoktur. Dolayısıyla bir halkı
kültürsüzlükle suçlamak suçlayanın kültürsüzlüğünü gösterir.
Bunun yanı sıra üstün ırk kadar üstün kültürden de söz etmek
kökten yanlıştır.
Diasporada hemen hemen her yerde ‘kültür’dernekleri kurulmuştur.
Genelde de kültürden anlaşılan ne yazık ki halk oyunları
olmuştur. Halk oyunları ise kültür kompleksinin içinde bir alt
bölüm olmasına rağmen, dernek etkinliklerinde hemen hemen başrol
oynamakta hatta tek amaç olmaktadır.
Gerçekten Adige kalmak istiyorsak bunun tek yolu okuma ve
öğrenmeden geçer. ‘’Okumuyan insan bilgi sahibi olamaz. Bilgi
sahibi olmayan düşünemez. Düşünemeyen insan da doğru karar
veremez.’’ der Yismelıko Özdemır Özbay bir makalesinde. Okumanın
ve öğrenmenin bilincinde olan halklar dünyanın en zengin ve
ileri devletleri olmuşlardır. ‘’Sizleri Avrupa’ya getiren güç
nedir?’ diye sormak istiyorum hepinize.
Çoğunuz para diyeceksiniz. Peki, parayı nasıl ve nereden
buldular? Para; bilimin, okumanın, öğrenmenin ve çalışmanın
ürünüdür.. Üniversitelerinde günahmış, ayıpmış, Müslüman'mış,
komünistmiş gibi sübjektif saçmalıklarla uğraşmadan hiçbir tabu
tanımadan her şeyi öğrenmişler ve öğrenmektedirler.
Alman kökenli olan komünist felsefesinin temelini atan
Friedrichs Engels, Karl Marks'la iftihar etmişler ve yapıtları
yasaklanmadan okunmuş ve tartışılmıştır. İçimizden pek çoğumuz
ise ‘’Kiril harflerini’’ Rus harfleri diye öğrenmemekte
direnmektedir. Peki Latin harfleriyle olsa öğrenecekler mi
dersiniz?
Yıllar önce gençlerimizi yetiştirmek istedik. ‘Komunist’
yapacaksınız dediniz. 19 Aralık 2005 tarihinde Wuppertal'da
verdiğim konferansta aynı anne babalar bu kez ‘’bize yardım
edin. Çocuklarımız bizi dinlemiyorlar. İstediklerini yapıyorlar.
Almanlaştılar’’ dediler. ‘'Geç oldu hemşerilerim’’ diye
yanıtladım. Maalesef geç oldu.
Ne ilginç ki, komünizm bitti, çöktü, halen suçlanmamız bitmedi.
Burada Rus ajanı diye suçlanıyor ve Kafkasya’ya gidince de MIT
ya da CIA ajanı olarak suçlanıyoruz.
Bizlerde ne olduğumuzu bilemez olduk.
Kim ne derse desin bizim için hiç önemi yok. Çünkü biz kendimizi
tanıyoruz: Adige’yiz. Te tı ADIG.
Bu kısa açıklamalardan sonra asıl konumuza girelim. Kısa kısa
kendimce önemli bulduğum konulara değineceğim.
Adige kültürü deyince her şeyden önce binlerce seneden bu yana
nesillerden nesillere sözlü anlatımlarla aktarılan efsaneler,
destanlar, masallar ve hikayeler akla gelmelidir.
Burada dünyamızın yaratılışı ile ilgili kısa bir efsaneyi,
değerli araştırmacımız Kube Şaban’dan aktarmak istiyorum.
Beraber yola çıkan bir ayı ile tilki bir kovan bal bulurlar ve
paylaşamazlar.
Sonunda en yaşlı olanın balı alacağında anlaşırlar. Ve ayı söze
başlar:
Dünyamız balçık halindeyken,
İndil nehrini bir adımla geçerken
Oşhıtxu lar (Beştav) küçücük birer tepe iken
Ben daha küçücük bir çocuktum.
Bunları duyan tilki ağlamaya başlar.
- Ne oldu? Neden ağlıyorsun? diye ayı sorunca:
- O tepecikler çocuklarımın mezarları, onları bana hatırlattı da
onun için ağlıyorum, diye yanıtlar, bilge aklıyla balı kazanır.
Görüldüğü gibi bu anlatım, bilim adamlarının dünyanın oluşumu
hakkındaki tespitleriyle ile az çok çakışmaktadır.
Yine Adigece Oşhıtx (Khşhıtf) (Karaçayca; Beştav, Rusça;
Piyatıgorsk) üzerine sayın Prof.Dr. Johann Knobloch’un bir
gezisinde not ettiği bir Legendey'i sizlere aktarmak istiyorum.
.... |
Beschtau
ist (in der Sprache des Turkvolks der
Berg-Kabardiner) der 'Fünfberg', der der Stadt
Pjatigorsk den Namen gegeben hat. Auf dem Hügel
Maschuk (= tscherkess. 'Feuerberg' -ein Signalberg,
der vor Einfällen der Kosaken warnen sollte) stehend
überblickt man die Kurstadt und das Land mit dem
herrlichen Ausblick auf den Elbrus. Man erzählt sich
dort, es habe einmal zwei Recken gegeben, den alten
elbrus und den jungen beschtau. Beide seien in eine
wunderhübsche Jungfrau namens maschuk verliebt
gewesen und hätten einen Zweikampf ausgetragen.
Beschtau spaltete dem alten Elbrus das Haupt - so
erscheint der Umriss des höchsten Berges im
Kaukasus dem Betrachter - und mit seinen letzten
Kräften warf dieser seinen Gegner zu Boden und
zerstückelte ihn in fünf Teile: Beschtau - Fünfberg.
Darob war nun die schöne Maschuk zu Tode betrübt und
weinte heiße Tränen - die heißen Quellen von
Pjatigorsk.
15 Ich habe diese Erzählung anlässlich meines
Aufenthalts in Pjatigorsk 1970 von einem
einheimischen Russen gehört. (J. Knobloch
1991;12-13) |
.... |
|
Beştav (Türk
halkı olan dağ Kabardeylerinin dilinde) ‚’beş dağ’ anlamında
Pyatigorsk kentine adını vermiştir.
Maşuk tepesinden (=Çerkesce Maş’oku, ateş dağı anlamına
gelmekte) Kazak baskınlarını gözleniyor ve ateş yakarak haber
verilirdi.
Maşuk tepesinden Elbrus dağına ve Pyatigorsk kentine bakış
panoraması çok güzeldir. Sizlere Ruslar tarafından anlatılan bir
hikayeyi anlatacağım. ’’Geçmiş zamanda iki cengaver varmış:
yaşlı Elbrus ile daha genç olan Beştav. İkisi de Maşuk'a aşık
olurlar ve savaşırlar. Beştav Elbrus’un kafasını ikiye ayırır ve
günümüzdeki şeklini alırken, Elbrus'ta son gücünü toparlar ve
Beştav'ı yere serer ve beşe böler ve Beştav oluşur.
Maşuk'ta
üzüntüsünden ağlamaya başlar ve gözyaşlarından sıcak su
kaplıcaları oluşur.’’
İzin verirseniz, Ninem Goşexuraj Jançat'tan duyduğum ve 60'lı
yılarda yazdığım bir efsaneyi de sizlere aktarmak istiyorum.
Adigeler Kafkasya'yı Tanrı'dan nasıl aldılar?
.... |
Wie haben
die Adyghen. Kaukasus als ihr Heimatland bekommen?
Vor undenklichen Zeiten lebten alle Völker in frieden
zusammen irgendwo in Nachbarschaft. Tha, (dh. Gott)
schuf die Welt und ließ allen seinen Untertanen
folgendes mitteilen; sie sollen am nächsten Sonntag
zu ihm kommen. Er wolle die neu erschaffene Welt
unter den verschiedenen Völkern verteilen.
Wie angekündigt, kamen alle Völker scharenweise an dem
Tag zu Gott und bekamen ihre Siedlungsgebiete. Danach
gingen sie fort, um dort ein friedliches glückliches
leben zu fuhren.
Die Adygen (Tscherkessen) aber vergaßen. Ausgerechnet
diesen wichtigsten Tag und erschienen nicht vor Tha,
da sie sich mit Sane (Wein) trinken und Tänzen
vergnügten. Als der Tag der Teilung schon längst
vorbei war, wurden sie erst aus dem Rausch erwacht und
erinnerten sich an dem Tag der Zuteilung der Erde
unter den Völkern. Aber es war schon zu spät.
- Was sollen wir tun? Wir sind ohne Heimatland
geblieben, sagten sie unter sich und beriefen Chase (
dh.Volksrat ) ein. Nach langen Diskussionen, beschloss
Chase, trotz der Verspätung zum Tha zu gehen, ihn um
ein Heimatland zu bitten.
Danach marschierten die Adygen zu Gott. Ganz vorne die
weißbärtige Thamaden, wie die Sitte es will, das Volk
hinter ihnen singend und tanzend. Als sie ans Tor des
Schlosses kamen, wo Tha seine Residenz hatte, blieb
die Masse stehen. Die Thamaden aber gingen ans Tor und
klopften. Die Wächter des Gottes öffneten die Tür und
fragten; " was sie wollen, wer sie seien?“
Die Greise verlauteten ihr Anliegen. Erstaunt, was sie
hörten, liefen die Wächter rasch zu ihrem Herrn und.
Erzählten ihm die unglaubliche Geschichte:
- Ein heimatloses Volk ist. gekommen. Sie heißen
Adyghen. Sie wollen Heimatland!" Gott Überlegte sich
erstaunt, lange und sprach, zu den Wächtern:
- Adyghen, Adyghen ! Ich kann mich nicht daran
erinnern, dass ich so ein Volk erschaffen habe. Ich
habe auch kein. Land mehr zu vergeben. Was soll ich
jetzt machen? Führt sie zu mir! Ich möchte dieses Volk
kennen lernen, an deren Erschaffung und Existenz ich
mich nicht, erinnern kann.
Die Wächter holten die Thamaden mit ihren malerischen
Trachten und führten sie zu Tha. Gott betrachtete sie,
schaute herab stolz und auch verunsichert. Aber, auch
erstaunte sich darüber, was es vorging und fragte
zornig:
- Wer seid ihr denn?
- Adyghen.
Adyghen. Adyghen! Wiederholte Tha mehrmals und fragte
wieder:
- Wo wart ihr denn, an dem Tag, als ich alle Völker zu
mir bestellte und ihnen ihr Heimatland gab?
Der Älteste, der über zwei hundert jähre alte
Thamaden, der Vorsitzender der Chase trat selbstsicher
einen Schritt vor und sprach:
- Oh, du großer Tha, verzeich uns bitte, da wir den
Tag vergessen haben.
- Verzeihen ! Verzeihen! Wie kann, man so etwas
vergessen? donnerte Gott.
- Wir haben eine Woche lang gefeiert, gesungen und
getanzt. Wir tranken Sane|“ dh. Durch den Rausch von
Wein und Tänze haben wir alles vergessen. Außerdem so
erging uns immer, wenn wir Feste feiern. Als wir
erwachten, war der Tag schon längst vorbei, entgegnete
der Weißbärtige.
- Unerhört so etwas ! Gibt es denn auf meiner Welt ein
Getränk, das ich nicht kenne und getrunken habe?
fragte erstaunt Tha.
- Ja, antwortete der Thamade ohne zu zögern.
- Es sind anscheinend wunderbare Dinge, was ich heute
sehe und höre. Führt euer Volk in den Schlossgarten
herein! Bring mir auch ein Horn von Sane! befahl Gott.
Die Thamaden holten alle Adyghen in den Schlossgarten
mit Tanz, und Gesang. Die Mädchen und Jungen tanzten
Wydsch. Hand' an Hand. Die Alten sangen die
Heldenlieder. Der Thamde der Adyghen hebte nach einer
Weile seinen Scepten hoch und hörte man mit allen
Geselligkeiten auf.
Danach hielt der Thamade einen Trinkspruch und
überreichte dem Gott ein Horn voll Sane, Tha kostete
erst seinen Geschmack und gleich darauf entleerte er
mit, einem
Zug das ganze Hörn.
- Es schmeckt, ausgezeichnet, sprach begeistert Gott
und verlangte noch einen
und Trank, und noch einen...... Er mischte sich unter
den Adyghen tanzte zusammen mit den hübschen Mädchen.
Wydsch, Zefak'u, Zyghetlat, sang mit ihnen in Chor
sieben Tage und Nächte.
Als alle nach einer Woche von diesem Glück und Rausch
erwachten, sprach Tha mit voller Begeisterung und
Anerkennung zu den Adyghen:
Zwar habe ich kein Land stück mehr zu vergeben. Aber
den Kaukasus schuf ich für mich, als mein zukünftiger
Residenz besonders schön, wie kein anderes Land auf
der Welt. Ich muss ehrlich gestehen, dass ihr dieses
Land verdient habt. Ich gebe es Euch. Lebt dort
glücklich in frieden. Ich werde auch selbst, hier auf
dem Berg Oscha-Mafe {Berg des Glückes heißt der Berg
Elbrus bei dem. Adyghen.} wohnen und die Welt
regieren. Ich komme jeden Sonntag zu Euch zusammen
Feste zu feiern. |
.... |
|
Adigeler
tabiatı çok seven ve tabiatla, iç içe yaşayan bir halktır.
Evliye Çelebi seyahatnamesinde bilhassa ağaca olan sevgiyi
vurgularken kolay kolay ağaç kesmediklerini yazmaktadır.
Adigelerin inançlarına göre kozmos üç kısımdan oluşmuştur; alt,
orta ve yukarı dünya olmak üzere. Bu kısımları bir birine
bağlayan ise bitkilerdir. Alt dünya; toprağın altı ve kökler,
ortası; toprağın üstü ve bitkilerin gövdesi, yukarısı da gökyüzü
ile bitkilerin dalları ve yapraklarıdır. Makrokozmos ile
Mikrokozmos'u bir birine bağlayan ağaç PçIey'dir (Latince,
Platana=Çınar). Bazen de altın bir ağaç olarak düşünülen elma
ağacı PçIey'in yerini almaktadır. Kozmosun yeraltı dünyası ve
yer üstü dünyası yedişer kattan oluşmuştur. İnsanlar ancak
birinci katlara ulaşabiliyorlar. Korkunç olan yeraltı dünyasına
ise ulaşılamıyor.
Sayın hemşerilerim, jeologlara göre de dünyamızın en içi devamlı
kaynayan lavlarla dolu değil mi? Korkunç sözcüğü buna işaret
edilmiyor mu acaba?
Kosmos'un sonu olmadığı da bilim adamlarınca kanıtlanmıştır.
Adigeler yedi kat derken bu sonsuzluğu ifade etmek istemişler
herhalde.
Saygıdeğer dinleyiciler,
Adigeler iyiliklerin ve iyinin doğudan ve güneyden geldiğine,
kötü ve kötülüğün ise kuzey ve batıdan geldiğine inanırlardı.
Burada tabiat kanunlarının insanlara olan etkilerini
izleyebiliyoruz. Doğu'dan insanlara ve tabiata yaşam veren güneş
doğuyor, Güney’den canlılara yaşam veren serinlik ve yağmur
geliyor. Kuzey’den ise soğuk, kar fırtına ve en önemlisi Adige
halkını kasıp kavuran barbarlar gelirken, canlılara yaşam veren
güneş Batı'da kayıp olarak yeryüzünü karanlıklara boğuyordu.
Sözlü Adige kültüründe ilk yeri 'Nart Kahramanlık Destanları'
almaktadır.
İsa’dan önce 3.000 senesinde söylenmeye başlanan destanlar
İsa’dan sonra 300 yılına kadar gelişmesini devam ettirmiştir.
Destanlar 30'a yakın efsane birliğinden oluşmuştur. Tanrılar,
Mitik yaratıklar ve devlerden oluşan destanların merkez eksenini
Nartlar teşkil etmekte ve devamlı olarak birbirleriyle ilişkiler
içindedirler.
Destanların temel içeriği kahramanlıktır. İnsanlara faydalı
olma, insanların düşmanı olan ve yaşama olanaklarını yok etmek
isteyen, tanrı, dev ve ejderhalara karşı yapılan savaşlar.
Mücadele yapılırken vahşi ve barbarca kan akıtan kahramanlara
değil, akıl ve mantığıyla yada kendilerine yardım eden
hayvanların yardımıyla (at, balık, kartal ve yılan) düşmanlarını
yenen Nart kahramanlarını görüyoruz.
Etik yönden değerlendirme yapacak olursak Nartlar barbar değil
humanisttirler.
Nart Efsaneleri bütün Kafkas halklarınca az çok bilinmekte
toponomik merkezini Kuzeybatı ve orta Kafkasya teşkil
etmektedir. Doğu’ya gittikçe ve güneye indikçe hem tekstler ve
varyantlar azalmakta hem de masallaşmaktadır.
Destanlar Adigelerde nazım ve düz yazı şekilleriyle bize
aktarılırken, diğer Kafkas kabilelerinde çoğunlukla nesir yani
düz yazıyla anlatılmaktadır. Destanların en karakteristik
özelliği nazım tarzında söylenmesidir.
Pek çoğumuz Nart efsanelerinin adını söz edildiğini duydunuz.
Destanların yedi cilt içinde Hedeğatle Asker tarafından
toplanarak yayınlandığını da duydunuz. İçinizde kaş kişi bir
Nart efsanesini okudu ya da dinledi acaba?
Sayın Cem Özdemir bir sohbetimizde şöyle bir anısını anlatmıştı:
Cem Nart efsanelerini okudun mu, diyerek Yaşar Kemal soru
yöneltir. Hayır, dedim der Cem. Öyleyse sen tam bir Çerkes
değilsin, der ünlü yazar.
İzin verirseniz Nart efsanelerinde bir örnek okumak istiyorum.
Sawsırıko Sanepsi insanlara nasıl getirdi. (CircassianCanada’da
Türkçe'si yayınlandı.)
Tarihte Adigelerden diğer Kafkas halklarına doğru bir kültür
etkisi ve akımı olduğu gerek son zamanlardaki Arkeolojik kazılar
gerekse 18 ve 19. yy gezginlerinin yazılarında izleyebiliyoruz.
Gürcü krallarından Kırım hanlarına kadar hepsi prenslerini
Adigelerin yanında Adige xhabze ile eğitmeleri için
gönderirlerdi. Bu eğitim sürecinde Nart destanlarını da
öğreniyorlar ve ülkelerine götürüyorlardı. Literatürde tersine
işleyen herhangi bir kültür akımından ise söz edilmemektedir.
İşte bu nedenler, sözünü ettiğimiz kültür etkisi ile Nart
efsanelerinin Adigelerden diğer uluslara geçtiği şekli daha
doğru bir yaklaşımdır. (Sarkisyanz, E. ve Essad Bej)
Geçmiş tarihimize bakınca Adige halkının oluşması milattan sonra
X. yylara geri gittiğini Leskof yazmaktadır Prof. Sarkisyanz ise
’’ileri bir kültüre sahip olan Adigeler, ülkelerini istila eden
barbar halkları asimile etmişler Adigeleştirmişlerdir’’,
demektedir.
O halde Adige denen otoktanik bir halk ileri bir kültürün
taşıyıcıları olarak Adigey’de yaşıyordu.
Adigeğe
nedir?
Adigeğe:
İnsanlıktır.
Adigeğe: Saygı ve sevgidir.
Adigeğa: Liberal ve demokratik düşüncedir.
Adıgağe: Çevre ve doğayla iç içe yaşamaktır.
Adıgağe: Cinsiyetler ayrımı yoktur.
Bir atasözümüz der ki; Adige feder beded Adigededer maçeded.
Adige gibi olan pek çok, gerçek Adige ise çok azdır.
Adigeler tarih sayfasında daha önceleri çeşitli adlar; Sindler,
Meotlar, Heniochlar vs. altında tanınırlardı.
Ünlü Sovyet arkeologu Alexander Leskof ’Adige Mezar Hazineleri
‘’ adlı eserinde neler yazıyor beraber okuyalım: MÖ.. 2000
yılarındaki Maykop kültürü günümüzdeki Çerkeslerin ataları
tarafından yaratılmıştır. Bu kültür ilk kez 1897’de
Vaselewski’nin kazılarıyla ortaya çıkarılmıştır. ‘’Kurganların
şaşırtıcı zenginliği bu güne kadar Kuzey Kafkasya halkları için
üç bin sene önceki bilinen kültür derecesi hakkındaki
düşünceleri değiştirmiştir. Maykop kültürü Güney Rusya’daki
diğer kültürleri etkilemiştir. (Leskov 1990, s. 11). Sanat
harikası olan bu eserler 1989 yılında Mannheim Reiß müzesinde
altı aya yakın zamanındaki SSCB dışında ilk kez sergilenmiştir.
Arkeolejıde Dolmen adı verilen Spı vınexer, sadece Batı Kafkasya
ve İspanya’da rastlanan, Karadeniz kıyısına 480 km uzunluğunda
30 ile 75 km genişliğinde rastlanmaktadır. Bunlar 12 parçadan
oluşan yer üstü mezarlardır. Sadece Bace (Bagovskaya) bölgesinde
564 adet sayılabilmiştir. Bu mezarların en eskilerinin
yaşı MÖ 2400 senesine gitmektedir ve bronz çağında yapılmıştır.
Yer üstü gömü geleneğini MÖ 1400-1300 yıllarında bırakmışlardır.
Bu mezarlar çok güzel ve düzgün bir şekilde zımparalanmış ve
kesilmiş kumtaşı, kristalli, kireç ve karataş büyük
parçalarından yapılmıştır. Deniz seviyesinden 250 ile 400 metre
yukarılarında görülmekte ve dört değişik yapı tiplerine
rastlanmakta ve genelde tek bir dağ keçisi rölyefi ile
süslenmişlerdir. Blok halinde yontulmuş kayalardan yapılan bu
mezarların uzunluğu 2.23 m. ve yüksekliği 1.60 ile 1.40 m
arasında değişebilmektedir. Giriş kesiminde küçük yuvarlak bir
kapı oyulmuştur ve onu kapayacak şekilde de taştan bir tıkaç
yapılmıştır. Bu mezarlara ilk önceleri kabile reisleri
gömülürken daha sonra kolektif mezarlar olarak kullanılmıştır.
Dolmenlerde, parmak üç ya da dört köşeli tarak şekilleriyle
süslenmiş testiler bulunmuştur. Ayrıca disk şeklinde seramikten
yapılma iplik eğirme aletleri bazılarında da metalden yapılma,
zırnıklı bronzdan yapılma süs eşyaları ve aletleri de
bulunmuştur. bkz. resim
(Kaynak; Markovin, W.I./ Muntschajew, R.M. Kunst und Kultur im
Nordkaukasus.s.18)
Bonn Üniversitesi dil bilimcilerinden Kafkasolog J. Knobloch
‘Kafkas Nart efsanelerinde Homer kahramanları ve Hıristiyan
kutsalları ‘ homerische Helden und christliche Heilige und
kaukasischen Nartenepik“ (Heidelberg 1991) adlı yapıtında yunan
harfleriyle Mezıtheos yazılı bir kitabenin Karadeniz’in Kuzey
yakalarında bulunduğunu yazmaktadır.
Mezıth-Мэзытхь, Adigelerin ormanlar tanrısıdır. Adige
anlatımlarına göre Mezıth altından kılları olan erkek yaban
domuzunu binek hayvanı olarak kullanır. Mezıth bir emriyle
ormanlarda yaşayan hayvanlar toplanırlar ve Mezıth kızı onları
sağar. Dir (1925, s. 140 Anthrops Bd. 20).
Mezıth ormanlarda yaşayan hayvanların da koruyucusudur. Avcılar
ava çıkmadan önce onun duasını almaları gerekmektedir. Avlanan
hayvanın kemikleri toplanarak bir arada toprağa gömülür. Bu
hayvanın tekrar canlanacağına inanırlardı.
Chancerij'in yazdıklarına göre Mezıtha altından tüyleri olan çok
iri erkek domuza binip gezerdi. Onun emriyle geyikler, dağ
keçileri vs. toplanırlar ve çok güzel kızlarda onları
sağarlardı.
Bu anlatımın haricinde bugünkü Taganrog kentine yakın bir yerde
bulunan ve üstünde Yunanca Mecytheos-Mezıtheos yazısı bulunan
kaya parçasında ise bir keçinin ve insanın ayakları
görülmektedir. Adigelerin Yunan efsanesinin Pan’ından
etkilendiklerini görebiliyoruz.
Burada şöyle bir soru geliyor akıllara. Acaba atalarımız Yunan
harflerini kulandılar mı acaba? (bkz. resim.)
|
Daha önce
sözünü ettiğimiz Sind-Meotlar MÖ. 400'de kent devleti kurarlar.
Başkenti Gorgipa günümüzdeki Anapa kentidir. Rus bilim adamı
Kruschkol 1971'de Moskova’da yayınladığı eserinde yukarıdaki
sorumuzu yanıtlamaktadır. Sindler MÖ. 3. yy.dan beri
hayvancılık, balıkçılık, çok iyi çömlekçilik yapmışlar ve demiri
işlemişlerdir.
Sind’ler devlet organizasyonu kurmuşlardır. Çok ilginç olanı ise
halkın kendi arasından krallarını ve kraliçelerini seçmesidir.
Yani kraliyet babadan oğula geçmiyordu. Dinleyiciler müsaade
ederse bir kaç bin sene ileriye atlayarak Mısır’da kurulan
Çerkes Kölemenleri devletine kısaca değinmek istiyorum. ’’Prof.
Erdal Marcel Türk kölemenlerinin tamamen tersine Çerkes
kölemenlerinde sultanlık babadan oğula değil, seçimle kendi
aralarında en yetkili kimseye geçerdi’’, diye yazmaktadır.
Bu demektir ki, Adige kültürünün temelinde demokrasi
düşüncesinin yatmaktadır. Gelelim gene Sind-Meotlara.
Sind-Meotlar para bastırmışlar. Hatta kanunlar çıkarmışlar güzel
sanatların gelişmesini desteklemişlerdir. Devlet olmanın
şartlarından olan; seçim, kanunlar, para bastırma ve güzel
sanatları destekleme Sind-Meotlarda gözleyebiliyoruz.
Her kültürde olduğu gibi Adige kültürünün de kendine has
özellikleri vardır. Bir kültürün gelişmesi ve biçim alması
halkın yaşam şekliyle doğru orantılı olarak gelişmektedir. Adige
halkının yaşadığı topraklar kavimler göçü yolunun üzerinde
olması en büyük talihsizlikleri olmuştur. Çünkü durmadan
savaşmak zorunda kalmışlardır. Ülkeleri her yüz senede bir
istilaya uğramış yakılmış ve yıkılmıştır. Bu nedenle de ne
Adigeler çoğalabilmiş ne de barış görmüşlerdir. Toplum devamlı
savaş nedeniyle yaşam tarzını da eğitimini de ona paralel,
şartların gerektirdiği şekilde geliştirmiştir.
P’ur denilen erkek çocukların eğitim metodunun temelinde de bu
neden yatmaktadır. Eğitim için diğer bir aileye verilen hatta
çalınan erkek çocukları on yedi on sekiz yaşına kadar p’urunda
kalır. Anne baba sevgisinden, duygusallıktan uzak tam bir
savaşçı olarak yetiştirilirdi. Rahmetli Ninem Goşechuraj Jançat
‘’gece, evinde yatağında yatan genç delikanlı alaya alınırdı’’,
diye anlatırdı. Görüldüğü gibi Spartakid yaşam tarzı vardı.
Burada akıllara bir soru gelebilir, Adigeler neden saraylar
kaleler vs. inşa ederek tarihi eserler bırakmadılar diyerek.
Gerçektende Adigeler saraylar inşa etmemişlerdir. Çünkü buna
zaman bulamadıkları gibi taştan konak yapmayı da korkaklık kabul
ediyorlardı.
Ava çıkan bir Adige’nin karşısına birden bire bir ayı çıkar.
Hemen bir birlerine sarılırlar. Adige kamasını çeker ve önce
büyük bir hızla ayıya saplamak ister. Ancak bundan vazgeçerek
yavaş yavaş kamayı saplar.
Neden?
Hızla kamayı sapladığını biri görürde ‘’korkudan hızla sapladı’’
diye anlatırsa korkaklığını gösterir diye düşündüğünden.
- Adigeler ticareti para ve kazanç karşılığı bir şeyler alıp
satmayı ayıplamışlardır. Bu nedenle ticaretle uğraşan az Adige
vardı.
Adige xhabze Çerkes kültürünün ve yaşam düzeninin temel taşıdır
desek yanılmayız. Xabzeler sözlü kanunlardı. Alman literatürüne
Adygejısches Ehrenkodex adı altında geçen xhabzelerimiz yıllarca
toplumumuzu ayakta tutmuştur. Bu sözlü kanunlar devamlı olarak
çağa uydurularak değiştirilirdi. Ünlü iki xabze yapıcısı olan
Jabaghı ile Degumıko Yedıc Zeleskeri'nin adlarını yazmak
istiyorum.
Jabagh’ı birçoğumuz az çok tanırken Degumıko Yedic’i hiç kimse
tanımamaktadır.
Yedic Zeleskeri Degumuko; Batı Adigey'de 19. yy başlarında
yaşamış olan halk filozofudur. Kanun yapıcı ve uygulayıcıdır.
Davalarda hakimlik yapar ve verdiği kararlara itiraz edilmezdi.
Kanun yani xhabze yapıcısıdır. Yedic kısa boylu, atının eğerinde
belli olmayacak kadar küçük bir insandı. Ünü ise ta Rusya
içlerine ve Çar’a kadar ulaşmış birisiydi. Kurulan halk
meclislerinin tartışılmaz başkanıdır. Adigey’de genelde her üç
yılda bir gelenek ve görenekleri çağa uydurmak ya da yeni
problemleri geleneklere göre çözümlemek için genel halk
kongreleri yapılırdı. Bu genel halk kongresinin en sonuncusu
1829 yılında Yedic başkanlığında yapılmıştır.
Yedic Zeleskeri geleneklere göre kanun yapıcı demiştik; bunu
kanıtlayıcı şu olayda anlatılır. ‘’Adige geleneklerine göre
'başlık!' olarak kızın dayısına baştan aşağı donanmış bir at
verilirdi. Bu ata binmek ve at takımlarını kullanmak ise çok
ayıp sayılırdı. At ölünceye kadar faydalanılmadan bakılmak
zorunluluğu vardı. Zaman savaş zamanı. Diğer taraftan
kuraklıklar, bulaşıcı hastalıklar Adige halkını kırıp yok
ediyordu. Yedic atının üzerinde bir mahkemeden geri gelirken
halkın şu sözlerle söylendiğini duyar; Yedic herhalde yaşlandı
ve artık düşünemez oldu. Bulunduğumuz kıtlığı yaşamıyor mu,
bilmiyor mu? Biliyorsa şu 'başlık!' olarak verilen atın
faydasını bırak birde zararı olduğunu göremiyor mu, farkında
değil mi? Olayı kavrayan Yedic Zeleskeri vakit geçirmeden üç
yılda bir toplanan Halk Meclisi’ni beklemeden xhabzeyi
değiştirmek gerektiğini ama nasıl yapacağını düşünerek evine
gelir.
Davadan davaya giderek uzun zaman evinden uzak kalan Yedic
avluya girince avluda bağlı olan atı görür ve misafir var
diyerekten sevinir. Hemen misafir evine girer fakat içeride
kimse yoktur. Buna şaşar ve ev halkına sorar: ''Bu atın sahibi
nerede?''. ''Atın sahibi sensin. Sen davadan davaya koşarken kız
kardeşinin kızı evlendi ve sana da bu atı geleneklerimize göre
gönderdiler'', cevabını alır. Yedic Zeleskeri hemen bu ata biner
ve köyü herkesin şaşkın bakışları arasında bir baştan bir başa
dolaşır. Yedic’in yaptığı gelenek olduğundan ve bu yaptığı da
her yere sözlü olarak yayıldığından o günden sonra 'başlık'
olarak gönderilen atlara da binmek gelenek haline gelmiştir.
Yedic Zeleskeri ile ilgili diğer bir olay da şöyle
anlatılmaktadır. ‘’Yedic adını çok duyan Rus generallerinden
birisi onunla tanışmak ister ve bu isteğe olumlu karşılık verir.
Yedic yanında koruyucu ve yardımcıları olmak üzere
kararlaştırılan Rus kalesine gider. General adını ve ününü çok
duyduğu bu filozof için bir karşılama merasimi hazırlatır. Yedic
ve yanındaki gurup kaleye girince general yaklaşan gurubu
göstererek yanındakilere Yedic hangisi olduğunu sorar. Atın
üzerinde görünmeyecek kadar küçük olan şahsı gösterdiklerinde,
''bu mu ünü her yöne yayılan ve kendisinde söz edilen Yedic
Zeleskeri'' diyerek general kahkahalarla gülmeye başlar. Bu sıra
atlılar yaklaşmış ve generalin gülmeleri de bitmemişti. Yedic
saygıyla selamladıktan sonra, neden güldüklerini sorar. Durum
kendisine anlatılınca Yedic generale kendisiyle at göğüsleme
güreşi yapıp yapmayacağını sorar. General derhal atına atlayarak
karşısına dikilir. Verilen komutla atlar bir birlerine doğru
koşmaya başlarlar. Bir anda şimşek gibi iki at karşı karşıya
gelir ve o anda nasıl olduğu bilinmeden Rus generalinin Yedic’in
elinde, atı ise kaçarak uzaklaştığı görülür. Yedic bir elinde
havada debelenen Generali şeref tribünündeki yerine getirir ve
yere bırakır. Misafirler ve seyirciler neyin nasıl olduğunu
anlayamazlar ve generale de iyi bir ders vermiş olur.’’
(Yukarıdaki bilgileri Maykop kentinde bir sohbette Dr. Batırbıy
Bırsır anlatmıştı.)
Nerede ve ne zaman vefat ettiği bilinmemektedir. Öleceğini
anlayınca atına binerek ‘uzakta bir mahkemeye çağrıldım’’
diyerek evinden ayrılır, vatanının topraklarına ve ormanlarına
doğru at sürer ve bir daha da izine de rastlanmaz. Zannımca bu
yolla mezarının yapılarak insanların kendisini putlaştırmasını
önlemek istemiştir.
Adigeler Fransızlar gibi tarihte ilk ihtilal yapan halktır.
Abzechler ilk kez 1770 yılında asillere (pşı ve verk) karşı
ayaklanırlar. Diğer feodal Adige kabile beylerinin ve Rusların
yardımıyla, devrim hareketi bastırılır. Ancak bağımsızlıklarına
çok düşkün olan Abzechler yirmi yıl kadar sonra 1790’da ikinci
kez başarılı bir ayaklanma yaparak beylerini öldürürler.
Hayatlarını kurtarabilenler diğer Adige kabilelerine
sığındıkları gibi pek çoğu da Moskova'ya , -tıpkı Fransız
asilzadelerindin yaptığı gibi - giderek Ruslara sığınırlar.
Verklere de aşağıdaki şartlarla, Abzech bölgesinde yaşamalarına
izin verilir ve canları bağışlanır;
1) Abzech ülkesinde yağma yapmayacaklar.
2) Diğer yörelerde yağmaladıkları malları vs. Abzech
topraklarından geçirmeyecekler
3) Abzech ülkesinde yaşamaya karar verenler diğer halk
gibi kendi emeği ile çalışarak geçinmek zorunda olacaklar.
Fransız ihtilali ile birlikte gerçekleştirilen Abzech devrimi
bilim adamlarınca yeterince araştırılarak incelenmemiştir.
Fransız ihtilali, aydınlarca başlatılmış, organize edilmiş ve
yürütülmüştür. Aydınları, üniversiteleri olmayan Adigey’in derin
ormanlarında ve dağlarında yaşayan Abzechleri devrime iten ve
başarıyla götüren etkenler nelerdir? Eğer 'dış etkenler'
ise, kıyı halkları daha önce etkilenmeleri gerekmez miydi? Bu ve
benzeri pek çok sorular yanıtsız kalmaktadır. (Vorlesungen von,
Prof. Dr. M. Sarkisyanz. SAI- Heidelberg. Trubetykoy, Nikolaj
Sergejewitsch Fürst Erinnerungen an einen Aufenthalt bei den
Tscherkessen des Kreises Tuapse. In: Caucasica, 1934, 11, S.
1-39)
İlk kez Sovyetlerin kurulması ile Adige halkı barışa kavuşur.
1920’den 1990’a kadar binlerce yıldır ihmal ettikleri çağdaş
kültürü yakalamak yarışına girerler ve kültürün her dalında
başarılı eserler yaratırlar. Adige dili edebiyat dili haline
getirilir; Çeraşe Tembot (Çeraşe Tembot yokluklar içerisinde
Adige Make gazetesini kendi el yazısıyla çoğaltıp çıkarmıştır),
Jane Kırmız, Kışeko Alim, Meşbaşe İshak, Kuyeko Nalbi Balkar
Fovset gibi edebiyatçılar ve Paştı Germen, Bırsır Abdullah,
Felıx gibi ressamlar, dünyanın tüm dilbilimcileri tarafından
tanınan ve saygınlık duyulan Prof. Kumacho Muhaddin ve Çeraşe
Zeynep ve dünyaca ünlü Leningrad senfoni orkestrasının ve
İngiltere kraliyet senfoni orkestrasının direktörlüğünü yapan
Juri Temirkan’i örnek olarak gösterebiliriz.
Adige kültürünün oluşması için o dili konuşan bir toplumun ve
devletin varolması gerekmektedir. Adige dilinin resmi dil olarak
her dalda kullanıldığı devlet olmadan Adige kültürü gelişemez.
Gelenekleri xabzeyi yaşatacağız çırpınmaları Çerkes toplumunu
kurtaramaz ve kurtaramayacakta. İşte derneklerimize bir bakalım
üye sayımız çoğalıyor mu azalıyor mu?
Görüldüğü gibi azalmaktadır. Azalması da normaldir. Çünkü
kendini yeniliyen çağa uyduran bir Adige toplumu içinde
yaşamıyoruz. Aksine başka kültürler içinde yaşıyoruz. Onlardan
etkileniyoruz. Evleniyoruz, okullarına gidiyoruz. Farkına
varmadan asimile oluyoruz.
Bizi ayakta tutacak nedenler yalnız dil değildir. Bilgidir.
Okuma yazmadır. Kendi dilimizde okuma yazmadır. Etnolog olarak
okuduğum kitaplarda çok ilginç bölümlerden birisini size
aktarayım ki dilin önemini anlayasınız. Çinliler Uzakdoğu'nun
ticaretini ellerinde tutuyorlar. Uzakdoğu'da herhangi bir ülkeye
ya da kente taşınan Çinlilerden iki aile bir araya gelince ilk
defa konuştukları ve konuşmakla kalmıyorlar yaşama geçirdikleri
kendi ulusal dillerinde okul açmaktır. Hem de parasını kendileri
karşılayarak.
Ya bizler?
Bizler harflerin ne olup olmayacağı konusunda olayı yanıltmak
için Kiril mi Türkçe mi (Türkçe harfler yok Latince harfler
vardır) tartışmalarına girişiyoruz. Harfler bir semboldür.
Rus’u, komünisti, gericisi, ilericisi vs olmaz. Ama şu anda bile
içimizde, Kiril harflerini Rus harfleri olduğu için o alfabeye
karşı olan ve öğrenmeyenler var.
Adige milli benliğimizi kabullenip geliştirilmesinde
çalışmalıyız. Birbirimizle ilişkileri çoğaltmalıyız.
Çocuklarımız bir birleriyle görüşmeli ve arkadaş olmaları
gerekir.
Hatasız insan olmaz. Herkes şu ya da bu şekilde bir hata
yapabilir. Bu hatalarımızı büyütmeden tekrar arkadaş olmamız
gerekir.
Belirli bir amaca ulaşmak için çeşitli vasıtalar vardır. Kimi
yaya, kimi taksi, kimi tren kimi uçakla gider. Neden benim gibi
yaya gitmiyor diye kızmayı, dışlamayı bir kenara itmemiz
gerekmiyor. Her türlü düşünce çokluğuna saygı duymamız
gerekiyor.
Toplumsal problemlerle kişisel problemleri bir birine
karıştırmamamız gerekir. Kişisel olarak beni sevmeyebilirsin,
sevmek zorunda da değilsin. Ama toplumsal mücadelede kol kola
olmamız gerekir.
Anadili konuşmaya önem vermemiz gerekir. Çağımızda hangi neden
gösterirseniz gösterin asla kabul edemem çocuklarımıza anadilini
öğretmenin zor olduğu söylemlerini. Anne ve Baba Adige ve
çok iyi dil biliyorlar. Çocuklarının ismi Denef, Nart yani Adige
ismi ama Adigece bilmiyor. Daha önceleri Adigelik iyi halk
danslarıyla eşdeş tutulurken buna şimdi ismini, Adige adı verip,
Adigelikle özdeşleştirildi.
Diasporada artık Adige dili konuşulmaz oldu. Dilin yok olmasıyla
da Adige kültürü ve Adige bilinci de yok olmaya başladı. Bu
nedenle de beynimizde kökten değişimler olmazsa diasporada
ayakta kalmamız çok zor.
Nedir bu kökten değişimler diye soracak olursanız bunun cevabını
sizlerden dinlemek istiyorum.
Ve şimdi size sorumu yöneltiyor ve cevabınızı ya da sorularınızı
bekliyorum.
Sevgilerimle.
|