Fransızca’dan gelen ve günlük hayatımızda sürekli
karşımıza çıkan kültür
kelimesinin anlamına baktığımızda; tarihsel, toplumsal gelişme
süreci
içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları
yaratmada,
sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal
çevresine
egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, şeklinde bir
tanım
karşımıza çıkıyor.
Atalarımız 141 yıl önce topraklarından koparılıp dünyanın dört bir
yanına
dağıtıldığında ellerinde kültürel değerlerimiz ile ilgili bir
yazılı belgeleri yoktu. O şartlarda yaşam mücadelesi veren
atalarımız son 20-30 yıl öncesine kadar değerlerin
yaşatılmasını, nasıl sağlayabildiler acaba?
Sanırım en pratik ve kolay ifade önce aileden, sonrasında
toplumsal yaşamdan aldıkları enerji ile demek olacaktır.
Herhangi bir olayı var kılmak için bu gün sık sık söylenen ekip
olma, takım
ruhu, güç birliği vb ifadeleri, atalarımız en mükemmel şekli ile
manevi
değerlerinden gelen davranışları sayesinde yaşadılar. Toplum
içerisinde
seçilen thamade ve etrafında “yemuğ” kelimesinden başka yaptırımı
olmayan bir yaşam tarzı ile değerlerimizi bu günlere kadar
taşıyabildiler.
Çok zor şartlarda dahi muhafaza edilen ve bize yaşatılması için
teslim
edilen değerlerin, bir sonraki nesillere aktarılması bizim için en
zor olan
kısmıdır. Son 20 yılı göz ününe aldığımızda, bize aktarılan
değerlerin ne
kadarına sahip çıkabildik ve bu değerlerin ne kadarını bizden
sonrakilere
aktarabileceğiz?
Bizim kültürümüz de, çocuk doğduğu günden itibaren toplumun her
ferdi
tarafından eğitime tabi tutulurdu. Anne-baba ulu orta çocuğuna
sarılmaz,
kızamaz, sahiplenemezdi. Çünkü çocuk önce topluma sonra
anne-babaya aitti.
Evin yaşlıları bu yeni misafiri, yaşam sebepleri olarak görür ona
göre de
değer verirdi. Kızarak değil sevgiyle verilen bir toplumsal yaşam
eğitimi
vardı. Büyüklere, anne-babaya, bayanlara, erkeklere, çocuklara
nasıl
davranacağı, kimin yanında ne konuşacağı, nasıl oturup kalkacağına
kadar her şey öğretilirdi. Yaş ilerledikçe kendisinden daha
büyük olanlar
bildiklerini, bu kardeşlerine aktarırdı. Toplumun içindeki
insanlar
birbirlerini sürekli olarak bilgilendirdikleri için, kişilerin
davranışları
da aynı olurdu. Sürekli olarak kişi toplumdan aldığını, tekrar
topluma
verirdi. Sonuçta yapılacak bir yanlıştan aile, soy, yakın
çevresindekiler ve
bütün Çerkes halkı kendisini sorumlu hissederdi.
Peki bu gün? Aile dediğimiz ve örf-adetleri ilk yaşadığımız mekana
başka
kültürleri sokarak ilk ihaneti yaptık. Babası odaya girdiği zaman
ayağa
kalkan çocuk gitti, yerine kanepesine uzanmış, elinde tv kumandası
olan ve “baba bana su versene” diyebilen, sözüm ona “kendine
güvenen çocuklar “olarak yetişen gariplikler geldi. Bırakın
toplumun diğer fertlerinin
müdahalesini, evin içindeki yaşlılarımızın uyarısına bile izin
vermedik.
“Aman canım Çerkeslik mi kaldı” deyip kesip attık.
Bizim kültürümüzde yaşlı her zaman söz hakkı olan, yemek
sofrasında baş köşede yer alan, o yatmadan kimsenin odasına
çekilmediği, erken kalkıp bir ihtiyacı var mı diye bakılan
değerli kişi olmuştur. Gelin yanında az konuşmuş, damat ise
ortalarda ona görülmemiştir.
Peki bu gün?
En kısa tatilleri fırsat bilip; köşe bucak yanından kaçılan,
acaba evimde kalmaya gelir mi diye yüzüne gülümsemek dahi
istenilmeyen, sofraya gelmediği fark edilemeyen, odasında
oturduğu sürece makbul olan,
insanlarımız haline getirdik. “Aman aynı evde gelin konuşmaz
mıymış canım” diye seni hiçbir şekilde anlayamayacak insanlara
uyup, “yemuğ “ diye uyaracak olan yaşlılarımıza çatır çatır
cevaplar yetiştirdik.
Bizim kültürde evin kızı kaç tane olursa olsun her biri çok nazlı
olmuştur. Saçının teline, başta babası olmak üzere hiç kimse öfke
ile dokunmamıştır. Ailesinden kötü söz duymamıştır.
Geleceğin annesi olarak örf-adetler ile yetiştirilmiştir.
Misafirperver, güler yüzlü ve nazik olmuştur.
Peki bu gün? Bu kızlarımızı “ağabeyim eve geldiğinde eve
olmayacaksın haa” diye eve oturtulan ve kaynı geldiğinde
aldığı örf-adetine yenik düşüp “buyur ağabey” dediği için
ölesiye dayak yiyen kızlarımız yaptık. Güzellikleri yüzünden
kıskanılan kızlarımızı akraba, eş, dost nedir bilmeyen adamların
evinde mahkum ettik. Cahil milletlere uyduk “kız kısmı okur
mu?” dedik.
Bizim kültürümüzde akraba evliliği yapılmaz. Kardeşinin yakın
arkadaşı da
sana kardeştir. Sabahlara kadar gençler kendi yaş grupları
arasında
sohbetler edip, oyunlar oynar. Kadın, erkek toplum adabı
içerisinde konuşur. Hiçbir zaman bir birlerini korkulacak kişi
olarak görmezler.
Pek bu gün? Evlilikte birinci derecede akraba olması zorunluluğu
yaşayan,
bırakın kardeşin arkadaşını, kapı komşusuna selam veremeyen, amca
oğlunu, amca kızını sadece eş olarak görebilen insanlar ile
kurduğumuz yakın aile dostlukları uğruna, evimize gelen amca
oğlumuzu “komşular kötü konuşur“ diye eve alamaz olduk. Değer
sıralamamızı kaybettik.
Bizim kültürde thamade dediğimiz büyüğümüz ve çevresindeki
yaşlılarımıza özenle, itina ile yaklaşılır. Ses tonuna, yürürken
atılacak adımlara, yanından ayrılırken geri geri gidişine kadar
bütün hareketler özen ister. Sana söz hakkı verilince konuşursun.
Thamade ve yaşlılarımız ne kadar hemcinsin olsa da sana yaşına
göre davranır, asla lüzumsuz sohbetlere girmez.
Peki bu gün? En küçük toplantılarda, sigaramızı yakıp ayak ayak
üstüne
attık. Tiz seslerle gülmek için azami çaba sarf ettik. Thamade
geldiğinde
bırakın yerimizden kalkmayı, thamadenin geldiğini
görmedik bile. Oyun
oynamaya kalkıp, göbek attık -en acısı- thamademizde alkış
tuttu.
Bu gün 40-50 yaşında olanlar kısaca bahsettiğimiz kültürel
değerlerimizi
bilirler. Peki bunların neden yeni nesile aktaramadık? Sebeplerden
biri şu
olabilir mi?
Evimize hiç farkında olmadan yeni bir birey kattık. Evimizdeki
yaşlılarımızı
dinlemek, ailece sohbetler etmek yerine, yeni bireyi izlemeyi
seçtik. Adı
televizyon olan bu birey; bize güzellikler sunduğu kadar
kötülüklerde sundu. Maalesef aptal kutusu denen televizyondan
başka sanatsal ve kültürel faaliyetleri bilmeyen, ev
kadınlarımız; yok edişin mimarları oldu.
Nasıl mı?
“Aman gürültü yapmasınlar” diye çocuklarını televizyon karşısına
oturttular. Çizgi filmler de dahi nasıl bir şiddetin
izletildiğine dikkat etmediler.
Çocuklardaki acıma duygusunu sarstılar.
“Kadının sesi” gibi en ufak bir yararı olmayan ilkel programlarla
“eşimin
haberi olmadan 8 yıldır kaynımla birlikteyim“ rezaletlerini hem
kendileri
izledi, hem de çocuklarına izlettiler. “Bizde akraba kardeştir “
diye
büyütülen çocukların kafasını karıştırdılar.
“Gelinim olur musun?” gibi seviyesiz tartışmaların olduğu
programları
izleyip, birde ekranları doldurup nerdeyse yumruk yumruğa kavga
edecek
kadınlara taraf olarak, evdeki büyüğün değerinin olmayacağını
kendileri ile
birlikte programı izleyen çocuklarına aşıladılar.
“Çağla Şikel’in sevgilisi kulağına ne fısıldadı” diye, tiz bir
sesle “az sonra” diyen programları evdeki genç kızları ve
oğullarına izlettiler. Sözüm ona sanatsız sanatçıların merak
edilen özel hayatları sayesin de, evliliğin,
tek eşliliğin pek de makbul olmadığı fikrine çocuklarını
hazırladılar.
“Hapiste olan adamın karısının başkası tarafından tacize uğraması
ve
kocanın ruhunun kötü adamı öldürmesi” şeklindeki saçmalıkların
yanına birde “ilahi adalet“ dayatarak “sırlar dünyası” deyip
çocuklarına izlettiler.
Çocuklarını gerçek ile hayali ayırt edemez yaptılar.
Ve daha bir çok şey.
Maalesef sadece bizim insanımızı değil, bütün Türkiye insanını
oldukça
zavallı gören programlar reyting uğruna, televizyondan başka
dünyası olmayan ve topluma insan kazandıracak evin direği anneyi
darmadağın ettikçe daha çok şeyler değişecek, çok değerler yok
olup gidecek.
Bir Çerkes’i hal ve hareketleri ele verir. Çerkes’in oturması,
kalkması,
yürümesi farklıdır denir. Bunu bize başkaları söyler ama biz, bu
farkı da
kapatalım istiyoruz.
Bir kadının ayak ayak üstüne atıp, birde üstteki bacağı ileri geri
hareketlendirmesi, ona acayip bilinçli, kendine güvenen, mükemmel
kadın
havası verebilir. Bu güne kadar yere bağdaş kurup oturan kadın
için, belki
ileri bir davranıştır ama bizim kültürümüzde bu düpedüz
seviyesizliktir. Peki bunu bile bile değiştirmek niye?
Erkek bacaklarını iki tarafa açarak; yayvan, çirkin bir tavırda
karşında
oturur ve bu başka kültürde “ağa” sınıfını temsil eder. Oysa bizim
kültürümüzde bu davranış düpedüz haynapedir. O halde değiştirmek
niye?
Bizim kültürümüzde ayağa kalmak vardır. Kim gelirse gelsin ev
sahibi ayağa kalkar. Gelen çocuk denecek yaşta olsa dahi. Oturduğu
yerden kimse elini uzatmaz, uzatmak isteyenin elide tutulmaz.
Bizim kültürümüzde ayağa kalkmak bizi alçaltmaz tam tersi
yüceltir. O halde değiştirmek niye?
Bütün milletler, medeni toplum yaratma adına bizim asırlardır
sahip
olduğumuz kültürel yapıya benzer yasal düzenlemeler
getirirken, bizim
asırlar sonra ihanet edip değiştirme çabamız niye?
Bunlara birde eğitime verilen değerleri ilave edecek olursak; bir
toplumda kitaplar evdeki dolaba göre alınırsa, bilgisayarın da,
evin
annesine ne ifade ettiğine bakacak olursak, eğitim işi nasıl
olacak?
- Yaaa ben bir dolap aldım da, şöyle 5 cm genişliğinde 10 cm
uzunluğunda
kapağı kırmızı, 8 tane kitap lazım acaba sizde var mı?
Bilgisayar almak? Amannnn olur mu? Hanım efendinin
evinin perdesi bu yılki modaya uymuyor. Acilen 3 milyar verip
İtalyan perdeler yaptırması lazım. 800 milyonluk bilgisayar ile ne
hava atabilecek zavallı kadıncağız?
Maazallah
annemizin, dev ekran aptal kutusunda “kadının sesi”ni
izleyemediğini komşuları görmesinler. Ne derler sonra rezil olur.
Sonuçta kültürel değerlerin örf-adetlerin yaşatılması evde
başlıyor. Evin
kadını bilinçli, eğitimli olmak, diğerleri iyi tespit etmek
zorundadır.
Kadın kısmı okur mu canım?
Kadın dediğin evlenir, kocasının dizinin dibinde oturur.
Kadını “kocası değil mi severde döverde” diye gören toplumsal
düşünce bizim kültüre ait değil. O halde o bakış açısına sahip
insanların değer yargıları ile kendi değer yargılarımızı iyi ayırt
etmesini bilmeliyiz. Biz toplum olarak birbirimizi atalarımızın
yaptığı gibi eğitmeliyiz. Birbirimiz için sorumluluk duymalıyız.
Kültürel transferi en sağlıklı şekilde sonraki nesillere
aktarabilmeliyiz. |