John Colarusso, Kanada’daki
McMaster Üniversitesi'nde Antropoloji, Modern Diller ve
Linguistik bölümlerinde görevli bir profesördür. Harvard
Üniversitesi’nde bir dilbilimci olarak eğitim aldıktan
sonra, son yirmi yıl boyunca Çerkesler ve diğer Kafkas
halkları üzerinde çalışmıştır. Dilbilim,
Kafkas dilleri ve karşılaştırmalı mitoloji ile ilgili makaleler ve
kitaplar yayınlamıştır.
Çerkesler önümüzdeki birkaç yıl içinde yurtlarına dönüyor
olabilirler. Fakat bu olasılığın ne kadar önemli olduğu
anlaşılmadan önce, Çerkeslerin kim oldukları ve anayurtlarından
uzakta bugünkü hallerine nasıl düştükleri bilinmelidir.
Neredeyse her gün gazetelerde, Sovyetler Birliği’nden tanınma,
herhangi bir çeşit özerklik veya doğrudan bağımsızlık talep eden
etnik gruplarla ilgili haberler yer alıyor. Dağılmanın merkezkaç
dinamikleri, büyük Sovyet milletini, bir zamanlar komünistlerin de
benimsemiş olduğu “tarihin engellenemez bir makine olduğu”
görüşünü ispat edercesine, ele geçirmiş görünüyor. Fakat bu defa
makine son koloni imparatorluğunu yıkmak için çalışmaktadır.
Yüzyılımızın tarihini ve politikasını temelinden etkileyen
milliyetçilik dalgası, nihayet aşılmaz gibi görünen Sovyet
sınırlarını da aşmıştır. Bu durum, başlangıçtaki görüşü ve
planları ne olursa olsun Mihail Gorbaçov’u, daha önce İngiltere ve
Fransa’nın; daha da öncesinde de Portekiz, Hollanda, Almanya ve
İspanya’nın liderlerinin karşılaştığı problemler ve önlerine çıkan
seçeneklerle baş başa bırakmıştır. İmparatorluğundaki ihtilaflar,
Fransa ve (İngilizce konuşan) Kanada arasındakinin on kat fazlası
gibidir. Dolayısıyla pek çok entelektüel çevrede insanlar
imparatorluğun Baltık bölgesinden Ukrayna’ya, Kafkasya’dan Asya’ya
kadar pek çok küçük devletlere bölünmesini beklemektedirler. Eğer
bu gerçekleşecek olursa 21.yüzyılın politikasının temeli, bu
yıkıntıların içinden çıkacak olan yeni çatışmaları önleme
çabalarından oluşacaktır.
Bu çevrelerdeki daha iyimser kişiler ise, parçalanma sürecinin
yavaşlatılarak ortaya çıkacak olan sorunların makul seviyelere
indirilmesi ve Sovyetler Birliği’nin bir çeşit Sovyet Ortak
Pazarı’na dönüşmesini beklemektedirler. Ne var ki bu beklentilere
sahip olanları şaşırtacak olan bir şey varsa o da, ayrılmak bir
yana Sovyetler Birliği vatandaşı olmak için bekleyen büyük bir
etnik grubun varlığıdır. Bu grup karakteristik olarak
Çerkeslerdir.
TARİHÇE
Çerkesler Sovyetler Birliği’nin güneyinde, Karadeniz ve Hazar
Denizi arasında yer alan Kafkas dağlarının otokton (varolduğundan
beri orada yerleşik) halkıdır. Kafkas dağları teknik olarak Avrupa
kıtasına dahildir ve Avrupa’nın en yüksek tepeleri buradadır.
Azametlerine ve yakın zamana kadar Sovyetler tarafından turizm ve
dinlenme amacıyla kullanılmış olmalarına rağmen, göreceli olarak
pek bilinmeyen yerlerdir. Kendilerine sığınan Türk kabileleri ve
daha öncesinde de Alanlar ve Sarmatlara olduğu kadar, kırk kadar
otokton halka da ev sahipliği yaparlar. Bunların arasında sadece
Güney Kafkasya’da yaşayan Gürcüler kamuoyu tarafından
tanınmaktadır. Gürcülerin kuzeybatısında rakipleri Abhazlar, aynı
yönde devam edilirse Abhazların yakın akrabaları olan Abazalar ve
nihayet Çerkesler (Kabardeyler ve Adigeler) yer alır. Bunlar
Abhazlar, Abazalar ve WWubıhlarla birlikte genellikle Kuzey-batı
Kafkasya Dil Ailesi adı verilen kendine has bir dil ailesini
oluştururlar.
Aslında Kafkasya üç ana dil grubunu barındırır; pek çok sayı ve
çeşitte yabancı halkla tarih içinde ilişkileri olmakla beraber,
Kafkas halkları dil ve kültür bütünlüklerini korumuşlardır. Bu dil
aileleri birbirlerinden ve Avrasya bölgesindeki diğer dillerden o
denli farklıdır ki, dilbilimciler Kafkas insanlarının tarih
boyunca yabancı halklarla pek çok kez karşılaşmış olmalarına
rağmen çok güçlü ve dış etkilere kapalı bir dil ve sosyal hayat
yapıları olduğuna kanaat getirmiştir.
İşte bu yüzden Ruslar 19.yy’ın başında bölgeyi ele geçirmeye
çalışırken kendilerini, çok iyi savaşçılarla savunulan, çok
karmaşık ve belirgin özelliklere sahip bir bölgeyle karşı karşıya
buldular. Gürcüler Ruslara teslim oldular ve buna gerekçe olarak
da Rusların kendilerini Osmanlı ve İran’a karşı koruduğunu öne
sürdüler. Dağıstan olarak da bilinen Kuzey-doğu Kafkasya Savaşı
ile ilgili çok sayıda belge bulunmaktadır. Burada savaş 1859’a
kadar sürdü. Hala üzerinde araştırmalar yapılması gereken
Kuzey-batı cephesinde ise savaş beş yıl daha sürdü. Uzun ve çileli
bir savaş sürecinden sonra Çerkeslerin büyük bölümü, Abhazlar,
Abazalar, bütün Ubıkhlar ve pek çok Dağıstanlı 1864’te göç etmeyi
tercih ettiler. O zamanlar kendilerine tek gerçek yardım elini
uzatan Osmanlı’ya döndüler. Dağıstanlıların çoğunluğu yüzyıllar
öncesinden Müslüman olmuşlarsa da, büyük çoğunluğu Hıristiyan olan
Kuzey-batı insanları Rusya’ya tepki olarak yeni Müslüman olmuştu.
Osmanlı Sultanı onları, açlık, hastalık, ve boğulma nedeniyle
çoğunun öldüğü çaresiz bir sürgünden sonra Balkanlar’a
yerleştirdi. Daha sonra bu göçmenlerin büyük çoğunluğu, bugünkü
Yugoslavya’da sadece bir köy kalmak üzere*, güneye, bugün
torunlarının yerleşik olduğu Türkiye, Suriye, Ürdün, İsrail ve
Irak’a yerleştirildi. Çoğunlukla sınır muhafızı olmak üzere
Osmanlı topraklarında asker olarak hizmet ettiler. Savaşçı
özellikleri Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra da devam etti.
Örneğin Suriye’de iki dünya savaşı arasında bölgeyi yöneten
Fransızlara hizmet ederek savaşçı geleneklerini yaşattılar. Son
zamanlardaki hareketler önemli miktarlarda Kafkasyalıyı Batı
Avrupa ve Amerika’ya getirmiştir.
BUGÜNKÜ DURUM
Bugün Çerkeslerin büyük bölümü Sovyetler Birliği’nin dışında,
çeşitli politik ve ekonomik koşullarda yaşamaktadırlar. 250,000
ile bir milyon arasında değişen varsayımlarla Türkiye en büyük
nüfusa sahiptir. Ürdün’de 100,000 kadar, Suriye’de kabaca 45,000
kadar Çerkes mevcuttur. İsrail’de iki köy mevcut olmakla beraber
nüfus hakkında ayrıntılı bilgi yoktur. Çok az oldukları tahmin
edilmekle beraber Irak’takilerin sayısı da tam olarak
bilinmemektedir.
İsrail, kendi Çerkeslerine kendi dillerinde gazete ve televizyon
yayını yapmalarına izin vererek çok iyi davranmaktadır. Bu
Çerkesler İsrail’e sınır muhafızı elit askerler olarak hizmet
etmişlerdir. Ne var ki bu geçmişleri, 1967’deki Arap-İsrail savaşı
sırasında İsraillilerin, neredeyse tamamında Çerkeslerin yaşadığı
Golan tepelerini işgal etmekten alı koyamamıştır. Belki de
İsrailliler Çerkeslerin gönüllü olarak kendilerine katılacağını
sanmışlardı; ancak savaş onları topraklarından edip zor şartlar
altında ve sınırlı bir alanda yaşadıkları Şam’ın kenar
mahallelerine itmiştir.
Ürdün’de Çerkesler göreceli bir refah ve özgürlük ortamında
yaşamaktadırlar. Başkent Amman yakınlarında ve içinde toprak
sahibidirler; Adigece ve Kabardeyce olmak üzere ana dillerinde
gazete ve televizyon yayını yapabilmektedirler. Ülkenin elektrik
şebekesinin kontrolü Kral Hüseyin tarafından, güvenilirlikleri ve
rüşvete karşı dayanıklılıklarıyla bilinen Çerkeslere emanet
edilmiştir. Ne var ki bu Çerkes cenneti tehdit altındadır. 1970
Eylül’ünde Kral Hüseyin Filistin Kurtuluş Örgütü’nü Ürdün’den
kovarken, bu işi yapan ordunun Çerkes subaylarının başında yine
Çerkes bir Genelkurmay Başkanı vardı. Çerkesler haklı olarak
Ürdün’ün politikası Filistinlilerden yana değişmeye başlarsa
güvenliklerinin ve huzurlarının bozulmaya başlayacağından endişe
duymaktadırlar.
Türkiye’deki Çerkesler ise onyıllardır asimilasyoncu baskı
altındadır. Ancak son iki yıl içinde Çerkeslerin ve diğer
Kafkasyalıların dillerinin kayda geçirilmesi için çabalar
başlamıştır. Bu iş devlet onayında ve desteğinde Boğaziçi
Üniversitesi’nde Prof. Sumru Özsoy tarafından
gerçekleştirilmektedir. Bu, devletin, ülkenin etnik mozaiğini
tanıma yolunda attığı ilk adımdır ve bizce Türkiye’nin, toplumu
üzerinde kurduğu güçlü rejim içinde gecikmiş bir harekettir.
Irak’takine benzer bir Baas Partisi rejimiyle yönetilen Suriye’de
ise tam tersi bir eğilim gözlemlenmektedir. 1963 yılında Suriye’de
iktidarı ele geçiren Baas Partisi mensupları, politik ve sosyal
kurumlarını sadece Arap etnik soyağacına dayandırmaktadırlar.
Aslında Baas partililer İslam’ı bütün insanlığa ait bir vahiy
değil de Araplar için etnik bir zafer olarak görmektedirler. Bu
milliyetçi üstünlük duygusu sosyalist trendlerle birlikte
Baaslıların pek de gerçek olmayan laik görünümüne zemin oluşturur.
Şu anda Suriye olan bölgede önce Osmanlılara, sonra da Fransızlara
hizmet etmiş olan Çerkeslerin tarihi göz önüne alınacak olursa,
Arap olmayan bir halk olarak durumları hayli güvensizdir. Diğer
kültürel özellikleri Çerkesleri, komşuları olan Araplardan sadece
ayırmakla kalmaz aralarında da sorunlar yaratır. Örneğin
Çerkesler, kısıtlamalara ve (özellikle konuşma alanında çok
düzenli olan) geleneklere özel bir önem verirler. Tam tersine, pek
çok Akdeniz halkında olduğu gibi, Araplarda da dışa vurumlu
konuşma sanatı ve duygusal gösteriler yeğ tutulur. Ayrıca
Çerkesler kadınlarına saygı gösterip toplumsal olarak tamamen
özgür bırakırken, Araplar kadınlarının toplumdaki rollerini
sınırlandırır ve onların hayatlarını kontrol altına alırlar.
Üstüne üstlük Çerkesler para ve maddi imtiyazlara şiddetle karşı
olan bir savaşçı geleneğine sahiptirler. Aslında şu anda bile
dillerini kültürel miraslarının en önemli hazinesi olarak görür ve
onun iyi kullanımını çok önemli bir adım sayarlar. Bunun tam
tersine Suriye’nin para ve ticarete büyük önem veren ve binlerce
yıl öncesine dayanan bir ticaret geleneği vardır. Son olarak da
Çerkes toplumu Kafkasya’nın geleneksel kanunu olan “adet” ile
yönetilirken, Araplar İslam’ın kanunu olan “şeriye” ile
yönetilirler. Çerkeslerin Suriye’de, toplumun her seviyesindeki
kariyerlere sahip olma şansı varsa da bu kariyerlerde hiç bir
güvenlikleri yoktur. Her zaman önyargılara ve soruşturmalara maruz
kalabilirler; her an hiçbir kanuni gerekçe gösterilmeksizin
görevlerinden alınabilirler. Çerkeslerin anayurtlarına dönüşü,
askeri bir kariyer yapmak isteyen bir Çerkes’in ortada hiçbir
geçerli neden yokken, altı yedi başka genç Çerkes subayıyla
birlikte 1959’da görevden alınmasıyla başlamıştır.
DÖNÜŞ DÜŞÜNCESİ
Fethi Recep 1932 yılında Halep’te Adige bir ana babadan doğmuştu.
Soyadı olarak büyük babasının Müslüman adı olan Recep’i kullandı.
Ana-babası Adigece’nin Abzeghce diyalektini konuşurken, o içinde
bulduğu Arap dünyasına asimilasyon nedeniyle sadece Arapça’yı
öğrendi. 1955 yılında Suriye ordusuna katıldı ve subay olarak
yetiştirildi. 1959 yılında başka altı yedi Çerkes subayla birlikte
ve hiç bir gerekçe veya açıklama olmaksızın ordudan ihraç
edildiğinde parlak bir subaydı. Bu, Baas partisi zamanından önce,
ancak Arap milliyetçiliğinin yeni yeni yükseldiği ve Suriye’nin
Nasır’ın Mısır’ıyla bağlantılı olduğu dönemdeydi. Büyük bir hayal
kırıklığı içinde Suriye’yi terk etti ve Hollanda’ya yerleşti;
evlendi, çocukları oldu, ve kendisi de bir biyolog oldu. Şu anda
emekli olmuş ve küçük bir çiftliği işletmektedir. Hollanda’dayken
kendi Çerkes mirasıyla daha çok ilgilendi ve kendi kendine çok zor
ve karmaşık olan ana dilini öğrenecek kadar da ileri gitti.
1979 yılında Hollandalı olan eşini Kafkasya’ya tatile götürdü.
Soçi ve Krasnodar’a gittiler ve dağlardan çok etkilendiler. Oraya
kadar gelmişken yüz kilometre daha gidip Adigey Cumhuriyeti'nin
başkenti olan Maykop’u da ziyaret ederek geçmişine daha yakın
olmak istedi. Şansın da yardımıyla Maykop’un hemen dışındaki
Kafkasya’nın ormanlık dağ eteklerinde Abzegh bölgesini de ziyaret
ederek uzak akrabalarıyla ilişki kuracaktı. Adigey Cumhuriyeti o
sırada dışarıdan yönetiliyordu ve o da dolayısıyla Krasnodar
yetkililerinden Maykop’a gitmek için izin istedi. Talebi bir
Çerkes bürokrat tarafından sempati ile karşılanmasına rağmen Rus
yönetici tarafından bir kere daha gerekçesiz ve açıklamasız olarak
reddedildi. İşte o zaman Kafkasya’da temelli bir Çerkes toplumu
oluşturma kararı aldı.
İLK İKİ KONGRE
On yıl içinde Fethi Recep Ankara’da bir kongre yapmaya yetecek
sayıda Çerkesle bağlantı kurdu. Bu kongrede delegeler pek çok
ülkeye dağılmış olan Çerkes toplumları arasındaki koordinasyonu ve
mevcut iletişimi koruma ve artırma konusunda hemfikir olmalarının
yanı sıra Kafkasya’ya dönüş için gerekli adımları atma kararı
aldılar.
İlk kongre, katılımcılar arasında paylaşılan bir karamsarlığın ve
anayurtlarına dönüş düşüncesinin ortaya çıkmasına yaradı. 125
yıldan beri ilk kez Çerkeslerin ciddi bir forum sayesinde ilişki
içine girmesini sağladı.
İkinci bir kongre 1990 Mayısında Hollanda’da yapıldı.
Kabardey-Balkar Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Türkiye,
Almanya, Hollanda ve Amerika’dan toplam beş delegasyon grubu
vardı. (Karaçay-Çerkessk ÖSSC ve Adigey Özerk Bölgesi vize
sorunları nedeniyle toplantıya delegasyon gönderememişti). İsrail,
Suriye, Ürdün ve Yugoslavya’dan delegeler katılamadılar.
Bu toplantı çok verimli oldu ve Çerkes kimliğini milletlerüstü bir
seviyeye çıkararak pratikteki bir kazanıma çok yaklaştırdı.
Öncelikle kongre kendisini kalıcı bir organizasyon olan “Duneyipso
Adige Xase” ya da “Dünya Çerkes Birliği” adıyla belirledi.
Kongrenin resmi dili tam olarak hangi diyalekt olacağı
belirtilmeksizin “Adigece“ olarak ilan edildi. Pratikte
delegelerin çoğunun Çerkesce okuyup yazamaması dolayısıyla,
İngilizce’nin de fonksiyonel bir dil olarak kullanılabileceği
kabul edildi. Üçüncü kongrenin 1991 yılında Kabardey-Balkar
ÖSSC’nin başkenti olan Nalçik’te yapılması kararlaştırıldı. Her
ülke kendi bünyesindeki Çerkeslerin faaliyetlerini yerel Çerkes
organizasyonlarının bir federasyonu olarak merkezi bir yapıyla
koordine edecekti. Şubat 1991’de Nalçik toplantısının programıyla
birlikte tüzük de belirlenecekti. Son anda şüpheci yöneticilerin
engellemesiyle bir topluluğun kongreye katılamaması durumunda bir
diğer topluluk tarafından temsil edilmesi önerildi. Aslında bu
kural 1991 yılındaki kongreye katılamayan bir grup için
uygulanmalıydı. Yürütme kurulunun yöneticileri 4 yıllık süreler
için seçilecekti ve federasyonlarını kurmamış toplumlar için
delege sayıları da belirlenmişti. Son olarak da Ankara
deklarasyonu da yeni oluşturulan tüzüğün ana maddesi olarak
belirlenmişti. Diğer hedefler de tespit edilmişti: ilk olarak
Çerkeslerle ilişkili ülkelerde faaliyete geçmek üzere bir lobinin
kurulması, ikinci olarak yönetimin kaynaklarının tespit ve
organize edilmesi, üçüncü olarak lobi faaliyeti ve -gerekirse-
kaynakların yönetilmesi için profesyonellerin tutulması, ve son
olarak da birliğin merkezinin Hollanda’da kurulması.
Bu ikinci kongrede Sovyet delegasyonu gelecekte yapacakları
faydalı işleri müjdeleyen bir şekilde işbirliği yaptılar.
Kabardey’in “Rodina” adlı kurumunun delegeleri kurumlarının
Kafkasya’daki konumu ve görevi hakkında çok açıktılar. Çerkeslerin
tarihiyle ilgilenen araştırmacılara arşivlerini açmaya varıncaya
kadar, ellerindeki tüm yetkiyi kullanacaklardı. Bu ilk adım bu
insanların tarihinin üstünü örten giz perdesini kaldırma umudunu
doğurdu.
İkinci kongre anayurda dönüş düşüncesini gerçekleştirmek için
gerekli olan politik ve sosyal mekanizmayı harekete geçirdi. Bu o
zaman 126 yıldır dağınık yaşayan ve söz konusu kurumlar, fikir
birliği ve uzlaşma platformu konularında hiç tecrübesi olmayan bir
halk için kayda değer bir tecrübeydi. Demokratik hareketlerinde
ortak bir felaket korkusuyla hareket ediyorlardı. Dedikleri gibi
“trajedimizi de beraber yaşadığımız için beraber hareket etmek
zorundayız”.
ÜÇÜNCÜ KONGRE VE ANAYURDA DÖNÜŞ
1990 Haziran’ında Fethi Recep Londra Üniversitesi’nde Doğu ve
Afrika Araştırmaları Okulu’nda Kafkasya ile ilgili bilimsel bir
konferansa katıldı. Orada içinde Sovyetler Birliği de olan değişik
ülkelerden gelen bilim adamlarıyla karşılaştı. O zamanlar sorunun,
Sovyet otoritelerini Çerkeslerin doğal bir şekilde ve uluslar
arası meşruiyete sahip bir dönüş hakkına sahip olduklarına ikna
etmek olduğunu düşünüyordu.
Ne de olsa SSCB’de Çerkeslerin yaşadığı üç yönetsel bölge vardı ve
bölgedeki faaliyetleri koordine eden kültürel bir kurum ya da
Xase’nin yanı sıra her birinde Çerkes faaliyetlerini destekleyen
kültürel organlar vardı. Çerkeslerin içinde kayboldukları düşman
ve yabancı bir dünyadan, anayurtlarına dönmelerine engel olacak
hiçbir neden yok gibi görünüyordu. Ne var ki Fethi Recep, uluslar
arası kanunlar ve azınlık haklarıyla ilgilenen çeşitli
organizasyonların Çerkeslerden haberlerinin bile olmadığını gördü.
Bir anlamda Çerkeslerin sessiz sakin geleneklerinin zararlı bir
yan ürünüyle karşı karşıyaydı. Darboğazlarla ve büyük
haksızlıklarla karşı karşıya kaldıklarında Çerkesler, teröristlere
dönüşmektense sessiz kalmayı ve hasbelkader içinde bulundukları
toplumlarla kaynaşmayı tercih etmişlerdir. Fethi Recep de Dünya
Çerkes Birliği’nin bir sonraki toplantısını anayurtta yapmak ve
anayurda dönüş konusu için, ekim ayında Sovyetlerden izin istemek
amacıyla Nalçik’e gittiğinde, doğal haklardan ve uluslar arası
kanunlardan hiç bahsetmedi. Sadece SSCB’den ayrılmak isteyen onca
gruba karşın geri dönmek isteyen tek grubun kendileri olduğunu
söyledi. Dönemezler miydi? Sovyetlerin cevabı yumuşak ve kesin bir
“evet” oldu. Sovyetler anayurda dönüş fikrine katılmakla kalmayıp
1991 kongresine de olumlu baktılar ve hatta delegeler Sovyet
topraklarına vardıktan sonraki bütün masraflarını da karşılamayı
taahhüt ettiler. Sözlerine sadıktılar. Sovyetlerin bu kadar olumlu
bir yaklaşım sergilemesine şüpheyle bakabiliriz. Elbette
Çerkeslerin bu taleplerini tamamen propaganda amacıyla da kabul
etmiş olabilirler, ancak bugüne kadar bu olayı hiç istismar
etmediler. Daha mantıklı olan neden Sovyetlerin Çerkesleri
çalışkan, güvenilir, sadık, eski ve değerli bir düşman olarak
görmeleridir. Kuzey Kafkasya’da sadık bir Çerkes nüfusunun
bulunduğu bir bölge, yakın gelecekte Gürcistan, Azerbaycan ve
Ermenistan’ın rahatsızlıkları durdurulamaz veya durdurmaya değmez
bir hal alırsa, Sovyetler Birliği’nin çıkarına olacaktır.
Dünya Çerkes Birliği’nin üçüncü kongresinden önce iki Çerkes
“Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti”nin idari konumu, Moskova
tarafından Rusya ile aralarında özel bir federatif statü olan
“Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti”ne yükseltildi. “Adigey Özerk
Bölgesi”, “Adigey Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti”ne
dönüşürken, idari merkezi de (Özerk Bölge olduğu zaman bölgenin
dışında olan) Krasnodar’dan başkent Maykop’a taşındı. Maykop
yakınlarında yüksek Çerkes nüfusu barındıran iki rayon (veya
bölge), bir idari merkezde toplandı. Kültür Xase’sinin yetki
alanı, politik olarak idari merkezin sınırları içinde olup
olmadığına bakılmaksızın, Kuzeybatı Kafkasya’daki bütün Çerkes
kültürel ve sanatsal faaliyetlerini kapsayacak şekilde
genişletildi.
Ayrıca kültürel faaliyetlerini sürdürmek ve geliştirmek üzere, beş
milyon rublelik önemli bir para yardımı da aldı. Son olarak çok
büyük bir jest ile Sovyetler, geleneksel Çerkes bayrağının bir
devlet veya eyaletmiş gibi Çerkes bölgelerinde dalgalanmasına izin
verdiler. “Sancak-ı Şerif” adı verilen bu bayrak, koyu yeşil
zemine işlenmiş, alt taraflarında kesişen üç ok ve bunların
üzerinde de üstte dokuz, altta üç tane olmak üzere iki sıra
halinde yıldızlardan oluşuyordu. Bu bayrak 1836 yılında Osmanlı
sarayında iyi bir konumda bulunan bir Çerkes prensesi tarafından
yapılmıştı.
Yeşil, Çerkesya’nın yemyeşil manzarasını, yıldızlar da on iki
Çerkes boyunu temsil ediyordu. Oklar ise Çerkeslerin eski çağlarda
göç ettikleri üç ana yönü (kuzey, kuzey-batı ve kuzey-doğu) temsil
ediyordu. Böyle sembolik nesneler millet olma duygusunun yeniden
kazanılması için şarttır.
Bu hareketler, muhtemelen Fethi Recep’i memnun etmek veya üçüncü
kongreden önce yalancı bir pro-Çerkesizm izlenimi yaratmak için
yapılmamıştı. Bu hareketler daha ziyade konseyin 1989 başlarında
sergilemiş olduğu tavırların bir ödülüydü. O zamanlar Gürcüstan
SSC, Abhazya ÖSSC’de yaşayan Abhaz azınlığın oy hakkını elinden
almaya çalışmıştı. Ciddi çatışmalar patlak verdi ve Abhazlar,
kardeşleri Çerkesleri yardıma çağırdılar. Pek çok Çerkes genci tam
olarak bunu yapmak istiyordu; ancak onlara Adige Xase’nin
yönetimindeki yaşlılar engel oldular. Bu akıllıca bir karardı,
çünkü çatışmalar birkaç ay sonra durdu ve bir ateşkes anlaşması
imzalandı. Üniversite ve Bilimler Akademisi gibi bazı Abhaz
kurumları Gürcülerinkilerden bağımsız hale geldi. Bu çatışmalarda
Çerkeslerin yer alması Abhazların karşısında daha çok Gürcü, Svan
ve diğerlerinin çatışmalara girmesine neden olarak durumun daha da
kötüleşmesine neden olurdu. Adige Konseyi’nin aklıselimi
Moskova’ya karşı galip geldi.
Dünya Çerkes Konseyi’nin üçüncü kongresi bu yıl 18-20 Mayıs
tarihlerinde Nalçik’te gerçekleştirildi. Kongreye Türkiye’den,
Hollanda’dan, Almanya’dan üç Amerikan Çerkes derneğinden ve üç
Sovyet bölgesinden delegeler katıldı. Suriye delegasyonunun çıkış
vizeleri son anda iptal edildi; ama Suriye Çerkesleri yine de, o
sırada Suriye dışında bulunan ve arkadaşlarının durumunu öğrenince
gönüllü olan insanlar tarafından temsil edildi. İkinci kongrede
belirlenen temsil kurallarına göre bu insanların oluşturduğu
delegasyon geçerliydi. Kongre, resmi delegelerin sayısının az
olmasına rağmen yüksek katılım nedeniyle yerel bir stadyumda
yapıldı. Delegeleri ve ziyaretçileri kaldıkları yerden stadyuma
ulaştırmak için otobüsler kullanıldı. Amerika’nın Sesi Radyosu
Kafkasya’da olanları aktardı, ancak BBC’nin çabalarına rağmen Batı
medyasında bu olay çok yer bulamadı. Çerkesler suskunluk
geleneklerine uygun bir şekilde hala modern medyayı gerektiği
şekilde kullanmıyorlar.
Yapılan işlerin ilki, hatta bir açıdan en ilginci, konseyin adının
değişmesiydi. Abhazlar kongreye delege göndererek Gürcülerin
yarattığı kötü durumun tanınmasını istediler. Buna mukabil
Çerkesler, kurumun adının Abhazları da kapsayacak şekilde Dünya
Adige Birliği’nden Dünya Çerkes Birliği’ne değiştirilmesi için oy
kullandılar. Bütün Çerkesler ve az sayıdaki WWubıh kendilerine
“Adige” derler. Abazalar ve Abhazyalılar ise “Apsuwa”dırlar.
Çerkeslere başkaları tarafından verilmiş olan “Çerkes” adı ise
yalnızca yukarıda adı geçenleri değil, Kuzey Kafkasya’dan sürgün
edilmiş bütün halkları kapsar. Bu sayede Çerkesler daha önce
birkaç etnik azınlığı temsil ederken, değişiklikten sonra
kardeşleri olan Abhazlar ve Dağıstanlıları da kapsayacak şekilde
Kafkasya’dan sürgün edilmiş bütün halkları temsil eder oldular.
Bana bir Çerkes’in söylediği gibi “Biz (Çerkesler, Abhazlar,
Dağıstanlılar) hepimiz Çerkes'iz; hepimiz aynı sıkıntıları
yaşadık.”
Aslında Çerkesler ve Abhazlar arasında ortak kabul gören ve
Sovyetlerin umut verici hareketleriyle desteklenen bir varsayım
mevcuttur: değişik Çerkes yönetsel birimlerinin statülerinin
yükseltilmesi, Ekim Devrimi’nden sonra kısa süreli de olsa hayat
bulmuş olan bir Kuzey Kafkas ÖSSC’nin tekrar kurulması yolunda ilk
adımdır. Kurulması umulan bu federasyon Rusya Federasyonu ile özel
bir federe statüye sahip olacaktır. Buna göre savunma, ulaşım ve
posta hizmetleri Moskova’nın kontrolünde olmak üzere federasyon
içişlerinde serbest olacaktır. Anayurda dönüş düşüncesi, artık
Sovyet Federasyonu içinde yeni bir millet kurma idealiyle
birleşmektedir.
ANAYURDA DÖNÜŞ’ÜN AYRINTILARI
Sovyet otoriteleri halihazırda Dünya Çerkes Birliği’ne, üyelerinin
anayurtlarına dönüşü için izin vermiştir. Maykop ve civarı başta
olmak üzere Kuzey Kafkasya’daki pek çok bölge az bir nüfusu
barındırmaktadır ve yeterince gelişmemiştir. Sovyetler de
Çerkesler de ilk gelecek olan Çerkeslerin bu şehrin içinde ve
civarında yeni semtler oluşturacağını ve çiftlikler kuracağını
öngörmektedirler. Öncü bir grup olarak on ila yirmi ailelik bir
deneme grubu aranmaktadır. Bu insanlar birikimlerini de yanlarında
getirip koruyabileceklerdir. Ayrıca vazgeçmek isterlerse bunda
serbest olacak ve bütün varlıklarını da beraberlerinde
götürebileceklerdir. Bu göçmenlerin değişik sosyal kesimlerden
olacağı ve yalnızca yeni işçiler ve çiftçiler olarak değil, aynı
zamanda yanlarında getirecekleri ticaret, üretim, bilim ve ziraat
alanlarındaki bilgileriyle de topluma katkıda bulunacakları
umulmaktadır.
Anayurda dönüş sürecinin kendisi, üçüncü kongrenin ana
deklarasyonu ile yönlendirilmiştir. Bu deklarasyon,
Kabardey-Balkar ÖSSC’nin başbakanı ve bir Sovyet Çerkes'i olan,
Yuri Kalmukov’un kongrenin başkanı olarak seçilmesinin hemen
ardından kabul edilmişti. Deklarasyon doğal olarak Kuzey-batı
Kafkasya’nın Çerkeslerin anavatanı olduğunu ve her Çerkes'in
buraya dönmeye hakkının bulunduğunu belirtiyordu. Ayrıca daha da
önemlisi deklarasyon o zaman bölgede yaşayan çoğu etnik Rus ve
Ukraynalı Çerkes olmayan insanın da hukuki, ekonomik, ve kültürel
haklarını da garantiye alıyordu. Sonuçta belge anayurda dönmüş
Çerkesleri de kapsayarak bölgedeki bütün insanların “barış içinde
ve onurlu bir biçimde birlikte yaşayabileceğini” ifade ediyordu.
Çerkesler anavatanlarında olmadıkları sürece yok olmaya mahkum
olduklarını hissetmektedirler. Bir anavatana sahip oldukları
takdirde, bu çok uluslu bir yapıda da olsa, Çerkes toplumu
hayallerini gerçekleştirebileceklerdir.
Kongre Sovyet topraklarındaki çalışmaları koordine etmeleri için
iki Sovyet Çerkes'ini yönetici olarak seçti. Başkan olarak Carım
Aslan’ı ve Başbakan olarak da Erkekler Derneği’nin (Tl’ıxase)
başkanı olan Muhiddin’i seçerek kurulması umulan devletin bir
parlamenter yapıya sahip olacağının ilk işaretini verdi.
Fethi Recep de, arkadaşlarının kendisine verdiği ve bir Çerkes adı
olan Hatko Recebkhuer adıyla kongreden döndükten sonra birliğin
SSCB dışındaki çalışmalarını devam ettirecektir. Orada bulunduğu
sırada orijinal soyadının Hatko olduğunu (“beyaz kurt” olarak
çevrilebilir) öğrenmiş; ve arkadaşları da geleneksel olarak önce
soyadı sonra adı olacak şekilde kendisine büyükbabasının adına
atfen “Recep’in oğlu” anlamında Recebkhuer adını vermişler. Fethi
Recep bu kongreyle sadece Sovyetlerin Çerkeslerin anayurtlarına
dönüş hakkını kabul etmelerini sağlamakla kalmamı, daha da ötesi
kendi insanları için bir cumhuriyetin sözünü de almıştır. Bu
sadece O’nun değil tümüyle üçüncü kongrenin bir başarısıdır.
GELECEK VE SORUNLAR
Bu kongrenin büyük başarıları, büyük sorunları da beraberinde
getirmiştir. Öncelikle insanları anayurda dönüşe yönelten ve
kongreye katılmalarına neden olan romantik istekler SSCB’nin
politik ve ekonomik problemleriyle yüz yüze kalmıştır. Sorunları
geniş açıdan ele alma alışkanlıklarıyla Çerkesler gelecek birkaç
yıl için anayurtlarına yapılması gereken ekonomik ve kültürel
yardımın öncelikle hedefleri olmasına karar vermişlerdir. Fethi
Recep aslında, Carım Aslan ve Muhiddin’in ticari amaçlarla
Hollanda’yı ziyaret etmeleri için gerekli adımları atmıştı.
Amerika’daki Çerkes dernekleri anayurtlarına ticari, eğitim amaçlı
ve ekonomik yardımda bulunmak için kampanyalar başlattılar.
Abhazlarla Gürcüler arasındaki ilişkiler dikkatle izlenmeli ve
Abhazların güvenliklerinin garanti altına alınması için gerekli
adımlar atılmalıdır. Öyle görünmektedir ki Sovyetler Birliği’nin
iç sorunlarının çözümüne katkıda bulunmak için kayda değer bir
miktarda dönüş yaşanmalıdır ki bu da en iyi ihtimalle üç ila beş
yıl alacaktır. Bunların yanı sıra DÇB’nin önünde çözüm bekleyen
altı önemli sorun daha vardır. En zorlarından biri iletişim
sorunudur. Orta Doğu’da yaşayan Çerkesler ve diğer Kafkas halkları
henüz modern iletişim araçlarını kullanamamaktadırlar. Yapılan
işleri birbirlerine duyurmaları bu yüzden bir sorundur. Bu durumu
daha zorlaştıran bir başka etmen ise Suriye’nin (ve hatta belki de
Türkiye’nin) bu çabaları zorlaştırmalarıdır. Aslında Suriye’deki
Baas partililer Çerkeslerin anavatanlarına dönmelerini veya bu
yolda herhangi bir adım atmalarını ihanet sayabilirler. Şüphesiz
büyük sayılarda Çerkes’in Orta Doğu’dan ayrılması, burada önemli
yer değiştirmelere neden olacaktır. Yakın gelecek için Çerkesler
sözlere güvenmektedirler. Son çare olarak medyayı kullanarak ve
konuya dışarıdan bakan Amerika veya Avrupa gibi güçlerin desteğini
alarak bu kayda değer gelişmeleri daha çok insana duyurabilirler.
İkincisi, kimlerin anayurda dönüş hakkına sahip olduğu konusu tam
olarak açıklığa çıkmış değildir. Buradaki en rahatsız edici
sorunlardan biri dindir. Çerkesler, kimileri eğilim olarak laik,
kimileri de inançlarında daha ateşli olmak üzere çoğunlukla Sünni
Müslüman'dır. Üçüncü kongrede Kuzey Kafkasya’nın (Çerkeslerin
dönüşünden veya bir Kuzey Kafkasya SSC’nin kuruluşundan bağımsız
olmak üzere) heterojen yapısını koruyacağı iddia edildikten sonra,
bu amaca ulaşmanın ateşli Müslümanların göçü söz konusu olduğunda
ne kadar önemli olduğu ortadadır. Ayrıca eğer Dağıstan da bu
cumhuriyetin kuruluşuna katkıda bulunacaksa Dağıstanlıların kökten
dinciliğe kadar varan bir Müslümanlık geçmişine sahip olmaları,
dini hoşgörünün korunması konusunu daha da karmaşık bir hale
getirmektedir. Bir anlamda Çerkes sorunu, modern bir problem olan
büyük ve heterojen toplumlarda etnik kimliğin korunması
probleminin küçük çaplı bir örneğidir. Çerkesler bir yandan günlük
hayatlarında bir mikro-milliyetçiliği sürdürürken, öte yandan da
kurulması düşünülen ve çoğu Çerkes olmayan insanın da içinde
bulunacağı bir cumhuriyette bir çeşit makro-milliyetçilikle de
içiçe olmak zorunda kalacaklardır. Kolaylıkla öngörülebilir ki,
anayurda dönüş değişik derecelerde etnik kimliğe ve dini inanışa
sahip Çerkesler arasında bir çeşit doğal elemeyle
gerçekleşecektir.
Üçüncü olarak, dini kimliği bir kenara bıraksak bile Çerkes
kimliğinin eğer bu hedeflenen heterojen cumhuriyette bir rolü
olacaksa o da bir sorun olacaktır. Birliğin kendisi de Abhazları
saflarına katarak ve aynı sorunları paylaşan diğer Kafkas
halklarına da kapısının açık olduğunu ilan ederek halihazırda
heterojen bir hal almıştır. Ancak cumhuriyet eğer Çerkes
kültürünün gelişimini sağlayamazsa sadece kanunen görevini yerine
getirmiş olacaktır. 127 yıl Rus, Arap ve Türk etkisinde kaldıktan
sonra Çerkesler çok farklı kültürel evrimler geçirmişlerdir. Orta
Doğu’dakiler edebiyat ve yayıncılık konularında Kafkasya’dakilerin
yol göstericiliğine ihtiyaç duyacaklardır. Orta Doğu Çerkeslerinin
sözlü ve yazılı edebiyatını Sovyet Çerkeslerininkilerle entegre
edebilmek için çaba sarf etmek gerekecektir. Daha da ötesi bir
zamanlar kültürlerinin içerdikleri hakkında pek az fikri olan
birçok insanda kültürlerini tanıma isteği oluşturmak ve onlara
kapsamlı bilgi vermek de büyük bir iş olacaktır.
Dördüncüsü, eğer anayurda dönüş başarılı olursa, kurulacak olacak
cumhuriyette üstesinden gelinmesi gereken ciddi politik sorunlar
ortaya çıkacaktır. Böyle bir durumda bölgenin demografisinde
meydana gelecek olan değişmeler rahatsızlıklara belki de açık
düşmanlıklara yol açacaktır. Eğer dönüş kontrolsüz ve çok hızlı
gerçekleşirse ekonomik bozukluklar ortaya çıkacaktır. Daha açık
olarak söylemek gerekirse Çerkeslerin kendi içlerinde sosyal
yapıları düzenlenmelidir. Geleneksel olarak içinde prensler,
asiller, özgür insanlar ve köleler bulunan ve her biri kendi
içinde de alt tabakalara bölünmüş olan karmaşık bir sosyal
yapıları vardı. Komünizm döneminde yapıları aile geleneklerinden
birine indirgenmiş, ancak herhangi bir sosyal yapıyla yer
değiştirmemişti. Bu yüzden Çerkes toplumunun karakterinin yeniden
belirlenmeye ihtiyacı vardır.
Beşinci olarak, dil sorunu çözümlenmelidir. Çerkes dili, biri Doğu
(Kabardey) diğeri de Batı (Adigey) diyalekti olmak üzere her biri
kendine has kuralları olan iki ana grup halindedir. Kendi başına
bir dil olan Wubıhça bugün yalnız iki kişi tarafından
konuşulmaktadır; bütün diğer Wubıhlar Türkler veya diğer Çerkesler
tarafından asimile edilmiştir. Eğer kurulması umulan devlette
Ruslar ve Ukraynalılarla birlikte Abhazlar, Abazalar, ve kendileri
toplam olarak yaklaşık otuz dil konuşan Dağıstanlılar da olacaksa
devletin resmi dili (ya da dilleri) sorunu çözümlenmesi gereken
önemli bir sorun olacaktır. Ancak Çerkesler dilde çeşitliliğe
alışkın insanlar oldukları için birkaç resmi dilin kullanılması
ciddi bir sorun yaratmayacaktır. Daha önemli görünen sorun ise
resmi dil hangisi olacaksa o dildeki edebiyatı insanlara empoze
etme sorunudur.
Altıncı olarak, bu devletin ister Rusya SSC ile isterse komşu
devletlerle olsun politik ilişkilerinin belirlenmesidir.
Gorbaçov’un da daha önce tehditle karışık belirttiği gibi eğer
Gürcistan dar görüşlü milliyetçi politikalarını sürdürürse
Moskova’nın Abhazya’nın tümünü veya bir kısmını ve Güney Osetya’yı
kontrolüne alması mümkündür. Dolayısıyla böyle bir Kuzey Kafkasya
Cumhuriyeti’nin sınırları bütün Kafkasya’da meydana gelecek
gelişmelerin de etkisiyle çizilecektir. Bu gelişmeler yapısı
itibarıyla Çerkeslerin kontrolü dışında gelişecektir; ve Çerkesler
ancak iyi gelişmeler olmasını dileyebilirler.
Çerkesler mağlubiyetin ne demek olduğunu bilmektedirler. Giderek
artan bir şekilde şunu anlamaktadırlar ki: eğer kimliklerini
korumak için bir şeyler yapmazlarsa toplum olarak yok olmaya
mahkumdurlar ve yok oluş uzakta da değildir. Gelecek yıllarda bu
insanların karşılaşacakları sorunları önemsizmiş gibi göstermek
istemem. Öte yandan gelecek onlar için zorlu olduğu kadar heyecan
verici de gözükmektedir. İdealizmleri ve şimdiye kadar
gösterdikleri ve sosyal yetenekleri göz önüne alındığında sanırım
bu kadar iyimser olmak mazur görülebilir.
|