'Milliyetçilik' toplumları ayrıştıran, üstelik kalıcı kin ve
öfke doğuran, ilkel bir hastalıktır.
Büyük savlarla ortaya çıkan, içi boş ve genellikle cehaletten
beslenerek yandaş bulan bu hastalık, toplumların ruhsal
çöküntüsünün bir göstergesidir. Kendine güveni
olmayan toplumların, hamaset yoluyla bir arada olma gayretinin bir
sonucudur.
Herhangi
bir takımı tutmak, bir fan-kulüp üyesi olmak kadar bile önemi,
değeri yoktur. Bir takım tutmak için birini diğerine yeğlemek;
örneğin bir sanatçının kulübünde yer almak için, o kişinin
diğerlerinden farklı olduğunu kavrayacak bir bilince, beğeniye
sahip olmak gerekir. Oysa bir milletin üyesi olmak doğuştan gelir,
üstelik hiçbir çaba gösterme gereksinimi olmaksızın edinilir.
Ernest
Gellner, milliyetçiliğin politik bir tanım, tercih olduğunu ortaya
koyar. Buna göre; milletler Tanrı vergisi, doğal oluşumlar,
tasnifler değildir. Sonradan oluşturulan politik bir
konumlandırmadır. Kimi zaman milletler ortak kültürlerden oluşur,
çoğu zaman icat edilmek zorunda kalınır. Sanıldığı gibi millet ve
milliyetçilik kavramlarının tarihi eski değildir. Söz konusu olan
genç ve pek çok zaafı olan bir öğretidir.
Aslında
doğuştan edinilen bir millete ait olma durumu, sonradan
kurgulanmış bir siyasi tasarımın ürünüdür. Kutsiyet atfedilen bu
durum, gülünç hallere düşürmektedir insanlığı. Doğaya şöyle bir
baktığımızda hayvanlar arasında ne bayraktan, ne sınırlardan, ne
de herhangi bir kutsal duygudaşlıktan söz edilemez. Söz konusu
olan Hobsbawm'ın dediği gibi; politik, teknik, idari, ekonomik ve
diğer gerekçelerden oluşan bir sınıflandırmadır.
Hobsbawm
milletlerin ağırlıklı olarak tepeden oluşturulmuş bir kurgu
olduğuna işaret eder. Sıradan insanın milli olması
gerekmemektedir. Ona bu sorumluluğu, rolü ve görevi yükleyen bir
büyük toplumsal tasarım peşinde olan gücün tercihidir.
Bizim
ülkemiz aidiyet duygusunu büyük ölçüde yitiren insanlardan
oluşmakta, bu durum giderek kökten ayrışmaları doğurmaktadır.
Modern ve ekonomiyi biçimlendiren orta sınıf, beyaz yakalılar;
kendi yaşam alanlarının daraldığını, laik devlet yapısının yerini
muhafazakâr ve dindarlaşmış bir biçime terk ettiğini görmekte ve
bu yeni oluşan devlet fotoğrafının içine kendilerini
koyamamaktadırlar.
Büyük
oranda dindar ve az okumuş insanlardan oluşan; belki esnaf,
zanaatkâr diyebileceğimiz ve yeni bir sermaye oluşumuyla birlikte
gündeme gelen bir diğer insan topluluğu da bu aidiyet duygusunu ya
hiç taşımamış ya da çoktan yitirmiştir. Modern-laik yapıdaki
Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman onları ifade etmemiştir. Üstelik
bugün çoğunluk olarak iktidar olmuşlar, ancak bir türlü muktedir
olmayı başaramamışlardır.
Çok
zamandır dillerini, kültürlerini yaşama noktasında zalimce
engellemelere maruz kalmış Kürt nüfus, dünyanın değişen
dengeleriyle birlikte ait olma duygusunu artık hepten yitirmiştir.
Geçmişte pek çok örneğini gördüğümüz köy yakmalar, bok yedirmeler,
dayak, işkence uygulamaları bu insanları temelsiz bir terör
örgütünün kucağına atmıştır. Bölgesel gelişmeler, küresel
kapitalizmin ürünü olacak bir başka milliyetçi devletin, Kürt
devletinin oluşmasına olanak vermekte ve bu insanlar yanılgıyla
bir milliyetçi baskı öğretisinden, diğerine geçiş yapma
eğilimindedirler.
Aynı
sözleri kolaylıkla inançları gereği ötekileşmiş, dışlanmış Alevi
toplumu için söylemek olanaklıdır. Tuhaf olan; bu büyük, hatırı
sayılır kitlenin Osmanlı zulmüne tepkiyle, yeni kurulan
Cumhuriyete büyük inançla sarılmış olmasına karşın; genç
Cumhuriyetin baskıcı Sünni-Hanefi uygulamalarıyla ezilmiş
olmasıdır. Şimdilerde iktidarlaşan Nakşi geleneği bu insanların
aidiyet duygusunu derinden zedelemiştir.
Kimsenin
kendisini sahibi, mutlu ve ait hissetmediği bir devlet aygıtının
dik durması, ilelebet payidar kalması olanaklı mıdır?
Bu sorunun
yanıtı için yine küresel zırvaların yanıtlarını bulmak gerekir.
Tüm bu insanların bir arada yaşama iradesine sahip olması için çok
önemli gerekçeler bulunmaktadır.
Ekonomist
Friedrich List, geniş kaynaklarla donatılmış, büyük nüfuslu ve
geniş bir toprak parçasına sahip olmanın, milliyetin esas gereği
olduğuna dikkat çekiyor. Küçük devletlerin ayrı bir dili olsa bile
sanatın ve bilimin gelişmesi için derme çatma kurumlara sahip
olabileceğini söylüyor ve ekliyor; "küçük bir devlet kendi
toprakları içinde üretimin çeşitli dallarında asla tam anlamıyla
yetkinleşemez."
Hobsbawm
ulus-devlet yapısını eleştirmekten geri durmamış; yine de
Leninist-Wilsoncu bir yaklaşımın, toplumların kendi yazgılarını
tayin etme hakkının yirmi birinci yüzyıla çözüm üretmekte sağlıklı
sonuçlar vermeyeceğine işaret etmiştir.
Tek
kutuplu, küresel kapitalizmin kucağındaki dünya sosyalistleri
ulus-devletleri yeniden kurgulayarak yola çıkmak zorunda
kalmışlardır. Ulus-devletler henüz ömrünü doldurmamış, tersine
küresel şiddete karşı bir direnç noktası olarak yeniden
güçlenmiştir.
Çokdilliliğin, çokkültürlülüğün, çokdinliliğin önemini kavrayarak;
ortak yazgıya mahkûm insanlar olmanın, aynı coğrafyaya ayak
basmaktan kaynaklı olduğunu tüm gruplar yeniden kavramak
zorundadır.
Hangi
milletten olduğumuzun öneminin kalmayacağı şiddet günleri kapımıza
dayanmıştır. |