Kırıkhan’dan
Suriye dağlarına doğru akıp giden şoseyi hafif bir yükselti
üzerine kurulu evleriyle selamlardı Reyhaniye… İlk bakışta bu
tepecik üzerine kurulu üç beş evden ibaret sanılsa da
yaklaşınca gerideki düzlüğe sere serpe uzanmış bir cennet
dilberi gibi arz ı endam ederdi. Etrafı zakkum ağaçlarıyla
çevrili yol, kıvrılarak zümrüt rengi yeşilliğin arasında
kaybolurdu sonra. Şehrin ortasından geçen
ırmakla el ele verir, her suyun aktığı yöne doğru kah çağıldar,
kah tozardı. Başlangıçta Mürseloğulları, Altunoğulları, Bahadırlılar gibi
Türkmen aşiretlerinin kışlağı olan bu verimli ovaya kadim
zamanlarda Araplar İrtah derdi. Soluklanmayı, dinlenmeyi
çağrıştıran bir ad bu. Burada dinlenen yolcular kuzeydeki Rum
ülkesine doğru giderken coğrafya değişmeye başlar, bir konak yeri
olan Kırıkhan’dan sonra kuzeye doğru Amanos Dağlarının havası
hissedilirdi. Benim çocukluğumda adı Reyhaniye idi. Cennet
bahçesi, ıtır, çimen, çiçek, yeşil kelimelerinin çağrıştırdığı
kavramları yan yana ne ifade ediyorsa Reyhaniye o demek. Hatay
Türkiye’ye katıldıktan sonra Reyhanlı adı Türkçeleşip Reyhanlı
oldu.
Yüz kırk sene önce bu topraklara kimseye benzemez, görülmemiş,
duyulmamış bir halk gelip yerleşti. Yüzleri güneş görmemiş,
saçları sakalları kızıla çalan, uzun boylu, ince yapılı
yabancılardı bunlar. Dişlerine kadar silahlıydı her biri. Kara
libaslara bürünmüş, kara çizmeli, kara başlıklı, elleri kamçılı bu
adamlar gelip İrtah’ı yüksekten gören tepeciğin üzerine
yerleştiler. Araplar Efnir diyordu onların yerleştiği tepeciğe,
Türkmenler ise Bayır Mahallesi.
Onlar gökten dolu misali düşmüşlerdi memleketin dört bir yanına.
Yemen’den Rumeli’ye kadar her yere dağılmışlardı. Kıyılar onları
taşıyan gemilerle doluydu. Dağ geçitlerinde onlar vardı, kışın
kuşun uçmadığı Avşar yaylalarına gelip konmuşlardı. Cenubun
çöllerinde yaşayan Bedeviler biliyordu onları. “Sersak!”
diyorlardı. Şehirli Araplar Çerakese, Türkler ise Çerkes. Gelip
yerleştiler Efnir yokuşuna. Çoğu tek katlı geniş avlulu evler
kurdular. Kendi dillerince Yeunç dediler mahallelerine. Kısa
zamanda yeni yurtlarının toprağını, bu toprakta yetişen yabancı
mahsulleri öğrenip bellediler. Yerliler onların kuş cıvıltısını,
ceviz takırtısını, su şırıltısını andıran dillerini anlar oldu ama
konuşamadılar. Onlar da Türkçe’yi, Arapça’yı, Ermenice’yi
öğrendiler.
Bin dokuz yüzlerin ilk çeyreğinde Reyhanlı’da doğdum. Fransız
idaresini, Hatay devletini yaşadım. Sürgünde gelen ilk nesli
gördüm… Benim çocukluğum onların son demleriydi. Piyuh Biy’i
tanıdım. Dolunaylı bir gece, değirmenin önündeki koca kütüğün
üzerine oturmuş bağıra bağıra ağlarken gördüm onu. Yine sürgünü
yaşamış anneanneme anlattım şahit olduklarımı. “ Piyuh Biy her
dolunaylı gecede memlekette bıraktığı kızıyla konuşur.” dedi.
Ya annemin dedesi Huvaj Zeçeriy... Kafkasya’da kalan kız kardeşini
almak üzere tek başına yola çıktığı ve iki mevsim sonra döndüğü
anlatılırdı. Kanun koyarcasına konuşur, ayağa kalktığında bir
çınar gibi dimdik dururdu. Anneannemin babası Haj Kanbolet ise
gözlerinden şefkat akan bir yaşlıydı. Çubuğunu ağzına alır almaz
koşup ocaktan kor getirirdim. Bir ikindi üzeri ölüsü atın sırtında
gelmişti avluya. Yüz yaşını devirdikten nice sonra ecel onu at
sırtında yakalamış fakat eyerden alaşağı edememişti.
Ve Yençat, ve Kotsıbiy… Her biri başlı başına kraldı onların.
Konuşmazlardı, gülmezlerdi, sahi onlar ne şekil ademlerdi.
Kotsıbiy, Reyhanlı’ya gelen Çerkes kafilesinin reisi sayılabilecek
kişiydi. Çerkesler yeni yerleştikleri yurtlarına bu ailenin adına
hürmeten Kotshable adını verdiler. (1)
Bizimkiler Yemen’den Rumeli’ne Darül İslam’ın her köşesine
dağılmışlardı ama hiçbir yerde Reyhanlı’da olduğu kadar mutlu ve
müreffeh değillerdi. Yeryüzünün en verimli toprağına gelmişlerdi.
Nil Nehri çölü, Fırat Nehri kayayı suluyordu Amik ovasıyla
kıyaslandığında. Kopup geldikleri Kafkas’tan daha zengin bir
coğrafyaydı burası. Toprak doğurgan kadınlara benziyordu. Tohum,
Amik’te toprağa değdiğinde çatlar, Asi nehrinin suyu ile can
bulur, Akdeniz’in şehvetli sıcağında serpilirdi. Ne var ki yeni
gelenler çalışmaktan, terlemekten, yorulmaktan korkan insanlardı.
Yurtlarında toprağı ekip biçmeye alışmamışlardı. En az üç kuşak
boyunca savaşmaktan yaşamaya fırsat bulamamış göçmenler kısa
zamanda binlerce dönüm araziye sahip olmuş, fakat çalışmayı
öğrenememişlerdi. Bildiklerince yaşıyorlardı bu zengin kasabada.
Sahip oldukları arazileri yerlilere ekip biçtiriyorlardı.
Pihawa Hajzeçeri, Pihawa İbrahim, Şaguj Hasan ve daha nicelerinin
mülkünü yürüyerek dolaşmak mümkün değil idi. Buna rağmen her
Çerkes çocuğu Kafkasya hatıralarıyla büyütülüyordu. Kısa zamanda
zengin bir hayata kavuşan göçmenler babalarının terk ettiği o
kayalık vadileri unutamıyor, çocuklarına unutturmuyordu. Her gece
kurulan genç eğlencelerinde armonikanın yürek burkan nağmelerine
ses veriyordu kızlar. Her şarkının nakaratı idi “si loghune
sigojinsa!”(2)
Okula giden çocuklar Colan tepelerine kurulu Kuneytra adlı Çerkes
kasabasının ilk okulunda öğrencilere öğretilen Çerkesçe şiiri and
yerine okuyordu. Nasıl bir vatan özlemi vardı o şiirde “Adige xeku,
tixeminej siane daxe!” (3) küçücük yürekler her sabah dua
edercesine sesleniyorlardı yurtlarına. “adige xeku, tixeminej
siyane daxe!”
Korkunç bir yenilginin ardından tarumar olmuş bir halkın çocukları
olduğumuzu unutamıyorduk. Yurdumuzu hatırlayabilen yaşlılardan
karlı dağ doruklarını, bulanık ırmakları, yüzü kar beyazı
çocukların öyküsünü dinleyerek uyuyorduk her gece.
Alışmıştık Reyhaniye’ye… Çökeleğe, zahtere, zeytinyağına, kimyona
ve künefeye… Kafkas, bayır mahallesinin camisindeki yaşlı imamın
anlattığı cennet gibi bir şeydi bizim için. Varlığına şüphe
duymuyor ama ölmeden önce göremeyeceğimizi de kabulleniyorduk.
İçinde yaşadığımız geniş avlulu, havuzlu, fıskiyeli konak benzeri
evlerin, yeşil meyve bahçelerinin, sokaklarından ığıl ığıl suların
aktığı kasabanın güzelliğini gölgeleyen bir hatıra olarak kalmıştı
Kafkas.
Bir çocuk için kabus sayılabilecek hatıralarla dolu ömrümün ilk
yılları. Bir inat uğruna birbirinden ayrılmış ana babanın gözden
çıkardığı bir kurbandım ben. Demiri ocakta ısıtıp bende
soğutmuşlardı. Konuşması bir meleğin şarkı söylemesini andıran
yaşlı anneannemin yanında büyüdüm. Ben de başkalarında soğuttum
yüreğimin kor ateşini. Sırf bayır mahallesinin değil bütün
Reyhaniye’nin belalısıydım ben. Canını yakacağım her çocuk için
ayrı bir nar çubuğu hazırlardım. Kimin bahçesinden yemiş
çalınacak, kimin mahsulü yanacak, kimin elbiseleri dereye
atılacak… “ O yaptı diyordu herkes”… “Bu işi ondan başka hiç kimse
beceremez.”
Yirmi kadar eli sopalı afacanın çete başıydım. Apış Yaşar, Jane
Tahir ve Jane Yahya, Nazım Şenvar, Şaban Kotuk, Çızemıgu Hulusi,
Bage Recep, Lhepseriko Salih, Davur Ali… Bunlar Çetenin Çerkes
üyeleriydi. Akıncı kardeşler Osman, Mehmet ve Şair Türkmendi.
Muhammet Tahhan’ın çocukları Kürt, Nevvaf ile Abdulkarut ise Arap…
Grup halinde şarkılar söyleyerek gezerdik. “ Andi dik…” diye
başlayan ve bir horozun öyküsünü anlatan muzır bir Arapça
tekerlemeyi hep bir ağızdan tekrar ederdik.
Meyve bahçeleri neler çekerdi bizim elimizden. Ekili tarlalar,
asılı çamaşırlar, kasabaya yolu düşmüş yabancı çocuklar. Hele
Hüseyin Cemil… Yıllar sonra memleketin en vicdanlı fikir adamı
olup Cemil Meriç adıyla anılacak olan bu garip memur çocuğunun
korkulu rüyasıydık. Aramıza girmeyişi, yaramazlıklarımıza ortak
olmayışı sebebiyle muhalif cephedeydi o. Bir gün kafasını
yarmıştım taş atıp. Hatıralarında bahsettiği Reyhanlı’nın korkunç
çocukları bizdik işte.
Kasabanın tek okulunda öğretmenimiz İlyas Hoca ve Ömer Hilmi Tsey.
Zamanın gücü benim hafızamı örtmeye yetmiyor. Yaşıyor ve
hatırlıyorum. Hatırladıkça yalnızlığım daha çok koyuyor.
Yaşlılığın azabı geçmişi hatırlamak olsa gerek. O taş binayı, kara
tahtayı, tahtaya yazılmış yazıları, masaları, sıraları
unutamıyorum.
Reyhanlı’nın sabahlara kadar süren eğlencelerini bilirim. Yediç
Ferdavuz, Naciye, Blenağaptse Fazilet… Masallardan çıkmış Çerkes
kızlarıydı bunlar. Hatko Zehra, Reyhanlı ve çevresindeki Çerkes
kızlarının Thamadesiydi. Armonikayı en güzel o çalar, saatler
süren eğlenceleri büyük bir ağırbaşlılıkla idare ederdi. Kızlar
sabahlara kadar ayakta dururdu eğlence boyunca.
Annem bir melek kadar güzeldi o zamanlar. Hamrasız pudrasız yüzü
bir kağıt kadar beyazdı. Eğlencelerde değilse de evde bir
başınayken armonika çalardı. Çalar ve ağlardı.
Bir de futbol Takımı vardı Reyhanlı’nın. Çerkesce Yedi Yıldız
anlamına gelen Jogğobblı adlı bir futbol takımı. Yedi yıldız
bırakıp geldiğimiz Çerkes ülkesinin bayrağını simgeliyordu.
Fransızlar kendileriyle oynayacak bir rakip takım oluşturmak için
Reyhanlı’nın gençlerine futbolu öğretmişlerdi. Takımdan
hatırladıklarım Şükrü Huvaj, Şakir Huvaj, Nuri Attila Hatko, İzzet
Bağatur ve Kobli Musa. Maçın yapılacağı gün bir kalecileri
olmadığını fark ettiler. Yakınlarda bir yerde pamuk sulayan
Digu’yu buldular. Ona hızlı bir şekilde vazifesini anlattılar.
“Digu, bu iki direğin arasında bekleyeceksin. Direklerin arasından
top geçmesi o kadar ayıp bir şey ki, hani çok affedersin, şey gibi
bir şey… şu ayıp iş var ya, öyle bir şey, ha namusumuza
dahlettiler ha gol diye bağırdılar. Aman gözünü seveyim kuzum.
Bize haynape olmasın…”
Digu istemeye istemeye geçti kaleye, maç akşam karanlığı bastırana
kadar sürdü fakat Fransızlar Digu’nun beklediği kaleye bir tek gol
atamadılar. O günden sonra Digu Joggobli’nin as kalecisi oldu.
İsa, Musa ve Recep Kobli ailesinin üç oğluydu. Üçü de hayat dolu,
şakacı, şen gençlerdi. Birisi bakraç içinde ayran çalkasa
diğerleri oyuna dururdu. Takımın kurucusu Kobli Musa bir arazi
ihtilafı yüzünden bir başka Çerkes tarafından öldürüldü. Karısı
Fiji ve biri kız ikisi erkek üç çocuğu kaldı geriye. Bütün
Reyhanlı yas tuttu onun için. Musa’nın ölümden sonra Reyhanlı’dan
bir şeyler eksilip gitti. Kasabanın yaşlıları ailelerin arasına
girip bir kan davasını önlediyse de kasabadaki Çerkeslerin
arasındaki birlik ve güven zedelendi.
Reyhanlılıların Digu dediği kalecinin gerçek adı Şükrü. Lhışe
ailesinden Yençat'ın oğlu. Çerkes eğlencelerinde armonika çalan
bir başka delişmen gençti o. Ağlayan birini görse yanına oturup o
da ağlardı. İddiacı, hırslı ama bir o kadar zarif, bir o kadar
anlayışlı bir insandı.
Çerkeslik kendi içinde bir sürü zıttı barındıran kurallar
bütünüydü çünkü. Kibir alçakgönüllülükle, asalet kölelikle, kadın
erkekle yan yanaydı. Her şeyin sırası vardı, her hareketin anlamı.
Hayatın her merhalesi farklı seremonilerle süslenmişti. Her fert
cemiyet indeki yerini ve vazifesini bilirdi. Suriye’deki Fransız
idaresinin paralı askerlerini oluşturan Çerkes alayının kasabaya
gelişini hatırlıyorum. Dört yüz atlı yarım saat içinde kasabadaki
evlere dağıtılıp konuk edilmişti. Dört yüz atlı yedirilmiş,
içirilmiş, dinlendirilmiş, elbiseleri temizlenmiş, atları tımar
edilmiş ve birkaç gün konuk edildikten sonra uğurlanmıştı.
Yaşlandıkça hafızanın zayıflaması Hakkın bir lütfu imiş, anladım.
Ben unutmuyorum, ben unutamıyorum. Hatırladıkça canımı acıtan bir
sürü hatıra var zihnimde. Oysa unutup bahtiyar olmalı… unutup
yaşadığın anı fark etmeli. Hayat dedikleri şeyin dünle ilgisi yok.
Hayat bugün, hayat şu an benim hatırlayıp ağladığım andan ibaret. |