|
|
................... |
|
................... |
TEKNOLOJİK
GELİŞMELERİN HALK KÜLTÜRÜNDEKİ DEĞİŞİME ETKİSİ:
ERTUĞRUL
KÖYÜ ÖRNEĞİ |
M. Tekin Koçkar
|
|
|
................... |
|
................... |
1. Giriş
Kültür, içgüdülere ve kalıtıma bağlı değildir. Her insanın
doğduktan sonraki yaşantısı içinde kazandığı davranış biçimleri
ile oluşur. Topluluk hayatı olmaksızın kültür söz konusu olamaz.
Kültürün unsurları aynı topluluğun diğer üyeleriyle bir sosyal
grup oluşturularak elde edilir. Bir grubun üyeleri tarafından paylaşılan alışkanlıklar, kabul
edilen davranış, tutum ve değerler o grubun kültürüdür (Tavkul,
1998, s.25). Geçtiğimiz son yirmi yılın, Anadolu Halk Kültürü’nün
hızlı değişim sürecine, gelişen teknolojinin de yardımıyla büyük
ölçüde etki etmiş olduğu görülmektedir. Teknolojik kayıt
olanaklarının artması ile bu değişim sürecine tanıklık etmek de
kolaylaşmıştır.
Küreselleşme sürecinden etkilenen Anadolu köylü yaşamı, iletişim
araçlarının yaygınlaşması, ulaşım olanaklarının artması, eğitim
sürecindeki değişikliklerle birlikte, köy nüfusundaki artış,
sanayinin gelişmesi ve buna bağlı olarak tarım alanlarının
azalması, kendi kendine yetememe gibi etmenler, köylünün ekonomik
ve sosyal yaşamında büyük değişikliklere yol açmıştır. Bu da
geleneksel yaşamın terk edilmesi, köyden kente ya da başka
ülkelere göç etmek gibi çeşitli kaçış yollarının aranmasına neden
olmuştur.
Bu süreç kültür değişimini de hızlandırmıştır. Geleneksel kültürün
korunmasını sağlayan ataerkil aile düzeni, yaşlılara saygı
gösterme, akranlar arası ilişkiler, çocuk bakımı, geleneksel
barınma ve diğer sosyal kurumlar yerini yeni teknoloji ürünlerine
bırakmaktadır. Bu değişimin yerinde saptanması amacıyla yukarıda
sözü edilen değişim sürecini yaşamış bir göçmen köyü olan
Eskişehir ili, Sivrihisar ilçesi, Ertuğrul köyü örnek olarak
seçilmiştir.
2. Ertuğrul Köyü Tarihçesi
Osmanlı Devleti ekonomik ve siyasî açıdan en güçsüz dönemini
yaşadığı XIX. yüzyılda, kaybettiği sınırları dışından kendi
topraklarına yönelen büyük bir göç akımı ile karşı karşıya kaldı.
Balkanlar’dan, Kırım’dan ve Kafkasya’dan Osmanlı devletine sığınan
Türk ve Müslüman kitleler, Osmanlı devletinin uyguladığı iskân
politikası neticesinde Anadolu, Orta Doğu ve Rumeli’deki Osmanlı
topraklarına yerleştirildiler.
Osmanlı devletine sığınan göçmenler, yeni yerleştirildikleri bu
topraklara maddî ve manevî kültür unsurlarını da birlikte
getirmişlerdi. Her göçmen grubu kendi yöresinde yaşattığı
gelenekleri, dili, aile yapısı, geleneksel hukuk kuralları, inanç
sistemleri ile beraber Osmanlı topraklarında yeni bir hayata
başlamıştı. XIX. yüzyıldaki bu göç dalgasıyla birlikte Osmanlı
toplumunun sosyo-kültürel yapısı da kendisine yabancı bu
unsurlarla kaynaşmaya çalıştı. Bu temas kimi zaman kültürler
arasında etkileşim ve uyum sürecine girerken, kimi zaman da
çatışma ile sonuçlandı. Kısacası Rumeli, Kırım ve Kafkasya
göçmenleri Osmanlı devletinin sosyo-kültürel yapısında önemli
etkilere yol açtılar (Tavkul, 2001, ss.33 – 54).
XIX. yüzyıl başlarında Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına küçük
sayılarda göç hareketlerine rastlansa da, asıl toplu göçün 1858
yılında başladığı bilinmektedir. 1853 – 1855 yılları arasındaki
Kırım savaşının Paris antlaşması ile sona ermesinin ardından Rus
Çarı II. Aleksander, ordusunun bütün gücünü Kafkasya’ya yöneltmiş
ve Kafkasya’nın kesin olarak ele geçirilmesine karar vermişti (Habiçoğlu
1993, s.50). 1857 yılında Rus ordusu kuzeyde Terek ırmağı havzası
ve Dağıstan’ın Hazar denizi kıyılarından hücuma geçerken, güneyde
Kafkas ötesindeki Gürcistan üzerinden de üçüncü bir saldırı
başlatmıştı. 6 Eylül 1859’da Rus ordusu tarafından kuşatılan İmam
Şamil komutasındaki Kafkas savaşçılarının Ruslara teslim
olmalarıyla Kafkasya’nın Dağıstan ve Çeçenistan bölgeleri
Rusya’nın hâkimiyeti altına girmiş, batı Kafkaslardaki Adige,
Abhaz ve Karaçay-Malkar bölgelerinde Ruslara karşı savaş gittikçe
kızışmıştı. İnsan, silah ve malzeme kayıplarını Rus saldırıları
karşısında telafi edemeyen bu halklar da giderek Rusya karşısında
yenilgi ile karşı karşıya gelmişlerdi. 1863 yılı sonbaharında
Abzeh, Şapsığ ve Ubıh kabileleri büyük kitleler halinde Osmanlı
devleti topraklarına göç etmeye başlamışlardı. 1864 yılı
başlarında Abzeh ve Şapsığ kabilelerini kesin yenilgiye uğratan
Ruslar, mücadeleye devam eden Ubıhları da 6 Mart 1864’te teslim
aldılar. Batı Kafkasya’nın dağ etekleri ve ovalarında yaşayan
Adige kabileleri Rusya’nın hâkimiyeti altına girerken
Karaçay-Malkarlılar gibi dağlı kabileler Kafkas dağlarının sarp
vadilerindeki köylerine çekilerek Rusya’nın Osmanlı devletine göç
etmeye zorladığı diğer halklardan ayrıldılar.
1858–1864 yılları arasında yüz binleri bulan toplu bir göç
hareketine maruz kalan Kafkasya’dan 1865–1907 yılları arasında
165.000 Kafkasyalı muhacir daha Osmanlı devleti topraklarına göç
etmişti (Habiçoğlu 1993, s.73). Böylece 1855–1907 yılları arasında
Osmanlı devleti topraklarına göç eden Kafkasyalıların sayısı 600
bin’i geçmişti.
1861 yılındaki göçlerde çoğunlukla Dağıstanlıların göç ettikleri
görülürken, 1863 – 1864 yıllarındaki toplu göçlerde Adige ve Abaza
kabilelerinin çoğunlukta olduğu dikkati çekmekteydi. Bu göç
sırasında Ubıhların tamamı Osmanlı devleti topraklarına göç
ederken, Abzeh, Şapsığ, Natuhay, Jane, Temirgoy kabilelerinin
büyük çoğunluğu, Besleneylerin ise yarısı Osmanlı topraklarına göç
etmişlerdi. Kabardeyler ise bu göçten fazla etkilenmemişler ve
nüfuslarının büyük çoğunluğu Kafkasya’da kalmıştı. 1877 – 1878
Osmanlı-Rus savaşı sonrasında da Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına
göçler hız kazandı. Bu dönemde Abhazların büyük bir bölümü Osmanlı
topraklarına göç ettiler. Elbrus dağı çevresindeki sarp dağlık
arazide yaşayan Karaçay-Malkarlılar da göç hareketinden
etkilendiler ve 1885 yılında Osmanlı topraklarına küçük bir göç
kafilesi gönderdiler. Karaçay-Malkarlıların ikinci büyük göç
hareketi 1904 yılında gerçekleşti. Bu sırada Rusya’da yaşanan
Burjuva Devrimi hareketlerinin yanı sıra, Japonlarla savaşacak Rus
ordusuna Karaçay’dan zorla asker alınması ve diğer nedenlerden
dolayı Karaçaylılar Anadolu’ya göçlere başladılar (Tavkul, 2001).
Bugün, Rusya Federasyonu’nda Kuzey Kafkasya Bölgesinin
Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti sınırları içerisinde yer alan Karaçay
bölgesindeki Teberda, Duut, Cazlık, Uçkulan, Kart-Curt, Hurzuk,
Uçköken ve Cögetey bölgeleri ile Balkar bölgesinde yer alan Çegem,
Holam, Baksan ve Bızıngı bölgelerinden Anadolu'ya yapılan zorunlu
göç 1904 yılının Ağustos ayında başladı... Osmanlı misyonerleri
olan Efendi'lerin de katkısıyla bu bölgelerden yola çıkan 1200
hane (Her hanenin 8-12 kişiden oluştuğu düşünülürse yaklaşık 10
bin kişi) uzun ve yorucu bir yolculukla Sohum ve Novorosiysk
limanlarına Eylül ayının sonlarına doğru ulaştı. Burada haftalarca
"Kutsal Topraklar" (Mekke-Medine)'a gitmek için bekletilen
mülteciler, hastalık ve açlığın yanı sıra Kazak’ların
saldırılarıyla da mücadele ettiler. Haftalar sonra nihayet bulunan
gemilere bindirilerek Kasım ayı sonlarına doğru İstanbul ve İzmit
limanlarına binlerce kayıp vererek ulaştılar.
Limanlarda karantina altına alınan Karaçaylılar haftalarca
bekletildikten sonra karantinadan çıkarılarak Anadolu içlerine
dağıtılmak üzere tekrar yollara düştüler. Bir grup Yalova-Çınarcık’a
yerleştirildi. Büyük bir kısmı da Ankara’ya getirilerek Gölbaşı
civarında çadırlarda aylarca tutuldu. Bu süre zarfında taş, kerpiç
ve kamış damlı evlerden oluşan ve dönemin hükümeti tarafından
yaptırılan Ankara-Yağlıpınar, Konya Başhüyük,
Eskişehir-Sivrihisar-Ertuğrul (Yakapınar), Afyon-Gökçeyayla
(Kilise) köylerine yerleştirildiler.
Atayurtlarından çeşitli zorluklar ve entrikalarla uzaklaştırılan
Karaçaylıların göç etme gerekçelerini, bu süreçte yaşananları
yaşlılarımızdan bazıları şöyle anlatıyor:
1889 Kafkasya doğumlu Bolur Ailesinden Çakga (Ölümü 1988);
“Köyümüzden yediyüz hane çıkmıştık. Bu yediyüz hane büyük
yolculuğa çıkmak istememiştik. Ama köyümüzün Hacı Efendisi çok
kızmıştı… Bir gün Cuma namazından sonra Hacı Efendi: “…İstanbul’a
pasaport alıp gidemeyenler için bu Kuban nehrinin suyu domuzun
kanı gibi olsun.” dedi. Böyle söyler söylemez hepimiz yola büyük
hazırlık yaparak çıktık. Gemilerle İstanbul’a vardık. Padişah önce
bize çok kötü yerler vermişti… Bizim yaşlılarımız da Padişah’a
gümüşlü elbiselerle süsleyerek, bey kızı gibi giyindirip üç köle
kızı verdiler... Onları kandırdık… Ondan sonra bize iyi yerleri
verdi… (…) Orada çok köyümüz vardı. Kafkasya’da…(…) Şimdi bu
ülkeyi bize nasib eden Tanrı bizi cennete göndermiş diye
düşünüyorum ve o kadar çok seviniyorum” (KOÇKAR, 1986)
1905 yılının Haziran ayında Sultan Abdülhamit dönemindeki göç
politikaları çerçevesinde yaptırılan toprak damlı, kerpiçten
yapılmış evlere yerleştirilen Karaçaylılar yakın zamanlara kadar
kendi geleneksel kültürlerini sürdürmenin yanı sıra çevre
köylerden etkilenip onları da etkileyerek yaşamlarını sürdürmeye
çalıştılar. Anadolu köylüsü ile birlikte Çanakkale, Trablusgarp ve
Musul’da Birinci Dünya Savaşına, İnönü, Dumlupınar’da Ulusal
Kurtuluş Savaşına katıldılar. Yunan İşgalini, İkinci Dünya Savaşı
ile Kore Savaşı’nın hatta Kıbrıs harekâtının acılarını yaşadılar.
Çanakkale Savaşı’nda yalnızca Ertuğrul Köyü’nden 64 şehit
verilmiştir.
Bu arada, 1921 – 1948 yılları arasında Avrupa’daki değişik
ülkelerde yaşayan ve çeşitli nedenlerle Sovyetler Birliği’nden
kaçmış olan, Türkçe konuşan ve Müslüman olan halkların Türk
Hükümeti tarafından göçmen olarak kabul edilmesi ile birlikte
Türkiye’ye gelen yüzlerce Kafkasyalı göçmen İstanbul, Ankara,
İzmir, Eskişehir, Bursa, Adana gibi büyük şehirlere çeşitli iş
olanakları sağlanarak yerleştirildiler. Ancak 1960’lı yıllardan
itibaren Birleşmiş Milletlerin tanıdığı Göçmen Statüsü nedeniyle
bir kısmı Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etti. Daha önce
göçmen gelen diğer grupların da bir bölümü yine aynı statüden ve
akrabalık ilişkilerinden yararlanarak bu göç dalgası ile ABD’ye
göç ettiler
1990’lı yıllarda göç yasalarındaki zorlaştırmalara rağmen yine
evlenme, işçi çağırma gibi değişik yollarla ABD’ye göç sürdürüldü.
Son durumda Ertuğrul köyü ile birlikte, Anadolu içerisine dağınık
olarak yerleşmiş olan köylerden yaklaşık her aileden bir veya
birkaç kişi olmak üzere % 45’e yakın Karaçaylı, ABD’ne göç etti.
Ertuğrul köyü bu göçün ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan en
fazla etkilediği köylerden biri olarak göze çarpmaktadır.
3. Ertuğrul Köyündeki Gelişme Süreçleri
3.1. Sosyo-Ekonomik Açıdan:
Kafkasya’daki yaşamlarında hayvancılığı çok iyi bilen Karaçaylılar,
küçük ve büyük baş hayvan bakımı ile at bakımını birer meslek
edinmişlerdi. Ertuğrul Köyü’ne 150 hane ve 1200 kişi kadar
yerleşmelerine rağmen iki yıl içerisinde birçoğu sıtma ve tifo
gibi bulaşıcı hastalıklar nedeniyle yaşamlarını yitirdiler. Kısa
sürede köy nüfusu yarı yarıya azaldı. İş olanaklarının kısıtlılığı
nedeniyle çobanlık ve hayvan bakıcılığı için civardaki dağ
köylerine dağıldılar.
Balkan ve Kafkas göçlerinin Osmanlı’ya yaptığı sosyo—ekonomik
etkileri araştıran Doç. Dr. Gülfettin Çelik, “19’uncu yüzyılda
zirai üretimde emek problemi çok açık ortadadır. Ancak, o problemi
aşmaya yeni bir imkân olmuştur göçler. Bir yönüyle bir felaket
gibi olan bir gelişme, bu dönemde ekonomiyi yeniden organize etme,
ekonomiyi canlandırma noktasında da Osmanlı için bir avantaj
olmuştur” diyor. Bu göçler sırasında yerleşimle ilgili birçok
problem de yaşanmıştı. Haydarpaşa’dan Bağdat’a kadar uzanacak
demiryolu inşa edilirken, özellikle Ankara–Eskişehir bölgesinde
çok büyük yerleşim alanları mevcuttu. Almanlar B Planı projesi
dâhilinde Bağdat’a kadar uzanan bölgeyi kontrol altına almak için
buralara Alman kolonileri yerleştirmek istedi. Sultan Abdülhamit
buna izin vermedi. Demiryolu güzergâhı hattına çok yoğun olarak
Kafkasya göçmenlerinden oluşan nüfus yerleştirdi (Akdağ, 2004).
Osmanlı devletinin Kafkas göçmenlerinin iskânı ile görevlendirdiği
Muhacirin Komisyonu’nun iskân memurları Kafkas göçmenlerinin
Anadolu halklarından farklı gelenekleri, dünya görüşleri, dilleri,
aile yapıları ve hukuk sistemleri ile karşılaşmışlardı. Özellikle
Kafkasya halklarının toplumsal yapılarında son derece önemli bir
yeri olan sosyal tabakalaşma sistemi ve kölelik kurumu Osmanlı
devletinin iskân politikasında sıkıntılara yol açıyordu. Toplumsal
düzenlerine ve geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olan Kafkas
muhacirlerinin bu tutumları Osmanlı devletini iskân işlerinde
çözülmesi güç bir problemle karşı karşıya bırakmıştı (Tavkul,
2001, s.33).
1914 yılına kadar geçen süre, bu göçmenlerin yerleşmelerini
tamamlamaları için geçen süreç olarak geçti. Bu tarihten sonra
başlayan I. Dünya Savaşı’nda göçmenler tekrar yokluk, kıtlık ve
göçle karşılaştılar. Birçok genç ve orta yaşlı erkek savaşa
katıldı. Ekonomik güçlükler kalanların da bir bölümünün göç
etmesine yol açtı. Ancak her şeye rağmen Yakapınar köyü bu
olumsuzluklara direndi.
Cumhuriyetin ilanı Yakapınar için gerçek bir kurtarıcıydı. Ulusal
Kurtuluş Savaşı’nda köyün hemen tüm erkeklerinin savaşta olmasına
rağmen köy kadınları kalan hayvanlarına bakarak, tarlalarda
çalışarak yaşlı ve çocukların hayatta kalmalarını sağladılar.
Cumhuriyet’le birlikte köy yaşamına savaştan sağ olarak dönen
erkeklerin de katılmasıyla yeniden canlanan köy yaşamı 1950’li
yılların sonuna kadar küçük ve büyük baş hayvan bakımı, atçılık,
tahıl ve ayçiçeği ekimi gibi gelir kaynakları sayesinde artarak
sürdü. Bu yıllarda yaklaşık 1000 nüfuslu köyde 27 bin küçükbaş,
1200 sığır, 3000’e yakın da at bulunduğu sanılmaktadır. 1950
yılından sonra ortaya çıkan Türkiye’deki hızlı ekonomik
gelişmeler, doğal olarak Yakapınar köyünü de etkiledi. Bu
tarihlerde yapılan Marshall Yardımı çerçevesinde kimi köylüler
aldıkları ucuz kredi ve yardımlarla makine tarımına yöneldiler.
Böylelikle kısa zamanda ekonomik gelirlerini arttırdılar. Ancak
geleneksel tarımda ısrar eden köy çoğunluğu ise mal ve hayvan
varlıklarını ellerinden çıkarmaya yöneldiler. Kısa sürede
fakirleşen köylü bulduğu fırsatları değerlendirerek büyük
kentlere, Eskişehir’e ve daha önce belirtildiği gibi A.B.D.’ye göç
ettiler. New Jersey eyaleti, Paterson kentinde küçük bir koloni
kuran bir kısım Karaçaylılar burada yaşamlarını sürdürmeye devam
etmektedirler.
1985 nüfus sayımında 568 olan köy nüfusu (Bice, 1991, s.123), son
yıllarda kente ve A.B.D.’ne yapılan göçlerle hane sayı 70’e köy
nüfusu da 300’e kadar düşmüş durumdadır. Köyde bulunan her aileden
bir ya da birkaç kişi A.B.D.’de yaşamaktadır. Köyde kalanlar ise
tarım ve hayvancılık açısından Türkiye genelinde yaşanan ekonomik
problemler nedeniyle oldukça zorluk çekmektedirler. Bugün köydeki
büyükbaş hayvan sayısı toplam 50 civarında, küçükbaş hayvan sayısı
5000 civarında, Kafkasyalıların efsanelerine konu olan at ise hiç
yoktur. Köydeki kimi aileler de A.B.D.’de yaşayan akrabalarından
gönderilen bir miktar döviz sayesinde geçimlerini sağlamaya
çalışmaktadırlar.
3.2. Kültürel Açıdan:
Karaçaylılar Kafkasya’dan Türkiye’ye göç ettiklerinde orada
yüzyıllardır sürdürdükleri yerel kültürlerini ve geleneklerini de
beraberlerinde getirdiler. Anadolu gelenekleri ile pek fazla
benzerlikleri olmayan bu gelenekler, çevre köyler tarafından çok
yadırgandı ve yıllarca dışlandılar. Bu da yerel çatışmalara yol
açtı. Koçkar ailesinden Tahir’in 1960’lı yıllarda yazdığı şu ağıt,
o yıllarda çekilen sıkıntıları dile getirmesi bakımından önemli
bir belge niteliğindedir:
Ben anlatayım Kilise Köyü’nün[2] karanlık hikâyesini
Türk Devletinin bize yaptığı büyük kötülüğü
Biz çıkmıştık Büyük Teberdi’den[3] sevinçle
O güzel Kafkasya’dan kopup geldik Türk ülkesine
Büyük gemilere doldurup bizi taşıdılar
Tüm akraba ve dostlarımız bizi ağlayarak uğurladılar
Şam’a gidiyoruz diye akraba ve dostları bırakıp gittik
Karadeniz’i uzunlamasına yarıp geçtik
Müslüman ülkedir diye gelip indik İstanbul’a
Siz asıl dinleyin bundan sonraki kötü haberleri
Padişah Sultan Hamit bizi Konya Şehri’ne gönderdi
Orada barınamadık geldik Kilise yaylalarına
Çam ağaçları, soğuk akan sular, büyük dağlar,
Yaşlılarımız görür görmez burasını, çok sevindiler
Büyük Teberdi’yi burada da bulduk, ne güzel dediler
Çok beğendiler: Buradan daha iyi bir yer nerede bulunur dediler
……
Bir tarafından tutup saydım bize verilen yerleri
Türk Hükümetinin bize verdiği o yayla yerlerini
Türkmen köyleri ise bu yaylalar için bizi kötü gördüler
Tam altmış yıl kavga, dövüş, azap çektirdiler
Onlar çok fazlaydı, onsekiz köy idiler, gücümüz yetmedi
Biz şikâyet ettik hükümete, onlar doğru yapmadılar
Dilekçelerimize olumsuz cevap verdiler
“Kafkazdan geldiniz siz, Çerkessiniz” diye horladılar
Bize verilen tarlaları biz sürmüştük
Üstümüze gönderdiler Türkmen köylülerini
Çatma yolundan dizilip geliyorlar Türkmen kağnıları
Beyaz akbabalar gibi toplanıp geliyorlar Türkmen sürüleri
……
Biçiminde, o dönemde yaşanan kavgaları ayrıntıları ile uzun
uzadıya anlatan bir destanımsı ağıt olarak sürüp gidiyor.
Karaçaylılarda üç sosyal tabaka vardı: 1- Biy veya Tavbiy (prens),
2- Özden (Soylu, hür köylü), 3- Kul (köle-serf). Biy veya Tavbiy
adı verilen prensler Karaçaylıların siyasî yapısında söz sahibi
olan ve halkı yöneten tabakaydı. Özden adı verilen soylular ise
kimi zaman ekonomik açıdan biy (prens)lerden daha güçlü olsalar
bile yönetimde söz sahibi değillerdi ve biy’lere bağlıydılar. Kul
adı verilen köle tabakası hiç bir özgürlüğe ve maddî varlığa sahip
değildi. Bunlar alınıp satılabilirdi. Genellikle komşu Kafkas
halklarından esir edilen ya da satın alınan kişilerden
oluşurlardı. Anadolu topraklarına yapılan göçte Osmanlı devletinin
iskân politikasına karşı çıkan Kafkasyalılar, Kafkasya'da sahip
oldukları toplumsal yapıyı, sosyal tabakalaşma sistemini ve
kölelik kurumunu Osmanlı topraklarında da devam ettirmeyi
istiyorlardı. Bu konuda özellikle kabilelerin reisi konumundaki
biylerin ve hür tabakayı oluşturan özdenlerin ısrarlı oldukları
dikkati çekiyordu. Kafkasya’da kabileleri üzerinde büyük bir nüfuz
ve imtiyaza sahip bulunan bu tabakalar, sahip oldukları gücü
Osmanlı topraklarında da kaybetmek istemiyorlardı. Bu yüzden
Osmanlı devletinin iskân politikasına müdahale ederek, toplu bir
biçimde, müstakil ve büyük köyler halinde iskân edilmeleri
konusunda ısrar ediyorlardı (Tavkul, 2001, s.52). Başbakanlık
Osmanlı Arşivleri'nin İrade Defterlerinin Meclis-i Vala bölümünde
yer alan 22848 sayılı tezkirede, Amasya Mutasarrıfı Abdülhamid
Ziyaeddin bey Osmanlı devletine yazdığı 18 Şubat 1864 tarihli
raporda Kafkas göçmenleri arasında varlığını devam ettiren kölelik
kurumu hakkında İstanbul’a bilgi vermektedir (Saydam 1997, s.139).
Abdülhamid Ziyaeddin Bey raporunda “Kafkas muhacirleri
memleketlerinde alışmış oldukları vahşi âdetin burada da
bozulmamasını istemektedirler. Zira her kabile ve oymağın bir
veyahud birkaç beyi bulunarak kabile halkı bunların hüküm ve
zorbalığı altında bulunmakla alışmış oldukları ve büyük bir nüfus
aileleri ile birlikte kendilerinin esareti altında bulunmuş
olduklarından Osmanlı devletine geldiklerinde dahi eski âdetlerini
terk etmeyip, kabile ahalisi devlet ve hükümet bilmeyerek kendi
beyini en büyüğü tanımakta ve onların emir ve tehiyyeleri üzerine
hareket etmektedirler.” demektedir.
Kafkasya'da sahip oldukları köleler üzerindeki mülkiyet haklarını
Osmanlı devleti toprakları üzerinde de devam ettirmek arzusunda
olan Kafkasyalıların prens ve soylu-hür tabaka mensupları arasında
devlete karşı bir memnuniyetsizliğe yol açmamak için, Osmanlı
hükümeti ve Muhacirin Komisyonu bunların isteklerine açıkça karşı
çıkmıyordu. Amasya Mutasarrıfının yukarıdaki tezkiresinde bu
konuda “Kafkas muhacirlerinin ümerası (beyleri) esirlerini ve
kabilelerini acı ve sıkıntı vererek kullanmaya alışmış
olduklarından ve bu durum Osmanlı devletinin kanun ve adaletine
aykırı bulunduğundan hin-i iskânda ümera (beyler) ile köleleri ve
oymak kabileleri mümkün mertebe başka başka mahallere iskân
olunacaktır” denilmektedir.
İskân komisyonları köleler için de toprak tahsis etmekte, ancak
bunların tapularını onların mülkiyetlerini ellerinde tutan
efendileri üzerine yapmaktaydılar. Bu durumda kendisine toprak
tahsis edilen kölenin bu toprak üzerinde hiçbir hakkı
bulunmuyordu. Bu duruma itiraz eden köle tabakasına mensup Kafkas
göçmenlerinin istekleri Osmanlı hükümeti tarafından kabul edildi (Habiçoğlu
1993, s. 171). Böylelikle Kafkasya göçmenleri arasındaki sosyal
tabakalaşma düzeni resmi olarak kaldırıldı. Ancak Osmanlı
Devletinin Kafkas göçmenleri arasındaki sosyal tabakalaşma ve
kölelik kurumunu ortadan kaldırmaya yönelik yaklaşımı sayesinde
Kafkas göçmenlerinin toplumsal yapılarında önemli bir yer tutan bu
kurum, Kafkas göçmenlerinin dağınık bir şekilde iskân
edilmeleriyle yavaş yavaş etkisini kaybederek ortadan kalktı.
Farklı kabilelere mensup Kafkas göçmenleri arasında Kafkasya’daki
eski aile ve soy adlarının kullanılmaya devam edil mesi ve hangi
ailenin hangi sosyal tabakaya mensup olduğunun bilinmesi Kafkas
göçmenleri arasında şeklen de olsa biy, özden ya da kul soyundan
gelenler biçiminde bir ayrımın yaşanmasına neden oldu. Böylece,
sosyo-kültürel yapılarını bir asimilasyon sürecinde yaşamalarına
rağmen koruyabilen Kafkasya göçmenlerinin, eski toplumsal
yapılarına ait izler günümüze kadar ulaşmayı başardı (Tavkul,
2001, s.54).
Kendi aralarında akraba evliliği yapmayan ve yabancıdan evlenme
gelenekleri bulunmayan Karaçaylılar sosyal açıdan, son yıllara
kadar bu geleneklerini de korudular. Bu gelenek Karaçaylıların geç
evlenmelerine ve az çocuk yapmalarına da neden olmaktadır.
Ortalama evlenme yaşı erkeklerde 30, kadınlarda 25 civarındadır.
Karaçaylıların en önemli geleneklerinden birisi de
konukseverlikleridir. Gökçe’ye göre: “Bütün Çerkesler
misafirperverdirler. Hane sahibi bey, onlarda vaki sınıflamaya
göre, misafiri bayağı üçüncü sınıftan, kendisi birinci sınıftan
adam olsa, yine ev sahibi misafirin huzurunda oturmayarak, ayakta
onun hizmetini gördüğü gibi, gerektiği an gece sabaha kadar
uyumayıp misafirin korur. Giydikleri elbiseler birbirlerine çok
benzediğinden fakir ve zenginleri ayırt edilemez. Ayrıca fakirleri
zengin ve zenginleri de kolay kolay fakir olamazlar. Çünkü
kardeşlik iddiasında olduklarından, birine lazım olan ne ise
diğerlerinden ister, o da yok demeden vermek suretiyle elindeki
fazlalığı da bu suretle tüketmiş olur” (Gökçe, 1979, s.48).
Günümüz koşullarında bu geleneğin ayrıntısıyla sürdürüldüğünü
söylemek zor. Ancak Anadolu’da Kafkasya göçmenlerinin
konukseverliği konusunda hala övgüyle söz edildiği bilinmektedir.
Karaçaylılar ve diğer Kafkasya göçmenleri arasındaki en önemli
geleneklerden birisi de “düğün” geleneği’dir. Düğün, Kafkasyalılar
için yaşamın çok önemli bir parçasıdır. Düğün yapmak için mutlaka
evlenme olması gerekmez. Konuk ağırlama-uğurlamada, askere
uğurlama-karşılamada, sünnette, kış eğlencelerinde, hasat
eğlencelerinde… Kısaca her fırsatta köyün genç kız ve
delikanlıları “düğün” yaparlar. Düğün için birkaç kız ve erkeğin
bir araya gelmesi yeterlidir. Hemen bir mızıka ya da akordeon
bulunur, içlerinden bir ya da birkaçı mutlaka bu çalgıyı çalmayı
bildiklerinden, bir delikanlı bir kızı ortaya davet eder. Müzik
sesiyle birlikte önce “Tüz Tepseu-Kaafe”, ardından, “Wuig”, “Simd”,
“Lezginka” ve “Apsuva” gibi geleneksel danslar oynanır (Koçkar,
1987). Yorulunca dinlenmek amacıyla “Şap şap -Şaps” denen el vurma
oyunu oynanır. Bu sırada akraba olmayan gençler arasında
“Samarkav” başlar. Samarkav bir çeşit genç kız ve erkeklerin
tanışma, şakalaşma, birbirlerinin kişiliklerini söz ile sınama
geleneğidir. Bu gelenek ile gençler evlilik öncesi birbirlerini
tanıma fırsatı bulurlar ve evlenecekleri eşlerini seçebilirler.
Samarkav geleneği yalnızca düğün sırasında yapılmaz. Başka
fırsatlar da yaratılmaya çalışılır. Yakapınarda, kuruluşun ilk
yıllarında köy çeşmesi yalnızca bir taneydi ve köye 500m
uzaktaydı. İkindi vakti yaşlılar mescitte toplanmaya
başladıklarında köyün genç kızları kovalarıyla su almak için
çeşmeye gelirlerdi. Köy delikanlıları da çeşmenin etrafında
yerlerini alırdı. Burada sıraya geçen kızlar gürül gürül akan
sudan kovalarını doldurmadan önce uzunca bir süre çalkalayarak,
sonra da temiz dolsun diye dolan kovayı bekleterek çeşme başında
mümkün olduğu kadar uzun zaman kalmaya çalışırlardı. Bu sırada da
Samarkav yaptıkları delikanlılar ile konuşma ve şakalaşma fırsatı
bulurlardı. Bazen kovası dolduğu için, eve geç kalmak korkusuyla
kızlar Samarkav’ı bitirmeden ayrılırlardı. Samarkav’ı bitmeyen
delikanlı, küçük yaşta bir çocuğa şeker ya da para vererek biraz
çeşmeden uzaklaşan kızın kovasına bir avuç toprak attırırdı.
Kirlenen suyu doldurmak için genç kız tekrar çeşme başına
geldiğinde Samarkav devam ederdi.
Bu gelenek köydeki çeşme sayıları arttığında da devam etti. Ancak
1990’lı yıllarda dağdan getirilen yeni su, büyük bir depo
aracılığıyla evlere kadar getirilince bu güzel gelenek de sona
erdi.
Yakapınar köyü’nün sonbahar ve kış eğlencelerinin başında geceleri
yapılan kışa hazırlık imeceleri ve kışın yapılan gençlerin davet
toplantıları gelirdi. Kış yiyeceklerinin imece usulü hazırlanması
için yapılan toplantılarda yine gençler düğün yapar, çeşitli
oyunlar oynarlardı. Elektrikle birlikte köye Televizyonun girmesi,
kanalların çoğalması ve dizi filmler, bu kış eğlencelerini de sona
erdirdi. Şimdi gençler artık evlerine kapanıp dizi film seyretmeyi
yeğlemektedirler.
Yakapınarda Köy yaşamında önemli bir yer tutan ve “urunuu” denen
imece geleneği yaşamın her alanında çok önemli bir yer
tutmaktaydı. Bunlardan birkaçını şöyle sıralamak mümkün; Köyün
ortak malı olan çayırlardan imece usulü biçilen otlar herkese
besledikleri hayvan oranında dağıtılırdı. Bu çayırların
parsellenip dağıtılması sonucu bu gelenek de kalktı.
Fırın yakmak köyde zor işti. Fırın yakmak isteyen bir aile köyde
ekmek ya da hamur işi ihtiyacı olanlara haber verir, fırın ortak
olarak yakılırdı. Bunun için gerekli tezek, saman ve çalı-çırpı
komşular tarafından getirilirdi. Yakılan fırında ekmek ya da hamur
işlerini pişiren kadınlar bir araya gelip konuşma, dedikodu yapma,
örgü örme gibi işleri de yapma fırsatı bulurlardı. Yakapınar’ın
bağlı olduğu Sivrihisar ilçesindeki fırından düzenli olarak ekmek
gelmesiyle birlikte bu fırın yakma geleneği de sona erdi.
Köyün genel imece işlerinden en önemlisi harman yapma, buğday elde
etme ve yakındaki köyün değirmenine götürerek un elde etme idi.
Makine tarımına geçen köylü artık bu imeceyi de bıraktı. Büyük
arazi ekip biçenler makineleri ile satışlarını toptan yaparak ya
da siloya vererek bu imece işine de son verdiler.
Karaçaylıların Kafkasya’dan getirdikleri geleneksel yaşam biçimi
bunlarla sınırlı değildi. El sanatları (Keçe yapımı, saraçlık-deri
işlemeciliği, tahta oymacılığı, yorgan yapımı v.b.), Halk
oyunları, Halk dansları, Halk şarkıları, Halk edebiyatı ürünleri,
süt ürünleri hazırlama (Kefir, Tereyağı, Peynir), kışa hazırlık
(Et kurutma, tatlı ve hamur işleri) gibi işler artık Yakapınar
köyünün son 100 yılda geçmişte bıraktığı geleneksel yaşamın
anılarında kaldı.
4. Sonuç
Teknolojik gelişmeler, Yakapınar örneğinde olduğu gibi birçok
güzel halk geleneğinin ortadan kalkmasına neden olmaktadır. Ulusal
bütünlüğümüze büyük ölçüde katkı yapan ve Anadolu’nun güzel
renklerini oluşturan göçmenlerin, kaybolmaya yüz tutmuş
gelenekleri Türkiye’deki ekonomik değişme ve gelişmelere bağlı
olarak, dünyanın küçülmesi ile birlikte sonu belli olmayan bir
geleceğe doğru ilerlemektedir.
Bu, günümüzde artık küreselleşen dünyada bir zorunluluktur. Ancak
toplum yaşamında önemli yer tutan ve artık yok olma tehlikesi ile
karşı karşıya kalmış geleneksel kurumların yani töre ve törenlerin
yerine teknolojinin gerektirdiği biçimde toplumsal kurumlarını
yerleştirememiş toplumların, diğer toplumlara oranla geri
kalmışlığı kaçınılmazdır. Ozankaya’ya göre: “Böyle toplumlarda
siyasal, düşünsel alana egemen durumda bulunanların çoğu
“toplumsal kurum nedir, neden gereklidir, nasıl oluşur, nasıl
çalışır…” sorularını gereğince düşünmüş ve kavramış
görünmemektedirler. Sonuç da apaçık ortadadır: Geri kalmış ülkeler
şunun bunun elinde oyuncak olmakta, bilgisizlik, yoksulluk, savaş
ve benzeri bunalımlar içinde debelenmektedirler. Çünkü toplumsal
yaşamları gereğince kurumlaşmamış, dizgeli (sistemli) bir
örgütlenmeye kavuşmamış, folklor düzeyinden bilim ve sanat
düzeyine yükselememiştir. Bu dağınık ve çözülmüş durumu anlatan
terimi de, yine o durumun sorumlusu olan sömürgeci ülkelerin
kendileri bulmuşlardır: Bu toplumları birer “etnografya malzemesi”
olarak nitelemişlerdir” (Ozankaya, 1987).
KAYNAKÇA:
AKDAĞ, Emin - Söylemez, Haşim. “Sürgün Yurdu Anadolu”, Aksiyon
Dergisi İstanbul: Sayı: 494, 2004.
BİCE, Hayati. Kafkasya’dan Anadolu’ya Göçler, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayını, Ankara, 1991.
GÖKÇE, Cemal. Kafkasya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun
Kafkasya Siyaseti, Şamil Eğitim ve Kültür Vakfı Yayını, İstanbul,
1979.
HABİÇOĞLU, Bedri. Kafkasya’dan Anadolu’ya Göçler, Nart
Yayıncılık, İstanbul, 1993.
KOÇKAR, M. Tekin. Bolurlanı Cakga İle Kişisel Görüşme,
(Bant Kaydı), Eskişehir – Çifteler İlçesi, 1986.
KOÇKAR, M. Tekin. “Kafkas Halkdansları Öğretim Yöntemleri
ve Teknikleri”, Şamil Eğitim ve Kültür Vakfı, İstanbul, 1987.
OZANKAYA, Özer. “Ulus’mu, Etnografya Malzemesi Mi?”,
Cumhuriyet Gazetesi, Sayı: 22523, s.2, 7 Mayıs 1987.
SAYDAM, Abdullah. Kırım ve Kafkas Göçleri (1856–1876), Türk
Tarih Kurumu, Ankara, 1997.
TAVKUL, Ufuk. Osmanlı Devletinin Kafkas Muhacirlerinin
Kölelik Kurumuna Yaklaşımı, Bilig, Sayı:17, s.34, 2001.
TAVKUL, Ufuk. Kültür Teorilerinin Işığı Altında Kafkas
Kültürünün Sosyolojik Analizi, Kırım Dergisi, Sayı: 6 (22), s.28,
1998. |
|
|
|
|
|
|
|