Antalya’nın bir dağ köyünden, İslam Enstitüsü öğrencisi olarak
geldiği, 12 Mart öncesi İstanbul şehrinde, kendini kolayca
kaptıracağı siyasi tuzaklardan uzak, o hiçbir zaman
vazgeçmediği farklı duruşuyla Dönüş Projesi Ütopyasını
filizlendirmeye uğraştı.
Bununla uğraşırken; ne Marksizm'den
fayda umdu, ne İslam felsefesinden. Ne konjonktürü kaile aldı
ne de iki kutuplu dünya umurundaydı. Orası
bizim ülkemiz, üstelik çokta güzel, DÖNELİM.
Gandi’vari söyleyiverdi, söyleyeceklerini.
Bu kadar basitti.
O güne kadar şampiyon güreşçileriyle övünüp idare eden ama
önünde düşüneceği pekte projesi olmayan biz Çerkesler için,
şok bir şeydi bu söylem. Nasıl olacağı ile ilgili bir fikir
önermiyordu, gidilecek yeri, birilerinden kurtarma projeleri
de yoktu. Asimilasyon bitirecek bizi DÖNELİM.
Nasıl olacağını hep beraber düşünelim ama bu fikir aklımızın
bir köşesine yerleşsin yeter.
Bu kadar sade.
Türkiye’den hiçbir şey talep etmeyen bu projenin, ülke
yönetimiyle ters düşer korkusu ile büyük eleştirilere uğramış
olması hala anlaşılır gelmez bana. Projenin handikapları,
ütopik olması, diğer tarafın onaylamasının zorluğu
konuşulmamıştır pek, direkt komünistlik ve Sovyet
ajanlığıyla cepheden suçlanmıştır. Moskova’dan banka
hesabına kaç para geldiğini bilmiyoruz ama olağanüstü mütevazı
yaşamında, hala bir gram ilerleme olmadığının şahidiyiz.
Bütün bu eleştirilerin ardında, kente geç ulaşmış bu köylü
çocuğunun, öncü rolü kapmasına tahammül edememe, duygusunun
rolü var gibi gelmiştir bana.
Bununla kalsa iyi, diğer taraftan sol; Çerkes toplumunu
pasifize edip, olacak olan devrimden uzaklaştırmakla
suçladılar onu. Bunu yapanlar arasında bende vardım. Eyleme
geçmek için emekliliğini bekleyen tek siyasi lider
gibi, epeyce sığ eleştiriyi yapanlardan birisiydim bende.
Pasifistti, şuydu buydu.
Kafkasya da ise Türk ajanlığıyla suçlanmış
olması, kuvvetle muhtemeldir.
O,
yoluna mütevazı söylemiyle, dernek-dernek, köy-köy,
şehir-şehir dolaştı durdu, cebinde beş para olmadan. Parasız
olduğu fark edilmeden getirilip bırakıldığı otobüs
garajlarından, veresiye bilet alarak dönebildi evine, çoğu
zaman. Gazeteler, dergiler çıkardı. 12 Eylül öncesi vurulan
Çerkes çocuklarının cenazelerine katıldı, Adige dilinin
belki de en usta hatibi olarak güzel konuşmalar yaptı,
dualar okudu oralarda.
Tutuklandığında bütün dava arkadaşlarının isimlerini tek tek
polise verdi, gizli örgüt kurmamıştı, korkacak bir şeyi yoktu,
arkadaşlarının da olamazdı. Bütün bu süreç içinde değişeduran
siyasi iklimin tüm kesimleriyle, hem ilişkiyi hem de
tartışmayı sürdürdü durdu. Dört çocuk yetiştirdi, onlara
Çerkesce’yi öğretti. Kim öğretebiliyor?
Siyasi, gayri siyasi her türlü Çerkes toplanmasının içinde
oldu. Kendisini çok acımasız eleştirenleri, yüreğinden neler
eksildiğini çaktırmadan, o güzel gülümsemesiyle affetti.
Önerdiği projede ne kimsenin yok yere ölmesini, ne de
hapishanelerde sürünmesini istemedi. Onun yolundan gidenlerin
hayatları altüst olmadı. Bu gönüllü projede, peşinden gidenler
küçümsenemez sayıda ve niteliktedir, kim ne haykırsa da.
Neredeyse kırk yılı bulan zihinsel mücadelesinde, ağımsız
düşünebilmenin imkansızlaştığı ortamlarda bile, bağımsız
kalabilmiş nadir insanlardan birisidir. Onun, esiri
olduğu tek bir düşünce vardı: DÖNÜŞ.
Uygun gördüğü bir dönemde, Adigey’e bir süre
yerleşti ve belki de kim bilir, geçim problemleri de
dahil hangi nedenlerle, zihninden bir an bile atmadığına
inandığım düşüncelerine rağmen, tutunamayışını bir türlü
izah edemeden, geri döndü. Bu defa eleştirilerin en
acısını dava arkadaşlarından yedi ve hala devam ettiğini
sanıyorum bu durumun.
Kendisine yapılacak en küçük bir övgüden, yüzünün kızaracağını
biliyorum ama birazda dışarıdan birisi olarak, bana düşerdi
bunları yazmak.
CARI... |